Pehlivan
Saule Dosjan
Saule Dosjan
PehlivanJaksılık Üşkempirov’un Hayatı
Yaşıtlarım ve gençlerin amaç ve hayallerini gerçekleştirmek üzere kendilerine örnek alabilecekleri bir şahsiyet, başarılı olmak isteyenler için iz bırakan bir kahraman, ulusal onurumuzun timsali olan tarihi Kazak bahadırlarının günümüzdeki benzersiz örneği olarak bildiğim Jaksılık Üşkempirov’un tanınması için bu belgesel romanı kaleme aldım.
Saule Dosjan
• Kendi adını değil de, “ülkenin şerefini yücelteceğim, namını duyuracağım” diyorsan sporda elinden gelenin en iyisini yap!
• Kendini değil, arkanda senin iyi olmanı dileyen halkını düşün!
• Moskova Olimpiyatları’nda mindere çıktığımda ecdadımın ruhuna sığınıp, kendime “Ya burada öl, ya da kazan!” diyerek risk aldım!
Jaksılık Üşkempirov
Grekoromen Güreşte Kazakların ilk
Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu
BİRİNCİ BÖLÜM
PEHLİVANIN ÇOCUKLUK YILLARI
PEHLİVANIN ÇOCUKLUK YILLARI
Bir Kahramanın Doğuşu
Bahardı. Talas Nehri boyunca ekinle geçinen halk doğanın bereketli suyla dolu olduğu bir dönemde, Toprak Ana’nın bolca verdiği nimetlerinden yararlanır ve sonbaharda genci yaşlısı zenginleşmek için canla başla çalışırdı. Güneşin gökyüzünde parıldadığı özel bir gündü.
Talas boyu tarihi bir diyar, o gün efsanelere yeni bir efsane daha eklendi. Jambıl Bölgesi’nin Çapayev devlet çiftliği sınırları içindeki Tegistik köyünde bahadır bir alp daha dünyanın kapısını araladı.
Köyün kenarındaki kumalı evin iki odasının ortası ocakla ayrılmıştı.
Bir tarafta ev ihtiyaçlarının satıldığı bir dükkân, diğer yanda ise bu dükkânı işleten Üşkempir’in ailesi yaşıyordu. Bu evin bir sincap kadar çaresiz olan hanımı günün yirmi dört saati meşguldü. Kayınvalidesinin gelini de, dükkânın tezgâhtarı da, ahırdaki onlarca toynaklının bakıcısı da, benekli ineğin sağıcısı da bu evin anası da Küntöre’ydi.
Köylüler gece, gündüz demez, hava iyiymiş, kötüymüş bakmaz, çıkar dükkâna gelirlerdi.
Bir de kışlaktan inerek, yayladan çıkıp gelen bir çoban topluluğu olurdu. Gündüz olduğunda eve çıkar gelir, Küntöre’nin işi var mı, yok mu, umursamaz, hemen ihtiyaçlarını alıp gitmek için taleplerini söylerlerdi. Hatta, gecenin bir yarısı “çocuklarını uyuturmuş, ya da kocasının kollarındaymış” diye akıllarından dahi geçirmezlerdi. Pencerenin camını kırarcasına vurarak, olmadı kapının kolunu çekip koparırcasına silkeleyerek, “dükkânı aç” der bağırırlardı. Köydeki ahaliye “yok” denilmezdi.
6 Mayıs 1951, Müslümanlar için kutsal Cuma günüydü. Cemaatle birlikte namaz kılmak isteyen evin ilk hanımı Batima Mayıs ayında geniş dökümlü uzun eteği ve yanları yaldızlı beyaz kaftanının ucu mavi düğmeli yeleğinden sarkmış vaziyette üst sokaktan mescide yönelmiş kalabalığa katıldı. “Ha bugün, ha yarın” diye doğumu gelmiş olan gelini ise evde yalnız kalmıştı.
Gözlerini ovarak açan bir ruh için huzur olur mu, döşekleri ve yastıkları açık günde kurutmak için dışarıya çıkarıp, bahçedeki ağaçlara serdi. Onları değiştirirken birden sancılandı. Eve yarı sürünerek girerek, başköşedeki yatağa kendini sırtüstü zor attı.
Bir süre sonra canını burnunu getiren doğum sancısı geçmiş gibiydi. “Hadi kalkayım” diye yerden eliyle destek alarak kalkacakken birisi pencere camını vurarak:
“Gel-i-in! Canım Küntöre!” diye seslendi kısık sesli biri.
Yerinden sancılarıyla anca kalkabilen Küntöre gelin pencereye doğru yaklaştı. Cama doğru boynunu uzatınca atının üstünden, elindeki kamçının sapıyla pencerenin ahşap çerçevesini takırdatan civardaki herkesin saygı duyduğu kayını.
Camın arkasından gelinin yüzünü görünce:
“Gel-i-i-n! Yolculuktan dönüyorum. Bana sabunlarından bir tanesini versene” diyerek, başındaki kalpağını çıkardı ve yan taraftaki cebine uzanarak çıkardığı mendiliyle terleyen başını silmeye başladı. Tam bu sırada doğum sancıları tekrar arttı. Küntöre sancılardan ne kadar acı çekse de, saygısızlık yapmamak için aksakala vaziyetini söyleyemedi, duvarın kenarına tutunarak dükkâna geçti. Gazete parçasına sardığı bir kalıp sabunu dışarıda bekleyen aksakala gelini olarak eğilip selamladıktan sonra paketi uzatırken “Oğlun olsun, gözümün nuru!” diyen aksakalın daha sözü yeni bitmişti ki, gelinin rahminde büyüttüğü can içindekilerle birlikte yere düştü. Utancından aklı başından giden gelin yere tutunarak otura kaldı. Kapının eşiği nazik vücuduna kamçı gibi çarpan o bebek “Dünyaya geldim” dercesine ıngalamaya başladı. Bu durum karşısında aklı başından giden aksakal atından yere kendini atarak kaygan zeminde yatan bebeği anında kürekler gibi iki eliyle yerden kaldırdı. Tam o anda Batima ana olayın üstüne gelip, “Bismillah! Bismillah!” diyerek Allah’ın lütfu torununu kayınbiraderinin elinden aldığı gibi dişiyle kindik bağını koparıp, deri ceketinin içine sardı.
Sarmankul aksakal:
“Seyahatten dönüşümde gelinim beni karşıladı ve bir oğul doğurdu. Yoldan gelen er kişiye bundan daha büyük iyilik olabilir mi, Allah-u Teâlâ’nın bundan daha fazla ne iyiliğini görebiliriz ki?!” diye mutluluğunu haykırarak:
“Yenge, bu oğlanın adı Jaksılık[1 - Jaksılık. Kazak Türkçesinde “iyilik” anlamına gelir.] olsun!” diyerek, hemen oracıkta adını koydu.
Birden dünyaya gelen, köyün asil ve saygın aksakalının yerden kaldırıp o an adını koyduğu, babaannesinin kindik bağını dişleriyle kopardığı tüm Kazakların bahadırı Jaksılık Üşkempirov hayatın kapısını böyle aralamıştı.
Bahadırı Doğuran Ana
“Bahadır anadan doğar” derler, asil Kazak halkının kaderine yazılmış Jaksılık gibi eşsiz bir pehlivanı dünyaya getiren Küntöre ana üç Kazak boyundan biri olan “Küçük cüz[2 - Küçük Cüz (Kazakçası: Kişi jüz (Кіші жүз) / زٷج ٸشٸك)) veya Alşın ordası, Batı Kazakistan›ı kontrol eden 3 kabileden oluşur.]”ün Tabın sülalesindendir. Sovyet Hükümeti zenginlerin mallarına el koyulduğu dönemde Küntöre’nin babası Ömirbay da Aktöbe’den Karakalpakistan’ın Nukus şehrine sürülür. Kaderin oyunu işte, oralarda sürgün döneminde eşini kaybedince tek kızı Küntöre yetim kalır.
Karakalpakistan’a yerleşmeyi benimsemeyen Ömirbay ve kardeşleri Kazak topraklarına dönerek, Jambıl bölgesindeki Sarbarak köyüne gelir ve yerleşirler. Çok geçmeden hayattaki sayılı nefesini tamamlayan babası Ömirbay ölünce biricik Küntöresi uzak akrabalarının elinde büyür. Devlet çiftliğinde işçi olarak çalıştırılan yetim kız başlarda küçük olsa da, son derece zeki ve ağır işlere alışkın güçlü bir genç kız olarak yetişti. Sovyet döneminde, tarımı son derece gelişmiş bir devlet çiftliğinde “sosyalist yarışı” denilen bir de kavram vardı, öylesine güç gerektiren bu yarışlarda buğday dolusu ağır kenevir ipliğiyle dokunan çuvalı tek başına kaldırarak koşuşturan Küntöre’yi gören halk hayranlıkla izlerdi. İki koltuk altına iki çuval buğdayı sıkıştırarak götüreceği yere taşıyan, arabasını herkesten önce boşaltan, orta boylu dolgun yapılı genç kızın kuvvetiyle benim diyen delikanlılara taş çıkartır, dengi olamazlardı. Sonra Üşkempir ile evlendi. Kocası tüm aile işlerini güzel eşine gözü arkadan kalmadan emanet ederek, devlet çiftliğine endişe duymadan çalışmaya gitmeye başladı.
Kasaba bir yana bölgenin dört bir yanından gelen seçkin konuklar başka ocağa yönelmez doğrudan büyükanne Batima’nın konukseverliğiyle Üşkempir ve Küntöre’nin evine misafir olarak gelirdi.
Konuk Günün hangi vaktinde gelirse gelsin, Küntöre koşuşturarak, her şeye yetişirdi. “Konuk geliyor” denildiğinde Batima büyük torunu Altınkülin’i sofrayı hazırlaması için gönderir, erkek torununu Jaksılık’ı ise gecenin bir yarısı olsa da:
“Jakay[3 - Jakay/Jake. "Jaksılık" adının kısaltılarak söylenişi.], uyan tayım! Yine babanın konukları geliyor”, der alnından öperek uyandırırdı. Jaksılık temiz kalpli bir çocuktu, doğuştan nazikti, gözlerini yumruklarıyla ovuşturur, ibriğe doğru koşardı. Omzuna babaannesinin verdiği işlemeli havluyu asar, bir ibrik suyu ısıtarak, kapının hizasında konuğu karşılamaya hazırlanırdı. Çocuk Jaksılık ibrik kaldırmayı öğrendiğinden beri, tatlı oğlanın kılıklarına doyamayan babaannesinin verdiği terbiyesi buydu.
“Jakay, sen yiğitsin artık… Artık eve gelen konukların ellerine sen su dök ve onların hayır dualarını al. ‘Yağmurla toprak yeşerir, dua ile yurt yeşerir’ der ataların. Her zaman büyüklerinin hayır dualarını al evladım! Bütün hedeflerine ulaşırsın” diye nasihat etmekten asla usanmazdı.
Konukların hayır dualarını aldıktan sonra Jaksılık annesinin yanına koşar, kazanın altına yakacak odun koyup, semaver için odun keser ve yardım ederdi. Sofraları hiçbir zaman toplanmayan sevgili anaların her ocağa refah ve bereket getirdiği doğru olsa gerek! Küntöre’nin tüm içtenliğiyle pişirdiği kazandaki yemeğin tadına bakanlar uzun süre dilinden düşürmez, bu ailenin misafirperverliği, çocuklarının bilgeliğinden her yerde bahsederlerdi.
Üşkempir’in evinin namı böylelikle tüm halka yayıldı. Kış, yaz demeden Üşkempir’in evini soranlar, akrabasının yanına geliyormuş gibi davetsiz çıkar gelirdi. Küçük yaşta yetim kalan ve sıcaklığa hasret olan Küntöre, bu aileye gelin olarak geleli, eksikliğini duyduğu şeyi bulmuşçasına çok mutluydu. Yaşam sevincinin bu ailenin refahı ve birliğine bağlı olduğunu hissetti ve onu sıcak bir şekilde kucakladı. Kayınvalidesi Batima’ya hiç karşı gelmedi, yerini bildi ve bir gelin olarak görevini özverili bir şekilde yerine getirmeye çalıştı. Kayınvalidesinin önünde tek oğlunu ayıp olmasın diye alından koklamazdı.
Büyük olan Altınkül ile beşikteki Şırınkül’ü, kocası Üşkempir ile ikisinin yeri ayrı çifte lalesi, özel muhabbetleriydi. Babaannesinin Jakay’ına ise içinden imrenirdi. Küntöre’nin en büyük oğlu erkek doğmuştu, ama o bebek çok yaşamadı, Üşkempir’in ailesi çok acı çekmiş, yas tutmuştu. Çok geçmeden Altınkül’ü dünyaya geldiğinde: “Allah’ıma şükür, sonrakini soyumu devam ettirip, atımı tutacak bir evlat ver” diyerek, Üşkempir yürekten oğul istemişti. Alnı açık İyilik dünyanın kapısını araladığı ne kadar mutlu olmuştu! Jaksılık’ını bir yandan emzirirken Küntöre ana:
“Çok kişinin girip çıktığı kapı merdiveninde dünyaya gelen ışığım, ecdadın ‘Eşikten yüksek dağ yok’ demesi boşuna mı sanırsın? O yüksek dağı doğarken aşan oğlum, yarın büyürken öylesine bir adam olmayacak! Yerden kaldıran deden o gün yolculuktan geliyordu, hayatın yollarda mı geçecek tayım!” diyerek, dua ederdi. Kutlu ananın dilekleri gerçekleşip, yetişkin olan Jaksılık ömrünün yarısından fazlasını vatanın onuru ve namusunu korumak için yollarda geçirdi.
* * *
Küntöre pancar yetiştiren kadınların başı olunca, devlet çiftliği binmesi için tayı olan bir yılkı verdi. Gün boyu tarlayı gezerek, akşam eve geldiğinde kısrağı sulaması için Jakay’ı gönderirdi.
Delikanlı tereddüt etmeden yılkıya biner nehre götürürdü. Yanında boynundaki pirinç zili çalarak, kayınvalidesinin bir ötesinde, bir berisinde oynaşarak tayı da peşi sıra gidiyordu. Nehre yılkı ile birlikte tayı da girerdi. Hayvan suda eğlenir, kulaklarına gelen nehir suyundan başını dışarı uzatıyor, burun delikleri hızlı hızlı açılır kapanır ve kulaklarını çapraz yapar oynaşırdı. Jaksılık onunla yarışarak yüzerdi. Sakin kısrağın, tayı da nazik olur. Nehrin ortasında tayın karnına sarılır, suyunda gücüyle kaldırarak yüzerdi. Bunu yaparken, Küntöre “geciken oğlunu” aramak için kıyıya geldi ve kayalıklardan onları gördü.
Suda tayla oynayan çocuğu görünce hayvanın toynaklarının balasına zarar vereceğinden endişelenen anası kendini suyun kıyısına atarak:
“Jakay! Bırak tayı aman! Bir yerlerini yaralayacak” diyerek kolunu uzattı. Anasının endişeli sesini duyacak çocuk nerede desene, oyununu sürdürdü. Kayalıklarda başörtüsü dalgalanırken, elini sallayan anasına gözü takılarak oyunu bırakıp, kısrağını da alıp kıyıya doğru yüzdü.
“Jakayım, ne yapıyorsun?” dedi titreyen ses tonuyla anası.
“Jiyşe (anasına yenge der hitap ederdi) suyun içerisinde kaldırırken ağır değilmiş dedi aklı bitmemiş oğlan çocuğu. Tabiatın kuvvetini geliştirdiğini yeni yetme nereden bilebilirdi ki? O olayın ardından Küntöre oğlunu kısrak sulamaya göndermedi.
Şımarık Çocuk Talas Boyunda
Ana sütünün çok besleyici oluşundan mıdır ne, yaşını alana kadar bebek Jaksılık yumru yumru, şiş karnı yerde sarkıp, emeklemeden de yürümeye geçişi geç olmuştu. Sıcak yaz günlerinde büyükanne avludaki ağaç hamur teknesini suyla doldurur ve torununu içine oturturdu. Sonraları yürümeye başladıktan sonra bile babaannesi işlerle yoğun olsa da, Jakay kendisi orada yıkanır beklermiş. Çocukluğundan beri suya düşkün olan Jaksılık büyümüş ve köyün eteklerindeki Talas’a gitmeden duramaz olmuştu. Nehirde balık gibi yüzer, yarıştığında köyün hiç bir çocuğu önüne geçemezdi.
Bazen suya beraberinde gelenleri korkutarak, iki-üç dakika suyun altında kaybolur giderdi. Köyün çocukları “boğuldu mu” diye korkarak ağlamaya başladıklarında da su perisi gibi sıçrayarak suyun altından çıkardı. O zamanlar Talas’ın kanalı genişti. Köyün çocuklarına nehir gibi değil büyük derya gibi görünürdü. Talas sahilinin yeşil çimenlerinde güreşen, rüzgârda rüzgârla yarışan, çocukluğunun balayını hissederek büyüdü. Yaz olunca köyün en küçük erkek ve kızları Talas’tan çıkmazlardı. Yüreğine ateş düşenler ise yeşil çimenlerde dolaşmaktan usanmazdı. Sonunda grup halindeki esmer çocuklar nehri karşılarına alır, suya atlarlardı. Talas’a ilk kez gelenler önce köpekleme yüzmeyi öğrenir, ardından yüzme pratiği yapardı. Sırtüstü yatarak mavi gökyüzünde yüzen bulutların hareketinden bir av ve bir hayvan görüntüsü oluşturmaya çalışarak:
“İşte, ayıya bakın!”
“Şuradaki, deveye benziyor!”
“Bak, bak, oradakiler de köpeğe dönüşüyor!”
“Bu da bir ihtiyar sanki!”
“Ya, şu ihtiyar cadı!” diyerek ellerini enselerinde, yavaşça sırtüstü yatarak yüzerlerdi.
Büyürken yüzmeyi öğrendi ve nehrin diğer yakasına kadar yüzerek yarışmayı keşfettiler. Tamamen kalabalıklaşınca, su altına dalardı. Suyun altında “kim kaça kadar sayarak durabilir” diye yarışırlardı. Talas Nehri’nde büyüyen gençler ne de olsa, yüzücü olmasın da ne olsun?! Özellikle “Joldas” isimli bir çocuk ortada göze çarpıyor ve yarışta finali vermezdi. Köyün yaşlısı, genci Joldas’a “şampiyon!” derdi. Onu cesaretlendirdiklerini görünce kimi hisleri uyanan Jakay onunla arasında “Joldas’ı bir şekilde geçeceğim” diye bir rekabet başlattı.
Bir de nehre tek başına giderek, yüzme çalışması işini çıkardı. Yataktan gözlerini ovalayarak, yalınayak, başlıksız, yeleğini yürürken giyerek, nehre doğru hızlıca yönelirdi. Güneşin kızdırmasına rağmen kel kafası güneş çarpmasına aldırmadan, oyun çocuğu gün boyu yalınayak tabanlarına ağrı batmasına rağmen gururu için amacına ulaşmaya çalışırdı. Diğer çocuklardan önce varıp, gömleğini yola kenarı sahile atarak, buzlu suya atlardı. Gururu huzursuz olan Jakay’ın şimdiki tüm amacı yüzücü Joldas’ı bir şekilde yenmekti! Onunla aynı yaşta bir çocuğa yenilmek Jakay için yaşarken ölmekti! O dönemde bitim kadar yüreğini saran gururdan mıydı, sonunda Joldas’ı bir gün geçti. “Rekor” kırarak artık “köyüm şampiyonu” Jakay olmuştu. Adil bir yarışta yenmişçesine zaferin tadını alan Jakay önceleri kendisine sayısız mücadelenin beklediğinden habersizdi. Bu duygu, çocuğu sürekli olarak yüksekleri dize getirmek için çabalayan insanın doğasıyla tanıştıran ilk yaşam dersiydi. Rakibini yendiği andan itibaren, çocuk içgüdüsel olarak mutluluğun ne olduğunu öğrendi. Çocuk Jakay’ı eğiten ve yetiştiren yaşlı Talas, nice cesurları derinlere çekip, yuttuğu da bilinir. Ancak babaannesinin Jakay’ın tehlike ve belaların hepsinden Huda’nın kendisi koruyarak, büyümüştü. On bir yaşındaydı. O gün çobanlar her yıl olduğu gibi Talas’ta koyunlarını yıkardı. “Koyunları yıkardı” derken “Koyunları yüzdürürlerdi” demek doğru olur. Köyün çocukları da çobanlara yardımlaşır, bağıra çağıra o civarlarda dolaşırlardı. Bir seferinde kayalıkta duran bir çobanın karısı birden kendiliğinden kaybolur. Nehrin kıyısındakiler o yöne baka kalmış, ayağı kayalıklarda kayan kadın suya doğru düşmekteydi. Kıyıdakiler koşup yetiştiklerinde kadının geniş eteğinin suyun yüzeyine yıldız çiçeği gibi yayıldığını, arasından elleriyle çırpındığını görmüş, “Kurtarın! Eyvah! Eyvah” çığlıklarını duymuşlardı. Vahşi nehrin hırçınlığı garibanı sürükleyerek götürdü. Yakada koyunları yıkayan erkek ve kadınların aklı çıkarak, bağırıp çağırırken çocuk Jakay kayalıklardan da derin suya dalar. O an Jaksılık’ın aklına sadece “Yardım etmek gerek!” düşüncesinin olduğu açıktı. Hızla kadına doğru kulaç atarak yöneldi. Gömleğini koluna takarak kıyıya doğru sürükleyerek, yüzdü.
“Hey, o kimin çocuğuydu?!”
“Bu Üşkempir’in Jaksılık’ı” diyerek, kıyıdakiler bağrışıp çağrışırken, yardım için yüzen birkaç yetişkin yiğidin yardımıyla kadını sağ salim sudan çıkardılar.
“Hey, aferin!”
“Adam olacak çocukmuş!”
“Cesaretin artsın!” diyen, köyün büyüğü küçüğü parmak kadar çocuğun yürek yutmuş cesaretine hayran olmayan kalmadı. Neredeyse boğulacak olan kadın ise kendine geldi ve onu yanağından öptü.
Jakay utancından çocukların olduğu yöne doğru kaçtı.
İşte, Jaksılık bu yiğitliği sayesinde ilk kez babasının adını layık olmuş, onu gururlandırmıştı.
Yılanların Yuvasında Uyuyan Yiğit
Köyün batı tarafında kumlu bölgede sanki insan eli ile yapılmış bir tepe vardı. Etrafı delik deşikti. İnsanlar oraya hiç gitmezdi. Çünkü orası yılanlar bölgesiydi. Tepedeki küçük deliklerden bilek kadar yılanlar gündüz gece girip çıkıp, sarmaşıp dururdu. Evdeki nineler ise küçük torunlarına masal anlatırken yılan hikâyeleri ekler destan olarak anlatırlardı. Bu destanlardan biri şöyleydi: “Oradaki kum tepede yılanların şahı Jılanbapı (yılanların piri) yaşıyor. Yılanlara kim zarar verirse, peşini düşer, bulur ve öcünü alırdı. Eğer ki onun yuvasına zarar veren olursa, sülalesini boğar, sokarak öldürürmüş. Yılanların bölgesinden bizim ecdadımız da uzak dururdu”, diye korkutarak anlatılırdı. Korku dolu masalları anlatma nedeni ise çocuklar bunu dinledikten sonra korkusundan o bölgelere gitmezler diye düşünmeleriydi. Kendilerince çocukları tehlikeden korumuş oluyorlardı. Lakin her destanda bir gerçeklik yatar derler.
Allah’ın hikmeti şu beş yaşındaki Jaksılık nedense bu korkunç tepeye koşuşturarak gitmeyi alışkanlık haline getirdi. Güneş tam tepedeyken kumun iyice sıcak olduğu saatlerde gidip yakından izlemeyi öğrendi. Onca yılanın çıkardığı sesleri ilginç bulur, bazen de “acaba yılanlar böyle nefes mi alıyorlar?” diye de düşünürdü. Bir sürü yılanın birden aynı tıslamayı çıkarması insanı ürkütürdü, ama bizim bala için bu bir eğlenceydi.
“Korkusuz, gözü kara nasıl bir çocuk bu?” diye babaannesi onun için endişelenirdi. Oraya gitmesini istemiyorsa da, aklında oyun olan çocuğu evde bağlayıp tutamazdınız. Köy halkının ölürcesine korktuğu bölgeye, yolunu bulup kaçıp giderdi bazen. Soğukkanlılar zaman zaman sessiz olurlardı, ama bazen de hepsi bir ağızdan öyle bir ses çıkartırlardı ki Jaksılık onları dinlemeyi severdi.
Bir gün bizim şapşala güneş mi çarptı ne oturduğu yerde uyuya kalmış. Jakay’ı evin etrafında göremediğinden endişelenen Batima nine torununu aramaya çıkmıştı. Köyde aşık oynayanların arasında, lengi (bir çeşit Kazak çocuk oyunu) sektirenlerin yanında, köyün dışında top oynayanların içinde, hatta, Talas nehrinin boyunda da Jakay’ı bulamayınca entarisini beline sıkıştırıp, topukları bir birine değmeden yılanların bölgesine doğru koştu. O bölgeye geldiğinde ayağının altında yılanlar dolaşmaya başladı. Yalnız torununu arayan babaanne, kendi derdini düşünecek halde değildi. Her tarafa bakınarak tepeye tırmanmaya başladı, uzaktan torununu gömleğinden tanımıştı. Torununu o halde gören babaannenin kalbi hızlı atmaya başladı. Jılanbapı’nın ortasında yatan Jakay’dı! Bilek kadar yılanlar etrafını sarmıştı. Bu görüntüyü gördükten sonra ne kadar da korkutsa da babaanne torununun yanına kadar gitti:
“Bismillah, Bismillah. Ua, Biybatma pirim, sen yar ol!” diye anaların anası Biybatma anaya sığınmaya başlar ve torununa yapışır.
“Yılan mı soktu mu?” diye her yerine korkarak baktığı da doğrudur. Küçük çocuğun her şeyden habersiz uyuduğunu fark edince biraz kendine gelir. Oğlanı eline alır almaz eve doğru koşarak gider. Karşısına çıkan oğlu Üşkempir’e: “Ya, Allah! Jakay’ın nerde olduğundan haberiniz yok! Herkes kendi halinde bir çocuğa sahip çıkamadınız”, diye soluk soluğa kızdı.
“Abartma anne! Uykucu oğlun sokakta uyuya kalmış işte”, diye oğlu işi şakaya vurdu.
“Sen gül, gül! Uyuya kalmış yılanlar bölgesinde. “Kumtöbe’de” buldum çocuğu. Yatıyordu. Çocuk değil, benim bile ödüm çıktı”.
“Ne diyorsun?” diye babası sonradan işin ciddiyetini anladı.
“Onca yılan benim Jakay’ıma dokunmamasına ve bana da bulaşmadıklarına şaşırıyorum” diye biraz kendine geldikten sonra olan biteni çocuklarına anlattı. Ertesi gün kayını aksakal Sarmankul gelmişti, ona da başından geçen olayları anlatınca:
“Yenge, bu gerçekten garipmiş. Eskiler, yılan için ya bolluk, bereket konacak zengine, ya da ülkesini koruyacak olan yiğide rızık olarak görünür derler. Bu Jakay ülkesini koruyan yiğit olur, ya da sınırsız zengin olacak” diye duasını vermiş.
“Amin, oğlum, dediğin çıksın, İnşallah”, diye bu hayra yorulan yoruma sevinen Batima nine, sandıktan 3 metrelik mavi renkli bir kumaşı çıkartıp:
“Bu güzel yorumların için teşekkürüm olsun” diye önüne koyar.
Aksakalı yolcu ettikten sonra oğlu Üşkempir annesine yaklaşarak “Jakem’in dediklerine inandınız mı yoksa?” diye dalga geçti.
“Sus! Köpterek’in en iyi ulu şahsiyetidir kendisi. Ne yaptığını sanıyorsun, böylesi hayırlı bir yorumu dillendiren kişiyle bir de dalga geçiyorsun. Benim Jakay’ım değil babasının, vatanını duyuracak, adına layık bir yiğit olacak!”, diye oğluna kızdığını hissettirdi. Çocuklarının geleceği için büyük umutları olan anneler böyleydi.!
Batima annenin karakteri ağır ve sinirliydi, tüm köy sakinleri bunu iyi bilir ve çekinirdi. Bir tek onunla şakalaşabilen ve karşısında konuşabilen tek oğlu olan Üşkempir’di. Onu görünce yelkenlerini suya indirirdi. On beş hamilelikle kalan tek Emirali’nin gözünden sakındığı, aile reisi Üşkempir ise de konu Jaksılık olunca onun canı ciğeriydi.
Oyun çocuğu olan Jakay “ateşe, suya düşecek” diye herkesi endişelendirirdi ve onun peşinden koşuşturmak ebeveynleri yorulmuştu. Babası oğlunun çalışmaya başlarsa belki büyür diye düşüncesinden dolayı Orazay ikisini 11-12 yaşlarında Moyunkum’daki çiftçi akrabasının evine götürüp bıraktı. Sabahları koyunlar bu çocuklar uykusunu alsın diye beklemezler. Seher vaktinden koyunlar taze otlağa gitmeye hayal ederek melemeye başlardı. İster istemez ikisi de sabahın köründe yengelerinin hazırladığı yoğurtla ekmeği yiyip koyunlarını otlağa götürürdü. Kazakistan topraklarının altı da, üstü de ayrı zenginliğe sahip! Toprağında binlerce güzel bitki açar, güneş yükseldikçe seherin soğuğundan geriye eser kalmazdı. Boyunkum’daki tepelerde Ebucehil çalısı (kalligoum) çoktur. Bazen bu ikili koyunlarını meraya saldıktan sonra bindikleri atları yarıştırırdı.
Bir defasında Kumtepe’nin birine tırmanırken önüne kertenkele çıkıverdi. Kafası vücudundan büyüktü, kuyruğu da uzun, daha önce çocuklar bu kadar korkunç canlı görmemişti… Kendince küçük bir ejderha gibi kafasını uzatmış, çocukları korkutmaya çalışıyordu.
“Allah!” diye Orazay bağırıverdi.
“Hadi çabuk kaçalım şu beladan!”
İkisi kendine gelene kadar kertenkele birden uçmaya yöneldi. Tam da ikisine doğru uçtu. Atlarının ayağı kuma battı mı ne bir türlü hareket etmiyordu. Yer üstünde sürünen canlının uçtuğunu görünce iyice korkmuşlardı. Kertenkele ise tam çocuklara doğru uçarak yere doğru kondu.
“Ya korkmasana bu sadece bir kertenkele!” dedi Ja-kay hemen korkusunu yenmişti. “Aksine hadi biz onu yakalayalım!”
“Ne demek yakalayalım. Hayır, hadi biz kaçalım en iyisi”, dedi Orazay korkusundan. Jakay atından inip, kertenkeleye doğru adım atmaya başladı. Bu korkunç bela kendisine doğru uçarsa ne yapacaktı?!
“Jakay, dikkat et bak sana doğru uçmak üzere”, dedi Orazay korkarak. Jakay da ne de olsa artık geri çekilemezdi. Sonuçta yılanların bölgesinde uyuya kalıp hayatta kalmışlığı vardı.
O an Orazay’ın gözünün önünde ejderha görünen kertenkeleleri göğsü ile kumu bir yandan öbür yana savurduktan sonra kumun altına girip, gözden kayboldu. Buna şahit olan çocuklar şaşkındılar. Peşi sıra çocuklar ellerinde birer çubukla kendini gömdüğü yeri kazımaya başladılar. Tam o sırada “Çocuklar!”, diye seslenen birisini duydular. Onlara seslenen çoban amcaydı. “Hayırdır ne kaybettiniz?”.
Kumun üzerinden bir şey arayan iki çocuğa bakakalmıştı.
“Ya, amcacım, buraya kafası büyük, kuyruğu uzun bir kertenkele girip, gözden kayboldu” dedi çocuklar birbiri ile yarışırcasına.
“Anladım. Doğrusu onun adını ben de bilmiyorum. Lakin çobanlar ona “Batak” derler. Belki siz de onu görmüşsünüzdür. Kuma bir batar, yok olur. Tutamazsınız.
Size doğru uçmasının nedeni Ebucehil çalısının dibinde yuvası olmalı. Yuvadaki yumurtaları korumak için öyle yapmış olabilir. Çocuklar siz de onun yuvasını görürseniz, bozmayın sakın, bunların insana bir zararı olmaz. Tabiatımızın bir parçası onlar da”, dedi çoban amca.
Onu dinleyen çocuk mu olur?
Aynı yerden bir daha geçince kamçılayıp, kertenkeleyi tutmaya karar verdiler. Kendilerince nasıl bir canlı olduğunu daha yakından araştırıp görmek istiyorlardı. Günleri de kertenkele avlamayla geçiyordu. Çocuk aklıyla kamçının gücüyle kertenkeleyi tutacaklardı. Kertenkele kendini avlattırır mı? Yukarıdan uçup 5-6 metre uzağa konar çocuklar gelene kadar izini kaybettirirdi. Çocuklar ne kadar çabalasa da başaramadan bu işin peşini bıraktılar. İkisi de: “Bir tane kertenkele bile tutamadık, bize birde yiğit diyorlar ya”, diye kendilerine bir dönem kızmışlardı.
Koyunları bol köye geleli Jakay ile Orazay kendi hallerindeydi. Sıkılmaya zaman kalmıyordu. Uyanık Jakay her gün bir oyun uydururdu.
Bir keresinde ikisi “avcı olalım” diye kararlaştırdılar.
“Ne ile avlayacağız?”, dedi saf Orazay.
“Keçe otağın duvarında tüfek asılıydı, gördün mü?”
“Abi onu bize verir mi ki?”
“Merak etme hadi kimseye fark ettirmeden sessizce alıp çıkalım.”
“Öğrenirse, bizi öldürür…”
“Korkma dedim ya sana!”
İki bahadır keçe otağın duvarına asılı tüfeği sessizce alıp çıkardılar. Şimdi ne yapacaklardı? Jaksılık Orazay’dan 1-2 yaş büyüktü. Tüfeği büyüklerden gördüğü gibi doldurdu ve omzuna astı. Orazay da ona imrenerek:
“Bana verir misin, omzuma ben asayım”, dedi.
“Olmaz, sen daha küçüksün ateş edemezsin. Tavşan çıkarsa kendim ateş ederim”, dedi Jakay.
İki arkadaş bir birini kollayarak ava çıktılar.
Mayıs sonu otlukta tavşan niye gezsin ki? İki “avcı” bir tepeden diğer tepeye gezerken iyice kayboldular. Tepelerin hepsi bir birinin aynısı. Nerden çıkıp, nereye gideceklerini karıştırdılar.
“Jakay, eve dönelim, susadım ben”, dedi Orazay.
“Evimiz ne tarafta”, dedi Jakay büyükler gibi etrafına bakınarak.
“Hakikaten kayıp mı olduk?”
“Öyle gibi…”
“Jakay, ağlamak istiyorum…”
“Gevezeliği bırak. Bak duyuyor musun, bir yerden köpek avlamasını duyuyor musun?”
İkisi de iyice kulak kesildi.
“Ben bir şey duymuyorum”, dedi Orazay.
“Bu taraftan geliyor sesler”, dedi Jakay. İkisi o yolu takip etmeye başladılar. Biraz zaman geçince tepenin eteğinden gerçekten köpekleri sesini duymaya başladı. İkisi sevinçten göklere uçuyordu. Bir tepeye çıkınca uzaktan 2-3 haneli bir köyü gördüler. Evlerin birine yaklaşınca içerden bir genç çocuk çıktı.
“Çocuklar, nereden geliyorsunuz?”, dedi ikisinin de yorgunluğunu fark edip, şaşırdı.
“Kayıp olduk, bayılmak üzereyiz”, dedi Orazay bitkin vaziyette. Evin köşesine oturuverdi.
“Bu tüfek de ne? Ava çıkıp kayıp mı oldunuz?”, dedi genç bunlarla dalga geçerek.
Şakalaşacak halleri yoktu. Bunu anlayan genç evden iki kâse yayık ayran getirdi. Ayranı içer içmez iki “avcı” kendine geldi. Onlar serin eve girip, ala keçe üzerine kendilerini attılar. Genç ortadaki yuvarlak yer sofrasına et, salatalık turşusunu getirip, çocukları kaldırıp sofraya davet etti.
“Bu yemeğin adı ne?”
Orazay tuzlu salatalığı ilk defa görmüştü.
“Aç isen sorup soruşturmadan yesene”, dedi şakacı genç çocuk.
Jakay da daha önce böyle bir şey yememişti. İkisi de tadına bakıp çok beğendiler.
“Beğendiniz mi?”
İkisi de kafalarının sağlayıp önüne koyulan yemeklere daldılar. Bu sırada eve daha başka çocuklar ve kızlar girip sofraya yerleştiler. Onlar da bu ikisin avcılığa çıkıp kayıp olmasına dalga geçmeye başladılar. O zamanlarda okulu biten çocuklar üniversiteye gitmeden önce 1-2 sene hayvan yetiştirilen kolektif çiftlik ya da devlet çiftliği için yardım ederlerdi, sonra okula davetiye alırlardı. Bu gençler de onlardanmış. Çocukları hem yemeğe, hem de sohbete doyurup, kendi köylerini bulmaya yardımcı oldular. Biraz oturup, sohbet ettikten sonra ikisi de misafirperver ev halkıyla vedalaşarak dışarıya çıktılar.
“Sizin köy o tarafta. Bu yolu kendinize güzergâh edinirseniz evinize ulaşırsınız”, dedi, Edige. Karanlık çökmeye başlarken, kafadar “avcılarımız” koyunlara seslenen dedelerinin sesini duyunca ikisi de sevindi. Az önce genç çiftçilerin evinde yediği turşu bunları ölürcesine susatmıştı. Dilleri ağızlarına sığmadan koşa koşa Düysek dedelerinin evine geldi. O zamanlarda kapılara zincir vurulmazdı, sadece iple bağlanırdı. İkisi de kapıyı açar açmaz kapalı duran kovayı açıp aceleyle su içmeye başladılar.
“Ya, bu nasıl bir su, tuzlu mudur nedir?” diye Jakay Orazay’a söylendi. Orazay ise o kadar susamıştı ki suyun acısını, tatlısını ayırt edecek hali yoktu.
“Hadi, tamam, şimdi Düysek dede gelir, gidelim”, ikisi de evlerine yöneldi. Orazay tüfeği alıp, “karşımıza tavşan çıksaydı şöyle ateş ederdik”, diye nişan alırken, Jakay onu çocuk gördüğü için “Tüfeği ver bana, içinde mermisi var. Yanlışlıkla ateş edersin hadi” dedi.
“Tamam!”, diye kendisinden 2 yaş büyüğünü dinleyerek, önden çıkıp gidiyordu ki tam o sırada Jakay yanlışlıkla tüfeğin tetiğini çekti. Bir anda “tars” diye bir ses çıktı. O sıra Orazay’ın şapkası uçup, yere düştü. Şapkayı uçuran mermi yerden şapkayla birlikte tütüyordu. Bu sefer Orazay’ı Allah kendi korumuştu. Aniden ne olduğunu anlamayan iki dost bu olanlardan hiç kimseye söz etmemek için birbirine söz verdiler.
Babaannesinin Büyük Hayali
Dünyaya geldiği zaman yeleğinin içine sarmalayıp, bağrına basan babaannesinin evladı olan Jaksılık kendi babasına “amca”, annesine ise “jeneşe”, yani “yenge” derdi. Bu kelimeyi de kısaltarak sadece dili döndüğünce “jişe” şeklinde söylerdi. On beş çocuk dünyaya getiren babaanne Batima’nın çocuklarının hepsi küçükken vefat edip, eşi Emirali’nin ocağını tüttürecek bir tek erkek çocuğu Üşkempir kalmıştır. Çocukları yaşamayınca on beşinci olarak dünyaya gelen oğlanı köyde akrabası olan bir ihtiyarın kaftanının eteğine sarmalayıp, elden ele gezdirmiş, dolaştırma sırasına göre en sondaki üç yaşlı kadının kucağında kalmıştır. Kazak inancına göre yapılan bu ritüel dolayısıyla da çocuğa “Üşkempir” (üç ihtiyar kadın) adı verilmiştir. Çocuğun kırkı çıkana kadar onu komşu kadın emzirmiş ve sonrasında babası Emirali ile anası Batima kendi çocuklarını yine Kazakların başka bir batıl inancı gereği o evden satın almıştır. Evlerine dönerken yolda yedi aksakalı ziyaret ederek, onların hayır dualarını almış ve bebeği kendi evlerine pencereden sokmuşlardır.
Herkesin saygı duyduğu Emirali’nin bu biricik evladına bütün köy duacı olmuş ve bu şekilde büyümüştür. Maalesef, Emirali oğlunun delikanlı olduğu günleri göremeden vefat eder…
Heybetiyle ve cesur karakteriyle bütün köye sözünü geçirebilen Batima ananın sofrası her zaman bereketli, kazanı dolu olur, biricik oğlunu kimseden eksiği kalmadan yetiştirirdi. Zamane bir meslek sahibi olsun diye muhasebe eğitimi aldırır. “Ocağını tüttürsün” diye de edepli ve merhametli bir kız olarak bilinen Küntöre ile evlendirir. İşte bu, biricik evladının soyunu devam ettiren Jakay’dır. Jaksılık’a babaannesi şımartır Jakay diye kısaltarak adını zikrederdi. Bundan dolayı sadece evindekiler değil, bütün köy Jaksılık’a “Jakay” demiştir.
Küntöre bazen oğlunu şımartarak:
“Sen uyurken evdeki herkes ayaklarımızın ucuyla yürürdük. Hatta, sen uyanma diye, babaannenden korumuzdan, semaveri de evden ırak bir yerde kaynatırdık. Zira, babaannen “Rüzgârlı havada tütünü eve girer. Uyumakta olan Jakay’ı niye düşünmüyorsunuz? Şu tütünden boğulacak zavallı” diye kızardı. Baban ise seni bir yerlere yollayım diye eve doğru yönelince:
“Şu yumruk kadar çocuğa mı kaldı bütün iş. Uykusunu kaçıracak kadar nerede ne yanıyor?” deyip sinirlenirdi.
Öyle anlarda baban:
“Oğlanı erkek gibi terbiye edersen erkek olur, köle gibi terbiye edersen köle olur, denilen sözü Bavırjan ağabeyimiz nasihat etmemiş miydi ana? Oğlunuz öğlene kadar uyuyor. Tam bir tembel olacak” diyerek sözleriyle iğnelerdi.
“Sus, saçmalama! Gelecekte tüm iyiliği bu oğlumdan göreceksiniz, adını duyuracak olan da şu yavrum olacak” diyerek babaannesi öyle anlarda oğlunun söylediklerine alınır küserdi.
Annesi Kültöre yolculuğa sık çıkan Jaksılık’ı her özlediğinde onun çocukluğuna ait buna benzer ilginç hatıraları anlatırdı.
Jakay’ın ilginç hareketlerine doyamadan yedi yılın ne kadar hızlı geçtiği hiç fark etmemişlerdi. Bu çocuk adeta destanlardaki bahadırlar gibi her yıl değil her gün, hatta her gün değil her saat büyüdüğünü hissettiriyordu. “Alpamış” yedi yaşında nişanlısı “Gülbarşın”ı kurtarmak için Kalmaklara karşı akın etmişse, Jakay o yaşta hiçbir şeyi düşünmeden Talas nehrinin derinliklerine dalarak yüzüyor, şımararak büyütülüyordu. Okul çağına geldiği için artık sünnet olmalıydı. Babası ile babaannesi bu durumu istişare edip, kendi aralarında konuştuklarını Jakay’dan bir yaş büyük olan ablası Altınkül duyar ve saçları darmadağın halde Talas kıyısı boyunca koşmaya başlar. Koşarak gelip:
“Jakay, seni sünnet edecekler!” diye bağırır nefes nefese kalarak. Jakay her erkek çocuğunu böyle bir acının beklediğini eskiden beri kendi yaşıtlarından duydukları için bilirdi. Onlar molladan çektiği “acıları” anlattıklarında, korkudan, “sünnet” denilen şeyden nasıl kaçıp kurtulabilirim?” diye bazen ciddi ciddi üzülürdüler. Yine de kendilerini avutarak: “Benim babaannemden molla da korkar, babaannem varken benimkini kimse kesmeye cesaret edemez” derdi. Bu düşüncesini arkadaşı Karahan’a söylediğinde ise o çocuk gülerek:
“Bak da gör, o ihtiyara baban ile babaannenin kendileri seni yakalayıp götürecekler seni” dediğinde ona inanmamıştı.
“Babaannem bana öyle bir kötülük yapmaz” deyip arkadaşının dediklerine itiraz eden Jakay, babaannesinin kendisine olan sınırsız sevgisine güvenmişti.
“Dedemin kendisi beni tutup oturttu. Babaannemle dedem de beni severler” diyerek Karahan söylediklerini tekrarladı. Jakay çaresizce:
“Öyleyse dağa kaçarım” dedi.
“Nereye gitsen de baban bulup getirecektir …”
Bunu duyduğundan beri için için bir tehlikenin varlığını hisseder olmuştu. Zira çocuklar “okula başlamadan önce sünnet edilir” dediklerini hep duyardı, kulağında bu sözler çınlardı. Bir keresinde kendisinden büyük çocuklara:
“Kızlar ondan korkmazlar mı?” diye sordu.
“Hey, aptal, kızlar sünnet olmazlar. Onlar oynaya güle giderler okula” dedi arkadaşı.
“Sünnet ederken molla testere ile kesip, sonra üzerine kül serpip kanını durdurur” dedi biraz daha yetişkin olan bir diğeri.
Jakay Müslümanların erkek çocuklarını 3, 5, 7 gibi tek sayılı yaşlarda sünnet ettirdiklerini o zamanlar bilmiyordu. Okula 7 yaşında gideceğinden dolayı, bunu “okula gitmeden önce halletmeyi” doğru bulsalar gerek, köydeki çocukların çoğunu velileri 7 yaşına girince sünnet ederlerdi. Bunu erkek çocuklar kendilerince “sünnet olmayanları okula almazlarmış” diye anlarlardı. Altınkül koşarak gelip duyduklarını anlattığında Jakay başından aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldu, neye uğradığını şaşırdı, donakaldı. Altınkül söyleyeceklerini söyleyip “görevini yerine getirdikten” sonra, tekrar kuş gibi uçarak hızlıca köye döndü. “Bu felaket bana da gelmiş, ne yapmam lazım?” diye kara kara düşünen Jakay, güneş yuvasına yerleşip hava karardığında nehrin kıyısındaki büyük kavak ağacının tepesine doğru tırmandı. Çocukların hepsi o vakitte evlerine dönmüşlerdi. Gökyüzünde yeni doğan ayın nehre yansıyan ışığına bakarken bir grup insanın nehir kıyısı boyunda:
“Jakay!”
“Jaksılık!”
“Neredesin?” diye bağırarak, koşturarak gelmekte olduklarını gördü.
Kendisini aramakta olduklarını bilse de “arasınlar!’ Sünnet ettireceklermiş ya. Gitmeyeceğim. Babaanneme çocuk lazımsa beni mollaya vermeyecek!” deyip, biraz inatlaşarak olduğu yerde kalmaya devam etti. Arayanlar her tarafa dağılıp “Jakay, Jakay” diye bağrışıyordu. Bir an babasının “Jakay! Kurban olduğum!” dediğini yakın bir yerden duyduğunda kalbi yumuşayıp, duygulandı. Kendisini hiçbir zaman şımartmayan, tatlı konuşmayan taş gibi sert amcasının “kurban olduğum” deyişi her şeyi unutturmuş gibi oldu ve Jakay ağacın tepesinden inmeye başladı. Tabanı yere değdiğinde babasının sesi daha da yakından duyuldu:
“Jakay!”
Tek çocuğu “nehirde mi boğuldu?” diye korkan zavallı babasının sesi titriyordu. Babasına acıyan çocuk:
“Amca” diyerek ağlamsı bir ruh haliyle seslendi. Babanın kulağı çocuğunun sesini duyar duymaz kalbi hızlı çarpmaya başladı. O, karanlıkta etrafa bakınarak oğlunun siluetini gördüğünde, koşarak gidip kucaklayıp, çocuğu yerden hızlıca kaldırdı.
“Bulundu!” diye bağırdı etrafa.
“Çocuk bulundu” diye bağrışan komşuları Jakay’ı ortalarına alıp sevindiler. Ne yapsınlar, hepsi çocuk boğuldu diye çok korkmuştu.
Tespihini çekerek kapıdan gelecek haberi beklemekte olan Batima anasına:
“Nine, oğlunuzu bulduk, müjde!” diyerek bir kayını haberi ulaştırdı.
“Kurban kesin! Kurban kesin!” deyip, babaannesi elini yere dayayarak ayağa kalktı.
Çocuğu aramaya yardım eden akrabalar gece yarısına kadar Küntöre’nin kavurmasını yiyip, çayını içip evlerine dağıldıktan sonra babaannesi ile babası kaçağın meselesini masaya yatırdılar. Anası kayınvalidesinden çekindiği için hiçbir şey soramasa da, bulaşıkları topluyor, minderleri silkeleyip havalandırıyor, sonra tekrar yerine seriyormuş gibi yaparak kocası ile kayınvalidesinin konuşmalarını dinlemeye çalışıyordu.
“Oğlum, sünnet olmaktan insan korkar mı hiç?” diyen babası erkek çocuğun hayatındaki en önemli şey hakkında kendince bilgi vermeye çalışıyor. “Sen erkek değil misin, şu küçücük şeyden bu kadar korkman da neyin nesi? Sünnet olmak demek, yiğit olmanın ilk nişanıdır. Bu, erkek çocuğun kızdan farkını, dayanıklılığını gösterir. Sen büyüyünce Vatan’ı koruyacaksın, babaannen, yengen, ben, ablan ve kardeşinin bu hayattaki yegâne koruyucusu, destekçisi sen olacaksın! Ben de zamanında askere giderek, Vatanımı koruyup, vazifemi yapıp gelmiştim. Kızlar ne yapar dersen, onlar okuldan mezun olduktan sonra başka bir aileye gidip, o evin gelini olurlar. İşte, yengen de burada ya, bizim evin işlerini yapıyor, onun gibi yani. Babaannen de oturuyor, o da bizim iyiliğimizi diliyor. Sen bugün sünnet olmaktan korkarsan, yarın büyüyünce Vatan’ı nasıl koruyacaksın?” deyip Jakay’ı iyice utandırdı. Bizim bahadır, babasının kendisini büyük insan gibi görerek, ciddi konuştuğunu görünce kendisini bir tuhaf hissetti. Hatta çok utanmış gibi oldu.
“Amca, yarın mollayı getirirsen, getir” dedi, “bundan tamamıyla kurtulalım”.
“İşte, benim Jakay’ım bahadırların nesli değil mi? İşte, yiğit!” diyerek babaannesi de buna çok sevindi.
“Ver elini, işte, yiğit!” deyip babası da sırtını sıvazlıyor. O yaz Jakay sünnet olup okul hazırlıklarına başladı.
Çok geçmeden güz de gelmişti. 1 Eylül’de Talas nehrine beş kilometre uzaklıktaki Sarbarak köyündeki okula kendi yaşıtlarıyla birlikte okula başlayan Jakay da gitti.
Alfabeyi öğreten ilk öğretmeni Abdibek Tastanov birinci sınıfa gelen ufak çocukları okulun önünde karşılamıştı.
“Okulun işte, sınıfın, Burada on sene olursun.
Darı gibi girer, Dağ gibi çıkarsın”, diye bir şiir okudu. Şairin söylediği gibi yaz boyunca Talas kıyısında dolaşıp güneşte iyice yanan esmer cılız çocuklar okula gelmiş, ilk defa sıraya oturmuşlardı.
Günler geçmeye devam etti. Okula gitmek için bir grup çocuk eşeğe binerdi. Kışın ise atın çektiği kızakla asmalı köprüden geçerlerdi.
Jaksılık kardeşlerine o kadar düşkündü ki, kendisinden bir sınıf üstte olan ablası Altınkül’ün asmalı köprüden korktuğunu bildiği için onu elinden tutarak geçirirdi. Sonradan kız kardeşi Şırınkül okul yaşına geldiğinde onu da kendisi elinden tutarak okula götürüyordu. Başka çocukları velileri okula kadar götürüp, geri döndüklerinde önlerinden çıkıp karşılarlarken, Jaksılık iki kardeşini ellerinden tutarak okula kendisi götürüp, getirirdi.
Dersten geç çıkıp bir köyden ikincisine varana kadar hava kararınca çocukların korktukları zamanlar çok olurdu. Bazen de oynayarak, birbirlerini kovalayarak köye çabucak ulaşırlardı. Çocukluk çağ bu yüzden güzel değil midir, köy ile okul arasındaki mesafenin uzaklığına bile bakmadan bir evin çocukları gibi olan yavrucaklar dönemden döneme ne ara geçtiklerini de fark etmezlerdi.
Çocukluk çağın her günü sıcacıktı. Ocağı tüten yuva gibi sıcak evde anne babayla ve babaannenin merhametinin saçıldığı Cennet gibi mekânda geçen akşamlar ne güzeldi, hey gidi günler!
Üşkempir’in ailesinde büyüyen çocukların büyüdüklerinde de özlemle anlattıkları eğlenceli olaylardan biri babalarının hakem olup üçünü güreştirdikleri anlardı. “Ülgili” kolhozunda[4 - Kolhoz. SSCB’de tarım sektöründe örgütlenen ‘kolektif tarımla’ uğraşan birlikler olarak tanımlanabilir.] muhasebeci olarak çalışan babaları genelde tan ağarırken işe gidip, çocukları tatlı uykuda yatarken işten dönerdi. Üşkempir’i çocukları sadece Pazar günleri görürdü. Onda bile akşam hava kararmaya başlayınca eve gelirdi. Evdeki üç çocuk bir hafta boyunca babalarını özleyip, Pazar gününün gelmesini beklerdi. Babaları evde olacağı gün onlar için küçük bir bayram gibi olurdu.
Akşam yemeklerini yedikten sonra çocuklarına:
“Hadi şimdi güreş başlayacak” derdi. Altınkül hemen bir pantolon giyip ortaya çıkar. O zaman Altınkül tıpkı erkek çocuk gibi olurdu. Kız da olsa vücudu iriydi. Jakay’dan bir buçuk yaş büyüktü. Böylece, önce Altınkül ile Jakay güreşirdi. Kolları ve bacakları incecik, kaburga kemikleri gözüken cılız Jakay’ı ablası hep yenerdi. Öyle anlarda babaannesi:
“Jakay, sen yemeği az yiyorsun, ondan dolayı Altış’a yeniliyorsun” diye onun tarafını tutardı.
“Oğlunuzda güç yok, bir deri bir kemik” deyip, babası Jakay’ı kışkırtarak konuşur öyle zamanlarda. Jaksılık öfkelenerek tekrar güreşir. Ne yapıp edip Altış’ı yeneceğim deyip ne kadar çabalasa da eşit düşmekten öteye geçemezdi. Ağabeyi ile ablasından geri kalmayarak küçük Şırınkül de:
“Baba, ben de güreşeceğim” deyip babasına yalvarır. Babası:
“Hadi, madem güreşmek istiyorsun, Jakay ile güreş, Altış seni fırlatıp atar” deyip, Jaksılık’ı kışkırtırdı.
“Ağabey, ikimiz güreşelim” diye ısrar eden kız kardeşiyle güreşiyormuş gibi yaparak oynardı Jakay. Sonunda yalancıktan yenilince dağınık saçlı küçük kız sevinerek:
“Jakay kaybetti! Ben kazandım!” deyip kendi kendini alkışlayarak oda içinde dönerek koşardı.
“İşte, oğlunuz, kız kardeşine de yenildi!” diyerek Üşkempir annesiyle şakalaşırdı.
“Benim oğlum kızlara acıyor, köydeki oğlanlara hiç yenilmemiştir, Jakay ile güreşmeyen komşu çocuğu yoktur. Hepsini yeniyor benim Jakay’ım!” diyerek babaannesi Jakay’ı savunurdu.
Ertesi gün sabahtan annesi Jaksılık’a acıyarak:
“Jakay, yemeği doğru düzgün yesene, güçsüz kalırsın” deyip, oğlunu sofraya oturtup, yemeği doyarak yiyene kadar onu izlerdi.
O zamanki odunun türü çalı çırpıydı. Bütün gün boyunca pancar tarlasında çalışan Küntöre eve döndüğünde sırtında odun getirirdi. Güneş batarken işten dönüp, ne kadar yorgun olsa da yemek yapmaya başlardı. O zaman, “yardım edecek yaşa geldin, hem kız olarak ev işlerini öğren” deyip, Altınkül’e: “ocağın altına ateş yak” deyince yaramaz kız kardeşinin elinden tutup oyuna kaçardı. Annesine acır, hep desteğe Jaksılık koşardı, yardımseverliğinin sınırı yoktu. Annesinin yanında “yenge, yenge” diye dolaşarak ocağa ateş yakar, semaveri kaynatır, yardım etmekten hiç üşenmezdi. Arada bir de ılık su doldurarak babaannesinin ibriğini hazırlamayı da ihmal etmezdi.
“Jakay’ım benim yardımcım. İyi kalplim! Bu iyiliğini Allah karşılıksız bırakmasın! Sana da kendi evlatların böyle hizmet etsin, hayırlı evlat olsun!” diye babaannesi torununa hep hayır dua ederdi.
Bahtlı çocukluk çağın mutlu anlarından biri sabahleyin güneşin ilk ışığı yüzüne vurup uyandırdığında gönlün sevinçle dolarak, yeni günü karşılamak için acele edişiydi. Jakay’ın çocukluğunun her günü böyle neşeli ve mutlu geçtiği söylenebilir. Sevgi ve merhametle büyüyen çocuk hayatı sevmeyip ne yapsın? Aile sıcaklığını hissederek büyüyen nesil gelecekte Vatanını da kendi evi gibi görecek ve sevecektir.
Jakay’ın çocukluk çağındaki en güzel an, güneşin pencereden içeri girip tüm nurunu saçarak uyandırmasıdır. Zayıf esmer çocuk kollarını ve bacaklarıyla gerilerek uyanırken bembeyaz başörtüsüyle kapıdan içeriye babaannesi güneyin nuruyla girerdi. Elindeki ahşap kap kımız dolu olurdu.
“Benim Güneş’im uyandı mı? Bizim evin Güneş’i doğdu mu? Işığım benim!” deyip eğilerek alnından koklayıp eline kabı tutuştururdu. Pencereden giren Güneş ışığı beyaz kaptaki ak kımıza vurunca yansıyan ışık göz kamaştırırdı. Jakay, elini yüzünü yıkamadan babaannesinin verdiği kımızı içip yerinden kalkardı.
Böyle bir babaanne merhameti, Güneş’in nuruyla ak kımızın ekşimsi tadı hayatı boyunca Jaksılık’ın aklında kaldı. Babaannesini özlediğinde gözünün önünde işte bu manzara canlanırdı.
* * *
Talas kıyısındaki Kazak köyünün hayatı güllük gülistanlıktı. Yaz günlerinde çocuklar gürültü yapıp, sokağın tozunu kaldırarak oynarken köyün büyükleri sovhozun[5 - Sovhoz. Sovyet Devrimi sonra, Kooperatif mülkiyetini gerçekleştiren kolhozların yanında devlet çiftlikleri olarak kuruldu.] işlerinde çalışırlardı. Namazlarını kazaya bırakmayan ihtiyarlar oruçlu olsalar bile yazın sıcağında tırpanla ot biçerlerdi. Jakay’ın babaannesi de gece yarısında teravih namazını kılar. Jakay Ramazan ayında termostan çay içip, lezzetli gözleme yemek için babaannesiyle birlikte sahura kalkar. Yazın hemen tan atıp vakit çıkmaması için Küntöre sahurun çayını termosa koyardı. O çaydan yudumlayıp, Jakay da yarı uykulu yarı uyanık halde babaannesinin okuduğu duaya âmin der, elini yüzüne sürüp orucunu tutardı. Dedesi hayattayken eve alkollü içecekleri sokmak şöyle dursun, sucuk, tuzlanmış salatalık gibi yiyecekleri “Rusların aşı” diye sofraya yaklaştırmazdı. Bu alışkanlık dedesi vefat ettikten sonra da bu evin geleneğine dönüştü.
Yetmişli yılların ortalarında köyde ihtiyarların sayısı çok fazlaydı. İhtiyarların terbiyesini görerek büyüyen Jakay’a namaz kılmayan, sakalı bıyığı olmayan ihtiyar yok gibi gelirdi. Aksakalların bir araya geldikleri ortamlarda birbirlerine gösterdiği hürmet, onların sohbetleri, çocuk gördüklerindeki sergiledikleri merhametin yeri başkaydı. Bu terbiyeyi görerek yetişen nesil için bunlar önemli bir örnek, eğitimdi. Jaksılık için yeryüzünde babaannesinden üstün, ondan değerli kimse yoktu. Babaannesi de Jakay deyince canını dahi vermeye hazırdı. Ailedeki diğer insanlara sormasa da öncelikle Jakay’ın sevdiği yemeği hazırlatırdı. Jakay’ın sevdiği yiyecek ise koyun dili yemeğiydi. “Benim oğlum kalabalık önünde konuşacak hatip olacak” der, babaannesi çocukluğundan beri dil yedirerek Jakay’ı alıştırmıştı.
“Ne bilelim, oğlunuzun henüz hatip olacak bir insan gibi doğru düzgün bir laf ettiğini görmedik ya. Sadece sizin verdiğiniz dili yiyip, ağzını açmadan sessizce oturuyor” diyerek Üşkempir her zamanki gibi annesine takılırdı.
“Halkın önünde konuşacak hatip olacak, göreceksin! Oğlum çok kitap okuyor, onları beynine kazıyor. Almatı’ya gidip beş yıllık eğitim alıp, hatip olmayı öğrenip gelecek” diyen babaannesinin Jakay’ın geleceğine dair ümidi büyüktü.
Eski bir makamla mırıldanarak şarkı söyler dururdu. Jakay öyle anlarda dışarıdan eve girer girmez babaannesinin kucağına girer. Babaannesi eğirmekte olduğu ip ile yünü hemen sağ tarafına koyup, torununun kuyruğuna vurarak nazlandırmaya başlardı. Torunu ise babaannesinin kimsede olmayan kokusunu içine çekerek önünde yatar…
Sofra kurulunca “Jakay’ı başköşeye oturtun” der ve babası Üşkempir’in yanına kalın bir minderi koyup torunu gelmeden kimseye yemek yedirmez.
“Jakay, çabuk gel!” diyerek elini yıkamakta olan çocuğu bekler.
“Vay canına, oğlun gelene kadar açlıktan karnımız guruldayarak bekleyeceğiz artık, o gelip başköşeye yerleşene kadar bekleyeceğiz” diyerek Üşkempir annesiyle şakalaşırdı.
“Jakay’ım halkına öncü olsun, diye onu başköşeye oturtuyorum. Sen daha göreceksin, Jakay’ım liderlik edecek, halkın öncüsü olacak! İşte, geliyor benim yavrum” deyip minderin üzerini eliyle çırparak oğluna yer gösterdi. Jaksılık ise babaannesinin çok fazla üzerinde titremesinden dolayı utanarak gelip mindere oturur.
“Anne, siz neden benim Jakay gibi olduğum dönemde bana böyle davranmadınız. Şimdi ben en kötü bir ilçeyi yönetirdim ve siz de ilçe başkanının annesi olurdunuz.” diyerek oğlu annesini sözleriyle iğneledi.
“E-e-e, yavrum, ‘göre göre bilge’ olursun dedikleri şey buymuş. Senin çocukluğunda ben ne biliyordum ki? Şimdi etrafıma bakarak ve insanlarla ilişkiler kurarak böyle şeyleri öğrendim ya. Şu kötü anana küsme, koyun güdene akıl sorma derler. Babanın ikimizi koyunların peşinde göndermekten başka ne gördük dersin? Ben olamasam da sen ilçe başkanının babası ol! Göreceksin, bütün iyiliği şu esmer çocuktan göreceksiniz” deyip, ortadaki tabaktan bir kemikli eti alıp önce kendi oğluna verir. Jakay için pişirilen dili alıp torunun eline tutuştururdu.
Böyle büyük hayalle, ümitle yetiştirdiği Jaksılık daha sonra sadece babaannesi ile babasının değil, bütün Kazakların adını dünyaya tanıttı. Dünyanın neresinde olursa olsun, babaannesi rüyasına girerdi. Babaannesini rüyasında gördüğü gün işleri düzelirdi.
“Bugün babaannem rüyama girdi. Bundan otuz sene önceki hâliydi, başı bembeyaz bir başörtüsüyle kapalıydı. Eski bir makamla mırıldanarak şarkı söylüyor ve ip eğiriyordu. Ben ise babaannemin koynuna kafamı koyup hiçbir şeyi düşünmeden peynir yiyorum.” deyip, halkının ümidini gerçekleştiren bahadır oğlan dünyaca ünlü olduğu zamanlarında bile babaannesini hep hatırlar ve yâd ederdi.
Emeğin Tadı
Üşkempir’in ailesinde baba ayrı bir yere sahipti. Büyük anne Batima da, evin anası Küntöre de aile reisinin sözünü dinler, onun ruh haline göre hareket eder ve yaşarlardı.
Karakteri sert, iş deyince canla başla çalışan evin reisi nesillerin terbiyesi konusunda bilgili, çocuklarının terbiyesinde biraz kuralcıydı. İlk çocukları olan Altınkül ile en küçükleri olan Şırınkül’e de kız çocuğu demez evin her işini yaptırırdı. Erkek çocuk olan Jaksılık’a ise ağır işleri verirdi. Sabahtan akşama kadar ailecek devlet çiftliğinin her eve taksim ettiği pancar tarlasından çıkmazlardı. Toprağa tohum ekildiğinden itibaren sulamasını yapar, ekin çıkmaya başlayınca yabancı otları ayıklar, dur durak bilmeksizin çalışırlar, bazen parmaklarının araları kesilip kanardı. Çocuklarına acıyan zavallı ana işin büyük orandaki ağırlığını kendi üzerine alır. Böylece ilkbahardan sonbahara kadar köyün bütün işi pancarla uğraşmak olurdu.
Üşkempir tek oğluna kas gücü gerektiren işler yaptırarak terbiye etti, eğitti ve yetiştirdi. Bazen dokundurarak konuşup oğlunu daha iyi çalışması için sözleriyle kamçılardı. Babasının:
“Jakay’ın gücü az olduğundan mıdır nedir bilmem ama sesi ince” dediğini duyduktan sonra gücünü artıracak, kuvvetlendirecek iş olan hiçbir işten geri kalmazdı.
Tegistik köyünün en önemli işi kışa hazırlık, hayvanlar için ot biçmek, erzak hazırlamaktı. Aksakallar birkaç çocuğu bir sıraya dizip, ellerine tırpan vererek ot biçtirerek yarıştırırlardı. Yemyeşil yonca tarlasına dört yiğit aynı anda girdiği zaman yaş otu biçtikleri tırpandan çıkan ses ile otun hoş kokusu etrafı sarardı. İki üç aksakal biraz ötede oturur kımızlarını içerken gözlerinin kenarıyla tırpanla ot biçmekte olan yiğitlere bakarlar ve koyu koyu sohbet ederlerdi.
Yetmişli yılların ortalarında henüz yaşlı insanlar çoktu. O zaman köyde namaz kılmayan, sakal bıyık bırakmayan ihtiyar neredeyse hiç yokmuş gibi görünürdü. Aksakalların bir araya geldikleri yerlerde birbirlerine gösterdikleri saygı ve onların sohbetleri, çocuk gördüklerindeki merhametlilikleri o zamanki çocukların hiçbir zaman unutmayacakları bir görüntüydü.
Jaksılık kendi yapısının başkalarına nazaran daha küçük oluşuna rağmen hep grubun önünde olmaya gayret ederdi. Ot biçme yarışına hakemlik eden aksakallar bunu fark edip:
“Aferin, Üşeke’nin oğlu çıktı öne!” dediklerinde, bu övgü kuvvetine kuvvet, gücüne güç katardı ve yanındakiler yoğurt çorbası içerken bile Jakay durmazdı. Bir evin yoncasını biçtikten sonra diğer evinkine geçerlerdi. Köydekiler aynı yonca tarlasını yaz boyunca üç kez biçerlerdi.
Jaksılık kendi evlerininkinden başlayarak komşuları ile akrabalarının yoncalarını daha kendisine kimse söylemeden biçerdi ve henüz güneş doğmadan eline aldığı tırpanıyla öğlene kadar bütün işleri bitirirdi. İki üç gün sonra kuruyan yoncayı dirgenle ters çevirir, bir gün sonra da tekrar gidip toplar ve balyalardı. Bu kadarını yaptıktan sonra ihtiyarlar Üşeke’nin çalışkan oğlunu övmesinler de kimi övsünler! Akşamleyin aksakallar eve gelip çay içerlerken Batima yengelerine torununu överlerdi. O zaman Batima Hanım Küntöre’ye unun arasına koyarak sakladığı yılkı etinden yapılan sucuklarını çıkarttırıp yemek yaptırır. Yemek hazır olana kadar ihtiyarlar Jakay’a beyit olarak okunan “Kahramanlık Destanını” söyletir ve dinlerdiler. Birlikte oturup sohbet ederek hoş bir vakit geçirirler. İhtiyarlar ev işlerine yatkın ve çalışkan oğlunu övdükçe babaannesi mutlu olur ve gururlanırdı. Babası Üşkempir ise oğlunun sırtını sıvazlayıp, alnından öpmezdi bile. “Oğlana sert davranmak” lazım diyen babanın tutumu onu yapmasına izin vermezdi. Sadece bazen babaannesine:
“Oğlunuz adam olmaya başladı” derdi, memnun kaldığında.
Öyle anlarda Jaksılık mutlu olur, sevinirdi. Eskisinden daha da gayretli olurdu ve işleri canla başla yapardı.
Üşeke üç çocuğunu da şımartmazdı. Kendisi çok erken yaşta çalışmaya başladı. Sonra kolhozun muhasebecisi olmasına rağmen üç hektar pancar tarlası alıp ailesiyle birlikte çalıştı. Küntöre dersten çıkan çocuklarını yanına alıp tarladan çıkmazdı. “Şu pancar işlerinde iyi çalışırsanız size bisiklet satın alacağım” diye onları heveslendirirdi babaları. Jaksılık kendisiyle yaşıt çocukların bindiği bisikletin hayalini birkaç yıl kurduktan sonra ona zar zor ulaşmıştı. O zamanki sevincini bir görseniz. Bisikleti Altınkül ile birlikte sırayla sürerlerdi ve arkasına küçük Şırınkül’ü bindirirlerdi. Bisiklet aldıkları ilk gün hevesleri geçene kadar oynamışlardı.
Pancardan elde edilen kârı doğru kullanmayı ve ailenin ihtiyaçlarına harcamayı da yine babası bilirdi, o karar verirdi. Önce ailenin ihtiyaçlarını, sonra üç çocuğun okul ihtiyaçlarını karşılar ve kıyafetlerini alırdı. Ancak bunlardan para arttıktan sonra biricik oğluna bisiklet alabilmişti.
* * *
Sekizinci sınıfı bitirdiği yaz babası Jaksılık’ı Aben adındaki bir çoban akrabalarına gönderdi. Orası Şagan gölü kıyısında bulunan Şalke denilen bir yerdi. Etrafındaki ekinler ise sovhoza aitti.
Gelir gelmez Jakay koyunları gütmeye çıktı. Eskiden arkadaşı Orazalı ile birlikte bütün yaz boyunca Moyınkum’da koyun gütmüşlerdi ve bu konuda tecrübeliydi. Ancak burada koyunu otlatırken eşekle dolaşıyorlardı. Sürüsü otlamaya başladığında çizmesinin içine koyarak yanında götürdüğü kitabı çıkarıp, temiz havada güzel güzel okurdu. Bir keresinde kendisi kitaba dalmış, sürüsü ise sovhozun ekinine girmişti. Hemen eşeğine binip koyunları ekinden çıkarmak için baya ter dökmüştü. Normalde hızlı olan eşeği o gün doğru düzgün yürümediğinden canını biraz sıkmıştı. Ayaklarıyla ne kadar tekmelese de eşeği hiç yürütemedi. Kendisi solak olan Jakay sol eliyle eşeği kamçılamaktan yorulunca sağ eline alıp eşeğe vururken kamçının ucu kendisine değmişti. Kızılcık ağacından sapı olan kamçının ucuna bağlanan tel sol elinin dirseğini kesmiş kolunu kanatmıştı. Sinirlenen Jakay eşekten sıçrayarak inip koyunların peşinden kendisi yaya koşmaya başlamıştı. Kolundan akan kana aldırış etmeden canla başla uğraşarak koyunları ekinden çıkarıp bir araya topladı.
Kolunun kanaması dursa da ertesi gün dirseği bir hayli şişti. Jakay bahadır yine de kimseye şikâyet etmeden, fark ettirmeden sürünün peşinde dolaşmaya devam etmişti. Çocuğun sol kolunda bir ağrı hissettiğini fark eden Aben Amcası:
“Jakay, buraya gelsene” deyip yanına çağırıp gömleğini çıkarttırdı. Zar zor hareket ederek soyunan çocuğun şişmiş dirseğini görünce:
“Eyvah, oğlum, bu da ne? Neden söylemedin? Şunu babaannen görürse beni mahveder. Ne diyeceğim onlara?” deyip içi parçalandı ve hemen bir koyunu kesti. İrin toplayıp şişmiş olan yaraya koyunun çiğ kuyruk yağını daha sıcakken koyup üzerini sardı. Jaksılık’a genç hayvanın etinden yedirip, çorbasına doyurup, yorgana sarıp yatırdı.
“Şu çocuğun dayanıklılığına bakın hele” diye şaşkınlığını da gizlememişti. Bunu yengesiyle de paylaştı.
“Oğlunuz dayanıklıymış, yenge, bu çocuktan bir şey çıkacak, eminim” demişti. Babaannesi “âmin” deyip, elini yüzüne sürdü.
Jakay ise Kazak halk hekimliğinin bu tedavisinden sonra ertesi gün iyileşmişti. Sabahleyin uyanan çocuk kolunun eskisi gibi zonklamadığına sevinerek sargısını çözüp baktı, mucizevi kuyruk yağı irinin hepsini emmişti. Zonklayarak ağrıyıp ağırlaşan sol eli artık çok hafifti. Yaşanan bu durumdan dolayı çok utanan Aben amcası da hastalığın acısını çeken Jaksılık da bu duruma sevindiler. İki, üç gün sonra yara kabuk bağlamaya başladı. Küçüklüğünden itibaren emeğe, çalışmaya ve dayanıklılığa alışkın olan Jaksılık’a bu özelliğinin daha sonra sporda da nice başarılar için önemli anlarda çok yardımı olacaktı. Sovyetler Birliği takımındayken de on beş cumhuriyetten toplanan aslan gibi yiğitler onun dayanıklılığını her zaman takdir etmiş ona “Dayanıklı Jak” lakabını takmışlardı…
Tek Kavgası
Jaksılık doğuştan kalbi yumuşak, iyi yürekli bir çocuk olarak büyüdü. O, köyde kendisiyle yaşıt çocuklarla tartışıp, çekişip, kavga etmiş değildi. Yüzmede kimseye yenilmezdi, “Tegistik’in Şampiyonu” idi. Başka çocukların horoz dövüştürme gibi oyunlarından uzak dururdu. Bu tür bahis oyunları Jakay’ın ilgisini çekmezdi. Boyu kısa olmasına rağmen gücü bakımından rakiplerinden üstündü. Kimseyi tepesine çıkarmazdı. Bu özelliğinden dolayı arkadaşları ona “Şakar” derdi. Ancak erken yaştan itibaren çalışmaya başlayan çocuğun yaramazlık yapmaya, sokakta kavga etmeye işlerden zamanı bile olmazdı ve kendisi de öyle şeylere istekli değildi. Yine de Jaksılık’ın çocukluğunda tarihine geçen hayatının tek kavgası vardı.
Dokuzuncu sınıf okuyordu. O zaman ablası Altınkül onuncu sınıftaydı. Söz konusu kardeş olunca akan sular durur. Yaşı kendisine yakın olan ablasına sınıfındaki Kay-sar adında bir delikanlı sataşır. Belki bir genç olarak kıza kur yapmak istemiştir. Eli kolu uzun bir tip, köyde kavgacılığıyla tanınan yaramaz bir çocuktu. Köyün saygın kişiliği Batima ninenin nazlı torunu Altınkül ile şakalaşacağım derken onu üzmüş biraz. O gün genç kız eve gözleri yaşlı geldi. Ablasının eve bu halde geldiğini görünce bu duruma sessiz kalması acizlik olurdu elbet. Jaksılık ablasını üzülmesine öfkelendi, hemen Kaysar’ı arayama başladı. Dersten çıkacağı zamanı bekleyip önünü kesti. Yanında üç dört sınıf arkadaşı vardı. Boyu uzun ve artık bir delikanlı olan Kaysar’ın omuzuna boyu ancak yetişen cılız esmer çocuk gelip, arkadaşlarının önünde:
“Hey, Kaysar, sen bizim Altınkül’ü neden rahatsız ediyorsun” diye seslendi.
Kaysar onu kendisine denk görür mü?
“Sen ne karışıyorsun, çocuk? Niye rahatsız ediyorsun diyecek kadar sen kimsin ki?” diye atar yapar.
Onları çevreleyenler biri uzun, biri kısa olan bu ikinin dalaşmasına gülüşürler. Bu aşağılama karşısında çıldıran Jakay:
“Gel, erkeksen teke tek dövüşelim” der.
Kaysar ise “Dövüşeceksen dövüşelim. Gel de ağzını burnunu kırayım senin” der ve o sinirle her ikisi de okulun arkasına geçer. Hemen üşüşen erkek çocukları ikisinin etrafını sarmıştı. Onlara eğlence çıkmıştı. “Ha” deyince Jaksılık Kaysar’ı kucakladığı gibi yere çalıp yıktı. Boyu uzun yiğit yüzüstü yere düştü. Hemen ayağa kalkıp tekrar çekişmeye başlayınca ikisi balçıktan tuğlaların yapıldığı çukura düştü. Yağmurdan sonra oluşan çamurun ortasında kavga eden iki delikanlının üstü başı çamur oldu. Çok öfkelenen Jaksılık uzun boylu çocuğu kavgada adam akıllı dövüp, “Yapmayacağım! Yapmayacağım! Bundan sonra ablanın yanına yaklaşmayacağım” dese de dayak atmayı kesmedi. O sırada beden eğitimi dersine giren öğretmen yanlarına gelerek:
“Burada ne oluyor?” diye bağırdı.
Öğretmenin yüksek sesini duyan herkes arkalarına döndü ve ortayı açarak yol verdi. Öğretmen kavga eden ikiliyi görüp:
“Kaysar! Hey, Jaksılık! Ne oldu size? Hadi, kesin artık” deyip çamurun içine girerek ikisini ayırdı. Kaysar’ın bileğini sıkıca kavramış Jakay’ın elini öğretmen güçlükle ayırdı. İki yaramazı çukurdan çıkarıp iyice azarladı ve çocukların gözü önünde birbirlerinden özür diletip barıştırdı.
Üstü başı çamur olan ve ıslanan ikili iki yöne gitti. Evine yaklaşan Jaksılık bu hâliyle babaannesine gözükmek istemediği için ahırın yanında beklemeye başladı. Bir süre sonra dışarıya Altınkül çıktı.
“Altın! Altın!” diye kısık sesle seslenerek ablasını yanına çağırdı.
Kardeşinin ahırın arkasından seslendiğini duyup o tarafa dönen ablası:
“Ne oldu? Neden eve girmeden orada duruyorsun?” deyip yanına yaklaştığında kardeşinin halini görüp: “Bu ne hâl? Çamura mı düştün?” diye ürperir.
“Sessiz ol! Bir kova su ile kuru kıyafetlerimi getirsene, ben ahıra girip yıkanayım” diyerek bahadır ahıra doğru fırladı.
O gün akşam yemeğinde Altınkül ile birlikte hiçbir şey olmamış gibi babaannelerinin iki tarafına oturdular. Altınkül, kendisine sahip çıkıp köydeki “meşhur deliden” öcünü alan kahraman kardeşine minnettarlıkla baktı. Jaksılık’ın köydeki çocuklarla yaptığı tek kavgası buydu.
Yedi Atası Bahadır Çocuk
Jaksılık’ın dedesi Emirali tek çocuktu.
Emirali’nin on beş çocuğu arasında Üşkempir hayatta kalan tek evlattı. Jaksılık da babası Üşkempir gibi soyundan olan tek erkek çocuktu.
Batima ninesi torununa konuşmaya başlar başlamaz, önce şeceresini öğretip, yedi atasını ezberletti. Babaannesi “Yedi ceddini bilmeyen şuursuz olur” diyerek bilgelerin sözünü aktarırken, babası: “Yedi ceddini bilen oğul, yedi neslini düşünür” diye öğretmişti.
Dedesinin akrabaları Jambıl Eyaleti’nin Bayzak köyüne yerleşip, orada kök salmıştı, şimdiler de ise çeşitli köylerde dağınık yaşamaktaydılar. Kısacası, bahadırın babasının öğrettiği şeceresi şöyledir:
Ulu Jüz[6 - Büyük Cüz (Kazakça: Ұлы жүз / Ulı jüz / زٷج ىلۇ) ya Uysun ordası, Güney ve Güneydoğu Kazakistan, Kuzeybatı Çin (Sincan) ve Özbekistan’ın bazı bölümlerini kapsar.]’deki Baydibek Ata’nın doğrudan neslindendiler.
Baydibek’ten Jarıkşak (Tilevberdi), Jarıkşak’tan Dulat, Dulat’tan Şımır, Şımır’dan Bekbolat, Şınkoja, Temir, Bekbolat’tan Mırzambet, Şilmenbet, Jiyembet, Karım-bet, Samber, Mırzambet’ten Akmolda, Bekmolda, Nurmolda, Baymolda, Janmolda adında beş oğul dünyaya gelmiş. Bu beş yiğidin nesli “BESTEREK” olarak adlandırılır.
Besterek’in nesilleri arasından ülkeyi koruyan bahadırlar, söz ustası hatipler, halkı yöneten önderler çok çıkmıştır.
“Biz, işte bu Besterek’in “Kadır” adlı oğlunun soyundan geliyoruz:
Kadır’den Beybit,
Beybit’ten Malgeldi,
Malgeldi’den Kulınşak,
Kulınşak’tan Abıl,
Abıl’dan Dütbay,
Dütbay’dan Bizak, Emirali, Üsipali ve Togızbay.
Emirali’den Üşkempir,
Üşkempir’den Jaksılık adında bir yiğit” derdi babası.
Jaksılık çocukken babasının bu söylediklerinin bazılarını anlar, bazılarını anlamazdı, aklında tutmaya çalışırdı. Sonra babası bunları güzelce yazıp da vermişti. Büyüyünce köydeki söz sahibi ihtiyarlardan kendi ataları hakkında bilgi almaya başladı. Özellikle, kendisinin şöhreti ülkeye yayılmaya başladığında gazeteciler: “Atalarınız arasında güreşen pehlivanlar var mı?” diye çok sorulunca kendisi de bunu düşünmeye başlardı.
Jaksılık’ın dedesi Emirali’nin öz ağabeyi Bizak, zamanında sırtı yere gelmeyen pehlivanlardandı. Bunu Jaksılık’a akrabası olan Abdihalık aksakal anlatmıştı. Bizak pehlivanı gençken görmüş aksakal:
“Jakay, sen Bizak atana benzemeye başladın, oğlum. Büyük dedeni de tam senin yaşlarındayken görmüştüm. Bizak atan kısa boylu, göğüs kafesi geniş bir insandı. Talas kıyısında yaşayan halk arasında onun sırtını yere çalabilen pehlivan çıkmamıştır. Güreştiği kişiyi göz açıp kapayana kadar yere sererdi. Bizak pehlivanın rakiplerini hep yendiğini onu görenler sürekli anlatırlardı. Toy, düğün ve eğlencelere Bizak’ı davet eder, getirtirlermiş. Yarışmadan kazandığı ödülleri ve hediyeleri oradaki insanlara dağıtırmış. Ben pehlivanın deve başta olmak üzere birkaç ödülü olan yarışmayı kazandığında sadece deveyi alıp, geri kalan hediyeleri halka dağıttığına kendi gözlerimle şahit oldum” dedi.
“On beş yaşlarımdayken Bizak pehlivanın kuyuya düşen bir öküzü çekip çıkardığını da bizzat görenlerdenim” diyerek sözlerine devam etti Abdihalık atası. Bütün köy öküzün düştüğü kuyunun etrafında dolaşıyor. Hep birlikte öküzü çıkarmanın yolunu arıyor, ama bir çare bulamıyorlardı. Kuyunun dibindeki öküz böğürüyor, sesi dışarıdan duyuluyordu. Eğer öküz orada ölürse, kuyunun suyu artık içilemezdi. O zaman hepimiz kuyudan su içerdik. Ne yapmak lazımdı? Öküzün sahibi de hayvanına kıyamıyor bir şeyler yapmak için didiniyordu. O an:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/saule-dosjan/pehlivan-69499201/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Jaksılık. Kazak Türkçesinde “iyilik” anlamına gelir.
2
Küçük Cüz (Kazakçası: Kişi jüz (Кіші жүз) / زٷج ٸشٸك)) veya Alşın ordası, Batı Kazakistan›ı kontrol eden 3 kabileden oluşur.
3
Jakay/Jake. "Jaksılık" adının kısaltılarak söylenişi.
4
Kolhoz. SSCB’de tarım sektöründe örgütlenen ‘kolektif tarımla’ uğraşan birlikler olarak tanımlanabilir.
5
Sovhoz. Sovyet Devrimi sonra, Kooperatif mülkiyetini gerçekleştiren kolhozların yanında devlet çiftlikleri olarak kuruldu.
6
Büyük Cüz (Kazakça: Ұлы жүз / Ulı jüz / زٷج ىلۇ) ya Uysun ordası, Güney ve Güneydoğu Kazakistan, Kuzeybatı Çin (Sincan) ve Özbekistan’ın bazı bölümlerini kapsar.