Yol

Yol
Nesipbek Dawtayulı

Nesipbek Däwtayulı
YOL

AYGIRKİŞİ
(Hikâye)
Eskiden beri, altı ay yazda, ta ilk kar düşene kadar ağzından kımız düşmeyen aile Eskul aksakal her günkü gibi kulunu yeli[1 - Kısrak veya inek sağarken kulun ve buzağı bağlamak iki kazık arasına gerilen kıl veya kendir urgan.] ipinden öğleden sonra çözdü; gür perçemli, kestane dorusuyla birlikte avıldan[2 - Awıl/avıl, keçe çadırlardan kurulu Kazak obası demektir. Sonraki dönemde köy anlamında kullanılmaya da başlanmıştır.] uzakça, alçak dağdaki düzlüğe doğru gidiyor. Çevresi yemyeşil uzun ot… Burada kısrağını tan atıncaya kadar otlatıyor. Önceden kolhozun yılkısını yıllarca bakıp nice gecelerini uykusuz geçirdiğinden vücudu dışarıda gecelemeye alışkın olduğu için yemyeşil taze otu insanın gözünü kamaştıran düzlüğün dingin gecedeki tertemiz havasını içine çekerek yatmak bile cennet. Yüksekteki yıldızlara dikkatle bakınca aklına bin türlü düşünce geldiği olur. Biri yükselip biri alçalan, biri çile çekip savrulan Tanrı kullarının her birinin gövdesine, böyle tavanında parlak ışığı olan güzel bir düzlük bulunsa keşke diye düşünür. Her birinin… Birininki küçük, birininki büyük olsun ama olsun… Bunu akrabaların bir araya geldiği bir toplantıda dile getirmişti, kulak veren hiç kimse olmamıştı, yalnızca amcaoğlu katıla katıla gülmüştü. Ağzını zorla toplayarak “Eskul ağam düzlükte kısrağı ile geceleye geceleye hayal âleminde yaşamaya başlamış, yoksa avuç içi kadar gövdemize düzlük şöyle dursun bağırsaklarımız zor sığmıyor mu?” demez mi!..
Birden kestane dorusu kısrak başını sallayarak pıskırdı. Avıl mezarlığının yanına gelmişlerdi. Mezarlar arasında karaltısı belirgin şekilde görünen bir at duruyordu. Yakınına Kuranıkerim okumak için gelmiş biri olabilir diye düşündü ilkin. Yaklaşınca farkına vardı; at eyersiz ve dizginsizdi. Aman ya Rabbi deyiverdi. Ya Rabbi, bu… Evet, o, Aygırkişi… Bundan bir hafta önce gömülen Buldıy’ın oğlunun taze mezarının demir parmaklığına burnunu dayamış dikkatle bakıyor. Deve kadar iri, sakar yağız aygırın bütün vücudu kurumuş ter izi. Gözlerinde kızıl alev. Aksakal, iyice yakınlaşınca hafif kişner veya inler gibi garip bir ses çıkarıp kulağını kırptı.
– Evet, evet yavrum, evet diyerek aksakal, aygırın boynuna doğru uzaktan el uzatmıştı ki at arkasını dönüp ayağını kaldırdı. Yabancıladığı kişiye böyle yapmak âdetidir.
– Evet, evet yavrum… Eskul aksakalın sesi ağlar gibi çıktı: Benim, gözüm… Tanımadın mı yoksa? Benim. Hadi… Elini tekrar uzatmaya niyetlendi, aygırın gözleri belerdi, sağ ayağıyla bir tekme savurdu. Eskul tekmeden kaçayım derken kendini bir anda yerde buldu. Hemen ayağa kalktı, biraz uzağa gidip çömeldi. Aksakal şaşırdı. Allah Allah, ta Talas’ın bilmem hangi bucağındaki Kırgız avılından nasıl geldi bu? Hadi kaçıp geldi diyelim, peki şu taze kabir duruşu… Atın… Atın insan gibi yas tutup… Nasıl bir kudretidir bu, Yaradan Rabbin…
Uyanık mıyım yoksa düş mü görüyorum diye aksakal, çevresine bakındı, üstünü başını silkerek bayağı oturdu. Sonra Kuranıkerim okuyup delikanlının ruhuna bağışladı. Güneş ufukta kayboluncaya kadar kımıldamadı. Avıla varıp bu vakayı Buldıy’a anlatmayı düşünerek ayağa kalktı, sonra hemen vazgeçti. Söyleyip ne yapsındı? Aygırkişi ona lazım değildi ki. Zaten Aygırkişi de onun için gelmiş değil. Hatta kendisini de… Hayvanın görmek için geldiği kişi gerçek iyesi, Calgas delikanlı. Hayvan da olsa gelmiş başında duruyor işte. Dursun, yalnız bırakayım, yarın bakarım diye karar verdi. Allah’ın hikmeti; o kadar oturdu, kestane dorusu kısrak pıskırdı; aygır hiç oralı olmadı, başını çevirip bir bakmadı bile.
Düzlüğe varıp kestane dorusu kısrağı köstek vurup saldıktan sonra da aksakal kendine gelemedi. Hayretler içinde. Bu… İnanılacak bir şey mi? Ta, ta çocukluğunda bir ihtiyar ona “Ey balam, dünyayı bilmek ister misin? Bilmek istersen dünyada insanın inanacağı şey çok, inanmayacağı az.” demişti. “Peki, öylesi var mı?” diye sormuştu. “Neyi kastediyorsun?” “İnsanın inanmayacağı şey?” “Var…” İşte insanın inanmayacağı “var”ı bir zaman kendi gözleriyle gördü de. Evet, gördü… Bir sene, onun çocukluk çağında bu yörede büyük kuraklık oldu. Yeryüzünün otu dahi tamamen kuruyup yele gitti, her yer ölü toprağa döndü. Savaşta ölesiye eziyet çeken, savaş sonrası yıllarda da henüz doyasıya yemek yemeyen halkın gözü devamlı ümitle göğe bakıyordu. Lakin gökten bir damla bile düşmedi. O vakit avıl aksakalları şu alçak dağın Akadır adlı kışlağındaki tek evde oturan bir ihtiyarı alıp getirdiler. Ermiş diyorlar. Evliya, enbiya deyince yok yere kuduruveren Kızıl etkincilerin kovuşturmasına uğramış. Kör itin öldüğü yere sürelim diyerek kaç kez alıp götürmüşlerse de çok geçmeden tekrar tekrar dönüp avıla gelirmiş. Ancak savaş başladıktan sonra unutmuşlar bunu avılın eyyamcı komünistleri. Onun üzerine tek ev olarak atalarının Akadır’daki kışlağına göçüp gitmiş. Karısı ölmüş, çocuğu yok. Mübareğin gözü… Lacivert… Gözleri bütün olarak parıl parıl… Çevresini saran avıl yurdunun aklı ve hafızası olan aksakallar “Vaziyet perişan ermiş baba, artık çok geçmeden sıçan düşse başı yarılacak eski kıtlık günleri gelecek. Sizden başka yardım edecek bir kimse olduğunu düşünmüyoruz. Bir şeyler yapın…” dediler.
Ermiş sessiz. Bir ona, bir buna dikkatle bakan lacivert gözlerinin parıltısı artmış durumda. Derisi ete yapışmış koyu esmer yüzü soluk ve parıltısız görünüyor. “Allah’ın kudreti… İnsanın elinden ne gelir…” diye fısıldadı bir ara. O anda “Ey ermiş!” deyip bir kadın başındaki örtüsünü yolup aldı ve saçını dağıttı. “Allah bazılarına kendisine doğru yakınlaşacak güç vermiş değil midir elin yurdun derdini ulaştırıp duran? Bir şey yapın, efendim!”
“Bir şey yapın, bir şey yapın, bir şey yapın!” yediden yetmişe herkes dağ hindisi gibi yaygara kopardı.
“Günahımızı bağışlayın!” dedi biran evvel saçını dağıtıveren yaşlı kadın. “Tanrısızlaştığımız için yalvarıyoruz Tanrı’ya. Kahrına düçar olduk işte. Sizin katınızda da suçluyuz. Başınız tekrar tekrar belaya girdiğinde araya girerek savunamadık sizi. Nihayet yapayalnız bıraktık. Ne yapalım, korktuk hükûmetten. Bağışlayın bizi.”
O sırada… Ermişin lacivert gözünün parlaklığından bir damla yaş sökün edip yere düştü. “Rahmetine canım kurban, Yaradan!” Bu söyler söylemez ağzından bir tutam gök yalın göğe doğru uçtu ve anında kayboldu. Çevresinde oturan beş altı ihtiyarın başında birdenbire yumruk kadar bulut peyda oldu, onlar da göğe yükseldi. Bir anda havayı kara bulut kapladı. Kara gök ortasından yarılmış gibi bir gürledi ve sağanak yağmur kupkuru olmuş yeryüzünü dövmeye başladı. O arada… Sele dönüşen sağanak yağmur ile kaygısı dağılıp yüzü gülen, ayrıca hayretler içinde kalan insanlar, ihtiyar ermişin oturduğu yerde öbür dünyaya göçtüğünü fark etti. “Ah mübarek, ah!” dediler. Sonra da “Gökte Tanrı, yerde ermiş; iki kudret, artık sizi hiç unutmayacağız; tövbe ettik!” sözünü birbiri ardınca söyleyerek gözyaşlarına boğuldular. Lakin ne çare ki beşer, dönek çıktı. Bir anda değişivermeye müsaitmiş insanoğlu. Dün başka, bugün bambaşka… İnsanın kendisi olarak kalamamasından büyük hıyanet var mıdır?
Öz babası küçüklüğünden beri mala düşkün olan Ali, babasının yolundan gitti; Buldıy ise avılındaki bütün çocuklardan farklı büyüdü. Daha üçüncü dördüncü sınıfta iken tavşan yetiştirdi; tavşanları yazın yaylada oturan çobanlara armağan edip onlardan kuzu ve oğlak topladı; onlara damgasını basarak ağıl içinde kendi ağılını ayırıp çevirdi; özgeler şöyle dursun, babasını bile hayretler içinde bıraktı. “Şu piç var ya!..” deyip dururdu, rahmetli. “Dünyanın dibini deler bu gerçekten!”
Orta mektebi allem edip kulem edip bitiren Buldıy, yörenin diğer çocukları gibi tahsil peşinde koşmadı; tüketiciler derneği, hazırlık bürosu gibi kurumların çevresinde dolandı, bakkal çırağı oldu, sonra kendi başına bira sattı. Ardından avılın dükkânını aldı. Şimdi kendi mülküdür. Önceleri Moskviç marka arabaya bindi. Çok geçmeden Jiguli’ye, ardından da yabancı arabaya geçti. Allah’tan karısı da kendisi gibi tam bir sivrisıçan işgüzar çıktı işte. Tıp tahsili aldığı için, eli ile sözü atbaşı birlikte hareket eden Buldıy ona avılın dibinde bulunan deri fabrikası yerleşkesindeki eczaneyi alıverdi. Az bulunan ilaçları saklayıp iki üç katına satmanın “Rezillik bu yahu!” dönemi şimdi başladı. Bu, meselenin bir yanıdır. Dükkândaki, eczanedeki ticarete şimdi evdeki ticaret eklendi. Gelin güney bölgesinin kızıdır. Anası, Almatı ile Atırav arasını -daha bu kızı doğmadan- ticaretle şenlendiren büyük bir tüccar imiş; onun çuval çuval, harar harar malları Buldıy’ın evine de ulaştı. Henüz Sovyet Dönemi idi o dönem. Buldıy zenginliğe daha o zaman gark olmaya başlamıştı. Akçanın buğusu kötü imiş. Öyle kötüymüş ki birinin zenginliğinden biri boşu boşuna çekinmeye başladı. Avıl sakinlerinin ağzında Buldıy, Buldıy değil Buldeken[3 - Buldekeñ/Buldeken, Buldıy Äkeñ yani Buldıy Ağan hitabının kısaltmış biçimidir.] artık. “Buldeken dedi.” “Buldeken şöyle yaptı.” “Buldeken geliyor.” “Evvela Buldeken konuşsun.” “Buldeken içsin…” Ağam, paşam demelerinin sebebi toy yapsa da, cenaze çıkarsa da Buldıy’dan borç almalarıdır. Faiziyle bittabi. Bu bile hibe gibi görünüyor ele.
Gelgelelim, insan değil mi, dedikodu çıkarmadan da olmazdı. Bu sefer ahali “Nasıl zenginlediğini biliyoruz bu Buldıy’ın. Karısı devletin az bulunan ilaçlarını saklayıp iki katına satalı kaç yıl oldu; tüccar kaynanasının yığın yığın getirdikleri de malum; o malların fiyatı da anasının nikâhı. İt yahu!” demeye başladı. Fakat bu hikâyeleri birbirlerine anlatmaktan öteye gitmedi. Çünkü bunların kimin ağzından çıkmakta olduğunu halkın kendisi sırasıyla gelip Buldıy’a söyledi. Buldıy da haber getirenler vasıtasıyla “O it oğlu itler bundan sonra gözüme görünmesin!” diye selam gönderdi. Bugün görünmeseler bile yarın görünmelerinin kuvvetle muhtemel olduğunu biliyordu. Borç para ve karaborsa mala bağımlı olan dedikoducular “Ağzımızdan istemeden çıkan, dikkatsizce sarf edilen sözlerdir onlar. Önüne geldiyse atanın hatırı affet.” diye yalvarıp yakarınca mesele kapandı.
Buldıy’ın her şeyi vardı. Yalnızca çocuğu yoktu. “Olacak.” derdi amcaoğlu durmadan gülerek. “Boş oturmuyoruz, amca.” “Boş oturmuyorsunuz… Kazılan yerden muhakkak bir şey çıkmaz mı?” deyip hoşnutsuzluğunu dile getirince o da inatçı mizacının gereği olarak itiraz ediyordu.
Daha sonra “Buldıycığım benim, erkek kısmı kadının apış arasını yalnızca ağam paşam dedirtip tatmin olmak için altüst etmez; gönlünü coşturarak doğurtmak asıl iştir.” demek istiyordu, ancak onun küçük kardeşi olduğunu dikkate alarak dilini tuttu. Bunun sözü mü tesirli oldu, yoksa öyle mi denk geldi bilinmez, meşhur Aralık Olayları[4 - Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’un, Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri, Kazak kökenli Dinmuxamed Qunayev’i azlederek yerine Rus kökenli Genadi Kolbin’in ataması üzerine, Aralık 1986’da Kazakistan’ın başkenti Almatı’da patlak veren olaylardır. Barışçı göstericilere silahlı müdahalede bulunulması yüzünden dağıtılması sırasında yüzlerce gösterici ölmüştür.] arifesinde Buldıy’ın evinde de çocuk ağlaması duyuldu. İsmini Calgas diye Eskul bizzat koymuştu.
Kendi yaşıtı çocukların kavga gürültüsüne çok fazla katılmayan, umumen yalnız gezen ve tek başına oturan, merdümgiriz bir çocuk olarak büyüdü bu Calgas. Bilhassa bir sene avılın kıyısındaki sık kamışların arasındaki küçük çukurda çamura batmakta olan bir yaşına gelmemiş kötü bir tay bulduktan sonra enikonu değişti. Buldu dediysek… Uzun yıllar Talas’ın karşı yakasındaki Kırgızlar, Talas’ın beri yakasındaki Kazakların yerini -kirayla mı yoksa yukarıdakilerin talimatıyla mı meçhul- atlarını yaymak için kullandılar. İlkyazda gelip güz sonunda dönerlerdi. Dönüş yolunda yılkıcılar, bunların avılında eğleşip üç dört gün hatta bir hafta yatarlardı. Rahat da durmuyorlar, içkiye doyuyorlar. İşleri güçleri şeytanlık. Taylarından birini Buldıy’ın dükkânının önüne getirip bağlıyorlar ve onun parasıyla içiyorlar. Buldıy’ın verdiği ise iki üç kasa kökeni belirsiz votka, çay şeker, meşrubat da cabası…
Hiç kimsenin kendi toprağını başkasına vermediği o yıllarda malum Kırgızlar “Bu, Kazak kardeşlerimizin topraklarına yılkı sürerek son gelişimiz…” diyerek birkaç gün patlarcasına kadar içtiler. Neden sonra akıllarına geldi; Kırgızlar darmadağınık olmuş atlarını çakırkeyif vaziyette arayıp topladılar ve ülkelerine döndüler. Bunun üzerinden iki üç gün ya geçti ya geçmemişti ki Calgas’a ahır ve samanlığın bazı yerlerini yamamak için biraz kamış lazım oldu. Bu arada ana baba, dünyalık peşinde koşup vakit bulamadıkları için evin bütün işi on iki on üç yaşlarındaki Calgas’a bakıyordu. Calgas gerekli kamışı kesip getirmek için çay boyuna gitti. Çukurda çamura batmakta olan bir yaşına gelmemiş tayı o zaman fark etti. Tek başına nasıl çıkarsın tayı, koşup ona gelmişti. Böylece kestane dorusu kısrağın boynuna bir urgan taktılar, urganın bir ucunu tayın boynuna bağladır, sonra ikisi birlikte çekerek güç bela çıkardılar tayı. Tayın oradaki görünüşü perişandı: Budu ipince, karnı kabak gibi, bel kemiği dışarı fırlamış, cıdağısı sipsivri, başı uzun sorguç otu… Yalnızca akıtması sıra dışı idi. Yuvarlak değil, yeni doğmuş ay gibi. O vakte değin Eskul böyle bir akıtmayı ilk kez görmüş ve hayret etmişti.
Calgas, tayı sabunla yıkayarak balçığını zorla temizledi. Mübarek hayvan o zaman da pek bir şeye benzemedi. Kemikleri fırlak bir mahluk. Babası gülmekten yerlere yattı. Oğluna gülerek şunu sordu:
– Ne yapacaksın bunu?
– Besleyeceğim dedi Calgas.
– Beslesen de bu mal olup işe yaramaz. Kolhozun atları takas yapılıyor, yılkıcı Önerbek’e çorba parasını verip kunan[5 - Qunan/kunan, iki yaşını doldurmuş erkek attır.] veya baytal[6 - Baytal, iki ile dört yaş arasındaki kulunlamamış kısraktır.] ile takas ederiz.
– Gerek yok.
– Gerek yok ne demek?
– Kendim bakacağım.
– Sonra?
– Kendim besleyeceğim işte.
Buldıy yanlarında duran Eskul’a bakmıştı.
– Esağa,[7 - Esağa, Esqul Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.] buna ne diyeceksiniz?
– Gönlü buna meyletmiş demek ki.
– Şu çirkin şeye mi?
– Öyle deme. Yelesi ve kuyruğu kabardıktan sonra yarın gerçek bir yüğrük olur belki. Kim bilir?
– Neden böyle diyorsunuz, Esağa?
– Atın değeri dış görünüşüyle ölçülmez, yüreğindedir. Şu döşünde büyük koşulara dayanacak olağanüstü bir yürek atıp durmadığını nereden biliyoruz?
Buldıy elini sallayarak cırt diye tükürdü.
Çocuk, kötü tayını büyük bir özenle bakmaya başlayalı iki üç yıl geçiverdi. Bu müddet zarfında dünya da bazen göyündürdü, bazen sevindirdi ama bir öyle, bir böyle sürekli değişip durdu. Halk, kim ne söylerse ardından gitmenin, iki cami arasında beynamaz kalmanın, neyin doğru neyin eğri olduğunu ayırt edememenin karşılığını şimdi görüyordu.
Allah’ın hikmeti, bu süreçte duruşu bozmayanlardan biri de Buldıy oldu. Tabii karısı ile birlikte. Devamlı söyledikleri şuydu: “Dünya ne şekilde, kaç kez altüst olsa da işini bilen insan için hepsi vız gelir.” Söyledikleri doğru imiş. Şehre kafe, büyük bir mağaza ve eczane yaptırdılar. Bunlardan küçük iki tanesini avılda da açtılar.
Bu arada Calgas’ın kötü tayı dönen[8 - Dönen, dört yaşına girmiş hayvandır.] oldu. Deve gibi sakar yağız at. Yanına kimseyi yaklaştırmıyor. Ancak Cal-gas önünde ardında dolaşmakla kalmıyor, ağzından girip burnundan çıkıyor. O suvarıyor, onun elinden yem yiyor, sadece onu bindiriyor. Calgas’ın da vaktinin çoğu sakar yağızın yanında geçiyor. Gözünün önünden ayırmıyor.
Buldıy’ın da deve kadar olan sakar yağıza tekrar tekrar gözü ilişiveriyordu.
– Satılsa bayağı bir para eder, diyordu vaktiyle “Bundan mal olmaz!” dediğini unutarak.
– Asla, diye feryadı basıyor oğlu.
Kapı komşu oldukları için her şey Eskul’un gözünün önünde cereyan ediyor. Her Kazak çocuğu ile at arasında her zaman bir benzerlik, bir uygunluk bulunduğunu evvelden beri biliyor. İlerleyişe ve şahlanışa olan tutkunluklarıdır muhtemelen. Yüreği temiz kişi kendi düşüncesi, niyeti ve hayaliyle dünyanın dört bucağını altını üstüne getirerek dolaşır ve gerçek emeline ulaşmak için sonuna kadar mücadele ettiğinde; at ise toynaklarıyla kara toprağın bağrını dövdüğü ve bütün rakiplerini arkada bıraktığında mutludur muhakkak.
Attan anlayan Eskul, sakar yağızın sıradan bir at olmadığını ta ilk başta fark etmişti. Ayrıca kunan olduktan sonra Calgas ile birlikte eğitmişlerdi onu. O günlerde yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu.
– Calgas, ne olmak istiyorsun diye sormuştu bir keresinde.
– Mimarlık okusam…
– O da nedir?
– Şehir inşa ediyor.
– Peki.
– Avıla gelsem…
– Aferin!
– Avıl yerleşkesini inşa etsek… Yüksek yüksek, çok katlı evler değil. Bir iki kat. Millî tarz ve üslupla. Evlerin planı çağdaş ancak görünüşü Kazak sanatı… Ne diyorsunuz?
– Ne diyeceğim, o zamana yetişmem ki ben deyip gülmüştü.
– Gözünüzde canlandıramıyor musunuz?
– Canlandırıyorum.
– Ben ise her şeyi görüyorum. Kaç ev olacak, nasıl olacak…
Bunu söyledikten sonra uçsuz bucaksız bozkıra daldı, derin bir soluk alıp biraz durmuştu öylece.
– Kazaklar toptan şehre göçüp gidecek değil ya, amca. Avılsız Kazak olur mu? Kazak demek bozkır ve avıl demek değil mi? Ben öyle düşünüyorum demişti sonra.
– Düşüncen çok güzel. Peki, babanın bu işlerine kim iye olacak, kim devam ettirecek bunları diye sormuştu Calgas’ı sınamak için.
– Bilmiyorum demişti. Ben yeni avıl inşa edeceğim, amca.
Sakar yağız o yaz üç kunan yarışında birinci oldu. Güzün ise sakar yağızın inanılmaz bir özelliğini öğrenip şaşırdı halk. Ayrıntılı anlatmak gerekirse… Eskul ile Calgas iki evin ahırındaki birkaç hayvanı her yıl olduğu gibi kışa yakın Aldiy’in nahırına koşarak dağ yamacındaki kışlağa götürdüler. Konuk gelen yakınları için kestiği koyunun etini doyasıya yiyip, et suyunun tadını çıkarırken Aldiy’in son aldığı gelinin doğum sancısı tutmasın mı! Alıp avıla götürmeye araba yok, at arabası içinse yol uzun. İlk kez doğuracak kadıncağız öyle acı çekiyordu ki evdeki çoluk çocuğu da korkuttu. Bütün erkekler dışarı çıktı, gelinin yanında yalnızca kaynanası ile Aldiy’in kocadan ayrılmış büyük kızı kaldı. Kalmasına kaldı ama gelin bir türlü doğuramadı, uzun vakit acı çekti. Hıçkırığı ve iniltisi dışarıdan açık işitilmeye başladı. O sırada araba üstüne atılmış otu çiğneyip duran sakar yağız aniden hafifçe kişnedi, ardına bakarak gayet sert yolununca dizginin kayışı pırt diye kırılıverdi; serbest kalır kalmaz hızla keçe çadıra vardı ve başıyla kapıya vurdu. Ardına kadar iki yana açılan kapıdan gövdesinin yarısını içeri sokan aygır kulaları sağır edercesine kişnedi. Hemen ardından çocuğun ağlaması da duyuldu. Bu vaka gözünün önünde canlandıkça Eskul hâlâ hayretten parmağını ısırır. Gelinin anlattığı: “Kapı küt diye açılınca iki gözünden ateş saçan at başının bana doğru geldiğini gördüm. Hayatımda hiç bu kadar korkmuş değilim. Bebeğin sesi çığlığı duyulunca at gülümser gibi oldu. Öyle yaptı, gerçek!”
Bu hikâye halkın kulağına varınca bir ihtiyar “Allah’ın hikmeti, bu aygır da kişi imiş demek.” deyivermesin mi! “Aman aksakal, ata kişi diyorsunuz, olur mu hiç?” demiş dinleyenler. “Kişi kut’u göstermiş değil mi? Bizden uzaklaşan adamlık kut’unu Tanrı hayvanın vücuduna salmış olabilir. Öyle olmasa bunu nasıl izah edeceksin?!”
Bu vakadan sonra sakar yağız “Aygırkişi” olarak adlandırıldı.
Aygırkişi adını alan sakar yağıza halk artık başka türlü bakmaya başladı. Kadınlara onun önünü kesip geçmek yasaklandı. Biri Calgas’a Aygırkişi için deyip yeni çıkmış gümüş kakmalı eyer; diğeri gümüşle süslenmiş dizgin, göğüslük, kuskun, kolan, kayış; bir diğeri yeni kulakçın, yapık getirip hediye etti. Yeni biçilmiş yonca, yulaf verenler de oldu. Hamile kalamayan veya çocuğu düşen genç kadınlar gelip kendilerince kutlu sayıp yelesini sıvazlayıp gider oldular. İlginç olanı ise yanına yabancı kişi yaklaştırmayan sakar yağız kadınlar gelince upuslu duruyordu.
Yazın üç at yarışından üç araba kazandıktan sonra Buldıy da sakar yağıza karşı yumuşadı. “Hey, bu fayda getirecek bir mal oldu yahu.” oğlunun omzuna vurdu. “Kazandığı arabanın birini Buldıy babana, birini Aldiy amcana verdirdin. Üçüncüsünü de anan, dedene hediye etti. Şimdiki artık bu babanın olacak. Ticarette kullanacağım. Kak balam, soydyot?”[9 - Cümle “Ne dersin oğlum, gelir mi?” şeklinde çevrilebilir. Kazaklar günlük hayatta zaman zaman Kazakça ile Rusçayı karıştırarak konuşurlar.] “Ya kazanamazsak?” “O zaman, o zaman Aygırkişi’yi satıveririz.” deyip güler gibi yaptı Buldıy. “Asla!” diye çığlık attı Calgas. “Asla!”
Dönen olduğunda da yalnızca at toynağı yetecek yerleri değil araba ile götürüldüğü avıl, kaza, vilayetteki hatta Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızların at yarışlarında da önüne at geçirmeyen Aygırkişi, avıl aksakallarının kararıyla yılkıya salındı. “Yüğrük, olağanüstü hâllere sahip asil bir at; böyle bir attan döl almak lazım. Kısrak iyesi herkesin ümidi var aygırdan, ancak içinizde at kadrini bilen yalnızca şu Eskul var, aksakallar ve karasakallar! Yarılan yerin hepsinden altın ve gümüş çıkmayacağı gibi dişi hayvanın da döl yatağının gücü farklı farklıdır.” Böyle dedikten sora sadece baytalları, genç kısrakları seçip koştular sürüye.
Aygırkişi sürüsünü pek uzağa götürmüyor, avıl çevresinde otluyordu. Haftada bir sefer sürüsünü sürüp avıl dibine getiriyor, sonra kendi mekânına gelerek Galgas’ın elinden yem yiyordu hayvan. Sonra kışın dondurucu bir gününde Akadır tarafından ara sıra uğuldayarak esen yel ilkin hafif tipiledi, sonra gitgide şiddetlendi; Buldıy’ın oldukça yüksek olarak yaptığı ahırın demir çatısını gevşetip sallamaya başladı. Ana babası iş için şehre gittiklerinden Calgas evde yalnızdı. Ne yapsın, gevşeyen levhalar büsbütün uçup gitmesin diye bir şeyler yapmak üzere ahırın üstüne çıktı. Ayağı kayıp çatıdan yere düştü. Etrafı tamamen çevrili olduğu için içeride ne olup ne bittiğini görmenin mümkün olmadığı avluda baygın hâlde uzun müddet yattı. Evinde soba dibinde yan gelmiş arada bir gelen ilçe gazetesinden bir şeyle okuyarak yatan Eskul, gürültüden irkildi. Davranıp dışarı çıkınca Buldıy’ın evinin ardındaki alçak tepede bir sürü atın toplanmış olduğunu gördü. Yelesi ve kuyruğu buz tutmuş Aygırkişi, evin yüksek bahçe kapısını çekip duruyordu. Onu görünce hafif kişneyiverdi. Allah’tan Eskul kapıyı dışarıdan nasıl açacağını biliyordu. Açınca ne görsün! Calgas yerde upuzun yatıyor…
O gün gece boyu etraf altüst oldu. Şehirdeki işlerini her gün gidip hallettikten sonra geri dönerek günlük hesaplarını bilgisayara girip yorgunluktan canları çıkan Buldıy ile karışı muhtemelen şiddetli tipi yüzünden o gün avıla gelemediler. Onlar bir yana, avıldaki sağlık merkezinin hekimi bile öbür sokaktan bu sokağa güç bela ulaştı. Calgas’a koyduğu teşhis: Beyni sarsılmış. Köprücük kemiği kaymış. İki kaburgası kırılmış. İğnesini vurdu, ilacını verdi. Tan atsın dedi. Şehre götürmeden olmayacağını söyledi.
Geceleyin birkaç kez dışarı çıkan Eskul, ev arkasındaki alçak tepede toplaşmış yılkının hâlâ gitmediğini, birbirine sokularak öylece durduğunu görünce çok şaşırdı. Asıl şaşkınlığı tan atınca, Calgas’ın sık sık kusmasının kesilip bir iki kâse sıcak çay içmeye başlamasından sonra “Ya Allah!” deyip dışarı çıktıktan sonra yaşadı. Ev arkasında gece boyu bekleşip duran yılkı Aygırkişi’nin ardına dizilmiş yaylıma doğru gidiyordu. Gece boyu toplaşıp bekleştikleri yerde… Allah’ın hikmetine bak, yirmi kadar kısrağın hepsi birden kulun atıp gitmiş. Avıl ahalisi “Bu nedir? Bundan ne anlamak lazım?” deyip bir kez daha şoke oldular. Sonunda şunda karar kıldılar: “Aygırkişi gerçekten de kutlu bir at, Calgas’ın durumundan hemen haberdar olup sürüsünü alarak geldi. Tan atıncaya dek sürüsüyle birlikte Calgas’a dua etti, onun selameti için kulunlarını kurban edip gitti…” Hepsi de baş sallayıp onaylamasına rağmen aslında hiçbiri bu izaha inanmadı. Eskul’un aklındaki soru ise içini kurt gibi kemirdi: “Ya Rabbi, nasıl oldu bu? İnsanın hemcinsinin selametini dilemesi, insanın hemcinsi için kendini feda etmesi özelliği ata mı sirayet etti; insandaki kişilik ata nasıl geçti? İnsanı çok, insanlığı az bir devir midir bunların ömür sürdüğü zaman? Belki… Belki de sakar yağız aygır at kılığında kutlu bir kişiliktir. Yaradan’ın gönderdiği… Şu dünyada insanın havsalasının alamayacağı hikmetli işlerin olduğunu evvelce Akadır’ı yalnız yaylayan ermişin yağmur yağdırması vakasında kendi gözleriyle görmedi mi? Ya Rabbi, ya Rabbi… Bu âlem niye bütünüyle bir muammadan ibaret?..
Eskul aksakalın katar katar, ilerili gerili; başını bir oraya, bir buraya vurup sağa sola savurarak sendeleten düşüncesini çimenlikte otlamakta olan kestane dorusu kısrağın pıskırığı yüzünden ister istemez kesintiye uğradı. Süt gibi aydınlık gecede kalıbı, eksiksiz ve apaçık görünüyor. İki kulağını çaprazlama dikmiş, başını avıldan yana daha doğrusu avılın beri yanındaki mezarlığa doğru kaldırmış acayip bir endişeyle bakıyor. Şu anda köteğini çıkarsan oraya doğru son sürat gidecek gibi görünüyor. Aygırkişi’ye doğru demek ki. Bağrında duran kulunun babasına. Birden aklına kendisini çok şaşırtan bir hadise geldi: Bir defasında Aygırkişi’nin altında iki pusup kalmış kestane dorusu kısrak ağzını mağara gibi açıp… Salyası müthiş aktı… Onca yıl at bakıyordu ama böylesini… Evet, aygır yüklendiğinde biyenin salyasının aktığını görmüş değildi. Onu geçelim… Geçen yılın bir günüydü, Buldıy’ın karısının doğum günü kutlaması olmuştu. O da üç dört komşu ihtiyarla avlu içindeki elma ağacının gölgesinde sohbet ederek oturuyordu. Avlunun öbür köşesinde Aygırkişi ile bu komşulardan birinin aygırsamış baytalı otluyordu. Evden iki genç kadın çıkıp o köşedeki ayakyoluna doğru gitti. Tam o sırada Aygırkişi üstüne atlayıp acımasızca ırganmasından genç baytalın dolgun sağrıları iyice yere doğru eğilince, Allah’ın hikmeti, genç kadınlardan biri “Ah!” diyerek iki ayasıyla birlikte apış arasını tutup oturuvermesin mi! Demek ki aygırın baytalla çiftleşmesinden bu kadın aniden tahrik olmuş, hemen o anda boşalıvermişti! Hadi bunu idrak ve izah et şimdi. Sakar yağız aygırda kişilik özelliği bulunduğundan ve kutlu olduğundan mıdır bu yoksa? O da muamma…
Kestane dorusu kısrak ile birlikte kestane dorusu kulun da Aygırkişi’nin kaldığı tarafa kulağını dikiyor. Babasına çekmiş, dış görünüşü biçimsiz. Boyu yüksek, gövdesi uzun. Kaburgaları dışarı dönük olarak yerleşmiş. Mizacı da babasınınki. Sık sık ürküp durmuyor. Vara yoğa hoplayıp zıplamıyor. Yürüyüşü, duruşu vakur, asilzade timsali. Asil besbelli. Soyunda bu özellikler var demek ki. Soy… Bu Aygırkişi, Eskul’a -sonraları vefat eden- yıllarca evvelki postası Bekbosun’un yağız kunanını hatırlatıverdi. O dönem de hükûmetin şimdiki gibi at yarışını yasakladığı zamanlar. Toyda bile at yarışı yapma riskini göze alanlar komünist ise parti üyeliğinden çıkarılır, diğerleri için ise kolhoz yöneticileri dayak yer sert uyarılar alırdı. O yüzden olsa gerek, postacı Baybosun’un “Eski devir olsa bir kızın kalınına[10 - Qalıñ veya qalıñmal, evleneceği kıza erkeğin verdiği hayvan ve paradır.] vermezdim.” dediği kunanı yarışa koşulmamıştı. Ne çare ki o zavallı kunan da bir gün çalındı. Aramadık, sormadık yer kalmadı. Sırra kadem bastı. Sonradan çıkan dedikoduya göre bazı at hırsızları Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlara aşırıp vermiş… Ya bu Aygırkişi o yağız kunanın dölü ise diye kuruyor Eskul kendi kendine.
Şimdi işte o soyunun kanına çekip, o soyunun doğduğu topraklarda yıldız gibi akarak dolaşıyor. Enikonu olgunlaştı. Bıldır mezkûr Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızların yüzden artık yüğrüğün katıldığı uzun mesafe at yarışında bütün atlara nal toplatarak birinci oldu. At tutkunu Kırgızlar kendilerinden geçtiler.
Yüğrük ile birlikte Calgas da meşhur oldu. Calgas’ın sakar yağızı, Calgas’ın Aygırkişi’si… Calgas’ın gönlü ve ruhu da devamlı yükseliyor, devamlı şahlanıyordu…
Calgas yazın aygırına binip gelerek bu düzlükte onunla birlikte geceliyordu. Bir de dostu vardı, ara sıra o da peşlerine takılıp gelirdi. Aylı gecede yan yana yatarak yarışırcasına masal anlatırlardı. Türlü türlü… Gerçeğe birazcık dahi olsa yaklaşanları bulunduğu gibi, hiç yanından geçmeyenleri de var. Buna rağmen ilginç. Bir seferinde Calgas’ın masalı… Çok çok eski zamanlarda… Belki kişioğlunun yeni yaratıldığı vakitte… Dağların başı göğe değiyor, kırlar bütünüyle çiçekle süsleniyor, ırmaklar ve göller ayna gibi parlıyormuş. Yeryüzünde yalnızca insanlar varmış. Hayvanlar henüz yaratılmamışmış. Onlar yeryüzünde koşmayı, gökyüzünde uçmayı bilmiyormuş. O yüzden de insanlar çok tembel, yavaş ve uyuşuk imişler. Birbiriyle yarışmak, ilerlemek; yer altına, aya ve yıldızlara ulaşmak hayali ve emeli akıllarına bile gelmemiş. Bundan dolayı da dünyayı tek yiyip içmeyi, yatıp uyumayı bilen son derece asalak ve geri insanlar kaplamaya başlamış. Yalnızca bir ihtiyar “Ey Tanrı! Sen bizi yiyip içmekten, yatıp uyumaktan başka hiçbir şey bilmesin diye mi yarattın? Dünyada bundan başka bir şey yok mu? Bize bilmediğimiz şeyleri öğretecek bir nesne yok mu?” diyerek yakınıyormuş. Bundan sonra bir gün -nereden geldiği belirsiz- Yaratıcı’nın sesi işitilmiş: “Senin üç oğlun var, bunlardan birini yeryüzünde koşan, birini gökyüzünde uçan yaratığa çevireyim, diğerini de insan olarak bırakayım, buna razı olur musun?” demiş. “Olurum.” diye cevap vermiş. “Koşucu ve uçucu yaratığa dönüşen oğulların insan görünüşünü tamamen yitirecek.” “Canı hiçbir şeye acımayan, aklı düşünmeyen, dert ve ıstıraptan mahrum kişiler, başkalarının işine yarayacaksa razı oldum gitti, ey Yaradan!” O vakit bir oğlu kartala dönüşüp gökyüzüne doğru uçmuş, bir oğlu da yüğrüğe dönüşüp yeryüzünde koşmaya başlamış… İhtiyarın kişi suretinde kalan oğlu tısa basa doyduktan sonra sırtüstü yatan insanları koşarak dolaşıp uçmakta olan kartal ile koşmakta olan yüğrüğü göstermiş. “Bakın, bakın!” diyerek seğirtivermiş. “Benim ağabeylerim kartal oldu uçuyor, yüğrük oldu koşuyor!” İnsanlar şaşkın. Akılları karmakarışık olmuş; donup kalmış bilinçlerinin buzu erimeye, ana atardamarları ile yürekleri göğüslerine sığmamış. Yeri dört dönerek çapmak, göğe yükselerek uçmak tutkusu doğuvermiş. Böylece kişioğlunun içinde arzu etmek, hayal kurmak, tutku beslemek hisleri uyanıvermiş…
– Sen bunu kendin uydurmuyorsun ya diyor Calgas’a dostu.
– Ne olacak?..
– Kendin uyduruyorsun değil mi?
– Hoşuna gitti mi, gitmedi mi, onu söyle. Şayet insanlar sadece bu dünyada vuku bulanları anlatacak olursa hayal kurma yeteneğini yitirir. Öyle olursa hiçbir zaman hiçbir şey değişmez dünyada. Hiçbir şey değişmezse hayatın ilgi çekici neyi kalır?
– Oldu, oldu diyor dostu gülerek. Sana uyacak olursa hepimiz feylesofa döneceğiz.
– Doğru yahu! Calgas da birlikte gülüyor.
Onların sohbetini dinlerken Eskul aksakal, Allah’a şükrederdi. Bilinci erken uyanmış, aklı başında bir neslin yetişmekte olduğunu görüş kıvanırdı. Bela ve musibetten sakla bunları diye dua ederdi. Bunları bela ve musibetten koruyabilecek miyiz derdi. İttirip kaktırmadan sağ salim büyütsek diye düşünürdü. Ey Allah’ım, bu düşünceyle önünü ardını kollayan kaç kişiyiz ki diye söylenirdi.
– Amca demişti bir gün Calgas. Siz bayağı eskiden yarış atı bir avılı bakmış demiştiniz ya…
– Demiştim.
– Babama söyledim, beni çiğ çiğ yiyeyazdı.
– Yalan mı diyor?
– Yok. Eskiden ne demek diyor. Eskinin ne gereği var diyor. Eskul amcan ile siz hangi devirde ömür sürdüğünüzü gerçekten de bilmiyor musunuz diyor. Şimdi herkesin kendi kendine yalnız kendisinin gerek olduğu bir devir diyor. Eski dediğimiz geçip gitmiş, kemikleri çürümüş bir şeydir diyor sonra. Geri gelmez. Bugünü yaşa. Kimde mal mülk, baylık[11 - Baylık, zenginlik demektir.] varsa bugün onundur. Baylık konuşur, baylık yener, baylık geçer. Baylığın varsa gökteki Tanrı’dan da yerdeki adamdan da hiçbir şey istemezsin. Kaybol, kış kış!
Son yıllarda amcaoğluna zaten gönlü soğuyan Eskul aksakal sözlere oldukça kırıldı. “Eski dediğimiz geçip gitmiş, kemikleri çürümüş bir şeydir…” demesinden dehşete düştü. Eski yoksa insan ve yurt nasıl olacak? Eski, belleğinden silinirse ne olur? Eski dediğimiz atalarımız; atalarımızın kişiliği, anlayışı, sevinci ile üzüntüsü, ıstırabı il ferahı, yengisi ile yenilgisi, akan teri ile dökülen terinin büyük göçü değil midir? Bunun hepsini bu insanlar, itişip kakışarak peşine düştükleri baylık denen el kiri uğruna feda mı ediverecek? Böyle yapacaklarsa Kazak neyiyle Kazak olacak, nasıl millet kalacak?..
Kestane dorusu kısrak yine pıskırdı. Ön ayaklarıyla yere vurarak eşinip duruyor. Aygırkişi’ye gitmek istiyor galiba… Kim bilir… Yoksa Aygırkişi, kabir başından ayrılmış gidiyor mu? Kestane dorusu kısrak bunu sezer… Peşinden gitmek ister belki…
Ya Rabbi… At balasını, insan kabrine getirerek yas tutturdun…
Aygırkişi’yi Kırgızların alıp götürdüğü günün ertesinde şehirden dönen Calgas, olan biteni işitince üç gün hiç kalkmadan yatmıştı. Hiç kimseyle konuşmadı. Hiç kimseye bağırıp çağırmadı. Sessiz, dilsiz yatıverdi öylece. Babasının onu şehre bir iş gönderdiği günkü vaka şöyle olmuştu:
Öğlene yakın Buldıy’ın yüksek bahçe kapısının önüne iki cip arabası gelmişti. Gelenler Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlar imiş. Birkaç gün önce de gelmişti aynı beş altı adam. Geliş sebepleri Aygırkişi. Karşılığında Aladağ’ı[12 - Kırgız Aladağı (Kaz. Alataw, Kır. Alatoo), kutlu sayılır ve Kırgızların millî simgelerinden biridir.] vermek gerekse de atı satın almak istiyorlar. Geçen sefer Buldıy “Aladağ’ı yerinden sökemezsiniz, sökseniz bile Aladağ bizde de var, ayrıca bizim avıla sizin Aladağ sığmaz.” diyerek hırpalamıştı onları. Eskul aksakalın fark ettiğine göre geçen seferki gibi değil sıcak karşıladı. “Evet, Baykeler,[13 - Bayke, Bay Äke (Bay Ağa) hitabının kısaltılmışıdır ve daha çok baylar yani zenginler için kullanılır.] evvela şu Eskul ağama selam verin.” deyip yanlarına gelen Eskul ile görüştürdü. Amcaoğlu iki yıldan beri evine hizmetçi tutuyordu, hangi arada hazırladıysa masayı donatmış, bir kuş sütü eksik; ayrıca boy boy aklı kızıllı şişeler…
– Buldıy bayke, lokanta mı bu dedi kıpkızıl yüzlü Kırgız ve avurtlarını cumbuldatarak güldü. Baysınız,[14 - Bay, zengin demektir.] evet! Çestnoye slovo![15 - “Doğru söylüyorum! Harbi sözdür!” anlamında Rusça ibaredir.]
– Buyurun, yemek alın dedi Buldıy. Sabah kahvaltısı.
– Sperva içimizdi kızdırıp albaymız ba, bayke?[16 - “Önce içimizi ısıtmayalım mı, bayke?”] Deminki kızıl surat şişelere uzanıp birini alıverdi: Aça bersek bolabı?..[17 - “Açabilir miyiz?”]
İki üç yol içildikten sonra;
– Bayke, cılkı salatın maşina da, vot-vot kep kalad. Artıbızdan yehal,[18 - “Bayke, atı taşıyacak araba da birazdan ulaşır. Ardımızdan geliyor.”] diyen Kırgızlar, ellerini ovuşturdular. Aldıñğı kün kol alışkanday, akçanı, to-est’ dollardı ap keldik. Maneki…[19 - “Geçen gün el sıkıştığımız üzere parayı yani doları da getirdik. İşte…”]
On deste gökkâğıt[20 - Kökqağaz/gökkâğıt, dolar demektir.] masaya kondu.
– Rovno sto tsyaç[21 - “Tam tamına yüz bin.”] dedi kızıl surat Kırgız.
Hiçbir şey anlamayan Eskul, bir Kırgızlara, bir gökkâğıtlara, bir amcaoğluna baktı.
– Sizde “yular parası”[22 - Kazakça “noqtabaw” yani yular parası, satılan malın yular parası olarak verilen bahşiştir.] denen âdet var mı? Buldıy, bütün bardaklara içki doldurdu.
– Burun bar boluşkan, v dannom sluçaye, k çemu eto?[23 - “Evvelce varmış, şu zamanda neye lazım? “]
– Demin söylediğim gibi bu zat benim amcamın büyük oğludur. Buldıy, Kırgızların dikkatini Erkul’a çevirdi. Aygırı oğlumla birlikte bakan, yarışa hazırlayan odur. Yular bahşişini bu ağama verin. Beş bin!
– Beş bin…
– Evet, dolar.
Kızıl surat Kırgız çiğnemekte olduğu mezesini zorla yuttu.
– Aman, bayke…
– Yoksa aygır satılmaz.
Kırgızlar kalkıp hep birlikte dışarı çıktılar. Ahırın köşesine değin gidip fısıldaşmaya başladılar.
Eskul aklını oynatmak üzeredir.
– Yahu Buldıy, nedir bu?
– Ne nedir?
– Aygırkişi’yi satacak mısın?
– Öyle yapacağım, amca. Şehirdeki merkez pazarı satın almak için param yetişmiyor.
– Aygırkişi’yi satmak doğru değil, Buldıy.
– Bugün insanı bile satmak mümkün, amca! Elden ne gelir!
– Calgas’a ne deriz? El âlem ne der?
– Calgas, Calgas deyip… Ne derse desin. O mızırdanacak diye Allah’ın ayağımıza gönderdiği akçadan vaz mı geçeceğiz? El âleme gelince… Hangi el âlem? Yarısı pazarda el arabası çekiyor, serserice dolaşıyor; yarısı avılda iki eli de cebinde, birini iki etmek aklından geçmiyor; yaz boyu kâğıt oynayan, kış boyu uyku çeken, ölüsünü de borç alarak gömen, toyunu da borçla yapan, sıradan bir Kazak olduğu için memnun, en fazla Tamaşa’ya[24 - Tamaşa, Kazak televizyonunda uzun yıllar yayımlanan skeçli mizah programıdır. Büyük salonlarda, binlerce seyircinin önünde çekimi yapılan program daha sonra televizyonda da yayımlanmaktadır.] ağzının suyu akan, Aytıs’a[25 - Aytıs, atışma demektir. Aytıs geleneği Kazak kültüründe hâlâ çok canlıdır. Büyük ödüller konarak düzenlenen aytıs yarışmaları televizyonlarda da yayımlanmaktadır.] ağzı açık kalan el âlemden mi söz ediyoruz? Bu el âleme de çoktan bir şeyler oldu. Hatta alsalar onları da Kırgızlara toptan satıverirdim.
– Ne dersen de ama Aygırkişi’yi satma iki gözüm, derken Eskul’un bedeni ürperdi, çenesi titredi. – Akıllı ve kutlu bir attır o. Soyuna, şu biricik çocuğun Calgas’a nasip olan bahttır, kurban olayım!
– Yo, bırakın bunları amca!
– Buldıy, ömrümce kimseden ricada bulunmadım, yapma lütfen. Yapma, kulun kölen olayım. Calgas’a acı, bana acı.
– Size acıyorum elbet; biraz sonra şunlardan yular bahşişi olarak beş bin dolar alıp vereceğim ya!
– Gereği yok. Lazım değil onun. Satma aygırı. Kutlu malı satmak doğru değildir. Kutu çarpar.
– Bıraksanıza, amca! Ne kutu, nasıl bir kut! Lüzumsuz ne varsa onu hayal ediyorsunuz.
– Sen böyle değildin, gözümün nuru, nasıl böyle oldun!
– Onu zamana sorun.
Bu arada toplaşmış olan Kırgızlar da beri doğru yürüdüler.
– Bayke dediler hep birlikte konuşarak. Nemnogo ne hvatayt bop catpay ma.[26 - “Çok az bir şey yetişmiyor, eksik.”]
– Ne kadar?
– Dve şutuki.[27 - “İki tane.”]
– Tamam, onu da size ikram edelim.
Avlunun kapısı açıldı. Biraz önce gelen, tren vagonuna benzeyen ağır araba avluya girdi. Buldıy, aygırı çekip dışarı çıkardı. Olacakları sezdi mi yoksa Kırgızları yabancıladı mı bilinmez, çok korktuğu açık; soluğu hırıldıyor, bütün vücudu tir tir titriyor.
– Yıkıp dört ayağını bağlamazsak bu arabaya binmez dedi Buldıy. Tutun yularını, ben urgan getireyim.
Daha fazla kalmaya yüreği dayanmadı. Gözüne dolan sıcacık yaşı silmeden açık kapıya doğru yöneldi. Tam çıkarken… Aygırkişi’nin dertli, acı kişnemesinden yere düşeyazdı. Dönüp bakınca ne görsün! Aygırkişi ona doğru atılarak dört dönüp tepiniyor…
Gecenin bir vaktinde içi geçen Eskul aksakalın düşüne Calgas girdi. Üstünde apak kefeni. Süzüle süzüle uçup geliyor. Uçarak onun üstüne gelince “Amca, Aygırkişi gelmedi mi?” diyor. “O gelecek. Ben yeni avıl inşa edeceğim yeri aramaya gidiyorum. Aygırkişi’yi alıp oraya gelin.” Uyanıverdi. Tan yeri de ağarmış. Kestane dorusu kısrak, Aygırkişi’nin kaldığı kabristan tarafına doğru bıraktığı gibi kulak kesilmiş, endişeyle kulaklarını çaprazlamış vaziyette.
– Hey gidi kestane dorusu, düşüme Calgas oğlum girdi dedi fısıldayarak. Cancağızım benim. Küskün gitmişti bana. Herkese küsmüştü. Yüzükoyun yatmıştı. Çığlık atarak ana babasını da yaklaştırmadı yanına. Yalnızca giderken geldi bana. Her şeyini toplayıp düğmüştü. “Hoşça kal, amca!” dedi. “Burada benim için ilgi çekici bir şey kalmadı. Babam bani aldatarak şehre gönderip sakar yağızımı satarken siz onu durduramadınız. Siz biri adam öldürürken bile araya girip kurtarmak için bel bağlayarak, kolunuzu çemreyerek girişmiyorsunuz. Tek kuru söz. Hareket yok. Üzücü, amca, üzücü… Ben gidiyorum, amca. Aygırkişi’yi arayacağım.”
Hiçbir şey diyemedi bu sözler üstüne. Hiçbir şey…
Böylece Calgas şehre gitmiş. Aldiy’in enstitüde okumakta olan oğluna. Arabası vardı onun. Arabayı ödünç alıp Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlara doğru yıldız gibi akmış. Yıldız gibi akıp giderken otobüse çarpmış…
Eskul aksakal, kestane dorusu kısrağa eyer vurdu. Üzengiye atar atmaz, sanki bunu bekliyormuş gibi, kısrağı başını dikerek ileri atıldı. Atın başını güç bela zapt etti. Umumen yeni doğmakta olan güneşin yeryüzüne yayılmaya başlayan kızıl şafağında avıla değin birkaç kez döne döne oynayan kulun, bugün anasının böğründen ayrılmadı.
İşte, mezar da göründü. Aygırkişi görünmüyor. Gitti mi acaba?.. Biraz yaklaşınca Eskul aksakalın yüreği yerinden fırlayacakmış gibi attı. Mezarın demir korkuluğu paramparça… Aygırkişi’nin başı ıslak toprak yığınının üstünde, gövdesi bükülmüş hareketsiz yatıyor. Korkuluğun dört köşesindeki kalınca demir kazıklardan biri yüreğin yanından yarı beline kadar girmiş. Aygır ölü yatıyor.
Eskul aksakal, eyerin üstünden ağıp indi, bayılır gibi oturakaldı. Kara yer fırıl fırıl dönerek onu alıp bir yere kaçıyor gibi.
İlk kez böyle ağır bir azap yaşamıştı; kendini hiç acımadan için için yiyip bitirdi; ya Rabbi, Aygırkişi’yi Kırgızlar alıp giderken neden yürüyecekleri yola upuzun yatıvermedi; “Oğlunun umuduna, inancına, kanadına neden balta vuruyorsun?” deyip Buldıy’ın yakasına yapışıp neden boğazına sarılmadı? Çok eskiden bunların bir batur dedesine avıldaşları sert bir tartışmada “Sen sürekli elim yurdum canın kurban olsun, hayatım feda olsun diyorsun; hadi bakalım, et kendini kurban…” deyince hiç düşünmeden keskin meçiyle kendisini boğazlayıvermiş. Bugün kim böyle yapabilir? Bunu hiç kimse yapmazsa, böyle yapmak aklının ucundan bile geçmezse, neticede herkes sadece kendisini düşünmeye başlarsa, birlikte yaşadığı öz eline yurduna düşmanlık edip kanına ekmek doğrarsa hayatın değeri, ne de itibarı kalır. Başkasını bir tarafa koyalım, kendisi hangi zalime karşı durmuş, hangi felaket için kan kusmuş, dertten iki büklüm olmuştu?.. Hayır… İçin için ağlamasına rağmen uzaktan dolanıp ıraktan öfkelenmekten başka ne yaptı?.. Gücenecekse kendisine gücenmesi gerek demek ki. Kendisine gönül koyması gerek… Birden kulağına hüzünlü bir ses geldi “Ömrünüz böyle geçecek olursa yalnızca Calgas ve Aygırkişi’yi değil bütünüyle kendinizi de, yitireceksiniz!” diyor ses. “İyi ümit ve emelin iyesi ile kutunu koruyamayan yurdun göreceği kıyamettir!” Aksakal irkildi. Zorla aklını toplayarak gözünü açmıştı ki… Aman Allah’ım!.. Aygırkişi’nin cansız bedeninden arka arkaya buram buram bulutlar çıkıp yüksele yüksele bütün gökyüzünü kapladı; kara gök yarılmışçasına şiddetli bir gök gürültüsünden sonra çakan tek şimşeğin ışığı bütün yeryüzünü aydınlattı, arkasından başlayan sağanaktan Eskul aksakalı çevreleyen âlem gözünü açamadan kalakaldı… Onun ardından… Ertesi günü halkın aklı çıktı. Mayıs ayında avılı apak kar bastı. Yüzü buz tutmuş. “Felaket bu!” dedi el. “Böyle bir şey gören var mı içinizde? Soğuk çaldı bu yıl her şeyimizi. Ne afettir bu?..”
Ağızları açık kalan insanların hiçbiri hiçbir şeyi idrak edemedi.

KÖKMOYNAK’TAN ÇIKAN HOCA NASRETTİN
(Hikâye)
Dün ikindiye yakın -semiz şişeğin etini kellesi ve paçasıyla birlikte toptan alarak- Asıravbay, Almatı’ya dünürünün evine varmıştı. Oğlu geçen güzden beri kaynatasının yanında duruyor. Gelini, dünürünün tek çocuğudur. İki genç düğün yapıp evlendikten sonra dünürleri “Yapayalnız kalakalacağız öyle… Çocukların evlenmesinden sonra senin, benim diyecek ne kaldı?.. Dünür, eğer esirgemezseniz iki genç şimdilik bizim yanımızda dursa…” diyerek gerçekten de ağlamsı hâlde umutlanarak konuşunca Asıravbay bir anda ne söyleyeceğini bilememiş ve oğluna bakmış, eskiden beri sadedil bir genç olan oğlu da başını eğdi. “Ağzını kırayım…” dedi içinden o vakit. “Şu hâlinle babanın seslenişine artık cevap vermezsin.”
Dünürünü gün boyu kesin bir cevap için merakla bekleten Asıravbay, nihayet akşamleyin rızasını vermişti. Ayrıca oğlu dört beş yıldan beri bir bilim araştırma kurumunda çalışıyordu. Tam söylemek gerekirse merinos koyununun yününü daha da inceltmek için mi, kısaltmak için mi, işte öyle bir şey için araştırma yapıyor.
– Hanımı da alıp gelseydiniz ya dedi, pahalı bir önlük giymiş olan güzel gözlü kadın dünür, sofra sererken.
Kırkını geçtiğine kimse inanmaz, ipince beli, yusyuvarlak kalçası insanın gözünü okşuyor. Elin karısı böyle… Seninki gibi bacağı kısacık, kıçı fırlak değil.
– Hanım dediğiniz… -Asıravbay’ın her zamanki gibi dili kaşındı.– Şöyle sizin gibi süzülerek yürüse ne âlâ dedi. Süzülüp yürüyemediğine göre kendi bedenim bile kendime yük olurken onu nasıl sürükleyeyim yanımda?
– Aman, siz de deyip güldü kadın.
– Dile getirsek de getirmesek de gerçek bu, dünür.
O sırada kan ter içinde banyodan ev sahibi çıktı.
– Geleceğinizi bilmiyorduk dedi. Bilseydik karşılardık. Telefon etseydiniz…
– İlahi dünür, bizim Kökmoynak’ta ne telefonu! Doksanlı yılların hemen başında iç dış hırlı hırsızlar, demir teli şöyle dursun direklerini de düşman gibi kesip götürdüler.
– Evet, avıl gördü göreceğini deyip cıgarasını tüttürdü dünürü. Öylece oturup biraz siyaset yaptılar. Öylece oturup avılın perişanlaşmasında suçu bulunan bazı adamların adı anıldı. Allah’ın cezası heriflerin hepsi de avılda doğup, sığıra it koşup avılda büyüyenler imiş. Sonra başlarına devlet kuşu mu kondu ne olduysa aygır binmediyse de at binen, belli mevkilere gelen dünkü kara ayaklı çocuklar, su isteyene süt veren avılın girdisi çıktısıyla ilgilenmez oldu.
İki dünür avıl sohbetinin ocağına sırasıyla odun atarak gecenin bir vaktine değin oturdu. Asıravbay’ın bu gelişi Kökmoynak avılının durumu yüzünden. Keçe çadırın tepesindeki kırlangıç yuvası gibi Kökmoynak avılı da ırak yüksek dağlardan birinin yamacında yer alan küçük bir mekân. Buranın ne zamandan beri meskûn olduğunu kesin olarak hiç kimse söyleyemiyor. Bağımsızlıktan bu yana “tarih hastalığına yakalanıp” kendince yaptığı araştırmalar ilçe gazetesinde ara sıra dört parmak hacminde de olsa neşredilip duran bir resim öğretmeni vardı. Öğretmen her şeyi tespit etmek niyetiyle altmış evin kiminin dişi gedik, kiminin kulağı sağır kocamışlarını meşgul etmeye başlayalı on yıl kadar oldu. Hepsinin söylediği şu: Atalar bilmiyorsa… Atalar nerede? Atalar bir yana, bu ihtiyarların babaları, dedeleri de çoktan öbür dünyaya göçmüş. Ya Rabbi, öyleyse Kökmoynak’ın ne zamandan beri meskûn olduğunu şimdi kim araştırıp tespit edecek? Resim öğretmeni de hiçbir şey söyleyemediği için ilçe gazetesinin verdiği “tarih araştırmacısı” unvanını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ancak Kökmoynak sakinleri son zamanlarda Kökmoynak’a ilk yerleşim tarihinin tespit edilmemesinden memnun gibiler. Düşünceleri şudur: Yılını, ayını hiç kimse bilmiyormuş; demek ki Kökmoynak kadimden beri var ve eskiden beri meskûn. Meskûn dedikleri de doğrudan kendi atalarının mekânı. Burada kaç nesil yaşadı, buradan kaç nesil geçti. Şu kargaşada, bu kargaşada kaçı Çin’e kaçtı, kaçı Türkmenistan’a ağdı. Her şeye rağmen Kökmoynak eli bitip tükenmiş, kuruyup soğulmuş değil. Ya Rabbi, burada bizim vazgeçemeyeceğimiz ne kaldı ki artık? Daha dün evlerimizin yanında sabah dağa bakıp bağıran, akşam eve bakıp böğüren hayvanlar nerede; yediden yetmişe kadınına kızına kadar merak ve zevkle bazen sinema bazen öğretmen konseri seyredilen kulüp çöktü; kütüphane ve sağlık merkezi kapatıldı; yıllarca ahaliyi sabahleyin tıka basa doldurup içini dışına çıkararak ilçe merkezine götürüp, akşamleyin aynı şekilde geri getiren çekirge yeşili otobüsün nereye kaybolduğunu soran hiç kimse yok; eski gibi dağdan aşağı hızla inen derin vadinin birbiriyle bağıra bağıra sohbet edenlerin sesinin bütün avılca duyulduğu iki yakası bütünüyle sessiz. Kökmoynak ahalisi gök yarılıp yere düşse de kımıldamaz yerinden herhâlde. Bir zamanlar Hruşşev’in küçük çiftlikleri birleştirip küçük yerleşimleri bir merkeze topladığında da Kökmoynak ahalisi yerinden kımıldamamış. O yüzden mezra yöneticisi zavallı Soltubay, parti üyeliğinden çıkarılmış. Ancak işin peşini bırakmamış, Moskova’ya kadar gidip üyelik kartını geri almış. Sonra taban patlatıp geri aldığı parti üyeliğini kutlamak maksadıyla avılda hayvan kesip dağıttığı, kökpar[28 - Kökpar, boğazlanmış keçi veya enek tekeyi rakiplerinden kurtularak getirip belli bir dairenin içine atma esasına dayanan, atlı iki takım hâlinde oynanan Kazak millî oyunudur.] düzenliği için parti üyelik kartı tekrar alınmış… Asıravbay, Soltubay’ı çocukluğunda gördü. Her sözüne “eğer ki” diye başlardı; her şey için delil arayarak tartışmaya hazır, ateşli bir kişi idi, mübarek. Parti kartını ikinci kez geri aldıktan sonra “Bu lanetlerde iman yokmuş!” deyip her şeyi bırakarak Kökmoynak’ta babasının ta otuzlu yıllarda inşa ettirdiği, sonradan kendisini öncülük edip genişlettiği, her yıl baştan aşağı elden geçirilen mektebin bekçiliğini yapmaya başladı. Gerekçesi şuydu: “Hükûmete gereğim yok? Babamın yadigârıdır, öyle ise artık bu mektebi gözeteyim. Canları sağ olursa çocuklar yenisini yaparlar, o vakit biz bu mektebi Kökmoynak Müzesi’ne çeviririz.” Şu derin vadinin iki yakasında birbiriyle bağırarak selamlaşan, bağırarak sohbetleşen, bağırarak birbirini konuk çağıran altmış evden kurulu Kökmoynak’tan kimler çıkmadı… Soltubay parmağı ile bugün saymaya başlasa batur da, şair de burada. Okumuşu da, siyasetçisi de az değil. Emek kahramanları desen SSCB Yüksek Sovyeti’ne milletvekili seçilen bile var…
Mukadderatın önüne geçmek mümkün mü, zavallı Soltubay emeline ulaşamadan hayata veda etti. Ondan sonra köprünün altından çok sular aktı. Soltubay dünyadan göçeli bayağı oluyor ancak babasının yaptırdığı, kendisinin de bir zaman bekçilik yaptığı mektep hâlâ ayakta. Ayakta ama enikonu eskidi. Kışın yakacak kıtlığı yüzünden doğru dürüst ısınmadığı odaların köşeleri göverip, sıvaları düşmeye başladı. Öğretmenler ve öğrenciler yaz boyu çamur taşıyıp gedikleri kapatmakla uğraşıyorlar. Lakin başkalarının umurunda değil. Yeniden yapılanma, ıslahat, serbest piyasa derken artık millet kaç yıldan beri kendi kendine kumda oynuyor. Daha büyük yobazlıklar da gördü millet. Birkaç yıl önce vilayetin başına gelen biri, eğitim ve kültür kurumlarını katarak büyük rezillik etti. Sonra anlaşıldığına göre bütçe açığından dolayı öyle yapmış. Tasarruf yöntemi imiş… Tasarruf yapacak başka şey yokmuş gibi eğitim ve kültürden tasarruf etmiş, ya Rabbi!..
Asıravbay’ın kahrını sessizce dinlemekte olan dünürü yakasını ısırdı.
– Millete eğitim ve kültürün lüzumu yok mu demek istiyor?
– Öyle demek istiyor.
Asıravbay’ın deminden beri alev alev yanan yüzü artık iyice alardı. Bu durumda iken sözle birlikte ağzından tükürük de sıçrardı, o mu aklına geldi bilinmez, cebinden mendilini çıkarıp ağzını sildi.
Eh, yukarısı öyle uygun görmüşse ne yapabiliriz, hayırlısı olsun deyip baş sallayacak adam mı Asıravbay; doğru kazaya gitti. Öğrenmek istediği bu kararın kalıcı mı, geçici mi olduğuydu. Önce ilçe eğitim müdürlüğüne uğradı; bir de baktı ki küçük ama iki katlı binanın böğründe bambaşka bir tabela duruyor. Ardından kaymakamlığa gitti. Allah’tan kaymakamın eğitimden sorumlu yardımcısı yerindeymiş. Söylediği şu: “Valinin kararı… Şimdi gerçekten biraz şey…” Asıravbay “Biraz şey de ne demek?..” dedi diklenerek. “Siz de biliyorsunuz.” “Neyi biliyorum?” “Şey yani… Bakarız…” “Ne vakit?” “Yahu ağa, beni sorguya mı çekiyorsunuz? Benim elimden ne gelir?” “Neden elinden bir şey gelmiyor? Neden her şey tek bir adamın elinde? O adam deli sözü söylese de itaat etmek mi gerek? Öyle ise siz niye oturuyorsunuz bu ‘kutluhanede’ kurularak? Ne işe yarıyorsunuz?”
Asıravbay ağzını mendille üst üste silerek kaç yere gitti. Yardımcı, sadedil bir Kazak yiğidi imiş, ağzını açıp tek söz etmedi. Ondan işe yarar bir kelam işitmenin mümkün olmadığını anlayan Asıravbay, cepkenimi çıkarıp alacak değil ya deyip doğru kaymakama gitti. Kalemdeki kız “Kaymakam şahsi mesele görüşmek isteyenleri sadece Çarşamba günü kabul ediyor; dizelgeye yazılın isterseniz.” deyip sızlandı bir sürü. “Evladım, benimki şahsi mesele değil halkın melesi; ta kör itin öldüğü yer olan Kökmoynak’tan geldim.” diye diye sonunda kaymakama girdi. “Karar öyle…” dedi kaymakam. “Kararı uygulamama yetkimiz yok.” “Nasıl yani, eğitim ve kültürün artık lüzumu yok mu? Eğitim ve kültür kurumlarını kapatan millet, nasıl bir millettir?” “Kapatıldıysa eğitim ve kültür müdürlükleri kapatıldı; mektepleriniz duruyor, eğitime devam edin; kulüpler duruyor, konserlere devam edin.” “Yahu bizim bastığımız yerde ne zaman ot bitecek?” dedi Asıravbay öfkelenerek. “Ne otu?” Deminden beri ciddi ve vakur bir şekilde oturan kaymakamın elindeki kalem, sert sert basan kadınların sivri ökçesi gibi masanın üstüne tak etti. Bu durumda her zaman olduğu gibi Asıravbay’ın yine ağzı tükürükle doldu, dili ağzına sığmamaya başladı. “Bugün eğitim ve medeniyet müdürlüklerini kapatan vali yarın yerinde olmayacaktır. Yerine başkası gelecek. Onun da ne düşündüğünü Allah bilir. Bildiğimiz tek şey şu: O meret ne söylerse hemen yapıveriyorsunuz. Bu nedir böyle? Valiler hiçbir şey söylemese kendi kendimize hiçbir şey yapamayacak bir halka mı döndük biz?” “Bunları varıp valiye söyleyin, soracağınızı da ona sorun.” “Siz söylediniz mi, siz sordunuz mu?..”
Asıravbay, Kökmoynak’a hayal kırıklığı içinde, bitkin ve kırgın döndü.
– Bunları da gördük ya, dünür dedi Asıravbay, ev sahibinin önüne koyduğu tabaktaki buda elini uzatırken. Neticede ben mektep müdürlüğünden alınıp sıradan öğretmenliğe tenzil edildim. Yeni vali iki yıl sonra vazifeden alındı, eğitim müdürlüğü yeniden açıldı. Kültür müdürlüğü de…
– Doğrusu da o zaten.
– Elbette. Şimdi şu mektebimizi iyileştirmeye, iyileştirmek derken esaslı bir tadilattan geçirmeye gücümüz yetmiyor. Para meselesi yani… Geçen güz açılışının yetmişinci yıldönümünü kutladık…
Mektebin açılışının yetmişinci yıldönümünü kutlama meselesini de gündeme getiren Asıravbay idi. Tam iki ay hazırlık yaptı. Sadece bu mektebi bitirip Almatı ve Astana’da çeşitli işlerin başında bulunanların dizelgesini hazırlamak bir hafta aldı. İlçe ve il yetkililerinin ekleyip çıkardıkları da çok oldu. Konuşmayı kimin yapacağı meselesi de oya sunuldu, ciddi tartışmalara sebep oldu. Emekliye ayrılmış olmalarına rağmen hâlâ mektebe girip çıkarak biri millî güvenlik, biri ise müzik dersleri veren Türkbay ile Kıylıbay aksakallar eşit oy alınca çekişme enikonu kızıştı. Mektep idaresi kimin galip geldiğine karar vereceğini şaşırdı. Nihayet biri şöyle bir çözüm önerdi: “Dostlar! Bu mektebi yaptıran merhum Soltubay’ın babasıdır. Hepimiz Karabala’nın çocuklarıyız. Ancak bu Kıylıeken,[29 - Qıylıekeñ/Kıyleken, Qıylı Äkeñ yani Kıylıbay Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.] Soltubay ile amca çocuklarıdır. Demek ki diğerlerine göre daha yakındırlar. Dolayısıyla konuşma yapma hakkı manevi olarak Kıylıbay Ağa’nındır diye düşünüyorum…” Bunu bekliyormuş gibi resim öğretmeni “Bu apaçık kabilecilik!” deyip yerinden kalkarken uçayazdı. “Yahu bu kabilecilik de nedir?” dedi biri. “Kabilecilik…” dedi resim öğretmeni, adama bunu da bilmiyor musun dercesine şaşkın bir yüzle bakarak. “Kabilecilik, kabileciliktir!”
Hararetli tartışmalar sonucunda konuşma yapma şerefine Türkbay aksakal sahip oldu; konuşmayı yazma vazifesi ise -dört parmak uzunluğunda olsa da- tarihî makaleleri ilçe gazetesinde ara sıra neşredilen malum resim öğretmenine verildi. Ne çare ki ikisinin üç gün üç gece uymadan uğraşarak yazdığı konuşma metni değerlendirmede beğenilmedi. Resim öğretmeni umumen Kazak Hanlığı’nı anlatarak asıl konudan sapmıştı. Şimdi ne yapacağız darboğazı başlayınca yine bu avılın çocuğu imdada yetişti. Vaktiyle ilçe gazetesinde çalışmış, şimdi dede yaşına gelmesine rağmen sakalını kesmeye devam ederek içkiyi bütün bedenini ve ruhunu ortaya koyarak içen gazeteci akrabaları akıllarına geldi; ondan rica edelim, kendisi de bu mektepte okudu ne de olsa dediler. Gelgelelim o bela, ayyaş olduğu için çağrılılar dizelgesine girmemiş meğer. Onu da eklediler mecburen. İlçe merkezinde oturan gazeteciye resim öğretmeni gönderildi; öğretmen, giyimiyle bir fıçı votkaya düşmüş gibi dünyası şaşmış, ayağını bastığı yere görmeyecek şekilde on gün sonra ancak döndü. Allah’tan konuşma metnini bitirmişti.
Asıravbay esas olarak konukları karşılayıp ağırlama meselesiyle ilgilendi; gerekli hazırlıkları yaptı, eksikleri temin etti. Yarım gün yol yürüyerek askerlerden içine iki yüz üç yüz kişinin rahatlıkla sığabileceği bir çadır alıp getirdi. Kesilecek hayvanları hazırlattı. Yalnızca içki meselesinde ağzını hiç açmadı. Çünkü danışmak için gittiğinde Almatı’da büyük bir mevkide bulunan dostu Caylıbay “Eğer gözüme bir şişe ilişirse o saat kaybolurum oradan, bunu unutma.” demişti. Caylıbay’ın sözü onun için kanundur. Caylıbay’ın dediğini yapmamak ise itliktir. Mektebin yıldönümü kutlamasına Caylıbay katılıp başköşede oturmazsa ne yarar!
– Caylıbay dediğin şu yurt dışına çıktığı için çocukların düğününe katılamayan dostunuz mu diye sordu dünürü araya girerek.
– Ta kendisi.
– Ağzınızdan düşürmüyorsunuz da.
– Nasıl düşüreyim? Niye düşüreyim deyip yok yere övündü Asıravbay. O benim Caylıbay’ım.
– Peki. Neticede mektebin yıldönümü kutlaması yapıldı mı?
– Yapıldı. Caylıbay’ın kişiliğini o vakit gördük. Gördük derken vaka şöyle olmuştu…
Konuşmanın son iki üç bölümcesini Asıravbay, mektebim bugünkü müşkül vaziyetine hasrettirmişti. Bakım yapılmadan böyle durursa iki üç yıl içinde yıkılma tehlikesi olduğunu bilhassa yazdırmıştı. Kutlamaya gelenler üzerinde bu sözler bayağı etkili oldu. Bilhassa Caylıbay çok yazıklandı. Onun söylediğine göre Kökmoynak’ta doğup da bugün adam sırasına girmiş, insan olmuş, devlet ve toplum nezdinde hatırı sayılır bir şahsiyet derecesine yükselmişse bu mektep sayesindedir. Kökmoynak’taki mektebi bitirenler arasında yazar da, bilgin de, siyasetçi de, besteci de varmış. Özellikle iş adamının çok olduğu anlaşıldı. Koca koca on beş kişi… Bunların her biri bugünlerini her şeyden evvel Kökmoynak Mektebine borçludur. Kökmoynak Mektebini koruyup kollamak -bilen kişi için- babamızın ak duasının, anamızın ak sütünün hakkını vermek demektir…
– Usul bilen, erkân tanıyan kişinin sözü böyle olur dedi ev sahibi.
– Yoksa Caylıbay olur mu dedi Asıravbay ve iyice coştu. Uzun sözün kısası dostum çok güzel konuştu. Taşı öyle gediğine koydu ki mektebi onarmak, eksiklerini gidermek ve zaruri ihtiyaçlarını karşılamak üzere para toplamak için özel banka hesabı açmayı teklif etti. Hesabı açtığınız gün bana bildirin, ilk parayı ailem adına ben yatıracağım; dışarıdan gelenler, içeriden olanlar, hepinizi bunu yapmaya davet ediyorum dedi.
– Büyük yiğitlik göstermiş gerçekten.
– Seselim oluşturdu dersek daha doğru olur. Caylıbay’ın söylemesi üzerine hemen orada hesaba para yatıracakların dizelgesi yapıldı, başımız göğe ermiş gibi oldu. Orada toplanan parayı içimden tahmin yürüterek hesaplıyordum.
Asıravbay’ın hesabına göre bayağı bir iş görülecekti hatta mektebi onardıktan sonra da para artacak gibiydi. Öyle güzel bir fırsat doğarsa bıldır biçerdöverin altında kalıp vefat eden Seyit’in öz ailesinden kaçıp şehirde ticaret yapmakta olan esnaf karısının peşine çoluk çocuğunu terk ederek takılan İlyas’ın evindeki yavrucaklara kışlık giyecek yardımı yapmasak hiç olmaz. Yoksa anladığı kadarıyla çocukların bu yıl mektebe gelecekleri şüphelidir. Ayrıca Asıravbay’ın kendini bildiği günden beri beslediği emel var: Kökmoynak’ın dışında tek başına duran taşlık tepeye Ağıbay batur önderliğinde Sovyet Hükûmeti’ne karşı çıkan ataları için bir anıt dikmek… O tepenin altında Kökmoynak’tan ve aşağı etekteki avıllardan Ağıbay batura katılan yüz kişinin naaşı yatmaktadır. Sovyet’in kızıl askerleri onları tam burada katletmişler, avıl sakinlerine tepeye derin bir çukur kazdırmışlar, cesetleri gömdükten sonra da üstüne iri taşlar yığmışlar. Kökmoynaklılar buraya eskiden Taştepe derlermiş, şimdi Kızılkıran diyorlar.
– Şimdi bu, geçen gün olan hikâye mi dedi ev sahibi.
– Aynen öyle.
– Netice ne oldu, peki?
– Hesabı hemen açtık. O saat her yere haber de gitti fakat şu güne değin hiç kimseden hiçbir hareket görmedik; işte görüyorsun, yakıp kavuran yaz sıcakları da geldi; sonra Caylıbay’a bir gideyim dedim ve geldim.
Ev sahibi ses etmedi. İkisi de ellerini yıkayıp çaya oturdular. Karanlık çoktan çökmüş. Demli sütlü çayı yudumlarken Asıravbay artık oğlu ile gelininin durumunu sormaya başladı.
– Görünmüyorlar…
– Bizde de havadis çok deyip gülüyor kadın dünür. Biz de yakın arada size haber göndermek istiyorduk.
– Hayırdır inşallah?
Ev sahibi söze karıştı. Meğerse dünürleri bunun oğlu ile gelinine yakında Maygül’den iki odalı bir daire satın almış. Oğlu Manarbek işten ayrılmış.
– Ayrılmış ne demek? Asıravbay başını kaldırıverdi: Beş altı yıldan beri yaptığı araştırma boşa mı gitti şimdi?
Dünürün düşüncesi: Bugün Kazaklarda koyun denecek koyun kaldı mı? Kalmadığına göre neyin yününü uzatacak, neyin yününü inceltecek…
– Bu dünya böyle kalmaz herhâlde… Asıravbay’ın ağzı tükürükle dolmak üzereydi; Allah’tan tam o sırada içeri oğlu ile gelini girdi de bela çıkmadı. Oğlunu görmeyeli üç dört ay oldu; gözleri yuvasından çıkmış, butları incelmiş. “Altı ay kışta yılkıda mı kaldın, ağzını kırayım…” diyeyazdı.
Sabah çayına iyice kandıktan sonra Asıravbay “Ya Allah!” deyip sokağa çıktı. Biraz sonra dostu Caylıbay’ın çalıştığı çok katlı görklü binanın merdivenlerinden yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladı. Yukarı demek yanlış olur, kelimenin tam anlamıyla göğe doğru yükseldi. Böyle güzel duygularla bekleme odasının kapısını açmıştı ki müdürünün kapısını gözetleyerek oturan ince zarif belli sekreter kız “Cin mi kovalıyor ardından?” dercesine hoşnutsuzca baktı. “Bu sekreter kızların hepsi neden birbirinin kopyası gibi!” diyerek cinlendi Asıravbay.
– Caylıbay yerinde mi dedi soğuk bir sesle.
– Meşgul.
– Meşguliyeti biter mi bu yıl deyip öfkesini de dile getirdi.
Kız, omzunu silkti.
– Bir bakıversene, Kökmoynak’tan Asıravbay geldi de.
– Moskova’dan gelmiş olsanız de şimdi kabul etmesi mümkün değil sizi.
– Beni kabul eder, kurban olayım.
– Poymite, tam lyudi, şetelden.[30 - “Anlayın lütfen, yanında birileri var, yurt dışından.”]
– Ben ise o itin aynı avılda birlikte büyüdüğü dostuyum.
Sekreter kız kaşlarını yıktı.
– Hangi itin?
– Caylıbay itinin.
– Kak vı smeete, tak Jaylıbay Sembayeviçti[31 - “Nasıl cesaret ediyorsunuz, böyle Caylıbay Sembayeç’i…”]… Sekreter kız “Bu nasıl bir bela!” der gibi döşündeki şişkin çifte şamanayı[32 - Şamana veya şepeten, Kazakçada “äñgelek” denen kokulu küçük bir kavun türüdür.] eliyle bastırdı: On je… On je…[33 - “O var ya… O var ya…”]
Kızın soluğu kesilip hıçkırıp durmasıyla hiç mi hiç ilgilenmiyor.
– Yurt dışı, murt dışı anlamam ben; doğru içeri gireceğim şimdi deyip yerinden kalktı.
Kız hemen telefona sarıldı.
– Evet… Asıravbay, Caylıbay’ın sesini uzaktan da olsa açık işitti.
– Caylıbay Sembayeviç, affedersiniz… Burada biri var, doğruca… Söz dinlemiyor hiçbir şekilde.
– Kim?
– Govorit Kökmoynak,[34 - “Kökmoynak diyor.”] Asıravbay…
Öbür taraftaki ses bir müddet kesildi. Neden sonra;
– Ahizeyi ver bakayım dedi.
Ahize eline değer değmez Asıravbay bağırmaya başladı.
– Hey Caylıbay, selamünaleyküm!
– Nasılsın?
– İyiyim de içeri giremiyorum.
– İçeride yabancılar oturuyor. Sen şöyle yap; öğleye doğru gel. Öyle yap!
Asıravbay böyle bir durumda hayır öyle yapmam diyemedi. Gelir gelmez içeri girmediğine pişman olmuş değil, bilakis sokağa neşeli bir ruh hâliyle çıktı. Saatine baktı, henüz on buçuktu. Kaldırım boyunca biraz yürüdü. Oğlu ile gelininin gök pazardaki[35 - Gök pazar, sebze, meyve ve gıda maddeleri satılan yarı açık pazar.] dükkânına gidip bir göreyim dedi, sonra vazgeçti. Temiz işe ticareti karıştırmak istemedi. Büfeden bir iki gazete alıp dostunun çalıştığı binanın yanındaki küçük bahçede bulunan bir oturağa yerleşti; elindekileri bir öteye bir beriye çevirdi ama doğru dürüst okumadı; aklı tamamen Caylıbay’da. Kökmoynak’ta doğdu, Kökmoynak’tan çıktı ne de olsa. Hepsinden önemlisi budur. Ya Kökmoynak’tan çıkan Caylıbay’ın Almatı’nın ortasındaki bu göz kamaştırıcı binanın başköşesinde oturması… Şükür, şükür… E, sonra Allah’ın kudretiyle Asıravbay’ın en samimi dostu bu Caylıbay oldu. Son yıllarda çok sık görüşmedikleri doğru. Dostu bugünkü gibi yükselmiş olmadığı geçen yıllarda ailesiyle birlikte avıla sık sık uğrardı. İlkin dul yengesinin evinde geceler, ertesi gün Asıravbay’a gelirdi. Hem de bir oğlunu omzuna bindirip bir oğlunun elinden tutarak bizzat Asıravbay getirirdi onları eve. Bu arada Caylıbay için geceleyin hususi kesilen semiz şişeğin etinden yapılmış sıcak kavurma Gülcemal’in sofrasında dumanı çıkararak hazır beklerdi. Kaymak, sütte ezilmiş katık, kuru üzüm gibi kurumuş sarı kurut, peynir, şekerli darı talkanı[36 - Talqan/talkan, kavrulmuş mısır, buğday ve darı unu ve bundan yapılan yemektir.] ve daha bir sürü şey… Bunlar sıcak kavurmaya girişir girişmez Kökmoynak’ın tozunu toprağını vaktiyle birlikte altüst ettikleri, biri on yıl mektebe devam etmesine rağmen kendi adını bile başkasından kopya çeken, biri tahsile devam edecek imkânı olmadığı için çaresiz avılda kalan ve köylünün kazanında kaynayıp giden sınıftaşları toplanırdı. Gülcemal’in sandığındaki iki üç şişenin başı görünüverirdi. Ondan sonra uğuldamaya başlardı bunlar. Kavurmadan sonra kebap pişerdi, ardından ise kelle. Bu arada çocuklar da dükkâna birkaç kere çaparak gidip gelirlerdi. Vakit geçtikçe konuşulmayan konu kalmazdı. Daha çok Caylıbay konuşurdu. Hepsi birlikte onun ağzına bakardı. Dünyada neler olup bitiyor, yarın ne olacak, hepsini bilirdi Caylıbay. Her meseleye ayrıntısıyla girip enikonu yorulduktan sonra da insan hayatının anlamı, iyilik, insanlık konularına girerdi. Sınıftaşları aralarından böyle gönlü yüce, bilgili ve ateşli bir hatibin çıkmış olmasına hem seviniyor hem ağzı açık hayret ediyorlardı. Hayret ediyorlardı çünkü daha dün aralarında kimseden geride kalmayan ancak kimseden ileri de gitmeyen herkes gibi bir insan olan Caylıbay’ın birkaç yıl içinde filozofa, siyaset bilimciye ve ansiklopediye nasıl dönüştüğüne akıl erdiremiyorlardı. Yoksa Caylıbay ileri zekâsını, geniş anlayışını, derin düşüncesini onlara göstermeden içinde mi saklamıştı?..
Hakkını yememek lazım, saat tam birde Caylıbay, Asıravbay’ı girişte karşıladı. Dostunu samimice kucaklayarak öptü, Asıravbay da dostluk işareti olarak sırtına vurarak karşılık verdi.
Çalışma odasının arkasında özel bir dinlenme odası daha varmış. Küçük bir divan, büyük bir buzdolabı, bir de masa var. Yer ise halı döşeli.
Sekreter kız sofra hazırladı. Masanın üstü bir anda sucuk, sarı yağ, kara havyar, şeker ve şekerleme ile doldu. Sıcak çayı yudumlarken evvela Kökmoynak sakinlerini gözden geçirdiler. Parmaklarını bükerek sayınca kendi önündekilerin bayağı seyreldiğini anladılar. Hatta kendileriyle birlikte büyüyenlerden üç dördü de bâki âleme göç etmişler.
– Hayat böyle böyle tezek gibi süpürüyor herkesi işte dedi Asıravbay mahzunca.
– Elden ne gelir deyip iç geçirdi Caylıbay.
– Birbirimizi de seyrek görür olduk.
– Ne yaparsın… Ben şunlara bağlıyım. Caylıbay yan yana duran iki üç telefona baktı: Mecbur…
– Tabii, deyip Asıravbay dostuna nedense acıyarak baktı: Vazife denen belanın çevresinde dolaşanların hürriyetleri ellerinde olmuyor… Ne olursa olsun halk senden razı. Caylıbay’ımız var deyince Kökmoynak’ı sallıyoruz.
Caylıbay gülümsedi. Asıravbay’ın boğazına bir söz daha takıldı. Söylesem mi, söylemesemmi diye bir türlü karar veremediği sözler var. Erimbet aksakalın torununun düğününde ayyaş Botaş “Caylıbay, Caylıbay deyince aklınız başınızdan gidiyor; yassı kavun başlı o yaramazı kaç kere dükkâna içki almaya gönderip tekmelemiştim… Şimdi gelip… Gökten zembille indiriyorsunuz. Gökten zembille inmiş bir önder olsa da -başkaları şöyle dursun-merhum Seyit’in tek yorganın altında bitlenerek büyüyen çocuklarına neden elden geldiğince yardım etmiyor?”
Asıravbay bunu tam söyleyecekken kendini zor tuttu.
– Geçen güzde gelişinizin üzerinden de sekiz dokuz ay geçti diyerek sohbeti asıl meseleye getirdi.
– Biliyorum.
– Açtığımız hesaba, avıldan toplanan bir miktar parayı saymazsak, henüz bir kuruş da yatırılmadı dedi Asıravbay. Mektebin onarımına başlayamadığımız için perişanız. Yaz desen hızla yaklaşıyor. Hasılı ne yapayım, çaresizlikten sana geldim.
Caylıbay bir müddet sessiz oturdu.
– O işten bir netice çıkmaz herhâlde. Ticaretle uğraşan yiğitlerimizi yakalamak mümkün değil; bugün Almatı’da, yarın Astana’da veya yurt dışındalar dedi Caylıbay. Devir böyle.
– Öyleyse bütün halkın önünde ettiğiniz vaat unutulup gidecek mi deyip Asıravbay elindeki çay dolu fincanı masanın üstüne koyuverdi: Öyle mi yani?..
– Vaat derken…
– Vaat, Allah sözüdür, Caylıbay.
– Sen hiç değişmemişsin dedi Caylıbay, sorgularcasına bakarak. Aynı çocukluğundaki gibisin…
– Yahu Caylıbay, hesap açın, ilkin ben para yatıracağım diyen herkesten önce sen değil miydin?
– Söylüyorum ya, tıpkı çocukluğundaki gibisin. Ben halka önayak olmak için öyle yaptım. Onları teşvik edeyim dedim, yoksa ben para mı basıyorum. Sen de biliyorsun, iki oğlan yurt dışında okuyor. Kızım ile güveyiye merkezden daire aldık. Almatı’nın fiyatlarını duymuşsundur…
Asıravbay kendinden geçti. Kırgınlık, pişmanlık, üzgünlük karışık bir duygu içini yaktı, gözünün önü puslandı.
O pusarığın arasından Caylıbay’ın yassı kavun biçimli uzun başı zar zor görünüyor.
– Senin iki çocuğun yurt dışında okuyorsa Kökmoynak’ın bütün çocuklarının okuduğu mektep -sıvası düşmüş, temeli oyulmuş, çatısı delinmiş- yıkılmak üzeredir.
– Sakin ol dedi Caylıbay soğuk bir sesle. Bağırıp çağırmakla hiç kimsenin evi yıkılmaz.
– Yıkılıyor işte.
– Dinle. Önümüzdeki yıldan itibaren üç yıl “avıl yılı” ilan edildi. Hükûmet avıllara hadsiz yardımda bulunacak. Her gördüğüne el açmanın anlamı ne, para kendiliğinden gelirken?
– Peki ya kendimiz?.. Avılımız için kendimiz bir kişilik, bir erlik yapmayacak mıyız?
– Felsefeyi bırak şimdi.
Sohbetleri artık tatsızlaştı. Asıravbay’ın çıkmaza girdiği andı bu. Ya Rabbi, şimdi Kökmoynak’a varınca ne diyecekti? Bomboş elle nasıl çıkacak milletin karşısına? Halk bekliyor, ümit ediyor. Alet edevatınızla birlikte hazır kıta bekleyin deyip gitmişti. Tüh, yazık. Sart,[37 - Sart adı, ilkin Orta Asya’da yerleşik yaşayan, tarım ve ticaretle uğraşan İrani halklara verilen umumi ad iken sonraları Özbek, bilhassa Tacik anlamında kullanılmıştır. Kazak anlayışında Sartlar ticarete yatkınlıkları, işgüzarlıkları, çalışkanlıkları ve biraz da kurnazlıklarıyla öne çıkmaktadır.] zekâsıyla bayırmış… Olacak da olacak, yapacağız da yapacağız deyip pes etmeyen; önüne dağ çıksa dağa tırmanan, taş rast gelse taşa çıkan; bu heyecanlı ve ateşli deli karakter kimden geçti buna! Ne zaman görsen hareket hâlinde, oraya buraya koşturup duruyor. Nereye iviyor, neye iviyor? Bu dünya ona gerek mi? O olmasa bu dünya viran kalacakmış çoluk çocuğunu utuyor. Ev işlerini ite kaka yalnız başına çekip çeviren karısı ise bir deri bir kemik kaldı. Sanki bir tahta at. Arada sırada bir coşup oynaşmak istese sıcak ve yumuşak bir ten arzulayan eli, domalıç kaburga ile çıkıntılaşmış kalçaya değer değmez sırtını dönüveriyor. Yaşları yakın iki kızının geçen kış bir mavi paltoyu sırayla giymeleri başka bir mesele… Yo, olmaz, yoksulluk bir kusur değil. İnsan defalarca zenginleşmiş, defalarca fakirleşmiştir; defalarca fakirleşmiş, defalarca zenginleşmiştir. Aynı derinin içinde hep dolmuş hem solmuştur…
Başkasını bilmem ama Asıravbay bugününe de şükretmektedir. Bir yağı akıp suyu taşıp dökülmese de yiyecek yemeği, parıl parıl etmese de giyecek giysisi var. Allah’ın nuru yarattığı bütün kullarına aynı şekilde düşer. Bunların da baylıklarının bugün yarın yayık gibi gümbürdeyeceği kesindir. Beyaz camdan, gazete ve dergilerden sınırsız bolluk ve refah içinde yaşayan nicelerinin iflas edip talihinin ters döndüğünü hatta bu durumda bazılarının intihar ettiklerini öğrendikçe yakasını ısırıyor. Peki, insanın insanlığı iflas ederse ne olur? İnsanlığım iflas etti, eyvahlar olsun diyerek saçını başını yolan, kendini asan veya vuran bir kimse var mı yahu?…
Dinlenme odasının ayakyoluna giren Caylıbay hâlâ çıkmış değil. Ya Rabbi, millete… Kıpkızıl bir utanca uğradı şimdi. Kışın kendisini dönüşümlü olarak sokum[38 - Soğım/sokum, kışın kesip et ihtiyacını karşılamak üzere bilhassa büyükbaş hayvana verilen addır. Yerine küçükbaş hayvandan da sokum olur. Sokum başına çağırmak ise sokum hayvanı kesilince verilen yemeğe davet etmektir.] başına çağırıp saygıyla ağırlayan Kökmoynak’ın her hanesindeki oturmada “Şu kadar para mektebe, şu kadar para kızıl askerin kırdığı yüz kişiye dikilecek anıta, şu kadar para yetim ve dullara…” diye bol keseden dağıttığı konuşmalarla kendinden geçen halk şimdi ne diyecek? Dur hele… Birden… Birden Asıravbay’ın aklına bir fikir geldi.
– Hey Caylıbay, çıkacak mısın, dedi bağırarak hemen, bir anda gelen düşünceyi anında unutup gitmiş gibi.
Caylıbay çıktı.
– Aklıma bir fikir geldi.
– Söyle.
– Söyleyeyim, bana iki bin kadar gökkâğıt[39 - Kökqağaz/gökkâğıt, ABD dolarına halkın verdiği addır.] bul. Borç olarak tabii. İki kısrak var, buzağı dana var, satıp borcumu bu güz öderim.
Caylıbay yanına geldi.
– Neye lazım bu para sana?
– Avıla götüreceğim. Sizin verdiğinizi söyleyeceğim. Boş elle gitmek ayıptır, hepimiz için ayıptır.
– O kadar para elde bulunmaz dedi Caylıbay kayıtsızca. Gelen para gerekli yere harcanır.
– Sende yoksa birinden alamaz mısın? Arkadaşın çok, itibarın da var diyerek yalvarır gibi yaptı Asıravbay.
– Yanlış anlama dedi Caylıbay. Ben hiç kimseden borç isteyemem. Vazifenin konumu yüzünden böyle.
– Yani…
– Söyledim ya yanlış anlama diye. Dostu saatine baktı: İki olmuş, akşam eve gel; yemek yersin, bizde gecelersin. Şimdi benim toplantım var. Gücenme…
“Kime güceneceğim. Benim gücenikliğim kimin umurunda artık…” cümleleri boğazına gelip gelip dayanmasına rağmen sesini çıkarmadı Asıravbay, sessizce çıkıp gitti.
Hava gelirken açıktı, yağmur serpiştirmeye başlamış. Bir anda bin kılığa girersin dedi Asıravbay içinden; değiş bakalım değiş. Değişimden başka ne var bu yalan dünyada.
Yol kenarında etrafı açık bir kafe gördü. Buraya nasıl ve niçin girdiğini kendisi de bilmiyor; yağmur düşmeyen orta masalardan birine oturuverdi.
Garson kız elinde bloknotu ile kalemi, tık tık basarak geldi.
Etine yapışmış bir pantolon giymiş. Ön taraftan kabarık kıymetlisi, art taraftan kalkık kalçası açık seçik fark ediliyor. Değiş… Bu da değişimin bir türü, değiş…
– Ne dediniz? Kız bunun dişinin arasından çıkan fısıltıyı işitmişti sanki.
– Hiçbir şey.
– Girip içeride de oturabilirsiniz, dedi kız kırıtarak.
– Boş ver, buraya getir.
– Ne içersiniz.
– Votka.
– Ne kadar?
– Büyük bardağa doldur.
– Bizde kadeh var.
– Ne varsa ona koyuver.
– Yemek olarak?
– Boş ver yemeği.
– Belki salata? Mevsim salatası…
– Tamam.
Asıravbay bir kadeh dolusu votkaya uzun uzun baktı. Ağzına sürmeyeli birkaç yıl olmuştu. Çocukken sarılık geçirmişti, o meret karaciğerde bir iz bırakıyormuş mutlaka, bir zaman sonra ortaya çıkıp sızlatmaya başladı. Hekimin tavsiyesi: “Hayatın sana lazımsa içki içme…” Asıravbay şimdi kendisine ne lazım olduğunu bilmiyor. Lazım olan Caylıbay’ın yardımı, yardımıydı ancak artık yok. Ya hayat?.. Derin bir nefes aldı ve ağıyı içine çekiverdi… Hayat… Nedir hayat? İnsanların hayatı mı?.. Eğer öyle ise o vakit hayat da insanın kendisidir. Eğer insan hayatın kendisi ise… Yok, hayır… Hayat bütün dünyadır. Toprak, göl, bozkır, dağ, ırmak, okyanus, hava, dal, ağaç… Onun için bengidir. Kazakların “dünya yalan” demesi boş söz. Dünya yalan değil, insanın kendisi yalan… Dünya kendi biçimini korur, bozmaz. Lakin insan dönek, değişken. Öğleden önce gördüğün adamı öğleden sonra tanıyamıyorsun. O bugün söylediği sözü yarın unutup gidiverdi.
Asıravbay akşamleyin dünürünün evine ateş gibi yanarak geldi. Ev sahibi şaşkın…
– Dünürüm…
– İçtin dedi. İçmesem olmazdı.
– Dostunuzla mı?
– Dost… Hangi dost? Dost nedir? Ne zaman, kim icat etmiş onu? Her şey yalan… Evvelce belki her şey gerçek idi fakat bugün yalan… En iyisi doldur, dünür.
– Hay Allah, tamam dedi aklı kızıllı iki üç şişeyi alıp koştu.
Yüz gram içtikten sonra Asıravbay gözyaşlarına boğuldu. Sebebi açıktı: İnsan yalan imiş demek. Yalan değilse dünkü Caylıbay nerede? Dünkü Caylıbay bugün neden başka Caylıbay? Niye bozuldu, niye kokuştu? Yoksa et yüreğini, yumuşacık bağrını aldırıp yerine demir yürek, taş bağır mı koydurdu?
– Öyle bırakmayın kendinizi, dünür dedi dünürü teskin ederek. Her şey bir Tanrı’nın elindedir.
– Tanrı’nın elinde… Peki, adaletin iyesi kim? Var mı? Varsa niçin nasibimiz eşit değil? Niye birileri sürekli yükselerek, birileri de sürekli alçalarak göçüp gidiyor bu dünyadan? Niçin Caylıbay, Almatı’daki gösterişli bir binanın başköşesinde, ben ise kör itin öldüğü yerdeki Kökmoynak’ın odu ile külündeyim? Kökmoynak avılı diye diye kendini bildi bileli çarık eskiten, eteği gözyaşı ile dolan benim ve benim başımda şu kötü şapka; onun başında ise parıldayıp duran baht… Tanrı diyorsunuz… Tanrı’ya ne yaptım ben?
Benim suçum, enstitüyü bitirdikten sonra şehirde kalmayıp avıla dönerek Kökmoynak’ın çocuklarını okutayım, canım sağ olursa Kökmoynak’ta Bolşeviklere karşı çıkıp kızıl askerlerin kılıcıyla vefat edenler için anıt dikeyim deyişim mi?
– Galiba kimisi başkasının mutluluğu, kendi mutsuzluğu için doğuyor, deyiverdi Asıravbay sonra. Eğer benim alnıma yazılan ikincisi ise razıyım. Koy azıcık, dünür.
Ev sahibi kadehi doldurdu.
– İşiniz rast gitmedi sanırım…
– Rast gitse böyle oturur muydum? Uçardım uçar, Kökmoynak’a doğru uçardım. Asıravbay kadehi tokuşturmayı bile beklemeden dikti başına: Ne kadar ilginç, baksanıza dünür. Bugün düşünüyorum da sürekli Caylıbay ilerliyormuş, ben ise hep geride kalıyormuşum. Bakın ne kadar ilginç.
Asıravbay içini döktü iyice:
– Caylıbay’ın benden neresi artık idi? Ayyaş Botaş’ın da dediği gibi gökten zembille inmedi ya. İkimiz de sığır çobanı oğluyuz. Yünü didik didik olmuş yamalı yorganın altında birlikte yattık. Bitimizin sayısı da bir olurdu. Yediğimiz aynı yemek. Ancak sürekli onun yıldızı parlıyor. Çocukluğundan beri öyledir. Çocukken yaz boyu tırpancılara yardım ederdik. Çalışma günümüz de var. On on iki yaşlarındaydık tahminen. Bir gün Caylıbay dağdaki alaçığa bağsız, burnu küt, ele alınca yaylanıp duran bir lastik ayakkabı getirdi. Evvelce gördüğümüz bir şey değil. “Bu ne, iskarpin mi?” diyoruz. “Bot…” diyor Caylıbay. “Su geçirmiyor.” Bıldır ablası demir yolu istasyonuna kocaya varmıştı, “Güz çamurunda giyersin…” diyerek o satın alıp getirmiş. Caylıbay bize gösterip övünmek için evinden gizlice çıkarmış onu. Çok heveslendik. Sırasıyla giyip bakıyoruz, sırasıyla giyip yürüyoruz. Yazın en sıcak günleri. İki üç gün ya geçti ya geçmedi, ayağımız sasık sasık kokmaya başladı. Meğerse bot dediğimiz sıcak havada ayağı terletip kokutan bir bela imiş. Denemediğimiz ilaç kalmadı. Nihayet katık şifa oldu. Oldu olmasına ama Caylıbay’ın ayağı tamamen iyileşti, benimki ise azalmasına rağmen tam iyileşmedi. Ne korkunç bir şey! Onun sürdüğü katığı ben de sürdüm. Kalınlığı da aynı idi. Onunki geçti, benimki kaldı… Yine bakın, beşinci sınıfta okurken temriye belasına uğradık. Kafa derimiz tamamen lekelerle dolu. Kükürt serptiler, tavulga yağı sürdüler olmadı; geceleyin iki elimizle başımızı dalayarak yatıyoruz. Nihayet analarımız çaresiz ilçe çocuk hastanesine götürdü bizi. Koyulan teşhis çok ürkütücü: kellik. Tam olmamışız ancak böyle devam ederse olurmuşuz. O yetiyormuş gibi bir de temriye bulaşıcı bir illet imiş. Dolayısıyla Kökmoynak’tan gelen kafa derisi kızıl ala dört oğlan, üç kızımızın başı önce elektrik akımı ile yakıldı, sonra ak gazlı bezle sarılıp alçıya alındı. Birkaç gün sonra başımızın küçüldüğünü görünce, daha doğrusu alçının baskısıyla kavlayan illeti, önünü makasla keserek başımızdan sıyırıp alınca aklımız başımızdan gitti; kafa derimiz deri değil, pelteleşmiş kıpkızıl et… Uzun sözün kısası, bu kıpkızıl et, sonraki tedavinin ardından kara kabuk bağlayarak iyileşti ve yeniden deriye dönüşüp kafamızda saç çıktı. Caylıbay’ın başı yassı kavun gibi uzundu, benim ise tepem sivriydi. Allah nasip etmeyecek ya, benim eski sık saçım, ilkyazda biçilip güze değin gün altında yatan ve çoğu yele savrulan ot gibi seyrekleşti; Caylıbay’ın çölün sorguç otu gibi seyrek eski saçı ise sık ve dalgalı bir şekilde çıktı. Başının yassı kavun biçimindeki uzunluğu da fark edilmez oldu. Benimkiyse, işte, eskisinden daha sivri bir biçim aldı. Başının üstünü ev sahibine gösterdi: Neden? Neden Caylıbay’ın işi sürekli rast gidiyor da benimki niye geri gidiyor diyorum.
Ben de hiçbir şey anlamadım dercesine omzunu kaldırdı ev sahibi.
– Sekizinci sınıfı bitirdiğimiz yıldı… Asıravbay konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü: Beni şeytan dürttü. Her hâlükârda öğretmen olacağım hayalinden olsa gerek, öğretmen okuluna girelim diyerek Caylıbay’a aman vermedim. O vakitler şehri kim görmüş, karmakarışık bir dünya… Babamın verdiği adresle, gün boyu yürüdükten sonra amcasının kızının evini güç zorla bulduk. Akşam yemeği yerken ablamız “Paranız varsa evvela güzelce bir giyinin, yoksa bu kılığınızla milleti ürkütürsünüz.” dediği için ertesi gün alışveriş merkezine gittik. Orada ilk gözümüze ilişen, alışveriş merkezinin pencereleri önünde duran iri iri kız mankenler oldu. Çok şık bir şekilde giyindirmişler. Evvelce böyle bir şeyi düşümüzde bile görmeyen biz zavallılar olağanüstü şaşkınlık içindeyiz. Şaşkınlığımız batsın, dünür, siz şu itliğimize bakın şimdi. Yahu diyoruz, bu manken kızların başı, ayağı, eli, yüzü, ipince beli var, peki ya şeyi… Şeyini göreceğiz diye kimseye çaktırmadan eteklerini kaldırıp altına da baktık ya…
Ev sahibi gülümsedi.
– Acayip olmuş.
– Yok, hayır, dünür; acayipliğin dik âlâsı öğretmen okulunda oldu; çekiştire çekiştire götürdüğüm imtihanı Caylıbay verdi, ben ise veremedim. Ömrümde bu kadar utanmamıştım. Başkası şöyle dursun, Caylıbay’ın bile yüzüne doğru dürüst bakamadım. Hakkını yemeyelim, ben imtihanı veremeyince Caylıbay da belgelerini geri aldı, avıla birlikte döndük. Söyler misiniz, dünür; her yere birlikte gidip her yerden birlikte döndüğümüz o günler nerede kaldı? Önceleri bir olan yolumuz sonra neden ona, yüze bölünerek bölük bölük olup gidiyor? Takdirden mi? Tamam, öyle olsun lakin neden ara sıra kesişip bireşmiyor?.. Yarın bir gün, Allah uzak etsin, hepimiz küçücük patikalara dönüşüp ot saman içinde yolsuz izsiz kaldığımız zaman ne yapacağız?
– Üzülmeyin lütfen dedi ev sahibi.
– Üzülmemek elde değil dedi Asıravbay. Üzülmezsek ümit tükenir, hayal biter. Benim ümidim Kökmoynak’ımdır. Kadimden beri odu sönmeden, dumanı dinmeden yaşayagelen Kökmoynak’ın bengi yaşayıvermesidir. Hayalim ise Kökmoynak’ın oğlu ile kızının bunu bilmesi, buna kıvanması ve onun için ömür sürmesidir. Caylıbay, iki oğlum yurt dışında okuyor diyor, okusun. Peki, Kökmoynak’ın bugününü ve yarınını onun yurt dışında okuyan iki oğlu mu düşünür, yoksa Kökmoynak’ta sıvası sarkmış sürekli düşüp duran mektepte okuyan, giysilerinin biri uzun, biri kısa olan çocuklar mı düşünür?.. Bütün Kazak eline yarın iye olacak erin, belki de Kökmoynak’taki o sekiz yıllık mektepte okuyan çocukların arasında koşturup durmaktadır…
Dünürü uzun uzun yüzüne baktı.
Gecenin bir vaktine değin gevezelik eden, yattıktan sonra da döşeğinde uzun süre ağnayan, ancak tan atarken güç bela uykuya dalan Asıravbay düş görüyordu.
Kökmoynak’ın üstü boz duman. Kendisi kuyuda duruyor. Kuyunun ağzından biri el uzatıyor, bakıyor ki -o da nesi- kendisi…
Bir zaman sonra belinleyerek uyandı. Pencereden gün ışığı dökülüyor. Çıt sesi bile yok. Kafası karmakarışık. Giyinip mutfağa girdi, sofra hazırlanıp üstü örtülmüş. Kıyısındaki tepside ağzı açık bir zarf ve el kadar bir kâğıt duruyor. “Dünür!” Böyle başlıyor kâğıttaki not. “Evde azıcık birikmişimiz vardı, kabul edin, zarfın içinde. Mektebinize bir yardımı dokunur. Eliniz bollaşınca ödersiniz, acelesi yok. Sabah Manarbek’le de konuştum, oğlunuz ve gelininiz de bir şeyler yapar. Manarbek kendisi telefon edecek. Biz işe gidiyoruz. Bir şey lazım olursa buzdolabındadır.”
Asıravbay hemen zarfı aldı, içindekini saydı, tamı tamına bin dolar. Sevinçten oturduğu sandalyeden düşeyazdı. Ya Rabbi, bu dünür… Bir de oğlu ve gelin de verirse…
Kalkıp buzdolabını açtı, şişelere biraz göz gezdirdikten sonra “Hayır, Asıravbay…” dedi kendi kendine. “Artık unut bu belayı. Artık ırak olsun senden. Artık bu hayırlı işe temiz bedenle başla.”
Oğlu telefon edebilir düşüncesiyle banyoya telefonu da götürdü, sımsıcak suda güzel bir yıkandı. Yıkanırken de yıkandıktan sonra terleye terleye çay içerken de dünürü aklından çıkmadı. Neden böyle yaptı? Acıdı mı? Yoksa insanlık mı yaptı? Ara sıra bir araya gelmeleri dışında oturup derin derin konuşarak dertleştikleri de yok. Hakkında bildiği tek şey ana babasını çok erken yitirdiği için yetiştirme yurdunda büyüdüğüdür. Doğduğu avılı arayıp sormak gençlik çağında aklına gelmemiş; sonradan bulup gitmiş ama anlamış ki avıl ona, o da avıla yabancıdır. “Böylece avılsız Kazak olduk. Avılsız Kazak…” deyip derin derin iç çekmişti bir keresinde.
Nedense o anda Asıravbay’ın aklına Caylıbay’ın yurt dışında okumakta olan çocukları geldi. Şimdi onlar… Böyle düşünmeye devam ediyordu ki telefon zır zır çalarak düşüncesini böldü. Oğlu imiş.
– Benim, baba.
– Ha, Manarbek, iyi misiniz dedi heyecanla. İt eniği, şu babanı biri ala koyun tekmeleyerek zindana atsa da arayıp sormazsın yahu!
– Öyle demeyin baba! Birazdan gelip eve götüreceğim sizi. Giyiniverin.
– Hey, dur bakalım. Eve götürmeyi bırak şimdi. Şimdi onu düşünme; yeni eve tek başına, eli boş, odun gibi gitmek yol yordama uymaz. Çok yakın bir zamanda ananla birlikte geliriz. Ev alıp ayrıldığınızı bilmiyorduk.
– Şimdi baba, buraya kadar gelmişken bize uğramadan mı döneceksiniz?
– Söyledim ya. Sözümü dinle. En iyisi ben şimdi sana geleyim. Uğrayıp dükkânını göreyim. Sonra avıla gitsem iyi olur, ahali beni bekliyor. Kurban olduğum dünür aklıma bile gelmeyen bir iyilik yapıp…
– O kadar da gelininiz hazırladı, baba.
– Öyle mi?.. Asıravbay’ın göz çukuru ısınıverdi. Acayip bir şekilde duygulandı. İçinden “Gelininiz de…” dedi. “Gelini öne çıkarıyor, it oğlu it, karısını ölesiye seviyor demek…” deyip düşünecek vakit de buldu.
– Baba, araba tutup geleyim mi dedi Manarbek. Neden sesiniz çıkmıyor?
– Hayır, kendim gelirim. Dükkân pazarın hangi yanında? Gün doğusu tarafı… Adı?
– Meyram.[40 - Meyram, bayram demektir.]
– Bulurum, bulurum.
– Evin kapısını dışarıdan sertçe iterseniz kendisi kapanır, İngiliz kilidi ya…
– Asıravbay apar topar giyinip dışarı çıktı. Ayakları yere değmiyor sanki, yepyeğni. Gönlü de oldukça kedersiz. Oğlu ile gelininin yanında en çok yarın kalır, sonra ver elini Kökmoynak… “İşte getirdim…” diyecek. “İşte…” Büyük caddece araba, otobüs sağlı sollu akıp duruyor. Yolun karşısında iki üç taksi var. Durakta duran otobüsün önünden onlara koşmak için davranmıştı ki nereden çıktıysa… Asıravbay’ın aklında kalan son sürat gelen cip, sert çarpma ve zifirî karanlık…
Birkaç sonra ancak kendine gelebildi. Gözünü açtığında anladı ki her yanı sızlayarak yatıyor. Sanki birileri üstüne saldırıp elini ayağını burkmuş, içini dışını enikonu ezmiş.
Yanında yüzüne dikkatle bakarak oğlu ile dünürü oturuyor.
– Uyandınız mı dedi dünürü. Korkuttunuz bizi biraz.
– Ne oldu bana?
– İçkili serseriler imiş. Hepsi yeniyetme. Siz de acele etmişsiniz…
– Vücudum sağlam mı?
Dünür, Manarbek’e baktı.
– Baba, bir ayağınızı…
– Göster, kaldır battaniyeyi.
Oğlu battaniyeyi yukarı sıyırdı. Sol ayağının topuktan beri tarafı yok…
– Canınız sağ ya çok şükür dedi dünürü. Kaza da yağıdır. Yağıdan kalan can ganimettir, Aseke.[41 - Aseke, Asırawbay Äke yani Asıravbay Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.]
Konuşsunlar diye olsa gerek babası ile oğlunu yalnız bıraktı.
– Oğlum, cebimde dünürün verdiği para vardı.
– Duruyor, baba.
– Senden ricam, oğlum; parayı al, gelin de verecek demiştin, onu üstüne koy ve Kökmoynak’a yollan. Bugün çık yola. Millet bekliyor. Günler ise hızla geçiyor. Parayı yetiştir. Caylıbay başta olmak üzere ağaların topladığı para de.
– Yahu baba…
– Dediğimi yap. Adını işitince her şeyden vazgeçen, başları göğe eren halk, Caylıbay’a gönül koymasın. İyi denen kişilere güvenç kaybolursa sonra halkın herkesten sıdkı sıyrılmaya başlar. Kökmoynak öyle olmasın, oğlum. Kökmoynak’taki kardeşlerin hiçbir zaman hiç kimseye olan güvencini yoğaltmasın. Sonra anana söyle, bana geleceğim diye boşuna zahmet çekip yorulmasın. Vaziyet bu. Diriyim çok şükür. Bir zamanlar cephede bir bacağını kaybettikten sonra gelip bize ders veren Emirekul’e öğrenciler “Vay, koltuk değneği geliyor…” deyip gülerlerdi. En fazla bana da öyle yaparlar…” Asıravbay zorla gülümsedi. “Yorulmasın anan. Burada, çok şükür, siz varsınız… Kaynatan imanlı adammış, nereden bileyim… Ömrümüz gerçek iyiyi tanımayarak sahte iyinin çevresinde dolanmakla geçiyor, vay it vay…”
– Başka ileteceğiniz bir şey var mı?
– İleteceğim bunlar, daha fazla uzatmadan ahali işe girişsin. Bunu Türkbay dedene iyice tembihle. Parayı da ona teslim et.
Oğlu çıkıp gittikten sonra kesilmiş ayağına gözü ilişti. Allah’ın işi işte dedi içinden kendi kendini teselli ederek; uzvun kemliği hiçbir şey değil, Allah niyet kemliğinden saklasın. İnsanların birbirini arayıp sormuş olması, arayıp soruyor olması ve arayıp soracak olması her şeyden önce niyet düzgünlüğü ve temizliğinden olmalıdır. Evet, öyle, öyle… Başka nedir ki…
Kökmoynak’tan şimdi belli belirsiz bir haberler geliyor. Resim öğretmeni Kökmoynak mektebine her hâlükârda Asıravbay’ın adını vermek gerektiği meselesini gündeme getirmiş. Ayrıca “Kökmoynak’tan Çıkan Yeleli Kurt” adlı altı defter hacminde belgeli bir eser yazıp ilçe gazetesi yazı işleri müdürüne götürmüş. “Bu eserinizi gazete üslubuyla yeniden yazmanız gerektiğini bir yana koyuyorum; daha önemlisi eserde bazı kişilerle ilgili yakışıksız sözler var. Biz kaymakamlığın çıkardığı bir gazeteyiz. Edebî şekilde söylemek gerekirse kaymakamlığın saçtığı darıyı derip yiyoruz ve bu şekilde çoluk çocuğumuza bakıyoruz. Bu yüzden, evladım, bu yazdıklarınız bize uygun değildir.” diyerek uğurlamış öğretmeni, yazı işleri müdürü.

KİŞİ İYESİ
(Hikâye)
Oyıl Arkarlı Geçidi’ni karakuş kaplamıştı… Kencegazi on iki on üç yaşında idi; geçidin güneyi ile kuzeyinde Kızılların kovalayıp Akların[42 - Ekim İhtilali’nden sonra 1917-1920 yıllarındaki iş savaşta Bolşeviklere Kızıllar, Menşeviklere ise Aklar denmiştir.] kaçtığı, Akların kovalayıp Kızılların kaçtığı o kızılca kıyamette de böyle kaplamıştı karakuş. Eteğin aşağısındaki küçük çukurlarda kurulu avıllar, Aklar da gelse Kızıllar da gelse altüst oluyordu o zamanlar. Akın ve baskın yaparak at üstünde yaşayan askerlerin azgınlığı ve aygırlığı da fena oluyormuş. Avıllar bütün malını önüne katıp, çoluk çocuğunu terkisine atıp çöle doğru göçüp gitmişti. İşte o vakitler -Akların askeri mi, Kızılların askeri mi hangisi ise- askerler böyle boşalmış avıllardan birinde bir iki gün kalmıştı. Kışın en şiddetli zamanı idi. Karınları acıkmış olmalı ki Arkarlı’da hayvan avlamışlar, geçidin altını üstüne getirmişlerdi. Eti yenir mi, yenmez mi diye ayırt etmeksizin önlerine geleni vurmuşlar, kaçanı kovalayıp yere sermişlerdi. Bir gün çat pat patlayan tüfek sesinden korkmuş değirmenin yanında dinelmiş duruyordu, karşı yamacın kalın karını göğüsleyip yara yara kendisine doğru gelmekte olan gökbörüyü[43 - Kökböri/gökbörü, bozkurt demektir.] gördü. Dana kadar kurt o hızla tam dibinden geçerek kapısı açık duran ahıra giriverdi. Bağrı tamamen buz tutmuş kurt, ahırın karanlık bir köşesinde böğrü körük gibi inip kalkarak durdu. Kanlı gözleri bomboz. Hırlıyor mu, çeniliyor mu belli değil, sesi tuhaf bir biçimde acıklı. “Canımı kurtarmak için geldim.” der gibi. Şaşkınlığı geçip aklını başına devşirmeden üç dört asker çıkageldi yakıp yıkarak. Hangi kudret söylettiyse “Şu yana doğru kayıp gitti.” diyerek başka tarafa yönlendirdi onları. Ahıra tekrar girdi fakat kurt yok, nereden, kaçan,[44 - Qaşan/kaçan: Ne zaman, ne vakit.] nasıl çıkıp gittiğini fark etmemişti. Evdeki iki çoban köpeğinin ürümeyerek sessiz kalışına da hayret etmişti. Hatta kuyruklarını apış arasına kıstırıp eteğin aşağısındaki çukura dereye inmişlerdi…
Düş mü görüyor, gerçek mi? Düş dese uyanık. Gerçek dese inanılacak gibi değil. O yüzden o gün bu gündür hiç kimseye bu olaydan söz etmiş değil. Gülerler diye düşündü. Biraz kaçırmış demeleri de pek âlâ mümkün.
Daha sonra gökbörünün bir iki kez düşüne girmişliği var. Görüyordu lakin ne olup ne bittiğini uyandığında hatırlamıyordu.
En son bu kıtlığın arifesinde düşüne girdi. Dehşetli bir şey; bunun danasını düvesini, kuzusunu oğlağını kovalayıp ahıra soktu ve ardına göğe bakarak uluyup durdu. Ancak sesi işitilmiyor. Belinleyerek uyandı.
* * *
O zamanın yeniyetmesi, bugünün olgun erkeği Kencegazi’nin Arkarlı Geçidi’ni o yıllarda kaplayan karakuşun aradan şu kadar vakit geçtikten sonra daha kalabalık olarak gelip geçidi kaplayacağı aklına gelir miydi?..
* * *
Kalabalık karakuş ile Arkarlı artta kaldı. İlkyazın ılık havası; toprağın çamuru yeni yeni yaşlığı gidip kurumaya başlamış. At arabası yolundan iki kişi geliyor. Kencegazi’nin omzunda ala heybe, elinde uzun namlulu fitilli tüfek, karısının sırtında çocuk. Büyük bir örtüyle sarıp bağlamış.
Yola erkenden çıktılar. Güneş zirveye dayandı. Yürüyüşleri verimsiz, kımıl kımıl. Geçitten çok çok beş altı çağrım kadar ıradılar. Gözleri önlerinde duran, enine nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan kıranda. Ona ulaşırlarsa öbür yanda ana yol var. Oraya değin de bunun gibi kıraç bozkır. Bu akıllarına geldikçe “Ya Rabbi, sen yâr olmazsan…” deyiveriyor ikisi birden.
Bunların tek ümidi ana yolun boyundaki istasyon. Orada kadının dayısı yaşıyor. At arabası ile yolcu taşıyor. Yeme içme bakımından yokluk çekmeyen biriydi. Lakin şimdi kim bilir… Kıtlık ve açlıktan dolayı handiyse bütün elin kazanı devrilip kalmadı mı!.. Her şeye rağmen bunların başka gidecek yeri, sığınacak dağı yok.
Ala heybede değirmenin yanından yöresinden süpürdükleri, küf kokusu burnun direğini kıran aşlık kalıntılarından öğütüp kışın yediklerinden tasarruf ettikleri talkan[45 - Talqan/talkan, kavrulmuş mısır, buğday ve darı unu ve bundan yapılan yemektir.] ile kışın vurdukları erkek argalinin bir parça eti var. Pişirilmiş. Sırttaki bir yaşındaki çocuk dırıldanmaya başlayıp buna bir de kendi hâlsizlikleri de eklenince mecburen mola verdiler. Çocuğa çiğneyip talkan verdiler; kendileri ise ağızlarına birer parça argali eti attılar ve yutmadan usul usul sorudular.
– Allah’ın kudretine kurban olayım dedi kadın.
– Neyi diyorsun? Erkek başını kaldırdı.
– Şu argaliyi çıkardı karşımıza.
– Doğru söylüyorsun.
– Tek başına…
– Sürüsünden bir sebeple ayrılmış demek.
– Ölmeyene ölü balık…
– Bizim nasibimiz ise argali. Konur argali.
* * *
Kasım ayının sonunda kestikleri tek danalarının eti daha ocak ayında tükenmeye yüz tutmuştu. Artık kalanı ile yaza çıkmak şüpheli idi. Arkarlı’nın yabani hayvanları ise ya kırılıp gitmiş ya da göçüp gitmiş olmalıydı; diğerleri şöyle dursun keklik sesi bile duyulmaz olmuştu. Buna rağmen Kencegazi bir umut, bir kuruntu uzun fitilli tüfeğini alıp ava çıkmıştı. O vakit çok geçmeden derince bir derenin dar bir yerinde duran argaliyi görmüş, sevincinden düşeyazmıştı.
Allah’ım, bu argali burada ne arıyor diye düşündü. Argali sürüsü yazın burayı yaylar, kışın daha ilk ayında Han Dağı’na göçüp giderdi. Hayır, bu gerçek mi? Gözünü kar ile silip tekrar tekrar baktı.
Argalinin böğründen bağırsağı dışarı çıkmış ve bir kuş kirazı dalına dolanmıştı. Güçten kuvvetten tamamen düşmüş olmalı ki dört ayağı dört yana yayılmış, başı da gökyüzüne dönmüş duruyordu. Bir şeyden çok ürktüğü belli oluyordu. Neden? Kencegazi sezdirmeden argalinin çevresindeki çukurlukları ve çalılıkları iyice gözden geçirdi. Küçücük bir kıpırtıyı bile fark eden avcının keskin gözüne sıra dışı hiçbir şey ilişmedi. Olsaydı da onun için fark etmezdi. Bağırsağı kuş kirazı dalına dolanmış, kendisi de bitkin düşmüş erkek argaliyi tek kurşunla yüzükoyun düşürdü. Hareketsiz upuzun yatan argalinin yanında geldiğinde attığı kurşunun, nişan aldığı gibi boyun dibinden girip üst çene kemiğini darmadağın ederek çıkmış olduğunu gördü. Bağırsakları ise kasıktan dışarı çıkmıştı. Bir argalinin kendi kendine böyle yaralandığını ne işitmiş, ne görmüştü. Kurşun değmiş de yarılmış dese bu yörede kendisinden başka avcı yok; kurt yaraladı, it daladı dese neden yemedi? Daha fazla kafa yormadı. Allah’ın verdiği nasibe delice sevindi, argaliyi yüzüp parçalamaya başladı.
* * *
– Allah işimizi rast getirse diyor karısı kederlenerek. Olur mu dersin?
– Hüzünlenme.
– Nihayetinde az da olsa yiyecek bir şeyimiz var. Bilhassa talkan… Göz aydınlığımızın canını saklıyor. Değirmenin sayesinde tabii deyip gözyaşını sildi kadın. Atamızın ruhundan razıyım iki cihanda da.[46 - Kazaklar, atalar kültünün bir görünüşü olarak atalarının ruhlarının kendilerini koruyup kolladıklarına inanırlar.]
* * *
Evet, Arkarlı Geçidi’ne ilk değirmeni yapan Kencegazi’nin dedesiydi. Değirmen, çayın çağlayarak aktığı derin dar boğazın ta başında. Vaktiyle mübarek adam, onların şu anda gelmekte oldukları başı nereye başlayıp sonu nerde bittiği meçhul bulunan dağ kıranının öbür yanındaki Rus zenginine birkaç yıl çalışmış. Para kazanıp avıla dönerken kendisi gibi ırgat olan Ruslardan biri peşine takılmış. Av meraklısı imiş. Arkarlı’da argali kaynadığını öğrendiği günden itibaren “Giderken beni de birlikte götür.” diyerek yanından ayrılmazmış. Ayrıca usta imiş. Elinden gelmeyen iş yokmuş. Çay kıyısındaki avılın baş tarafına değirmen kurmayı öneren de o imiş. Ondan sonra geçidin falan koyağındaki, filan koyağındaki el, aşlık öğütmek için yerin dibindeki Köktal’a yortmadan aşlığını buraya getirip safa sürmüş. Babadan oğluna miras fehvasında değirmencilik bunların mesleği hâline gelmiş.
O Rus’tan dedesi avcılığı da öğrenmiş. Ondan babası, babasından kendisi…
* * *
– Arkarlı önceden göğe yakın gibi görünürdü diyor erkek, o yana doğru bakarak. Şimdi… Apalçak sanki. Üstümüzde uçup geziyor gibiydi…
– Tanrı’ya ne kötülük ettik diyor karısı. Ne ettik!
– Öyle deme.
– Öyle ise kimden bu? Nihayet birinden değil mi bu kıtlık?
– Tamam, yürüyelim deyip erkek, fitilli tüfeğe dayanarak yerinden kalktı. Gel, çocuğu sarayım sırtına.
Biraz yürüdükten sonra yoldan biraz ırakta bir öbek kamış göründü.
– Arasında sülün olur dedi erkek. Bir bakıp gelsem iyi olurdu lakin yalnızca üç fişek var, dahası saçma değil, tek kurşun. Bununla uçan kuşa isabet ettiremezsin. İsabet ederse bile parça parça olur.
Kadın karşılık vermedi. Herkes kendi düşüncesine dalmış, kımıl kımıl ilerliyor. Erkek, karısının it canlılığına hayret ediyor. Ayaklarına o kadar yük binmesine rağmen hareketi çevik. Sırtında çocuk, ara sıra ala heybeyi de alıyor eline. Keşikleşe taşıyalım diyor. “Kadını erkekten ayıran özellik, gücünün tükenmemesidir.” derdi babası. “Çünkü kadın gücünün kaynağı ana sütüdür.” Bu söze çok önem vermemişti. Sözün anlamını açlık boğazına yapışınca anladı. Konur argaliyi vurduktan sonra biraz hastalanmıştı. O vakit evin bütün işini hiç aksatmadan yapan karısıydı. Dağdaki çalıyı kesip odun etti, değirmenin diplerindeki aşlık kalıntılarını eliyle toplayıp savurdu, kuruttu, kavurup çekerek talkan yaptı. Çocuk da var bir yandan. Çamaşır yıkama, yemek pişirme… Kendisine böyle bir kadın nasip ettiği için Allah’a binlerce şükrediyordu. Evet, gerçekten de onu kendisine Tanrı armağan etmişti.
* * *
Bunların değirmenine çevredeki avılları bir yana koyarsak başının nerede başlayıp ayağının nerede bittiğini bilmedikleri dağ kıranından da hatta onun öbür yanındaki çıplak bozkırı geçerek büyük yolun boyundan da Kazaklar deve deve aşlık getirip un edip götürürlerdi. İşte karısıyla o zaman tanışmıştı. Bir seferinde aşlık öğütücülerin yanında genç bir kızın da gelmesine hem babası hem de kendisi şaşırmıştı. “Büyük yolun boyundaki istasyonda at arabacısı adamın yeğeni” demişti gelenler. “Kız çoğunu neden aşlık öğütmeye gönderiyor?” demişti babası. “Allah kendisine oğlan çocuğu vermediyse ne yapsın?” “Neden kendisi gelmiyor?” “At arabacısıdır. Kazadan oraya buraya mektup ve haber taşıyanları karşılayıp uğurlar kendisi.”
O vakit görenler kızın gayretine hayret etmişlerdi. Aşlık dolu her boy çuvalı erkeklerle birlikte kaldırıp indirirken “Ya Rabbi, Kalmıklarla[47 - Kalmıklar veya Kalmaklar: Batı Moğol halkı Oyratların on yedinci yüzyılda Cungarya’dan Hazar Denizi’nin batısına göç etmiş olan koludur. On yedinci yüzyılın sonu ile on sekizinci yüzyılın başında Kazaklarla savaşmış ve Kazak Bozkırı’nı baştan başa yakıp yıkmışlardır.] savaşılan zamanda doğmuş olsaydı her baturla teke tek vuruşmaya çıkacak kızmış bu.” deyip şaşırmışlardı. “İp gibi uzun ve zarif bir vücuda sahip kurban olduğumun güç neresinde acaba?”
İkisi de birbirinden hoşlanmış, babası istasyondaki arabacıya gidip kızı istemiş, böylece hayatlarını birleştirmişlerdi çok geçmeden. İkisi de böyle bir mutluluğun ardından bir anda her yeri kasıp kavuran bu açlık ve kıtlığın geleceğini bilmiyordu elbette.
* * *
Kamış öbeğinin yanından geçip giderken… Oradan çıkıp beri doğru gelmekte olan üstü başı perişan üç karaltı gördüler.
– Aman Allah’ım, şunlara bak dedi karısı korkulu bir sesle.
– Gördüm.
– Arkamızdan geliyorlar… Nedir bu?
– Bizim gibi insanlardır.
– Lime lime… Korkuyorum…
– Yürüyüverelim, korkma.
Arkalarındakilerin yürüyüşleri gerçekten de kötü idi. Usul usul yaklaşıyorlardı.
– Hey, durun bakalım! Hırıltılı ses kesik kesik ulaştı kulaklarına: Sağ kalmak istiyorsanız çocuğu bırakıp yolunuza devam edin.
– O da ne? Kadın korku dolu gözlerle kocasına baktı. Ne diyor bu, eyvah!
Hemen kaçıp uzaklaşacak güç nerede!
– İşittin mi? Kadının sesi çok telaşlı idi.
– İşittim.
– Yavrumuzu ne yapacaklar?
– Sen yürümeye devam et dedi erkek karısına. Durma. Yürüyüver.
– Ya sen?
– Yetişirim sana.
Hiddet ve heybetle arkasına döndü. Deminkiler sesin açık ulaşacağı mesafeye kadar gelmişler.
– Hey, siz kimsiniz dedi tüfeğini önüne aykırı tutarak. Çocuğu bırakın da ne demek?
– Canın sana lazımsa bırakırsın.
– Ne hezeyan o öyle?
– Ne işittiysen o. Bırak çocuğu. Kendiniz gidin.
– Öyle diyerek Tanrı’dan yüz çevirme!
– Göster bakalım, gözünü iki çiğneyip bir yutayım onun, dedi kaba sakallı kubat.
Kencegazi fitilli tüfeğini doğrulttu.
– Dağıtırım sizi, it!
– Hadi vur dedi karşısındaki. Dağıt bakalım! Yapamıyorsan saçmalamadan çocuğu bize bırakıp uza.
Adam tetiğe basmaya cesaret edemedi. Birden geri dönüp var gücüyle karısının ardından koşmaya başladı. Karısı arayı bayağı açmıştı.
– Durma, yürümeye devam et! Durma dedi nefes nefese. Bunu karısı işitti mi, işitmedi mi bilmiyor. “Durma! Durma!” Bunu devamlı tekrarlayıp durdu. İç dünyasında yanıp sönen odun ancak kızgın külü kadar olan bütün ateşi bir anda yoğalıverdi; bedeni tamamen soğudu, titremeye başladı. Gücü kuvveti gittikçe tükeniyor. Arkasına bakmaya ölesiye korkuyor. Sapır sapır yürüyen soysuzlar bir anda gelip alaşağı edecekler sanki.
Açlık başlayalı beri insanların insan yediğini işitmişti. İlkin inanmamıştı. Erkek argaliyi vurduktan sonra ne olup bittiğini öğrenmek için aşağı avıla inmişti. Orada… Küçücük avılın insanları açlıktan kaskatı kesilmişlerdi. Birdenbire avılın hemen dışında paçavralar giyinmiş bir güruhun yalazlanmış ateşin çevresinde dönüp durduklarını görmüş, kaynamakta olan kazanın kıyısından bir çocuk elinin sarktığını fark etmişti. Aklı başından gitmiş, düşeyazmıştı. Dağa doğru kaçmaya başlamıştı. Üç gün kusmuştu.
– Sağ kalmak istiyorsanız bırakın çocuğu dedi ardındaki kaba sakallı kubat. Hırıltılı sesine homurtu gibi bir şey de karışmış.
Buna rağmen adamın sesi tanıdık gibi geldi ona. Hantal vücudu da… Üğrüne üğrüne yürüyüşü… Aman Allah’ım… Bu… O mu?..
– Kimsiniz siz yahu diye bağırdı.
– Seni ilgilendirmez orası.
– Sesin tanıdık sanki…
– E, iyi.
– Tanıyorum seni, dedi yalandan. Böyle dersem beni izlemekten vazgeçer diye düşündü.
– Tanısan ne olacak, dedi peşindeki. Söyle de dursun karın.
Yahu bu… Bu… Ya Rabbi… Kozubas… Evet, o zahir… Ta kendisi…
Birdenbire acayip bir şekilde sevinir gibi oldu.
– Vay, siz… Kozubas ağa…
– Çocuğu bırakıp gidin diyorum.
– Yahu ağa, ben Kencegazi’yim… Nuvbay dayınızın…
– İyi, dedi adam. İşim yok kim olduğunla, çocuğu bırakın. Yoksa karınla beraber seni de… Ölüyoruz, it…
– Kencegazi’yim diyorum ya! Değirmenci Nuvbay’ın…
– Nuvbay Muvbay’ınla birlikte kuru. Dur de karına.
Karısından yana baktı. Oldukça uzaklaşmıştı. Adamdan hayır olmadığını iyice anlayınca çaresiz tüfeği sallamaya başladı.
Doğrultarak adamı korkutmaktı niyeti. Ürker belki dedi. Olduğu yerde kalır dedi. O sırada da karısı ile çocuğu enikonu uzaklaşır diye düşündü.
– Vururum şimdi.
– Hadi vursana it oğlu it, deyip eskisi gibi hiddetle geliyor adam.
Derhâl tüfeğin dipçiğini omzuna dayadı ve başlarının üstünden nişan alarak tetiğe bastı. Böyle bir şey beklemedikleri için şaşırmış olmalılar ki saldırıya geçen üç adam oldukları yerde hareketsiz kalakaldı.
Adamlara göstere göstere tüfeğe ikinci fişeği sürdü.
– Şimdi size nişan alarak ateş ederim. Canınız lazımsa olduğunuz yerde kalın, kımıldamayın.
Hemen karısı ile çocuğunun peşinden yürümeye başladı. Artık izlemeye cesaret edemeyeceklerinden emindi. Sürüklene sürüklene yürürken aklına neler gelmiyor ki… Şu… Kozubas…
* * *
Kozubas kendisinden bir müçel[48 - Bir müşel/müçel, on iki hayvanlı Türk takvimine göre on iki yıl demektir. Ancak yaş hesabında ilk müçel on üç yıl, sonrakiler on iki yıldır.] büyüktür. Ana babasını erken kaybettiği için Tümenbay Molla’nın kapısında büyüdü. Onun abdest suyunu ısıttı, kapısında bir nevi kölelik ederek yetişti. Eski harflerle okumayı öğrendi. Millete demir yolu propagandası yapmaya gelen bir Bolşevik’in peşine takılıp gitti, birkaç yıl sonra geri dönerek yeni açılan kooperatife geçti. Çok geçmeden mahkemelik oldu. Çünkü denetimde kooperatifin malı olması gerekenden az çıkmıştı.
Ocak ayının dondurucu ayazlı bir gecesinde gelip onların penceresini vurmuştu. Kubat meredin kanı çekilmiş yüzüne dikkatle bakarak babası sormuştu: “Hükûmetin malına niye el uzattın?” “Dayı, ben değildim; Allah için gerçek bu.” “O da ne demek?” “İlçeye taşıdım.” “O ne diyor?” “Kim?” “İlçe.” “Yanına yaklaştırmıyor. Tanığım yok.” “Öyle ise kime güceniyorsun?” “Hiç kimseye.” “Kendine de mi?” “Kendime… Ne işe yarar…” “Peki, şu kaçıp pusman ne yarıyor? Hükûmetin kemendi uzundur.” “Üç yıl yakalanmasan dava kendiliğinden kapanıyormuş.” “Koskoca üç yıl… Hangi göte gireceksin?” “Şubatın sonuna kadar saklayın beni. Ondan sonra… Kuma gider izimi kaybettiririm. Hayır derseniz teslim edin kendi ellerinizle.”
Babası onu geri çevirmedi. Gündüz tan atarken ak keçeden basılmış yere kadar uzanan kepeneği giydirip koynuna azık koyarak dağa gönderiyordu; gece yarısında gizlice geliyor ve ahırdaki birkaç küçükbaşın arasına girip yatıyordu. Arada bir yanına polis alıp gelerek avıl sovyeti başkanı at oynatıyor. Dedikleri şunlar: “Kaçak Kozubas gözünüze ilişti mi? Zayıflık göstererek saklamıyorsunuz ya? Öyle yaparsanız kanun maddesi çok ağır.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nesipbek-dawtayuli/yol-69499216/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kısrak veya inek sağarken kulun ve buzağı bağlamak iki kazık arasına gerilen kıl veya kendir urgan.

2
Awıl/avıl, keçe çadırlardan kurulu Kazak obası demektir. Sonraki dönemde köy anlamında kullanılmaya da başlanmıştır.

3
Buldekeñ/Buldeken, Buldıy Äkeñ yani Buldıy Ağan hitabının kısaltmış biçimidir.

4
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’un, Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri, Kazak kökenli Dinmuxamed Qunayev’i azlederek yerine Rus kökenli Genadi Kolbin’in ataması üzerine, Aralık 1986’da Kazakistan’ın başkenti Almatı’da patlak veren olaylardır. Barışçı göstericilere silahlı müdahalede bulunulması yüzünden dağıtılması sırasında yüzlerce gösterici ölmüştür.

5
Qunan/kunan, iki yaşını doldurmuş erkek attır.

6
Baytal, iki ile dört yaş arasındaki kulunlamamış kısraktır.

7
Esağa, Esqul Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.

8
Dönen, dört yaşına girmiş hayvandır.

9
Cümle “Ne dersin oğlum, gelir mi?” şeklinde çevrilebilir. Kazaklar günlük hayatta zaman zaman Kazakça ile Rusçayı karıştırarak konuşurlar.

10
Qalıñ veya qalıñmal, evleneceği kıza erkeğin verdiği hayvan ve paradır.

11
Baylık, zenginlik demektir.

12
Kırgız Aladağı (Kaz. Alataw, Kır. Alatoo), kutlu sayılır ve Kırgızların millî simgelerinden biridir.

13
Bayke, Bay Äke (Bay Ağa) hitabının kısaltılmışıdır ve daha çok baylar yani zenginler için kullanılır.

14
Bay, zengin demektir.

15
“Doğru söylüyorum! Harbi sözdür!” anlamında Rusça ibaredir.

16
“Önce içimizi ısıtmayalım mı, bayke?”

17
“Açabilir miyiz?”

18
“Bayke, atı taşıyacak araba da birazdan ulaşır. Ardımızdan geliyor.”

19
“Geçen gün el sıkıştığımız üzere parayı yani doları da getirdik. İşte…”

20
Kökqağaz/gökkâğıt, dolar demektir.

21
“Tam tamına yüz bin.”

22
Kazakça “noqtabaw” yani yular parası, satılan malın yular parası olarak verilen bahşiştir.

23
“Evvelce varmış, şu zamanda neye lazım? “

24
Tamaşa, Kazak televizyonunda uzun yıllar yayımlanan skeçli mizah programıdır. Büyük salonlarda, binlerce seyircinin önünde çekimi yapılan program daha sonra televizyonda da yayımlanmaktadır.

25
Aytıs, atışma demektir. Aytıs geleneği Kazak kültüründe hâlâ çok canlıdır. Büyük ödüller konarak düzenlenen aytıs yarışmaları televizyonlarda da yayımlanmaktadır.

26
“Çok az bir şey yetişmiyor, eksik.”

27
“İki tane.”

28
Kökpar, boğazlanmış keçi veya enek tekeyi rakiplerinden kurtularak getirip belli bir dairenin içine atma esasına dayanan, atlı iki takım hâlinde oynanan Kazak millî oyunudur.

29
Qıylıekeñ/Kıyleken, Qıylı Äkeñ yani Kıylıbay Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.

30
“Anlayın lütfen, yanında birileri var, yurt dışından.”

31
“Nasıl cesaret ediyorsunuz, böyle Caylıbay Sembayeç’i…”

32
Şamana veya şepeten, Kazakçada “äñgelek” denen kokulu küçük bir kavun türüdür.

33
“O var ya… O var ya…”

34
“Kökmoynak diyor.”

35
Gök pazar, sebze, meyve ve gıda maddeleri satılan yarı açık pazar.

36
Talqan/talkan, kavrulmuş mısır, buğday ve darı unu ve bundan yapılan yemektir.

37
Sart adı, ilkin Orta Asya’da yerleşik yaşayan, tarım ve ticaretle uğraşan İrani halklara verilen umumi ad iken sonraları Özbek, bilhassa Tacik anlamında kullanılmıştır. Kazak anlayışında Sartlar ticarete yatkınlıkları, işgüzarlıkları, çalışkanlıkları ve biraz da kurnazlıklarıyla öne çıkmaktadır.

38
Soğım/sokum, kışın kesip et ihtiyacını karşılamak üzere bilhassa büyükbaş hayvana verilen addır. Yerine küçükbaş hayvandan da sokum olur. Sokum başına çağırmak ise sokum hayvanı kesilince verilen yemeğe davet etmektir.

39
Kökqağaz/gökkâğıt, ABD dolarına halkın verdiği addır.

40
Meyram, bayram demektir.

41
Aseke, Asırawbay Äke yani Asıravbay Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.

42
Ekim İhtilali’nden sonra 1917-1920 yıllarındaki iş savaşta Bolşeviklere Kızıllar, Menşeviklere ise Aklar denmiştir.

43
Kökböri/gökbörü, bozkurt demektir.

44
Qaşan/kaçan: Ne zaman, ne vakit.

45
Talqan/talkan, kavrulmuş mısır, buğday ve darı unu ve bundan yapılan yemektir.

46
Kazaklar, atalar kültünün bir görünüşü olarak atalarının ruhlarının kendilerini koruyup kolladıklarına inanırlar.

47
Kalmıklar veya Kalmaklar: Batı Moğol halkı Oyratların on yedinci yüzyılda Cungarya’dan Hazar Denizi’nin batısına göç etmiş olan koludur. On yedinci yüzyılın sonu ile on sekizinci yüzyılın başında Kazaklarla savaşmış ve Kazak Bozkırı’nı baştan başa yakıp yıkmışlardır.

48
Bir müşel/müçel, on iki hayvanlı Türk takvimine göre on iki yıl demektir. Ancak yaş hesabında ilk müçel on üç yıl, sonrakiler on iki yıldır.
Yol Nesipbek Dawtayulı

Nesipbek Dawtayulı

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yol, электронная книга автора Nesipbek Dawtayulı на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв