Mutfak Çıkmazı
Yücel Tahsin
Can Yayınları 1471
© 2005, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
1. basım: 2005
3. basım: Nisan 2011
E-kitap 1. sürüm Aralık 2015, İstanbul
Nisan 2011 tarihli 3. basım esas alınarak hazırlanmıştır.
Yayına hazırlayan: Faruk Duman
Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design
Kapak resmi: ©
iStockphoto.com (http://www.iStockphoto.com)
/ Andreas G. Karelias
ISBN 978-975-07-1723-9
CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM VE DAĞITIM TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)
yayinevi@canyayinlari.com
T
AHSİN
Y
ÜCEL
MUTFAK
ÇIKMAZI
ROMAN
Tahsin Yücel’in Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:
Aykırı Öyküler, 1989
Haney Yaşamalı, 1991
Peygamberin Son Beş Günü, 1992
Bıyık Söylencesi 1995
Vatandaş, 1996
Ben ve Öteki 1998
Komşular, 1999
Mutfak Çıkmazı, 2005
Yalan, 2002
Yapısalcılık, 2005
Yazın, Gene Yazın, 2005
Göstergeler, 2006
Gökdelen, 2006
Dil Devrimi ve Sonuçları, 2007
Golyan Devrimi, 2008
Yazın ve Yaşam, 2008
Sonuncu, 2010
Gün Ne Günü, 2010
TAHSİN YÜCEL, 1933 yılında Elbistan’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni ve İÜ Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 2000 yılında emekli oldu. Yazın araştırmalarına 1969’da yayımladığı L’Imaginaire de Bernanos ile başladı. Bunu 1973 yılında yayımlanan Figures et Messages dans la Comédie Humaine izledi. 1979’da Anlatı Yerlemleri’ni, 1982’de Dil Devrimi ve Sonuçları ve Yapısalcılık’ı yayımladı. 1976’da Yazın ve Yaşam, 1982’de Yazının Sınırları, 1991’de Eleştirinin Abecesi, 1993’te Tartışmalar, 1995’te Yazın, Gene Yazın, 1997’de Alıntılar, 1998’de Söylemlerin İçinden (1999 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü) 2000’de Salaklık Üstüne Deneme, 2003’te Yüz ve Söz, 2006’da Göstergeler ve 2010’da Gün Ne Günü? ile deneme ve eleştirilerini okurla buluşturan Yücel, ilk romanı Mutfak Çıkmazı’nı 1960 yılında yayımladı. Bunu 1975’te Vatandaş, 1992’de Peygamberin Son Beş Günü (Orhan Kemal Roman Ödülü), 1995’te Bıyık Söylencesi, 2002’de Yalan (2003 Yunus Nadi Roman Ödülü ve 2003 Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü), 2005’te Kumru ile Kumru, 2006’da Gökdelen (2007 Balkanika Ödülü) ve 2010’da Sonuncu izledi. Öykü kitaplarından, Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Haney Yaşamalı 1955 yılında, Düşlerin Ölümü 1958’de (1959 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü), Ben ve Öteki 1983’te, Aykırı Öyküler 1989’da, Komşular 1999’da (Dünya Kitap 1999 Yılın Kitabı Ödülü) ve Golyan Devrimi 2008’de yayımlandı. Pek çok çeviriye imza atan Tahsin Yücel’e 1984’te Azra Erhat Çeviri Yazını Üstün Hizmet Ödülü verildi.
www.tahsinyucel.com (http://www.tahsinyucel.com)
Sunuş yerine
Bir zamanlar coşkuyla yazdığınız, son noktasını koyarken de tam tasarladığınız gibi olduğundan kuşku duymadığınız bir kitabı, diyelim ki bir romanı, uzun yıllardan sonra yeniden açıp da kendinize uzak, hatta nerdeyse yabancı bulursanız, bu izlenimi neyle açıklarsınız? O sırada içinde bulunduğunuz tinsel durumla mı? Geçen zaman içinde kendinizi sürekli geliştirerek daha usta, daha başarılı bir yazar konumuna ulaşmış olmanızla mı? Yazın ve gerçeklik anlayışınızda kökten bir değişmeyle mi? Geçen zaman içinde dünyada ve ülkenizde yazın anlayışının geçirdiği evrimle mi?
Bana kalırsa, tüm bunların belli bir payı olabilir sözünü ettiğimiz izlenimde. Ama hepsi de görel kalmaya yargılıdır, bir başka deyişle, hiçbiri tüm durumlar için ve yüzde yüz oranında geçerli olacak ölçüde genel değildir. Örneğin zaman içinde birçok yazar şu ya da bu biçimde ilerler, kimilerinin çıraklık ve ustalık dönemlerinden bile söz edilebilir. İnsancıklar, 1846’da yayınlanınca, Dostoyevski’yi Rusya’nın en ünlü ve en değerli yazarlarından biri durumuna getirir. İster bir ilk roman olarak değerlendirilsin, ister salt roman olarak, başarılı bir yapıt olduğu da kuşku götürmez. Gene de 1846’nın İnsancıklar’ını 1868’in Budala’sı ya da 1880’in Karamazov Kardeşler’iyle aynı kefeye koymak hiç kimsenin usundan geçmez. Şu var ki Rimbaud o benzersiz başyapıtlarını on altısıyla yirmisi arasında yaratır, sonra da bir daha eline almamak üzere bırakır kalemini. Onun kuraldışı bir yaratıcı, evrende bir benzeri daha görülmemiş bir kuyrukluyıldız olduğunu düşünsek bile, her yazar için ilk yapıtların en cılız, son yapıtların en olgun yapıtlar olduğunu kim ileri sürebilir? Hiç kimse. Üstelik, bunun tam tersini doğrulayacak örneklerden de söz edilebilir: bakarsınız, bir genç yazar kusursuz bir yapıtla başlar, yaşlandıkça birbirinden kötü yapıtlar verir. Kimi yazarlarda sürekli gelişme ya da gerilemeden çok, iniş-çıkışlar görülür. Kimi yazarlarsa, ilk çıkışlarındaki düzeylerini hep korurlar: Orhan Kemal yayınlanan ilk öyküleriyle usta bir yazar olarak çıkar karşımıza, yazarlık yaşamı boyunca da düzeyini korur.
Ne olursa olsun, ilk benimsediğimiz yaklaşımın en doğru yaklaşım olduğuna inanmamışsak, belirli bir öğretiye bağnazca bağlanmamışsak, yalnızca bilmek için bile olsa, başka yapıtlara, başka anlayışlara kapımızı sımsıkı kapatmamışsak, her alanda olduğu gibi yazın alanında da geliştiririz kendimizi. Yaklaşımını benimseyelim benimsemeyelim, yapıtını beğenelim beğenmeyelim, Balzac’ı okumadan önceki romancı kişiliğimizle Balzac’ı okuduktan sonraki romancı kişiliğimiz arasında küçük de olsa bir ayrım vardır ister istemez. Kısacası, okuduklarımız sürekli bir şeyler kazandırır bize. Ama yazdıklarımız da öyle. Cinler’in İnsancıklar’dan çok daha zengin, çok daha derin olduğu tartışma götürmez, ama Dostoyevski’nin yazarlık deneyiminin başlangıç noktasında yer alan İnsancıklar’a bir şeyler borçlu olduğu da tartışma götürmez.
Böyle bir borcun varlığını kesinlemekse, bir yazarın değişik yapıtları arasında belirli bir bağıntının varlığını kesinlemek anlamına gelir. Bu bağıntı tek yönlü bir bağıntı da değildir. Yazar, her yeni yapıtında, dilden, anlatımdan, kurgudan izleksel ve düşünsel dağarcığa varıncaya kadar her şeyini yenileyebilir; bir başka deyişle, her yeni yapıtını önceki yapıtlarının yadsınması biçiminde sunabilir. Gene de, yazarın karşıtlaştırma istemi ve yapıtların karşıtlaşma biçimleri bile bir yakınlık, daha da iyisi, bir kardeşlik yaratacaktır aralarında. Ne de olsa aynı beynin, aynı yüreğin ürünleri söz konusudur. Bu nedenle, yazın tarihçileri bir yazarı gereğince tanımanın yolunun, yayınlanmamış, hatta bitirilmemiş olanları da içinde olmak üzere, onun tüm yapıtlarını tanımaktan geçtiğini düşünürler.
Paul Valéry, Eupalinos’unda, artık dünyamızdan göçüp tinler evrenine gelmiş Sokrates’e, “Dünyaya gelen çocuk sayılmaz bir kalabalıktır, yaşam erkenden tek bir bireye, ortaya çıkan ve ölen kişiye indirger onu. Benimle bir sürü Sokrates doğdu, sonra, yavaş yavaş, yargıçlara ve baldıran zehrine borçlu olduğumuz Sokrates bunlardan ayrıldı,” dedirtir; “Peki, tüm ötekiler ne oldu?” sorusuna da “Birer düşün olarak kaldılar. Var olmak istediler, ama geri çevrildiler. İçimde saklıyordum onları, kuşkularım ve çelişkilerim olarak!” yanıtını verdirtir. Bu gözlem doğru bir gözlemse, birer “düşün”, birer “filiz” olarak içimizde kalan gücül kişiliklerin, aynı benlikte yer aldıklarına göre, ister istemez bir ortak yanları bulunması gerektiğini, bunun sonucu olarak da gerçekleşme olanağını bulamamış olan mimar, ozan, yargıç ya da terzi Sokrates’in filozof Sokrates’ten çok da uzak olmaması, onunla yüzde yüz karşıtlaşmaması, tam tersine, aynı kişiliğin değişik yönleri ya da yüzleri olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Yapıtlarımız da bizim değişik yönlerimiz, değişik yüzlerimiz değil midir?
T.Y.
I
Ne yapsalar, ne deseler şaşılmaz. Çok büyük bir yitik yitikleri. Yitik bile değil belki, bir yıkım, bir toplu ölüm, belki daha da beteri. Evlerine bir dakika girip çıkmak yeter bunu anlamak için, kapının önünden geçmek de yeter. Çökmüş yüzlerini gördüm, bükülmüş bellerini gördüm, ezik seslerini duydum, deliye döndüm. Ölü evleri hiç böyle olmazdı bizim oralarda, hem de hepsi birbirine benzerdi. Ak başörtülü kadınlar kilimlere bağdaş kurup otururlardı. Elleri kucaklarında, gözleri yerde olurdu. Gözlerinden ince ince gözyaşları dökülürdü, sessiz sessiz ağlarlardı durmadan. Kapıdan usulca bir kadın girerdi, yol verirlerdi. Ölünün en yakın akrabasına doğru giderdi. Yer açarlardı. Yanına otururdu. İki kadın, korkar gibi, ezilir gibi, birbirlerine bakarlardı. Yeni gelen derin derin içini çekerdi. “Bacım…” diye kekeleyip yutkunurdu. “Karayazılı bacım… Başın sağ olsun, karayazılım,” derdi. Bütün kadınlar titrerdi, ev titrerdi. “Başım kesilsin!..” Ölünün anası, bacısı ya da karısı söylerdi bu sözü. Bu söz bir söylendi mi kalabalık dalgalanıp uğuldardı. Gözyaşları hızlanır, çığlıklar, iniltiler duyulurdu, hüngür hüngür ağlardı kadınlar. Sonra kopuk kopuk sözler saçılırdı odaya. Kimi “Garip anam!” derdi ağlayanların, kimi “Ciğer köşem!” derdi, kimi “Yiğidim!”, kimi “Gelin bacım!” derdi. Herkes kendi ölüsüne ağlardı, herkes kendine ağlardı. Yıllanmış yaralar yeniden kanardı yüreklerde, herkes kendi yitiğini düşünürdü, kendi ölümünü görürdü, unutuverirdi yeni öleni. Her zaman böyle olurdu. Ama orada, o büyük, o eski, o kerpiç evde, herkes yalnız bir yitiğe ağlıyor, herkes “İlyas!” diye inliyordu. Kocamış kadınlar, gelinler, kızlar “Güzel İlyas, yiğit İlyas, bir İlyas, büyüğümüz, baştacımız, bir İlyas!” diyorlardı. Gözleri kıpkırmızıydı, gözkapakları şişmişti. Beli iki büklüm olmuş bir yaşlı kadın hepsinden daha çok çırpınıyordu, yerden yere vuruyordu kendini, ikide bir kendinden geçiyordu. Yüzüne sular döküyorlardı, bezler yakıp koklatıyorlardı. Ayılır ayılmaz “İlyas’ım!” diyordu. “Biriciğim, ciğer köşem, gün görmemiş İlyas’ım!” diyordu. Duvarlara vuruyordu dertli başını. Çok geçmeden gene devriliyordu…
Bir başka odada erkekler vardı.
Odanın kapısı sürgülenmişti. Kimselere açılmıyordu. Öyle ya, erkekler ağlamazlardı o yerlerde, o yerlerde erkeklerin ağlaması ayıptı. Onlarsa kadınlar gibi ağlıyorlardı. Daha korkunç, daha derin ağlıyorlardı, bunun için kapalıydı kapıları. Başka ölü evlerinde erkekler kederle savaşırlardı. Ölünün karanlık gölgesini silmek isterlerdi gözlerinden. Bir susarlar, bir konuşurlar, konudan konuya geçerlerdi. Toprağın üstünde kalırdı sözleri, bağdan, bahçeden, işlerden, büyüyen çocuklardan söz ederlerdi. Çocuklardan söz edilirken gülümseyenler olurdu. Ama onlar ağlıyorlardı. “İlyas” diyor, başka bir şey demiyorlardı. “Biz ne güne duruyorduk, İlyas?” diyorlardı. “Allahım, güzel Allahım, biz ne güne duruyorduk?..” Göğüslere yumruklar iniyordu…
Bazı bazı gözyaşları kuruyordu. Kederle, umutsuzlukla birbirlerine bakıyorlardı. “Mezarı çok büyük olacak!” diyordu biri, birdenbire coşuyordu: “Mezarı çok büyük olacak, türbe gibi… Nerden baksan görünecek… Ev, dükkân, tarla demeyip satacağız, bu mezarı yaptıracağız!” Evet, öyle, yaptırtacaklardı, herkes aynı karşılığı veriyordu: “Yaptıracağız!” Yaptırtacaklardı elbet, sorun yoktu, her şeyde anlaşıyorlardı. “Öcünü de alacağız İlyas’ın, Mustafa’yı delik deşik edeceğiz,” diyorlardı. Mustafa’nın babası da aynı düşüncedeydi. “Evet, ele geçer geçmez…” diyordu. “Delik deşik olsun soysuz!” diyorlardı. Babasının kılı bile kıpırdamıyordu. Mustafa’yı çoktan ölmüş biliyordu, ama aldırdığı yoktu. O da İlyas’ı düşünüyordu yalnız, yalnız İlyas’a yanıyordu. Acısı kor gibi yüreğinde, hâlâ İlyas’a yanıyor.
Yanmamak da elde değil doğrusu.
İlyas bir taneydi, İlyas eşsizdi. İlyas tüm umutlarıydı. Yıllardır üzerine titrerlerdi. Yemez, İlyas’a yedirtirlerdi, giymez, İlyas’a giydirtirlerdi. Gerekirse canlarını bile verebilirlerdi uğrunda. Çünkü İlyas her şeyleriydi: parlak gelecekleri, şanlı geçmişleriydi…
Geçmişi düşündüler mi gözleri dolardı. Önce bir gurur büyürdü göğüslerinde, sonra bir utanç büyürdü, zehir gibi bir keder büyürdü. Derin derin göğüs geçirirlerdi. “Divitoğlu soyu çöktü,” derlerdi. Oysa bu soy çökecek soy değildi. Hükümet içinde hükümetti bir zamanlar, hükümetten de güçlüydü. Divitoğulları ne isterlerse o olurdu kasabada. Kaymakamı, zaptiyesi, kadısı, onların ağzına bakardı her zaman. Osmanlı ülkesinde kubbealtı neyse, kasabada Divitoğulları’nın selamlığı da oydu. Belki ufak bir fark vardı arada: Divitoğulları başkalarını da düşünürlerdi. Hiçbir zaman insan kanı akıtmamışlardı. Kötülük akıllarından bile geçmemişti. İşleri güçleri iyilikti. Koskoca bir mahallenin tüm yoksullarının kışlık yiyecekleri onların tarlalarından gelirdi, vergileri onların cebinden çıkardı. Gene de eksilmek bilmezdi zenginlikleri. Tarlaları, bahçeleri, bağları yüzyıllarca uçsuz bucaksızdı. Otlaklarda iki yüz kısrakları birden dolaşırdı. Toplar, tüfekler yıkamazdı Divitoğulları’nı. Ama zaman için için çürüttü. Çocuklar çoğaldı, mallar bölündü, konaklar bir bir çöktü. Yıkılan konakların yerinde yenileri yükselmedi. Bölünen malların kimini kadınlar, kimini dostlar, kimini de sonsuz cömertlik yedi. Kala kala dedelerin destanlaşmış anıları kaldı sonunda. Anılarla yaşamaya başladılar. Artık zor geçiniyorlardı, ama gene hep öyle soylu, hep öyle yücegönüllüydüler. Soylarına yaraşır eş bulamadılar mı evlenmiyorlardı. Yıllar boyunca evleri, yatağına bir gececik olsun bir kadın girmemiş ak saçlı delikanlıları, evde kalmış yaşlı kızları barındırdı. Ama aldırmıyorlardı, dert yandıkları yoktu hiç. Alınyazısına bile boyun eğmiyorlardı. Dipdiri bir inanç vardı içlerinde: eski günler gene gelecekti! Gene yükseleceklerdi, yeniden en şanlı, en zengin, en cömert insanları olacaklardı kasabanın, bir daha da yıkılmayacaklardı. Dünya durdukça, Türkiye durdukça, bu kasaba durdukça hep yükseleceklerdi. Büyük adamlar çıkacaktı aralarından. Güvenleri, umutları sonsuzdu. İlyas’ın dedesi umutların üstündeki bulutları bir yel gibi alıp götürmüştü. İlyas’ın dedesi cumhuriyet döneminin ilk yargıtayında üyeydi. Daha da yükselecekti belki, ama ömrü elvermemişti.
Yargıtay üyesi öldükten sonra, tüm gözler İlyas’a dikildi. İlyas büyük adam olacaktı, eski yüceliğine kavuşturacaktı ailesini. Küçücükten belli etmişti bunu. Bakışında, duruşunda, susuşunda, her şeyinde atalar vardı, ataların ululuğu sinmişti her şeyine. Akıllıydı, her sınıfta birinciydi. On yaşında babasını yitirdi. Gene değişmedi. Ama kasabadaki okulu bitirince, şaşırıp kaldı. Kararını çoktan vermişti: yargıtaya üye olacaktı, sonra başkan olacak, şanlı dedesinin yerini tutacaktı. Ne var ki, büyük kentlere gitmek, yıllarca okumak gerekirdi bu amacı gerçekleştirmek için, okumak için de para gerekirdi. Para yoktu, ama akraba çoktu. El ele verdiler, iş kolaylaştı. İlyas İstanbul’a, liseye gitti. Orada da kimselere kaptırmadı birinciliği. Sonra Hukuk’a başladı. Gene hiç tökezlemedi, düşler gerçeklere hızla yaklaştı, ama, gözleri kör olsun, erişemedi…
Tüm suçu Mustafa’ya yüklüyorlar şimdi. “Her şeyi Mustafa yıktı, biz de onu yıkacağız!” diyorlar. Elbette suçlu Mustafa. Bir insana beş el kurşun attı, yüreğini delik deşik etti, elbette suçlu. Ancak bütün suçu o işlemedi, her şeyi yıkan o değil! Ne derlerse desinler, gerçek İlyas’ı Mustafa öldürmedi. O İlyas değildi, onların İlyas’ı değildi Mustafa’nın vurduğu, bir bedendi, bir insandı, ama o İlyas değildi. O İlyas’ın buz gibi soğumuş cesedini taşıyordu içinde, adı İlyas’tı, ama o İlyas değildi, başka biriydi. Mustafa’yı öldürmekle iş bitmez, Mustafa’yı öldürmekle alınmaz İlyas’ın öcü. İlyas’a kıyanlar başka, İlyas’a kıyanlar bir sürü, İlyas’a kıyanlar sayılmaz…
Düşündükçe şaşırıyor insan, kızıyor, deliye dönüyor: İlyas öyle kolay kolay ölecek çocuk değildi! Sapasağlam bir insandı her bakımdan. Hiç tökezlemeden ilerleyip gidiyordu yolunda. Son yıllarda pek de rahat yaşadığı söylenemez, orası öyle, son yıllarda çok güçlükler çekti. Divitoğlu ailesinde gırtlaklar çoğaldı, kazançlar artmadı. Para kazananların birkaçı da öldü, ufacık çocuklar kaldı geride. Bu yüzden gittikçe güçleşti durum, İlyas’ın aylığı gittikçe azaldı. Sonra da sağanaklar gibi bir pahalılık bastırdı. İlyas rahatlığı unuttu gitti, gönlünce tokluğu unuttu gitti. Çoğu akşamları yemeksiz geçti, çayla, peynirle, zeytinle, bazen bir tek yumurtayla, bazen kuru ekmekle geçti. Gene de hiç belli etmedi bunu, kimselere giz vermedi, sarsılmadı, sendelemedi, durmadan çalıştı, tek ders kaçırmadı. Üzülmüyordu da: nasıl olsa topu topu bir yıl kalmıştı önünde, bir yıl sonra kurtulacaktı. Çalışkandı, bilgiliydi, dil biliyordu. Yirmi yıla varmadan yargıtaya yerleşmiş olacaktı belki.
Ama her şey birdenbire değişti.
Bir uğursuz kız çıktı karşısına, dingin yaşamını altüst etti. Ahım şahım bir kız değildi öyle. Esmerdi, ufak tefekti, adı Emel’di. İlk bakışta, çekici bir yanı yoktu. Ama konuştular mı, eli eline değdi mi İlyas için her şey değişiyordu. Bazen çocuklaşıyordu, bazen yalnız öpüşüyordu, bazen çok görmüş geçirmiş bir kadın oluyordu. Durmadan değişiyordu. Bir türlü seçilmiyordu düşünceleri, kendi bile seçemiyordu belki, kendi bile bilmiyordu kim olduğunu. Ama hep şaşkına çeviriyordu İlyas’ı, başını döndürüyordu, her şeyi siliyordu aklından. Bu nedenle İlyas korktu, ondan sıyrılmak istedi. Dersleri başından aşkındı, derslerin ardında düşleri vardı, kadınlara zaman ayıramazdı. Hem de büyük bir söz vermişti kendi kendine: yargıtay üyesi olmadıkça evlenmeyecek, yargıtay üyesi olmadıkça, kıza, kadına el sürmeyecekti. Ama Emel bir kız değil de başka türden bir varlıktı sanki. Çabaları boşa gitti İlyas’ın, ondan kaçamadı, kurtulamadı. Kaçamamakla da kalmadı: çok geçmeden derslerini unuttu, yargıtayı bile unuttu. Yargıtay en büyük amaç olmaktan çıktı, sıcak bir düş oldu yalnız, küçüldü, Emel’in ardında kaldı.
Her şeyin başı Emel’di artık, her şey ondan sonra geliyordu. Emel’i haftada bir-iki kez bağrına basıyordu, ama zamanla bunu az buldu. Ondan uzakta yaşamak, her zaman onunla olmamak, yaşamaktan başka bir şey gibiydi, anlamsız ve boştu. Yoksullukta çok yaşamıştı Divitoğlu, ama bu boşlukta yaşayamıyordu. Bu boşluğu doldurmaya karar verdi. Bir gün yoksul odasını karanfillerle süsleyip Emel’i bekledi.
O da çok geçmeden geldi. Gelir gelmez boynuna atıldı. Ama İlyas tiril tiril titriyordu, çabucak sıyrıldı. Oturdu, ona da bir yer gösterdi. Bir-iki kez öksürdü, gözlerini yere dikti, ne zamandır söylemeye çalışıp da bir türlü söyleyemediği, kucaklaşmalar içinde yersiz bulduğu sözü bir çırpıda söyleyiverdi.
“Seni seviyorum,” dedi kitaplardaki gibi. Kıpkırmızı kesildi, yutkundu. “Deli gibi,” diye ekledi.
Emel güldü. Sonra yüzü birdenbire değişti.
“Sahi mi?” diye sordu. Sanki bilmiyordu!
“Evet, sahi, elbette sahi, hiç yalan olur mu?” dedi Divitoğlu, yüreği duracak gibiydi.
Ama Emel sanki alay ediyordu, sanki tüm olanları unutmuştu.
“Peki, anlat bakalım,” dedi. “Nereden anladın bunu, ne zaman, nasıl anladın? Anlayınca neler duydun, anlat bakalım…”
Divitoğlu durumunu yansıtabilecek sözcükleri bulamadı, yumruklarını sıktı.
“Anlatamam… Nasıl anlatayım?.. Anlatılmaz ki,” dedi sonunda, derin derin soludu. “Bir kaos gibiydi beynimin içi, dünyanın yaratılışı gibi… Şimdi de öyle, hep öyle… Yalnız şunu biliyorum: sensiz yaşayamam, seninle evlenmek istiyorum, hemen evlenmek istiyorum,” dedi.
“Yeter artık, Divitoğlu, anlaşıldı, yeter artık! Ben seninle evlenmem,” dedi sevgilisi. Sonra gevrek gevrek güldü. Sonra gene birdenbire değişti. Gözlerini bir uzak noktaya dikti, öylece durdu. “Divitoğlu, kızma, ama o anlamda sevmiyorum ben seni. Bütün gürültülerden, bütün kötülüklerden uzak bir havan var senin. Dupduru, tertemiz bir hava, çocukluk gibi… İnsanı dinlendiriyor. Bu havayı çok sevmiştim, bir zaman yaşamak istiyordum içinde. Hepsi bu. Yoksa seni o anlamda sevmiyordum, kusura bakma,” dedi, gene güldü.
Divitoğlu donakalmıştı. Hiç beklemiyordu bu sözleri. Çocuklar gibi masallarda yaşardı: ölümsüz sevgilere inanırdı, bir öpüşten sonra dönmek olmaz sanırdı. Deli gibiydi bu yüzden. Bir sonsuz ağırlık altında eziliyordu. Sanki hava taşlaşmış da ciğerine inemiyordu, nerdeyse boğulacaktı.
“Ama biz o kadar seviştik,” dedi. “Unuttun mu, az mı seviştik? Bunların anlamı neydi?..”
Emel gene gülümsedi. Hep böyleydi, hep şaşırtırdı, belli olmazdı ne diyeceği. Gene beklenmedik bir şey söyledi:
“Yanılıyorsun…”
Divitoğlu tümden şaşırdı. Ama hemen boyun eğmek istemedi. Kendinden, soyundan söz açtı, dedesini, yargıçlığını, yargıtay üyeliğini anlattı. Bunlar çok güzel şeylerdi! Ama sevgilisi dudak büktü, dalgın dalgın başını salladı.
“İşte en çok bu yanını seviyorum, İlyas,” dedi. “Küçücük şeylerle yetinebiliyorsun, küçücük şeyleri büyük sanıyorsun. Seninle bu yüzden dost olmuştum. Huzur veriyordun bana. Ama şimdi iş değişti. Sen değiştirdin. Ayrılacağız. Bir daha arama beni, beni unut,” deyip kalktı. Bir kırmızı karanfil aldı, yakasına taktı. Sonra İlyas’a yaklaştı, uzanıp usulca alnını öptü. Sonra kapıya yürüdü.
Divitoğlu bir taş gibi kalakaldı olduğu yerde. Ne bir şey söyledi, ne bir şey yaptı. Düşündüğü de yoktu. Gözlerini değişmez bir noktaya dikmiş, hiçbir şey görmeden bakıyordu. Usul usul akşam iniyordu gökten, karanlık gittikçe yoğunlaşıyordu. Karanlık yoğunlaştıkça bir ağır sıkıntı büyüyordu Divitoğlu’nun içinde, içeriden sıkıntı bastırıyordu, dışarıdan karanlık, Divitoğlu iki basınç arasında eziliyordu.
Birden kapısının zili çınladı. Sevinçle fırladı hemen. İçindeki sıkıntı tuzla buz oldu. “Geldi, geri döndü!” dedi kendi kendine. “Şaka yapmıştı, belliydi, biraz nazlanmak istemişti. Yoksa benden geçemezdi. Geri döndü,” dedi, kapıya koştu.
“Kim o?” diye seslendi.
“Posta!”
Postacı bir mektup verdi eline. İlyas’ın içinden küfretmek geldi. Öfkeyle kapadı kapıyı. Odasına dönüp ışığı açtı. Hep birbirine benzerdi memleket mektupları, hepsi bir örnek olurdu! Her akraba birkaç satır yazardı. “Sana güvenimiz sonsuz,” derlerdi. “Sana güvenimiz göğe kadar…” Gene öyle diyorlardı işte. Divitoğlu esnedi. Anası da övgülere boğardı onu. “Akıllı oğlum,” derdi, “herkesin en akıllısı.” “Ulu Tanrı Sultan Süleyman Efendimizin saltanatını versin sana, Nuh Peygamberimizin ömrünü versin, biricik İlyas’ım,” derdi. Gene aynı şeyler yazılıydı mektupta. Divitoğlu esnedi. Paranın eksileceğini de hep Yusuf Amca bildirirdi. Divitoğlu gene esnedi. Her şey önemsizdi şimdi gözlerinde, beyni boşalmış gibiydi. Uçsuz bucaksız bir umutsuzluk çöreklenmişti yüreğine. Bir de ilgisizlik. Gaz sobası kokmaya başlıyordu. Odadan çıkarıp söndürdü.
Sonra soyundu.
Ertesi gün, uyanır uyanmaz, fırlayıp kalktı yatağından. Sonra kendi yaptığına kendisi şaştı: ne zamandır böyle kalkmamıştı hiç! Emel’i sevmeye başlayalı beri, kalkmak güç oluyordu sabahları, kalkmamak, gözlerini açmamak, Emel’i düşünmek hoş oluyordu.
Ama artık Emel yoktu. Masanın başına oturdu. Üşüdü. Sobayı yakmak istedi. Gaz yoktu. Gene oturdu. Yüzünü avuçlarına aldı. Sırtını kamburlaştırdıkça kamburlaştırdı. Gözlerini çıplak duvara dikti. Dakikalarca oturdu. Yavaş yavaş bir titreme aldı bedenini. Dişleri birbirine vurdu. Parmaklarında bir büzülme duydu. Yatağına baktı. Yatak bozuktu, çarşaflar kirliydi. Başını çevirdi. Giyindi. Dışarıya çıktı.
Dışarıda sulusepken kar yağıyordu. Yel de çok sert esiyordu. Ama Divitoğlu aldırmadı. Soğuğun, yağmurun, karın önemi yoktu. Yatağına baktığı zaman bir garip tiksinti başlamıştı içinde. Şimdi, sokaklarda yürüdükçe, büyüyordu, her şeye, her yere uzanıyordu. Her şeyi, her yeri kaplamaya başlıyordu. En kötüsü, en korkuncu buydu, bu tiksintiydi. Havaya karışmış bir zehir gibiydi, soluğunu kesiyordu. Bir kahveye girdi, kendi hallerinde insanlar gördü, hemen çıktı. Bir muhallebiciye girdi, orada da duramadı. Bir yerlerde duramıyordu. Kaçmak geliyordu hep içinden. Nereye kaçacağını bilmiyordu. Düşünmüyordu da. Bilse bile, düşünse bile kaçamazdı: güçsüzdü, zorlukla sürüklüyordu ayaklarını. Gelip geçen insanlara hışımla, sonsuz bir kinle bakıyordu. Sessiz, zararsız insanlardı hepsi de, kar altında koşuyorlardı. Hiç kimseye zararları dokunmuyordu. Ama şimdi Divitoğlu her şeyden tiksinmekteydi. Güven duygusunu, iyilik, kardeşlik, dostluk duygusunu iyiden iyiye silmek istiyordu içinden. Bir kez aldatılmıştı. Daha fazla aldatılmak istemiyordu. Hiçbirine güvenmiyordu insanların, hiçbirini sevmiyordu. Damla damla göklerden inip çukurlarda toplanan, toplandıkça, birleştikçe çirkinleşen, kirlenen, sel olup köylere inen, hayvanları, çocukları, bitkileri pisliğinde sürükleyip öldüren, soysuzlaşmış sulara benzetiyordu onları. “Her şeyi kirlettiler,” diyordu ikide bir.
Bir simitçi gördü. Bir tıfıl çocuktu simitçi. Islak yüzü tertemizdi. Canı simit istedi Divitoğlu’nun. Cüzdanını çıkarınca yeri yokken tüm parasını dikkatle saydı. Parası çok azalmıştı. Tiksintisi daha da kabardı. “Bu da onların yüzünden,” dedi dişlerinin arasından. “Hepsi kör,” diye söylendi. Hepsi kördü, hepsi suçluydu: zorbaları alkışlayan onlardı, kötüleri el üstünde tutan, göklere çıkaran onlardı, iyileri, zayıfları, iyiliği, zayıflığı sinekler gibi ezen onlardı. Bu dünyayı onlar bu duruma getirmişlerdi, bu kent, bu sokak, bu pis kaldırım, bu iğrenç havayı onlar bu duruma getirmişlerdi. Belki de hepsi Emel’di. Hiç değilse Emel’dendi hepsi de, hepsi de Emel’in çirkin bir gölgesiydi. Emel’i sevdiği söylenemezdi şimdi, şimdi hiç kimseyi sevmiyordu. Azıcık sevgisi varsa kendi kendineydi. Sağlam bir inanç vardı içinde, iyiden iyiye duyuyordu: bunlardan, bu insanlardan değildi kendisi. Belki böndü, budalaydı, belki değersiz bir kişiydi, ama bunlardan değildi, yabancısıydı hepsinin. Onlar arasında harcadığı çabaları, onlarla geçirdiği saçma sapan günleri düşündükçe kendi kendine de kızıyordu. Şimdi eski düşlerini bile hor görmekteydi. Yargıtaya üye olacaktı da ne olacaktı sanki? Kimlere çalışacaktı? Beyinleri, yürekleri çamurlaşmış, içinden pazarlıklı insanlara mı?.. “Deliymişim!” dedi kendi kendine. Gene kaçmak geldi içinden, başsız, sonsuz, delidolu bir istek, arkasından itti durdu. Issız sokaklara saptı, serseriler gibi dolaştı. Bir insan gördü mü başını çevirdi, görmek istemedi. Midesi bulanıyordu.
Akşam oldu. Kar yağmura çevirdi. Divitoğlu yorulmuş, bütün gücü tükenmişti, her adımda sarhoş gibi sallanıyordu, düşüp bayılacaktı nerdeyse. Gene de dişini sıktı, dolaşıp durdu yağmurun altında. İliklerine kadar ıslandı. Sonra karanlık bastırdı. Divitoğlu biraz durakladı mı, bir saçak altında azıcık dinlenmeye kalktı mı Emel’i düşünmeye başlıyordu elinde olmadan. Onu düşünmekten, ona seslenmekten korkuyordu, bunun için bir yerlerde durmuyordu, ama en sonunda dayanamadı: soğuk bir duvara yaslandı. Yüzündeki suları sildi. Emel’den çok yalnızlığı, yorgunluğu, açlığı duydu bu kez. Sonra ılık bir özlem uyandı içinde, yağmurlu gökler gibiydi, bulanıktı, kimeydi, neyeydi, nedendi, bilmiyordu. Başını yukarı kaldırdı birden. Camı açık bir pencere gördü. Pencerede bir genç adam sigara içiyordu. Divitoğlu sigara içen adamı kıskandı. Sonra birden şaşkınlıkla gözlerini ayırdı. “Hay Allah, Murat bu!” diye söylendi. Karşıya geçti…
Murat şaşkınlıktan donakaldı. Konuşamadı bir zaman.
“Bu ne hal, İlyas?” dedi neden sonra. “Ne oldu böyle sana?” dedi. Boynuna sarıldı. Mosmor yüzünü öperken ağzını kokladı. O zaman daha çok şaşırdı: ağzı içki kokmuyordu Divitoğlu’nun. Divitoğlu öyle sık sık, sırılsıklam içenlerden değildi ki! Varsa yirmi dört saatlik bir açlık kokusu vardı ağzında, başka koku yoktu.
“Gel, durma, gel, otur şöyle,” dedi Murat. “Ayakların çok ıslanmış, çıkar kunduralarını. Şu terlikleri giy hemen. Çoraplarını da çıkar. Oho! Sucuk gibi ıslanmışsın sen! Pantolonunu da çıkar. Dur, sana pijama getireyim,” dedi.
Murat söyledi, o yaptı. Sonra büzülüp oturdu. Suçlu çocuklar gibi önüne bakıyordu. Belki Murat’a da kızıyordu…
“Sende bir şeyler var,” dedi Murat. “Merak ettim, çabuk söyle: ne oldu? Emel’le mi bozuştun?”
Divitoğlu içini çekti.
“Emel yok artık,” dedi. Yalnızdı da kendi kendine söyleniyordu sanki. “Emel yok artık,” diye yineledi.
Murat koltuğunu değiştirdi, daha çok yaklaştı.
“Neden?” diye sordu. “Ne yaptı, ne diye kızdırdı seni? Yoksa sen mi bir şey yaptın, sen mi onu küstürdün? O küstüyse hiç aldırma, barışırsınız. Böyle şeylerden anlarım. Emel’i de iyi tanırım, çok sever seni. Hiç kendini üzme,” dedi.
Divitoğlu umutsuzca başını salladı.
“Beni beğenmiyor,” diye söylendi, ağlıyordu sanki. “Bitti artık, o iş bitti: beni istemedi. Bu konuyu kapatalım, bir daha da açmayalım, olur mu?” dedi.
Murat da dediği gibi yaptı. Anlayışlı çocuktu, başka şeylerden söz etti. Art arda nükteler yaptı, fıkralar sıraladı, sevgilisini anlattı, güldü, kahkahalar attı. Ama İlyas hiçbirini dinlemedi bunların, boş gözlerle dostuna baktı yalnız, başka bir şey yapmadı. Hizmetçi kahve getirdi. Az sonra da kapı çalındı. Kısa boylu, şişman bir adam geldi. Oldukça yaşlı bir adamdı. Ama yaşlılarla yaşlı, gençlerle genç olanlardandı. Gevrek gevrek gülüyor, durmadan konuşuyordu. O da bencilin biriydi, kendinden, kendi yaşayışından söz ediyordu hep: bekârdı, küçük bir memurdu…
“Ama yaşamımdan memnunum,” dedi. “Bir zamanlar epey güçlük çektim, ama şimdi buldum kolayını. Her akşam yemek pişiriyorum evde. Bir de sefertası aldım, on bir liraya. Öğleleri lokantaya gitmiyorum, çalıştığım yerde yiyorum yemeğimi. Yaşamımdan memnunum. Hem karnım doyuyor, hem zaman geçiyor, hem de masraf az oluyor, param bana yetiyor artık,” dedi. Bir kahkaha daha attı.
Murat da güldü. Ama Divitoğlu sanki taş kesilmişti. Tüm varlığıyla adamı dinliyordu şimdi. Gözlerini üzerinden ayıramıyordu bir türlü, deli deli bakıp duruyordu. Adam da anladı işi, anlayınca da irkildi, duraladı. Yüzündeki gülümseme ufalıp inceliverdi birdenbire. Ama çabuk toparlandı, gene yaydı suratına gülümsemeyi. Hiçbir şey olmamış gibi Murat’a döndü.
“Allah seni inandırsın, yemek yapmak hiç de öyle zor değil,” dedi. “Hele benim yemeklerim… Yüz gram pastırma alırsın, iki-üç yumurta kırarsın üstüne, olur bir yemek… Yarım kilo et haşlarsın, biraz patates eklersin, biraz da havuç, olur bal gibi bir yemek. İki gün yersin, parmaklarını da yersin,” dedi.
Daha da sürdürecekti. Ama İlyas birdenbire ayağını yere vurdu. “Sus!” diye haykırdı. “Sus artık, yeter!”
Adam gene İlyas’a döndü. Yüzündeki gülümseme bir ufaldı, bir yayıldı. Yüzündeki gülümseme bir tuhaftı.
“Pilavı var sonra bunun,” dedi. Gözleri İlyas’taydı şimdi. “Pilavı var, makarnası var. Hem doyurur, hem ucuza…”
Sözünü tamamlayamadı. Çünkü İlyas’ın elleri yakasındaydı. İlyas var gücüyle sarsıyordu adamın yakasını. Gözleri kocaman kocamandı.
“Sus dedik sana!” diye bağırdı, çok kızgındı.
Adam işi pişkinliğe vurmak istedi. Yüzündeki gülümseme yanıp yanıp sönüyordu, tümden silinmemesi için adam büyük çabalar harcıyordu. Korkunç bir gülümsemeydi. Omuz silkti.
“Ucuza mal olur,” diye ekledi. Sonra Murat’a göz kırptı. Şimdi terlemeye de başlamıştı. İri iri damlalar vardı alnında. Gene konuştu. “Ama bulaşık yıkamak sıkıcı,” dedi.
“Sus!” diye bağırdı İlyas. “Sus dedim sana!”
Ama adam şaşkınlıktan donakalmış Murat’a bakıyordu.
“Bulaşık yıkamak çok sıkıcı,” diye yineledi. Buram buram terliyordu. Yüzündeki gülümseme korkunçtu. Korkunç gülümsemede garip bir güç vardı. Yıkılmış, ezilmiş insanın gücü. İnsanı hayvana eşit kılan, ama ondan yüceliği alıp götürmeyen güç. Değerlerin ezildiği, çiğnendiği yerlerde, insana tek dayanak olan içgüdü. Avı avcısına saldırtan içgüdü, tükenmeyen güç. Tüm yokluklara, tüm düşkünlüklere karşın, zulümlere, baskılara, alçaklıklara karşın, insanları ayakta tutan, insanları ta bugüne kadar getiren güç. Beş duyunun, elin ayağın gücü..
Biraz bulanık da olsa bu gücü görüyordu İlyas. Adamın gülümsemesinde, terlerinde bu gücü görüyordu, sözlerinde bu gücü dinliyordu. Korkunçtu, ağırdı, dayanamıyordu. Susturmak istiyordu adamı, kovmak istiyordu. Ama adam susmakla kalmadı. Birden yakasını kurtardı İlyas’ın ellerinden. Sonra yüzüne bir tokat indirdi. Sonra hızla kapıya koştu. Çıkıp gitti.
Şimdi İlyas bir koltuğa yığılıp kalmıştı. Eliyle yanağını tutuyordu. Murat önüne dikilmişti.
“İlyas, bunu neden yaptın, delirdin mi?” dedi neden sonra. “Babamın arkadaşıydı, elinde büyüdüm herifin. Ne diye yapıştın yakasına? Neden öyle bağırdın? Sana ne yaptı ki?”
“Kötü gülüyordu,” diye söylendi İlyas. “Eşek gibi, öküz gibi gülüyordu, dayanamadım…”
Murat büsbütün şaşırdı.
“Ya delisin ya şairsin sen,” dedi. “Aklım almıyor bir türlü.”
İlyas birdenbire ayağa kalktı. Gözlerinde buz gibi bir parıltı vardı.
“Ben de yemek yapacağım, Murat,” dedi. “Bundan böyle ben de yemek yapacağım!”
Murat söyleyecek söz bulamadı. Bir şey anlayamıyordu. Ama şimdi İlyas gülümsüyordu. Farkında değildi, ama giden adam gibi gülümsüyordu.
“Yarından tezi yok,” dedi. Sesinde sevince benzer bir şeyler vardı. “Ben de yemek yapacağım artık, hemen yarın. Aylık elli lira daha eksildi. Zaten geçinemiyordum. Şimdi hiç geçinemem. Çaresi yok, yemeğimi kendim hazırlayacağım. Nasıl olsa evlenmek de geçti bizden,” diye söylendi. Sesinde kederden iz yoktu, çok güzel bir düşe dalmış gibiydi. “Çok güzel olacak,” dedi…
Ama Murat sözlerinin anlamına varamadı, şaşkındı, birer acı şaka sandı sözlerini:
“Ufacık şeyleri dert etme,” dedi. “Biri gider, beşi gelir, üzme kendini.”
“Hiçbir şeyi dert ettiğim yok,” dedi İlyas. “Doğrusunu söylüyorum: bundan böyle yemeklerimi kendim yapmazsam, geçinemem. Kararımı verdim artık. Yarından tezi yok… Arada sırada bize de buyur,” dedi, gene gülümsedi.
Gülmesi Murat’ın hoşuna gitti. Hemen sonra da parlak bir düşünce geldi aklına: “Hiç değilse bir-iki gün yemeklerle uğraşır da sıkıntısı dağılır,” dedi içinden. “Nasıl olsa çabuk bıkar, bırakır, varsın bir denesin.” Gözlerini dostuna dikti: çok yakışıklıydı, inceydi, uzundu, tertemiz bir yüzü vardı, yalnız çok zayıftı. “Belki doğru dürüst beslenemiyor, doğru dürüst yemek yiyemiyor da ondan böyle zayıf. Eskiden böyle değildi,” diye düşündü.
“Belki de haklısın,” dedi, içini çekti. “Çok zayıfsın. Akşam yemeklerini evde yap, bol bol ye de biraz şişmanla bari. Emel’i de hiç dert etme, unut gitsin. Ben çok daha güzel kızlarla tanıştırırım seni. Dünyada kız mı yok?” dedi, sesi titrekti, duygulanıvermişti birden. Yaklaştı, yıllardır görmemiş gibi, uzun uzun yüzüne baktı dostunun. Sonra kaşları çatıldı, öksürdü. “Sana bir şey söylesem kızar mısın?” diye sordu. “Bilirim senin huyunu, böyle şeyleri sevmezsin, ama ben gene de söyleyeceğim: kap kacak almak için masrafa girmeni istemiyorum. Bizde çok var, gir mutfağa, seç,” dedi, dedi ya korkar gibiydi.
Ama İlyas kızmadı. Kalktı. “Teşekkür ederim,” dedi. Dostunun küçük duyarlığının yoğunluğunu sezemedi. “Peki, hadi seçelim,” dedi. Eski Divitoğlu değildi sanki. Murat’ın ardından mutfağa girdi. Bir ufak tencere, birkaç eski tabak, iki çatal, iki kaşık, bir bıçak aldı. Kâğıtlara sarıp bağladılar. Yüklenip evine geldi.
Tencereyi, tabakları, kaşıkları küçük, tozlu mutfağına yerleştirdi. Soğuktu, çok üşüyordu. Yorgundu da üstelik, hemen yatması gerekirdi. Gene de ayrılamıyordu mutfaktan. Gözlerini ayırmadan tencereye, tabaklara bakıyordu. Çok güzel bir resme bakar gibi. Tencere tencere değildi sanki, tabaklar tabak değildi, ölümsüz ellerden çıkmış ölüm kalım resimleriydi. Belirsiz bir hazla, bulanık bir öç duygusuyla bakıyordu. Bir yabancı, bir sonsuz hüzün, bir tuhaf dinginlik veriyorlardı. Usul usul yüreğine çöküyorlardı. Ama Divitoğlu sanki büyülenmişti, bakmaya doyamıyordu.
Ertesi gün de ilk işi onlara bakmak oldu.
II
Soğuktan dişleri birbirine vuruncaya kadar baktı. Ama bu kez bakmaktan hiç tat almadı; tam tersine sinirlendi, bilinmedik adamlara, belki yalnız bir adama küfretti. Sonra acı acı göğüs geçirdi. “Allah belasını versin!” dedi tiksinir gibi. Gaz tenekesini aldı, götürüp doldurttu. Döndü, sobasını yaktı. Biraz ısındı. Sonra gene sokağa indi.
İlkin kasaba gitti. Ak gömleği leş gibi bir adam et kesiyor, et çekiyor, et tartıyordu. Orta yaşlı kadınlarla doluydu dükkânın içi. Hep birden konuşuyorlardı. Kimileri gülümsüyordu. Biri de kasapla tartışmaya başladı. Sesler yükseldi, gülümsemeler silindi. Başka kadınlar da katıldı tartışmaya. Kasabın çalışkan elleri durdu. Divitoğlu ürperdi. “Ya kavga büyürse?..” diye düşündü. “Ya polislik olurlarsa?..” Hemen sıvışmak istedi. Bir yerine bir yumruk, bir tırnak gelecek diye korkmuyordu, kulak asmazdı öyle şeylere. Ama onu tanık gösterebilirlerdi. Tanığın adı gazetelere geçebilirdi. “Divitoğlu kasap dükkânında ne yapıyormuş, derler. Memlekete rezil olurum,” dedi kendi kendine. Kapıya doğru yürüdü. Ama kasap tartışmayı hemen kesti.
“Beyefendi, beyefendi!” diye seslendi ardından. “Buyur, beyefendi, ne istiyorsun?”
“Yarım kilo et,” dedi Divitoğlu.
“Nasıl olsun?”
“Parça et. Yağlı olmasın. Koyun varsa, koyun… Evden böyle söylediler…”
“Ben beyden önceydim,” dedi kadının biri.
Ama kasap aldırmadı. Eti hazırlayıp verdi. Parayı sayarken elleri titredi Divitoğlu’nun, yüzü sapsarı kesildi.
“Hastasın galiba,” dedi kasap, candan bir dost gibi yüzüne dikti gözlerini. “Neyin var, beyim?..”
Soğuk bir titreme dolaştı Divitoğlu’nun içinde. Ama hiçbir şeyi yoktu. Utanıyordu, hepsi bu! Hiç sevmezdi alışveriş etmeyi. Dedeleri, yoksul düşüp de uşaksız kaldıktan sonra, kapı önlerinde pineklemişler, çocuklarla, ineklerle, buzağılarla, tavuklarla eğlenmişler, sabah akşam horoz dövüştürmüşler, ama yıllarca çarşıya inmemişlerdi. Çarşıya inmeyi, esnaflarla konuşmayı, ellerinde öteberi taşımayı küçüklük saymışlardı. İlyas onların torunuydu. Bu nedenle yüzü sapsarıydı, alışveriş etmiyor da bir şey çalıyordu sanki.
“Yok, yok,” diye kekeledi. “Hasta değilim.”
Sıvışırcasına çıktı kapıdan. Çıkınca rahatlayacağını sanıyordu, ama olmadı. Sanki tüm gözler üzerindeydi, sanki herkes biliyordu bu eti kendi eliyle pişireceğini. Sanki herkes için için alay ediyordu! Gene kaçmak, bir yerlere gizlenmek geldi içinden. Ama çabuk topladı kendini. Bakkala gitti. Gene öyle çekine çekine, gene öyle bir şey çalar gibi, bir kilo patates, yarım kilo soğan, bir paket tuz istedi. Alıp çıktı. Ama çok utanıyordu, çok heyecanlıydı. “Ekmeği sonra alırım,” dedi. Gözleri yerdeydi, başını kaldırmaktan korkuyordu, mutfağına girinceye kadar da kaldırmadı.
Mutfakta bir ılık rahatlık duydu. Bir ıslık tutturdu. Eti ıslık çala çala yıkadı. Tencereye koydu. Üstüne soğan doğradı. Ocağı yaktı. Sonra birkaç patates soydu. Odasına gitti. Karanfiller hâlâ yerli yerindeydi, rakı şişelerinin üstünde boyun büküyorlardı. Hışımla topladı hepsini de, götürüp çöpe attı. Emel gözlerinin önüne geldi. Öfkeyle odaya döndü. Emel gözlerini bırakmadı. Divitoğlu hemen silinsin istedi. Uzanıp bir kitap aldı: Roma Hukuku. Dudak büktü, eski yerine koydu. Kalktı, gene mutfağa gitti. Tencerede et parçaları çırpınmaya başlamıştı. Divitoğlu patatesleri de boşalttı üzerlerine. Sonra gidip gidip geldi. İkide bir tencerenin kapağını kaldırıp baktı. Kapak sanki bir hokkabaz şapkasıydı: görülmedik, bilinmedik nesneler saklıydı sanki altında, Divitoğlu öylesine merakla bakıyordu tencereye. Baktıkça tuhaf bir huzur duyuyordu. Bu huzuru Emel bile karartamıyordu. Emel hep aklında, hep içindeydi. Ama eski Emel değildi artık. Bir kadın bile değildi, çok değişmişti, çoktandır çekilen, hiç kesilmeyen, alışılmış bir sızı gibiydi. Tencerenin kapağı kaldırıldıkça, mutfağa sıcak buğular dağıldıkça, alışılmış sızı bile siliniyordu.
Tencerede etler, sular, patatesler çırpınmaktaydı. Tuz koymayı unuttuğunu ayrımsadı, onu da koydu. Sonra her beş dakikada bir baktı tencereye. Gittikçe sabırsızlanıyordu. Odasında, sobasının başında, rahat rahat oturamıyordu. Bir yandan açlık bozuyordu keyfini, bir yandan merak. En sonunda dayanamadı. Bir tabağa birkaç parça patatesle bir parça et koydu. Alıp odasına getirdi. İlkin suyundan başladı. Yemeğin suyuna diyecek yoktu, tadı, tuzu yerindeydi. Sonra sıra etle patatese geldi, iş değişti. Patates çiğnenebiliyordu, ama et tüm sertliğiyle karşı koyuyordu dişlerine. Yiyemedi, atmaya da gönlü elvermedi. Götürüp tencereye boşalttı. Sonra, bayram sabahını bekleyen çocuklar gibi, sabırsızlıkla bekledi. Her dakika bir yıl gibi geçti, erimek bilmedi. Divitoğlu, “Bu arada ekmeği alayım bari,” diye söylendi. Gene indi o sayısız basamakları, gene çıktı. Yemeği bir daha yokladı: et hâlâ sertti. Dost bakışlı kasap yaşlı bir koyunun etini vermiş olmalıydı. Divitoğlu çok acıkmıştı, bir parça ekmek koparıp yedi. Bir parça daha kopardı. Sonra bu iş uzadıkça uzadı: önce eti yokluyor, sonra gene öyle kayış gibi olduğunu anlayınca eli ekmeğe gidiyordu. Dayanılmaz bir istek uyandırıyordu içinde bu yemek, kanlı canlı bir şehvet uyandırıyordu. İsteğini kuru ekmekle yatıştırmaya çalışıyordu. Kadın bedenlerini resimlerden tanıyan delikanlılara benziyordu: onlar gibi kuru ekmeğe sarılıyordu…
Yemek en sonunda hazır olduğu zaman, Divitoğlu midesini ekmekle doldurmuştu. Gene de iştahla yedi. Yedikçe sıkıntısı dağıldı yavaş yavaş, yedikçe bir tuhaf oldu. Yemek yer gibi değildi, önemli, nerdeyse soylu bir iş yapıyordu sanki. İyice doymuştu, ama tabak boşalınca gene doldurdu. Alabildiğine güzeldi yemek, şaşılacak derecede güzeldi, yemeğe diyecek yoktu! Engin, yumuşak, serin, uzak bir haz titreşimiydi. Düş gibi, çocukluk gibi, memleket gibi, ev gibi bir titreşimdi. Önce ağzına yayılıyordu, sonra tüm varlığına. Sonra, incecikten gaz kokan ılık havada, çevresinde esiyordu. Bir lokma daha alıyordu Divitoğlu. Yemek hemen eriyiveriyordu ağzında, gene yavaş yavaş dağılıyordu. Gene de kolayca inmiyordu gırtlağından: midesinde yer yoktu ki! Divitoğlu her lokmada kalkıp dolaşıyordu. Pencereden dışarıya bakıyordu. Dudak büküyordu. Evlerle, sokaklarla, insanlarla alay eder gibiydi. Keyfi yerindeydi. Böylece bir kez daha boşalttı tabağını. Boş tabağın karşısında bir sigara yaktı. Dumanları doya doya içine çekti. “Allahım! Allahım!” diye mırıldandı. “Allahım, ne kadar sevinçliyim!” Deli gibi bir kahkaha kopardı. Sonra birden irkiliverdi. “Neden?” dedi kendi kendine. “Neden?..” Sevincine bir neden aradı, bulamadı. Tam tersine, tatsız tuzsuz şeyler geldi aklına: Emel geldi, yoksulluğu, yalnızlığı geldi. Suratı asıldı. Sigarayı ezercesine söndürdü. Sonra birden bir hıçkırık yükseldi göğsünden gırtlağına, eli göğsüne gitti. Birden sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Yıllardır ağlamamıştı, kupkuru yollardan geliyordu gözyaşları. Bu nedenle pek zor çıkıyor, acı veriyorlardı, içinden bir şeyler koparır gibi, zorlaya zorlaya, sızlata sızlata, iliklerinin içinden, damarlarından geliyorlardı. Divitoğlu karşı koymak istiyordu, gözyaşları dinsin istiyordu. Ama bir şey gelmiyordu elinden. Umutsuzca yatağına attı kendini. Belki yarım saat, belki bir saat ağladı böyle. Gözyaşlarından başka hiçbir şey duymadı, hiçbir şey düşünemedi. Yatağın üstünde büzülüp kaldı.
Neden sonra kapı çalındı.
Kapıyı açtığı zaman, gözyaşları daha kurumamıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Yumruğunu bastıra bastıra, gözlerinin çevresini kir içinde bırakmıştı. Kan çanağı olmuş gözleriyle, donmuş gibi, büyülenmiş gibi bakıyordu. Aklı almıyordu, inanamıyordu: karşısındaki Emel’di, üstelik, hiçbir şey değişmemiş gibi gülümsüyordu.
“Çekil de içeriye gireyim!” dedi. En güzel giysisini giymişti, en tatlı gülümsemesiyle gülümsüyordu, gözlerinde akıl ermez bir kararlılık vardı: tümden yıkmak istiyordu sanki Divitoğlu’yu, sanki korkunç ölümünü çabuklaştırmak istiyordu. “Divitoğlu, çok vefasız çıktın,” dedi, şeytan şeytan güldü. “Bu muydu senin dostluğun, Divitoğlu? Bir telefon bile etmedin. Bak, şimdi de somurtuyorsun, oldu mu! Anlıyorum, gelişime sevinmedin. Çekil de gireyim.”
Divitoğlu hiç sesini çıkarmadan geriledi. Emel girdi, kapıyı kapattı. Elini uzattı. Sonra sevinç dolu bir şaşkınlık parladı şeytansı gözlerinde.
“Divitoğlu, sen ağlamışsın!” dedi. “Neden ağladın? Söylesene: ne oldu, neden ağladın?”
Divitoğlu yutkundu. Gene boşanmaktan korkuyordu, güç tutuyordu kendini.
“Hayır, ağlamadım,” diye kekeledi. “Sigaradan. Duman kaçtı.”
“Yok, yok, ağlamışsın!” dedi sevgilisi. “Hem de çok ağlamışsın, gözlerin şişmiş. Saklama boşuna, çok ağlamışsın,” diye yineledi.
Masanın önünde durdu. Sonra oturdu. Boşalmış tabağa, çatala, bıçağa, ekmek kırıntılarına baktı. İlyas’a döndü. Alaylı alaylı güldü.
“Yakaladım!” diye haykırdı sonra. “Yakaladım seni, Divitoğlu! Aşçı olduğunu gizledin benden. Soyundan, sopundan söz ettin hep, aşçılığını gizledin. Ama benden ne kaçar ki! Peki ama… nasıl anlamadım şimdiye kadar? Suratından aşçılık akıyor senin. Suratın ‘aşçıyım’ diye haykırıyor. Ben bunu nasıl duymadım? Ne yaptın da suratını susturdun? Alacağın olsun, Divitoğlu! Bir de beni sevdiğini söylerdin. Geçen gün söyledin daha, haftası bile dolmadı. Hem de, çok gerekliymiş gibi, yeminler ettin. Ama bunu hiç açmadın, gizledin. Ne diye gizledin sanki! İnsan sevdiğinden bir şey gizler mi? Bu çok güzel bir şey, Divitoğlu, çok ilginç bir şey. Benden ne diye gizledin?” dedi, bir somurttu, bir güldü. Hep böyleydi, hep böyle şaşırtırdı insanı, damdan düşer gibi sözler söylerdi, insanı deli ederdi.
Divitoğlu gözlerini yere dikmişti. Yüzü kıpkırmızıydı, dizleri titriyordu. Kasap dükkânında bile duymamıştı bu utancı, hiçbir zaman böylesine utanmamıştı.
“İlk bugün başladım!” diye kekeledi. “Bu ilk yemeğim…” Yutkundu, başını kaldıramadı. Emel hemen kalkıp gitse ya da biraz daha alay etseydi, belki de kaba kacağa elini bile sürmezdi bundan böyle, belki yemek işi burada biterdi. Ama, kalkıp gitmedi, alayın türünü değiştirdi. Bir kahkaha kopardı. Yoksul bekâr odasına renk renk çiçekler gibi dağıldı kahkahası, havayı değiştiriverdi.
“Demek ilk yemeğin?” dedi, çok çekiciydi. “Divitoğlu, ne güzel söyledin, ne güzel söylersin her şeyi! İlk yemek, ilk balo gibi! Her şeyin ilki güzeldir: ilk aşk, ilk balo, ilk yemek… İlk yemeğinden yemek isterim, Divitoğlu!”
Divitoğlu birden başını kaldırıp gözlerini Emel’e dikti. Utançla umut birbirine girdi içinde. Sofrasını kaldırmadığı için kızıyordu kendi kendine, Emel’den utanıyor, önünde küçüldüğünü duyuyordu. Gene de üzülmüyordu. Nasıl üzülürdü? Emel gene sık sık, gene durmadan, gene alay eder gibi “Divitoğlu, Divitoğlu!” deyip duruyordu. Her zaman yapmazdı bunu, çok yakınlaştıkları, çok seviştikleri zamanlarda yapardı. İkide bir “Divitoğlu” derdi böyle. Bu nedenle umutluydu Divitoğlu, bu nedenle gözlerine şimdi her şey güzel görünüyor, kötü şeyler önemini yitiriyordu. Nasıl üzülürdü! Şıkır şıkır bir “Kim bilir?” geçti içinden. Kim bilirdi, saatlerce dil dökmekle elde edemediğini bir tabak yemekle elde ederdi belki. Emel’in işleri belli olmazdı. Birden “Evet!” diyebilirdi. Ama demedi. Eski döşeme tahtalarının delinmiş yerlerine çakılmış teneke yamalara vurdu ayaklarını.
“Divitoğlu, duymadın mı?” diye bağırdı. “Duymadın mı, senden yemek istedim! Boşuna cimrilik etme, vazgeçmem. Yoksa hepsini yedin mi? Bu kadar mı obursun? Dostlarını düşünmez misin hiç, beni düşünmez misin? Hepsini yedinse yeniden yaptırtırım. Pişirinceye kadar da beklerim, yemeden gitmem, bak, söyleyeyim şimdiden,” dedi.
Divitoğlu gülümsedi. İçindeki köksüz umut daha bir yeşerdi.
“Hayır, canım, hayır,” diye yanıtladı. “Seni düşünmez miyim hiç? Payını ayırdım.”
“Ne duruyorsun öyleyse?”
Divitoğlu hemen mutfağa gitti. Bir tabak yemek ısıttı, alıp getirdi. Emel bir kahkaha daha kopardı.
“Ne güzel kokuyor!” dedi sonra. “Çok aptalmışım, anlayamamışım seni, büyük aşçı gözlerimin önündeymiş, tanıyamamışım,” dedi. Alay mı ediyordu, yoksa düşündüğünü mü söylüyordu, anlaşılmıyordu. Ama taşkın bir sevinç içindeydi. Sevinci İlyas’a da geçiyordu. İlyas şimdi çok rahattı, artık utanmıyordu.
“Ye de ondan sonra konuş,” dedi.
Emel çatalı, bıçağı eline aldı. İlk lokmayı ağır ağır çiğnedi. Yutar yutmaz yerinden kalktı. Dosdoğru İlyas’a gitti, eğildi, alnından öptü.
“Çok güzel!” dedi. “Yemeğin çok güzel olmuş, Divitoğlu. Çok iyi aşçısın. O kadar güzel ki… bu kadar olur…” diye ekledi. Sonra gene çatalını eline aldı, yeniden başladı haşlamaya. Her lokmada bir şey söyledi.
Divitoğlu hiç sesini çıkarmadı. Gözleri Emel’den ayrılmıyordu. Öpülen yerin yumuşak sıcaklığını duyuyordu alnında. Sıcaklık gittikçe artıyor, derinleşip dağılıyor, her yanına yayılıyordu. Divitoğlu bedeninde sıcaklığın yayılışını dinliyordu. Hem çok hoştu, hem korkunç. İçinde bir yerler titriyordu Divitoğlu’nun, başı dönüyordu, şimdi deli deli bakıyordu. Ama Emel onu çoktan unutmuştu, yediği yemeğe vermişti kendini. Yemeğin eşsiz tadını benliğine sindirmek istiyordu. Haşlamanın gittikçe azalmasına üzülür gibiydi, çok ağır yiyordu. Ama yemek azaldıkça azaldı, en sonunda boşaldı tabağı. Tabak boşalınca başını çevirdi.
“Yemeğin çok güzel olmuş. Böylesini az yedim ömrümde. Bunu hiç unutmayacağım,” dedi.
Divitoğlu gene yanıt vermedi. Sıcaklığı dinliyordu. Sıcaklık tüm damarlarında geriniyordu. Damarlarını patlatmak istiyordu sanki ya da çıkmak, ilk geldiği yere dönmek istiyordu. Evet, öyle, duyuyordu iyice: geri dönmek istiyordu! Divitoğlu ayağa kalktı, artık dayanamıyordu! Sıcaklığı boşaltmaya çalıştı. Ama boşalmıyor, artıyordu, başını döndürüyordu Divitoğlu’nun, o gene de vazgeçmiyordu. Sonra Emel birden geriye çekildi, elinin tersiyle ağzını sildi.
“Yaramazlık istemem!” dedi. “Divitoğlu, ne biçim şey bu yaptığın! Sana yakışır mı! Bilmez misin, dostlar böyle öpüşmez,” dedi, gene yıktı şıkır şıkır umutları.
Divitoğlu zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı. Bir şeyler koparmak, bir şeyler kırmak, bir şeyleri yıkmak geldi içinden, az önce yaptığını bir daha yapmak, ne olursa olsun yeniden başlamak geldi. Ama korkunç güçsüzlüğünü duydu birdenbire, durmadan küçüldüğünü, alçaldığını duydu. Alçalışı, küçülüşü durdurmak istedi, yumruklarını sıktı.
“Bu ilk öpüşmemiz değil ki!” dedi. “Sonra sana dost gözüyle baktığım da olmadı.”
“Ama ben hep dost gözüyle baktım sana.”
“Gene de o kadar seviştin benimle.”
“Yanılmışım.”
“Neden?” dedi Divitoğlu. Gene yerdeydi gözleri. “Neden? Beni beğenmiyor musun? Neyimi beğenmiyorsun?” diye üsteledi. Ama iyi biliyordu: yersiz ve saçmaydı sözleri, hiçbir şeyi değiştirmeyeceklerdi, gene de söylemeden edemiyordu. “Söylesene, neden?” dedi bir daha.
“Yemeklerin güzel,” dedi Emel, besbelli, işin alayındaydı. “Haşlamayı beğendim. Seni de severim. Ama bir dost gibi severim, başka türlü değil. Başka türlü seveceğim adam da gelecek. Kimdir, nasıldır, ne yapar, nelerden hoşlanır, neleri sever, orasını bilmiyorum şimdilik, ama bir gün çıkıp gelecek,” dedi.
Divitoğlu kendi kendini yiyordu.
“Saçma,” diye homurdandı.
“Saçmalayan sensin!” dedi Emel. Gözleri uzaklardaydı. Dizlerini kollarının arasına almış, başını sola eğmişti, kımıldamıyordu, resim çektirecekti sanki. “Biliyorum: çıkıp gelecek bir gün. Gelecek, ya!.. Sen de göreceksin. Seni çok sevecek. Ama ne zaman gelecek, bilmiyorum. Beklemek de hiç çekilmez, bitirir insanı, bilirsin. Bunun için şimdi yalnız bırakma beni. Dostum ol, beni bırakma. Fazla bir şey de isteme. Dostlukta karşılık aranmaz. Oldu mu? Evet mi?” dedi, sesi değişivermişti, şimdi yalvarır gibiydi.
Ama Divitoğlu sinirliydi.
“Alay etme benimle!” dedi. “Hiç değilse bunu yapma: alayı bırak!”
“Saçmalama, Divitoğlu, gene saçmalama!” dedi sevgilisi. “Ben seninle nasıl alay ederim? Bunu benden bekler misin?”
“Peki, neden geldin öyleyse? Geçen gün her şey bitmişti.”
“Geldiğime sevindim. Yaşamımın en lezzetli yemeğini yedim bugün.”
Divitoğlu öfkesinden, kederinden ağlayacak gibiydi.
“Yemek için gelmedin,” diye inledi. “Haberin yoktu. Alay etmeye geldin. Durumumu merak ediyordun. Ağlayıp ağlamadığımı sormandan belliydi. Ben ağlamam! Senden nefret ediyorum!”
Emel şaşkın şaşkın yüzüne baktı.
“Demek benden nefret ediyorsun?” diye sordu.
Ne nefreti! Tam tersine, ona doğru bir sonsuz istek büyüyordu içinde. Nefret etmek gerektiğini düşünüyordu, aklı öyle istiyordu, ama nefret etmiyordu.
“Evet!” diye gürledi. “Evet, senden nefret ediyorum, senden tiksiniyorum!”
Emel gülümsedi. O da inanmıyordu, belliydi, için için gülüyordu bu sözlere. Ama ne de olsa kadındı! Üste çıkmak istedi hemen.
“Peki, düşüncemi değiştirirsem?..” diye sordu. “Hemen şimdi düşüncemi değiştirirsem?.. Senin dediğini yaparsam?..”
Gözleri büyüdü Divitoğlu’nun, gözlerinde beklenmedik bir umut parladı, bir kez daha yenildi:
“Sahi mi? Değiştirecek misin?” dedi. “Değiştireceksin, değil mi?”
Emel başını salladı.
“Hayır, hiçbir zaman,” dedi. “Hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Ama gene de dostunum, dostluk da güzel bir şey, dost kalalım, Divitoğlu.”
Divitoğlu yüzükoyun yatağına attı kendini, yüzünü avuçlarına aldı, sıkmaya başladı.
“İstemem!” diye inledi. “Dostluğunu kendine sakla. Bir daha gelme evime. Sokakta görürsen selam verme, benden de bekleme. Senden nefret ediyorum. Hadi, durma, git buradan, çabuk git!” dedi.
Emel işkenceden bıktı. Sessizce çıktı odadan. Divitoğlu tüm varlığıyla ayak seslerini dinledi. Ama beyni uğultular içindeydi, dış kapının açılıp kapandığını işitmedi. İşitmeyince gene umutlandı. Birden kalkıp kapıya koştu. Kapı çoktan kapanmıştı. Donakaldı. Bir zaman öylece durdu olduğu yerde. Sonra “Allah belasını versin!” diye söylendi. “Bana göre bir kız değil, insan bile değil!” Şimdi gerçek bir tiksinti duyuyordu içinde. Her şeyden, herkesten tiksiniyordu gene. “Allah bin belasını versin!” dedi. Tüm insanlardan tiksiniyordu. Evine kapanacaktı artık, hiç çıkmayacaktı, kendi kendisiyle yetinecekti, kararı karardı. Paltosunu giyip pazara indi. Et aldı, yumurta aldı, sucuk, pastırma aldı, patates aldı, beş ekmek birden aldı. Evine döndü. Yalnız yemekle uğraştı. Üstüne başına bakmadı, çamaşır değiştirmedi, tıraş olmadı. Tam altı gün dışarıya çıkmadı. Tam altı gün hiç kimseyi görmedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69479746) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.