İçimde İntihar Korkusu Var

İçimde İntihar Korkusu Var
Faruk Yiğit Araz
“Ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum.”Füruğ FerruhzadEvde kalmış genç kızların, oğlu askerde şafak sayan annelerin, sevdiğini binbir ümit ile bekleyenlerin, kapısını doğru insana açmak için perde arkalarında gizlenen bakirelerin, Mushaf’ı anlamak ve anlatmak gayreti ile medreselerin karanlık odalarına çekilip ezberledikleri her ayeti daha ilk günmüş gibi okuyan genç kızların, bodrum katlarının rutubetli, sigara kokusu sinmiş duvarlarının arasında tekstil işçiliği, nakkaşlık yapan, meslek öğrenebilmek için direnen gençlerin taşıdığı yüreklerdir yüreklerimiz. Yüreklerimiz ki artık taşımaktan ve mana yüklemekten yorulduğumuz, ağır işçilik ile bedeller ödediğimiz birer mahzendir.Gördüklerimizin ürperti ve şaşkınlığı ile ayak uydurmaya çalışırken çağın gürültüsüne, üzerimizden bir türlü atamadığımız acemilik dolanıp duruyor ayakuçlarımıza. İçimizde bir intihar korkusu…İçimde bir intihar korkusu…

Faruk Yiğit Araz
İçimde İntihar Korkusu Var

Faruk Yiğit Araz

1993 Muş doğumludur. Muş Alparslan Üniversitesi çıkışlıdır. Muş Yazarlar ve Şairler Derneği kurucu üyesidir. Diğer yayınevlerinden Ah Bine’l Rab ve Yaşamak Yutkunmaktır adlı kitapları yayımlanmıştır.

Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
İçimde İntihar Korkusu Var, Ekim 2020
Hiç-im, Nisan 2019
İçinize Dönün, Ekim 2017
Hiç, Ocak 2017
Vav Uğruna, Ekim 2015
İlk önce kitabı okudum sonra insanı.
Ama en çok insanı.
Çünkü bütün kitaplar insanı anlatmaktan ve anlamaktan söz ediyordu.

“Hangi dağ efkârlıysa oradayız,
Perişan edilen her şey bizimdir.”
    Ahmet Telli
“Yazıyorum çünkü
içimde susturamadığım bir ses var.”
    Sylvia Plath


Önsöz
“Herkes gibi günlük sevinçlerin,
Heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim?
Neden olaylar benim üzerimde silinmez izler bırakıyor?”
    Oğuz Atay
“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar.”[1 - İsmet Özel] Duyguları mutlak suretle değişkenlik gösteren bir ruhum var benim. Her ne olursa olsun, bu dünyada bahtiyarlığa kavuşan son insan dahi olsam, içimi kemirip duran acılarım var. Geçen altı kitapta “yirmi altı” yaşıma kadar ne sığdırdıysam onu aksettirmeye çalıştım. Gerek gördüklerimden, gerek yaşantımdan, gerekse yaşamak istediklerimden dem vurdum. Kendimi ifade etmekte güçlük çeksem de, içimi kemirip duran o sancıları bir nebze dahi olsa atmanın rehaveti içindeyim. Budur bahtiyarlığım bu dünyada. Ama bununla bitmiyor. Gezgin bir kâşif gibi kalbimdeki arayışlarım tamamlanınca, kayda değer bir şeyler kalmayınca, mistik gibi dram seyyahlığına, başka insanların hayatlarına, kalbine, içine bakma, oraya dokunma, oturup o kalbin eşiğinde hikâyesine şahitlik etme isteğim arttı. Kendi hayatımı bırakıp bir başkası olabilmenin mücadelesi bu kitabın önsözüne getirdi beni.
Gün geçtikçe, bir şeyler yeni yeni deşmeye başlıyor içimi. Günler, elinde bıçakla, kalbimin üstünde inatla atmaya çalışan deliğe sürtüp duruyor; yeni acılar görmeye, yeni insanlar tanımaya, başka hayatlara dokunmama gayret ediyor. Bu nedenle durmaya çalışsam da, “bitti” deyip, iç çekip rehavete kavuşsam da, dışarıda benden çokça olduğunu görmenin vermiş olduğu hırs, beni inatla yazıya bağlıyor. Bir şeyler sanki “bunu yazmalısın” diye kafamın içine emirler savuruyor. Gönlü gönlüme değen insanları, omuz omza çarpıştığım insanların da hayatlarını anlatmam, onları da dökmem ve onlara da “çok iyi geldi” dedirtmem gereken hikâyeler, konular var.
Yakama yapışan kelimelerin tehditlerinden, nefes darlıklarından ve artık tahammül bile edemediğim hayatların gözümün önünde eriyip gitmesinden bizar olmanın getirmiş olduğu haşyet ile anlatacağım.
Öldükten sonra bana, “gençliğini nerede harcadın, ne yaptın?” diye sorduklarında, “Mushaf ile aynı görevi üstlendim, hayatı, dünyayı ve insanları anlatmaya gayret ettim,” demek istiyorum.
Gözlerine bakamadığım kadınlar, sigara dumanından parmak uçları ve bıyıkları sararan adamlar, güzelliği yüzünden yalnız kalan genç kızlar, cesaretsizliği yüzünden yalnızlıktan çürüyen adamlar, bir bardak çayın sükûnetine sığınan insanlar, sevdiğine kavuşamayanlar, uyuyamayanlar, kaygılı olanlar, kaybolanlar, gidemeyenler, beni derdine ortak edenler, “bir kitabında bana da yer ver,” diyenler ve “anlatsam roman olur,” diye iç çekenler için yazıyorum.
İslamcı değilim, komünist değilim, sosyalist değilim, faşist değilim. Kısacası “ist” ile biten hiçbir şey değilim ben. Göğsümü ezen, çukurlaştıran kelimeler ve cümlelerden kurtulmaya çalışan bir insanım sadece. İçimde insanlığa dair ukde kalan her şeyi, yeryüzünde mükellef olmuş bir memur gibi anlatma gayreti içinde olan herhangi biriyim.
“Acım var,” diyen herkes benimdir, bendendir.
Yazacaklarım, sıyrılmaya çalıştığım acılarımdır.

Anlaşılmak Üzerine
“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim,
Çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz.
Yaşarken anlaşılmaya mecburum.”
    Oğuz Atay
Çocukluğumdan bu yana değişmeyen ve ruhumda daima sabitlenmiş olan tek özellik, aykırı olmak fikri ve fiili. Sıradan bir insan olmanın sıradanlaşmasına hemhal olamamanın üzüntüsü fazlası ile mevcut üzerimde. Daima aykırı olma, fikirlerin karşıtlığı, muhabbetlerin konusu, sevginin gayesi, dostluğun tanımı, insanların üniformalarını kuşanıp her sabah aynı yolları arşınlayıp geri dönmesi, kahkahaların altında uzunca gizlenmeye çalışan acılar, ikili ilişkiler, bedeller daima başka başka tanımlandı bende. Aykırı olma fikri mi beni bugün kitapla buluşturdu yoksa kitapla iç içe olma fikri mi beni aykırı yapmaya çalıştı bilemiyorum ama bildiğim bir şey var, bu çağın yabancısı olmanın şaşkınlığı içerisindeyim.
İfade etmek istediklerimin bende ne denli derin yaralar bıraktığını karşımdakine yansıtamamanın çaresizliği içerisindeyim.
Ortada bir anlamsızlık mevcut, bu bariz. Belki de ben kendimi anlatamıyorum. Şunu da iyi biliyorum ki, empati duygusu her insan tarafından daimi suretle yaşansa, yeryüzünde anlatılacak tek bir acı ve tek bir keder kalmaz.
Ben empati kurmak ve o acının sahibi olmak istiyorum. Tüm hücrelerimde bunu yaşamak ve beyin fonksiyonlarımın acı dışında herhangi bir mutluluk hormonu ile karşılaştığında ne yapacağını şaşırmasını görmek istiyorum.
Bunu gerçek anlamda istiyorum. Çünkü başka türlü olamayış gibi bir gerçek yatıyor başka türlü olma isteğimin altında.
Asırlarca cennetin sefasını sürdükten sonra, yeryüzüne tayin edilip o yerküredeki ayrılıkları, acıları, çaresizlikleri, hıçkırışları, yutkunuşları, ölümleri yazmak ile görevlendirilmiş gibi hissediyorum. Zira bir insan, bunca güzellik, bunca mutluluk ve bunca hovardalık içinde daha “yirmi beş” nefeslik ömründe bu kadar ıstırap, bu kadar keder dolu hayatları görmemiş, görse dahi fark etmemiş, fark etse dahi bu denli üzerine düşmemiştir diye düşünüyorum.
Yazma hissiyatı bende bir zamanlar hobi iken, bir zaman sonra mükellef olduğum bir göreve dönüşüp uykularımı bölmeye, huzurumu kaçırmaya başladı; asosyalleşmeme, herkes olmama, hiçbir kalıba sığamamaya dönüştü.
Karamsarlığım ve kararsızlıklarım ile bugüne gelmeyi başardım şimdilik. Bu ne kadar sürer bilemem. İnsanların hikâyelerini anlatmaya karar verdim. Sonra bu karardan vazgeçtim, hikâyeleri, insanlar ile tamamlamayı hedefledim. Bu da güç oldu. Beynimin içindeki hayatlar, kelimeler bir zaman sonra öyle bir hale geldi ki, gerçekte hangisi hikâyeydi, hangisi benimdi, hangisini ben uydurdum bilemedim.
Yapmadığı halde hırsızlık isnat edilen ve bunu yapmadığını ısrarla birilerine anlatmaya çalışıp sinirinden, kendine yediremeyişinden gözyaşı döken adamın çaresizliği var üzerimde.
Aklını yitirecek durumda olduğu halde, çok kez intiharın eşiğinden dönmesine rağmen, başka bir insana hayatı boyunca bir daha sevgi hissedemeyecek kadar sevip, düştüğü ayrılık acısının insanlar tarafından anlaşılmamasına hayıflanıp artık hiçbir şey yapmamayı tercih eden kadının çaresizliği var üzerimde.
Her gün onlarca insanın gözü değerken yüzüne, hiç kimsenin fark etmediği, hiç kimsenin selam vermediği, duygularını, içinde bulunduğu durumu, buhranını, yutkunduklarını özenle seçmiş olduğu müziklere yansıtıp, insanlara dinletip anlaşılmaya çalışan şoförün suskunluğu içindeyim.
Bu yüzden…
Beni anlayın. Öldükten sonra anlaşılmamın birilerine fayda getireceğine olan umudumu yitireli epey bir zaman oldu zira.

Ya Kelebekler de İntihar Ediyorsa?
“Uçurumlar var diyorum,
İnsanla insan arasında,
Kendiyle kendi arasında.”
    Nilgün Marmara
İki yıldır yerleştiği Manisa’nın Akhisar ilçesinde açmış olduğu özel muayenesine her sabah aynı monotonlukla gidiyor, her ikindi sonrası yapabilecek herhangi bir sosyal aktivitenin olmayışının doğurduğu bıkkınlık ile hayatını sürdürmeye çalışıyordu İlker.
İnsanları anlamak, insanların vecalarına ecza olmaya çalışmak bunca kötülük içindeki en muazzam iyiliktir. Fedakârlık, kendi canından vazgeçip başkalarına can olmaktır. Doktor İlker de kendi canından vazgeçeli epey bir zaman olmuştu ama aynanın karşısına geçip kendi halini görmekten, kendine acımaktan, kendine çareler aramaktan yorgundu ve cesareti kalmamıştı. Böylesi bir duruma düştüğünü bir türlü kabul edemiyordu. Her imdat diyene yetişen, her çıkmaza düşene bir yol gösteren terapist İlker, kendi yolunu kaybetmişti. Yazmış olduğu ilaçlara ne kadar ihtiyaç duyduğunun farkında olmasına rağmen gururuna kenetlenip bir türlü yıkamamıştı tabularını.
Akhisar’a geldikten birkaç ay sonra, kendisine muayene olmaya gelen Elif ile tanışıp birbirlerine sevdalandılar. İki ailenin ortak kararı ile nişan yapıldı. Düğünün yapılmasına bir ay kalmışken, davetiyeler basılmışken, düğün salonu kiralanmışken, gelinlik ve damatlıklara provalar yapılmışken, son zamanlarda Elif’in uzak durmaları, soğuk konuşmaları, görüşmeleri reddetmeleri İlker’de hayatına mal olacak etkiler bırakmaya başladı. Bir insana ilk defa bel bağlamanın, bir insana ilk defa ihtiyaç duymanın acziyeti içine düşmüşken ve bütün bunları giderecek kişinin Elif olduğunu düşünmüşken, bu şekilde bir soğukluk ve ilgisizlik İlker’i büyük bir çıkmaza sokmuştu. Nihayetinde beklenen son, Elif’in babasının İlker’in babasını arayıp, “Kızım yüzüğü atmak istiyor, bu ilişki yürümüyor, evlenip boşanma eşiğine geleceklerine, daha tam bir isim konulmadan bitmesi en makulü olur,” demesi ile gerçekleşti. İlker’in babası, karşı tarafın vermiş olduğu karara saygı duyup telefonu kapattıktan sonra oğlunu arayıp durumu izah ederek, “Hayırlısı buymuş, nasip değilmiş” deyip teselli etmeye çalışsa da, İlker hiçbirini dinlemiyordu, hayal kırıklığının onu düşürmüş olduğu boşlukta bir ışık, bir yol aramanın peşine düşmüştü. Muayenehanesine gitmez oldu. Telefonlarını kapatıp, uzaklara gitti. Aylarca kimse varlığından haberdar olamadı. Kayıp ilanları, hastane başvuruları, karakollar, hepsi boş bir çabadan ibaretti.
Yedi ay sonra, unutmaya değil de kendilerini avutmaya çalıştıkları bir sırada gelen telefon ile irkildi tüm aile.
“İlker Özkan’ın babası ile mi görüşüyorum?”
“Evet buyrun, oğlumdan bir haber mi var? Yaşıyor mu? Yalvarırım bana bir müjdeli haber verin.”
“Efendim, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nden arıyorum, tüm ısrarlarımıza rağmen öğrenemesek de, Emniyet Müdürlüğü’nden gelen yardım ile sizin oğlunuz olduğunu öğrendiğimiz İlker Özkan, hafıza kaybı nedeniyle hastanemizde yatmakta. En kısa sürede ziyarette bulunmanızı ve gerekli tedavilerin yapılması için izninizi rica ediyoruz.”
İki ay sonra İlker’e Alzheimer teşhisi konuldu.
İlker’in durumundan haberdar olan Elif daha fazla dayanamayıp, kendi evinde, gece üç sıralarında, İlker ile almış oldukları gelinliği tavana bağlayıp intihar ederek canına son verdi.

Yaşamak Direnmektir
“İnsanın kendinden kaçıp, kendisiyle ilişkisinde yarım kalması asıl mesele.”
Çocukluğumun toz yuttuğum günlerini arıyorum çoğu zaman. Büyüdükçe yakama yapışan hayatın çamurunu silkelemekten yorgunluğum kat kat artıyor. Eski günlere dönmek ve orada sıkışıp kalmak istiyorum. Masumiyetimi yitirdiğim bu çağda, çoğu şeyi anlamanın, erken kavramanın ve yaşamak adına vermiş olduğum kavgaların bıkkınlığından bizar oluyorum.
Mağaza vitrininde gözüme ilişip bir hevesle aldığım, bir iki giydikten sonra gardıroptan çıkarmadığım, üzerimde mankende durduğu gibi durmayan kıyafetlere benziyor hayatım. Bin heves ve bin ihtiras ile seçmiş olduğum insanlar geleceğime ışık tutacağına, beni tamamlayacağına, eksiklerimi dolduracağına, yaralarıma merhem olacağına, inandığım sevgililer bende telafisi olmayan bir tesir bıraktı.
Adından sıkça söz ettiren, kısa sözlerinin duvarlarda, cafe’lerin çay masalarında gözüme iliştiği, merakla aldığım bir kitabın on sayfadan sonrasını okumadığım bir iştahsızlığa dönüştü bende sabaha uyanma isteği.
Duymuş olduklarım, görmeden inanmış olduklarım beni bir uçurumun kıyısına getirdi. Ölsem yapmış olduklarımdan, kalsam yapmamış olduklarımdan utanç duyacağım.
Bu durumdan kurtulmak adına, bu arafta kalmamak adına insanların arasına karışıyorum. Sorular soruyor, cevaplar arıyorum.
Ömrünün son demlerini cami cemaati ile geçirmeye çalışan, bunun avuntu ve gecikmişliğinden hicap duymasına rağmen bunu ısrarla yapmaya çalışan ihtiyarın, hayata ve yaşamaya olan soğukluğu bizimkisi.
Telefonlarımıza indirdiğimiz oyunlardan, Instagram fenomenlerinden, Youtuber’lerin saçmalıklarından, yemek programlarından, yeşil sahalardan, kahvehane sırçalarından sıkılmış hayatlar yaşıyoruz.
Hayatından memnun olan yok, herkes gitmek istiyor. Bir adım öteye, binlerce kilometre uzaklıklara, ya kendini bulmak, ya kendinden kaçmak için gereken ne kadar mesafe varsa, o kadar gitmek istiyor herkes.
Herkes bir biçimde kendi hikâyesinin sonunu getiriyor, hiçbir şey yarım kalmıyor dünyada. İnsan nereye kaçarsa kaçsın böyle bu. Yani mesele hayatı yarım bırakmak değil, olamaz da. İnsanın kendinden kaçıp, kendisiyle ilişkisinde yarım kalması asıl mesele.
O yüzden…
Hayat ki, kalıp direnmektir.

Ölümün Sermayesi
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim öldü, kör oldum.”
    Cemal Süreya
Sadık Şendil’in kaleme aldığı 1975 yapımı “Bizim Aile” filmindeki gibi fakat “zengin kız-fakir oğlan” klişesindeki Yaşar Usta’nın Saim Bey’e “sen mi büyüksün, yoksa ben mi?” repliğine benzeyen bir kara kaderin hikâyesi.
Varlığın yoksunluk, yoksulluğun varlık olduğu, haram lokmadan imtina edilen, “izzetinden ve şerefinden” başka serveti olmadan kız isteyen, “izzet ve şereften” başka hiçbir şeye bakmayan insanların olduğu, taziye dolayısı ile televizyon ve radyolara beyaz örtü çekilen, siyah takımın altına beyaz çorap giyilen, Maltepe’nin üretildiği yıllar.
Mektupların pullandığı, mendillerin koklandığı, pencere diplerinde sabahlandığı, Ferdi Tayfur’un, Müslüm Gürses’in, İbrahim Tatlıses’in, Hüseyin Altın’ın keşfedildiği ve sanatında zirve yaptığı, kadınların beyaz tülbent başörtüleri örtündüğü yıllar.
Nazar boncuklarının, şahmeranların, ipek geyikli kadife halıların duvarlara asıldığı, krem kumaşa işlenen gül figürleriyle dolu perdelerin takıldığı, renkli lastik ayakkabıların üretildiği yıllar.
Bitlis’in Taş Harman köyünde yaşayan İlyas, boya badana işleri dolayısı ile Muş’a gelip çalışıyordu. Amcasının evinin de orada olması münasebetiyle pek köye uğramayan İlyas, iş için gittiği evde Neriman’ı görmüş ve ona sevdalanmıştı. Amca kızını aracı ederek birkaç kez mektup yollayıp konuşmayı denemiş, Neriman’ın reddedişi ve umursamazlığı onu yıldırmamıştı. Son olarak memlekete gidip anne babasını Neriman’ı istemeye yolladı. Neriman’ın ailesi, “Bize biraz zaman verin, kızımıza da danışalım sonra bir karara varırız, neticeyi bir hafta sonra size bildiririz,” diyerek İlyas’ın ailesine yol gösterdi. Kıza danışmanın dışında, bir insanın ayıbını bulmak için değil de kişiliğini, ailesini tanımak için müsaade istenirdi. Neriman’ın iki kardeşi ve amcası Taş Harman köyüne gidip araştırma yaptı. Civar köylere de sordular. Herhangi bir olumsuzluk olmadığını gelip ailelerine bildirince, son kararı vermek için Neriman’a, annesi danıştı. Türkan anne Türkçe bilmiyor:
“Tu dıxwazi? Em te bızewicın?”
(Sen istiyor musun biz seni evlendirelim?)
“Wın dızânın daye, gele çı bıxere hûde e wi bıde. Qeder.”
(Siz bilirsiniz anne, hangisi hayırlı ise Allah onu versin. Kader…)
Kader, söylendiği gibi son noktayı koymuştu. Evlendiler. O zamanlar iş bulma olanağı pek olmadığı için doğudaki hemen hemen tüm gençler para kazanmak için, aileye kenetlenmek ve sahip çıkmak için batıya yol alır, aylarca dönmezdi. İlyas da evliliğinin ilk yılı eşiyle birlikte kalmak, ekmek bulmak için çok çaba sarf etse de, aldığı işleri yarı fiyatına yaparak dirense de nafile, kalamadı. İlk çocukları Ferdi’yi kollarının arasına almanın bahtiyarlığına kavuştuktan sonra, evliliklerinin ikinci yılında o da omuzlarına “ekmek davası” denilen bohçayı yüklenip gitti.
Gidip-gelme serüveni, ekmek için yapılan hicretler beş çocuğu olana dek dokuz yıl sürdü. Aylarca gelmiyor, geldiği vakit iki hafta kalıp tekrar gidiyordu. Kıt kanaattiler. Nüfus arttıkça geçimleri azalıyordu. Çalıştıkça tüketiyor, tükettikçe çalışıyordu. Bırak yastık altına atacak bir çeyrek altını, en küçük kız çocuğunun altını değiştirecek paraları olmadığından, evin kadını Neriman, marketten üçer beşer fazladan aldığı şeffaf poşetlerle altını değiştiriyordu kızının.
Dokuz yılı bu şekilde atlattılar. Son olarak Trabzon’un Beşikdüzü ilçesini Ardıçatak köyüne bağlayan karayolunda asfalt ve kaldırım yapımı işi için bir şirkete başvuruda bulunmuştu. Müteahhidin haberi ile çocuklarına ve eşine veda eden İlyas, çalıştığı esnada, yol kenarına üst üste dizilmiş kaldırım taşları kendisini gizlediği sırada, başının bütün bölümü süratle ilerleyen aracın lastikleri arasında ezilerek vahim bir şekilde dünyaya gözlerini yumdu.
İş güvenliğinin olmayışı, çarpan şoförün hız ihlali, sigortasız çalıştıran şirket, davalar, mahkemeler derken, İlyas’ın ailesine “iki yüz seksen altı bin” lira ödendi.
Varlığı ailesini doyurmaya bile yetmezken, yokluğu servet olmuştu. O acılar, o yokluk, aylarca gelmese bile odanın bir yerinde kendini hissettiren sıcaklığı, hiç masada olmasa bile daima başköşede dolu olarak duran tabağı, yerini sessizliğe ve kimsesizliğe bırakmıştı.
Ölen, arkada kalanı düşünmeden ölüyor. Ölen, ölümü bilmiyor.
Kalanlar, gidenler ile her gün ölüyor aslında.
Bu ölüm, masada başköşede duran tabak gibi, ayakkabılıkta başköşede duran ayakkabı gibi, duvarda orta yerde duran fotoğraf gibi dursun bir yerde. Bu hikâyenin sonrası var çünkü.
Babasının ölümünün ikinci yılına kadar sabreden Ferdi, artık tahammülünün kalmadığı bir duruma gelmiş ve o boşluktan çıkamamıştı. Bu boşluğu, teselli etmeye çalışan, sırtını sıvazlayan, cebine harçlık bırakan, yanında çalıştıran, kılık kıyafet aldıran mahallenin ağabeyleri doldurmaya çalışsa da nafile. Dolmamıştı ve dolamazdı da.
Babası ölen her çocuk, eksik bir çocuktur. Tamamlanamamış bir yaradılıştır. Noksandır, yarım pompalanan bir kalptir.
Bir de her şeyi unutturacak bir ilaç olduğunu düşünüp, acısını bir nebze olun unutturmaya çalışıp cigara içen ve içiren ağabeyler vardı. Hep var olsunlar, hep olsunlar, beter olsunlar, kahrolsunlar. İflah olmasınlar.
Bu ağabeylerden biri Ferdi’ye birkaç defa aşılamış ve kendisine cigara ikramında bulunmuştu. Ferdi, geç de olsa yapmış olduğu şeyin farkına vararak tövbe etmiş ve mahalledeki diğer ağabeylerin elini uzatarak onu getirdiği dergâha çöreklenmiş, orada demlenmişti. Yıllarca dergâha gidip ilim irfan sahibi olmaya çalıştı. Vakit namazlarını kaçırmadı. Öyle ki, günün herhangi bir vakit namazını kılmaya gittiğinde abartısız bir saatten önce döndüğü görülmemiştir. Teravih mi kılıyorsun diye gülünç duruma düşmesi de kanıt olsun buna. Dergâh okul, okul ev diye birkaç yıl rutin bir hayat sürdürdü. Okumanın başka türlü bir okumak olması gerektiğini anladığında ise lise hayatına son vererek bir işe girip çalışmaya başladı. Her şey güzeldi. Ama son zamanlarda Ferdi’nin dergâhtaki çevresi yerine torbacısı, cigaracısı, kenar mahallede elinde sustalı dolaşan cepçisi vardı. İlk zamanlarda bu çocukları içinde bulundukları bataklıktan kurtarmaya çalışıyor diye düşünsek de, gerçek çok geçmeden ortaya çıktı. Neriman abla bir öğle vakti evin balkonuna çıkıp “yetişin” diye bağırdı. Orada bulunan kim varsa, soluğu evlerinde aldık. Ferdi’nin akrabaları, tanıdıkları ve tanımadığı kim varsa salondaydı. Ferdi, kafası önüne eğik, eli ayağı titrek bir şekilde, gövdesini bir ileri bir geriye atarak gözlerini halının desenine iliştirmiş gidip geliyor. Gözlerinin içi kan kırmızısı mı demeliyim, gök kızılı mı demeliyim, evet kan kırmızı. Kan vardı orada. Doyamadığı, son kez konuşamadığı, öpemediği, sarılamadığı, bayram günlerinde ellerine gidemediği babasının kanıydı bu.
Biz unuttular, unutulmaz da, unutamamaya alıştılar diye düşünmüştük. Yanıldık. Unutulmamış. Unutmaya alışamamış Ferdi. O gün hangi saatte, nerede, kiminle bilinmiyor ama ardı ardına üç tane sentetik hap yutmuş ve soluğu evde almıştı. Annesi feryat ediyordu. O feryat hiç yabancı gelmiyordu bana. O feryat yıllar önce rutubetli, sıvaları dökülen bir evdeyken de yükselmişti kocası için. Neriman ablanın feryadı, en az Ferdi’nin yutmuş olduğu hapların kalbini ve midesini yaktığı kadar yakıyordu içimizi. İvedi bir şekilde alıp hastaneye götürdük. Midesini yıkadılar, rahatlamaya başladı.
Mideye dokunan bir şeyin yıkanınca giderildiği gibi kalbe dokunan şeylerin de yıkanınca giderilmesi için uzun uzun yalvardım Allah’a. Olmadı.
Ferdi, kalbine dokunan acıdan, midesine dokunan acıyı hissetmedi bile. Devam etti. Israrla üstüne gitti, uyuşarak unutmayı denedi. Tüm akrabalar seferber oldu, nerede cigaracı varsa ikaz edildi, kim ona sattıysa bacaklarını kırdılar. Eve bağladılar kaçtı. Hastaneye yatırdılar, durdurulamadı. Kimseyi yanında istemedi. O eski Ferdi, eskimişti. Güzelliği artık kafasından geliyordu. Ayık gezmedi. Bir zaman sonra ailesine de zarar vermeye başlayınca, evde tek kalmak istedi. Her istediği yapıldı, o da olmadı. Bir türlü vazgeçiremediler Ferdi’yi.
Polis zoruyla, elleri kelepçelenerek Elazığ Ruh ve Sinir Hastanesi’nde tedavi gördü altı ay. İlaçlar, kan vermeler, iki öğün yemek, egzersizlerin tamamı beynini eskisi gibi stabilize bir hale getirmeyi başarmıştı. Altı ay sonra eve getirildiğinde, bu son yıllarda atlatmış olduğu badirelerden tek bir iz yoktu. Eskisi gibi olmayı başarmıştı. Kaldığı yerden devam etti hayatına. Yapmış olduğu ve yaşamış olduğu hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Tekrar dergâha yöneldi. Okuduğu kitaplar, dinlediği sohbetler, rabıtalar, çekmiş olduğu virtler, Mushaf’ın keskin sayfaları, geceleri başından aşağıya doğru indirdiği örtünün altında ter dökerken okudukları ve bütün bunları yaparken gizliden gizliye içtiği cigaralar sonunda tekrar patlak vermişti. Ferdi, yine eskiye dönmüştü. Aynı hadiseler, aynı badireler. Tıptan vazgeçen aile, adaklar adadı, yetimler doyurdu, sadakalar verdi. “Çok kerameti var” denilen her insanın kapısını çaldı. Âlimler, tekkeler, medreseler, hacılar, hocalar, şeyhler, türbeler, hiçbiri fayda etmedi. “Buna cin musallat olmuş” dediler, “Dini konularda çok teferruata inmiş ve ayrıntılarda boğulmuş” dediler, “meczup” dediler, “deli” dediler, “veli” dediler. Herkes bir şey dedi. Ama Ferdi ağzını açıp tek bir söz demedi. Sustu.
Dört yıl boyunca aynı şeyleri yaptılar Ferdi için. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki tedaviler, aynı türbeler, aynı hocalar, aynı yerler dört yıl boyunca tekrar etti. Boynundaki muskalar dilek ağacına döndü. Kâğıtlar yaktılar, evin içi ve dışının tamamını ne yazıldığını hiçbirimizin anlamadığı, anlamının sadece yazan ve Allah arasında bir sır olan kâğıtlarla doldurdular.
Hiçbiri fayda etmedi. Çevresindeki herkes Ferdi’yi bu şekilde kabul etmeye başladı. Daha doğrusu Ferdi bunu kabul ettirmeyi başardı. Şu an hâlâ aynı illetin peşinden gidiyor, daha doğrusu gitmiyor, aynı illeti ayağına getiriyor ve kaldığı yerden içmeye evinde devam ediyor.
Yaşarken bir sermaye bırakmaya çalışan baba, öldükten sonra bir servet bıraktı.
Öldükten sonra bırakılan bir sermayeden ise böyle dokunaklı bir evlat kaldı.

Hayatın İşçileri
“yani benim gözlerimin
bunca yıl gördükleri,
bir gün benimle birlikte
yok olup gidecek öyle mi?”
    Metin Altıok
“Biz ne olacağız? Bizim yaşadıklarımız ne olacak? Hiç yaşamamış mı sayacaklar bizi?”[2 - Leyla Erbil] Üzerime hayatın lekesi bulaştı. Hamurunda yoğruldum iyice dünya denen bu hanın. Abartısız söylüyorum, o kadar acı ve ıstırap dolu günler yaşadım ki, şimdi şu aciz kelimelerle dile getirmeye çalışsam, kelimelerin hafifliğinden, tesirsizliğinden, çekmiş olduğum acının kuvvetine hayıflanacağım.
O kadar kötüydü ki, kelimelerin basitliği ile anlatamamaktan ve anlatmaya kalkışıp ifade edememekten korkuyorum. Beni anlıyor musunuz? Bazı acıları yazamazsınız, bazı acıları anlatamazsınız, bazı acılar yaşanır sadece. Sızı gider, izi kalır insanda.
Sebep o ki, bu iz üzerimden silinmesin diye, hayatın bu lekesi o masumiyetini yitirdiğim hatıraların önüne geçmesin diye uzun uzun yalvardım Allah’a. Mutluluktan vazgeçeli bir hayli zaman oldu. Karşıma acılarımı, külfetlerimi, kirpiklerimin arasına dolanıp uyumama mani olan şeyleri alıp uzun uzun düşündüm. Bir adım bile atmaya üşendiğim, gençliğimde hoyratlıkla gözü kapalı girdiğim sevda savaşlarına bir daha atılmamaya karar verip, içimde bir nebze kalan yaşama umudunu kaybetmemek adına hatıralara ayırdım kalan ömrümün tamamını.
Birlikte yürüdüğüm yolları, oturduğum çay bahçesini, ince bardağın alnına yapışıp kalan dudak izlerini, dünyayı değiştirmek adına bize rehber olacağına inandığımız Dostoyevski, Gazali, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre’leri, altını çizdiğim cümleleri, üstünü çizemediğim meseleleri düşündüm.
Sonra ne kadar gizlemeye çalışsam da hüznümü aşikâr kılan gözlerime, yüzüme yakışmayan bir tebessümle kadraja yansıyan fotoğraflara uzun uzun baktım. Sakallarımın terlemeye yüz tutmuş ilk çağından beyazlarını ayıklamaya başladığım son günlerine kadar uzun uzun inceledim. Bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılacaksa o kadar baktım. Bir fotoğrafta kaç defa ölünecek ise o kadar uzun baktım. Bir fotoğraf insanın beyninde canlandırılırken kaç paket sigara bitirilirse o kadar uzun baktım.
Henüz kendim olduğumu bilirken, bir başkası olmaya kalkışmamışken henüz, caddelere atamamışken kendimi hâlâ, uzun uzun baktım fotoğraflara. Baktığım yerde kendimi bulamadım.
Geçmişimdeki insanları düşünüyorum. Gözlerine bakıp kaybolmak istediğim, boğulmak istediğim mavi gözleri düşünüyorum. Zeytin siyahı mı, koyu kahve mi diye düşünürken, hatırladım şimdi, koyu kahve! Gözlerinin içinde babasız kızları, savunmasız çocukları, mülteci kamplarındakileri… Uğruna ne savaşlar verilmiş, ne geceler uykusuz geçirilmiş, oturup bir çay içmek için ömür verilmişleri… Bir kez olsun bakmak için ölecek adamların bakamadığı o gözleri… Dalıp gittiğim, pişmanlıklarını gördüğüm kadınları düşünüyorum.
Bin vaatle kandırıp, evlenip, sonra sokak ortasında acımadan, gözü dönmüş bir şekilde elindeki bıçakla vücudunu delik deşik etmeye çalışırken, “O kadına dokunma lan,” diye ellerine sarılıp kadını kurtardığım o aşağılık adamı düşünüyorum.
Gecelerce özlemiyle kavrulduğum, sokağını yurt edindiğim, ayak bastığı yere “Burada hazine var” dediğim, hasretle, sevgiyle biriktirdiğim yarım kalan cümlelerimle yâd ettiğim kadını düşünüyorum.
Ne yapıyorlar acaba?
Unutmuşlar mı beni?
Acaba onlar da benim düşündüğüm şeyleri düşünüp yutkunuyor mu?
Bir hıçkırık düğümleniyor mu boğazlarında?
İyilik yapmayı esirgemediğim,
Fedakârlıklarımı gizlediğim,
Ardından gizlice dualar ettiğim bu insanlar gerçekten unuttular mı beni?
Unutmanın bir ilacı var mı gerçekten?
Gebe bir kadının gece yarısı karnındaki bebeğinin tekmelemesi gibi, her gece beni tekmeleyip uyandıran bu kâbuslarla hemhal oldu mu onlar da?
Onlar da sabahı getirdiler mi?
Tevekkül ettiler mi hiç Ezan-ı Muhammed’in ardından?
Onlar da pişman oldu mu bunca şeyden?
Umarım olmuşlardır.
Umarım düştüğüm kuyuya onlar da düşmüştür. Bunun aksini düşünmek bile istemiyorum.
Bunca mutluluktan, bunca iyilikten kalan hüzün bir benim omuzlarımda değildir umarım.
Muhakkak bir başkası da bunun için bir bedel ödemiş olmalı, değil mi? Çünkü ben bütün bunların üstesinden nasıl geleceğimi bilemiyorum.
Biriktirdiklerim, bir zaman sonra canımı yakmak için sinsice bekliyormuş meğerse. Size tavsiyem, anı biriktirmeyin, konakladığınız ve soluklandığınız yerleri çoğaltmayın. Bir insan ile ne kadar çok zaman geçirdiyseniz ve ne kadar çok hatıra biriktirdiyseniz, o kadar çok acır içiniz zaman geçtikçe/zamanı geldikçe. Çünkü zaman denilen şeyin geçtiğine bir türlü inandıramıyorum kendimi. Geçmiyor, geliyor zannımca. Güzel günler geliyor, umutlu günler geliyor, acılı günler geliyor, gülüp geçtiğimiz günler geliyor, ağladığımız günler geliyor, sevdiğimiz günler geliyor, bir daha sevemeyeceğimiz günler geliyor. Yaşadıklarımız, yüklerimiz hiçbir yere gitmiyor.
Bir uyku hali…
Bu halvetten söz edecek olursam…
Uykunun yavaş yavaş tedavülden kalktığı bir çağdayız artık.
Sonunu ısrarla merak ettiği kitabı gözleri ile yutan ve bir yandan da bitmesin diye yavaş yavaş okumaya gayret edip sabahlayanlar…
Çayın demine, insanın muhabbetine kapılıp, bir ara soluklanıp saate bakarak, “Hadi ya, sabah mı olmuş? Hiç fark etmedim” diyenler…
Bahtı, karanlık geceden daha kara olanlar, kederinden ciğeri sönenler, uğruna öldüğü kadının, ölümünü görmesini dileyenler, “Altı dal sigaram beni sabaha atar mı?” diye düşünenler…
Teheccüde kalkanlar, yatağından kalkamayanlar, insanlardan kaçamayanlar, kendine yaklaşamayanlar…
Velhasıl hepimiz, hayatın işçileriyiz.

Vefa
“Ama yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.”
    Didem Madak
Kat atılacak diye çatısı yapılmayan, çatısı yapılacak diye dış kaplaması vurulmayan, dış kaplaması vurulacak diye boya badanası atılmayan, ruhsuz, renksiz, gri evlerin arasında sıkışıp kalmış insanlardan söz etmek istiyorum.
Manken olamadığı için garson olan genç kızların yüreklerinden söz etmek istiyorum. Bizim kenar mahallenin süslü kızlarından. Camı çatlak telefon kullananlar, ağabeylerinin korkusundan giyemedikleri dar pantolonları odalarındaki ayna önünde prova yaparak kendilerini avutanlar, hatıra biriktirenler, unutamayanlar, bekleyenler, sevmekten usanmayanlar, hiç huzurlu olamayanlar, varoş mahallelerden çıkıp, halkın mümtaz kesimin olduğu mekânlara ayak uydurmaya çalışanlar, kutsal bir emanet gibi sevdikleri kitabı göğsünde tutanlar, teki çalışan kulaklık takanlar, gururundan söyleyemeyenler, söylediğinden pişman olanlar, çeyiz biriktirenler, sigaraya başlayanlar, çok kullanılmış ve kendisine gelirken müzik çalar dışında hiç ir fonksiyonu kalmamış telefona yükledikleri müzikleri tekrarlayanlar, aldanan kızlar, aldatanlar da var, onlar ayrı. İhanete uğrayanlar, ihanet eden de var, onlar ayrı. Terk edilenler, terk edenler de var, onlar ayrı. Yetim büyüyenler, yetim bırakanlar da var, onlar ayrı.
Ben şimdilik kadının güzel tarafına, mahzun tarafına, merhamet dileyen tarafına ve kadının kutsal olan yanına sığınıp yazmak istiyorum. Cinsel bir objenin dışında daha Tanrısal şeyleri yansıtan özelliklerinden söz etmek istiyorum kadının.
O mümbit göğüs çukurlarının altında yatan hıçkırışlarından söz etmek istiyorum.
Sebebini hiç kimsenin bilmediği, sadece yapanın ve Yaradan’ın gördüğü dertleri olan, bu sebepten tabiplere koşturulan, muskalar yaptırılan, sessiz ve yıpranmış kadınlardan söz etmek istiyorum. Göz kapaklarının arasına sıkışıp kalan, uyumasına mani olan acılarından söz etmek istiyorum kadınların.
Katlanmak…
Belki de yeryüzünde bu duyguyu bir kutsiyet gibi boynunda taşıyan yalnızca kadındır.
Dünya denilen mutfağın en elzem ihtiyacıdır kadın. Tabiatın anasıdır.
Bir sözü ile devletler yıkan, bir sözü ile silahlar patlatan, bir sözü ile saltanat kurduran, bir sözü ile dünyayı cennet kılan kadınlardan söz etmek istiyorum.
Şimdilik bunlar burada kalsın. Anlatacağım bu konuyu tekrar. Ama kadın derken benim aklıma hep o arafta kalan, sonu muamma olan Sevil gelir, onu anlatmak istiyorum.
Sevil!
Babası bu ismi koyduğuna milyonlarca kez pişman olmuştur zannımca.
Sevil.
Muhakkak herkes ister sevilmeyi.
Ve herkes bilir sevmeyi.
Yeterince bariz zaten haşyetle sevmelerin ve sevilmelerin sonu.
Bu kadar hayal kırıklığını, öfkeyi, nefreti, yarım bırakışı, ihaneti ben yapmadım herhalde değil mi?
O zaman neden ben yapmışım gibi kafamın içinde dolanmakta? Neden yarı çıplak bırakılan kadın ben oluyorum? Neden bıçaklayan adam benim? Neden gecenin bir yarısında plakalarını söküp, farlarını söndürüp ormana doğru ilerleyen aracın içindeki adamın yanında duran kadının göğüs kafesindeki “güm güm güm” sesini ben işitiyorum?
İki yıldır bütün çabalarıma, bütün direnişlerime rağmen, sürükleyerek götürdüğüm ilişkimiz beni artık tahammülsüzlüğün zirvesine oturtmuştu. Bana karşı tutumu ve tavırları, benim ne kadar ucube olduğumu düşündürürken, bu duruma daha fazla katlanamayacağımı anlamıştım. Halbuki çok sevmiştik eşimle birbirimizi. 1. no’lu sağlık ocağında görev yaparken atanmıştı yanıma. Onu sevmeye o kadar alışmıştım ki, ikinci bir olasılığın olma ihtimali, birinci olasılığın olmasından daha zordu.
Elif gerçek anlamda zor bir insandı, ben de öyle. Konuşmaya başladığımız zamandan evlendiğimiz ilk üç yıla kadar herhangi bir sorun yoktu. Onun beni sevdiğini düşünüyordum. Gerçi hâlâ öyle düşünüyorum. Sevginin tanımı hiçbir zaman tam manası ile anlaşılamadı tarafımdan. Ya ben sevmeyi bilmiyordum ya da bu gönül işleri beni aşıyordu. Aştı da.
Bir zaman sonra, yani evliliğimizin üçüncü yılından sonra sabır ile yoğrulan ben, artık kendime bile tahammül edemez hale geldim. Elif’le iki çocuğumuz olmuştu. Nüfus dairesine ellerimizi sımsıkı sararak girerken, şimdi o koridorlarda eşimin, yani eski eşimin bana nefretini duyuyordum. Boşanmak istedik, çok kez gidip geldik mahkeme koridorlarında ama yapamadık. Eşim, yani eski eşim çalıştığı sağlık ocağından tayin isteyip gitti. Anlatması güç şeyler yaşadım. İnanın, kafanızda kurduğunuz gibi basit bir acı değil bu. Gecelerce uyumadan, sabaha kadar telefonun ucunda bekledim arar da, uyursam açamazsam korkusu ile. Aramadı. Korkularım da bitmedi. Bir gece yine korkularım diken olup yatağıma batarken, sabah saat dört sularında evden çıktım. Alnım secdeden uzaktı artık. Allah’ı unutmuş muydum bilemiyorum ama hatırlamanın utancı vardı üzerimde. Ezan okunuyordu. Dalıp gittim müezzinin sesine. Sanki müezzin o güne dek biriktirmiş de içindeki muhabbeti, ben o sokaktan geçerken bana aksettiriyordu. Sanki Resulullah, “Bugün sen oku sabah ezanını” diye ricada bulunmuştu. Öyle içten, öyle manalı, öyle uçurumlara gelgit yaptırıyordu. Aklıma Beyazıd-i Bestami hazretlerinin sözü geldi;
“İhtiyari olarak Allah’a kulluk etmezsen,
Gayri ihtiyari olarak Allah kula kulluk ettirir sana.”
Silkelenmek ve kendime gelmek istedim. Ellerimi ceplerime iliştirip uzun uzun dolaştım. Düşünüyordum, kara kara düşünüyordum, bu işin üstesinden nasıl gelebilirim diye, bu işin sonunun nasıl olacağını kestiremeden düşünüyordum. Aklım, kalbime hükmünü geçiremiyor, kalbim ısrarla aklım ile hareket etmek istemediğini beyin hücrelerime anlatmaya çalışıyordu. Bedenimde bütün bunlar olurken, gecenin karanlığı, bana artık kasvet olan hüznü pembe bir kızıllıkla karışık mavimsi renge dönüşmüştü. Saate baktım, sabahın altısı. Yürümeye devam ederken sokağın diğer ucunda beliren bir cisim dikkatimi dağıttı. Yaklaştıkça belirginleşen bu cisim, bir insan gölgesine benziyordu. Aramızda otuz metrelik bir mesafe kalmıştı ki bu kişinin Haşim abi olduğunu gördüm. Selam verdim. Bu saatte burada ne yaptığını sordum. Tabakasını açtı ve bir sigara sardı.
“Sevil, Sevil’i bekliyorum ağabeyim. Sabah buradan işe gidecek köy okuluna. Öğrencileri bekliyor. Hiç geç kalmadı. Hep vaktinde gelir. Yedi dakika sonra burada olur”.
Şaşırdım ve emin olmak için bir daha sordum:
“Sen şimdi bu saatte Sevil’i bir kez görmek için mi bekliyorsun?”
“Evet, ne var bunda?”
“Yok, bir şey yok. Sevindim tabii ki.”
Sevinmek zorundaydım çünkü o sevdiğini görebilmenin bahtiyarlığına kavuşmuştu. Ben ise bahtiyar olduğum şeylerin acısına katlanıyordum artık.
“Tanrım! Ne kadar korkunç! Elde olanı kaybetmek ne kadar korkunç!” diye söylendim.
Aylar birbiri ardınca bu şekilde ilerledi. Benim acılarım da bunlardan geri kalmadı. Derken, bir haber geldi mahalleye; Haşim abi Sevil’i kaçırmış. İki gündür kayıplar ve her yerde aranıyorlar. Bütün mahalle şaşkınlık içindeydi. Sonra bilenlerden öğrendik ki, Haşim abi Sevil ile konuşmuş. Aşkını itiraf etmiş. İlk zamanlar reddetse de zamanla gönlü kaymış Sevil’in de.
Haşim abi ailesini gönderip istetmiş fakat reddedilmiş. Bir kaç kez ısrar etmiş. Olmamış. Yedi defa istemeye gitmişler, yedisinde de güller elinde boynu bükük kalmış Haşim abi. Sonunda kaçma kararı almışlar ve kaçmışlar. Mahalleli durumu tam anlamıyla öğrendikten sonra Haşim abiyi bırakmadı. Daima yanında oldular. Bir hafta sonra mahalleye getirip, Haşim abinin durumu olmadığı için düğününü yaptılar.
Haşim abi ve Sevil’in üç çocukları oldu.
Duyduğumuza göre Haşim abi son bir kaç yıl tefecilerle takılıyor, lüks arabalara biniyor ve sürekli, “İkinciyi getireceğim,” diyordu. Tefecilerle başı belaya giren Haşim abi, nereden geldiğini anlamadığımız paralarla aldığı evini sattı. Kiraya yerleşti. Sevil yine sitem etmedi. Aç kaldılar Sevim ağzını açmadı. Tencere kaynadı. Kaynayan ciğer miydi, keder miydi kimse bilmedi. Gizli tuttu daima Sevil abla. Öğretmenlikten de eşi istemiyor diye istifa etmişti. Onun da elinde avucunda yoktu.
Haşim abi Sevil’e değil de Sevil’in eşine olan bu iyimserliğine, vefasına, sadakatine daha fazla katlanamadı ve boşanma kararı aldı. Bu kararı yalnız başına aldı. Sevil, ağzını açmadı. Boşandılar. Haşim abi hemen yeni bir evlilik yaptı. Sevil de baba evine döndü çaresiz.
Bir yıl geçmedi ki, yeni eşi Haşim abiyi bırakıp, eline düştüğü tefeci Erkan’a kaçtı.
Kiralık evden de kovulan Haşim’in durumunu öğrenen Sevil, yalvara yakara onun iç güveysi gelmesi için babasını razı etti. Yeniden evlendiler. Annesi ne zaman Sevil’e baksa, Sevil şöyle söylendi:
“Benim kocam yıkılmaz, toparlanacak ve beni ilk günkü gibi sevecek.”
Öyle mi oldu dersiniz?
Heyhat.
Kocası yıkıldı, toparlanamadı. Bunca iyiliğe ve fedakârlığa dayanamadı, intihar etti. Kocası, sevemedi.
Mahalleden duyduğumuza göre Haşim abi intihar ettikten birkaç saat sonra Sevil koşarak mahalleden uzaklaştı. O günden sonra da onu gören olmadı.

Seviyorum Abi
“İnsanı savunuyorum. Çünkü düştüğünü gördüm.”
    Albert Camus
Hayatım edinmiş olduğum tecrübelerin, atlatmış olduğum badirelerin, çevremde yaşanan olayların ardından rehabilitasyon merkezine dönmeye başladı. Gerek çevremdeki insanlarla, gerek yüzü gözüme çarpan her insanla aynı acıları paylaşmaya başladım bir zaman sonra. Müdahale edemediğim hayatımı akışına bırakıp, başka hayatlara müdahale ettim. Bir şeyler öğrettim daima. Eksik ya da fazla, yanlış ya da doğru. Ama muhakkak bir eğitici gibi öğretme çabası içindeydim. Hastalıklarına, dertlerine çareler bulanlar, fikir alanlar haftalık terapilerimin ardından uzaklaştılar benden. Bedenim, ayaklı ve canlı bir rehabilitasyon merkezi haline gelmeyi başarmıştı.
İş dolayısı ile seyahat ettiğim Ankara’nın ardından, Konya’da bir hafta konaklama kararı almıştım. Birkaç geziden sonra akşam yemeği için dostlarımla sözleşip Kule’de görüştük. Yemek yedikten ve uzun süredir de görüşememenin hasretini bir nebze attıktan sonra kalkıp dışarıda, açık bir alanda çay içmeye karar verdik.
Oldum olası gittiğim yerlerin ekonomisini, nüfusunu, gençliğinin ne ile meşgul olduğunu, iş potansiyeline dair klişe soruları sorar ve gerçek anlamda “sorun” olarak görülen şeylerin ne olduğunu merak ederim. Konya’da da en büyük sorunun “boşanma” olduğunu duydum. Bunu aklımın bir kenarına not ettim. Yazacak bir şeyler arama gayreti mi yoksa karşılaşacağım şeylerin ardından kafamda ürettiğim tahayyüllerin yerine tam olarak oturma planı mı bilemiyorum.
Oturduğumuz Avm’den ayrılıp çay bahçesine gitmek için caddeye doğru ilerlediğimizde, karşımızda belli ki provasını daha önceden yapmış, gri takım elbiseli, parlak ayakkabılı, bir berber eli değdiğini yansıtacak şekilde yapmacık fön ile jölelenmiş saçlı, elinde bir buket olan, kadınla konuşmaya gayret eden bir adam gördük.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489316?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İsmet Özel

2
Leyla Erbil
İçimde İntihar Korkusu Var Faruk Yiğit Araz
İçimde İntihar Korkusu Var

Faruk Yiğit Araz

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum.”Füruğ FerruhzadEvde kalmış genç kızların, oğlu askerde şafak sayan annelerin, sevdiğini binbir ümit ile bekleyenlerin, kapısını doğru insana açmak için perde arkalarında gizlenen bakirelerin, Mushaf’ı anlamak ve anlatmak gayreti ile medreselerin karanlık odalarına çekilip ezberledikleri her ayeti daha ilk günmüş gibi okuyan genç kızların, bodrum katlarının rutubetli, sigara kokusu sinmiş duvarlarının arasında tekstil işçiliği, nakkaşlık yapan, meslek öğrenebilmek için direnen gençlerin taşıdığı yüreklerdir yüreklerimiz. Yüreklerimiz ki artık taşımaktan ve mana yüklemekten yorulduğumuz, ağır işçilik ile bedeller ödediğimiz birer mahzendir.Gördüklerimizin ürperti ve şaşkınlığı ile ayak uydurmaya çalışırken çağın gürültüsüne, üzerimizden bir türlü atamadığımız acemilik dolanıp duruyor ayakuçlarımıza. İçimizde bir intihar korkusu…İçimde bir intihar korkusu…

  • Добавить отзыв