Dolu
Akil Abbas
Akil Abbas
Dolu
Ricam şu; bu eserde kimse bir şey aramasın, çünkü yazılanlar yazar tahayyülünden başka bir şey değildir.
ÖNSÖZ
Türkler, dünyanın en eski ve en köklü kültürüne sahip milletlerindendir ve tarihle yaşıttırlar.
Türklerin dünyada ilk vatan tuttukları yer, merkezi İran sınırları içinde kalan bugünkü Urmiye gölü etrafı merkez olmakla birlikte Doğu-Güneydoğu Anadolu, Kür-Aras ırmakları arası, Dağlık Karabağ sınırlarına kadar giden, Nahçıvan-Kuzey-Güney Azerbaycan topraklarıyla Çatalhöyük’ten Kızılırmak sahillerine kadar uzanan yerlerdir. Orta Asya ise bizim ata vatanımızdır, oralara bu bölgelerden gitmiş vatan yapmış ve bir kısmımız kavimler göçüyle geri dönüp, tekraren kaynayıp karışmışız. Son zamanlarda Nahçıvan, Hocalı-Gedebey bölgesi, Hakkâri vb. yerlerde bulunan arkeolojik buluntular bizim bu tezimizi doğrulamaktadır.
Azerbaycan Türkçesi ve Türkiye Türkçesi, içinde bulundukları bölgede yaşayan farklı ulusların dillerinden de etkilenmişlerdir. Azerbaycan Türkçesi özellikle Farsça ve Rusçadan etkilenirken, Türkiye Türkçesi Osmanlı döneminde Arapça ve Farsçadan, ilerleyen dönemlerde ise Batı dillerinden etkilenmiştir. Günümüzde her iki dil de çağın getirdiği zorunluluklar nedeniyle İngilizceden etkilenmeye devam etmektedir.
Dili oluşturan, geliştiren ve onu yaşatacak olan da insandır. Kimliğimizin, kültürümüzün ve tarihimizin bir parçası olan Türkçemiz öylesine geniş bir alana yayılmıştır ki, biz ancak bu coğrafyalardaki yabancı etkisinin azaltılmasıyla onu koruyabiliriz. Ancak bu, dilin ve toplumun uzun zaman diliminde içine sindirdiği yabancı kökenli kelimelerin atılması ya da dile yabancı kelimelerin girmemesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Çünkü bu, yapılması imkânsız ve dilin doğasına aykırı bir durumdur. Dilin de insan gibi yaşadığı, geliştiği ve değiştiği unutulmamalıdır. Yapılması gereken yabancı etkisinin dilin özüne saldırı şeklinde yoğunlaşmasını önlemektir. Kısacası, millî kimliğimizin mührü özelliğindeki dilimize son derece büyük bir kıskançlıkla sahip çıkmalı ve onu yabancı etkilerden korumalıyız. Entelektüel görünmek, bilgiçlik kuruntusuna saplanmak adına, yabancı kelime, terim, deyim ve atasözlerini kullanıp, ulu babalarımızdan bize miras bırakılan güzelim dilimizi ayaklar altına alırcasına aşağılamamalı ve onu katletmemeliyiz. Bunun için de kurumlardan çok toplumun bilinçlenmesi ve dilimize sahip çıkması, yeni nesilleri bu doğrultuda yönlendirmesi gerekmektedir. Dilimiz bize şanlı tarihimizin ve ulu babalarımızın hatırasıdır, bu hatıraya sahip çıkmak ise her Türkün en önemli görevi ve sorumluluğudur. Bu konuda özellikle yazarlara, şairlere ve basın mensuplarına büyük sorumluluk düşmektedir.
1970’li yıllardan beri Güney ve Kuzey Azerbaycan’da sevilen ve çok okunan birçok yazar ve şairi Türkiye okuyucusuna tanıttım. Nesillerin millî ruhunu yok ederek yön vermek isteyen Sovyet Rus İmparatorluğu(toprağı bol olsun)’na büyük darbeler indiren kardeş Azerbaycan’ın büyük şair ve yazarları, Azerbaycan Devleti’nin kurucusu merhum Mehmet Emin Resulzade, Bahtiyar Vahapzade, Memmed Araz, Halil Rıza Ulutürk, Hidayet Orucoğlu, Anar, Nebi Hazri, Memmed İsmail, Rüstem Behrudi, Kamil Efseroğlu, Mevlüt Süleymanlı, Güney Azerbaycanlı Şehriyar, Sehend, Savalan, Ali Azeri, Semed Serdarniya, gibi şahsiyetlerin tanıtılmasında ve eserlerinin Türk okuyucusuyla buluşmasında emek harcadım.
Manen hür olmayan insanlardan ve toplumlardan büyük şahsiyetler çıkaramazsınız; çünkü oradaki nesiller kul psikolojisi ile yetişirler. Azerbaycan sahası her on yılda bir kırılmasına rağmen hep manen hür oldu ve fırsatını bulunca da bağımsızlığını elde etti. Bu yolda büyük emek harcayan devlet kurucuları olan M. E. Resulzadeler, Nesip Bey Yusufbeyliler, Ali Merdan Topçubaşılar, büyük fikir ve sanat adamları Hüseyinzade Aliler, Üzeyir Hacıbeyliler, Ahmet Cevatlar, Hüseyin Cavitler, Mikail Müşfikler, 1937-38 yıllarında başlayan Stalin adlı celladın soykırımından ülkeyi ve halkı çok fazla hasara uğratmadan çıkaran Samet Vurgun gibi şair ve siyaset adamları, onların öğrencileri olan şahsiyetler ne yazık ki, Türkiye’mizde pek fazla tanınmamaktadır.
Aramızda coğrafî ve kültürel birliktelik vardır; ancak bazı farklılıkların olduğu da bir gerçektir. İşte bu farklılıkları ancak birbirimizi çok iyi tanımakla ortadan kaldırabiliriz. Bu tür eserleri hazırlayıp sunmanın asıl gayesi de bu olmalıdır.
Biraz da Türkiye Türkçesi’ne aktardığım eserin sahibi hakkında bilgi vermek istiyorum.
Akil Abbas’ı 1988 yılında eşimle Azerbaycan’a gittiğimde tanıdım. Ailece çok sevdiğimiz ve saydığımız, kendisine “emmi” diye hitap ettiğim Azerbaycan’ın büyük ve görkemli şairi Memmed Araz bizleri o zaman evine konuk ettiğinde Akil Abbas’ı tanımış sevmiştim. Akil Bey’in muhterem eşi İrade hanım Memmed Araz’ın büyük kızıdır. Bizler için tarihî bir anı olan o günü asla unutamam.
Akil Abbas Bey, Azerbaycan’ın füsunkâr beldesi, tarihî toprağı Karabağ’ın Ağdam bölgesindendir.
Akil Abbas, 1953 yılında Ağcabedi şehrinin Bayat ilinin Hacılar köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilini Ağdam’da alarak 1970 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesine girerek buradan mezun oldu. 1976-1977 yıllarında Ağsu bölgesinde öğretmenliğe başladı, 1977-1987 yılları arasında “Elm ve Heyat” gazetesinde muhabir olarak çalıştı.1987-1990 yılları arasında “Sovet Kendi” gazetesinde şube müdürlüğü görevini yürüttü ve 1990-1992 yılları arasında “Edalet” gazetesinde redaktör olarak çalıştı ve 1992 yılında gazetenin bağımsız olarak çıkmaya başlamasıyla birlikte genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Son Azerbaycan seçimlerinde siyasete atıldı ve milletvekili oldu, bu görevini halen yürütmektedir. 1986 yılından beri “Azerbaycan Yazıçılar Birliği”nin üyesidir.
Akil Abbas’ın şimdiye kadar “Evleri Köndelen Yar, En Hoşbeht (Mutlu) Adam, Batmangılınc, Çadırda Üzeyir Hacıbeyov Doğulabilmez, Dolu” adlı eserleri yayınlanmıştır.
Başta “Gızıl Gelem (Altın Kalem)” adlı ödül olmak kaydıyla birçok mükâfat kazanmıştır. 22. 7. 2005 tarihinde Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in imzaladığı kararname ile “Azerbaycan Cumhuriyeti Emektar Gazeteci” ödülüne lâyık görülmüştür. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Akil Abbas, Gözünü budaktan sakınmayan ve en son söyleyeceği sözü en başta söyleyen bir gazeteci, yazar ve siyaset hadimidir. Çok yakından takip ettiğim Azerbaycan edebiyatında, Karabağ savaşlarında Azerbaycan’ın kaybetmesinin gerçek nedenlerini şimdiye kadar Akil Abbas gibi kimse açıkça yazamamış, dile getirememiştir. Bana göre “Dolu” romanı Azerbaycan edebiyatında bir milattır.
Sevgili okuyucum, yapılan bir iş varsa orada mutlaka hatalar da olacaktır. Bu hatalardan kurtulmanın yolu da sizlerin objektif görüşlerinizi ve tenkitlerinizi bildirmenizden geçmektedir. Mükemmele ulaşmanın yegâne yolunun tenkitten geçtiği inancını taşımaktayım ve yapacağınız tenkitlerinizi kendime bir şiar olarak alacağımı bilmenizi özellikle rica ediyorum. Bu sebeple aktarma ile ilgili görüş ve tenkitlerinizi internet adresime yollamanızdan minnettar kalacağımı bilmenizi isterim.
Saygılarımla.
altayli_s@yahoo.com
Seyfettin Altaylı
22. 11. 2008
Gölbaşı-Ankara
“DOLU” EDEBİYATIN “KARABAĞNAMESİ”DİR Nizami CAFEROV
Azerbaycan Millî İlimler Akademisi Muhabir Üyesi, Milletvekili
Savaş edebiyatının özellikle savaş devrinde yazılıp oluşturulması taraftarıyım. Bu düşüncem konuya klâsik bakış açımdır. Biz birinci, özellikle de İkinci Dünya Savaşı devrinde oluşmuş edebiyatı biliyoruz. Neler dendiğinden ve neler yazıldığından haberdarız. Bir de savaş sonrası edebiyat vardır. Artık o savaş edebiyatı değildir, çünkü savaş edebiyatının duygusallığı, olayların kesin değerlendirilmesi, genel esasların belirlenmemesi, vatanseverlik duygularının güçlü, değerlendirmelerin zayıf olması, kısacası savaş konusunda ciddî düşüncelerin bulunmaması, bunun yerine savaşın ritmi, gidişatı, algılanması, hissiyatının yansıdığı edebiyattır. Savaştan sonra oluşturulan edebiyat ise artık savaşı genel çerçevesiyle düşünen, çıkarılan sonuçlara dayayan edebiyattır. Edebiyat burada artık genel şekliyle ele alınmaktadır. Bu konuda birçok defa düşüncemi belirtmişim. Karabağ savaşı veya resmî belgelerde yazıldığı gibi Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ savaşı devri… O devirde oluşan edebiyat pek fazla güçlü olmadı, çünkü bu devrin problemleri son derece fazla ve çeşitli idi. Yalnızca Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki anlaşmazlıkla bitmiyordu. Orada millî bağımsızlık hareketi, Sovyetler Birliği İmparatorluğu’nun darmadağın olması, etnik tartışmalar, sistemin çökmesi ve yerine neyin geleceği bilinmeyen bir devir… Bu çetrefilli durum da olayların asıl çehresini ortaya çıkarmaya engel oldu. Duygusallıklar da son derece karmaşıktı. Çünkü burada birçok taraf vardı ve bunlar da süreci etkiliyordu.
Savaş devrinde yazılan edebî örneklerin istatistiği elimizdedir ve bunların geneli gazetecilik alanına aittir. Buradaki özdeyişler ve heyecanlar daha fazla ve daha güçlüdür. Kahramanlıklar hep ön plâna çıkarılıyor ve o konuda fikir yürütülüyor; ancak işin ilginç tarafı savaş sonrası edebiyatı mutlaka savaş dönemi edebiyatına dayanmakta ve onun gazeteciliğine güvenmektedir. Kısaca, o devrin verilerinden faydalanmaktadır. Bir edebiyat, önceki edebiyatın varisidir. Elbette savaş sonrası edebiyatı, savaş devri edebiyatından, arşivlerden ve diğer resmî belgelerden faydalanabilir. Savaş devrinin edebiyatı neyi hazmetmişse, gazetecilik alanındaki bütün karmaşıklığı ile birlikte kendinden sonra gelen edebiyatın temeli olmaktadır. “Dolu” romanı bunun en bariz örneğidir.
Genelde Karabağ Savaşı ile ilgili olarak şimdiye kadar okuduğum ve pek fazla olmayan eserler içinde “Dolu” romanı kadar dolgun ve geniş bir eser okumadım. Benim düşünceme göre Akil Abbas’ın Karabağ bölgesinin toplumsal-siyasî, coğrafî ve sosyal muhitini çok güzel biliyor, bura insanının nelere muktediri olduğundan haberdardır ve bu da eseri daha farklı kılmaktadır. Akil Abbas, Karabağ’ın en tanınmış aydınlarından en şirret gençlerine varasıya kadar hepsini çok iyi tanıdığı için oluşturduğu sosyo-etnografik manzara son derece gerçekçi ve tahlilcidir. Eserde bütün detaylar en ince ayrıntısına kadar göz önünde bulundurulmuştur. Meydana gelen savaşın coğrafî-etnografik fonu veya oluşacak anlaşmazlıkların görüldüğü çevreyi çok iyi tanıdığı için her şeyi romanda kesin çizgileriyle tasvir edebilmiştir. Bu olaylar nasıl başladı, Dünyanın En Zengin Şehri akla hayale sığmayacak bir kolaylıkla düşman karşısında teslim bayrağını çekti! Romanın konusu bile, daha çok yazarın oluşturduğu manzaranın kendisidir. Yani eserin konusu, o manzarayı bütünleştirmekte, kesin çizgileriyle belirtirsek okuyucuyu konu peşine takıp götürmüyor, okuyucu konuyu takip etmiyor, süjelerde sürekli olarak bir mecburiyet oluşuyor. Romandaki konularda bir vecizelik hâkimdir. Sanki belirli bir süje ortaya atılıyor ve çıkan sonuç da o manzarayı tamamlıyor, ona yeni çizgiler kazandırıyor.
Bence bu eser daha çok karakterleri ifade etmektedir. Burada Dünyanın En Zengin Şehri’nin de, buraya edilen müdahalenin de kendine has karakteri vardır. Çünkü müdahale bir süreç olarak sunulmamakta, bir karakter olarak yansıtılmaktadır. Ayrıca Karabağ’ın işgalinin kendisi de, işgale yardımcı olanlar da bir karakter olarak takdim edilmektedir. Romanda karakterlerin birbirlerinden ayrılmasını değil birleşmesi sürecine şahit olmaktayız, dolayısıyla bu durum da gözümüzün önünde bir manzara canlandırmaktadır. Zaten herkesin gözünde bir Karabağ yarası yer etmiştir ve bu yara zaman zaman belirginleşerek bir eşzamanlılık (senkron) anına, bir kader yazgısına çevrilmiştir. Yazıda bir süreç yer tutmaz, daha doğrusu yazı sürecinin anlamla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Kullanılan süreç işin teknik yönüdür, romanda da bu özellik göze çarpmaktadır. Akil Abbas’ın önceki eserlerini de okumuşum, onlarda da durum aynıdır. Abbas, olayları elastikî olarak zihinlerimizde oluşturduğumuz manzaraya, yani Karabağ’ın işgali sürecine dâhil edebilmiştir. Bizler zaten Karabağ ve onunla ilgili olayları hukukî ve siyasî olarak değerlendirmede herhangi bir problemle karşılaşmamışız. Karabağ’da oluşan süreçlerle ilgili belgeler konusunda da kendi değerlendirmemizi yapmışız. Konu, devlet seviyesinde belirli bir değerlendirmeye tabi tutulsa da, edebiyatın yaptığı analizin bambaşka olduğunu Akil Abbas’ın romanını okuduktan sonra anladım; çünkü, devletin değerlendirmesinde insan faktörü göz önüne alınmaz, alınmış olsa da çok cılız kalmaktadır. “Dolu” romanında bu faktör, diğer taraftan maddî ve manevî değerlerimiz en ön plândadır. Bu değerlerimizin, Karabağ savaşlarında hangi rolü üstlendiğini yalnızca edebiyat ve sanat bir bütün olarak yansıtabiliyor. Kısacası, Dünyanın En Zengin Şehri karakterini devletin belgelerinde bulamazsınız, o, yalnızca edebiyatta geçer ve Akil Abbas da bunu becerebilmiş bir yazardır. Bu, Ağdam şehrine verilen en güzel değerdir. Bizim neyi kaybettiğimizi düşünmemiz konusunda en gerçek ifadeleri edebiyat dile getirmektedir. Bir an, Karabağ’da musikimizi, sanat icra eden sesimizi, kısaca romanda dile getirildiği gibi Kadir Rüstemov’un sesini yitirdiğimizi düşünecek olursak, bunu da ancak edebiyat dile getirebiliyor. Sonra bu roman edebiyatın da ciddî bir tarihi yansıttığını ifade etmektedir. Ayrı ayrı insanlar, örnek olarak Ağdam’ı savunanlar, onların ilginç kaderleri, hepsi bu romanda çok güzel tasvir edilmiştir. Romanda geçen kahramanlardan bazıları vaktiyle suç işlemiş, Akil Abbas o suçluluğun da anatomisini ana hatlarıyla ortaya çıkarmış, bu insanların neden suça yöneldiklerini de güzel bir şekilde sunmuştur. Ağdam şehrinde suç işlenmiş ve bu suçların bir hükümet bir de başka yönü var. Hükümetin suçladığı ve hapse tıktığı insanlar nasıl oluyor da Rusların aşırı desteğiyle Ermenilerin şehri işgal hareketine karşı en önce karşı koyuyor? Örnek olarak halk niçin o suçlularla birlikte omuz omuza çarpışarak kendini ifade etti!? Bu gibi soruların cevabı “Dolu” romanda vardır. Bu, Akil Abbas’ın en büyük buluntularından, daha doğrusu gerçekleri söylemek bağlamındaki keşiflerinden biridir. Her seferinde suçluların bulunduğu atmosfere yukarılarda pek de iyi sözler ifade edilmemesine rağmen halk ve çevre onlara dayanmakta, onlara güvenmektedir. Hatta resmî daireler de onlara önem vermek mecburiyetinde kalıyor. Yönetici kurumlar parçalanabilir, hâkimiyeti elde etmek için her türlü faaliyete yönelebiliyor, ancak suçluların oluşturduğu kurum parçalanmıyor ve hâkimiyeti elde etmeği göz önüne bile almıyor. Sanki onların genetik yapısında bağımsızlığı savunma vardır. Bundan dolayı onlar halkı savunma sorumluluğunu üstleniyorlar. Romanda göze çarpan en önemli öğelerden birisi budur.
Olaylar kendi akışına devam etse de At Belinde Olan Adam kendi iğrenç işlerini devam ettiriyor, aynı duyguyu evlatlarına da miras bırakıyor, onlar da şartlara göre bunu yaşatıyorlar. Bu durumda bile yine cezalandırılanlar aynı suçlanmış kurum oluyor, suçlulukla herhangi bir ilgileri bulunmasa bile. Hayat yine de onlar için son derece tezatlarla dolu ve çekilmez oluyor. Bu da şu anlamı taşıyor; halk, kendi ruhu ve benliği ile içinde yaşadığı devletinin kendine ait olmadığını anladığı anda ister istemez suça yöneliyor. Yani, halkın karakterini, millî benliğini, etnik gücünü, kısaca özünü yansıtan onun kendi devletidir. Bu da, romanda çok güzel bir dille işleniyor ve düşünülen devlet ortada bulunmadığı anda halkı suçlanan kesimin savunacağı ortaya çıkıyor. Onlar ölüme hazır güçlerdir. Kendi konumunu savunan At Belinde Olan Adam ve onun gibileri ise kendi menfaati peşindedir. Ne yazık ki, Ağdam’ı savunan suçlanan muhitin insanları ise dağınıktır. Ne kadar saf ve temiz olsalar da, suçluluğun deneyimleri de onlarda mevcuttur. İşte bu detaylar onların birleşmesine, el ele vermesine engel oluyor. Onlar yalnızca toplumun menfaati söz konusu olduğu zaman omuz omuza verebiliyorlar. Atılgan oldukları için verdikleri sözü tutup halkın kendilerine inanmasını ve güvenmesini sağlıyorlar. Erkeklik denilen ahlâka sahipler. Diğer taraf ise yalnızca kendi vasıfları doğrultusunda yürüdüğünden birleşemiyor. Eserin en başarılı yönlerinden birisi de yazarın olayların başladığı zaman oluşan şartları etnografik, sosyal, siyasî ve biyolojik yönden kesin çizgilerle ifade etmesidir. Halkın genlerinde bulunan bağımsızlıkla ilgili enerjinin daha çok suçlananlarda kendini göstermesi ve bu kurum vasıtasıyla anında yankı bulması ve halkın özünü ifade eden devlete duyulan istek romanda yansıtılıyor.
Roman, düşünce yönünden, diğer taraftan yazarın kendi dünyasının derinliklerinden kaynaklanan bir Türkçülük anlayışına sahiptir. Bu anlamda Akil Abbas’ın millî düşüncesi, Karabağlı ruhunu takdim etmesi, ayrıca Türkçülük anlayışı ile olaylara yaklaşımı son derece doğaldır. Hem de resmî görev yürüten karakterlerden, suçlu kurumun temsilcilerine kadar herkeste, daha doğrusu romanın tamamında çok rahat bir şekilde hissedilmektedir. Romanın başka bir yönü de şudur: Türkiye Türkleri Karabağ probleminde büyük rol oynadılar, bu bilinen bir gerçektir ve bu Türkiye’nin kardeşlik borcu idi. Türkler 1918-1920 yılları arasında da aynı misyonu yerine getirmişlerdi. Ancak romanda Türkiye’nin desteği ve yardımı birkaç tabakası olan büyük bir hasretle ifade edilmektedir. Yazar önce Türkiye’nin meydana gelen olaylarda Azerbaycan’a yardım ettiğini biliyor, ancak bu yardımın daha belirgin çizgilerle ve daha fazla olması gerektiğini düşünüyor. Bu durum hem yazarın, hem de karakterlerin hasretinde hissedilmektedir. Üçüncü katmanda ise yardımın az olmasına yazar biraz alaylı bir dille yaklaşıyor. Zannımca bu çok önemlidir, çünkü Türkiye’de bazı güçler olaylardan kendi gayeleri için faydalanıyorlardı. Bunu da tahlilci bir dille ancak yazar dile getirebilirdi. Bu durum, Karabağ’la ilgili olarak yazılan eserlerin hiçbirinde göze çarpmıyor.
Genelde eserde çok çeşitli plânlar vardır ve hiçbiri münferit olarak düşünülmemiştir. Onlar manzarayı, olayları çok iyi bilen ve onun içinde olan güzel bir yazarın eseridir. Bu sebeple bütün plânlar bir bütün teşkil etmektedir.
Eseri okuyup bitirince ondan doymadığını hissediyorsun ve etkisi sürüp gitmektedir. Bu da Akil Abbas’ın bir edebî yöntemidir. Bana göre nitelikli edebiyat, ne kadar inceliklere yönelse de, ne kadar tahlilci olsa da içtepilidir (empülsiv). Yani, düşünülen yeri geldiği anda söylenmeli ve yazılmalıdır. Sonradan yazılabilecek veya bunu devam ettirebilecek bir eser de yazılabilir, Akil Abbas da yeni bir eser yazabilir, ancak o bambaşka bir eser olur. Çünkü “Dolu” tam anlamıyla bitirilmiş bir romandır. Başı ve sonu arasında bir ahenk vardır. Hayat önce ne idiyse, sonunda da aynı duruma dönüyor, ortada yalnızca Karabağ yoktur. Ağdam’ın yerine Çadır Şehirleri ikame edilmiş, ancak önceki ilişkiler artık yok olmuştur, lakin o ilişkilerin yavaş yavaş kendi yoluna düştüğü de hissedilmektedir. Yani At Belinde Olan Adam’ın oğlu babasından tamamen ayrı ve yeni bir davranışla kendini gösteriyor, sen de okuyucu olarak bu ilişkilere uymaya mecbur oluyorsun. Kahramanlık bu defa cephede veya Karabağ’da değil, hapishanede satranç oyununda kendini gösteriyor. Yani Ağdamın yiğidi kendi yeteneğini bu defa satrançta gösteriyor.
Eser dar bir manzara ile başlıyor, yani Dünyanın En Zengin Şehri ile. Oradaki bütün manzarayı gözler önüne seriyor. Oraya gelen misafirlere kadar herkes kendi simasını sunuyor, kısaca dar bir Karabağ manzarası karşınıza çıkıyor. Sonra tecavüzler, karmakarışıklık, ahenksizlik, bunun oluşturduğu mücadeleler ve sonuçta Karabağ’ın kaybedilmesi… Kahramanlıklar, ardınca aynı bölgeye olan yaklaşım, dedikodu seviyesinde izah edilen ve Karabağ’ın, Karabağlılar tarafından savunulmaması, düşmana verilmesi… Büyük bir enerji ile Karabağ karakteri meydana getirilse de yazar o devirde Karabağ’ın savunulmasının imkânsızlığını gözler önüne seriyor. bütün bu konuları Akil Abbas bir yazar üslubu ile, vasıtacılık yapmadan işin içyüzünü ortaya çıkararak manzaranın, karakterin kendi ölçüsünün boyutunu takdim ediyor. Bu da, okuduğun şeyin hafızanda yer etmesini sağlıyor. İnsan kendisini olayların içinde zannediyor. Tenkitlerdeki, diyaloglardaki sözleri duyuyor gibi oluyorsun; doğal olarak bu da, bir yazarın tecrübesini ve gözlem yeteneğinin ürünüdür. Eserin sona ermesini takip oldukça geniş bir manzara insanın gözü önünde canlanıyor. Okuyucu bu dünyanın En Zengin Şehri’nin mahiyetini her anlamda tasavvuruna getirebiliyor ve neyi kaybettiğini çok iyi anlıyor.
Romanda özellikle vurgulanacak yön bana göre şudur: Yazar, kimseyi suçlu olarak görmüyor ve suçlamıyor. Kesin olarak bir gücü karşısına almıyor, göz önünde yalnızca bir manzara canlandırarak “Manzara bundan ibarettir” diyor. Hiçbir düşünce ileri sürmeden manzarayı olduğu gibi sunuyor. Bu da, doğru anlamda edebiyat demektir. Olayları günümüze taşımaması ve devam ettirmemesi önemli bir olgudur. O devri bütün gerçekleriyle birlikte yazarak, Karabağ’ın kaderinin devletin elinde olduğunu gösteriyor. Yazarın işi burada bitiyor ve konuyu devletin yetkisine havale ediyor. Eğer bu devri de yazmış olsaydı (Evet, eserde bazı göndermeler vardır. Örnek olarak Merhum Devlet Başkanımız Haydar Aliyev’e karşı yaklaşım, onun fikirleri vs.) eser ister istemez siyasî bir anlam kazanabilir ve edebiyat eseri olarak algılanamazdı.
Eser gerçekten tarifi imkânsız bir güç, istek ve samimiyetle kaleme alınmış. Bu konuda her türlü sahtekârlık edilebilirdi. Akil Abbas’ın bunlardan bir tanesine bile itibar etmemesi onu son derece başarılı kılmıştır. Eser, halkın ruhunu ifade ettiği için halka aittir. Romanı okuduğum zaman hem Akil Abbas’ın yazarlık anlayışına, hem de esere bir özgeçmiş olarak yaklaşımına hayran kaldım. Eserin bir Karabağname olarak yazıldığı, halkın yazdığı edebiyatın “Karabağname”si olduğu inancına kapıldım. Bu eseri ben son derece başarılı, samimî ve büyük bir genelleştirme ile tamamlanmış estetik bir örnek olarak kabul ediyorum. Bu sebeple de yazarı tebrik ediyorum.
Üzerinde gözyaşlarından başka hiçbir şeyi olmayan şehit analarına bağışlıyorum.
I. BÖLÜM
Gece yarısını az bir zaman geçmişti. Boğucu bir sıcaklık vardı ve böylesi bir sıcaklıkla sık karşılaşmayan şehir bunalıyordu. Tek bir yaprak bile kımıldamıyordu. Azıcık meltem oluşturan çınarlar da çırpına çırpına yorulmuşlardı. Aniden bu bulutsuz, açık, boğucu sıcaktan yıldızları da yorulup göz kırpmayan gökler birden bire gürüldeyip Dolu[1 - Karabağ’da yaşayan Türkler Rusların çok namlulu roketatarlarının fırlattığı mermiye “Dolu” diyordu.] nasıl vurduysa şehir irkilerek uyandı… Ve uyanır uyanmaz da kendini dışarıya dar attı.
… Her dolu yağdığında bu şehirde davullu zurnalı düğün dernek oluşurdu, elbette davulu ve zurnayı da dolunun kendisi getirirdi. Ancak dolu bağ bahçeye de, otomobillere de, pencerelerin camlarına da, fakirlerin fukara damlarına da, dışarıda yakaladığı insanlara da zarar vermesine rağmen halk yine de onu sevinçle karşılardı. Dolunun yağması beş veya on dakika sürse de bu kısacık zamanın tadı lezzeti damaklardan uzun müddet silinip gitmezdi.
Hasretle beklenen dolu başlar başlamaz davul ve zurnanın sesini duyar gibi herkes sevinçle dışarıya koşuşurdu. Dışarıya çıkar çıkmaz da dolu tutmayan bir tarafa sığınır, doluyla birlikte yayılan eşsiz baldıran kokusunu andıran bir kokuyu büyük bir hazla ciğerlerine çekip keyiflenir, avuçlarını dolunun geldiği göklere doğru tutarak bulutların arasından süzülen Tanrı ışığının seyrine dalarak, binaları, toprağı, ağaçları, pencereleri dövmesinden oluşan ve Tanrı’dan başka hiçbir bestekârın besteleyemeyeceği olağanüstü bu musikiyi dinlerdi.
Küçükler ise büyüklerin kızmasına, bağırıp çağırmasına bakmaz dolunun altında sevinçle zıplayıp durur, avuçlayarak topladıkları bu küçücük buz parçalarını birbirine fırlatır, arada bir de ağızlarına atarak şekerleme gibi emer, dolunun keyfini çıkarırdı. Geceleri de anneleri kaba etlerine tokadı yapıştırarak sırtlarına bardak atardı.
… Gece yarısını biraz geçmişti. Boğucu bir hava hâkimdi ve böylesi bir sıcaklığa alışmamış şehir bunalıyordu. Yaprak dahi kıpırdamıyordu. Azıcık meltem oluşturan çınarlar da çırpına çırpına yorulup takatsiz kalmıştı. Aniden bu bulutsuz, açık, sıcaktan yorulup yıldızları da göz kırpmayan gökler, birdenbire nasıl gürleyerek dolu yağdırmaya başladıysa şehir de ani olarak irkilip uyandı… Ve uyanır uyanmaz da kendini dışarıya attı.
…Ancak Dolu’nun sevincini tatmaya, getirdiği soyulmuş baldıran kokusunu ciğerlerine çekmeye, Tanrı’dan başka hiçbir bestekârın besteleyemediği bu olağanüstü musikiyi dinlemek için değil. Çocuklar bu Dolu ile oynayamıyordu, ağızlarına atıp şekerleme gibi ememiyordu. Bu Dolu’nun musikisi de insana haz vermiyor, beyinlere dolu gibi çarparak ruhunu eziyordu. Gökten dolu değil, Azrail yağıyordu. Kimi nerede yakalıyorsa orada da pençesine alıp eziyordu.
Sambocu Eldar’ı da gece nöbetinden döndüğü zaman Lenin Parkının başında yakalamıştı. Sabah görevine çıkan birliğin askerleri itfaiye arabasının da yardımıyla parça parça olmuş uzuvlarını bin bir güçlükle toplayabilmişlerdi. Ses sanatçısı Barat’ın eşini evin içinde hem de uykunun en tatlı anında yakalamıştı. Kendilerini kaybettiklerinden alelacele onu hastaneye ulaştırdıklarında kadının sağ kolunun evde kaldığını fark etmişlerdi. Elde edebildiğini içerek yatağına kalas gibi kapaklanmış Sarhoş Çapay sabahleyin uyandığında evin tam ortasında parçalanmamış bir dolunun saplandığını görerek:
–Bunu kim yolladı be!?-demişti.
Herkes bu Dolu’dan kurtulmak için başını alıp nere geldiyse kaçmak istiyordu. Arabası olanlar çoluk çocuğunu ona doldurarak şehirden uzaklaştırıyor ve köyün yolunu tutuyordu. Köyde falan hısım akrabası olmayanlar ise şehrin kenarında dolu tutmayan bir yerde ya arabada veya ağaçların altında geceyi geçiriyordu. Arabası olmayanlar ise çoluk çocuğunu evin en emniyetli yerine doğru çekiyor ve çaresizliğin ağırlığı altında yavrularının korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerine doğru bakmaya utanıyordu. Çoluk çocuğun bu korkulu bakışları, onları dışarıdaki dolunun uyandırdığı korkudan da beter sarsıyordu.
Ve bu Dolu, insanları aniden saldıran bir köpek gibi daima gece yarısını biraz geçtikten sonra, uykunun en tatlı anında yakalıyordu. Gecenin zifiri karanlığıyla birlikte, Dolu’nun beyinlere dolu gibi çarparak büyük bir gürültüyle patlayıp ruhunu yerle bir ettiği insanlar, fırtınanın sahile fırlattığı balıklara benziyordu.
Yine gece yarısını biraz geçmişti… Ve şehri Dolu öylesine dövüyordu ki, arabası olanlar çoluk çocuğunu arabaya atıp şehirden çıkarmaya çalışıyordu. Arabası olmayanlar ise yine çocuklarını evin en emniyetli yerine doğru toplayarak, ümitlerini çoktan beridir onları unutmuş Tanrı’ya bağlayarak, mahcubiyetlerinden dona kalmış yavrularının korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerine de bakmaya cesaret edemiyorlardı…
… Bu Sahipsiz Devlet’in bu Sahipsiz Evlatları, önü düşman, arkası ise hiçbir şeye dayanmayan siperin içinde silâhlarını en çok sevdikleri insanlar gibi bağırlarına basarak içleri kan anlayarak şehrin üzerine yağan Dolu’ya kederle, çaresizlikle bakıyorlardı.
–Allah’ım, sen yardımcımız ol!
–Allah’ım, sen bizleri koru!
Yarattığı dünyayı onun iradesi dışında yörüngesinden çıkaran insanlara hiddetlenmiş Tanrı artık yorulmuştu. Savaşta hayatını kaybeden bu suçsuz gençler gibi o da zamanından önce yaşlanmıştı. Çizgisini şaşırmış insanların yönünü tekrar doğru tarafa çevirmek için bir peygambere ihtiyaç olduğunu görerek melekleri yeryüzüne yollamıştı ki, bu peygamberi bulsunlar. Melekler de yeryüzünün altını üstüne çevirseler de Tanrı’nın istediğini bulamamışlardı. Sonunda Tanrı’nın yanına eli boş dönmekten korkan melekler tesadüfen gökyüzü gibi temiz, Zemzem pınarı gibi saf, gözyaşı gibi dupduru bir ses duymuşlardı. Ses sahibinin üzerine üşüşmüşler, sesini, kanından, ruhundan soyarak Tanrı’ya hediye götürmüşlerdi.
Ve artık kendi yarattıklarıyla uğraşamayan Tanrı gazabını yatıştırmak, biraz olsun yorgunluğunu gidermek istedikte Kadir Rüstemov’u dinliyordu. Bu ses, insanları mahşer meydanına toplayarak mizan teraziyi kurmasına, şeytanın da bayram etmesine engel oluyordu. Kadir Rüstemov’un sesi ruhuna öylesine sinmişti ki, ne Sahipsiz Evlatlarının, ne de onların ana ve bacılarının yakarışlarını duymuyordu. Ve bu Sahipsiz Evlatlar, kendilerine şah damarlarından yakın bildikleri Tanrı’ya yalvara yalvara şehrin üzerine yağan Dolu’nun nereleri dövdüğünü anlamaya çalışıyorlardı.
Peleng:
–Galiba büyük binayı dövüyorlar.
Evleri o binanın yanındaydı.
Qayret:
–Yok be, görmüyor musun merkezde patlıyor.
Drakon:
–O zaman bizim evlerimizi de dövüyor!
Bu Sahipsiz Devlet’in bu Sahipsiz Evlatları yalnızca sabah açıldıktan sonra bu Dolu’nun kimin anasını, kimin yavrusunu, kimin bütün ailesini mahvettiğini anlayacaklardı. Her şeyden, hatta yalvarmalarının semeresini görmediklerinden Tanrı’dan da ümitlerini kesmiş bu Sahipsiz Evlatlar hiddetlerinden parmaklarını, dudaklarını kemiriyordu. Bazıları katlanamıyor, siperden çıkarak haykıra haykıra fırlıyor ve karşı taraftan bağırıp çağırmadan onu nişan alarak atılan kurşunlardan birinin kurbanı oluyordu…
***
…Düşmanın dört beş kurşunla işini bitirdikten sonra hiddeti biraz olsun dinse de, sandıktaki otuz iki kurşunun tamamını karşıda atın üzerinde duran adamın karnına doldursa “offf” bile demezdi. Sanki atın üzerindekinin karnı kurşunları yemek için yanıp tutuşuyordu. Düşman olsun ne çıkar, onun da kendine mahsus bir güzelliği vardır; hiç olmasa dersin ki, karşımdaki düşman merttir ve senin kanını içmek isteyen, bundan müthiş bir zevk duyan bir düşmandır. Sen de ona göre tavır takınırsın. Karşında duran bu düşmanda o duyguları asla bulamazsın. Bu durum düşmanlığın kendinden de beterdi. Bu da insanın kendi içinde taşıdığı onulmaz bir hastalık gibiydi. Bu hastalıkla birlikte yaşamak mecburiyetinde idiler. Aynı gökleri, aynı toprağı, aynı kanı, aynı şehri paylaşıyorlardı. Aynı gökleri, aynı toprağı, aynı kanı birlikte bölüşseler de bu şehri aynı şekilde paylaşmamışlardı.
Birinin kısmetine dünyanın en zengin şehrinin pazarında et satılan küçücük bir dükkân düşmüştü. Şu karşıda atın üzerinde duran şahsın payına ise dedelerinden miras kalmış gibi neredeyse şehrin yarısı düşmüştü. Parti sekreterlerine, şehrin yöneticilerine, bilmem hangi kertenkelelere yaltaklık yapa yapa kendine de yaltaklık yaptırmasını başarmıştı. Atını sağa da dörtnala sürmüştü, sola da. Atın belinden hiç inmemişti. Şimdi de atın belindeydi, ancak eskisi gibi onu koşturamıyordu. Yalnızca o değil, hatta yaltaklandığı şehir yöneticileri de, reisler de atlarını artık eskisi gibi koşturamıyorlardı.
Dünya kendi yörüngesinden çıkmış, almış başını gidiyordu. Nereye gidiyordu…!? Kendi yarattıklarının yörüngesinden çıkardıkları bu Dünya’nın nereye gittiğini Tanrı bile bilmiyordu. Ve şimdi, kendi mihverinden çıkardığı bu insanlardan başını alıp bilinmez bir menzile doğru koşturan bu Dünya’da insanlar öyle bir hâle düşmüştü ki, içlerinde nefretten başka hiçbir şey kalmamıştı. Bu nefret simalarına aksetmişti, yüzlerinden zehir zıkkım yağıyordu. Mihverinden çıkarak hem kendinden, hem de Tanrı’dan başını alıp da kaçan bu Dünya’da bu şehir, bu şehrin insanları öylesine yaşlanmışlardı ki, sanki akıllarını kaybetmişlerdi. Bu hastalığa da en çok gençler tutulmuştu. Daha düne kadar savaşları hep sinema perdesinde seyreden bu Delirmiş Gençler kendilerini aniden bir savaş filminin ortasında bulmuşlardı. Elbette bu kendi istekleri doğrultusunda oluşmamıştı, onları bu savaşın ortasına zorla atmışlardı.
Bu dehşet kokan filmin senaryosunu dünyanın Büyük Devletlerinin Büyük Sarayları’nda yazmışlardı. Filmin rejisörlüğünü de Tarkovski’yi de, Tofik Tağızade’yi de kıskandıracak kimselere havale etmişlerdi. Bu rejisörler de, Büyük Devletlerin Büyük Sarayları’nda oturmuş çekilmekte olan filmin günlük yapımlarını seyrediyorlardı. Filmin figüranları ise ne senaryodan, ne de rejisörün yaptıklarından haberi vardı. Bu filmi daha önce seyrettiklerinden ayıran yegâne fark ise patlayan bombaların gerçek olmalarıydı. İnsanlar gerçekten de kurşunlanıyor, çocukların kafası kesiliyor, kadınlara gerçekten tecavüz ediliyordu. Bir de bu filmi daha önce gördüklerinden ayıran bir diğer fark bunun bir türlü sona ermemesiydi. Bunun sonu ufukta bile görünmüyordu.
Fazıl Bey’in sinema salonunda seyrettikleri bütün filmlerde bizimkilerin attığı (o zaman Ruslar da bizimkiydi, Ukraynalılar da, Letonyalılar da, hatta Ermenilerin kendileri de) her kurşunla bir Alman askerî karnını tutup yere devriliyor ve zavallı Almanların attığı kurşunlar ise hep karavana gidiyordu. Elbette bu Almanların nişan almadaki beceriksizliğinden değil, senaryoyu yazanlar da, yapımcılar da bizimkilerin hısım akrabasıydı. Seyrettiğimiz bu filmde ise bizimkiler artık Ruslar, Ukraynalılar, Letonyalılar, Ermeniler değil gerçekten bizimkiydi. “Holywood”un ve “Mosfilm”in ortak yapımı olan bu Film’de senaristler de, yapımcılar da Ermenilerin hısım akrabasıydı. Geçmişteki bizimkiler Ermenilere en pahalı ve yeni yapım silâhları verseler de, şimdiki zamandaki bizimkileri onların karşısında eli yalın bırakmışlardı. Bu Film’de fırlatılan bombalar bizlerin tepesine yağıyordu. Yakılan, yıkılan evler bizim, kafası kesilen çocuklar bizim, tecavüze uğrayan kadınlar bizim kadınlarımızdı. Bu Film’deki Almanlar bizdik.
Çarpışmaların birinde bizimkilerin eline bir Ermeni kızı düşmüştü. İntikam duygusu gözlerini karartan bizim delirmiş gençler ona tecavüze yeltenmişlerdi. Ancak korkudan tir tir titreyen zavallı kızın insanın kanını donduran yalvarışlı bakışları, henüz insanlığını tamamen kaybetmemiş O’nu harekete geçirmiş ve gençlere engel olmuştu. Yaralı bir şekilde aç kurtların eline düşmüş çaresiz, ümidini Tanrı’dan da kesmiş bu kıza tecavüze uğramasına bigâne kalamazdı. Hiç önemi yoktu, belki de bu kız günün birinde onu vuracaktı, ancak şimdi karşısında yarın kendini vuracak bir düşmanı değil, Tanrı’nın ondan imdat dileyen bir varlığını görüyordu. İntikam hırsıyla deli divaneye dönmüş gençler bu kızı kurşun yağmuruna tutsaydı belki de farkında bile olamazdı, ancak tecavüze uğramasını kabullenememişti. Kızcağızı çalılığın ardına atmak isteyen Delirmiş Gençleri durdurmuştu.
–Dokunmayın!
Tartışma başlamıştı.
–Onlar bizimkilere tecavüz edebiliyor değil mi!?
–Onlar Ermeni, biz ise değiliz!
O’nu iyi tanımayanlardan birisi:
–Eeey ne efeleniyorsun öyle?-Diyerek kızın üzerine doğru yürüdüğünde O, mermiyi namluya sürerek bağırmıştı:
–Kimin erkekliği varsa buyursun! Delik deşik ederim! Biz Ermeni değiliz dedim!!!
Yuvalarından fırlamış gözlerini gören gençler geri çekilmişti. Sonra kızın üzerinden soyulmuş elbiselerini tüfeğin namlusuyla kaldırarak üzerine atmıştı.
–Giyin! Çık git buradan!
Muz gibi soyularak anadan üryan hâle getirilen bembeyaz teniyle, yiyenin damağına müthiş bir lezzet sunacak bu kızcağız deminden beri mahrem yerlerini örten elleri titreye titreye elbiselerini alıp alelacele giyinmiş, ancak yerinden kıpırdayamamıştı.
–Çek git dedim sana!
Kulaklarına inanamayan kız yavaş yavaş geri çekilmeye başlamıştı ve korka korka sormuştu:
–Kardeş, adın ne?
–Senin kardeşinin… Çek git dedim.
–Hz. Abbas’a[2 - Hz. Abbas, Hz. Ali’nin oğludur ve üvey kardeşi Hz. Hüseyin’le birlikte Kerbela savaşında şehit oldu. Şiî (Caferî) inancına sahip Türkler Hz. Abbas’ı çok severler ve ona edilen veya verilen yemine kesinlikle uyarlar.] yemin veriyorum, adın ne?
Karabağ Ermenileri bizimkilere yemin vermek istediğinde Hz. Abbas’ın adını anıyorlardı. Onlar da, Karabağlıların Tanrı’dan daha çok Hazreti Abbas’tan çekindiklerini çok iyi biliyorlardı.
Kızın böylesine ağır bir yemin vermesi O’nu kızdırmıştı:
–Sana tecavüz edip kurşunlamadığımdan dolayı adım eşşoğlu eşektir! Defol dedim, kahpe!
Kız artık hiçbir şey sormadı, Ermeni köyüne doğru dönüp koşmaya başladı, asla da geri bakmadı.
Akşam kumandan Ermeni kızını bıraktığı için laf söylediğinde:
–Komutanım, ben kadın dâvâsı değil, toprak dâvâsı peşindeyim.
Şimdi O ve diğerleri toprak kavgasına tutuştuğunda at belindeki adam hiçbir şey olmamış gibi kendi keyfiyle meşguldü. Toprak kavgasına tutuşan ve bu uğurda canlarını feda eden vurgun vurmuş[3 - Vatan topraklarını koruyup savunmayı ülkü edinen, hiçbir şeyi olmayan ve yegane servetleri olan canlarını bu yola adayan gençler.] gençlerin her şeyini, hatta nişan yüzüklerini bile satarak onun da evini barkını, yurdunu yuvasını, ailesini, namusunu koruması onun umurunda bile değildi. Ve şimdi sırtlarına asker elbisesi değil kefen geçirmiş bu Vurgun Vurmuş Gençler siperde omuz omuza çarpıştıkları Musa’nın Bakû’de ayaklarının ikisi de kesilmiş annesinin doktoruna vermek için bin manat parayı bulamıyorlardı.
Atın Belindeki Adam bu Vurgun Vurmuş Gençlere hep yukarıdan bakmış ve onlara insan muamelesi bile yapmamıştı. Onların verdiği selâmı bazen iş olsun diye almış olsa da birçoğuna selâm bile vermemişti. Onlara sokak çocuğu gözüyle bakmış, horlamıştı. Yalnızca o mu, at belinde olanların tamamı her gününü pavyonlarda veya Hankendi’nde[4 - Dağlık Karabağ’da Gargar ırmağı sahilinde, Karabağ sıradağları eteğinde, Karabağ Hanı Penah Ali Han’ın oğlu Mehdikulu Han tarafından kurulan köy, Han tarafından kurulduğundan dolayı onun adına atfen Hankendi, Han’ın köyü adıyla anılmış ve 27 Nisan 1920 Bolşevik Rus işgalinden sonra oluşturulan Sovyet yönetimi tarafından 1923 yılında, Azerbaycan’ın Bolşevik Ruslar tarafından işgaline yardımcı olan Taşnak Partisi mensubu ve Türk düşmanı Stephan Şaumyan’ın adı verilerek Stepanakert olarak adlandırılmış, 1991 yılında Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla asıl adını tekrar kazanmıştır. Dağlık Karabağ’ın önemli şehirlerinden biridir ve Ermeni işgali altındadır.] Ermeni kızlarının koynunda geçiren, “bana neden ters ters baktın” diyerek anlamsız kavgalar çıkaran ve Fazıl Bey’in sinemasının arkasındaki caddeyi gladyatör meydanına çeviren bu gençler (O zamanlar bu gençler henüz delirmemişti, yani onları vurgun vurmamıştı), ne istediklerini henüz anlamış değillerdi. Aslında gençler bu dünyadan ne bekliyorlar onu dahi bilmiyorlardı. Dünya çok büyüktü ve bu kocaman dünyada bilmedikleri çok şeyler vardı. Bu kocaman dünyada bilmedikleri o birçok şeyi öğrenme arzusunda olmadıklarından dolayı kendi kafalarına göre takılıyorlardı. Toplumun onlara hangi gözle bakması umurlarında bile değildi. Çünkü onlar bu topluma da, onun kanunlarına da çoktan sırt çevirmişler, onlara tükürüp geçip gitmişlerdi. Bazen içine tükürdükleri kanunların pençesine düşüp birer birer dolaştıkları hapishaneler bile onları yıldıramamıştı. Korkularını analarının karnında bırakıp dünyaya gelmişlerdi. Ekseriyetinin iki adı vardı; birisi babalarının verdiği, diğerleri de Dede Korkut’un boy boylayıp soy soylamadan verdiği değil kendi kazandıkları ad idi. Bu adı da karakterleriyle, yumruklarıyla, dünyaya bakış tarzlarıyla, kendilerini savaş filmlerindeki kahramanlara benzetmeleriyle almışlardı.
Ve Şeytanın Evlatları dünyayı yörüngesinden çıkardığında, Büyük Devletlerin senaristleri, film yapımcıları, onları zorla iterek gerçek savaşlı Film’in tam ortasına attığında, onlara yukarıdan aşağıya doğru bakanlar ve dünyanın en zengin şehrinin keyfini sürenler aradan öylesine sıvıştılar ki, bu Film’de figüran rolünde bile görünmediler. Ancak onlar kendi gibilerini etraflarına toplayarak belki de, her şeyden daha çok kazandıkları adın şerefi için, pazarlarında atom bombalarının satılmasıyla övündükleri Dünyanın En Zengin şehrinin şerefini korumak için ileri atıldılar. Ve hiç kimse, yalnızca atın belinde dünyayı kurtarmış gibi kibirle duran bizimkiler değil, hatta bu Film’in Büyük Devletlerin Büyük Saraylarında yaşayan senaristleri de, yapımcıları da bunu beklemiyorlardı. Asalak zannederek yukarıdan baktıkları bu ipsiz sapsızların, topa tüfeğe karşı eli yalın hücum edeceğini ve yazdıkları senaryoyu bozacaklarını, Film’in yapımcılarını çok zor duruma düşüreceklerini, Film’i en kısa zamanda bitirmeğe engel olacaklarını, bin yıl yatsalar uykularına bile girmezdi.
Şimdi Atın Belinde Olan Adam, atın belinde değil Büyük Devletlerin Büyük Saraylarında yazılan Film’in senaryosunu bozan, yapımcılarını çok zor duruma düşüren bu Vurgun Vurmuş Gençlerin karşısında korkusundan küçük dilini yutarak baka kalmıştı. Her zamanki edasından bir eser bile yoktu. Yutkuna yutkuna hiçbir zaman kâle almadığı bu Vurgun Vurmuş Gençlere bakıyordu. Belki de şimdi şimdi insan gözünde görmeye mecbur olduğu bu Vurgun Vurmuş Gençlerden birisinin araya girmesini ve düştüğü zor durumdan kendini kurtarmasını bekliyordu.
Baktı, baktı, bu Vurgun Vurmuş Gençlerden hiçbirinin ona yardım etmek düşüncesinde olmadığını hissetti. Gençlerin suratından zehir zıkkım yağıyordu. Atın Belinde Olan Adam nerden bilecekti ki, onlar savaşın içinde değil, savaş onların içinde yaşıyordu. Artık onların damarlarında kıpkırmızı kan yerine kapkara bir nefret seli dolaşmaktadır. Bu nefret yalnızca düşman için değil, onlardan olmayanların tamamına aitti, hatta onlardan olmayan kardeşleri bile olsa, bu geçerliydi.
Zehir zıkkım tadında ekşi bir erik yemiş gibi yüzünü gözünü buruşturarak büyük bir merak içinde olayın sonunu bekleyen bu Vurgun Vurmuş Gençlerden yardım ummaya değmeyeceğini anlayarak sakin davranmaya çalıştı:
–Yahu kardeşler, bana öyle bir nazarla bakıyorsunuz ki, sanki ben de Ermeniyim.
Drakon:
–Sen Ermeni’den de kötüsün, deyyus oğlu deyyus!
Gençliğinde o da kimselerin önünde eğilmemiş, büzülmemişti. Durumu şimdi de o kadar kötü değildi. Teke tek kavgada belki de bu gençlerin birçoğunu alt ederdi, hatta Drakon’un kendini de. Ancak savaşın yamyama çevirdiği bu Vurgun Vurmuş Gençlere cevap vermek için son derece cesur olmak gerekirdi, o cesaretin de onda esamisi okunmuyordu.
Drakon, onun otuz iki kurşunun hasretini çeken karnına silâhın namlusunu dayadı:
–Çıkar pantolonunu!
At Belinde Olan Adam yıldırım çarpmış gibi irkildi:
–Ne diyorsun sen?
–Çıkar pantolonunu diyorum!
–Kocaman adamsın! Çok da ileri gittin!
–Çıkar pantolonunu dedim! Ya buradan don gömlek gidersin ya da seni kalbura çeviririm.
At Belinde Olan Adam gözlerini bile kırpıştırmadan afal afal etrafındakilere bakındı. Ancak bu Vurgun Vurmuş Gençlerden hiçbiri onun davetkâr bakışlarına cevap vermedi.
Birisi alaylı bir edayla:
–Şimdiye kadar o kadar insanı pantolonsuz bırakmışsın ki, şimdi sıra sendedir!
Bir canavar sürüsünün ortasına düşen kuzuyu andırdığını ve herhangi bir çıkış yolunun da olmadığını anladı. O çıkarmasa bu delirmiş gençler pantolonunu çıkaracaklar, artık o zaman kendini asmaktan başka yol kalmayacaktı; başladı yalvarmaya:
–Yahu neler diyorsunuz siz, ben yaşını başını almış bir insanım, hepimiz hısım akrabayız, çoğunuzun babasıyla tuz ekmek kesmişim.
Drakon söylediklerini unutmuşa pek benzemiyordu:
–Bizim hısım akrabalarımız seninkiler gibi Bakû’de keyif çatmıyor, siperlerde can veriyorlar. Çıkar pantolonunu!
–Yahu, beni de, kendinizi de rezil etmeyin! Ayıptır! Halkı üzerimize güldürmeyin! Para için insan böyle şeyler yapmaz. Parayı senin istediğini bilemedim, ne kadar gerekiyorsa birini yollayayım gidip getirsin.
Drakon nerdeyse silâhın namlusuyla karnını delecekti:
–Çıkar!
–Yahu bir azıcık saygılı ve gayret sahibi ol! Beni böylesine tahkir etme! Bu şehirde düşmanlık tohumu ekme!
Drakon:
–Gayretsiz senin neslindir! -Diyerek tüfeğin kundağıyla göğsüne bir tane indirdi.
Atın Belinde Olan Adam sendeledi ancak düşmedi, dengesini sağlayabildi.
–Başından büyük işlere kalkışıyorsun, Drakon! Benim pantolonumu çıkaran daha anasından doğmadı.
Drakon o anda adamın tepesinin üzerinden bir şarjörü boşalttı.
Atın üzerindeki adam kurşunların ona değdiğini zannetti ve kurşun yemiş gibi geriye sıçrayıp devrildi.
Drakon tüfeği karnına dayayarak bağırdı:
–Çıkar pantolonunu! –Yüzünde bir damlacık kan bile kalmamıştı.
Artık ölümü göze alan Atın Belindeki Adam tüfeğin namlusundan yapıştı:
–Çek tetiği deyyus! Neslini pantolonsuz bırakmaz isem yedi sülaleme lanet!
Drakon yanındakilere döndü:
–Çıkarın bunun pantolonunu!
Vurgun Vurmuş Gençler hemen Atın Belindeki Adamın üzerine çullandılar.
Deminden beri bir kenarda durarak olayları izleyen Peleng baktı ki, deliye dönmüş gençler adamın pantolonunu çıkarmaya çalışıyor, kendine hâkim olamadı. İlerleyerek akbabalara dönmüş bu Vurgun Vurmuş Gençlerin her birini bir tarafa itti:
–Yahu, ayıptır! Zaten olan oldu-diyerek Drakon’a yaklaştı; -Bu davranış senin biri bir yiğide yakışmaz! Vur öldür, ancak adamı rezil kepaze etme!
Drakon, Peleng’i bir kenara itti:
–Sen ne diyorsun be!?
–Diyorum ki, yeter, bırak gitsin. Erkek erkeğin pantolonunu çıkarmaz!
Drakon:
–Sen karışma!-Sonra yine Vurgun Vurmuş Gençlere emir verdi:-İşinize bakın.
Ancak Peleng geri çekilmedi ve yeniden gençlerin önünü kesti. Peleng’in ona meydan okuduğunu gören Drakon bu defa kendini kaybetti, kolundan tuttuğu gibi bir kenara fırlattı:
–Sana karışma dedim!?
Peleng düştüğü yerden kalktı, hiddetinden dudağını nasıl ısırdıysa dişinin geçtiği yerden akan kan çenesine doğru indi. Dudağının kanını emip yere tükürdü, elinin arkasıyla ağzını sildi ve yeniden araya girdi:
–Drakon, bırak gitsin dedim. Ben sana vurmak istemiyorum.
–Ulan enik, sen de mi adam oldun?
–Büyüğümsün, kardeşimsin, sana cevap vermiyorum, yoksa…
Vurgun Vurmuş Gençler, At Belindeki Adamı unutup onların arasına girdiler.
–Yahu bırakın, kocaman adamlarsınız, bir deyyus için kavga edip toplumu üzerimize güldürmeyin.
Drakon aklını kaybetmiş gibiydi ve hiçbir şey duymak istemiyordu:
–Yakına gelenin anasını ağlatırım! –Dedi ve Peleng’in gırtlağından yapıştı, -Yoksa ne…
Gırtlağını Drakon’un mengeneye benzeyen parmaklarından kurtarmaya çalışan Peleng artık tahammül edemedi:
–Yoksa ben senin pantolonunu…
–Hıı, benim!?
Drakon, Peleng’in gırtlağını bıraktı ve ona vurmak istedi, ancak Peleng daha atik davrandı. Ve Drakon hayatında birinci defa ilk darbeyi yedi. Bu ani darbeden dolayı kendini kaybetti, bir anlığa eli ile yüzünü tutarak kafasını salladı, sonra da bir canavar nasıl saldırırsa Peleng’e öyle saldırdı.
Biraz önce nerdeyse pantolonsuz kalacak olan At Belindeki Adam artık kendine gelmişti ve istihza ile her gün siperlerde sırt sırta vererek yatan bu yiğitlerin kendi yüzünden birbirlerine vahşicesine yumruk sallamasını seyrediyordu.
Edilen bütün küfürlere rağmen Vurgun Vurmuş Gençler yeniden onları birbirinden ayırmaya çalıştılar ve yeniden Drakon’un horoz sesi duymamış küfürlerini duydular. Birisi seslendi:
–Yahu bırakın da birbirlerinin etini yesinler.
Yüzleri gözleri kan revandı, hiçbiri teslim olmak istemiyordu, ancak Drakon Peleng’e galip gelmişti.
Bu anda birliğin bahçesine bir zırhlı girdi ve gelip kavganın yanında durdu. Birisi araçtan iner inmez haykırdı:
–Ne böyle durup bakınıyorsunuz be!? Aralayın!
–Komutan! Araya girene ana bacı küfrü etmişler.
–Aralayın dedim size!-dedi komutan ve kendisi kavga edenlerin arasına girdi.
Komutanın araya girdiğini gören Vurgun Vurmuş Gençler de atıldılar kavgacıların üzerine ve bin bir güçlükle onları birbirinden ayırdılar. Aralanır aralanmaz da her biri silâhını kaparak birbirine doğrulttular. Komutan aralarına girdi:
–İndirin silâhları, ahmaklar! İndirin dedim!
Drakon:
–Komutan çekil! Bu eniği delik delik edeceğim.
Peleng haykırdı:
–Eniğin sesi geliyor.
Komutan yapıştı ikisinin de silâhının namlusundan ve dayadı kendi böğrüne:
–O zaman beni vurun! Vurun be, itler! Çekin tetiği de içiniz rahatlasın! Neden çekmiyorsunuz?!
Drakon:
–Çekil komutan, vallahi sıkarım!
–Çeksene tetiği ne durmuşsun!? Çek ki, Ermeniler bayram etsin!
Drakon silâhını indirerek bağırdı:
–Peleng, ananı ağlatmasam kahpe çocuğuyum.
Peleng:
–Kimin anası ağlayacak görürüz. Sonuna kadar gitmeyen de kahpenin dölüdür.
Komutan:
–Kesin sesinizi! –Sonra bu Vurgun Vurmuş Gençlere emretti;-Alın bunların silâhlarını!
Hiç kimse bu emri yerine getirmeğe cesaret edemedi. Drakon’un canını almak mümkündü, ancak silâhını asla. Sovyetler Birliği’nin astığı astık, kestiği kestik döneminde bile Drakon açıktan açığa silâhla dolaşmıştı. Hiçbir Allah’ın kulu ona gözünün üstünde kaşın var diyememişti.
Komutan:
–Emrediyorum!
Peleng, gönülsüz bir şekilde emre uydu ve silâhı kendi teslim etti, ancak Drakon üç dört adım geri çekildi:
–Benim silâhımı alan daha anasından doğmadı! Yaklaşana sıkarım!
–Ver silâhı, dedim!
–Komutan, bu tüfeği bana sen vermedin, sen de alasın! Arabamı satıp gidip ta Tiflis’ten aldım.
Komutan emre uymaktan çekinen Vurgun Vurmuş Gençlere yeniden emretti:
–Alın silâhını!
Vurgun Vurmuş Gençler ilerleyince Drakon bir iki adım daha geri çekildi ve ağzından köpükler saçarak:
–Yaklaşanın…
Komutan:
–Sen Kur’an üzerine yemin ettin!
Drakon, bir engerek yılanının kuyruğu üzerinde doğrulup her an saldırıya hazırmış gibi beklemesini andırıyordu:
–Ben toprağımızı korumak için yemin etmişim, silâhımı sana vermek için değil!
At Belinde Olan Adamın vücuduna saplanmış bin bir tane diken yavaş yavaş çıkmaktaydı. Bundan büyük bir lezzet duyuyor ve içinde “Hadi, gebertin birbirinizi it oğlu itler!” diyordu.
Komutan daha da sertleşti:
–Hapsedin bunu!
Drakon:
–Beni mi? Biçerim hepinizi! –Dedi ve bahçe kapısına doğru yöneldi. –Tüküreyim hepinize, ben yokum! Peleng, sen yoksun! Sen ölüsün artık!
Birlikte olan yaşlılardan birisi:
–Komutan, bırak gitsin. Birazdan hiddeti geçer. Onu da anlamalıyız. Gözünün önünde öylesine yiğit bir kardeşini vurup şehit ettiler.
Vurgun Vurmuş Gençlerden bir haylisi de Drakon’un ardınca gitti. Onların tamamı Drakon’a duyduğu sevgi için birliğe gelen milislerdi. Onları gören Drakon geri dönerek hiddetle haykırdı:
–Siz nereye be! İt herifler! Dönün geriye!
Drakon gitti, birliğin bahçe kapısından çıktığı anda bir şarjör mermiyi havaya boşalttı.
Komutan hiddetten yaşarmış gözlerini sildi. Nefesi sıklaşmıştı, oksijen alamıyor gibiydi. Son zamanlarda sinirlendiğinde bu hep oluyordu. Bir hayli öksürdü, nefes yollarını açıyor gibiydi. Biraz sakinleşti, sonra Peleng’e sordu:
–Niye boğuşuyordunuz?
Peleng, kafasıyla At Belinden İnmiş Adamı gösterdi ve Komutan onu şimdi şimdi gördü, etrafındakilere sordu:
–Bu burada ne arıyor?
Vurgun Vurmuş Gençler:
–Drakon dedi ki, gidin arabanın bagajına tıkıp getirin, biz de getirdik. Ancak acıdık bagaja tıkmadık.
–Niçin?
Peleng:
–Pantolonunu çıkarmak istiyordu, ben de engel oldum.
Komutan kulaklarına inanamadı. Drakon’un, yılan gibi topladığı zenginliğin üzerinde kıvrılıp yatan, evi barkı yerle bir edilenlere yardım etmeyen yüksek görevli adamlardan hoşlanmadığını, sık sık onları rahatsız ettiğini, hatta bazılarına sutyen yolladığını biliyordu. Bu görevlilerin milis birliğine gönüllü olarak yardım etseler de bazılarının Drakon’un korkusundan yaptığını iyi biliyordu. Ancak Komutan, bindiği zırhlı arabayı kolhoz başkanının kendi arzusuyla değil, Drakon’un korkusuyla satın alıp ona verdiğini bilmiyordu. Bu tür şeyler yüzünden birkaç defa Drakon’u azarlamıştı bile. “Kimseyi buna mecbur etmemek gerekir, halk bize kötü gözle bakıyor” demişti.
Drakon da hep bu cevabı vermişti:
–Komutan, bu paraları adamların kendisi darp etmiyor ya! Hepsini bu halkın cebinden çıkarmışlar! Savaşacak cesaretleri yoksa da canları çıksın şimdi biraz millet yolunda harcasınlar.
Drakon’dan bu tür şeyler beklenebilirdi. Birisini dövebilir, birini cezalandırabilir, birini arabanın bagajına tıkabilir, uf bile demeden birini öldürmek bile onun için bir yudum su içmek gibi bir şeydi, ancak birinin pantolonunu çıkarmak… Buna, onun kabul ettiği kanunlar bile izin vermiyordu. Bu sebeple Komutan hayret etti:
–Neden?
–Para istemiş, vermemiş…
Vurgun Vurmuş Gençlerden birisi Peleng’e kızarak:
–Sen de bilmediğin şeye burnunu sokma. Öyle değil Komutan. Dün Musa’ların evine roket mermisi isabet etmiş, anasını Bakû’ye götürdüler, kadının ayaklarının ikisini de kesmişler. Sabahın erken saatlerinde Musa telefon açmış ve doktorların bin manat[5 - Azerbaycan para birimi.] para istediklerini söylemişti. Drakon da yolladı ve gidin ondan alın dedi. Biz de gittik vermedi. Drakon da sinirlendi ve gerisini de siz duydunuz.
Komutan, hep At Belinde Olan Adam’ı baştan ayağa değil, ayaktan başa doğru şöyle bir süzdü, sonra da öksürüp ciğerinden çıkan balgamı adamın suratına fırlatmaktan son anda kendini tutabildi ve yere tükürdü:
–Yahu sen ne kancık adammışsın be! Bakû’den gelen yüksek rütbelilerin kıçını yalıyorsun, kendininkine geldikte beş manata acıyorsun?!
Drakon’un elinden bin bir güçlükle kurtulan adam yeniden kırk arşınlık kuyunun dibine yuvarlandı. Kendini haklı çıkarırcasına:
–Komutan! Seyyid Lâzım Ağa’nın[6 - Azerbaycan Türkleri tarafından “Et Ağa” şeklinde de anılan, son derece saygı gösterilen seyit.] ceddine yemin olsun bilemedim. Her gün o geliyor bana para ver, bu geliyor par ver, ben kopoğlusu ne bileyim kim kimdir. Bana sizin istediğinizi demediler ki!
Komutan baktı ki, hiddeti onu esir alarak ardınca çekip sürüklüyor ve böyle giderse elinden bir kaza çıkacak. Zaten adları kötüye çıkmıştı. Hükümet onları Ermenilere değil de kendine düşman olarak görüyordu ve bu gönüllü taburları halk nazarında iki paralık etmek için elinden ne geliyorsa onu yapıyor, haklarında yüzlerce şayia yayıyordu. Geceleri Dolu başladığında yavrularını alıp canlarını kurtarmak isteyenler kapılarını bile kilitlemeye fırsat bulamıyordu. Sahipsiz ve kapısı açık bırakılmış evler hemen her gece yağma ediliyordu. Sabahleyin dönüp de evlerinin yağmalandığını görenler şikâyet bile etmiyorlardı. Kime şikâyet edeceklerdi ki, milis güçleri siperde, yönetici siperde idi. Hükümet de, şehirde meydana gelen yağma ve hırsızlık olaylarının tamamını milis birliğinin üzerine yıkıyordu. Onların da ne ellerine Kur’an-ı Kerim’i alıp ev ev dolaşarak yemin etmeğe zamanları vardı, ne de hevesleri. Kafaları savaşla meşguldü.
Bu tür söylentilerden dolayı bıkıp usanan Komutan bir gün şehir yöneticisinin önüne çıktı:
–Reis, dışarıdan gelen hırsızlar şehirde girmedikleri ev bırakmadılar. Hükümet de bu tür olayları bizim boynumuza yıkıyor. Ya bunları önlersin veya kötü şeyler olacak!
–Komutan, vallahi gücüm yetmiyor. Ermenilerle mi çarpışayım, yoksa bu şerefsizlerle mi uğraşayım bilmiyorum. Bir değil, iki değil, kocaman bir şebekedir. Komşu şehirlerde yaşıyorlar ve buraya gelerek halledip sıvışıyorlar. Bu şehirlerin yöneticilerine durumu anlatıyorum, diyorlar ki, hırsızlık senin şehrinde oluyor, canın çıksın kendin bul. Söyle bakayım şimdi ben ne yapayım, Ermeniyle mi çarpışayım, hırsız mı arayayım, ne halt edeyim?!
Komutan gerçekten Reis’in böylesi bir kargaşada, hercümerçlikte meydanı boş bulan hırsızlara gücünün yetmediğini anlamıştı. Ve hırsızlara haber yollayarak demişti ki; biraz insan olsunlar… Ancak hırsızlar onu dinlememişti.
Komutan bir daha onları uyarmıştı:
–Beni havsaladan çıkarmayın!
Hırsızların reisi de ona mukabil haber yollayarak demişti ki; “Elinden geleni ardına koma”.
Bu cevabın alınmasından on-on beş gün sonra, hırsız çetesinin lideri ağzından kurşunlanmış hâlde Lenin Meydanı’nın ortasına atılmıştı. Hatta elini bileğinden keserek göğsüne bırakmışlardı. Halk bir anda etrafına toplanmıştı:
–Seni vuranın eline kurban olayım.
–Kadın donu çalan deyyus.
–Geber şimdi.
Komutan biraz onlardan uzakta Drakon’la yan yana durmuş halkı seyrediyordu.
Şehrin Reis’i ona yaklaşarak usulca:
–Komutan, hiç olmasa bu deyyusun cesedini Ermenilerin tarafına atsaydınız.
–O zaman başkalarına ders olmazdı. Bırak halk kimin kim olduğunu anlasın.
–Komutan, ifşa edilemeyecek bir işi yükledin boynumuza, olayın failini bulmam için gırtlağa çıkarıp asabımı bozacaklar.
Drakon şimdi yeni hükümetin eline koz vermişti. Hükümet birinin üstüne binini de ilâve ederek At Belinden İnmeyen Adamı götürüp milis taburunda dövdüklerini ve parasını aldıklarını bilmem neleri, neleri şehre yayacaktı. Komutanın gözünün önünde bu canlanıyordu, yoksa memnuniyetle bu herifin pantolonunu kendisi çıkarıp kafasına geçiriverirdi. Sinirine hâkim oldu:
–Atın bunu dışarı!
Vurgun Vurmuş Gençler At Belinden İnmeyen Adamı bir anda karga tulumba ederek kapıdan dışarıya fırlattılar.
Ömür boyu başkalarını tahkir eden, onlara bin bir hakaret eden adam, şimdi kendisi aşağılanmış bir şekilde “hesabı sonraya kalsın” diyerek işyerine döndü.
Komutan yine öksürmeye başladı, hiddetten kafası kazana dönmüştü. Sinirlendiği zaman hep iki bardak demli çay içerdi. İçtiği bu iki bardak çay yalnızca onun hiddetini yatıştırmıyor, aynı zamanda ağrılarını da dindiriyordu. Yüzünü çayhaneye döndüğünde ceviz ağacının altında durarak deminden beri olayları şaşkınlıkla izleyen yabancı birine takıldı ve yine zıvanadan çıktı…
…Olmuyor, olmuyordu..! Ne kadar uğraşsa da göklerden yağan belâ ateşinin içinde vurgun vurmuş bu gençleri asker yapmak, onlara askerî düzeni aşılamak mümkün olmuyordu. Buna zaman da yoktu. Diğer taraftan defalarca Savunma Bakanlığı’na başvursa da gençlere talim yaptırmak için birliğe profesyonel subaylar yollamıyorlardı. O da, ortaokul ve lisede askerlik dersi veren öğretmenlere yalvararak birliğe eğitim vermek için getirmişti. Aslında onların da çoğu uzman değildi, yalnızca askerlik hizmetini yapmış kimselerdi. Yine de sağ olsunlar, çocuklara az çok silâhları söküp yağlamayı, temizlemeği, kurşun atmayı öğretebiliyorlardı.
Önceleri taburun bahçesinde iğne atsan yere düşmezdi. Buraya kendini göstermeye, Vurgun Vurmuş Gençlerden duyduklarının üstüne binini de ilâve ederek, orada burada kendileri yapmış gibi anlatma düşüncesiyle gelenlerin sayısı, savaşmak için gelenlerden kat kat fazla olurdu.
Buraya İmaret diyorlardı. Savaş başlayana kadar “Karabağ” futbol takımının stadyumu olduğundan dolayı buraya yönelenler sanki bir futbol maçını izlemeye geliyordu. Komutan buna engel olmak için çok eziyet çekmişti. Hatta üç dört defa birkaç kişiyi pataklamıştı bile, ancak yine de engel olamıyordu. Kimseleri içeri bırakmaması için kapıya nöbetçi de dikmişti, lakin yine de çiti, duvarı aşarak içeri girenler oluyordu.
–Nöbetçi!
Nöbetçi koşar adımla geldi.
–Buyurun, Komutanım!
–Bunu kim içeri bıraktı!?
Nöbetçi korkarak:
–Bakû’den gelmiş, gazetecidir, sizinle konuşmak istiyor.
–Nöbetçinin görevi ne?
–Birliğin bahçesine yabancıları sokmamak!
–Hadi git kendi komutanına söyle seni yirmi dört saatliğine ceza evine kapatsın.
–Oldu, Komutanım!
Komutan:
–Bu gazeteciler de, umduğu her şeyi burada bulacağını zannediyor. Yahu kardeşim, buraya dalından ceviz dökülmüyor, bomba yağdırılıyor, bomba… Pekâlâ, gel bakalım.
Çayhaneye doğru yöneldi, gazeteci de onun ardınca. Kahvedekiler hemen saygı işareti olarak ayağa kalktılar, Komutan eli ile oturmalarını işaret etti. Bir masada domino oynuyorlardı:
–Kaldırın onu, kim domino oynamak istiyorsa varıp gitsin kendi viranesinde oynasın. –Sonra gazeteciye döndü; -Otursana be adam, kolundan tutarak mı oturtacağım?
Belki de hayatında ilk defa böylesine sert bir şekilde karşılanan gazeteci şaşırmıştı, çekine çekine oturdu. İki demlik çay getirdiler, birini özel olarak Komutan, diğerini de konuk için. Komutan önce konuğa, sonra da kendine çay koydu:
–Çayını iç. Kusura bakma, limonumuz yok, çölün düzündeyiz.
–O anda gazeteciye ekşimekle iyi bir şey yapmadığını anladı. Gelen misafirdi ve bu zavallının ne suçu vardı, gülümsemeğe çalıştı: Kafana takma. Günlerimiz böyle geçiyor. Milleti Ermeni’nin karşısında eli yalın ve aciz bırakmışlar. Kimsede havsala kalmamış. Hoş geldiniz, sizi dinliyorum.
Gazeteci biraz olsun rahatladı.
–Sizinle röportaj yapmak istiyorum.
–Sevgili dostum, geçen gün bir kahpe gelmiş. En kutsal varlığı olan canını vererek şehit olan yiğitler bir tarafta kalmış, düşmüş şehre o sokak senin, bu cadde benim. Nerede bir kilitli kapı varsa hepsini çektirmiş. Dün televizyonda seyrettim. Halk şehri bırakıp kaçmış-diyordu. Saçından yakalayıp pisliğin ortasına daldıracaksın ve diyeceksin ki, peki Ermenilere engel olanlar kim? Hükümet mi? Yoksa senin baban mı? Kim kaçmış be kahpe, nereye kaçmış?! Şu köşede gördüğün okulda derse giren öğrencileri Amerika’dan mı getirdiler?! Olmadı be dostum..! Bari bırakın öldüğümüz yerde rahat can verelim. Ermeni bir taraftan, hükümet bir taraftan, siz de bir taraftan. Heey, oradan Gayret Dağarcığı’nı sesleyin. Hükümet yoktur beyim. Var, ama kim için, kendileri için. Hükümet hükümet olsaydı, aklımız arkamızda kalmadan savaşmamız için kadını, çoluk çocuğu çoktan buradan çıkarmalıydı. İnsan ne kadar dayanabilir!? Gece siperdesin, sabah gelip bir bakıyorsun roket düşmüş ocağına, evini barkını, aileni parça parça etmiş. Bu yöneticileri dünyaya anneleri getirmiş de, bizleri inek mi doğurmuş?! Sizinkiler çocuk da, bizimkiler ecinni mi?! Ailelere ne kadar ısrar etsem de, mecbur bıraksam da çocuklarını şehirden uzaklaştırmıyor, kendilerine, gururlarına yediremiyorlar. Ayıptır diyorlar; ama roket ayıp falan dinlemiyor be, dinlemiyor! Gece burada mıydın?
–Buradaydım.
–Atılan roketi gördün mü?
–Gördüm.
–Donuna kaçırmadın değil mi..?
… Gece Dolu fırlatılmaya başladığında ilk patlamada bina öylesine titredi ki, zelzele olduğunu zannetti. Yattığı yerden fırladı ve don gömlek kendini pencereden dışarıya attı. Ev sahibi ise onun pencereden kendini dışarıya atışını seyrederek güldü. Önce çocuklarını bodruma indirdi, sonra dönüp onun pantolonunu aldı ve bahçeye çıkarak üzerine attı:
–Al giyin! Ayıptır. Ermeniler aniden gelirse rezil oluruz bu halinle.
Titreye titreye sordu:
–Ne bu?
–Şekerlemedir, Ermeniler atıyor.
Ev sahibinin böylesine sakin ve temkinli olması bile onun titremesini durduramadı. Ev sahibi misafirinin müthiş bir korku duyduğunu, neredeyse delirmek haddine geldiğini hissedip bir bardak votka getirdi:
–Al iç! Al, utanma. Biz de önceleri böyle oluyorduk.
Votkayı bir nefese dikti, aldığı soğanı da elma gibi ısırdı. Votka onu biraz sakinleştirdi. Ancak Dolu dindikten sonra tekrar eve dönmeye çekindi ve bahçedeki kütüklerin birinin üzerine oturdu.
–Bir bardak daha…
Ev sahibi gidip bir bardak votka daha getirdi ve güle güle:
–İt oğlu itlerin votkası roketin ilacıdır.
İkinci bardaktan sonra kendine gelerek sordu:
–Peki çocuklar için korkmuyor musun?
–Korkmaz olur muyum? İnsan değil miyim? Eşime git köye diyorum gitmiyor, seni bırakıp nereye gideyim diyor. Çocuklar, anamız gitmiyorsa biz de gitmiyoruz diyor. Şimdi bu halkın neler çektiğini anlıyor musun..!?
…Geceyi yeniden hatırlayan gazeteci:
–Gerçek şu ki, çok korktum.
Bu anda askeri elbisenin içinde adeta kaybolan, elindeki tüfekten en fazla iki üç karış uzun olan esmer tenli bir çocuk yaklaşarak asker selâmı verdi:
–Yoldaş Komutan! Asker Gayret Dağarcığı, emrinizi bekliyor!
–Yaklaş bakalım! Bunun kaç yaşında olduğunu biliyor musun? On beş. Siperden çıkaramıyorum. On defa kovdum, gittim baktım yine sipere yatmış. Artık kovmuyorum.
–Gidebilirsin.
–Oldu! –Diye Gayret Dağarcığı yine asker selâmı vererek dönüp gitti.
–Bunları konu edinin, bunu yazın be! Niçin arayıp beş altı kapalı kapıyı çekerek götürüp televizyonda gösteriyor, herkes kaçmış diye gürültü koparıyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Ermenilere sinyal yollayarak, şehir boşalmış, korkmayın mı demek istiyorsunuz?
–Ben o hanımın çektiklerinin suçunu üstlenemem.
Komutan soğumuş çayını alıp yere serpti ve bardağına yeniden çay koydu, bir yudum içerek sözlerine devam etti:
–Git söyle! Git o doktoru bul, o şerefsizi ifşa et. Yaz, de ki, birisi canını veriyor, diğeri de canını veren yiğidin anasından para istiyor. Zakir Fahri’nin nişanlı kardeşi Kamil’i Ermeniler Nahçıvanik’de diri diri yakmışlardı. Annesi, kardeşleri saçını başını yolup ağlarken 18 yaşındaki bacısı hışımla ortaya çıkarak ağlayanlara ne dedi biliyor musun? Dedi ki, “Bunu Dünyanın En Zengin şehrine düğüne mi yollamıştınız? Düğünde sarhoş olup, kavga edipte mi bıçaklayarak öldürmüşler?! Yoksa düğünden çıkarken trafik kazasına uğrayıp da mı canından olmuş? Bunu millet yolunda ölüme yollamıştınız, o giderek can vermiş, artık ne diye kendinizi helak ediyorsunuz?!” Hayır, bunları yazmazsın. Biliyor musun gidip de ne yazacaksın?! Öylesi yiğitler bir tarafta kalacak, demin gördüklerini yazacaksın. Yazacaksın ki, Halk Cephesi mensupları eşkıyalık yapıyor, görevlileri soyup soğana çeviriyor, birbirlerini öldürüyor; çünkü senin hükümetin bunu istiyor.
Gazeteci kafasını hayır anlamında salladı:
–Komutan, ben hükümetin gazetecisi değilim, eğer olsaydım, hükümetin görevlendirdiği adamın yanına giderdim, buraya gelmezdim.
–Al çayını iç. Gücenme, gerçek budur. Bakû’de yaşıyorsunuz ve buradan haberiniz yok. İnsanlar deli gibidir, söylenen her söze kızıp kendilerini kaybediyorlar. Gazetede çıkan normal bir yalan, insana Ermeni kurşunundan daha beter işliyor. Dünkü o programdan sonra şehir halkı isyanlardaydı. Eğer ben engel olmasam gençler gidip onu saçlarından yakalayıp stüdyonun önünde yerlerde sürüyeceklerdi. Röportaja gelince… Dostum bilirsin, savaşta üç tip insan vardır. Çarpışanlar, tankın üzerinde fotoğraf çektirenler, bir de röportaj yaptıranlar. Bu büyüklükteki şehirde iki tank vardır. Birisini şehir halkı para toplayarak satın aldı ve Karaağaç mezarlığında Ermenilerin önünü keserek bu tarafa geçmelerine engel oluyor. Diğerini de devlet başkanı Ayaz Muttalibov kendi adamlarına yollamış, galiba bizler, Sovyetler Birliği’nin düşman olarak beynimize kazıdığı Almanlarız. O tank, Beyaz Saray’ın karşısında bekleyerek içindekileri biz Almanlardan koruyor. Fotoğraf çektirmek içindir, istiyorsan git birisini de sen çektir. Bizim taburdakiler savaşçıdır, fotoğraf çektirenlerin yerini de gösterdim. Röportaj verenler de Beyaz Saray’dadır, gece olur olmaz kaçıp gidiyorlar komşu Berde şehrine. Hatta öylesi var ki, Berde’den bu tarafa doğru bir adım bile atmıyor. Şoförleri gelip bizim izin kâğıtlarımıza mühür basıp gidiyor.
–Bunlardan haberim var.
–Haberin var, gidip yazsana, neden yazmıyorsun? Dostum, Nietzsche diyor ki…
Nietzsche’nin adını duyan gazeteci-aslında kendisi de onu okumamıştı, yalnızca adını duymuştu ve bir de Hitler’in onu çok sevdiğini biliyordu-hayretini gizleyemedi.
–Siz Nietzsche’yi okudunuz mu? Bana dediler ki, sizin yüksek tahsiliniz yok.
–Yüksek okullarda Nietzsche’yi okutuyorlar mı? Bir de sana şunu demek istiyorum, kim benim yüksek tahsil yapmadığımı söylemiş? Yüksek tahsilim var. Biliyor musun hocam kim olmuş!? Elçibey!
–Üniversitede okudunuz mu?
–Hıı! Altıncı kampta Elçibey bana yarım sömestr hocalık yaptı. Birisi Bey’i kırdığı için kafasını klozete soktum, okuldan atıldım ve diplomayı gidip Kalım şehrinde aldım. Ne diyordum, hıı. Dinle, Nietzsche diyor ki, öleceğim, beni bu toprağa gömeceksiniz ve bu toprağı benim için daha çok seveceksiniz. Şimdi bizler ölüp gidiyoruz ancak sizlere bu toprağı sevdiremiyoruz! Sizin bu toprağı sevmeniz için şu gördüğün milletin yarısı ölüp gitmelidir. Elbette sevip sevmeyeceğinizi Allah bilir. Ne ise… Kusura bakma dostum, hem başım ağrıyor, hem de işim çok.
Komutan soğuyarak biraz daha koyulaşmış çayı bu defa yere dökmedi ve alıp su gibi kafasına dikti, sonra da ayağa kalktı.
–Şimdi bana röportaj vermeyecek misiniz?
–Neden vermeyeyim, vereceğim dostum.
–Peki ne zaman?
–İnşallah Hankendi’nde! –Dedi ve çaycıya döndü; -O şairi bulun, sabahleyin buralarda miskin miskin dolaşıyordu. Konuğu ona teslim edin.
Bir kenarda durmuş Şair onlara doğru ilerleyerek:
–Buradayım Komutan.
–Ayık mısın?
–Komutan, bir kafa ayıksa ve sarhoş değilse kökünden kes, fırlat gitsin. Şaka yapıyorum, senin korkundan buralara sarhoş mu gelinir!?
–Akıllanmış gibisin. İyi, misafirimizi sana emanet ediyorum.
–Baş üstüne Komutan. Zaten bizde gecelemişti.
–Tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş desene! Dostum, sana bir şey diyeyim, mutlaka duymuşsun. Savaş başladığında Samed Vurgun[7 - Azerbaycan’ın tanınmış şairi 21.3.1906 Kazak/Salahlı-27.5.1956 Bakû. Azerbaycan’da yeni tipli epik şiirin oluşumunu sağlayan sanatkârlardan en önemlisidir. Şiirleri son derece akıcı ve saf bir Türkçeyle yazılmıştır. Şiirlerinin çoğunun sosyalist karakterli olması, Lenin, Stalin gibi komünist liderlere övgüler dizmesi, yaşadığı çağda bir kazaya kurban gitmeyerek halkına daha çok faydalı olmasının zaruretinden kaynaklanmıştır. Eserleri: Seçilmiş Dram Eserleri ve Poemleri, Seçilmiş Eserleri, El Bilir Ki Sen Menimsen, Eserleri (6 cilt).] şöyle yazıyordu;
Bilsin ana toprak, işitsin vatan,
Silahlanmış askerim ben bu günden.
Peki hani bu günün Samed Vurgunları? Hani? Hani Resul Rıza’lar[8 - 19.5.1910 Göyçay-1.4.1981 Bakû. Azerbaycan’ın büyük şairi ve sanat adamıdır. Yeni tip şiir akımını Azerbaycan edebiyatına taşıyan bir edebiyatçı ve sanatçıdır. Eserleri: Seçilmiş Eserler, Vakit Varken, Dün Bugün ve Yarın, Yüzü Küleye, Hava Hakkında, Hayat Duyumları.], Süleyman Rüstem’ler[9 - 1906-1987 Bakû. Ömrünün sonuna kadar komünizme sadık kalarak yaşamış, defalarca milletvekili seçilerek parlamentoda görev yapmıştır. Güney Azerbaycan’lı şair Şehriyar ile mektuplaşmaları özel öneme maliktir, çünkü bu manzum mektuplar Kuzey Azerbaycan’da millî düşüncenin gelişmesine yardımcı olmuştur. Eserleri: Seçilmiş Eserler, Bir Az Da Mehebbetten, Veten Teraneleri, İki Sahil, Güneşli Sahillerde, Könül, Menim Güneşim.], öldürüldüler mi?! Neden gelmiyorlar? Bakû’deki Lenin Meydanında[10 - Bağımsızlık harekâtı başladığında halk tarafından “Azatlık Meydanı” adı verilmiş ve hala da öyle anılmaktadır. Elçibey, bir milyonluk mitingleri burada yapmıştır.], millet, vatan diye annem de çıkıp nara atar! Buraya gelsinler, buraya! Gelip de silâh kuşanıp bize katılsınlar demiyorum. Gelip baksınlar bir, ölmüş müyüz, sağ mıyız! Gelsinler de kefenini boynuna geçirmiş bu yiğitlerle görüşsünler, onlara moral versinler, cesaretlendirsinler…
Şair:
–Neden öyle diyorsun Komutan, geliyorlar. –Dedi ve üç dört şahsın adını da andı.
–Aydın Memedov’u[11 - Aydın Memmedov, Azerbaycan’ın son devirdeki önemli bilim adamlarından biriydi. Bağımsızlık harekâtı başladığında karanlık güçler ortadan kaldırdılar.] diyorsan o benim için geliyor, hapishanede beraber yattık. Sağ olsun, arada bir gelip çocuklara ve hatta bana da nasihat ediyor. Diğer andıkların ise zaten buralıdır. Bilmiyorum içleri yandığı için mi, yoksa evlerine bomba falan isabet edip etmediğini anlamak için mi geliyorlar?! İyi, Tanrı sizlerle olsun, sonra görüşürüz. Şair, gidin Bayat’ta Azer Hüseyn’in orada bir iki lokma bir şeyler yiyin, bırak gece orada kalsın boşu boşuna bombalara kurban gitmesin.
Şair:
–Başım üzerine.
Gazeteci:
–Komutan, izin verin sizinle bir defa savaşa gideyim.
–Olmaz! Sen git kaleminle çarpış dostum! Git de yazılarında bu çocukları dile getir. Boş ver, git ne yazarsan yaz, ama erkek gibi yaz, gerçekleri yaz. O kahpeyi görürsen de ki, bir daha buralara geleyim demesin, yoksa kadın yüzü görmemiş bu çocukların önüne atarım, feleğini şaşırırlar.
Gazeteci hem yürüyor hem de Şair’e dert yanıyordu:
–Çok yazık, Bakû’den buraya kadar yol teptim benimle röportaj yapmadı.
Şair:
–Yahu sen ne akılsız adamsın be. Bundan da güzel röportaj olur mu?
Peleng, Komutan’ın biraz sakinleştiğini görüp ardınca yürüdü:
–Komutan!
Komutan yürümesine devam ederek:
–Seni dinliyorum.
–Komutan! Bir hata yaptım, deki silâhımı geri versinler. Benim arabam falan yok ki, satıp yenisini alayım.
Komutan durdu, suratından pişmanlık yağan Peleng’e baktı-bu çocuklar ne kadar erken yaşlandılar Tanrım. Savaş bu gençleri her gün biraz daha yaşlandırıyordu. Şansları yaver giderek kendilerine değmeyen kurşunlar ruhlarına, sevgilerine, arzularına saplanıyordu. Aslında farkında olmadan sevgileri de, arzuları da, ruhları da çoktan ölmüştü. Yalnızca yarına olan ümitleri yaşıyordu ve o ümitli yarınları ölümden kurtarmak uğruna savaşa tutuşmuşlardı. “Ne yaşıyorsak, boşuna yaşıyoruz” diyorlardı. Her gün boşuna yaşayan, dünyada yarına olan ümidinden ve elindeki silâhından başka hiçbir şeyi olmayan bu gencin silâhını elinden almak son derece ağır bir ceza idi. Böylesine yaşlanmış gençler geceleri eşine değil, silâhına sarılıp yatıyordu. Gönlünü almak için Peleng’in saçından şefkatle yapıştı ve tepeden tırnağa sevgi dolu sözler dudaklarından döküldü:
–Peki! Yarın bakarız! Şimdi başka bir konuyu hallet. Doktor ne kadar para istemişti?
–Bin manat.
Komutan, cebindeki paraları çıkarıp saydı, toplam altmış beş manatı vardı, on beşini alıp cebine koydu, elli manatı Peleng’e verdi.
–Al bunu, bizimkilere de söyle, kim ne kadar yardım edebilirse toplayın ve doktora yollayın. Ha tamam, verin gazeteciye o götürsün.
Komutan “bizimkiler” diye, şehirdeki çocukları kastediyordu. Şehirdeki gençler savaş başlayalı beri atın belinde dolaşanlardan geri kalır bir yaşam sürmüyordu. Evleri barkları, arabaları vardı. Kimi kıraathane çalıştırıyor, kimisinin mağazası, kiminin yemekhanesi vardı. Çay evi, dükkânı, yemekhanesi olmayanların da parayı nereden bulduğu ve nasıl geçindiğini sormak ayıp kabul ediliyordu. Her türlü meşakkate katlanıp iyi para kazanmayı da güzel bir hayat sürmeyi de becerebiliyorlardı. Çoğu alışverişle meşguldü. Moskova’dan girip Kiyev’den çıkıyor, Kiyev’den girip Riga’dan çıkıyorlardı. Son zamanlarda Polonya’ya bile yönelmişlerdi. Dünyalarca malı şehre taşıyıp getiriyorlardı. Hatta Moskova’da bulunmayan şeyleri bu şehrin pazarında bulmak mümkündü. Hatta ortada, Dünyanın bu En Zengin Şehri’nin pazarında atom bombasının bile satıldığı söylentileri dolaşmaktaydı.
Çocuklar bazen şakaya getirip:
–Bombamız var, ancak müşterisi olmadığından dolayı ortalığa çıkarmıyoruz.-diyordu.
Ancak savaş her şeyi alt üst etti. Artık para kazanmak gibi bir düşünce kimsenin aklına bile gelmiyordu. Restoranlarda şampanyalar patlatılmıyor, kimse Moskova’dan alıp getirdiği “Mercedes” marka otomobiline binip fors atmıyor, dünyalarca mal bu şehre akıtılmıyordu. Moskova’dan girip Kiyev’den çıkan, Kiyev’den girip Riga’dan çıkan çocuklar ellerindekileri avuçlarındakileri silâha cephaneye yatırıp iki yıldır siperlerden çıkmıyorlardı. Elbette keseden yiyorlardı, ancak bu kese dipsiz kuyu değildi.
Hükümetin bütün tehditlerine rağmen şehrin zenginleri gönüllü milislere yardım elini uzatıyordu. Ancak bu kadar gönüllüyü yedirip içirmek, silâhını cephanesini temin etmek bir şehrin gücünün yeteceği şey değildi. Ellerinde avuç dolusu altınlarla Gence şehrinde, Şerbak’ın[12 - 1992 yılına kadar Azerbaycan’da bulunan Rus orduları komutanı.] önünde sıralarını bekliyorlardı ki, bırakınız BTR’yi hiç olmazsa bir uçaksavar veya tanksavar alabilsinler. Dünyanın bu En Zengin Şehri, Şerbak’ı dünyanın en zengin generali yapmıştı. Altın sudan ucuzdu ve bir makineli tüfeğe bir avuç altın veriyorlardı. Buraya bir kalaşnikov tüfeği getirip bir araba alıp götürmek mümkündü. Evlerde kebe ve halı kalmamıştı-tek namlulu bir av tüfeğine bile bir halı veriyorlardı. Bir kutu mermi verip bir kebe alıp götürebilirdiniz. Bu bostanı irileyerek[13 - Bostanın ilk yetişen ürünlerini alma.] en iyilerini seçip götürmek için her taraftan akın akın geliyorlardı, hatta Gürcistan’dan bile. Buradaki malları araba araba taşıyorlardı, hem de insafsızcasına. Tanrı’yı, Peygamber’i akıllarına bile getirmeden Dünyanın En Zengin Şehri’nin zenginliğini soyup soğana çeviriyor, adeta yağma ediyorlardı.
Bu toplum hem soyuluyordu, hem kurşunlanıp öldürülüyor, hem de alay konusu oluyordu:
–Ne oldu be! Öylesine yüksekten atıyordunuz! Şimdi ise Ermenilerin karşısında aciz kalmış gibisiniz…!
Soyulup soğana çevrilmeye, ölmeye tahammül edilebiliyor, ancak bu alaylı ifadeleri asla sindiremiyorlardı. Böylesine alaycı ifadeler, toplumu Ermeni kurşunlarından daha beter yaralıyor, sarsıyordu.
Diğer bölgelerden gayret damarı kabararak gelen gönüllülerden başka halkın geneli bu savaşa, Ermenistan’ın Azerbaycan’a açtığı savaş gözüyle değil, Ermenistan’ın, Dünyanın En Zengin Şehri’yle savaşı gibi bakıyordu.
Şimdi Komutan çok iyi biliyordu ki, kendininkiler de artık eskisi gibi değil. Birçokları soyulup soğana çevrilmiş ocaklarında, yalnızca zevahiri kurtarıyorlardı, zaten başkaca çareleri de yoktu. Savaşa gönüllü gelenlerden para istemek son derece ayıp kaçardı, zaten gelenler genelde fakir fukara çocukları idi. Onlara herhangi bir şahıs silâh falan alıp vermemişti. Ellerindeki avuçlarındakini satarak savaşacakları silâhı, mermiyi kendileri almıştı. Hatta son zamanlarda yiyeceklerini bile kendileriyle birlikte getiriyorlardı ki, yerli halkın elinde avucunda kalan son yiyecek kırıntılarına ortak olmasınlar.
Komutan da bu duruma müthiş sinir oluyordu.
–İnsan utancından yerin dibine girecek gibi oluyor. Hem gel burada çarpış, hem de yiyeceğini kendinle birlikte getir.
O, gelen gönüllüleri biraz olsun durumu iyi olan ailelere emanet etmişti. Onlar da bu gönüllü yiğitleri kendi evlatlarından ayırmıyorlardı:
–Gayretinize kurban yavrum!
Komutan, parayı Peleng’e verdikten sonra uzaklaştı; ancak üç dört adım attıktan sonra ne düşündüyse durdu:
–Buraya gel! –Parmağındaki nişan yüzüğünü de çıkarıp Peleng’e uzattı. –Olur ya, yetmezse bunu da ilâve edersiniz.
***
At Belinde Olan Adam bürosuna girer girmez baktı ki, Şehir Sekreteri’ne ait telefon bas bas bağırıyor, koşarak ahizeyi kaldırdı:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/akil-abbas/dolu-69499204/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Karabağ’da yaşayan Türkler Rusların çok namlulu roketatarlarının fırlattığı mermiye “Dolu” diyordu.
2
Hz. Abbas, Hz. Ali’nin oğludur ve üvey kardeşi Hz. Hüseyin’le birlikte Kerbela savaşında şehit oldu. Şiî (Caferî) inancına sahip Türkler Hz. Abbas’ı çok severler ve ona edilen veya verilen yemine kesinlikle uyarlar.
3
Vatan topraklarını koruyup savunmayı ülkü edinen, hiçbir şeyi olmayan ve yegane servetleri olan canlarını bu yola adayan gençler.
4
Dağlık Karabağ’da Gargar ırmağı sahilinde, Karabağ sıradağları eteğinde, Karabağ Hanı Penah Ali Han’ın oğlu Mehdikulu Han tarafından kurulan köy, Han tarafından kurulduğundan dolayı onun adına atfen Hankendi, Han’ın köyü adıyla anılmış ve 27 Nisan 1920 Bolşevik Rus işgalinden sonra oluşturulan Sovyet yönetimi tarafından 1923 yılında, Azerbaycan’ın Bolşevik Ruslar tarafından işgaline yardımcı olan Taşnak Partisi mensubu ve Türk düşmanı Stephan Şaumyan’ın adı verilerek Stepanakert olarak adlandırılmış, 1991 yılında Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla asıl adını tekrar kazanmıştır. Dağlık Karabağ’ın önemli şehirlerinden biridir ve Ermeni işgali altındadır.
5
Azerbaycan para birimi.
6
Azerbaycan Türkleri tarafından “Et Ağa” şeklinde de anılan, son derece saygı gösterilen seyit.
7
Azerbaycan’ın tanınmış şairi 21.3.1906 Kazak/Salahlı-27.5.1956 Bakû. Azerbaycan’da yeni tipli epik şiirin oluşumunu sağlayan sanatkârlardan en önemlisidir. Şiirleri son derece akıcı ve saf bir Türkçeyle yazılmıştır. Şiirlerinin çoğunun sosyalist karakterli olması, Lenin, Stalin gibi komünist liderlere övgüler dizmesi, yaşadığı çağda bir kazaya kurban gitmeyerek halkına daha çok faydalı olmasının zaruretinden kaynaklanmıştır. Eserleri: Seçilmiş Dram Eserleri ve Poemleri, Seçilmiş Eserleri, El Bilir Ki Sen Menimsen, Eserleri (6 cilt).
8
19.5.1910 Göyçay-1.4.1981 Bakû. Azerbaycan’ın büyük şairi ve sanat adamıdır. Yeni tip şiir akımını Azerbaycan edebiyatına taşıyan bir edebiyatçı ve sanatçıdır. Eserleri: Seçilmiş Eserler, Vakit Varken, Dün Bugün ve Yarın, Yüzü Küleye, Hava Hakkında, Hayat Duyumları.
9
1906-1987 Bakû. Ömrünün sonuna kadar komünizme sadık kalarak yaşamış, defalarca milletvekili seçilerek parlamentoda görev yapmıştır. Güney Azerbaycan’lı şair Şehriyar ile mektuplaşmaları özel öneme maliktir, çünkü bu manzum mektuplar Kuzey Azerbaycan’da millî düşüncenin gelişmesine yardımcı olmuştur. Eserleri: Seçilmiş Eserler, Bir Az Da Mehebbetten, Veten Teraneleri, İki Sahil, Güneşli Sahillerde, Könül, Menim Güneşim.
10
Bağımsızlık harekâtı başladığında halk tarafından “Azatlık Meydanı” adı verilmiş ve hala da öyle anılmaktadır. Elçibey, bir milyonluk mitingleri burada yapmıştır.
11
Aydın Memmedov, Azerbaycan’ın son devirdeki önemli bilim adamlarından biriydi. Bağımsızlık harekâtı başladığında karanlık güçler ortadan kaldırdılar.
12
1992 yılına kadar Azerbaycan’da bulunan Rus orduları komutanı.
13
Bostanın ilk yetişen ürünlerini alma.