Usta ile Margarita
Bulgakov Mihail
Master i Margarita
, Mihail A. Bulgakov
© 2003, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
1. basım: 2003
6. basım: Eylül 2013, İstanbul
E-kitap 1. sürüm Ocak 2014, İstanbul
2013 tarihli 6. basım esas alınarak hazırlanmıştır.
Yayına hazırlayan: Saadet Özen
Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design
Kapak resmi: © iStockphoto.com / Bogusław Mazur
ISBN 9789750720390
CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)
yayinevi@canyayinlari.com
Sertifika No: 10758
M
İHAİL
B
ULGAKOV
USTA İLE
MARGARİTA
ROMAN
Çeviri
Aydın Emeç
MİHAİL AFANASYEVİÇ BULGAKOV, 1891’de Kiev’de doğdu. Genç yaşta hekimliği bırakarak kendini tümüyle yazarlığa verdi. İlk romanı Belaya gvardiya (Beyaz Muhafız, 1925), komünist bir kahramana yer vermediği gerekçesiyle Sovyet resmî çevrelerince büyük tepkiyle karşılandı. Sovyet toplumunu eleştiren yergili fantezilerin yer aldığı Dyavoliada (Şeytanlıklar, 1925) da resmî çevrelerin eleştirisine uğradı. Bulgakov, aynı yıl, sözde bilim üstüne bir yergi niteliğindeki Köpek Kalbi’ni yazdı. 1930’a gelindiğinde, eserlerinin yayımlanması yasaklanmıştı. Bulgakov, buna karşın, 1930’larda iki önemli eser daha verdi. Moskova Sanat Tiyatrosu’nun perde arkasını acımasızca yeren yarıda kalmış özyaşamöyküsel romanı Teatralni roman (Tiyatroluk Roman) ve göz kamaştırıcı bir fantezi olan Usta ile Margarita. 1940’ta Moskova’da ölen Bulgakov’un eserleri, Stalin’in ölümünün ardından, 1950’lerin sonlarına doğru gittikçe saygınlık kazandı.
AYDIN EMEÇ, 1939’da İstanbul’da doğdu. Gazeteci, yazar, yayıncı ve çevirmen olarak Türkiye’nin kültür yaşamına önemli katkılarda bulundu. 1968’de Cengiz Tuncer’le birlikte kurduğu E Yayınları’nda, saygın bir yayıncılık örneği verdi; dünya edebiyatının pek çok seçkin yazarının ilk kez dilimize kazandırılmasını sağladı. Hür Yayın ve Cumhuriyet gazetesi kültür servisini yönetti. Bulgakov, Ehrenburg, Calvino, Kazancakis, Kundera, Vasconcelos gibi yazarların eserlerini Türkçeye çevirdi. Aydın Emeç, 1986’da, henüz 47 yaşındayken yaşama veda etti.
Mihail Bulgakov ve “Usta ile Margarita” üstüne
Kader, Mihail Afanasyeviç Bulgakov’la ilgili kâğıtlarımın, mektupların, yazıların, notlarımın kaybolmasını istedi. Oysa bunlardan bir kitap doğacaktı.
Hastalığın ölüme mahkûm ettiği Bulgakov’un hayatının son günlerinde topladığım biyografik bilgilerin yardımıyla, bu romana, yayımlanırken bir önsöz yazacaktım. Hem şakalaşıyor, hem not alıyorduk. Notlar, Bulgakov’un hayatının en az bilinen bölümüyle ilgiliydi.
“Gençliğimde çok çekingendim,” diyordu. “Hayatımın sonuna kadar da gideremediğim bu kusuru belli etmemeye çalışırdım. 1920’li yıllarda, lisede birlikte okuduğum Kievli bir yazara Moskova’da rastladım. Birbirimize pek yakın değildik; ama doğdukları kenti çok seven bütün Kievliler gibi birbirimizi çok sıcak karşıladık. ‘Sizi çok iyi hatırlıyorum Bulgakov!’ diye bağırdı. ‘Hep elebaşıydınız. Sizden büyüktüm ama bugün bile amansız sözleriniz aklımdan çıkmıyor. Latince öğretmeni Suboç’u hatırlıyor musunuz, sizden usanmıştı. Koca liseyi titretirdiniz. Şimdi sıra “Turbin’in Günleri” geldi. Daha o zaman ününüz yayılmıştı sizin.’”
Bulgakov, bunları anlatırken gülünç bir tavırla omuz silkerdi.
“Bana kalırsa kimseyi ürküttüğüm yoktu. Bağımsızlığımı koruyordum, o kadar. Ama gerçek olan, lise yönetiminin bana hoşgörülü davranmadığıydı. Nedendir bilmem, sakin bir çocuk olan benden, kim bilir neler planladığımı düşünerek kuşkulanırlardı. Üstlerimle, hayatım boyunca anlaşamadım.” (Burada içini çekti.) “Oysa, herkese örnek olmayı isteyen bir çocuktum…”
1916’da Kiev Üniversitesi’nde tıp öğrenimini bitirdi. Ardından Smolensk yöresinde Nikolskoye köyüne gitti. Aşağı yukarı bir buçuk yıl boyunca doktor olarak Zemstvo’da1 çalıştı. “Genç Bir Doktorun Mektupları” adlı öyküleri o çağın izlenimlerini taşır.
İşini ciddiye alıyordu. Hayatı boyunca tıp bilimine de, doktorlara da büyük saygı duymuştu. Ama henüz çok genç olduğundan ve gezmek, çok şey görmek isteğiyle yanıp tutuştuğu için yerinde duramıyordu. Yola çıktı. Nereye gittiği değil, her şeye boş verip yola düşmekti onun için önemli olan. Bütün değerlerin yok edildiği bir çağdı o çağ. Bulgakov genç sayılmazdı, aşağı yukarı otuz yaşlarındaydı; az da olsa, bir doktorluk deneyimi edinmişti. İyi kötü kurulu bir düzeni de vardı. Öyleyse neydi yapmak istediği? Yazar olmaya ilişkin olağanüstü tutku onda nasıl gelişti, olgunlaştı? Yazarlığı iyice kafasına koymuştu. Durmadan yer değiştirmeye başladı. 1920’de Kafkasya’daydı.
Hayatının bu dönemini anlatırken ilk tiyatro yazarlığı denemelerinden gülerek söz ederdi. Siyasal eğilimli oyunlarından bazıları, Vladikafkas Tiyatrosu’nda oynanmıştı.
“Çarka kapıldım ve ondan kendimi hiç kurtaramadım.”
O çağlarda yazdığı oyunlar ortada yoktu, hiçbirini saklamamıştı, onlardan sanki yaratıcılık zevkini elinden büsbütün alacaklarmış gibi söz ederdi.
Tiflis’te Osip Emilyeviç Mandelştam’la tanıştı. Mandelştam, yoksulluk, bağımsızlık ve coşkun bir kayıtsızlık içinde yaşıyordu. Bulgakov’un hatırladığı, saygı duyduğu da onun bu kayıtsızlığıydı. O güne kadar Mandelştam’ın tek şiirini okumamıştı, ne “Taş”ı biliyordu ne “Tristin”i. İlk kez duyduğunda çok etkilendi.
Ama şairin dizelerini okurken tumturaklı bir sesle her sözün üstüne basışı hoşuna gitmedi. Güleceği geliyor, tedirgin oluyordu.
Vladikafkas’ta, Batum’da bölge gazetelerinde çalıştı, hiçbirinde kök salamadı. 1920’de Moskova’ya geldi. Gudok dergisindeki görev, onu Valentin Katayev, İlf ve Petrov2, Yuri Olyeşa gibi yazarlara yaklaştırdı. Ben, Mihail Afanasyeviç’i sonraları, 1930 yıllarına doğru tanıdım. Daha önce başından geçenleri de, anlattıklarından biliyorum.
Gerçekleri değiştirmekten korkuyorum. Belleğim ne denli gerçeğe sadık olursa olsun, notlarımı ve konuşma biçimini, ses tonunu (özellikle ilginç bir yanıydı bu) toparlayamıyor, bu nedenle genel bir anlatıma gidiyorum. Hem peşinen söyleyeyim: Bulgakov’un biyografisini yazmıyorum ben, eserleri üzerine bir deneme çiziktirdiğim de yok. Burada ortaya koyduklarım Bulgakov’un hayatı, dolayısıyla Sovyet edebiyatı, bu edebiyatın şaşırtıcı tarihinin trajik ve güzel anları üzerine düşüncelerdir.
Eserlerinde Bulgakov’u yöneten, hayatın kendi soluğundan başka bir şey değildi. O, hayata kayıtsız bir gözle değil, coşkuyla bakıyor, ona katılıyordu. Yazar olarak, içtenliğini bir gün bile yitirmedi. İçtenliği, ilkeden yoksunluk, uşaklık eğilimi, namussuzluk ve utanmazca bir ikiyüzlülükle karşılaştığında amansızlaşıyordu. Yalnız eserlerinde değil, hayatında da, başkalarıyla ilişkilerinde de şen ve alaycı biriydi. Öykü uydurup anlatma yeteneği büyüktü. Şakalarının hepsinde kendini daha dolaysız, daha doğrudan ifade etmeye yönelik bir istek sezilirdi. Bulgakov, Herzen’in şu sözlerini rahatlıkla benimseyebilirdi:
Kahrolsun eğretilemeler, üstü kapalı sözler. Özgür insanlarız, köle değil; gerçeği masal kılığına sokmaya ihtiyacımız yok!
Sözlerinde iyi niyetten başka şey yoktu; ne var ki hep tersinden kuşkulanıldı. Devrimden söz ediyor, devrimin dertlerini ve getirdiği sefaleti hissediyor, bir mizah yazarı olarak sarsılan hayatın tüyler ürpertici görünüşünü anlatıyor, gülünç ve iğrenç yanlarını dile getiriyordu. Ülkesinden kaçanların yaşadıkları trajik sapmaları, kötü sonları, kendi oğullarının derdi gibi anlamaya çalışarak iç savaştan ve Rus aydınlarından söz ediyor, ama ülkesinin ahlak gücüne ve geleceğine inanıyordu… Oysa herkes, Beyazları savunduğunu, onları yücelttiğini söylüyordu. O ise, ikiyüzlülükle savaşan yaratıcının yazgısından, iktidarın uşaklarına özgü kötülükten söz ediyordu. Yine Herzen’e göre bu ikiyüzlülük, “düşmanı her ne pahasına olursa olsun eleştirerek, olmazsa hafiyelik yaparak yıkma” amacını güdüyordu. Sovyet edebiyatına çamur sıçrattığı söyleniyordu. Nihayet, edebiyatın kafası işleyen memurları, Bulgakov’dan uzaklaşmakla kalmadılar, çevresinde soluk alıp vermesini zorlaştıran bir sıkıntı da yarattılar.
Bulgakov’u tiyatro kurtardı. Hayatı boyunca tiyatroyla ilişkilerini koparmamaya çalıştı. Oyunlarının oynanmadığı sıralar bile, yönetmen yardımcısı ya da oyuncu olarak başkalarının eserlerinin yaratılmasına yardım etti. (Moskova Sanat Tiyatrosu’nda, Dickens’ten alınan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı oyunda yargıç rolündeydi.)
Bir yandan da cıvıl cıvıl yazı işleri odaları, hazırlanmasına katılacağı, sayfa düzenine yardım edeceği, yazılarını okuyacağı, basımevi mürekkebinin kokusunu duyabileceği bir gazete düşlüyordu… Ama boşuna. Gençliğinde, gerek Gudok’ta çalışırken gerekse Niedra Yayınevi’nde görevliyken kısa bir süre böyle ortamlarda bulunmuştu. Tiyatroya duyduğu bütün bağlılığa karşın –prova yapılırken kararan salon, kulisten içeriye bir göz atmanın, bir oyunun ortaklaşa yaratılmasına katılmanın verdiği heyecan, ansızın dayanılmaz bir yoğunlukla çınlayan kendi sözlerinin halkın karşısında doğuşu– bütün bu güzel şeyler edebiyatın, acılarının, hayatının yerini tutamazdı…
Tiyatroya girişi patırtılı oldu. Alaycı öykülerine (“Yazgının Yumurtaları”, “Diavolia”) herkes kulak kabarttı. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunu “Turbin’in Günleri” sonu gelmez tartışmalara yol açtı. O sıralar daha tanımıyordum onu.
İlk kez 1926 yılında, “Liyubov Yarovaya” ve “Turbin’in Günleri” adlı oyunlar konusunda yapılan bir açıkoturum sırasında gördüm Bulgakov’u. O günlerde bu iki oyun sık sık karşılaştırılırdı. Açıkoturum, Meyerhold Tiyatrosu’ndaydı. Katılımcılardan biri olan eleştirmen O., Bulgakov’a amansızca saldırdı. Onun konuşmasından sonra sahnede, sinirli, heyecanlı, sarışın bir adam göründü. Kolunu eleştirmene doğru uzatıp, “Sonunda sizi gördüğüme çok sevindim!” diye bağırdı. “Sonunda gördüm sizi! Benim hakkımda rastgele söylenen her yalanı dinlemek zorunda mıyım? Bütün bu sözler, binlerce kişi tarafından tekrarlanıyor, ben susmak zorundayım, kendimi savunamıyorum! Bu, bir duruşma bile değil! Bana söz hakkı verilmiyor! Nedir peki ortada dönen? Benim seyircilerim var, yargıçlarım da onlar; siz değilsiniz. Oysa beni yargılıyorsunuz. Yazdıklarınız bütün ülkede okunuyor… Benim oyunumu ise Moskova’da bir tek tiyatroda görebilmek mümkün. Oyunumu görmeyenler sizin yazdığınız gibi düşünüyor. Sizse yalandan başka şey yazmıyorsunuz. Benim düşüncelerimi saptırıyor, yazılarımın anlamını değiştiriyorsunuz! Ama sizi sonunda gördüm; bir kereliğine de olsa neye benzediğinizi gördüm. Hiç olmazsa bunun için size teşekkür eder, sizi yerlere kadar eğilerek selamlarım. Sağ olun!”
Eliyle selam verdikten sonra, yine sinirli ve heyecanlı, yanakları al al, kayboldu. Salona büyük bir sessizlik çöktü. Hiç kimse alkışlamadı. Hiç kimse tepki göstermedi. Kimse, o tuhaf sessizliği bozmaya cesaret edemedi…
O gün bana, uzun kollu ve bacaklı, birden boy atmış genç çocuklar gibi hafif kambur, iriyarı bir adam gibi görünmüştü.
Bu açıkoturumdan ancak birkaç yıl sonra onunla tanıştım.
Bolşoya Pirogovska Sokağı’nda, bir kiralık dairede oturuyordu. Evi pek az ışık alıyordu, alçak pencereler kaldırıma bakıyordu. Küçük yemek odasından üç basamakla, beyaz ahşap rafları olan, ciltsiz kitaplar ve dergilerle dolu çalışma odasına çıkılıyordu. Kızıl tüylü köpeği Buton, içeride dolaşıyor, gelenleri kuyruğuyla selamlıyordu. Her çeşit insan, sohbet etmek için onun evine gelirdi. Sık sık Tiflisli bir genç kızla buluşurduk orada (bu eve ilk olarak onun için gelmiştim). Ortalık epey karışıktı; çoğunlukla bohem, bazen de yorucu ve teklifsiz bir hava eserdi içeride.
Bulgakov, kalabalık arttı mı çalışma odasına çekilir, ropdöşambrını giyer, kitaplarını karıştırmaya, yazılarını yazmaya koyulurdu. Kalın perdelerin ardından, yakından geçen tramvayların gürültüsü gelir, yemek odasından yükselen sesler duyulurdu. O sırada Molière adlı bir oyun ve bir roman üzerine çalışmaya başlamıştı. Sonradan Usta ile Margarita adıyla yayımlanacak olan romanının da ilk bölümlerini yazmıştı.
Çevresinde olup bitenlerden birden kopuyor, her şeye yabancılaşıyordu. Evine gelenlerin gerçek dostları değil, bir rastlantı sonucu orada bulunan kişiler olmasının da önemi yoktu. Hayatı çok hareketliydi, gözde yazarlardan biriydi artık. Basının saldırıları ününü artırıyor, ona yönelen ilgiyi kışkırtıyordu. Kafası bir yığın yenilikle doluydu. “Turbin’in Günleri”nin gördüğü ilgi giderek arttı. Oyun, içtenliği, kahramanların insancıl yanı ve duyguların derinliğiyle, seyircileri etkiliyordu. O zamanlar sık görülen şişirme oyunlardan çok farklıydı. Oyuna gösterilen ilginin nedeni yalnız bu da değildi. Moskovalı aydınlar devrim öncesindeki gibi Sanat Tiyatrosu’nu kendi tiyatroları sayıyorlardı. “Turbin’in Günleri”ni seyredenler arasında, kaderi oyun kahramanlarının kaderine benzeyen pek çok kişi vardı. Gösteri şaşkınlık yaratıyor, anıları canlandırıyor, seyirciyi çekiyordu. Herkes oyunu konuşuyor, görmek istiyor, defalarca seyrediyordu. Sanat Tiyatrosu’nun oyunlarının başarısı, oyunun çağdaş oluşuyla ve seyircinin siniri, nabzı, iç dünyasında yankılanmasıyla doğru orantılıydı. Tiyatronun geleneği, oyuncuların güncel olayların bilincinde olmalarını gerektirmekteydi (bu niteliğini yitirdiği gün Sanat Tiyatrosu da yok oldu). Henüz belleklerden silinmemiş olayları ele alan “Turbin’in Günleri”nin (“aracı kuşak” sayılan) yeni bir oyuncu kuşağını doğurması da tesadüf değildi. Şmelev, Dobronravov, Sokolova, Tarassova, Yaşin, Prudkin, Kudriavtsev, Stanitsin adları seyircileri fethetti. Yorumladıkları kişiler (Aleksey Turbin, Elena, Nikolka, Lariocik, Mişlayevski ve başkaları) oyunculuktaki başarılarıyla iç içe geçti. Sanki o kahramanlarla birlikte doğmuşlar, onlardan ayrılamıyorlardı.
“Turbin’in Günleri”nden sonra, Sanat Tiyatrosu’nun “Yarış”ı sahnelemeye hazırlandığı haberi basında yeniden amansız saldırılara yol açtı. O dönemin gazetelerinden birinde şu satırları okumak mümkündü:
Gelecek sayılarımızdan birinde, Bulgakov adlı bu tipik küçük burjuva ve gelip geçici yazarın tuttuğu yol hakkında bir makale yayımlayacağız. Ne yazık ki, “Turbin’in Günleri”nin ünlü yazarıyla yine ilgilenmek zorundayız. Sanat Tiyatrosu’nun geçmişiyle bağlarını koparmasını sevinçle karşılamıştık ama işte Bulgakov oraya döndü. “Yarış” mı? Hayır, bu oyunun oynanması söz konusu değildir.
Gorki’nin, oyunun “aforoz edildiği için başarı kazanacağını” söylemesine rağmen saldırılar başladı. 9 Ekim 1928 günü Sanat Tiyatrosu’nda, “Yarış” üzerine yapılan açıkoturumda Gorki, beyaz generallerin “iyi gösterilmesi” yönünde bir eğilim görmediğini açıkladı. “Bu çok güzel bir komedidir, tam üç kere okudum,” dedi. “Yarış”ın, ilk başta, tıpkı “Turbin’in Günleri” gibi yalnız Sanat Tiyatrosu’nda oynanmasına izin verildi. Ama kısa bir süre sonra, 1928 Eylülü’nde yasaklandı.
“Yarış”, yazarının ölümünden on yedi yıl sonra (1957) ilk kez Volgograd’ın Gorki Tiyatrosu’nda sahnelendi.
“Yarış” çok değişik bir oyundur. İçindeki sekiz ayrı düşle, sanki “Turbin’in Günleri”nin devamıdır. Ama psikolojik bir dram değildir; duvarın ötesinde, ülkelerinden uzakta kalmış kişiler hakkında acıklı bir güldürüdür. Düş görürcesine, halka karşı işlenen kanlı cinayetleri hatırlayan beyaz subaylar onurlarını yitirir, sefalete ve düşkünlüğe sürüklenirler. Yazar onları “davranışlarına göre” yargılar. Onlara karşı acımasız davranır, günümüzde bu düşlerin başka türlü yorumlanması olanaksızdır.
Yazar, oyunun ve niyetlerinin sakıncalı görülmediği dönemlere yetişemedi. “Yarış”ın bir daha ortaya çıkmamak üzere karanlığa gömüldüğünü sanıyordu.
1927 yılında Vartangov Tiyatrosu “Zoyka’nın Evi”ni oynadı. N.E.P.3 çağının Moskovası üzerine bir hiciv olan bu oyunla Bulgakov, yeniden eleştirmenlerin saldırısına uğradı. Oyunun hiciv yanı dikkate alınmıyor ve gerçeğin, taraflı bir bakış açısıyla, akıl almaz biçimde çarpıtıldığı söyleniyordu.
Karmeni Tiyatrosu’nun 1928’de oynadığı “Kızıl Ada”, Bulgakov’un fırtınalı tiyatro hayatını bitirdi. Oyun, sözde devrimci görüntüleri alaya alıyor, Bulgakov gerçeğin altını çizmek için çok yerde hicivden yararlanıyordu. Ama bu bir şaka olarak kalmıyor; yazar, yurttaş olarak kendi yerinin de altını çiziyordu.
“Zoyka’nın Evi” ile “Kızıl Ada”, tiyatronun repertuvarından çıkarıldı. Aynı şey “Turbin’in Günleri”nin de başına geldi ama oyun, üç yıl sonra yeniden gün ışığına çıktı.
P.S. Popov’a yazdığı bir mektupta Bulgakov şöyle diyordu: “1932 yılı Ocak ayının ikinci yarısında bilmediğim, derinine inmek niyetinde de olmadığım nedenlerle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği hükümeti, “Turbin’in Günleri”nin yeniden oynanması için Sanat Tiyatrosu’na emir verdi. Oyunun yazarı için bu, hayatının bir bölümünün kendisine iade edilmesi demektir. Başka sözüm yok.”
Sonradan Stalin’in, “Turbin’in Günleri” için, “Pek öyle korkulacak bir oyun değil, zararından çok yararı var,” dediğini öğrendik (bkz. 1949’da yayımlanan Stalin’in bütün eserlerinin ikinci cildi). “Turbin gibilerinin, davayı kaybettiklerini anladıktan sonra silah bırakmak zorunda kalmaları, Bolşeviklerin yenilmezliğini, onlara karşı bir şey yapılamayacağını gösterir,” diyordu Stalin. “‘Turbin’in Günleri’, Bolşevizmin sarsılmaz gücünün bir örneğidir.” Sonra da ekliyordu: “Tabii yazarın bu konuya bir katkısının olduğu söylenemez, ama ne önemi var.”
Böylece “Turbin’in Günleri” kurtulmuş oldu. Ama yalnızca tek bir oyundu kurtulan.
1929’da Bulgakov, kendini “Yobazların Oyunu” adlı (Molière’in hayatıyla ilgili) oyununa verdi. 1932’de onu Sanat Tiyatrosu’na teslim etti. 1934 yılına kadar ses çıkmadı. Oyun üzerinde tartışılıyor, yazara sahnelenmesi için çeşitli önerilerde bulunuluyordu. Sonunda, 1934 yılında provalara başlandı. Oyunu sahneye koymakla görevlendirilen N.M. Gorçakov, “Stanislavski’nin Sahneleme Dersleri” adlı kitabında, Bulgakov ile tiyatro arasında ilişkilerin kötü yanlarını göstermeye hiç çalışmadı; tersine, tiyatro yöneticilerinin, özellikle Stanislavski’nin, sahnelemenin ve oyuncu yönetiminin yazarın yorumuna uygun olması için çok dikkatli davrandıklarını, ince eleyip sık dokuduklarını belirtti. Ama Gorçakov, dolaylı yoldan Bulgakov’un acı durumunu ortaya koydu. Yazar, kendisine kabul ettirilmek istenen yoruma karşı çıkıyordu. Kızmaması için ona karşı çok saygılı ve dikkatli davranıldı. Bulgakov da ilişkileri bozmak istemiyordu; ama ne olursa olsun, iki taraf aynı dili konuşmuyordu. Temel anlaşmazlık, yazarın, yaratıcı ile iktidar arasındaki ilişkileri anlatan bir oyun yazmasından doğuyordu. Onun elinde Molière’in hayatı bir taslaktı, bu hayat üzerinde düşüncelerini dilediği gibi işliyordu. Tiyatro ise, Molière’i büyük bir tiyatrocu ve yaratıcı deha olarak göstermek niyetindeydi. “Molière’de, o büyük tiyatrocu ve eşsiz dâhinin parıl parıl parlayacağı sahneler görmek istiyoruz,” diyordu Stanislavski.
Sizin oyununuzda, kaba deyimimi hoş görün, Molière fazlaca boğuşuyor, bedeni fazlaca öne çıkıyor. Bu sahnelerin yanında, yaratıcılığını ortaya koyan başka sahneler de gerekli. Bir oyun, bir rol, bir hiciv, ne isterseniz…
Bulgakov, utana sıkıla, “Molière’in hiciv yazdığını hiç sanmıyorum,” dedi. “Bana kalırsa, gerek konu, gerekse oyunun trafiğiyle Molière’in dehasını hissettirmek oyunculara düşer.”
Herkesin durmadan görüş belirttiği ve oyunu bir sürü başka oyunla karşılaştırdığı bu tartışmalara son vermek isteyen Bulgakov, güçsüzlüğünü açığa vurarak şöyle dedi: “Beş yıldır oyunda sürekli değişiklik yapılıyor. Artık dayanamayacağım.” Gorçakov’a da mektup yazmaya karar verdi. Mektupta şöyle diyordu:
Molière’imi değiştirmeyi kesinlikle reddediyorum. Yapılması istenen düzeltmelerin, ana düşünceyi yok edip bana bambaşka bir oyun yazdırma niyetinden kaynaklandığını sezmekteyim.
İçinde bulunduğu durumda, böyle kararlı bir ifade kullanmak, yürek isterdi.
Provalardan çok önce, oyun, Repertuvar Komitesi tarafından kabul edildi. Sanat Tiyatrosu’ndan başka Leningrad Tiyatrosu da oyunu sahnelemek için Bulgakov’la anlaşma yaptı. Leningrad’da provalara bile başlanmıştı. Birden, tiyatro yöneticileri yazara, karar değiştirip oyundan vazgeçtiklerini bildirdiler.
Bu, Molière’e vurulan ilk darbeydi. Ortada hiçbir resmî neden yoktu. Tersine, Repertuvar Komitesi’nin onayı oyunun her yerde oynanabileceği anlamına gelirdi. Tiyatro da yazılı anlaşma imzalamış, yazara avans bile vermişti. “Yukarı”dan hiçbir baskı gelmemiş, basında da oyun hakkında hiçbir kötü yorum çıkmamıştı. Leningrad’ın bu kararı vermesinin nedenlerini kestirmek güç; ama sahnelenmesinden çok önce, oyunun çevresinde yavaş yavaş birtakım kuşkuların doğduğu, bir kötü niyet havasının estiği bir gerçek. Sanat Tiyatrosu’nun da oyunu sahneye koymakta çok ağır davranması, çelişkili yorumlara yol açıyordu. Provalar ve yukarıda sözünü ettiğim Gorçakov’la tartışmalar bu atmosfer içinde geçti. Yine Gorçakov’un anlattığına göre, Stanislavski, ara sıra sahneleme çalışmalarına da karışmaktaydı. Stanislavski, görüşünü ortaya koyduğunda kendi yorumuna sadık kalınması için diretiyor, Bulgakov’un içinde bulunduğu güç durumu anlamak istemiyordu. Bulgakov bu yüzden Stanislavski’ye kinlendi, kızdı ve onunla hep küskün kaldı.
Sonunda 15 Şubat 1936 günü oyunun galası yapıldı. Ama ancak yedi temsil verildi. 9 Mart 1936 günlü Pravda’da, “Dışı yaldız, içi yanlış” başlıklı yazı çıktı ve halktan ilgi görmesine karşın oyun afişten indirildi. Başka gazetelerin öldürücü eleştirileri de var elimde. Ama yazarın ustalığından söz eden Gorki’nin yazısını da saklıyorum. Gorki yazısında, “Bulgakov, hayatının son yıllarını yaşayan Molière’in eşsiz bir portresini çizmiş,” diyordu. “Kişisel sıkıntıları nedeniyle şöhretin ağırlığı altında ezilen Molière’in…”
Oyun, günümüze kadar bir daha sahneye konmadı. Yazarın ölümünden ancak yirmi iki yıl sonra okur, Bulgakov’un oyunlarını –“Turbin’in Günleri”, “Yarış”, “Son Günler”, Don Quijote (İskutsvo, 1962)– bir araya getiren kitapta, Molière’i, “Yobazların Oyunu” olarak eski adıyla okuyabildi.
9 Mart, Bulgakov için bir yas günü oldu. Beni görmeye gelmişti. Sakin görünüyordu, para sıkıntısı içindeydi, benden öğüt istiyordu. Molière’in afişten indirilmesi, onu parasal yönden de güç durumda bırakmıştı. Borçları vardı ve bu oyuna çok güveniyordu. Oysa oyun sahnelenmeyecekti.
Oyunun yaratıldığı bu zorlu süreçte ve birkaç gün süren temsiller sırasında, Bulgakov, Jurgaz Yayınları için Molière üzerine bir de kitap yazdı. O sıralar bu yayınevi “Ünlü Kişilerin Hayatı” adlı bir dizi yayımlıyordu. Dizinin çizgisine uymadığı gerekçesiyle roman da geri çevrildi. Yayınevinin danışmanı bazı bölümlerin altını çizmiş, yazara, kitaptaki anlatıcıyı kaldırmasını öğütlemişti. Ona göre bu adam ahlaksızdı. Kralcı eğilimleri vardı, yatak hikâyelerinden hoşlanıyor ve kuşkulu kaynaklardan yararlanıyordu. Danışman, “Onun yerine, ‘ciddi bir Sovyet tarihçisi’ koymak gerekir,” diyordu. Bulgakov, tarihçi olmadığını söyleyerek kitabı değiştirmeyi reddetti.
Oyunu gibi Bulgakov’un bu romanı da 1962 yılında gün ışığına çıktı. Sonradan Molodoya Gvardiya Yayınları’na geçen “Ünlü Kişilerin Hayatı” dizisinden yayımlandı hem de. Bu dizi son birkaç yıl içinde büyük önem kazanmıştı. Biyografik bilgilerin kullanılışıyla ötekilerden ayrılan, bir sürü ilginç kitap çıkıyordu artık aynı dizide. Bulgakov’un kitabı dizinin “çizgi”sine uygundu, ama yazar, kitabının basılışını göremedi.
1935 yılında Bulgakov’un çevresine büyük bir sessizlik çöktü. Öyle bir sessizlikti ki bu, insanda isyan isteği uyandırıyordu.
“Turbin’in Günleri”nin program sayfasından başka yerde adı geçmiyordu Bulgakov’un. Sanat Tiyatrosu’yla ilgili yazılarda da adına rastlanmıyor, ne broşürlerde ne elkitaplarında boy gösteriyor ne de kendisiyle yapılmış bir konuşma çıkıyordu. Elbirliğiyle hasıraltı edip onu unutturmaya çabalıyordu bazıları.
Sanki ölmüş, sanki hiç yaşamamıştı.
Unutuldu, adının üstüne bir çizgi çekildi.
Evi boşaldı, gelenlerin sayısı azaldı. Dostu denebilecek, dehasına hayran olduklarını söyleyen kişilerin birçoğu elini eteğini çekti. Telefonu neredeyse hiç çalmıyordu.
Bulgakov’un yalnızlığı en çok hissettiği dönemdi bu. Boğuşup duruyordu. İş hayatındaki felaket özel hayatındaki krizle aynı zamana denk geldi.
Ne yapacağını bilmez halde, beni görmeye geliyordu. Yanakları al al, konuşmaya başlıyor, ama çabucak sözü değiştirip daha önemsiz konulara atlıyordu. Gerçek bir konuşma yapamıyorduk. İşe yarar bir şey çıkmıyordu ağzından.
Kimsenin haberi olmadan, hayatına biri girmişti bile. Bu insan ona çok yakındı. Bulgakov da onu çok seviyordu. Ama bir arada yaşamaları olanaksızdı. Çok kişinin kederi söz konusuydu. Gizli saklı da olsa, buluşamıyorlardı. Sonra her yer karardı. Sanki dünya sonsuza dek kapkara kesilmişti. Ama susmak zorundaydı. En yakın dostuna bile sevdiğinin sözünü edemezdi.
Olanları anlatma hakkını kendimde bulamıyorum. Hepsi çok özel.
Bu olayla kuşku, umutsuzluk ve heyecan içindeki adam, uzlaşmaz kişiliğinin sağlamlığını ortaya koydu. Gerek yazar, gerekse insan olarak sarsılmaz karakterini gösterdi. Bay Prişvin, bir gün şöyle demişti: “Sakın, yazarın bütün ustalığı kişiliğinde olmasın? Bu konuda bir kitap yazılabilir.”
21 Ocak 1932 günü Bulgakov, P. S. Popov’a şu mektubu yazıyordu:
Ey sevgili dostum,
“Ne yemeli?” diye soruyorsun bana? Jambon belki ama kuru kuruya gitmez. Hava kararırken eski bir kanepenin üstünde, eski ve sadık eşyaların arasında yemeli jambonu. Köpek, sandalyenin yanında yere oturmalı, tramvayların sesi duyulmamalı. Şu anda saat sabahın altısı ve tramvayların gürültüyle depodan çıkışları geliyor kulağıma. Uğursuz viranem tepeden tırnağa sallanıyor.
En zoru yalnızlıktı.
Ama yazmayla ilgili sorunlarının da çözülmesi gerekiyordu. Bulgakov, ilkeler uyarınca eserleri geri çevrilen işsiz bir yazar durumundaydı. O zaman kesin bir yol seçti: Hükümete mektup yazdı. İçtenlikle kaleme alınmış, namuslu bir mektuptu bu. Yazar olarak düşünmeye ve her şeyi kendi gözüyle görmeye hakkı olduğunu belirtiyordu mektubunda. Bu yapılamazsa yazmanın hiçbir anlamı kalmazdı. Stalin, Bulgakov’a telefon etti, o günden sonra da telefonu durmadan çalmaya başladı. Tiyatrodan çağrıldı. Yönetmen yardımcısı ve edebî danışman olarak tiyatroya alındı.
Böylece kişisel sorunları çözülmüş oldu.
Bulgakov’un özel hayatı hakkında, ancak kendi sözlerini aktararak bilgi verebilirim. Usta ile Margarita romanının bu bölümünü otobiyografik bir itiraf saymamak gerek. Yine de buraya aldığım metinde, Bulgakov’un yaşadıkları uzaktan uzağa seziliyor sanki:
Karanlık bir sokağın köşesinde bir anda bitiveren bir katil gibi, aşk önümüze dikildi; ikimizi de bir vuruşta devirdi! Yıldırım da böyle çarpar adamı, hançer de böyle saplanır! Sonraları o, böyle olmadığını, çok uzun süredir, birbirimizi hiç tanımazken kendisinin başka bir erkekle yaşadığını ve birbirimizi hiç görmediğimiz halde ezelden beri seviştiğimizi söyledi…
… Evet, aşk yıldırım gibi çarptı bizi. Aynı gün, bir saat sonra, geçtiğimiz yolların hiçbirini görmeden Kremlin duvarlarının dibindeki rıhtımda buluştuğumuz an bunu anladım…
Sanki daha bir gün önce birbirimizden ayrılmışçasına, yıllardan beri tanışıyormuşuz gibi konuşuyorduk… Ertesi gün aynı yerde, Moskova Irmağı kıyısında buluşmaya karar verdik. Buluştuk da!.. Mayıs güneşi bizi ışığa boğuyordu. Ve kısa, çok kısa bir süre sonra bu kadın, gizlice karım oldu.
… İlişkimizi bilen yoktu. Size yemin ederim. Gerçi böyle şeyleri gizli tutmak imkânsızdır. Oysa ben bundan eminim. Kocası da habersizdi benden, aile dostları da. Zemin katını kullandığım eski evdekiler, bir kadının bana geldiğini biliyorlardı elbette ama adını bilmiyorlardı.
Bu aşk öyküsüyle çok ilgilenen İvan, “Peki, kim bu kadın?” diye sordu.
Ziyaretçi bunu hiçbir zaman söylemeyeceğini belirten bir işaret yaptı…
Her şey açığa çıkınca Bulgakov, Furmanov Geçidi’ndeki yeni bir eve taşındı. Gerek içten, gerekse dıştan, hayatı değişmişti. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Yeni evine ilk gittiğimde tetikteydim. Kendimi her şeyin çok güzel, hatta biraz da sahte olduğu yemek odasında buldum. Sağdaki kapıdan yatak ve çalışma odasına geçiliyordu. Soldaki bir başka kapı ise küçük Seriyoşa’nın odasına açılıyordu. Kitaplar koridora yerleştirilmişti, kitapları adına bu biraz acı geldi bana. Her şey tertemiz, pırıl pırıldı. İçine yeni yerleşilmiş, aslında daha kimsenin doğru dürüst oturmadığı bir ev gibiydi. Hizmetçi mutfaktan çıktı ve hemen evin hanımından kesin bir emir aldı. Sonra evin hanımı bana döndü, ciddi yüzünde dostça, konuksever bir ifade belirdi. Uzun süredir evlerine girip çıkan biriymişim gibi davrandı bana.
“Az sonra yemek yiyeceğiz,” dedi. “Mişa banyoda.”
Rahat görünmek istiyordu, ama onun da tetikte olduğunu fark ediyordum. Bulgakov’un, “önceki hayat”ından kalma “az sayıdaki dost”unu kaçırmamaya çalıştığını, bana da içtenlikle yakınlık göstermeye çabaladığını seziyordum. Eski dostların çoğunun kadını benimsemediğini, en azından bu konuda çok zor adım attıklarını biliyordum.
Özenli bir sadelikle giyinmişti. Çevresindeki her şey de özenliydi. Masanın üstünde yaldızlı balık desenli mavi tabaklar, yanlarında, aynı renk biri küçük biri büyük bardaklar. Meze ve kızarmış ekmek dolu dar bir tepsi. Üzülerek, “Benim küstah Bulgakov’um öldü, burjuvalaştı,” dedim kendi kendime.
Derken Bulgakov göründü. O eski, örgü başlığını kafasına geçirmişti. Altından çıplak bacaklarının göründüğü, kirli, mor ropdöşambrı sırtındaydı. Yatak odasına yönelirken eliyle bana bir işaret yaptı ve kapının ardında kayboldu. Bir saniye sonra yeniden göründü, göz kırparak, “Sen havaya gir, ben az sonra geliyorum,” dedi.
O tanıdık bildik Bulgakov’du ama aynı zamanda başka biri oluvermişti. Son aylarda dikkatimi çeken, beni kaygılandıran sinirliliği geçmişti. Birden her şey değişmiş, tehlikeler ve tehditler kaybolmuş, işler yoluna girivermişti.
Gerçekte ise, durum hiç de öyle değildi. Sonradan anladığım kadarıyla, yeni ve önemli bir yaşama nedeninin ortaya çıkmasıydı onu değiştiren. Artık bir evi vardı, bu ev onun kuşkuları ve umutlarıyla soluk alıyor, yaşıyordu. Burada her gün, her saat, harcanmış biri değil, çok önemli bir iş yapan, hiçbir iktidara bağlı olmayan, yeryüzündeki yeri ve yazarlık yeteneğinden kuşku duyulmayan biri olduğunu hissediyordu. Ülkesinde, ülkesinin edebiyatında hakkı olan yeri kimse elinden alamazdı.
Bunun nasıl gerçekleştiğini sık sık kendime sordum. Yalnız aşkın gücü değil, aynı zamanda hayatın gücü, sevince, kendini ifade etmeye duyulan susuzluktu bu şaşırtıcı “mutluluk yaratma” yeteneğini doğuran. Hem de, en güç koşullarda bile.
İnsanın güvenini yitirip tepetaklak yuvarlanmasının kolay olduğu kriz günlerinde, kendini üzüntünün kollarına bırakıp bir kurban olarak görmesinden, her şeyden büyük bir acıyla söz etmesinden daha kötüsü yoktur.
Bütün düşman güçlere meydan okurcasına, mutluluk doluydu evleri. Oysa Bulgakov’un borçları, belirsiz bir geleceği vardı. Evin hanımı gayretliydi, tatlı bir bilinçsizlik içindeydi. Ve hayat yıldırıcı olmaktan çıktı. Bulgakov biraz kendini düşünebildi, yaşayabildi, yaratıcılığının temel taşlarından olan muzip yanını koruyabildi. Mutluluk bazen ufacık şeylerle başlar… İnsan yeniden yazar olmanın güvenine (ve de kişisel bir mutluluğa) kavuşunca hayat devam eder.
Her şeye karşın yaşıyor, çabalıyordu. Yaratıcı güç onu terk etmiyordu.
On yıl boyunca, durmadan, büyük bir roman, sonunda beş yüz daktilo sayfası tutan Usta ile Margarita üzerinde çalıştı. Hayatının son gününe kadar, romanı yeniden okuyup üzerinde değişiklikler yapmaya devam etti. Ama bir tek gün bile yayımlanacağı konusunda umut beslemedi. Aynı zamanda da (ilk adı “Bir Ölünün Notları” olan) “Tiyatroluk Roman” üzerinde çalışıyordu. Tuhaf kişiler ve gözlemlerle dolu, neşeli, alaycı bir kitaptı bu. Bulgakov’un düzyazılarını daha yeni yeni yayımlamaya başladılar. “Tiyatroluk Roman” 1965 yılında, Novi Mir dergisinin sekizinci sayısında çıktı. Bulgakov, bir yandan tiyatro çalışmalarını da sürdürüyordu. 1931’de “Adem ile Havva” adlı bir güldürü yazdı. Onun ardından yine Molière’in bir konusu4 üzerinde çeşitlemeler sayılabilecek “Müsrif Bay Cordan”, 1932’de bitti. 1934 yılında “Mutluluk”, 1935’te ise İvan Vasilyeviç’i kaleme aldı. Kendisi hayattayken oyunlarının sahnelenmesi söz konusu olduğunda, ülkemizde sık görüldüğü gibi, yönetmenler, uçlar arasında gidip gelirlerdi; oyuna hayran olduklarını söyleyip Bulgakov’un peşini bırakmaz, sonra birden kayboluverirlerdi. Yazar, dosyası koltuğunun altında, yapayalnız kalırdı. Bütün oyunlarının başına aynı şey geldi. 1935 yılı sonunda Puşkin’in hayatıyla ilgili “Son Günler”i bitirdi. 1938’de Don Quijote tamamlandı. Bunların sahnelenme şansı var gibiydi. Yanılmıyorsam Puşkin, Vartangov Tiyatrosu’na önerilmişti önce. Oyun bir süre orada bekledi (tıpkı Don Quijote için de yapacağı gibi, Williams, dekor eskizlerine başlamıştı), sonra Sanat Tiyatrosu’na nakledildiği bildirildi. Bu çok iyi bir işaretti ama Sanat Tiyatrosu sahneleme işini ağırdan alıyordu; Puşkin, yazıldıktan sekiz, yazarının ölümünden de üç yıl sonra V. Stanitsin ve V. Toparkos tarafından seyirciye sunulabildi. Don Quijote daha çabuk çıktı ortaya. Leningrad’ın Puşkin Tiyatrosu 1941’de oyunu sahneye koydu (yönetmen Kojiç’ti); Moskova’nın Vartangov Tiyatrosu ise yine 1941’de Nisan ayında sahneledi (İ. Rappoport’un sahne düzeniyle). Yani yazarın ölümünden bir yıl sonra. Bulgakov, iki temsili de göremedi.
Neredeyse elli yaşına basacaktı ama hâlâ sağlam bir zeminde çalışmıyordu. Ayaklarının altındaki her şey sallanmaktaydı. Yeni giriştiği işlerin hepsinin karşısına gittikçe daha fazla engel çıkıyor, eserlerinin yayımlanması olanağı artmıyor, aksine azalıyordu. Ama o bütün bunlara eskiye göre daha rahat katlanıyor, hatta bundan içten içe gurur duyuyordu.
Hemingway, “Yaratıcının yaratmaktan başka kaygısı olmamalı,” der. Bulgakov yaratıcılık tutkusundan yoksun değildi.
Çevresinde gerçek bir sessizlik ağı örülen, “Turbin’in Günleri”nden başka bir tek oyunu bilinmeyen, 1920 yılından beri tek satırı yayımlanmayan bu yazar, yazarlık hayatının gözle görülür biçimde kesintiye uğramasına aldırmıyor; kendi düşüncesiyle, kendinden istediği ve beklediği şeylerle dolu bir dünyada yaratıcı olarak yaşamaya devam ediyordu. Oysa bugün, zamanında neredeyse varlığı unutulmuş olan Bulgakov, tiyatro ve edebiyat dünyasında gitgide artan bir ün ve nüfuza kavuşuyor.
Hayır, bir gün bile pes etmedi.
Dünyası, sonunda kendi dört duvarıyla sınırlandı; eserleri birbiri ardınca çalışma masasının gözlerine atıldı. Ama yazarlık hakkını, yüreğinde gerçekten yaşayan ve kafasından her tür uzlaşmayı uzaklaştıran şeyle yazma hakkını elde etmek için mücadelesini sürdürüyordu. Bu uğurda o çevrelerle ilişkilerini kesmiyor, senaryo, çeviri ve başkalarının yazdığı oyunların düzeltilmesi işlerini, mucizevi şekilde koparabiliyordu. Hesapları ve düşünceleri gerçekleşmezse başka hesaplar yapıyor, başka şeyler düşünüyordu…
“Anlaşılan, becerikli biriymiş Bulgakov!” Bana bu sözleri, yazar N.A. Zabolotski söyledi. Tiflis yakınlarında Saguramo’da komşuyduk. Orada Gürcü yazarlar için küçük bir dinlenme evi vardı. Savaş sonrası, 1946 yılıydı. İkimiz de maddi güçlükler içindeydik, Kafkasya’da istediğimizden çok kalmaya mecbur olduk. Haftada bir gün, hazırlamamız gereken sayfa sayısını tamamladığımızda (neyse ki Gürcü dostlarımız sayesinde işsiz kalmıyorduk) Gürcistan askerî yolu üzerinde, Mtzşet yakınındaki küçük bir otelin lokantasına gidiyor; fıçı kokan, tadı biraz buruk, roze şaraptan içiyor, doğduğum yerdeki ırmaklardan, kayın ağaçlarımızdan, yitirdiğimiz dostlardan üzüntüyle söz ediyorduk. Sonra ay ışığında, cümbüş yapıp içkiyi fazla kaçırmış zanaatkârlar gibi, yeniden dağımıza tırmanıyorduk.
Zabolotski, merakla, “Anlaşılan becerikli, işini bilen biriymiş Bulgakov!” dedi.
“Bana göre öyle.”
Biraz rahatlayarak içini çekti: “Hep böyledir zaten. Doğa her canlı varlığı, özellikle de insanı koruyacak bir yol bulur her zaman; üstelik insanın bazen ona efendilik taslamasına karşın. Kişiliğimiz beş yaşında oluşur, bundan eminim. Sonradan, kişiliğin üstüne zırh gelir. Savunacak bir şey olsun yeter. Hemen uyum yeteneği ve korunma içgüdüsü ortaya çıkar; herkes için aynı olmaz belki ama bizim için kaçınılmaz bir şey bu.”
“Bunu iyi bir şey mi sanıyorsunuz?”
“İyi de söz mü, mükemmel!” diye bağırdı sevinçle. Sanki kendi sorunlarının yarattığı durumu sonunda anlamıştı ve tanımlıyordu.
Bulgakov zaman zaman hızlanarak, atılımlar göstererek çalışırdı, sonra bir çeşit bitkinlik çökerdi üstüne. Tıpkı Kyklop' la ve öldürücü şişiyle boğuşan Molière gibi, rakibiyle baş başa kalırdı. Bir edebiyat şövalyesi olmayı düşlüyordu. Derken zihni yeniden uyarılırdı. Hayır, hiç uzun sürmezdi durulması, bir an gelir, ansızın ileri atılıverirdi.
Ama örnek bir çocuk olmak isterdi. Çocukluk izlenimleri belleğinde hep hazırdı: sabahları yakılan sobalar, keçe çizmelerini sürüyerek yürüyen kâhya, salonda anneyle babanın konukları, ancak bayram günleri yakılan, beyaz ışığı çocukların odasına kadar süzülen asetilen lambaları, tiyatroya gitmek için giyinen anne… Sağlamlık, rahatlık, aynı zamanda da yorgunluk duygusu veren bütün o anlar. Kievli bir profesör olan babasının evinde her şey ciddi ve sadeydi. Burjuva lüksünden de uçlara varan düşüncelerden de nefret eden, tipik bir devrim öncesi Rus aydınının evi… Bulgakov örnek bir çocuk olmayı istemişti.
Yitik çocukluğunun havasını bulmak için gösterdiği bütün çabalara karşın, onda, her şey ters sonuç veriyordu: babası gibi wint5 oynamak, dost ziyaretlerine gitmek… Bütün bunları çok kısa bir süre, başarıya ve belirli ölçüde bir parasal rahatlığa kavuştuğu yıllarda, hayatının başlarında yapabildi.
“Mahzun bir papazın kafası ve Aristophanes’in kalemi vardı onda…” P. Viazemski’nin Gogol’den söz ederken yazdıkları Bulgakov için de düşünülebilir.
Bulgakov’un özgün bir yazar oluşu, iftiraları destekliyordu. Olağanüstü gözlem yeteneği, gerçekçi düzyazının sınırlarını sık sık aşmaktaydı. Hayali, konusunun çevresinde bir iblis gibi dolanıyor, düşüncesi en beklenmedik biçimlere giriyordu. Her şey onda bir anda dev boyutlara erişiyor, günlük hayatın bütün ayrıntıları doğaüstü olaylara dönüşüveriyordu. Bu yanıyla, çok sevdiği Gogol gibiydi. Gogol geleneği iki yanlıdır, biri Palto adlı öykünün Gogol’ü, öbürü ise Burun adlı öykünün Gogol’ü. V. Kaverin, insanın Bulgakov’da her an, Gogol’ün Burun’unun ortaya çıkıvermesini beklediğini söylüyor…
Bu dünyada olup bitenler bazen ne kadar da saçma oluyor. İnsan şunu, bunu, bir başka olayı kabul edebilir elbette. Hatta en akla gelmeyeni bile… Hem sonra saçmalığın bulunmadığı bir yer var mı? Ne denirse densin bu tür olaylarla karşılaşılabilir. Seyrek de olsa karşılaşılabilir.
Usta ile Margarita’nın, özellikle Şeytan’ın elini kolunu sallayarak Moskova’da dolaştığı bölümlerini okurken insan, Burun’un sonsözünden alınan bu satırları hatırlıyor.
O sıralar Bulgakov gelişip olgunlaşmıştı. Benimsediği tavırdan onu caydırmak artık olanaksızdı. Evinin çevresinde hep fırtına kopuyordu ama içerisi neşe doluydu.
Şen bir evdi orası. Günümüzde olsa yine herkese açık olur, tartışmak ya da dinlemek için sürüyle insan oraya giderdi.
Bulgakov’un evinde, çay içmek için masanın çevresinde toplanıldığında genel konulardan söz edilemezdi. Ev sahibi, oracıkta bir oyun yaratır, hayatın ta kendisi olan bu oyunda, rolleri konuklarıyla paylaşırdı. Bulgakov’un böylesine dar bir dinleyici topluluğuna hitap etmesi ne yazık! “Tiyatroluk Roman” kişileri, böylesine büyük bir ustalıktan, yaratma yeteneğinden doğmuş olmalı.
Hiç kuşkusuz ona zor gelen tek şey, böylesine ateşli bir yaratıcılıkla yazdıklarının çevresinde oluşan sessizlikti. Yazarlık çalışmalarından sansasyon yaratmak için değil, ciddi olarak söz edilmesini isterdi. Ama sevdiği türden eleştirmen yoktu.
Bir keresinde bana gelip büyük bir sevinçle, “Sonunda bir şey çıktı işte,” dedi. “Bakın, burada…”
Pek çok yerini kırmızı ve mavi kalemle çizdiği, bir dergi yazısını gösteriyordu:
Geniş bir okuyucu kitlesi eserlerini okuyordu ama eleştirmenler ona karşı küstahça bir suskunluğu yeğliyorlardı. Ona, zamanla herkesin benimsediği, türlü nitelikler yakıştırılıyordu: Onun hakkında, ruhlarla ilişki kuruyor, gelecek çağları görüyor ya da sadece delinin biri, diyenler vardı. Ama kafası akıl almaz bir duruluktaydı, pratikti. Gelecekte eleştirmenlerin kendisi için söyleyeceklerini önceden kestirebiliyordu… İlk bakışta yöntemi zıtlıklarla dolu gibi görünürdü; görüntüleri, akıl almaz bir gülünçlük ve gerçekçi genelleme arasında gidip gelir, Şeytan’ı Berlin sokaklarında dolaştırırdı…
Bulgakov, kendinden geçerek kollarını kaldırdı. “İşte eleştiri diye buna derler. Sanki, daha yayımlamadığım romanı okumuş gibi. Değil mi? Sanatı bir çeşit savaş hünerine çevirmiş, gerçekte çirkin olan her şeyi hicivle öldürüyor.”
Bulgakov’un, metni pek az değiştirerek okuduğu bu yazı (“Edebiyat İncelemeleri dergisi”; yıl 1938, sayı: 5) P. Mirimski’ nin kendisiyle hiç ilgisi olmayan, “Hoffmann’ın Toplumsal Hayalciliği” başlıklı makalesiydi. Bulgakov, Mirimski’nin bu gözlemlerinde kendine değen bir şeyler hissetmiş, böylece bana, pek de gülünç bulmadığım bu şakayı yapmıştı.
Pek gurur duyduğu kendi eserleriyle değil, sipariş üzerine yazdıklarıyla geçiniyordu. Yine de, düşünceleriyle zevklerine ters gelen konuları hiç kabul etmezdi. Karnını doyurmak için edebiyat yapmak onu pek üzmüyor, bu konuda ondan beklenmediği kadar sabırlı davranıyordu. Bu işle uğraşırken de Ressam Favorski’nin iplik makaralarına etiket çizmesindeki gibi, büyük titizlik gösteriyordu. Operalar için sözler yazarken öylesine kendinden geçerdi ki hem bestecinin, hem de şarkıcılarla orkestranın yerini alırdı. Piyano çalar, şarkılar söyler, gelecek operasının uvertürünü çaldığını düşleyerek orkestrayı ustalıkla yönetirdi. Bütün bunlar onu çok eğlendiren şeylerdi.
“Tiyatroluk Roman”ında bir kibrit kutusu içinde kıpırdanıp konuşmaya başlayan gölgelerden söz ederken tiyatroya duyduğu büyük tutkuyu çok iyi tarif etmişti.
Oyunları, daha çalışma masasının üstünde yaşamaya başlardı.
Sinema çalışmaları da oldu. Mosfilm’e Gogol’ün Ölü Canlar’ını, Ukraynfilm’e ise Müfettiş’in uyarlamasını yaptı. Ölü Canlar’ı beyazperdeye uyarlarken eser üzerinde Sanat Tiyatrosu için düşündüklerini gerçekleştirmek istiyordu. Ama bunun olanaksızlığını hemen anladı. İşi sipariş edenin zevkine uymak zorunluydu. Bütün yapabileceği, Gogol’e fazla ihanet etmemeye çalışmaktı artık.
Sinema işinde çalışırken sık sık olduğu gibi, onunla tartışmak için gelen sinemacıları evinde ağırlardı. Hem Kiev, hem de Moskova’daki yönetmen, onunla yakın işbirliği içinde bulunmak istiyorlardı. Bulgakov, gürültülü iş koşullarına bir türlü alışamamıştı: O sessizliği severdi.
Kendini işine bütünüyle verebilmek için perdeleri kapar, mumları yakardı… Kalın defterlere, büyük harflerle, fazla bastırmadan yazardı… İşi bırakacağı âna kadar başkalarının onu rahatsız etmesine, omzunun üstünden bakmasına dayanamazdı. Yazı yazan pek çok kişi gibi, bu biçimde çalışmaya alışmıştı.
Bir düşünce doğmuş, yaratıcı güçle yeni yeni çalışmaya başlamışken içeri girdikleri, onu rahatsız ettikleri oluyordu… Onu kurtaran tek şey, bitip tükenmeyen şakacılığıydı. Üzerine aldığı iş yorucuydu, bütün bunlara karşın Bulgakov, iki yönetmenle yine de çok iyi ilişkiler içindeydi. Daha önce görüldüğü gibi, “prodüksiyon planı” konusundaki “ısrarlar” olmasa iki uyarlama da kolayca bitecekti.
Bu, “karın doyuran edebiyat"tan başka Bulgakov’un bir işi daha vardı. Sanat Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcılığı yapıyor ve bu sıfatla birtakım oyunlar sahneleme fırsatını buluyordu. 1936 yılında, edebî danışman olarak Bolşoy Tiyatrosu’na geçti. Bu değişikliğin nasıl olduğunu bilmiyorum. Sanat Tiyatrosu’ndaki durumunun pek rahat olamayacağını seziyordum. Yazar olarak oldukça hayal kırıklığına uğramıştı. Sanat Tiyatrosu’yla ilişkileri çalkantılıydı. İnsan ve sanatçı olarak pek çok sürtüşme yaşıyordu; ama yine de, bütün bunların dışında Sanat Tiyatrosu onun tiyatrosuydu; Bulgakov’la aralarında kan bağı vardı, diyebiliriz. Hayatının son günlerine kadar bu tiyatrodan çok kişiye minnet besledi. Her şey bir yana, o insanlar da Bulgakov’u kendi yazarları, içlerinden biri saydılar.
Tiyatroyu hiç bırakmadı ama “memur” olmaya bir türlü alışamamıştı. Ona göre yazar, mutlak bir bağımsız olmalıydı. “Memur” yazar, bir yerde dizginleri başkasına kaptırmış demekti.
1932 yılında, daha memurluk yaptığı sıralar Sanat Tiyatrosu’nun isteğiyle Gogol’ün Ölü Canlar’ı üzerinde çalışmaya koyuldu. P.S. Popov’a şunları yazıyordu:
Ölü Canlar!.. Dokuz gün sonra kırk bir yaşında olacağım. Korkunç bir şey. Yazarlık hayatımın sonunda, bana uyarlamalar yaptırıyorlar. Dehşet içinde, kitaplığımın raflarını gözden geçiriyorum: Turgenyev, Leskov, Brogauz-Efron… Yarın acaba hangisinin eserlerini uyarlamamı isteyecekler?
Pek aklı yatmadan işe koyuldu: “Ölü Canlar’ı uyarlamak olanaksızdır. Bu eseri iyi tanıyan bir adamın sözünü dinleyin.” Kendisine kötü bir oyun oynandığını, var olmayan bir oyunda rol verildiğini kabul ediyordu. Ama tiyatroya kısa süre önce girdiği için, hayır diyemezdi.
Önce Bulgakov çok değişik bir uyarlama yapmayı düşündü. Aslında, kendi başına anlamı olan, bağımsız bir oyun ortaya çıkarmak istiyordu. Olay, Roma’da geçecekti. Ama bu buluş tiyatronun hoşuna gitmedi. Tiyatronun görüşü fazlaca akademikti. Belki de tiyatro haklıydı: Ölü Canlar konusunda bu kadar rahat davranılmasını kabul edemezlerdi. Bulgakov sonunda Gogol’ün eserine çok yakın bir oyun yazdı; iyi oynanan, günümüzde de zaman zaman sahneye konan güzel bir seyirlik.
Bu başarı ve Gogol’e duyduğu büyük sevgi bile, Bulgakov’un yaptığı işten hoşnut kalmasını sağlayamazdı. Yine de, biraz gururlanarak, “Zanaatkâr gibi davranmak güç şey,” derdi. “İnsanın basit ve içten duygularını, hatta bazen bütün duygularını susturması gerekiyor…”
Bolşoy Tiyatrosu’nda bir konuk, opera sözlerinin edebî değerini artırma işinde çalışacak profesyonel, bağımsız bir yazardı. Müziği ve operayı sevdiğinden Bolşoy’da kaldığı sürede sıkılmadı. Hiç beklemediği bir sırada, yaldızlı koridorlarında geleneksel ve çağdaş tiyatro sanatını yansıtan bu dev kuruluşta görev aldığına hoşnuttu.
Siyah elbise, papyon kravatla Bolşoy’a gidip devrim öncesinin sahneleme anlayışıyla Aida’yı dinlemekten hoşlanırdı. Genellikle tek başına olur, canı sıkkın müzisyenlerle insanı duygulandırmayan ikinci sınıf oyuncuların rol aldığı bu eski seyirliği severdi. Bir konuşma sırasında sanat konusu açılırsa “tutucu” görünmekten hoşlanır, bununla çok eğlenirdi. “Üzerinde küçük meleklerin uçuştuğu ağır ağır kalkan perdeleri severim,” derdi. “Günümüzde perdesiz oynuyorlar.”
Meyerhold’un ne kulisi, ne perdesi ne de dekoru olan, seyircilerin oyunculara ve üç yandan çevreleyecekleri sahneye karışacağı bir tiyatro yaptırmayı düşünmesi karşısında şaşırmış, ürkmüştü. “Üzücü,” diyordu. “Tiyatronun bütün gizliliği yok olacak… Bense tiyatroya, eskiden taşrada olduğu gibi, perde aralarında çalacak bir orkestra sokmayı düşünüyordum…”
Oysa böyle konuşan adam, şaşılacak kadar geniş görüşlüydü. Yenilik taraftarıydı. Tiyatro için daha fazla çalışma fırsatı bulsaydı, biçim ve tür yönünden birbirinden değişik, sürüyle oyun yazabilirdi. Oyunlarını yeniden okuyun, göreceksiniz. Ya romancılığı…
Usta ile Margarita romanı karşıtlıklar üzerine kurulmuş, birbirine taban tabana zıt iki ayrı yönde yazılmıştır.
Tarihî bölümde, İsa’yı yargılamak üzere Kudüs’e gelen Pontius Pilatus’un serüveni anlatılır. Bütün olaylar; Golgota Tepesi’ne çıkış, İsa’nın çarmıha gerilişi belirgin, gerçekçi bir dille çizilmiştir. İkinci bölümde karşımıza 1920’li yılların Moskovası çıkar; bazı işaretler, aslında, çok daha sonra geçen olaylara da işaret eder. Çok rahatça ve kolayca, tıpkı bir öyküdeki gibi başlayan olaylar akıl almaz bir şeye dönüşür, neredeyse bir düş, mantığın kırıntısından yoksun bir kâbus halini alır. Okur, yazarın her istediğini yapmaya izinli olduğu “mantıkdışı”nın içindedir.
İki ayrı bölümde yürüyen yazar, birinden öbürüne, hem dilini hem hızını kesinlikle değiştirir; iki tarzın karşıtlığıyla oynadığı söylenebilir. Çok uzak ve hayalî olan, elle tutulur ve gerçek gibidir. Oysa alışkın olduğumuz gerçekler, trajik, efsanevi bir güldürüye dönüşüverir…
Bulgakov burada, tekniğini açıkça ortaya koyarak “perdesiz” oynamaktadır.
Bulgakov, alışılmış kalıplardan, sakız gibi gevelenen sözlerden, genellemelerden nefret ederdi. Bir gün bir entrika çeviriyormuşçasına kulağıma eğilip şöyle demişti:
“Sergey, düzyazıyı ortadan kaldırmak gerek.”
“Ne?”
“Bir kır görüntüsünü tarif eden bir şey okudum. Çayırların bal kokusu, Volga kıyısındaki uçsuz bucaksız topraklar, ağaçlarda patlayan o alışılmış tomurcuklar, bozkırlar… Hepsinden gına geldi… Bütün bunlar, uzun süredir edebiyat olmaktan çıktı, yapmacıklaştı…”
Düzyazısının anlaşılır, canlı, gerçekçi bir yanı vardı. Gerçekten çağdaş bir yazardı Bulgakov…
Kitaplığında XIX. yüzyıl Rus edebiyatından iyi örnekler yer alıyordu. Aralarında pek az yabancı yazar, buna karşılık çoğu unutulmuş, ama çağının edebî zevki ile törelerini yansıtan bir sürü ikinci sınıf Rus yazarı vardı.
Gogol’ü, Saltikov-Şçedrin’i, Suhovo-Kobilin’i iyi bilir, severdi. Çehov konusunda kayıtsızdı, ünlü yazar onu etkilemiyordu. Dramatik yönden esin kaynağının Çehov olduğu doğru değildir; bu konuda kimileri fazla düşünmeden birtakım yaklaştırmalar yapmışlardır… Bunun nedeni de Sanat Tiyatrosu ve “Turbin’in Günleri”nin havasıdır.
Ben, Rus tiyatro sanatında Bulgakov’un çok ayrı bir yeri olacağı inancındaydım.
Kuru kış günlerinde, özellikle güneş çıktığında Mihail Afanasyeviç bana gelirdi. Mansurov Geçidi’nde, onunkine yakın, ahşap bir evde otururdum. Bizim evden çıkınca, Ostojinka Sokağı’nı (şimdi Metrostyevskaya) geçince doğrudan Moskova Irmağı’na inilirdi. Bulgakov’un kayakları bende durur, gezintilerimiz de hep bizim evden başlardı. O, Amerikan boz ayısı postundan gri yeşil ağır paltosunu çıkarmaz, başlığını kulaklarına kadar indirir, altına da ünlü örgü başlığını giyerdi. Evin avlusunda kayakları ayağımıza takar, yola çıkardık. Metro hattını yapmaya başladıklarından Ostojinka Sokağı hendeklerle doluydu. Yer yer, yolun iki yanını birleştiren tahta köprüler yapılmıştı; buzlu ve kaygan tahta köprüleri geçer, karla kaplı ara sokaklardan yolumuza devam eder, kısa sürede nehre varırdık. O çağlarda Moskova Nehri kayakla geçilebiliyordu. Nehrin altındaki sıcak akıntılar yüzeyde sağlam bir buz kabuğunun oluşmasını önleyemezdi; gece yağan karın altında belli belirsiz seçilen izlerden giderek Vorobiyev Tepeleri’ne hemencecik varılırdı. Biz ya oralarda ya da Neskuçni Bahçesi’nde gezinirdik. Bunun için ortalığın kalabalık olmadığı, özellikle çocuklardan başkasının bulunmadığı hafta arası günleri yeğlerdik. Arada, bir sporcu hızla geçer, kırmızı kazağından başka şey görülmezdi.
“Belki de alışmam gerek artık,” derdi Bulgakov. “Ama bir türlü yapamıyorum. Bana yönelik her kuşkucu bakış beni korkutuyor, yazdığım her sözcüğün yarattığı kuşku ve iftira havası da öyle. Ama yine de bu yalnız bana özgü bir felaket değil, diyorum.”
Soluk almakta gittikçe zorlanan edebiyatımızdaki sorunlara getiriyordu sözü, dönüp dolaşıp.
Resmî edebiyat hayatından atılmıştı (1934 yılında yapılan Yazarlar Kongresi’ne konuk olarak bile çağrılmamıştı), oysa hayatını edebiyattan kazanıyordu. Kısa süre önce edebiyata yeni bir hava getiren pek çok yazarın çalışmasının, her türlü yaşam belirtisinin, tek bir iradenin baskısı ve sesiyle boğulduğunu düşünüyordu hep. Kimileri bir daha sesini yükseltmemecesine susmuştu, öbürleri de jübilelerde ya da uygun zamanlarda söylevler vermekle yetiniyorlardı.
Bu konunun onu çok düşündürdüğünü seziyordum. Katayev’in, Olyeşa’nın, İlf ve Petrov’un başarılarını dikkatle izliyordu. Hepsi de onunla yaşıttı, edebiyata birlikte atılmış, Gudok gazetesinde birlikte çalışmışlardı. Umut dolu, neşeli bir işbirliği olmuştu aralarında. Bu işbirliğiyle de dostlarıyla da çok övünür, içlerinden birinin falso yaptığına inandığında öfkeye kapılırdı.
“Çok şanslısınız,” derlerdi ona. “Safsınız, iç çekişmeler sizi rahatsız etmiyor, en önemlisi sağlığınız iyi. Gıpta edilecek bir durum.”
Bulgakov söylenenlere içtenlikle katılır, “Gerçekten sağlığım çok iyi,” derdi. “Bana hiçbir şey olmaz, haklısınız.”
Böyle diyordu ama, doktor olduğu için, ilk belirtiler daha kendini göstermeden hastalığın yaklaştığını anlamıştı. Bizim bir şeyden haberimiz yoktu, oysa Bulgakov hasta olduğunu biliyordu. Ben onu, hastalık hastası sayma eğilimindeydim. Eczanelere bayılırdı. Kropotkinskaya Caddesi'nde, sık sık gittiği bir eczane vardı. Birinci kata çıkar, taşra eczanelerininki gibi gıcırdayarak açılan kapıyı itip içeri girer, eski bir tanıdık gibi karşılanırdı. Bulgakov ağırdan alır, teker teker ilaç seçerdi. İlaç satın almak, gerçekten çok sevdiği bir işti.
Bir köpeğim vardı: bir base cinsi. Bulgakov’la çok dosttular. Köpek, çevresinde uçarcasına dolaşır durur, ona sırnaşırdı. Bulgakov da köpeği okşar, ellerini kulaklarının arkasında gezdirir, sonra da koşup ellerini yıkardı. Aynı sahne tekrarlanır, sonra Bulgakov gidip yeniden yıkardı ellerini.
Biraz takılırsam küçümseyerek bana bakar, “Hayatını tehdit eden görünmez düşmanlarını silahsız bırakmak için her insan biraz doktor olmalıdır,” derdi. “Polis şefi olsam pasaportları kaldırır, yerine idrar tahlilini zorunlu kılardım.”
Hastalandığımda bana gelmekten gerçekten büyük keyif alırdı. Elinde çantası içeri girer, ateşime bakar, göğsümü, sırtımı dinler, nabzımı yoklar, dilimi çıkarttırıp, “Aaa!” dedirtirdi. Sonra çantasından kupa çekme malzemelerini (kupa, ispirto, pamuk, vantuz, eter ve bir ispirto ocağı) çıkarırdı. Vantuzları yerleştirmekte usta değildi, canımı yaktığı da olur, “Hadi, hadi,” derdi beni susturmak için, “kusuruma bakma sen. Görüyor musun ama nasıl da güzel yapışıyorlar!”
Çok önemsiz konulardan söz ederken yüzünde esrarlı bir bakış belirdiğinde yeni bir şey yazmaya başladığını anlardım. Hemen söylemezdi bunu, sırası gelmeden sormak da boşunaydı.
Evdeyken giydiği eski bir kayak giysisini üzerine geçirip bazı akşamlar beni görmeye geldiği de olurdu. Kapıyı kapatır, “Ne var ne yok?” diye sorar, durmadan yanda kimse olup olmadığını merak ederek konuşmaya başlardı. Beklenmedik bir anda biri gelirse susar ya da dudaklarında dokuz numaralı gülümsemesi (kibar ve terbiyeli görünmek istediğinde takındığı ifadeye bu adı takmıştım) tek tük söze karışırdı. Benden ayrılırken de hakarete uğramışçasına, “Sağ ol, bu ne güzel sürpriz,” derdi. “Bu herif de kim yahu?”
Bir süre sonra yalnız sokağa çıkmak onu korkutur oldu. Artık tiyatroyla ilgili işlerle de, mali sorunlarla da, her şeyiyle Lena ilgilenmeye başlamıştı. Yazdıklarını ve üzerinde sürekli değişiklik yaptığı Usta ile Margarita’nın sayfalarını daktiloya geçiren de oydu.
Kara gözlük takmaya, evinden mümkün olduğu kadar seyrek çıkmaya başladı. Hastaydı ama kimse bunu henüz sezememişti. Yalnız pek keyifli olmadığı, birtakım sıkıntılar çektiği görülüyordu. Gitgide daha fazla kabuğuna çekiliyordu.
Kabuğuna çekilme, içine kapanma huyu hep vardı ama bu ölçüde değil. Daha önce hiç son yıllardaki gibi olmamıştı. Kendi kendisiyle baş başa kalması yüzünden soluk almakta güçlük çekiyordu. Önceleri dış dünyadan uzaklaşması, hayatının parçası olan bir çeşit oyundu. Kendisiyle ilgili bütün yazıları, eleştirileri özenle bir deftere yapıştırırdı. Koca bir cilt olmuştu bunlar, hem ne cilt. Küfürler, hakaretlerle doluydu içi. Bir tek iyi söz, bir tek yüreklendirici yazı yoktu defterinde. Hepsini de büyük bir özenle biriktirir, başkalarına gösterirdi. Ne günlük, ne de not defteri tutardı. Ama edebiyat tarihçisi P.S. Popov’a mektup yazarken yalnız dostluğu değil, biraz da kendini hesaba katar, mektuplarında edebiyat hayatının önemli olaylarından söz ederdi: “Söz verdiğim gibi, fazladan birkaç olay daha kaydediyorum sevgili Pavel Sergeyeviç, vs. vs.” Ne yazık ki, P.S. Popov’un arşivinden, sandığımdan çok daha az bilgi çıktı.
Bulgakov, yazarlığıyla ilgili her şeyi ciddiye alırdı. Kişiliğinin bu özelliği beni şaşırtmıyordu: Onu alçaltan bir şey değildi ki. Hemen her yazarda görülen çok doğal bir durumdu bu. O gizlemek zahmetine de katlanmıyor, kendisi için söylenenlere de önem veriyordu; daha doğrusu, bu noktada çok alıngandı. Düşmanlarını hayatı boyunca unutmadı. Edebiyat hayatına ilişkin her şey onu çok ilgilendirirdi.
Önceleri, bu konuda ona biraz takılırdım. Ama artık her şey kararmış, başkaları görmese bile, hastalık kapısını çoktan çalmıştı.
1939 sonbaharında, Lena’yla Leningrad’a gittiler. Hava değiştirmek, otelde yaşamak, işsiz güçsüz turistler gibi aylaklık etmek niyetindeydiler.
Bulgakov’a ilk kriz Leningrad’da geldi. Çabucak ilerleyen ve üremiye dönüşme eğilimi gösteren bir hipertansiyonun bütün belirtileri vardı onda. Leningrad’daki doktorlar hemen Moskova’ya dönmesini salık verdiler.
Bulgakov, Moskova’ya dönünce yattı, bir daha da kalkmadı.
Döndüklerinin ilk günü, yoklamak için evlerine uğradım. Beklediğimin tersine, çok sakindi. Önümüzdeki altı ay içinde başına gelecekleri bütün ayrıntılarıyla anlattı, hastalığın nasıl gelişeceğini söyledi. Ona inanmadım. Oysa her şey, tahmin ettiği gibi oldu. Aşağı yukarı her gün onu yokluyordum. Hayatının belirli olaylarını büyük bir açıklıkla yazıp saklamak için, ünlü yazarla konuşmaya gelmiş meraklı gazeteci oyunu oynamamızı önerdim.
“Beni kandırıyorsun,” dedi ama razı oldu.
Oyun onu çok eğlendirdi, soru yanıt biçimindeki konuşmalarımızın bazılarını sonradan not ettim. Bu notları yitirdiğimi daha önce de söylemiştim; ama her nasılsa bir sayfası elimde kalmış. İşte elimdeki sayfada yazılı olanlar:
O: Sorularınızla neden canımı sıktığınızı bir türlü anlayamıyorum sevgili yoldaş.
BEN: Bütün insanlık, yaşamınızın ayrıntılarıyla ilgileniyor.
O: Biliyorum, ama soylu kişiliğim beni, sizden olmadığımı söylemeye zorluyor.
BEN: Özel ilgi görmenizin nedeni belki de budur.
O: Söylediğiniz iğrenç bir şey dostum. Ben de “sizinkiler”denim, şaka ediyordum.
BEN: Özür dilerim, ne dediniz? Anlamadım.
O: Dün, edebiyat dünyasına girişim konusunda birtakım sorular sordunuz bana.
BEN: Doğru. Kulak kesildim, sizi dinliyorum.
O: İşte o sıra, kendi başıma çorap ördüm.
BEN : Nasıl?
O: Ah, gençlik gençlik! İlk eserimi sırtımda modası geçmiş bir elbiseyle, saygıdeğer bir yazıişleri odasına götürdüm. O sıra çok güç sayılan işi başarmış, bir elbise bulmuştum kendime. Bir de gülünç kravat takmıştım. Kendimi yazıişleri müdürünün karşısında bulunca gözlüğümü havaya fırlattım, büyük bir ustalık gösterip gözümle yakaladım sonra. Bir yerlerde kelebekgözlüğüm ve arkaya taranmış briyantinli saçlarımla çekilmiş bir fotoğrafım olmalı. Dış görünüşüm yazıişleri müdürünü etkiledi sanıyorum. Ama bu kadarıyla yetinmedim. Yelek cebimden, büyük bir dikkatle büyükbabamın saatini çıkardım, düğmesine bastım, aile yadigârı cepsaati, ulu Tanrı adına “Sion’da Şarkı Söyleyelim”i andıran bir hava çalmaya başladı. Çok sevdiğim, dış görünüşü beni titreten yazıişleri müdürüne bakarak, “Ne oldu?” diye sordum. “Ne olacak,” dedi, “yazdıklarınızı geri alın ve edebiyattan başka neyle isterseniz uğraşın delikanlı.” Ardından doğrularak görüşmenin sona erdiğini belirtti. Giderken telaşlı sekreterine şu sözleri söylediğini gayet iyi duydum: “Bizimkilerden değil.” Bu söz herhalde bana yöneltilmişti.
BEN: Demek bu olayın, yazıişleriyle sonraki bütün ilişkilerinizde kötü rol oynadığına inanıyorsunuz?
O: Sevgili dostum, bu olaya daha geniş bir anlam yüklemenizi öğütlerim. Kişiliğim söz konusu. Cepsaati ve kelebekgözlük, çekingenliğimle baş etmeme, bağımsızlığımı ortaya koymama yetmeyecek güçsüz silahlardı.
BEN: Biraz daha ileri gidelim. Sizi tiyatroya yönelten ne oldu?
O: Para ve ün tutkusu. Çocukluğumdan beri, seyirci tarafından sahneye çağrılmayı hayal ederdim. Düşümde darmadağınık saçlarla çevrili başım ve sendeleyen uzun siluetimle kendimi sahnenin ortasında görürdüm. Kendinden geçmiş seyircilerin dinmek bilmeyen haykırışlarıyla alkışları arasında bana çok şey borçlu olan yönetmen de boynuma atılırdı.
BEN: Kusura bakmayın, ama “Turbin’in Günleri” yeniden oynarken perde on altı kere kapanıp açıldı ve seyirci, “Yazarı isteriz!” diye bağırıp durdu. Ve siz, burnunuzun ucunu bile gösteremediniz.
O: Fransızların bir atasözü vardır, "Adama pantolonu, götsüz zamanında verirler," der. Kaba kaçtı ama kusura bakmayın. (Birden kuşkulu bir havaya büründü.) Sakın bir Fransız gazetesinin muhabiri olmayasınız?
BEN: Hayır.
O: (Etkileyici bir sesle) Ya da bir yabancı gazetenin?
BEN: Hayır, hayır. Bir Rus gazetesinin muhabiriyim.
O: Riga’daki, beyaz mültecilerin gazetesi olmasın sakın? (Elleri titremeye başlamıştı.)
BEN: Tanrı korusun! (Dehşete düştüğümü belirten bir işaretle) Veçernyaya Moskva gazetesindenim. O güzel, eşsiz Veçernyaya Moskva gazetesinden.
O: Aferin. Lena! Masaya votka koy da bu züppe, kafayı çeksin. Nasıl olsa gazetesinde, hakkımda tek satır olsun yazmasına olanak yok.
Başucundaki ilaçların sayısı gitgide artıyordu. Sık sık doktor geliyordu eve. Birkaçının birden geldiği de oluyor, koridorda ya da mutfakta fısıldaştıkları duyuluyordu. Ne diyeceklerini bilemeden Bulgakov’u bırakıp gidiyorlardı. Ama kendisi teşhisi koymuştu, ondan bir şey gizlenemezdi. Yüzünün çizgileri inceldi. Gençleşti. Gözlerinin rengi daha mavi, daha saf oldu. Hafif karışık saçlarıyla bir delikanlıya dönmüştü. Dünyaya şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu. Dostları Boris Erdman, Dmitriyev ve Williams sık sık onu görmeye geliyorlardı. Masayı yatağının yanına getiriyor, birlikte yiyip içiyorlardı; Bulgakov, elinde bir bardak su, bizimle kadeh tokuşturuyordu. Eskisi gibi içmemizde diretiyor, bizi mutlu etmek için de sarhoş olmuş gibi davranıyordu. Ama kısa süre sonra bu toplantılar da sona erdi; Bulgakov’a ağır gelmeye başlamıştı çünkü. Ancak beni çağırdığında kendisini görmeye gidiyordum.
Bir gün gözlerini yüzüme dikti. Öylesine başı ağrıyordu ki, gözlerini kısmak zorunda kalıyordu.
“Hayatta başarılı olmazsan öldükten sonra değerin anlaşılır, unutma,” dedi. “Yanılmıyorsam Nietzsche bu sözleri Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde söylemiş. Ne saçma bir yargı! Bazen, ölüm hayatın devamıymış gibi gelir bana. Nasıl bir şey olduğunu düşünemeyiz, ama yine de ölürüz… Dinsel anlamda bir öteki dünyanın sözünü etmiyorum, Tanrı korusun. Yine de, hayatımız başarılı geçmişse öldükten sonra ne olacağımızı merak ediyorum. Bu Nietzsche aptalın biri.” İçini çekti. “Bunlardan konuştuğuma göre gerçekten çok kötü durumda olmalıyım. Ben…”
Oysa yanılıyordu. Hayatta başarılı olmuştu o. En güç anlarda bile bunu düşündüm. Ama kendisine söylediğimde çok kızardı, en gücüne giden şeydi bu… Evet, başarılıydı hayatı.
Her şeye göğüs gerip yazmıştı, hem de özgürlüğüne gölge düşürmeden. Yazar, sanatçı ve yurttaş sesi, bir gün bile değişmemişti.
Ama bunu sürdürebilmek ona pahalıya mal olmuştu.
Şubat ayı boyunca onun evinde kaldım. Küçük Seriyoşa orada oturmuyordu artık, ben onun odasına yerleşmiştim. Pek büyük bir yardımım dokunmuyordu belki ama evde bulunmam Lena’nın biraz uyuyabilmesini sağlıyordu. Ben de o ara hastanın yanında bekleyip bir şey istediğinde konuşuyordum. Lena’ya yararlı olduğum inancındaydım. Hiç değişmemişti, hep aynıydı Lena.
Saçları taralı, sakin, gülümseyerek girerdi Bulgakov’un yanına. Arada bir aynaya bakmayı da unutmaz, bütün evi çekip çevirirdi. Ne şaşkınlık ne umutsuzluk gösterir, hiç yakınmazdı. Sabahları mutfakta kahvemizi içerdik. Çevremizde her şey güzel, rahat, yerli yerindeydi. Yalnız son günlerde Lena, mutfak masasına oturup ses çıkarmadan ağlar olmuştu. Ben onu rahatsız etmez, bir şey söylemezdim.
Seriyoşa’nın sedirine uzanmıştım, kitaplık gözümün önündeydi; alt raflarda “Tarih Habercisi” ciltleri vardı. Leskov’un, ruhunu kirletmemesi için her yazarın kurtulmak zorunda olduğu “sahte kendini beğenmişlik”ten söz eden yazısını bu dergide okumuştu, çok severdi. Eve büyük bir sessizlik çökmüştü.
Bulgakov yalnızdı, biz de onu rahatsız etmiyorduk.
Hayat, çevresinde kayıp gidiyor, ona dokunmuyordu. Kafasında tek düşünce vardı: Ne gece uyuyabiliyordu ne gündüz. Sözcükler, dokunulabilecek kadar yakında ortaya çıkıveriyorlardı; yapılacak tek şey, hemen kalkıp bir kâğıda onları not etmekti; ama kalkmak olanaksızdı. Her şey eriyor, unutuluyor, kayboluyordu. Sözcükler, romanındaki güzel büyücüler gibi Moskova üstünden geçiyordu. Gerçek hayat kehanete dönüşüyor, düşünce günlük yaşantıdan kopuyor, Bulgakov hayal gücüyle düşünceyi fırlatıp atıyor, zafere ulaşan kötülükle boğuşuyordu.
Usta ile Margarita romanı budur. Son gününe kadar bu romanı düşündü, bazı sayfalarının kendisine okunmasını istedi. Daktilo makinesinin başına oturan Lena, okurdu:
En yakın çarmıhtan saçma bir şarkının boğuk sesleri geliyordu. Orada çarmıha gerilen adam –Hestas– üçüncü saatin sonuna doğru güneş ve sinekler yüzünden aklını kaçırmıştı; şimdi de tatlı tatlı, üzümle ilgili bir şarkı mırıldanıyor, yine de arada bir, bez sarılı kafasını sallıyor, sinekler de tembel tembel yüzünden havalanıp bir an sonra yeniden konuyorlardı.
İkinci çarmıhtaki Dismas öteki ikisinden daha çok acı çekiyordu, çünkü karanlıklar zihnini kaplamamıştı. Hiç durmadan, düzenli olarak kafasını bir sağa bir sola sallıyor, başını kulağını omzuna değdirecek kadar yana yatırıyordu.
En şanslıları Yeşu’ydu. İlk saat içinde birkaç kez bayılmış, bir daha da kendine gelememişti. Başı göğsüne düşmüş, kafasındaki bez çözülmüştü. Her yanı sineklerle, atsinekleriyle kaplıydı; öyle ki yüzü kapkara ve kıvıl kıvıl bir maskenin altında görünmez olmuştu.
Lena susup baktı. Düşüncelere gömülmüş olan Bulgakov hareketsizdi. Sonra başını çevirip sordu:
“Dört-beş sayfa öncesini oku bana. Nasıldı? Güneş batacak…”
İşte. "Güneş batacak, ölüm yok ortada…"
“Bir satır sonrası…”
“Tanrım, neden bütün gazabın onun üstünde? Ona ölümü yolla.”
“Tamam,” dedi. “Biraz uyuyacağım Lena. Saat kaç?”
Sessiz, acılı günlerdi bunlar. Sözcükler, içinde ağır ağır ölüyorlardı.
Artık alışılmış dozda uyku ilacı da etkili olmuyordu. Uzun reçeteler yazılıyor, ama eczacılar ilaçları vermiyorlardı. “Bu dozda ilaç, ilaçlıktan çıkar, zehir olur,” diyorlardı. Eczaneye gidip durumu anlatmak zorunda kaldım. Uzun süredir dışarı çıkmamıştım, mart ayının nemli havası başımı döndürdü. Ortalık kararmıştı bile. Tahta perdelerle çevrelenmiş bir boş arsayı fenerler aydınlatıyordu. Eskiden burada bir kilise vardı, şimdi de Sovyetler Sarayı'nın yapımı başlamak üzereydi; günümüzde aynı yerde büyük bir yüzme havuzu bulunuyor (özellikle çok soğuk günlerde üzerinden hep buhar yükselir). Şantiye fenerlerinin aydınlığı dışında her şey karanlığa gömülüydü.
Hayat, ara sıra tuhaf yakınlaşmalara yol açıyor. O akşam –bugün gibi hatırlıyorum– metronun yakınında, tanıdığım bir yazara rastladım. Yorgun argın evine dönüyordu, nemli mart havası onu üşütmüştü. Tıraş olmamıştı, benzi sapsarıydı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, yakasını kaldırmıştı. Elinde koca bir evrak çantası vardı.
“Sizi gören cennetlik,” diye fısıldadı. “Nerelerdesiniz? Biliyor musunuz, şu sıralar dışarı çıkmak, biraz insan görmek gerek. Birtakım değişmeler var, gazetelerden öğrenemezsiniz bunları… Yarın Yazarlar Birliği’ne gelin. N.N.nin durumu görüşülecek. Amma iş ha!”
Kuşkulu görünüyordu; tanığı olduğum acı ölümün yanında, bu yazarın uğraştıklarının akıl almaz gereksizliği beni etkiledi.
Eczaneye girip sorumlu eczacıyı istedim; kılı kırk yaran müşterisi Bulgakov’u hatırlıyordu adam. Bana ilaçları verirken üzüntüyle başını salladı.
Buzlar eriyordu. Kar, pis sarı bir renk almıştı. Çepeçevre bulvarda tramvayların çan sesi duyuluyordu. Her şey birden bambaşka gözüktü bana.
Ölümünden on gün önce Fadayev, onu görmeye gitti. Bulgakovlara daha önce hiç uğramamıştı. Belki Yazarlar Birliği’nin bir üyesi olduğu için, ona yakınlık göstermek, yardımda bulunmak istiyordu. O güne dek, ancak başkalarından duymuştu Bulgakov’u. Amacım hiç de Fadayev’i yargılamak değil: Görevini yapıyordu o. Bütün akşamını bizimle geçirdi, allak bullak oldu.
Fadayev’in yazarlardan ve Birlik’ten söz edişini dinledi Bulgakov; Fadayev ise bir dosta anlatır gibi, güvenle konuşuyordu. İyi tanıdığı birinin adı geçince Fadayev’in sözünü kesen Bulgakov:
“Bakın,” dedi. “Alçağın biridir o!” Sonra yalvarırcasına ellerini kavuşturup devam etti: “Ama belki sizin dostlarınızdandır.” Parmağını salladı arkasından, “O zaman da sizi uyarmam gerek. Ona, aşağı yukarı her gün rastlıyorsunuz, ben ise kendisini hayatımda görmedim; ama çok iyi tanıyorum. Siz tanımıyorsunuz. Böyledir bu iş. Yüksek memurların başına sık sık gelir…”
Fadayev’e takılıyor, Edebiyat Bakanı olmasıyla alay ediyordu. Bulgakov edebiyatla ilgilenen üst düzey bir memurun portresini çizerken Fadayev, o kısa ince gülüşüyle basıyordu kahkahayı.
Sonra birden gülmesini kesip, “Ama bu söyledikleriniz korkunç şeyler,” diyordu. “Korkunç, çünkü gerçek. Bir yazarın her şeyi bağışlanabilir, kendi kendisine ihaneti hariç. O zaman ne yapmalı?” Bakışlarıyla Bulgakov’u sorguladı.
“Her şey karılarına bağlıdır Aleksandr Aleksandroviç. Kadınlardan çekinilmesi gereken tek bir durum var, aptal olmaları. Yazar, aptal bir kadına düşmüşse hapı yuttu demektir.”
“Bütün bunlar masal,” dedi Fadayev. “Başka?”
Ama Bulgakov başka şey söylemedi. Gözlerini kapadı. Yorgundu, yorgunluğunu gizleyemiyordu. Fadayev çıkmaya hazırlandı.
Kapının önünde bana sordu:
“Doktorlar, durumunun gerçekten umutsuz olduğunu mu söylüyorlar?”
“Evet.”
“İnanılacak gibi değil. Hayat dolu.”
“Ama böyle işte. Kendi de biliyor durumunu.”
“İnanmak o kadar güç ki.” Fadayev bir an düşündükten sonra birden, “Büyük bir anlaşmazlık oldu, anlıyor musunuz,” dedi. “Artık yapacak şey de yok.”
“Ne gibi bir anlaşmazlık?”
“Benim için anlaşmazlık, Bulgakov’u tanımamış olmamda. Onu tanımamaya hakkım yoktu… Hayır, hasta olduğuna inanamam. Gerek doktorların, gerekse kendisinin yanıldığına eminim. Kurtulacak ve sonra her şey başka türlü olacak.”
“Evet, eğer hayatı doktorlara, yazarlığı da sizin kendisini biraz daha iyi tanımanıza bağlı olsaydı başka türlü olurdu.”
“Öyle mi dersiniz?” Dalgın dalgın vedalaştı, çıktı gitti.
Daha sonra iki kere telefon etti. Bulgakov’un Yazarlar Birliği’nden para isteyip istemediğini, başka bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu.
“Artık ihtiyacı olduğunu sanmıyorum,” dedim.
“Artık ihtiyacı yok mu?” diye fısıldadı. Ahizede bir an daha soluğunu duydum, sonra telefonu kapadı.
Bulgakov’un borç alması gereksizdi. Artık ona hiçbir şeyin yararı yoktu. Bütün gövdesi zehirlenmişti. Her hareketinde kaslarına dayanılmaz ağrılar saplanıyordu. Kendini tutacak halde olmadığından haykırıyordu. Haykırışları bugün bile kulağımda yankılanır. Yatağının içinde onu çevirirdik; çok canı acırdı ama kendini tutar, üstelik tatlı bir sesle bize, “Çok iyi çeviriyorsunuz,” derdi. “Çok iyi…” Yatağının yanında bizden başka kimseyi istemiyordu.
Kör oldu.
Üzerine eğildiğimde parmaklarıyla yüzüme dokunuyor, kim olduğumu anlıyordu. Lena odaya girer girmez ayak seslerinden onu da tanırdı. Kalçasına doladığı bir bezin dışında çırılçıplak yatıyordu. Gövdesi kupkuruydu. Müthiş zayıflamıştı.
Dmitriyev ile Boris Erdman, son geceleri benimle birlikte küçük Seriyoşa’nın odasında geçirdiler. Sabah erkenden Lena’nın büyük oğlu geliyordu. Bulgakov, onun yüzüne dokunup gülümsüyordu. Hem siyah saçlı, kendini pek açığa vurmayan, büyük adam gibi duygularını gizlemeyi bilen bu çocuğu, hem de Lena’yı sevdiğinden okşuyordu onu. Lena’ya duyduğu büyük sevgiyi gösterebilmesi için son fırsattı belki bu.
10 Mart günü, öğleden sonra dörtte öldü. Neden bilmem, sanki bana hep sabaha karşı ölmüş gibi gelir.
Ertesi sabah –belki aynı gündü ama kafam karmakarışıktı, yine de ertesi sabahtı sanıyorum– telefon çaldı, Stalin’in Özel Kalem Müdürlüğü’nden arıyorlardı.
“Bulgakov Yoldaş’ın öldüğü doğru mu?”
“Evet, doğru.”
Telefon kapandı.
Gece Nikolay Erdman, Viçni Voloçok’tan geldi. Moskova’da yaşaması, başkente gelmesi yasaklanmıştı. İki saat bir şey söylemeden oturdu, sonra çıkıp gitti.
Apartman fermol kokuyordu. Merkulov, ölüm döşeğindeki Bulgakov’un maskını yapıyordu. Lena bu maskın bir kopyasını da bana verdi. Ama Moskova’dan ayrıldığımda onu bir depoya attılar, sonra da kayboldu.
Evine pek çok insan geldi. Aralarında yazarlar çok azdı. Ölüyü, yakılacağı yere götürürken Sanat Tiyatrosu’nun önünden geçtik. Tiyatronun bütün oyuncularıyla memurları kapının önünde bekliyorlardı. Sonra Bolşoy’un önünden geçtik, orada sütunların yanına büyük bir kalabalık yığılmıştı.
Ne kadar çok kişinin kendisini uğurlamaya geldiğini göremedi.
SERGEY YERMOLİNSKİ
1
. (Rus.) Rus Çarlığı’nda ve Ukrayna’da kırsal bölgelerdeki özyönetim organı. (Y.N.)
2
. Rus mizah yazarları İlya Arnoldoviç Faynzilberg (1897-1937) ve Yevgeni Petroviç Katayev’in (1903-1942) ortaklaşa yazdıkları eserlerde kullandıkları isim. (Y.N.)
3
. (Açılımı, Novaya Ekonomiçskaya Politik.) Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde uygulanan ekonomi politikası. (Y.N.)
4
.
Kibarlık Budalası
, olacak. (Y.N.)
5
. (Rus.) Bir Rus iskambil oyunu. (Y.N.)
BİRİNCİ BÖLÜM
“Söyle kimsin sen?”
“Sonsuza dek kötülüğü isteyen,ama sonsuza dek iyilik yapan bu gücün bir parçasıyım.”
GOETHE, Faust
1
Yabancılarla sakın konuşmayın
Sıcak bir ilkbahar günü biterken, Patriarşiye Göleti gezisinde iki yurttaş göründü. İlki kırk yaşlarındaydı; açık gri bir yazlık elbise giymişti, kısa boylu, şişman denecek kadar tombul, seyrek siyah saçlı, sinekkaydı tıraşlıydı. Yüzü, inanılmaz boyutlarda koskocaman bağa çerçeveli bir gözlükle örtülüydü. Oldukça iyi cinsten şapkasını, sokaklarda satılan börekler gibi avcunda buruşturmuştu. Ensesine ittiği kareli kasketinin altından karmakarışık kızıl saçları fışkıran iriyarı arkadaşı, bir kovboy gömleği, beyaz buruşuk bir pantolon, siyah keten pabuçlar giymişti.
İlki, kalınca bir edebiyat dergisinin genel yayın müdürü, Moskova’nın en büyük edebiyat kuruluşlarından biri olan, kısa adıyla MASSOLİT’in6 başkanı Mihail Aleksandroviç Berlioz’dan başkası değildi. Genç adama gelince; o da daha çok Biezdomni7 adıyla tanınan şair İvan Nikolayeviç Ponirev’di.
Yeni yeşermiş ıhlamurların gölgesine ulaşmalarıyla, üstünde “Bira ve Meşrubat” yazan renkli barakaya koşmaları bir oldu.
Bu tüyler ürpertici mayıs akşamındaki ilk tuhaflığı burada belirtmek gerek: Ne barakanın çevresinde, ne de iki yanı ağaçlarla kaplı Malaya Bronnaya Sokağı’na paralel geçitte birileri vardı. Güneşte kaynayan Moskova sokaklarında soluk alınmaz olduğu, Sadovaya çevreyolunun ötesinde bir yerlerde güneşin fırın gibi bir sise gömüldüğü bu saatte ne ıhlamurların altında gezinen vardı, ne de gelip banklara oturan. Ağaçlarla kaplı geçit ıssızdı.
Berlioz, barakayı işleten kadına, “Bana Narzan madensuyu verin,” dedi.
Kadın, nedense alınmış gibi, şaşkın bir sesle, “Narzan suyu yok,” dedi.
Biezdomni’nin sesi ıslığa dönüşüp çatallaştı:
“Biranız var mı?.. Biranız?..”
“Getirecekler,” diye karşılık verdi kadın. “Bu akşam getirecekler.”
“İçecek ne var peki?”
“Kayısılı madensuyu ama soğuk değil.”
“Olsun, verin, verin, verin!”
Kayısılı madensuyu bardaklara dolarken sarı sarı köpürdü. Ortalık berber dükkânı gibi koktu. Kayısı suyunu içen iki edebiyatçı hıçkırmaya koyuldular. Parayı ödeyip sırtlarını Bronnaya Sokağı’na dönerek bir banka çöktüler.
Yalnızca Berlioz’u ilgilendiren ikinci tuhaf olay o anda meydana geldi. Hıçkırığı birden kesildi. Yüreği, göğsünde büyük gürültüyle gümledi, sonra birden yok oluverdi, sanki bilinmeyen bir yere uçtu. Ardından da hemen döndü yerine. Yüreğine kör bir iğne saplanmış gibi geldi Berlioz’a. Ayrıca öylesine büyük ve tarifsiz bir dehşete kapıldı ki, o an tabanları yağlayıp ardına bile bakmadan kaçmak geçti içinden.
Kendisini ürküten korkunç şeyin ne olduğunu anlayamadan, büyük bir üzüntüyle, bakışlarını çevresinde gezdirdi. Sarardı, mendiliyle alnını kuruladı. Düşünmeye başladı: “Neyim var yahu? İlk kez böyle bir şey başıma geliyor. Anlaşılan yüreğim bana oyun oynamaya başladı… Aşırı yorgunluk… Belki de işi gücü bırakıp bir süre Kislovodsk’taki kaplıcalarda dinlensem iyi olur…”
Tam bunları kafasından geçirirken, önündeki boğucu hava bir anda yoğunlaştı; çabucak, saydam ve çok garip görünüşlü bir yurttaşın koyuluğuna dönüştü. Adamın küçücük kafasında bir jokey kasketi vardı, havaya karışan gölgesi, kareli, kötü bir ceketin içine gömülmüştü. Söz konusu yurttaş, upuzun boylu –iki metreye yakın– daracık omuzlu, inanılmayacak kadar da zayıftı. Yüzünde enikonu alaycı bir ifade olduğunu da bilmenizi isterim.
Berlioz’un hayatı, onu böylesi olağanüstü olaylara hazırlamamıştı hiç. Berlioz iyice sarardı, gözleri yuvalarından uğradı, kendi kendine, korku içinde, “Bu olanaksız!” dedi.
Ne yazık ki, gözüyle gördüğüne göre, demek ki olabiliyordu. Upuzun, saydam adam yere basmadan, iki yana sallanıp duruyordu; tam Berlioz’un karşısında.
Berlioz, büyük bir dehşete kapıldı; gözlerini kapadı. Açtığında her şey olup bitmişti. Kareli ceket kaybolmuş, Berlioz’un yüreğine dalıp çıkan kör iğne de uçmuştu.
“Hay aksi şeytan!” diye haykırdı Genel Yayın Müdürü. “Düşün İvan, güneş çarpmasından az kaldı ölecektim. Bir hayal gördüm ki, öfff!” Gülmeye çalıştı; gözlerinden dehşet parıltıları silinmemişti, elleri titriyordu. Yavaş yavaş kendine geldi. Mendiliyle yelpazelendi, ardından titremeyen bir sesle, kayısı suyu yüzünden yarım bıraktığı söylevine devam etti: “Güzel. Ha…”
Daha sonra anlaşılacağı gibi, bu söylev Hz. İsa’yla ilgiliydi. Kısacası, Genel Yayın Müdürü, Şair’e, derginin gelecek sayısı için, dine karşı büyük bir şiir ısmarlamıştı. İvan Nikolayeviç de bu şiiri inanılmayacak kadar kısa sürede yazmıştı, ama Genel Yayın Müdürü, sonuçtan pek hoşnut kalmamıştı. Biezdomni, şiirin kahramanını –Hz. İsa– en karanlık renklere bulamıştı. Genel Yayın Müdürü’nün düşüncesine göre, bütün şiirin yeniden yazılması gerekiyordu. Bu nedenlerle Berlioz, Şair’in yararına, temel yanlışına parmak basmasını sağlamak için İsa hakkında bir çeşit söylev çekmeye girişmişti.
Bu durumda, İvan Nikolayeviç’in yaratıcı güçten yoksunluğunun mu, yoksa konu hakkında hiçbir bilgisinin olmayışının mı kurbanı olduğunu belirtmek zor. Neyse! Çizdiği İsa… Çok canlıydı. Bol bol en kötü çizgilerle çizilmiş de olsa, hiç kuşkusuz yaşamıştı!
Berlioz da Şair’e işin önemli yanını, İsa’nın nasıl olduğunu değil –iyi ya da kötü– canlı olarak İsa’nın var olmadığını, onunla ilgili öykülerin baştan sona uydurma, hem de en bayağısından birer masal olduğunu göstermek istiyordu.
Genel Yayın Müdürü’nün, eşine az rastlanır bilgelikte biri olduğu unutulmamalı. Nitekim, büyük bir ustalıkla, İskenderiyeli ünlü Philon ya da parlak Flavius gibi eski tarihçilerin, İsa’nın varlığına kıyısından köşesinden bile değinmediklerini belirtti. Mihail Aleksandroviç, bilgisinin derinliğini ve sağlamlığını göstererek, Tacitus'un Annales’inin XV. kitabının 44. bölümünde yer alan, İsa’nın çektiği işkencenin anlatıldığı ünlü parçanın sahte olduğunu, kitaba sonradan eklendiğini de açıkladı.
Şair için bütün bunlar çok yeniydi. Yeşil gözlerinin bütün canlılığıyla Mihail Aleksandroviç’e bakıyor, onu dikkatle dinliyordu. Sadece arada sırada tutan hıçkırığını bastıramıyor, alçak sesle kayısı suyuna sövüyordu.
“Bir tek Doğu dini yoktur ki,” diyor Berlioz, “dünyaya bir tanrı getiren el değmedik bir bakiresi olmasın. Hıristiyanlar da, yeni bir şey uydurmadan, tıpatıp aynı biçimde yarattılar İsa’larını. Aslında İsa hiç yaşamadı. Bunun üzerinde durmak, ağırlığı özellikle bu noktaya vermek gerek…”
Berlioz’un tenor sesi, ıssız geçitte çın çın ötüyordu. Mihail Aleksandroviç, kafa göz yarma tehlikesiyle karşılaşmadan, ancak üstün bilgelikteki kişilerin içinde dolaşabilecekleri labirentlere gömüldükçe, Şair, onun attığı her adımda yerin ve göğün oğlu, Mısır tanrısı Osiris, Fenike tanrısı Tammuz, Babil tanrısı Marduk, hatta ve hatta, ötekiler kadar tanınmamasına karşın yüzyıllar önce Meksika’daki Aztekler tarafından pek sevilen, korkunç tanrı Huitzli-Poçli üzerine tuhaf ve çok yararlı şeyler öğrendi. Berlioz’un, Azteklerin nasıl hamurdan Huitzli-Poçli heykelcikleri yaptıklarını anlattığı sırada geçitte biri göründü.
Sonradan –doğrusu istenirse iş işten geçmişti bile– yayımladıkları bildirilerde, çeşitli kuruluşlar bu adamı tanımlamaya çalıştılar. Bildiriler karşılaştırıldığında şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkıyor. Bunlardan birinde yeni gelenin kısa boylu, altın dişli, sağ ayağı aksayan biri olduğu söyleniyordu. Öbürü dev yapılı, dişleri platin, sol bacağı topal, diyordu. Bir üçüncüsü ise, kısaca adamın hiçbir özelliği olmadığını belirtiyordu. Bu bildirilerden hiçbirinin bir değer taşımadığını kabul etmek zorundayız.
Yeni gelen, her şeyden önce topallamıyordu. Boyuna gelince; ne bir dev ne bir cüceydi, uzunca boylu olduğu söylenebilirdi. Dişleri kaplamaydı, ama sol taraftakiler platin, sağ taraftakiler altındı. Gri, iyi kumaştan bir elbise, elbisesinin renginde yabancı malı ayakkabılar giymişti. Çapkınca kulağının üstüne yıkılmış gri bir bere, koltuğunun altına sıkıştırdığı, fino köpeği kafası oyulmuş kamış baston giyimini tamamlıyordu. Kırkını çoktan bulmuş olmalıydı. Ağzı hafif yamuktu. Sinekkaydı tıraşlıydı. Esmerdi, sağ gözü kara, sol gözü, nedendir bilinmez, yeşildi. Kaşları da karaydı ama biri öbüründen yukarıdaydı. Kısacası, o bir yabancıydı.
Genel Yayın Müdürü ile Şair’in oturduğu bankın önünden geçerken yabancı onlara yan yan baktı, duraladı ve birden iki dostun birkaç adım ötesindeki ikinci banka çöküverdi.
“Alman olmalı,” diye düşündü Berlioz. Biezdomni de kendi kendine, “İngiliz,” diye düşündü, “üstelik bu havada eldiven takmış; hayret, terletmiyor mu?”
O sırada yabancı, dört köşe gölü çevreleyen yüksek yapılara göz atıyordu. İlk kez orada bulunduğu, görüntüyle ilgilendiği belliydi. Gözleri, Mihail Aleksandroviç için sonsuza dek kaybolacak bir güneşin göz kamaştırıcı ışınlarını yansıtan üst kat camlarında oyalandı bir süre, oradan da akşamın gölgelendirdiği alt kat pencerelerine indi. Nedense alaycı ve hoşgörülü bir gülümseyişle gözlerini kıstı, ellerini bastonunun topuzunda kavuşturdu, çenesini de ellerinin üstüne dayadı.
“Bak İvan,” diyordu Berlioz, “diyelim ki, Tanrı’nın oğlu İsa bölümü çok güzel, çok alaycı. Yalnız –işin püf noktası da burada– İsa’dan önce yığınla tanrının yığınla oğlu oldu; Fenikeli Adonis, Frigyalı Attis, İranlı Mitra gibi. Aslında bunların hiçbiri doğmadı, hiçbiri yaşamadı. İsa da ne doğdu ne yaşadı. Yapman gereken, onun doğumunu ya da Müneccim Krallar’ın gelişini anlatmak yerine bu konuyla ilgili söylentilerin saçmalığını belirtmek olmalı. Oysa insan, senin öykünü okurken İsa’nın gerçekten doğduğuna inanıyor!..”
Tam o anda Biezdomni, kendisini rahatsız eden hıçkırığını birden kesmeyi denedi. Soluğunu tuttu, bunun sonucunda daha çok ve daha acılı bir biçimde hıçkırmaya başladı. Berlioz da söylevini kesti; çünkü yabancı, yerinden kalkmış onlara doğru geliyordu. İki yazar, adama şaşkınlıkla baktılar.
Yabancı, değişik bir şiveyle ama sözcükleri örselemeden, “Özür dilerim beyler,” dedi, “kusuruma bakmayın. Size yabancıyım. Sözünüzü yarıda kesmek durumunda kaldım… Derin konuşmanızın konusu beni öylesine ilgilendirdi ki…”
Konuşurken bir yandan da saygıyla beresini çıkardı. İki dostun kalkıp yabancıyı selamlamaktan başka çareleri kalmamıştı.
“Hayır! Hayır! Bu adam Fransız olmalı,” diye düşündü Berlioz.
Biezdomni de, “Bir Polonyalı…” diye geçirdi aklından.
Yabancının söze başlar başlamaz Şair üzerinde kötü bir izlenim bıraktığını belirtmek gerekli. Berlioz’a ise hoş, daha doğrusu hoş değil de, nasıl demeli, ilginç gelmişti anlayacağınız.
Yabancı yine saygıyla, “Oturmama izin verir misiniz?” diye sordu.
İki dost, isteksizce sıkıştılar. Adam büyük bir rahatlıkla aralarına çökerek hemen konuşmalarına katıldı. Yeşil gözünü Berlioz’a dikerek, “Yanılmıyorsam, İsa’nın hiç yaşamadığını belirtmeyi gerekli buluyordunuz?” dedi.
Berlioz, gayet nazik, “Hayır, yanılmadınız,” dedi. “Söylediğim buydu.”
“Ah, ne ilginç!” diye bağırdı yabancı.
Biezdomni kaşlarını çattı, “Hay şeytan, ona ne bundan!” diye düşündü.
Yabancı, sağ gözünü Biezdomni’ye çevirdi:
“Siz de dostunuzla aynı görüşte misiniz?”
Abartılmış deyimleri, dolaylı anlatımı seven Şair, “Bir kere değil, yüz kere evet!” dedi.
“Hayret!” diye haykırdı yeniden beklenmedik adam.
Ardından, nedense, bir hırsız gibi çevresine bakınıp kalın sesini alçaltarak, “Başınızı ağrıtıyorsam bağışlayın. Yanlış anlamadıysam, her şey bir yana siz, Tanrı’ya inanmıyorsunuz?”
Onlara korku dolu bir bakış fırlatarak heyecanla ekledi:
“Kimseye söylemeyeceğime yemin ederim!”
Turistin kaygısı karşısında Berlioz hafifçe gülümseyerek, “Gerçekten de Tanrı’ya inanmıyoruz,” dedi. “Ama bu, üzerinde büyük rahatlıkla konuşabileceğimiz bir konu.”
Yabancı, arkaya yaslandı, meraktan neredeyse cırtlaklaşan bir sesle bağırdı: “Tanrıtanımaz kişilersiniz demek?”
Berlioz, gülümseyerek, “Evet öyle,” dedi. “Tanrıtanımaz kişileriz biz.”
“Yapıştıkça yapışıyor bu ithal malı kene,” diye düşündü Biezdomni öfkeyle.
Şaşkınlık içindeki yabancı, “Ama bu harika bir şey!” diye haykırdı; sonra iki edebiyatçıya bakabilmek için başını hiç durmadan iki yana döndürmeye koyuldu.
Berlioz, diplomatça bir incelikle açıkladı:
“Ülkemizde Tanrı’ya inanmamak kimseyi şaşırtmaz. Uzun süredir, bilinçli olarak halkımızın büyük çoğunluğu, bu türden masallara inanmayı bıraktı.”
Yabancının kafasından tuhaf bir şey geçmiş olmalı, çünkü yerinden kalktı, şaşkın şaşkın Genel Yayın Müdürü’nün eline yapışıp şu sözleri söyleyerek onunla tokalaştı:
“Size yürekten teşekkür etmeme izin verin!”
Gözlerini kırpıştıran Biezdomni, “Ona niye teşekkür ettiğinizi öğrenebilir miyiz?” dedi.
Tuhaf adam, parmağını çok şey anlatan bir biçimde salladı, “Benim gibi bir yolcu için çok büyük önemi, ilginç bir yanı olan bir haberden ötürü,” karşılığını verdi.
Bu önemli haberin yabancı üzerinde büyük etki uyandırdığı gerçekti, çünkü her pencereden Tanrı’ya inanmayan biri çıkacakmış gibi ürkek ürkek evlere baktı.
“Hayır, bu adam İngiliz olamaz,” diye düşündü Berlioz.
Biezdomni ise, “Her şey bir yana, Rusçayı iyi biliyor,” diye geçirdi aklından. “Dilimizi nereden öğrendi acaba?” Sonra yine somurttu.
Bir süre kuşkuyla düşünen yabancı misafir, “İyi ama,” dedi, “izin verirseniz size sorayım: Tanrı’nın varlığını gösteren kanıtlara ne diyorsunuz? Herkesin bildiği gibi bunların sayısı beştir.”
“Yazık!” diye, merhametle karşılık verdi Berlioz. “Bu kanıtlar beş para etmez. İnsanlık, hepsini tavan arasına kaldıralı çok oldu. Akıl yönünden, Tanrı’nın varlığıyla ilgili hiçbir kanıtın benimsenemeyeceğini kabul edersiniz.”
“Bravo!” diye bağırdı yabancı. “Bravo! Kelimesi kelimesine, o ihtiyar Immanuel delisinin görüşünü tekrarladınız. Beş kanıtı da baştan başa yıktı, bu doğru. Ama, aynı fırsattan yararlanıp sanki kendi kendisiyle alay edercesine, kendi elleriyle bir altıncı kanıt yarattı. Matrak değil mi?”
İncelikle gülümseyen, derin bilgilere sahip Genel Yayın Müdürü, “Kant’ın kanıtı da, öbürlerinden daha inandırıcı değildi,” dedi. “Bu konuda Schiller, Kant’ın görüşlerinin ancak köleleri tatmin edeceğini söylememiş miydi? David Strauss’a gelince; o da bu sözde kanıta gülüp geçmekle yetindi.”
Berlioz hem konuşuyor, hem düşünüyordu: “Kim olabilir acaba? Hem Rusçayı bu kadar iyi nasıl konuşuyor?”
Ortada fol yok yumurta yokken İvan Nikolayeviç birden bağırdı:
“Sizin Kant’ınızı, kanıtlarıyla birlikte, üç yıllığına Solovets Adaları’na8 gönderirdim ben!”
Berlioz utancından kıpkırmızı kesildi.
“İvan!” diye fısıldadı.
Kant’ı Solovets Adaları’na yollama düşüncesi, yabancıyı kızdırmamış, tam tersine onu kendinden geçirmişti.
“Mükemmel, mükemmel!” diye haykırdı. Berlioz’ dan ayırmadığı yeşil gözü parıldadı. “Tam ona gereken şey! Hem, günün birinde kendisiyle yemek yerken dedim ki: Kusuruma bakmayın profesör, ama gördüğünüz gibi görüşleriniz biraz tutarsız. Kuşkusuz bilgece, ama anlaşılır gibi değil. Size gülerler!”
Berlioz’un gözleri fal taşı gibi açıldı. “Kant’la yemek yerken mi? Benimle dalga mı geçiyor!” diye düşündü.
Berlioz’un şaşkınlığını umursamayan başka iklimlerin insanı, Şair’e döndü:
“Ne yazık,” dedi, “Kant’ı Solovets Adaları’na yollamak olanaksız. Nedeni de çok açık; yüz bilmem kaç yıldır Solovets’ten çok daha uzak bir yerde kendisi. Hem ne yaparlarsa yapsınlar, onu oradan çıkaramazlar, bana inanın!”
Ateşli Şair, “Üzüldüm!” dedi.
Gözü parlayan yabancı, “İnanın, ben de çok üzülüyorum!” diyerek onu doğruladı. “Ama, asıl kafamı kurcalayan sorun şu,” diye devam etti ardından: “Tanrı yoksa, insan hayatını ve genellikle dünyadaki varlıkların düzenini yöneten kim?”
Kızgın Şair, telaşlı telaşlı, “Her şeyi yöneten insandır,” dedi.
Soru pek açık değildi ya, neyse.
Yabancı, tatlılıkla, “Beni bağışlayın,” dedi. “Yönetmek için gereken şudur: En azından uzun vadeli, kesin bir planınız olmalı. Size şöyle sorayım: Bin yıl gibi çok gülünç bir süre için plan yapamazken ve kendi yarınını bile garanti edemezken, insanoğlu neyi, nasıl yönetebilir?” Berlioz’a döndü: “Bakın, şöyle düşünelim. Örneğin, siz… Başlıyorsunuz yönetmeye, kendinize ve başkalarına dilediğinizi yaptırıyorsunuz. Kısacası, nasıl denir, bu işin zevkine varıyorsunuz. Ve birden… Hah hah hah ha!.. Ciğerinizde kötü huylu bir tümör…”
Yabancı, bu fikir çok hoşuna gitmiş gibi, açgözlülükle güldü.
“Evet, kötü huylu bir tümör,” diye gözlerini kapayıp kedi gibi mırıldanarak yineledi: “İşte yönetiminizin sonu! Başkalarının sonu artık size vız gelir. Tek ilgilendiğiniz kendi sonunuzdur. Yakınlarınız, dostlarınız yalan söylemeye başlarlar. Felaketi sezer, en ünlü doktorlara koşarsınız, sonra şarlatanlara başvurur, en sonunda da falcılara kadar düşersiniz. Bütün bunların boşuna olduğunu söylemem gereksiz. Siz de bunu anlıyorsunuzdur. Her şey acı bir sonla noktalanır: Kısa bir süre önce dünyayı yönettiğini sanan kişi, kendini tahtadan bir kutunun içinde kaskatı kesilmiş bulur. Çevresi de, başka bir şey yapılamayacağını düşünüp onu yakar, kül eder. Daha da kötüsü: Örneğin –bundan önemsiz ne olabilir– insan Kislovodsk’ta bir süre kalıp dinlenmeyi de kurabilir (yabancı, Berlioz’a göz kırptı); derken anlaşılmaz bir biçimde, birdenbire ayağı kayar ve bir tramvayın altında eziliverir! Başına böyle bir olay gelen kişinin, olayı kendisinin yönettiği söylenebilir mi? Bunu isteyenin bir başkası, çok başka biri olduğunu düşünmek daha akla yatkın değil mi?”
Yabancı tuhaf bir kahkaha attı.
Berlioz, rahatsız eden kötü huylu bir tümör ve tramvay hikâyesini büyük bir dikkatle dinlemişti. Şimdi, kaygı verici bir düşünce kafasını kurcalamaktaydı: “Bu adam yabancı değil… Yabancı değil bu adam,” diyordu kendi kendine. “Her şey bir yana, çok tuhaf biri… Çok tuhaf biri… Ama kim olabilir?”
Yabancı, ansızın Biezdomni’ye, “Sigara içmek istediğinizi görüyorum,” dedi. “Hangi marka sigara içersiniz?”
Gerçekten sigarası kalmayan Şair şaşırdı, somurtarak karşılık verdi:
“Neden sordunuz? Birkaç marka birden mi taşırsınız?”
“Hangi marka sigara içersiniz?” diye yineledi yabancı.
“Naşa Marka,”9 dedi Biezdomni, yüzünü ekşiterek.
Tuhaf adam hemen cebinden bir sigara tabakası çıkarıp Biezdomni’ye tuttu.
“İşte, Naşa Marka sigaraları.”
Tabakada Naşa Marka sigaralarının bulunmasından çok, tabakanın kendisi, Genel Yayın Müdürü’yle Şair’i şaşırtmıştı. Kapağı, mavili beyazlı binlerce parıltı saçan elmas bir üçgenle süslü, akıl almaz boyutlarda altın bir tabakaydı bu.
İki edebiyatçının düşünceleri, farklı yönlere kaydı.
Berlioz, “Evet, bu adam yabancı!” derken, Biezdomni, “Cehenneme kadar yolu var artık,” diye söyleniyordu.
Şair ve tabakanın sahibi birer sigara alıp yaktılar.
Sigara içmeyen Berlioz da reddetti.
Tartışmayı sürdürmeye kararlı olan Berlioz, “Ona karşı söylenmesi gereken şu,” diye düşünüyordu. “Evet, insanoğlu ölümlü, kimse bu gerçeği yadsıyamaz. Ama asıl önemlisi…”
Yabancı, ağzını açmasına bile fırsat vermedi:
“Evet, insanoğlu ölümlü,” dedi. “Ama bu kadarla kalsa çok önemli değil. İşin kötüsü, insan hiç beklenmedik bir anda ölüyor. İşte işin püf noktası bu. Ve insan, akşama ne yapacağını bile bilecek durumda değil.”
“Sorunu, ne kadar da saçma bir biçimde ortaya koyuyor,” diye düşünen Berlioz, karşılık verdi: “Burada ileri gidiyorsunuz. Örneğin ben, bu akşam ne yapacağımı aşağı yukarı biliyorum. Tabii, Bronnaya Sokağı’nda başıma kiremit düşmezse…”
“Nerede olursa olsun, hiç kimsenin kafasına durup dururken kiremit düşmez,” diyerek büyük bir ciddiyetle onun sözünü kesti yabancı. “Sizin, özellikle bu yönde çekinmeniz gereken bir şey yok. Başka türlü öleceksiniz siz.”
Berlioz, iyiden iyiye saçmalaşan konuşmayı sürdürmeye kararlı, çok açık bir alaycılıkla sordu: “Herhalde, nasıl öleceğimi tam olarak biliyorsunuzdur? Bana söyler misiniz?”
“Sevinerek,” diye karşılık verdi yabancı. Bakışlarıyla Berlioz’u ölçtü, biçti, sanki sırtına elbise dikecekmişçesine. Dişlerinin arasından, “Bir, iki… Merkür ikinci burçta… Ay kayboldu… Altı –akşama bir felaket– yedi…” diye mırıldandı. Ardından da neşe içinde haykırdı: “Başınızı kesecekler!”
Bu saygısızlık karşısında şaşkına dönen Biezdomni patavatsız yabancıyı nefretle süzdü.
Berlioz, kıs kıs gülerek sordu: “Öyle mi? Kim kesecek? Düşman mı? Müdahaleciler mi?”
“Hayır,” dedi öteki. “Komünist Gençlik Örgütü’nden bir Rus kadını.”
Bu tatsız şakadan hoşlanmayan Berlioz, “Hımm!” diye homurdandı. “Özür dilerim, ama pek akıl alır gibi değil.”
“Asıl ben sizden özür dilerim,” dedi yabancı, “ama söylediğim gerçeğin ta kendisi. Ha, öyle ya, eğer sır değilse, bu akşam ne yapmayı düşündüğünüzü sormak istiyordum.”
“Sır değil elbette. İlkin Sadovaya Caddesi’ndeki evime gideceğim. Akşam saat onda da, MASSOLİT’teki toplantıya başkanlık edeceğim.”
Yabancı, “Hayır, bu kesinlikle olamaz!” dedi.
“Neden?”
Yabancı, gözlerini kırpıştırarak, akşam serinliğinde hızlı hızlı kanat çırparak gökyüzünde çizgiler çizen kara kuşlara baktı.
“Çünkü Annuşka, ayçiçeğiyağını aldı bir kere. Almakla da kalmadı, üstelik devirip döktü. Bu nedenle toplantı yapılamayacak.”
Tahmin edebileceğiniz gibi, ıhlamurların altına sessizlik çökmüştü.
Saçma sapan konuşup duran gevezeyi tepeden tırnağa süzen Berlioz, bir anlık sessizlikten sonra, “Kusura, bakmayın ama,” dedi, “ayçiçeğiyağının burada işi ne? Annuşka da kim oluyor?”
Bir anda bu can sıkıcı adama savaş açmaya karar verdiği görülen Biezdomni, “Ben size, ayçiçeğiyağının burada ne işi olduğunu söyleyeceğim,” dedi. “Bakar mısınız buraya yoldaş! Sakın siz, bir akıl hastalığı kliniğinde bulunmuş olmayasınız?”
Mihail Aleksandroviç, alçak sesle, “İvan!” diye atıldı.
Ama yabancı, hiç de hakarete uğramış gibi değildi. Şen bir kahkaha attı, “Elbette, elbette, hem de bir kereden fazla bulundum,” dedi gülerek. Oysa, Şair’den ayırmadığı tek gözü gülmüyordu. “Nerede bulunmadım ki ben? Tek canımı sıkan, profesöre şizofreninin ne olduğunu sormamış olmam. Eh bunu da ona siz sorarsınız İvan Nikolayeviç!”
“Adımı nereden biliyorsunuz!”
“Aman İvan Nikolayeviç, sizi tanımayan mı var?” Cebinden bir önceki günün Literaturnaya Gazeta’sını çıkardı. İvan Nikolayeviç, birinci sayfada yazdığı şiirlerin yanında fotoğrafının da yer aldığını görebildi. Oysa bir gün önce onu sevindiren, başarı ve ününün bu elle tutulur belirtisi şimdi hiç hoşuna gitmiyordu.
Yüzü sarararak, “Kusura bakmayın, bizi bir dakika yalnız bırakır mısınız?” dedi. “Dostuma söyleyeceklerim var da.”
“Tabii! Memnuniyetle!” diye bağırdı yabancı. “Ihlamurlar altında insan o kadar rahat eder ki. Hem, acelem de yok.”
Şair, Berlioz’u köşeye çekti, “Dinle Mişa10,” diye fısıldadı. “Bu adam turist murist değil. Casusun biri. Aramıza sızan bir sığınmacı. Kâğıtlarını iste, yoksa kaçar ve…”
Berlioz, kuşkuyla, “Öyle mi dersin,” diye söylendi. İçinden de, “Haklı!” diye geçiriyordu.
Şair, kulağına eğildi.
“Emin ol, aptal numarası yapıp ağzımızdan laf almak istiyor. Rusçasının ne kadar iyi olduğunu görüyorsun!”
Şair, yan gözle yabancıya baktı. Tüymesinden korkuyordu.
“Gel, onu oyalamamız gerek. Yoksa kaçacak.”
Berlioz’un koluna yapışıp onu banka sürükledi.
Ayakta duran yabancının elinde, koyu gri kapaklı bir defter, kâğıdının en iyi cinsten olduğu anlaşılan kalın bir zarf, bir kartvizit vardı.
“Bağışlayın,” dedi, “konuşmanın heyecanıyla kendimi tanıtmayı unuttum gitti. İşte kartım, pasaportum, birtakım incelemelerde bulunmam için Moskova’ya gelmem için yollanan çağrı da bu.”
Yabancı, iki edebiyatçıyı utanç içinde bırakan derin bir bakışla bu anlamlı sözlerin altını çizdi. İkisi de allak bullak olmuştu.
Kendisine uzatılan kâğıtları saygılı bir hareketle iten Berlioz, “Hay aksi şeytan, hepsini duydu…” diye düşündü. Şair, kartvizite yan gözle bakmış, Latin harfleriyle basılmış “Profesör” sözcüğünü ve adamın adının baş harfi “W”yi görmüştü.
Genel Yayın Müdürü, şaşkın şaşkın, “Memnun olduk, memnun olduk!” diyebildi.
Yabancı da, kâğıtlarını el çabukluğuyla yok etti.
Bağlar böylece yeniden kurulunca üç adam banka oturdu.
“Demek, uzman olarak davetlisiniz Profesör?” dedi Berlioz.
“Evet, uzman olarak.”
“Şey… Alman mısınız?” dedi Biezdomni.
Profesör, “Ben mi?” diye sorup bir an durakladı. “Neyse… Evet, öyle isterseniz öyle olsun.”
“Rusçayı çok iyi konuşuyorsunuz,” dedi Biezdomni.
“Ben dil bilirim. Pek çok dili iyi bilirim hem de.”
“Hangi alanda uzmansınız?” diye sordu Berlioz.
“Kara büyü alanında uzmanım.”
Berlioz yerinden sıçrayarak, “Bir bu eksikti!” dedi kendi kendine.
“Buraya kara büyü uzmanı olarak mı çağrıldınız?” diye kekeledi.
“Tabii,” dedi Profesör. “Biliyor musunuz, kısa süre önce Devlet Kütüphanesi’nde, X. yüzyılın ünlü kara büyücüsü Gerberd d’Aurillac’ın gerçek elyazmaları bulundu. Yeryüzünde bu elyazmalarını çözebilecek tek uzman benim.”
İyiden iyiye rahatlayan Berlioz, büyük bir saygıyla, “Haaa! Demek tarihçisiniz?” diye sordu.
“Evet, tarihçiyim,” dedi bilgin. Ardından da, ortada hiçbir neden yokken ekledi: “Ve bu akşam, Patriarşiye Göleti Parkı’nın çevresinde ilginç olaylar olacak!”
Genel Yayın Müdürü ile Şair, yine apışıp kaldılar.
Profesör, yaklaşmaları için onlara işaret etti. İkisi de eğilince fısıldadı: “Bilin ki, İsa gerçekten yaşadı!”
Berlioz hızla doğruldu, biraz zorlama bir gülümsemeyle, “Bakın Profesör,” dedi, “engin bilginize büyük saygımız var. Ama bu konuda izin verirseniz, ayrı görüşlerdeyiz.”
Tuhaf Profesör, “Görüş mörüş söz konusu olamaz,” dedi. “İsa yaşadı, hepsi bu kadar!”
“Ama birkaç kanıt gerekmez mi?” diye atıldı Berlioz.
“Bütün kanıtlar gereksizdir!” diyerek onun sözünü kesti Profesör.
Gizemli bir biçimde dili hiç çalmadan, tatlı bir sesle anlatmaya başladı: “Her şey çok açık. 14 Nisan'da gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında…”
6
. (Rus.) Açılımı, Moskovskaya Assotsiatsiya Literatorov (Moskova Yazarlar Birliği). (Y.N.)
7
. (Rus.) Evsiz. (Y.N.)
8
. Solovets Adaları, Arhangelsk yakınındadır; orada inzivaya çekilmek için bir kale-manastır vardır. (Y.N.)
9
. (Rus.) Bizim Marka. (Y.N.)
10
. (Rus.) Mişa, “Mihail” adının kısaltması. Aile arasında ya da yakın dostlar tarafından kullanılır. (Y.N.)
2
Pontius Pilatus
14 Nisan günü, gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında, süvariler gibi ayak sürüyerek yürüyen, kan kırmızı astarlı koca bir beyaz pelerine bürünmüş bir adam göründü… Bu adam Filistin Valisi Pontius Pilatus’tu. Vali’nin yeryüzünde her şeyden çok nefret ettiği, gülsuyu kokusuydu. Gün ışıdığından beri bu koku peşini bırakmamıştı; bu, kötü geçecek bir günün habercisiydi.
Vali’ye, bahçedeki palmiyeler, servi ağaçları da gül kokuyormuş gibi geliyor, sanki muhafız kıtası askerlerinden yükselen deri ve ter kokusuna da hafif bir gül kokusu karışıyordu.
Vali’yle birlikte Kudüs’e gelen XII. Yıldırım Lejyonu’nun birinci bölüğünün yerleştiği sarayın arka salonlarından hafif bir duman yükseliyor, üst taraçadan avluya doluyordu; bölüğün aşçı yamaklarının sabah kahvaltısını hazırladıklarını gösteren bu acı dumana, şekerli ve inatçı bir gül kokusu karışıyordu.
“Ey tanrılar, tanrılar! Beni böyle cezalandırmanız için ne yaptım size?.. Hiç kuşkum yok, hep o dayanılmaz, önüne geçilmez… Kafamın yarısına işkence eden yarım baş ağrısı… Bu acıya karşı ilaç bulunamadı, kurtuluş yok… Hiç olmazsa başımı oynatmamaya çalışacağım…”
Fıskiyenin yanına, mozaiklerin üstüne çoktan bir koltuk çekmişlerdi. Vali, hiç kimseye bakmadan oturdu; elini, omuz seviyesine kaldırdı. Kâtiplerden biri saygıyla eline bir parşömen sıkıştırdı. Yüzünü buruşturmaktan kendini alamayan Vali göz ucuyla yazıyı okudu, parşömeni kâtibe uzattıktan sonra, güçlükle konuştu:
“Celile’den gelen suçlu mu? Olay, eyalet valisine yansıtıldı mı?”
“Evet efendim,” diye karşılık verdi kâtip.
“Ne oldu?”
“Eyalet valisi karar vermekten vazgeçti, Sanedrin’in11 ölüm cezasının onaylanmasını size bıraktı.”
Vali’nin yanağı biraz titredi, sonra kısık bir sesle emretti:
“Sanığı buraya getirin.”
Derhal, bahçe merdivenlerini tırmanarak avluya giren iki lejyoner, yaklaşık yirmi yedi yaşındaki bir adamı ite kaka valinin koltuğunun karşısına getirdiler. Upuzun, eski, yıpranmış, yırtık bir mavi ceket vardı üstünde; beyaz takkesi alnını çevreleyen ensiz bezle başına tutturulmuştu, elleri arkasına bağlıydı. Sol gözü iyice şişmişti, ağzının yarılan kenarından sızan kan kurumuştu. Vali’ye kuşku ve merakla bakıyordu.
Bir süre susan Vali, tatlı bir sesle Aramca sordu:
“Demek halkı kışkırtıp Kudüs Tapınağı’nı yıktırmak isteyen sensin?”
Vali, bu sözleri söylerken, bir heykel kadar hareketsizdi; yalnızca dudakları hafifçe oynadı; çünkü başını kasıp kavuran cehennem acısının etkisiyle sendelemekten korkuyordu.
Elleri bağlı adam, bir adım ilerleyip konuştu:
“İyi adam, inan ki…”
Hâlâ kaskatı duran, sesini de pek az yükselten Vali, hemen onun sözünü kesti:
“Bana mı iyi adam diyorsun? Yanıldın. Kudüs’te herkes, benim yırtıcı bir canavar olduğumu söylüyor. Söyledikleri de çok doğru.”
Aynı tekdüze sesle ekledi:
“Yüzbaşı Farezehri’ni buraya çağırın.”
Birinci bölüğün komutanı, takma adıyla Farezehri, aslında Yüzbaşı Marcus, Vali’nin önünde çakıldığında sanki taraça büyük bir gölgeyle kaplandı. Farezehri, lejyonun en uzun boylu askerini bir baş geçiyordu. Omuzları öyle genişti ki, neredeyse yeni doğmakta olan güneşi örtüyordu.
Vali, Yüzbaşı’yla Latince konuştu:
“Suçlu, bana ‘iyi adam’ dedi. Kendisini hemen götürüp bana ne denmesi gerektiğini öğretin. Sakat bırakmamaya çalışın yalnız.”
Kıpırdamadan duran Vali’nin dışında herkes, bakışlarıyla, tutukluya peşinden gelmesini işaret eden Farezehri Marcus’u izledi. Gittiği her yerde, genellikle boyundan ötürü gözler takılırdı Farezehri’ne; onu ilk görenler, fazladan, Yüzbaşı’nın yüzünün insan yüzü olmaktan çıktığını da eklerlerdi; yıllar önce burnu, bir Germen’in gürzüyle ezilmişti.
Marcus’un ağır kısa çizmeleri mozaiklerin üstünde şakladı, elleri bağlı adam sessizce onun peşinden yürüdü. Avluya sessizlik çöktü, derin bir sessizlik; bahçedeki güvercinlerin kuğurdamasıyla çeşme fıskiyesinin tatlı sesinden başka gürültü duyulmuyordu.
Vali, yerinden kalkıp başını fıskiyenin altına sokmak, hep öyle kalmak istiyordu. Ama bunun kendisine yararı olmazdı, biliyordu.
Farezehri, bahçeye doğru inerken bronz heykelin önünde nöbet tutan lejyonerlerden birinin kırbacını alıp önemsemez bir hareketle tutuklunun omzuna hafifçe vurdu. Yüzbaşı’nın darbesi hafif ve kayıtsızcaydı, ama elleri bağlı adam, bacakları kesilmişçesine hemen yere yığıldı. Ağzı açık, boğulur gibi çekti havayı ciğerlerine, yüzünde renk kalmadı; gözleri artık anlamsız bakıyordu.
Marcus, sol eliyle adamı yakaladı; boş bir çuvalmış gibi güçlük çekmeden kaldırdı, ayaklarının üstüne dikip genizden gelen bir sesle, Aramca, sözlüklerin kafasını gözünü yararak konuşmaya başladı:
“Romalı Vali’ye sen, ‘Hegemon’12 diyeceksin. Başka şey demeyeceksin. Kıpırdamayacaksın. Beni anladın mı, yoksa seni döveyim mi?”
Tutsak, olduğu yerde sallandı, düşecek gibi oldu, ama kendini toparladı. Yüzü renklendi, soluğu düzeldi, boğuk boğuk konuşmaya koyuldu:
“Anladım. Dövme beni.”
Az sonra yeniden Vali’nin karşısındaydı.
Vali, zayıf, acılı, bir sesle sordu:
“İsim?”
“Benim mi?” diye aceleyle sordu tutuklu.
Her halinde, aklı başında yanıtlar verip karşısındakini kızdırmamak isteği okunuyordu.
Vali, alçak sesle, “Benimki değil herhalde,” dedi. “Kendi adımı biliyorum. Olduğundan aptal görünmeye çalışma. Evet, adını sordum, senin adını.”
“Yeşu,” dedi tutsak, aceleyle.
“Takma adın var mı?”
“Ha-Nozri.”
“Nerelisin?”
“Gamla kentindenim,” dedi, başını sağa çevirip uzaklarda, kuzeyde bir yerde Gamla denen kentin bulunduğu yeri gösterdi.
“Anan baban kim senin?”
“Pek bilmiyorum,” dedi tutuklu, çabucak. “Anamı babamı hatırlamıyorum. Babamın Suriyeli olduğunu söylemişlerdi.”
“Nerede oturuyorsun?”
“Belli bir yerim yok,” diyerek utançla itiraf etti tutuklu. “Durmadan gezerim.”
“Daha kısa da söylenebilir bu. Tek kelimeyle serserisin! Ailen var mı?”
“Kimsem yok. Yeryüzünde tek başımayım.”
“Okudun mu?”
“Evet.”
“Aramcadan başka dil bilir misin?”
“Yunanca bilirim.”
Şiş bir gözkapağı kalktı, acıyla gölgelenen bir göz tutukluya dikildi. Öbür göz kapalıydı. Pilatus, Yunanca, “Demek halkı Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya kışkırtan sensin?” dedi.
Tutuklu, canlanır gibi oldu, gözlerindeki korkulu anlatım silindi, Yunanca, “Ama iyi –yapacağı yanlışlık aklına gelince gözlerinden bir korku parıltısı geçti– ama Hegemon, hayatım boyunca binayı yıkmaya hiçbir zaman niyetlenmedim, kimseyi de böylesine delice bir iş için kışkırtmadım.” Alçak masanın üstüne eğilmiş, suçlunun sözlerini kaydeden kâtibin yüzünde büyük bir şaşkınlık belirdi. Başını kaldırdı, sonra hemen parşömene yöneldi.
“Bayram dolayısıyla, her türden yığınla insan kente akın ediyor. Aralarında sihirbazlar, müneccimler, kâhinler ve katiller var,” dedi Vali, tekdüze bir sesle. “Yalancılar da! Bak işte sen bir yalancısın. Burada yazıyor: ‘Halkı kışkırtıp tapınağı yıktırmak istedi.’ İşte tanıkların söyledikleri.”
“Bu iyi insanlar,” dedi tutuklu, sonra da aceleyle ekledi: “Hegemon… Hiç öğrenim görmemişler. Sözlerimi baştan sona ters anladılar. Ve bu yanlış anlamanın uzaması, artık beni korkutmaya başladı. Hepsi benimle ilgili bir yığın saçmalık yazan adamın yüzünden.”
Bir sessizlik oldu. Bu sefer, iki acılı göz de tutukluyu uzun uzun süzdü.
“Sana son kez söylüyorum; deli rolü yapmaktan vazgeç haydut,” dedi Pilatus, yumuşak bir sesle. “Senin hakkında, pek az yazılı şey var. Ama onlar da asılmana yeter.”
Ateşli bir ikna etme isteğiyle gerilen tutuklu, “Hayır hayır, Hegemon,” dedi. “Peşimden gelen biri var. Durmadan peşimden gelen, teke parşömeni üstüne durmadan yazan biri. Günün birinde yazdıklarına bir göz attım da, ödüm koptu. Parşömene döktüklerinden bir tekini bile söylemedim ben. Ona yalvardım: ‘Yak, Tanrı aşkına bu parşömeni yak,’ dedim. Onu ellerimden parçalarcasına kapıp kaçtı.”
Parmak uçlarıyla şakağına dokunan Pilatus, tiksinmiş gibi, “Kim bu adam?” diye sordu.
Tutuklu olanca iyi niyetiyle, “Matta Levi,” dedi. “Eskiden tahsildardı. İlk olarak ona, Bitinya yolunda, yolun bir incir bahçesi önünde kıvrıldığı noktada rastladım. Kendisiyle konuştum. Önce düşmanca davrandı, sövdü… Daha doğrusu bana köpek diyerek küfrettiğini sandı. (Tutuklu gülümsedi.) Ben, bu hayvanda alçaltıcı bir yan bulamadığımdan, köpek sözüne alınanlara aklım ermez…”
Kâtip yazmayı unutup tutukluyu değil Vali’yi şaşkın şaşkın yan gözle süzdü.
“Yine de,” diye devam etti Yeşu, “beni dinleye dinleye yumuşadı. Sonunda parasını yollara saçıp artık benimle birlikte geleceğini söyledi.”
Bir yarım gülümseme Pilatus’un yanaklarından birini büzdü, sarı dişlerini ortaya çıkardı. Gövdesini kâtibe çevirdi:
“Ey Kudüs!” diye bağırdı. “Duvarlarının arasında daha neler duyacağız? Bir tahsildar, duyuyor musunuz, parasını yollara döküp saçıyor!”
Ne yanıt vereceğini bilemeyen kâtip, en iyisinin, Pilatus’un gülümsemesini taklit etmek olduğunu düşündü.
Yeşu, Matta Levi’nin tuhaf davranışını açıklamak için, “Bana, artık paradan nefret ettiğini söyledi,” dedi. “O günden sonra da yoldaşım oldu.”
Ses çıkarmadan sırıtan Vali, önce tutukluya, sonra, sağa doğru, vadinin dibinde, hipodromdaki atlı heykellerinin üstünde inatla yükselmekte olan güneşe baktı. Birden, midesi bulanmışçasına, en iyisinin bu garip haydutu taraçadan kovmak olduğunu düşündü. İki söz söylemek, “Asın şunu!” demek yeterdi. Fırsattan yararlanıp muhafız kıtasını da gönderir, saraya girer, odadaki ışıkların söndürülmesini emreder, yatağına uzanır, soğuk su ister, acılı bir sesle köpeği Banga’yı çağırır, kendisini avutup bu dayanılmaz baş ağrılarını unutturmasını sağlardı. Vali’nin ağrılar içindeki kafasından, kaçamak ama baştan çıkarıcı “zehir” düşüncesi geçti.
Bulanık bakışlarını tutukluya çevirip sustu, Kudüs’ün bu amansız sabah güneşi altında yüzü yara izleriyle dolu bu suçluyu neden kendisine getirdiklerini, ona başka ne gibi sorular –hem de kimseyi ilgilendirmeyen sorular– sormak gerektiğini acıyla hatırlamaya çalıştı. Boğuk bir sesle, “Matta Levi mi?” dedi, gözlerini kapadı ardından.
“Evet Matta Levi,” diye karşılık verdi, canını acıtan tiz bir ses.
“Peki, çarşıdaki kalabalığa tapınak hakkında neler söyledin?”
Kulaklarına gelen ses dayanılır gibi değildi, Pilatus şakaklarının çatlayacağını sandı.
“Hegemon,” dedi ses bu kez. “Eski inanç tapınağının yıkılacağını, yerine gerçeğin yeni tapınağının yükseleceğini söyledim. Sözlerimin iyi anlaşılması için böyle konuştum.”
“Peki serseri, çarşıya gidip gerçekten, yani hakkında hiçbir şey bilmediğin kavramdan halka söz edip kafaları bulandırmak sana mı kaldı? Gerçek dediğin nedir, ha?”
“Tanrılar!” diye düşündü o an Vali. “Yasal yönden hiçbir önemi olmayan sorular soruyorum şuna… Artık aklım bana ihanet etmeye başladı…” Kara bir sıvıyla dolu kupanın görüntüsü belirdi yine kafasında. “Zehir! Bana zehir verin…”
Sesi duydu yine:
“Gerçek, her şeyden önce başının ağrımasıdır. Öyle ki, korkakça ölümü düşünüyorsun. Benimle tartışacak gücün kalmadığı gibi, bana bakmak bile zor geliyor sana. Şu an, senin celladınım, hiç istemediğim halde. Bu beni üzüyor. Herhangi bir şeyi düşünecek halde değilsin. Bütün düşüncen, görünürde bağlandığın tek yaratık olan köpeğinin yanına gitmek. Ama dertlerin şimdi geçecek, başın artık ağrımayacak.”
Kâtibin kalemi havada kaldı, gözlerini fal taşı gibi açıp tutukluya baktı.
Pilatus, acılı bakışlarını tutukluya çevirdi. Güneşin hipodromun üstünde yükseldiğini, ışınlarından birinin avluya süzülüp Yeşu’nun topuğu aşınmış sandaletlerine doğru ilerlediğini, Yeşu’nun da gölgeye sığınmak için güneşten kaçtığını gördü.
Vali yerinden kalktı, başını ellerinin arasında sıktı. Tüysüz ve sarımtırak yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi. Ama büyük bir irade gücüyle bu belirtiyi yok edip yerine oturdu.
Tutuklu, konuşmasına devam ediyordu; ama kâtip bir şey yazmaz olmuştu. Kaz gibi boynunu uzatmış, tek sözcük bile kaçırmamaya bakıyordu.
Pilatus’a iyilik dolu bir ifadeyle bakan tutuklu, “İşte,” dedi, “bitti artık. Çok mutluyum. Hegemon, bir süre için saraydan çıkıp çevrede dolaşmanı, hiç değilse Zeytinlik Dağı’ndaki bahçelerde gezinmeni öğütlerim. Fırtına daha sonra… –tutuklu, gözlerini kırpıştırarak güneşe baktı– …akşama doğru patlar ancak. Bu gezinti sana iyi gelir, ben de seninle gelirdim. Kafamda, seni ilgilendireceğini sandığım birtakım yeni düşünceler var; akıllı bir adama benziyorsun, sana hepsini anlatırdım.”
Kâtibin yüzü sapsarı kesildi, parşömen tomarı elinden düştü.
Hiçbir şeyden çekinmediği anlaşılan elleri bağlı adam, “İşin kötüsü,” dedi, “çok içine kapanık yaşıyorsun. İnsanlara güvenini de yitirmişsin, kabul et kesinlikle. İnsan, bütün sevgisini köpeğine veremez, kabul et. Hayatın çok yoksul Hegemon.”
Bu sözlerden sonra, adam bir de gülümsedi. Kâtibin tek düşüncesi vardı: kulaklarına inanmak ya da inanmamak. İnanmaktan başka yolu da yoktu. Bunun üzerine, tutuklunun inanılmaz gözüpekliği karşısında, çabucak öfkelenen Vali’nin kızgınlığının ulaşabileceği akıl almaz boyutları hayal etmeye çalıştı. Kâtip, Vali’yi çok iyi tanımasına karşın, kızgınlığının nereye varabileceğini kestiremedi.
Ve Latince konuşan Vali’nin bezgin, boğuk sesi yeniden duyuldu:
“Ellerini çözün.”
Muhafızlardan biri mızrağını yere vurup yanındakine verdi, ardından yaklaşıp tutuklunun bağlarını çözdü. Kâtip, parşömen tomarını toparladı, yeni bir emre kadar hiçbir şey yazmamaya ve hiçbir şeye şaşırmamaya karar verdi.
Pilatus, Yunanca, “İtiraf et,” dedi hafiften. “Sen büyük bir doktorsun.”
Büzüşmüş, şişip kızarmış ellerini büyük bir zevkle ovuşturan tutuklu, “Hayır, Vali,” dedi. “Doktor değilim.”
Kaşlarını çatan Pilatus tutukluyu süzdü. Bakışlarını gölgeleyen sis kaybolmuştu; o bildik kıvılcımlar görünmüştü yeniden.
“Hem,” dedi, Pilatus, “sormadım sana… Latince de biliyor musun?”
“Evet, biliyorum,” diye karşılık verdi tutuklu.
Pilatus’un solan yanakları renklendi, Latince sordu:
“Köpeğimi çağırmak istediğimi nereden anladın?”
Tutuklu, aynı dilde karşılık verdi:
“Çok basit. Okşamak ister gibi gezdirdin elini havada –Pilatus’un hareketini yineledi– ve dudakların…”
“Peki, anladık,” dedi Pilatus.
Sustular. Pilatus Yunanca sordu:
“Demek doktorsun?”
“Hayır, hayır,” dedi tutuklu aceleyle. “İnan bana doktor değilim.”
“Peki, bu konuda bir şey söylemek istemiyorsan söyleme, sakla sırrını. Senin işinle hiçbir ilgisi yok. Demek halkı, tapınağı yıkmaya kışkırtmadığını söylüyorsun yine… Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya ya da herhangi bir şekilde yok etmeye de kışkırtmadın ya?”
“Tekrar ediyorum Hegemon, kimseyi böyle şeyler yapmaya zorlamadım. Kafadan sakat birine benziyor muyum sizce?”
Vali, ürkütücü bir gülümsemeyle ama tatlı bir sesle, “Yok yok,” dedi. “Kafadan sakat biri olmadığın belli. Bütün bunların yalan olduğuna yemin et.”
Ellerinin bağı çözülen adam, büyük bir hevesle, “Neyin üstüne yemin etmemi istiyorsun?” diye sordu.
“Şey, örneğin hayatın üzerine,” dedi Vali, “hem tam sırası, çünkü hayatın pamuk ipliğine bağlı şu anda. Bunu bilmelisin!”
“Bu ipliğin ucunun elinde olduğunu mu sanıyorsun?” diye sordu tutuklu. “Sanıyorsan çok yanılırsın.”
Pilatus irkildi, dişlerinin arasından, “Bu ipliği kesebilirim,” diye mırıldandı.
Güneşten korunmak için ellerini yüzüne siper eden tutuklu, aydınlık bir gülümsemeyle, “Yanılıyorsun,” dedi. “Bu ipliği kim taktıysa onun koparacağını kabul edersin sanırım.”
“Tamam, tamam,” dedi Pilatus gülümseyerek. “Kudüslü salakların, senin izinden gitmeleri artık beni şaşırtmıyor. Dilini de kimin taktığını bilmiyorum ama bir karış dışarıda. Hem, Kudüs’e Altın Kapı'dan13 eşek sırtında, arkadan da haykırarak seni peygamber diye karşılayan bir kalabalıkla girdiğin doğru mu?” diye sordu Vali, parşömen tomarını göstererek.
Tutuklu, Pilatus’a şaşkınlıkla baktı.
“Hiç eşeğim olmadı, Hegemon,” dedi. “Kudüs’e Altın Kapı’dan girdiğim doğru, ama yürüyerek ve yanımda Matta Levi’den başkası bulunmadan. Hem bağıran da olmadı, çünkü o sırada Kudüs’te beni tanıyan yoktu.”
Pilatus, gözlerini tutukludan ayırmadan devam etti:
“Dismas, Hestas, bir de Barabbas adlı kişileri tanıyor musun?”
“Bu iyi insanları tanımam,” dedi tutuklu.
“Doğru mu?”
“Doğru.”
“Şimdi söyle bakalım; neden boyuna ‘iyi insan’ deyimini kullanıyorsun? Herkese böyle mi dersin?”
“Evet, herkese,” dedi tutuklu. “Yeryüzünde kötü insan yoktur.”
Pilatus, gülerek, “Bunu ilk kez duyuyorum,” dedi. “Ama belki hayatı yeterince tanımamışımdır.”
Kâtip yazmaktan çoktan vazgeçtiği halde, ona dönüp devam etti: “Bütün bunları not etmek gereksiz.”
Sonra tutukluya, “Hiç kuşkusuz, Yunanca bir kitapta okudun bunu,” dedi.
“Hayır, kendim buldum.”
“Vaaz verir misin?”
“Evet.”
“Peki, Farezehri dedikleri Yüzbaşı Marcus da iyi bir insan mı?”
“Evet,” diye karşılık verdi tutuklu. “Mutsuz biri olduğuna kuşku yok. İyi insanların yüzünü yaralamasından sonra, katı ve insafsız olmuş. Onu kimin bu hale soktuğunu bilmek ilginç olur.”
“Sana seve seve söylerim bunu,” dedi Pilatus. “Çünkü olaya tanık oldum. İyi insanlar –Germenler– kurda saldıran köpekler gibi üstüne üşüştüler. Kollarına, bacaklarına yapıştılar. Bağlı olduğu piyade tümeni tuzağa düşmüştü. Komuta ettiğim süvari birliği yan taraftan düşmanı yarmayı başaramasaydı, Farezehri’yle konuşma fırsatını bulamayacaktın filozof. Bakireler Vadisi’nde, İdistavisus Meydan Savaşı sırasında oldu anlattığım.”
Dalıp giden tutuklu, “Kendisiyle uzun uzun konuşmak fırsatını bulabilirsem, tepeden tırnağa değişeceğinden eminim,” dedi.
“Subay ya da askerlerinden biriyle konuşman lejyon komutanının hoşuna gitmez sanırım,” dedi Pilatus. “Hem böyle bir konuşmanın yapılmaması herkesin yararınadır; buna ben engel olurum en başta.”
O an, bir kırlangıç rüzgâr gibi avluya girdi. Yaldızlı tavana yakın bir çember çizip alçaldı, kanadının sivri ucuyla yuvasındaki tunç heykelin yüzüne dokundu, bir sütun başlığının ardına gizlendi. Oraya yuva yapmak niyetindeydi anlaşılan.
Kırlangıç avluda uçarken Vali’nin hafifleyip açılan kafasında bir çözüm yolu belirmişti: Hegemon, serseri filozof Yeşu’nun, takma adıyla Ha-Nozri’nin durumunu inceledi, hiçbir suç bulamadı. Özellikle, Yeşu’nun davranışlarıyla kısa süre önce Kudüs’te görülen karışıklıklar arasında hiçbir bağlantı saptayamadı. Serseri filozof bir akıl hastası izlenimi bırakmıştı üzerinde; bunun sonucunda da Sanedrin’in Ha-Nozri için verdiği ölüm cezasını onaylamadı. Ama hayalci, akıl almaz söylevlerinin Kudüs’te karışıklıklara neden olabileceğini düşünen Vali, Yeşu’yu Kudüs’ten sürdü ve Akdeniz kıyısındaki Kesari’de Vali’nin oturduğu kente hapsedilmesine karar verildi.
Geriye yalnızca, bütün bunları kâtibe yazdırmak kalıyordu.
Kanat hışırtısı, Hegemon’un başının tam üstünden geçti; kırlangıç kendini çeşmenin yalağına attı, sonra da havalanıp uçtu gitti. Vali, yanında ışıltılı bir toz sütunu yükselen tutukluya yöneltti bakışlarını.
“Bunun hakkında başka bir şey var mı?” diye sordu kâtibine.
Pilatus’a başka bir parşömen uzatan kâtip beklenmedik bir yanıt verdi:
“Ne yazık ki hayır.”
Parşömene göz atar atmaz, Vali’nin yüzündeki değişim belirginleşti. Başına kara kan mı çıkmıştı, yoksa başka bir olay mı meydana gelmişti, anlaşılamadı. Solgun derisi koyu bir renk aldı, bir an gözleri kayboldu sanki.
Herhalde başına çıkıp şakaklarını döven kanın etkisiyle olacak, Vali’nin garip bir şekilde görüşü bulandı. Tutuklunun başının havaya karışıp kaybolduğunu, yerine başka bir baş geldiğini görür gibi oldu. Bu çıplak başa, çiçeklerle süslü altın bir taç takılmıştı. Alnındaki yuvarlak yaraya sürülen merhem, derisini kemiriyordu. Ağzı sarkık ve dişsizdi; altdudağı şımarıkça büzülerek sarkmıştı. Pilatus, tıpkı uzakta, sarayın altında kalan Kudüs’ün damları gibi avlunun pembe sütunlarının yok olduğunu sandı. Sanki bütün çevre Capri bahçeleri gibi yeşilliklere bürünmüştü. Kulağında da bir tuhaflık vardı: Uzaktan zayıf, ürkütücü bir boru sesi duyar gibiydi. Genizden gelen bir ses, hecelere küstahça basarak boru sesini bastırıyor, “Hükümdara hakaret suçuyla ilgili yasa…” diyordu.
Uçucu, tuhaf, bağlantısız düşünceler. “Hapı yuttum!..” Sonra: “Hapı yuttular!..” Aralarında, nereden geldiği belli olmayan bir ölümsüzlük düşüncesi… Nedendir bilinmez, bu ölümsüzlük düşüncesi Pilatus’un kafasında dayanılmaz bir kuşku yarattı.
Vali, bütün gücüyle bu görüntüyü silerek bakışlarını avluya çevirdi. Tutukluyla göz göze geldi. Tehditle bir çeşit korkunun birbirine karıştığı garip bakışları Yeşu’nun üzerindeydi.
“Dinle, Ha-Nozri,” dedi. “Bir ara, Büyük Caesar’la ilgili şeyler söyledin mi? Yanıt ver! Ne dedin? Ya da… Hiç… Hiçbir şey söylemedin mi?”
Pilatus, bu tür sorgularda âdet olmadığı halde “hiç” sözü üzerinde fazlaca durdu. Yeşu’ya bakışlarıyla bir şey anlatmak ister gibiydi.
“Gerçeği söylemek kolay ve hoş bir şey,” dedi tutuklu. Pilatus, hırsından boğulacak gibi oldu.
“Gerçeği söylemenin hoşuna gidip gitmediği bana vız gelir. Nasıl olursa olsun, gerçeği söylemen gerek. Ama kaçınılmaz değil, aynı zamanda korkunç acılar veren bir ölüm istemiyorsan sözlerini iyice tart.”
Filistin Valisi’ne ne olduğunu kimse bilemeyecekti, ama gözlerini güneş ışınlarından korumak istercesine elini kaldırdı, bu perdenin altından tutukluya anlamlı, hatta imalı bir bakış fırlattı.
“Şimdi söyle bakalım,” dedi, “Filistin’in Kiryat ilinden Yahuda diye birini tanıyor musun? Caesar’la ilgili bir şey söyledinse ne dedin ona?”
Tutuklu, iyi niyetle söze başladı:
“Şöyle oldu: Önceki gün, tapınağın yakınında, Kiryat ilinde doğup büyümüş, Yahuda adında bir gençle tanıştım. Beni, aşağı kentteki evine çağırdı, bana yiyecek içecek sundu…”
“İyi bir insan mı?” diye sordu Pilatus, şeytanca bir parıltı gözlerinde yanarken.
“Çok iyi, her şeye meraklı bir insan,” diye onu doğruladı tutuklu. “Düşüncelerime büyük ilgi gösterdi, beni çok iyi ağırladı…”
Pilatus, dişlerinin arasında tutuklunun ses tonuyla, “Meşaleler de yaktı…” dedi. Bunu söylerken gözleri büyümüştü.
Vali’nin, ayrıntılı olarak her şeyi bilmesine şaşan Yeşu, “Evet,” dedi, “iktidar konusundaki görüşümü de sordu. Bu sorun, onu her şeyden çok ilgilendiriyormuş.”
“Sen ne dedin? Ya da, ne dediğini unuttuğunu söyleyeceksin bana.”
Sesinden, Pilatus’un umutlarının kırıldığı belliydi.
“En önemli sözlerim şunlardı,” dedi tutuklu. “Bir kere, her iktidarın insanlar üzerinde baskı yaptığını belirttim, bir gün ne Caesar’ların ne başkalarının iktidarı kalır, dedim. İnsanoğlu, gerçeğin ve adaletin egemen olduğu bir düzene kavuşur; o zaman hiçbir iktidarın gereği kalmaz.”
“Sonra?”
“Sonrası yok,” dedi tutuklu, “hepsi bu kadar. O sırada birtakım insanlar koşup geldiler, beni bağlayıp cezaevine götürdüler.”
Tek bir söz bile kaçırmamaya bakan kâtip, söylenenleri hızla parşömene geçiriyordu.
Pilatus, birden yükselip uzaklara yayılan kırık ve hasta sesiyle haykırdı:
“Yeryüzünde, İmparator Tiberius’un iktidarı kadar büyük, halk için yararlı bir iktidar olmamıştır, olmayacaktır da!”
Vali, nedendir bilinmez, kâtibiyle muhafızlara nefretle baktı.
“Onu yargılamak sana düşmez, çılgın cani,” diye devam etti. Sonra birden haykırdı: “Muhafızlar, dışarı!” Sonra kâtibe döndü: “Beni suçluyla yalnız bırakın; önemli bir devlet sırrı söz konusu.”
Askerler mızraklarını kaldırdılar, altı demirli pabuçlarını düzenli biçimde yere vurarak kâtibin önü sıra, bahçeye indiler.
Bir anlık sessizliği, fıskiyenin mırıltısından başka bozan bir şey yoktu. Pilatus, suyun borudan çıkar çıkmaz yayvan bir kâsedeymiş gibi yayıldığını, sonra yalağın kıyısından incecik zerreler halinde aşağı döküldüğünü görüyordu.
İlk konuşan tutuklu oldu:
“Kiryatlı gence söylediklerim yüzünden kötü şeyler olduğunu görüyorum Hegemon; içimde, başına bir felaket gelecekmiş gibi bir duygu var; ona çok acıyorum.”
Vali, tuhaf bir gülüşle, “Yeryüzünde, Yahuda İskariyot’tan daha çok acıman gereken biri olduğunu sanıyorum,” dedi. “Bu kişinin başına Yahuda’nınkinin bin beteri gelecek!.. Demek sana göre, duygusuz ve kararlı bir cellat olan Farezehri Marcus, gördüğüm kadarıyla sözlerinden ötürü seni dövenler –Vali, Yeşu’nun yara bere içindeki yüzünü gösterdi– suç ortaklarıyla birlikte dört askeri öldüren katil Dismas ve Hestas ve son olarak hain Yahuda iyi adamlar?”
“Evet,” diye yanıtladı tutuklu.
“Ve gerçeğin iktidarı bir gün gelecek.”
“Gelecek, Hegemon,” dedi Yeşu, inançla.
“Asla! Asla gelmeyecek!” diye Pilatus ansızın öylesine korkunç bir sesle bağırdı ki, Yeşu geriledi. Yıllar önce, Bakireler Vadisi’nde Pilatus aynı sesle süvarilerine gürlemişti: “Kılıçtan geçirin! Hepsini kılıçtan geçirin! Dev Farezehri’ni yakaladılar!”
Sayısız komutlarla kısılan sesini büsbütün yükseltti, bahçeden duyulması için bütün gücüyle böğürmüştü:
“Cani! Cani! Cani!”
Sonra sesini alçaltıp sordu:
“Yeşu Ha-Nozri, inandığın tanrılar var mı?”
“Bir tek Tanrı var,” karşılığını verdi Yeşu. “Ona inanırım.”
“Öyleyse dua et! Bütün gücünle yakar ona! Hem –Pilatus’un sesi iyiden iyiye alçaldı– yakarmaların da bir işe yaramayacak.” Ansızın, nedenini bilmeden ve ne olduğunu anlamadan, üzüntüyle sordu:
“Evli değil misin?”
“Hayır, yalnızım!”
“İğrenç kent!” diye homurdandı Vali.
Birden üşümüşçesine omuzları ürperdi, ellerini yıkıyormuşçasına ovuşturdu.
“Bu Yahuda İskariyot’a rastlamadan önce seni boğazlasalardı daha iyi olurdu.”
Tutuklu, sesinde bir kuşkuyla, beklenmedik bir şekilde sordu:
“Beni bıraksan ne olur, Hegemon. Beni öldürmek istediklerinin farkındayım.”
Vali’nin yüzü gölgelendi, akları kızıl çizgilerle dolan ateşli gözlerini Yeşu’nun yüzüne kaldırdı.
“Bir Romalı vali, senin söylediklerini söyleyen insanı bırakır mı sanıyorsun mutsuz adam? Ey tanrılar, tanrılar! Yoksa yerini almaya hazır olduğumu mu sandın? Düşüncelerini paylaşmıyorum. Şimdi beni dinle: Şu dakikadan sonra bir tek söz söylerken bile, kiminle olursa olsun, konuşurken bile, çok dikkatli ol! Bak, yine söylüyorum: Dikkatli ol!”
“Hegemon…”
“Sus!” diye bağırdı Pilatus. Bakışlarıyla, yeniden sütunların arasına süzülen kırlangıcı izleyerek bağırdı: “Herkes toplansın!”
Kâtiple muhafız kıtası yerlerini alınca Pilatus Sanedrin tarafından sanık Yeşu Ha-Nozri hakkında verilen ölüm cezasını değiştirdiğini açıkladı. Kâtip, Pilatus’un sözlerini parşömene geçirdi.
Bir dakika sonra, Farezehri Marcus, Vali’nin önünde dikiliyordu. Vali, Marcus’a, caniyi gizli polis şefine teslim etmesini bildirdi. Aynı zamanda şefe, Yeşu Ha-Nozri’nin öbür tutuklulardan uzak tutulması tembihlenecek, gizli polis görevlileri Yeşu’yla tek söz konuşamayacaklar, bir tek sorusuna bile karşılık vermeyeceklerdi. Tersini yapan, ağır cezalara çarptırılacaktı.
Marcus’un bir işaretiyle muhafızlar, Yeşu’nun çevresini sarıp taraçadan dışarı sürüklediler.
Ardından, sarı sakallı, yakışıklı bir adam, Vali’nin karşısına çıktı. Tolgasının tepesini kartal kanatları süslüyor, göğsünde aslan kafaları parıldıyordu. Kılıcının kayışı altın kaplamaydı. Ayaklarına, dizlerine kadar bağlı, üç kat tabanlı ayakkabılar geçirmiş, sol omzuna kıpkırmızı bir pelerin atmıştı. Lejyon komutanıydı bu adam.
Vali, adama, yedek birliğin yerini sordu. Lejyon komutanı, askerlerinin hipodrom önünde, canilere verilen cezaların halka açıklandığı meydanda nöbet beklediklerini söyledi.
Vali, lejyon komutanına, bu birlikten iki bölük ayırmasını bildirdi. Farezehri komutasındaki birinci bölük, suçluları, işkence aletlerini ve cellatları Çıplaktepe’ye14 kadar taşıyacak arabaları koruyacak, tepeyi tutacak; ikinci bölük ise hemen hareket ederek tepenin eteklerinde nöbet tutacaktı. Gene, tepenin çevresini korumak için, Vali, lejyon komutanından, takviye olarak yedek bir süvari alayının gönderilmesini istedi.
Lejyon komutanı taraçadan ayrılınca Vali kâtibine, Sanedrin başkanıyla iki üyesinin ve tapınak muhafızları komutanının hemen saraya getirilmesini emretti. Ancak, toplantıdan önce başkanla baş başa görüşebilmesini sağlayacak biçimde durumu ayarlamasını da rica etti.
Vali’nin emirleri, noktası noktasına ve çabucak yerine getirildi. Kudüs sokaklarını alışılmadık bir sıcaklıkla kasıp kavuran güneş doruğa varmadan bahçenin üst taraçasında, merdivenleri koruyan iki mermer aslanın yanında Vali ile o sıralar Sanedrin başkanlığı görevini yapan, Yuda Hahambaşı Yusuf Kayafa karşılaştılar.
Bahçe sessiz ve sakindi. Ama avluyu geçip fil bacaklarını andıran kalın gövdeleriyle palmiyelerin, asma köprülerin, kalelerin ve özellikle üzerine dam niyetine yaldızlı ejderha derisinin konulduğu o anlatılmaz mermer blokunun –Kudüs Tapınağı– bulunduğu iğrenç kenti, Kudüs’ü ayakları altına seren bahçenin üst taraçasında Vali’nin kulağı, alt taraçaları kentin meydanlarından ayıran taş duvardan yükselen, zaman zaman zayıf ve incecik iniltilerle haykırışlara karışan boğuk uğultuyu seçebiliyordu.
Kentin sahne olduğu son kargaşalıklarla baş edilmez hale gelen Kudüs halkının büyük çoğunluğunun meydanda toplandığını, sakaların can sıkıcı bağırtıları arasında sabırsızlıkla kararın açıklanmasını beklediğini anladı Vali.
Pilatus, dayanılmaz sıcaktan korunmak için Hahambaşı’nı kapalı taraçaya çağırmakla işe başladı. Kayafa, terbiyelice özür diledi, bayram arifesinde olduklarından çağrıyı kabul edemeyeceğini söyledi. Pilatus, kukuletasını yeni yeni saçları dökülen başına örttü. Konuşma başladı. Yunanca konuşuyorlardı.
Pilatus, Yeşu Ha-Nozri olayını incelediğini, sonunda da ölüm cezasını onayladığını bildirdi.
Böylece ölüm cezası –cezaların o gün yerine getirilmesi gerekiyordu– öbür üç caniye, Dismas, Hestas ve Barabbas’a, bir de Yeşu Ha-Nozri’ye uygulanacaktı. Halkı, Caesar’a karşı ayaklanmaya kışkırtmayı düşünen ilk ikisi, Roma yönetimince elde silahla yakalanmışlardı. Bunların durumlarıyla ilgili karar yalnız Vali’yi ilgilendiriyordu, burada tartışma konusu olamazdı. Öbür ikisi –Barabbas ile Ha-Nozri– yerel yönetimce yakalanmıştı; Sanedrin onları yargılamıştı. Yasalar ve teamül gereğince, o gün başlayan Hamursuz Bayramı şerefine birinin bağışlanması gerekirdi. Vali, Sanedrin’in, iki suçludan hangisini salıvermeye niyetli olduğunu anlamaya çalışıyordu: Barabbas’ı mı, yoksa Ha-Nozri’yi mi?
Kayafa, açıkça anladığını belirtircesine başını eğip karşılık verdi:
“Sanedrin, Barabbas’ın bırakılmasını istiyor.”
Hahambaşı’nın bu yanıtı vereceğini Vali çok iyi biliyordu. Ama görevi, bu yanıtın kendisini şaşırttığını göstermekti.
Pilatus, büyük bir ustalık gösterdi. Kurumlu yüzünü süsleyen kaşları kalktı, gözlerinde bir şaşkınlık belirtisiyle, Hahambaşı’nın gözlerinin içine baktı. Hafifçe, “Bu yanıtın beni çok şaşırttığını belirtmeliyim,” dedi. “Korkarım bu konuda bir yanlış anlama var.”
Pilatus ayrıntılı bir açıklama yaptı. Roma iktidarı, yerel dinî iktidarın yetkilerine, azıcık da olsa karışmaktan çekinirdi. Hahambaşı da bu gerçeği çok iyi bilirdi. Bu durumda ortada açık bir yanılgı vardı. Bu yanılgının düzeltilmesi de açıkça Roma iktidarını ilgilendirmekteydi.
Oysa çok iyi bilinen bir şey vardı: Barabbas ile Ha-Nozri’nin suçları, ağırlık yönünden kıyaslanamazdı bile. Bu sonuncu –deli olduğu açıkça anlaşılan biri– Kudüs’te ve başka yerlerde halkı kışkırtıcı ahmakça söylevler vermekle suçlanıyorsa da birinciye yüklenen suçlar çok daha ağırdı. Doğrudan doğruya halkı ayaklanmaya itmesinin dışında, kendisini tutuklamaya çalışan bir muhafızı da öldürmüştü. Barabbas, Ha-Nozri’yle kıyaslanmayacak kadar tehlikeliydi.
Vali açıkça ortaya konan gerçekleri göz önünde tutarak Hahambaşı’dan kararı yeniden gözden geçirmesini; iki mahkûmdan daha az zararlı olanını bırakmasını istiyordu. Hiç kuşku yok, daha az zararlı olan da Ha-Nozri’ydi.
Kayafa, sakin, ama kesin bir dille yanıtını bildirdi. Olayla ilgili bütün kanıtları büyük bir dikkatle gözden geçiren Sanedrin, niyetinin Barabbas’ı salıvermek olduğunu bir kere daha belirtiyordu.
“Nasıl? Benim aracılığımdan sonra bile mi? Ağzından Roma yönetiminin konuştuğu kişinin aracılığından sonra da mı? Hahambaşı, üçüncü bir kez daha söyler misin?”
“Üçüncü kez, Barabbas’ı bırakacağımızı belirtirim,” dedi Kayafa tatlılıkla.
Her şey bitmişti, söylenecek bir şey yoktu. Ha-Nozri, bir daha görünmemecesine kaybolacaktı; Vali’nin amansız, dayanılmaz acılarını dindirecek kimse kalmayacak, bu acılardan kurtulmak için ölümden başka yol bulunamayacaktı. Ama şu sıra Pilatus’u allak bullak eden bu düşünceler değildi. Sütunlu avluda, az önce duyduğu anlaşılmaz korku yeniden üstüne çökmeye başlamış, bütün varlığı bununla kaplanmıştı. Korkusunun nedenini bulmaya çalıştı; bulduğu açıklama çok tuhaf geldi Vali’ye: Mahkûmla konuşması sırasında her şeyi söylememiş ya da her şeyi duymamış olduğuna dair belirsiz bir duygu vardı içinde.
Pilatus, bu düşünceyi kafasından attı, düşünce geldiği gibi bir anda uçtu gitti. Gitti ama, nedenini bilmediği korku olduğu yere çöreklendi. Şu çok kısa süren ve bir an kendini gösterip kaybolan öbür düşünce, duyduğu korkunun açıklaması sayılabilir miydi: “Ölümsüzlük geldi çattı…” Kimin ölümsüzlüğü? Vali sorunun yanıtını veremedi, ama bu ölümsüzlük düşüncesi kızgın güneşin altında onu üşüttü, ürpertti.
“Peki,” dedi Pilatus. “Öyle olsun.”
Bakışlarını, kendisini çevreleyen dış dünyada gezdirince, meydana gelmiş olan değişiklik karşısında şaşırdı. Dalları gül dolu çalılık kaybolmuştu; tıpkı üst taraçanın kıyısını süsleyen serviler, narağacı, yemyeşil yuvasındaki beyaz heykel ve yeşilliğin kendisi gibi. Bütün bunların yerinde lal rengi bir yoğunluk yüzüyor, içinde yosunlar dalgalanıyor, yosunların arasında da Pilatus’un kendisi çırpınıyordu. Korkunç bir kızgınlıkla, bir şey yapamamanın kızgınlığıyla sürüklendiğini, boğulduğunu, yandığını hissediyordu.
“Boğuluyorum,” diye söylendi Pilatus. “Boğuluyorum!”
Nemli, buz gibi eliyle pelerininin yakasını birleştiren kopçayı çözdü, pelerin yere düştü.
Gözlerini, Vali’nin kıpkırmızı kesilen yüzünden ayırmayan ve kendisini bekleyen dertlerin hepsini kestiren Kayafa, “Evet,” dedi, “hava çok sıkıntılı. Bir yerlerde fırtına çıkmış. Bu yıl nisan ne korkunç!”
“Hayır,” dedi Pilatus. “Hava sıkıntılı olduğu için boğulmuyorum. Senin yüzünden boğuluyorum Kayafa.”
Gözleri iki yarığa dönen Pilatus gülümseyerek ekledi:
“Kendine dikkat et, Hahambaşı.”
Hahambaşı’nın kara gözleri parıldadı, Vali’den aşağı kalmayan bir sanatla yüzüne tam bir şaşkınlık belirtisi konduruverdi. Ağır ağır, gurur dolu bir sesle, “Neler duyuyorum Vali?” dedi. “Verdiğim karardan, hem elinle onayladığın bir karardan ötürü bana gözdağı veriyorsun. Böyle şey görülmüş mü? Biz, Roma valisinin, bir şey söylemeden önce ağzından çıkacakları ölçüp biçmesine alışkındık. Ya biri konuştuklarımızı duysaydı, Hegemon?”
Pilatus, Hahambaşı’na ölgün bir bakış fırlattı, sahte bir gülümsemeyle dudaklarını büzüp, “Hadi canım,” dedi. “Neler söylüyorsun sen de Hahambaşı; burada, kim duyabilir bizi? Bugün işkenceden geçirilecek o kafadan kontak serseriye benziyor muyum ben? Çocuk muyum Kayafa? Ne dediğimi, nerede konuştuğumu bilirim. Bahçe muhafızlarla korunuyor, saray da. Öyle ki, bir sıçan bile giremez içeri. Yalnız sıçan değil, şu… Neydi adı… Kiryatlı mı ne? Hem, onu tanıyor musun sen Hahambaşı? Evet… Böyle biri saraya girse, çok, çok pişman olur. Bundan kuşkun yok ya? Bugünden sonra, rahat etmeyeceğini iyi bil Hahambaşı. Ne sana rahat var, ne halkına –Pilatus uzakta, tapınağın alev alev yandığı tepeyi gösterdi– bunu da söyleyen benim, ben Pontius Pilatus, ben, altın mızraklı şövalye.”
Kara sakallı Kayafa, büyük bir gözüpeklikle, “Biliyorum, biliyorum,” diye karşılık verdi; gözleri parladı. Parmağını gökyüzüne uzatıp, “Yahudi halkı, kendilerinden amansızca nefret ettiğini, hepsine büyük acılar çektireceğini biliyor. Ama asla onların kökünü kazıyamayacaksın! Tanrı onu korusun! Bizi dinliyor, mutlak hâkim Caesar bizi dinliyor ve cellat Pilatus’tan bizi koruyor!”
“Hayır!” diye haykırdı Pilatus; ağzından her çıkan söz, artık ona yeni bir rahatlama getiriyordu; yapmacık davranışlara başvurmuyordu, sözlerini seçmek zorunda değildi. “Benden çok şikâyet ederdin Caesar’a, şimdi sıra bana geldi Kayafa! Bir haberci hemen şimdi yola çıkacak, hem de Antakya lejyon komutanına ya da Roma’ya değil, doğru Capri’ye, imparatora gidecek. Burada, Kudüs’te herkesçe bilinen olayı, asileri nasıl ölümden kurtardığınızı anlatacak. Sizin iyiliğiniz için yapmak istediğimden vazgeçtim, Solomon Göleti’nin sularıyla yıkamayacağım Kudüs’ü. Hayır, suyla yıkanmayacak. Sizin yüzünüzden duvarlardan imparatorluk armasını sökmek zorunda kaldığımı, birliklerin yerlerini değiştirdiğimi, neler çevirdiğinizi anlamak için buraya kadar geldiğimi unutma. Şimdi söyleyeceklerimi de unutma: Kudüs’te büyük bir birlik görmeyeceksin bundan böyle Hahambaşı, hayır! Kentin duvarları dibine koca Fulminatrix lejyonuyla Arap süvarileri gelecek; sen o zaman gör ağlamaları, acılı iniltileri. O zaman Barabbas’ı kurtardığını hatırlayacak, barışçı söylevlerinden ötürü filozofu ölüme gönderdiğin için pişmanlık duyacaksın!”
Hahambaşı’nın yüzü lekelerle kaplandı, gözleri alev saçtı. O da Vali gibi, dişlerini göstererek sırıttı ve cevap verdi: “Şu an söylediklerine inanıyor musun Vali? Hayır, inandığını sanmıyorum. Halkı baştan çıkaran bu adam Kudüs’e, bize barışı getirmiyor. Barışı getirmediğini sen de çok iyi biliyorsun şövalye. Halkı kışkırtması, inancı ayaklar altına alması, halkı Roma’nın kılıcı altına sürüklemesi için onu salıvermek istiyordun. Ama ben, Filistin’in hahambaşıyım, yaşadığım sürece inanca küfrettirmeyecek ve halkı koruyacağım! Duyuyor musun Pilatus?” Kayafa parmağını salladı: “Beni iyi dinle Vali!”
Kayafa sustu ve Vali, yeniden, sanki Büyük Herodes Sarayı’nın bahçe duvarına dalgaların çarpmasından doğan gürültüyü duydu. Arkasından, sarayın iki kanadının ardından kuşkulu boru sesleri, yüzlerce ayağın ağır ağır sürüklenişi, demir şakırtıları geldi. Vali, Roma piyadelerinin emirlerine uyup asiler ve haydutlarca ürkütücü bir olay sayılan idama gitmek üzere yola çıktıklarını anlattı.
Hahambaşı, alçak sesle, “Duyuyor musun Vali!” dedi. –Hahambaşı iki kolunu açınca kukuletası geriye düştü.– “Bütün bunlara o küçük Barabbas haydutunun neden olduğunu mu söyleyeceksin?”
Vali, elinin tersiyle ıslak, soğuk alnını sildi; yere baktı, sonra gözlerini kırpıştırarak gökyüzüne dikip alev alev yanan kürenin tam tepesinde olduğunu, Kayafa’nın iyice ufalan gölgesinin, aslanın kuyruğuna güç eriştiğini gördü. Sakin, kayıtsız bir sesle, “Neredeyse öğlen olacak,” dedi. “Konuşmaya dalıp kendimizden geçtik, oysa devam etmek gerek.”
Vali, dikkatle seçtiği birkaç sözle Hahambaşı’dan özür diledikten sonra manolyaların gölgesinde bir sıraya oturmasını önerdi. Son ve kısa bir görüşme için gerekli kişilerin toplanıp ölüm cezasının uygulanmasıyla ilgili emirleri vermesini gölgede daha rahat bekleyebilirdi.
Kayafa, eli göğsünde, saygıyla eğildi, bahçede kaldı. Pilatus ise üstü kapalı taraçaya döndü. Kendisini bekleyen kâtibe lejyon komutanını, alay komutanını, tapınak muhafızları şefiyle birlikte bahçenin alt yanındaki çeşmeli çardakta oturmuş çağrılmayı bekleyen iki Sanedrin üyesini alıp Kayafa’nın bulunduğu bölüme götürmesini emretti. Kendisinin de birazdan onlara katılacağını söyleyip saraya girdi.
Kâtip gerekli kişileri toplarken Vali, ağır perdelerle korunmuş, insanın güneşten rahatsız olamayacağı bir odada, yüzünü kukuletasıyla yarı yarıya gizleyen biriyle buluşuyordu. Konuşmaları kısa sürdü. Pilatus birkaç şey fısıldadı, adam hemen oradan uzaklaştı. Pilatus, avludan geçerek bahçeye çıktı.
Orada, görmek istediği kişilerin karşısında Vali, tumturaklı ve soğuk bir sesle Yeşu Ha-Nozri’nin ölüm cezasını onayladığını belirttikten sonra Sanedrin üyelerine suçlulardan hangisinin hayatta bırakılmasının doğru olacağını sordu. Barabbas’ın bırakılması gerektiği yanıtını aldı. Bunun üzerine Vali, “Tamam,” dedi ve kâtibine hemen, bunu zapta geçirmesini emretti. Sonra, kâtibin kumların arasında bulduğu süs iğnesini sol avcunda sıkarak, “Vakit geldi!” dedi.
Hemen hepsi iki yanı baş döndürücü kokular salan gül fidanlarından gerçek duvarlarla çevrelenmiş geniş merdivenleri inmeye koyuldular. Her basamak onları sarayın dışına, ucunda Kudüs hipodromunun sütunlarının ve heykellerinin görüldüğü, dümdüz kaldırım taşlarıyla kaplı koca meydana açılan büyük kapılara yaklaştırıyordu.
Meydana vardıklarında her yere egemen geniş taştan sete çıktılar. Pilatus, iyice kıstığı gözkapaklarının arasından çevresine göz gezdirip durumu inceledi.
Geçtikleri yer, sarayla bulundukları taştan seti ayıran bölüm, ıssızdı. Buna karşılık Pilatus, zemini göremiyordu: Meydanı büyük bir kalabalık kaplamıştı. Pilatus’un solunda yedek alayın üç sıra askeri, sağında öteki yedek alayın adamları önlemese kalabalık, seti ve ardındaki boşluğu da kaplayacaktı.
Pilatus, o yararsız süs iğnesini sıkıp gözleri yarı kapalı, sete çıktı. Vali’nin gözlerini kısması, güneşin yakıcılığından korunmak için değildi. Hayır. Nedendir bilinmez, sadece, o anda arkasından sete çıkardıkları suçlu kafilesini görmek istemiyordu.
İnsan dalgasının durup dinlenmeden çarptığı bu kaya parçası üzerinde, kanlı astarlı beyaz pelerini görününce kulaklarına gürültülü bir uğultu çarptı: “Haaaa!..” Uzakta bir yerde, hipodromun oradan doğan bu uğultu birden azaldı. “Beni gördüler,” diye düşündü Vali. Uğultu büsbütün yok olmamıştı, yeniden yükseldi, bir an duraklar gibi oldu, derken ilkinden daha büyük bir bağırtı koptu. Bu ikinci haykırış, dalgaların köpükle süslenmesi gibi, genel gümbürtüde açıkça duyulan ıslık sesleriyle, kadın çığlıklarıyla süslendi. “Suçluları sete çıkardılar,” diye düşündü Pilatus, “Çığlıklar, kalabalığın öne atılıp birkaç kadını çiğnemesi yüzünden kopuyor.”
İçinde birikenleri iyice boşaltmadan yeryüzündeki hiçbir gücün bir kalabalığı susturamayacağını, kalabalığın kendiliğinden de susmayacağını bilerek bir süre bekledi.
Sırası gelince sağ kolunu havaya kaldırdı, böylece son gürültü de bitti.
O zaman Pilatus, ciğerlerini alabildiği kadar yakıcı havayla doldurdu; haykırdığında boğuk sesi binlerce başın üstünden aştı:
“İmparator Caesar adına!..”
Hemen ardından, kulaklar, birkaç kez yinelenen kesik, madenî bir haykırışla doldu: Mızraklarını ve sancaklarını havaya kaldıran alayın askerleri kükrüyordu.
“Yaşa Caesar!”
Pilatus, başını kaldırıp yüzünü güneşe bıraktı. Gözkapaklarının ardında yeşil ışıklar yandı; ateş, beynini kavurdu, kalabalığın üstünde boğuk Aramca heceler uçuştu:
“Cinayet, halkı ayaklandırmaya kalkışma ve inançla yasalara hakaret suçlarından Kudüs’te yakalanan dört cani, alçaltıcı, çarmıha gerilme cezasına çarptırılmışlardır. Ceza hemen Çıplaktepe’de yerine getirilecektir. Bu canilerin adları Dismas, Hestas, Barabbas ve Ha-Nozri’dir. İşte, önünüzdeler!”
Pilatus, koluyla sağını gösterdi. Mahkûmlardan hiçbirini görmüyor, ama orada, kesinlikle bulunmaları gereken yerde durduklarını biliyordu.
Kalabalık boğuk, uzayıp giden bir uğultuyla karşılık verdi; sanki şaşırmış ya da rahatlamıştı insanlar. Yeniden sessizlik çöktüğünde Pilatus devam etti:
“Ancak, yasalar ve teamül gereğince Hamursuz Bayramı şerefine ölüm cezası sadece üçüne uygulanacak. Sanedrin’in önerisi ve Roma iktidarının onayıyla, gönlü yüce Caesar, mahkûmlardan birine sefil hayatını bağışlıyor!”
Pilatus bu sözleri haykırarak söylerken uğultunun yerini derin bir sessizliğin aldığını fark etti. Şimdi kulaklarına ne bir mırıltı ne bir iç çekme geliyordu. Öyle bir an geldi ki, Pilatus çevresindeki her şeyin kaybolduğunu sandı. Nefret ettiği kent ölmüştü, tek başına, inatla gökyüzüne çevirdiği yüzü, tepeden gelen ışınlarla yanarak ayakta duruyordu. Pilatus bir an sustu; sonra bağırdı:
“Şimdi, sizin önünüzde ölümden kurtulacak olanın adını…”
Adı açıklamadan önce, gereken her şeyi söyleyip söylemediğine baktı. Seçilen mutlu kişinin adı açıklanır açıklanmaz, ölü kentin canlanacağını biliyordu. Artık o gürültü içinde bir tek sözünü bile duyamazdı. Alçak sesle, kendi kendine, “Bu kadar mı?” diye sordu. “Tamam, bu kadar. Şimdi. Adı…”
Kentin sessizliği üzerine “r”lerin üzerine basa basa bağırdı:
“Barabbas’tır!”
Aynı anda güneş, gürültülü bir şangırtıyla tepesinde bin parçaya ayrılmış, kulakları o yükseltinin üzerinden ateşle dolmuş gibi geldi. İçinde haykırış, çığlık, inilti, kahkaha ve ıslık fırtınasının gemi azıya aldığı bir ateş.
Pilatus döndü, tökezlememek için ayaklarının altındaki satranç tahtasını andıran çinilerden başka hiçbir yere bakmadan merdivenlere yürüdü. Şimdi, ardında bir hurma ve bronz para yağmurunun sete yağdığını, haykıran kalabalıkta itişip kakışıp birbiri üstüne tırmanan insanların, bir adamın ölümünün ellerinden koparılıp alınışı mucizesini gözleriyle görmeye çalıştıklarını biliyordu.
Muhafızların da, aynı anda elleri bağlı üç mahkûmu ister istemez canlarını yakarak yan merdivenden, batıya, kentin dışındaki Çıplaktepe’ye giden yola sürüklediklerini de biliyordu. Ancak aşağıya, setin dibine indiğinde, tehlikeden kurtulduğunu anlayıp gözlerini açtı Pilatus. Mahkûmları görmesine artık olanak yoktu.
Yavaş yavaş yatışan kalabalığın çığlıklarına şimdi de çığırtkanların tiz bağırışları karışıyordu, kimi Aramca kimi Yunanca Vali’nin o yükseltide söylediklerini yineliyordu. Üstelik atların gitgide yaklaşan kuru ve kesik şakırtılarıyla bir borunun kısa, şen çağrısını duyuyordu. Seslere, çarşıdan hipodroma giden yol boyunca sıralanan evlerin damına tünemiş çocukların kulakları sağır edici ıslıkları, “Dikkat! Kenara çekilin!” haykırışları karşılık veriyordu.
Meydanın ıssız bölümünde tek başına ayakta duran bir asker, elindeki sancağı, tehlikeyi belirtmek için sallamaya başladı. Vali, lejyon komutanı, kâtip ve arkadan gelenler hemen durdular.
Bir süvari birliği dörtnala ortaya çıktı. Meydanı yandan kesip halk birikmeden, asma kaplı kent duvarlarının dibinden Çıplaktepe’ye çıkan yola kestirmeden varmaktı amaçları.
Atlarını rüzgâr gibi dörtnala koşturan süvarilerin çocuk gibi ufak tefek ve kara yüzlü Suriyeli komutanı, Pilatus’un yanında durdu, incecik sesiyle bağırarak bir şeyler söyledi ve kılıcını kınından çekti. Yerinde duramayan, ter içindeki yağız atı kasılıp birden şaha kalktı. Ani bir hareketle kılıcını kınına yerleştiren komutan, hayvanı boynundan kırbaçlayarak hizaya soktu, sonra dörtnala kaldırıp yola daldı. Ardından, üçer üçer dizilmiş süvariler, toz bulutu arasında, rüzgâr gibi geçip gittiler. Atların her adımında hafif bambu mızraklarının ucunun oynadığı görülüyordu. Pilatus’un önünden geçen bembeyaz, pırıl pırıl dişli ve şen yüzler, Vali’ye, bembeyaz sarıkların altında olduğundan da yanık gözüktü.
Toz bulutunu havaya kaldıran süvariler yola saptı, Pilatus’un önünden geçenlerin sonuncusunun sırtında, güneşte parıldayan bir boru vardı.
Tozdan korunmak için elini yüzüne siper eden Pilatus, yüzünü buruşturup yola koyuldu, ardında lejyon komutanı, kâtip ve muhafız kıtasıyla, hızla bahçe kapılarına vardı.
Saat, aşağı yukarı sabahın onuydu.
11
. Ceza davalarıyla idam davalarına bakan Kudüs’ün eski Yahudi mahkemesi. (Y.N.)
12
1. (Eski Yunanca) Şef, lider. (Y.N.)
13
. Kudüs'ün doğusunda, eski şehrin duvarlarının en eski kapısı. Yahudi inanışına göre Mesih oradan kente gireceği için 1541'de Kanuni Sultan Süleyman tarafından ördürülmüştür. (Y.N.)
14
. Golgota. İsa’nın çarmıha gerildiği tepe. (Y.N.)
3
Yedinci kanıt
“Evet, saat aşağı yukarı sabahın onuydu saygıdeğer İvan Nikolayeviç,” dedi Profesör.
Şair, uykudan uyanır gibi elini yüzünde gezdirdi; Patriarşiye Göleti Parkı’na akşamın çöktüğünü gördü. Gölün suları kararıyor, hafif bir sandal suda kayarak ilerliyordu. Küreklerin şıkırtısı ve sandalın içindeki kadının inişli çıkışlı kahkahaları kulakları dolduruyordu. Ağaçlıklı yollarda, banklarda kalabalık toplanmaya başlamıştı. İnsanlar dörtgenin yalnız üç köşesinde geziniyor, bizimkilerin bulunduğu tarafa kimseler uğramıyordu.
Moskova üstünde güneşin rengi solmuş gibi, ay tepede büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştı; henüz aktı, altın sarısına bulanmamıştı. İnsan büyük bir rahatlıkla soluk alıyor, ıhlamurlar altında sesler akşamın tatlılığında yumuşuyor, yankılanıyordu.
İyiden iyiye şaşıran Biezdomni, “Bize koca bir hikâye anlattı, farkına bile varmadım. Nasıl oldu bu iş?” diye düşünüyordu. “İşte akşam da oldu!.. Belki de bir şey anlatmamıştır. Belki de dalmış, bütün bunları düşümde görmüşümdür.”
Ama gene de Profesör’ün bir şeyler anlattığına inanmak gerekirdi. Ya da Berlioz’la da noktası noktasına aynı düşü gördüklerini kabullenmek. Çünkü yabancıyı dikkatle süzüp, “Anlattıklarınız, İncil’dekilere hiç uymasa bile çok ilginç Profesör,” dedi.
“İnsaf!” dedi Profesör hoşgörüyle gülümseyerek. “İncil’de yazılı olanların bir tekinin bile gerçekle ilgili olmadığını sizden daha iyi kim bilebilir. İncil’i tarihsel bir kaynak olarak kabul etmeye başlarsak…” Profesör yeniden gülümsedi.
Berlioz’un yine içi hopladı. Bronnaya Caddesi'nden Patriarşiye Göleti Parkı’na Biezdomni’yle birlikte yürürlerken tıpatıp aynı şeyleri söylemişti.
“Bu doğru,” dedi Berlioz. “Ama sizin anlattıklarınızın gerçeğe uyduğunu doğrulayacak biri de çıkmaz nasıl olsa.”
“Yok canım! Biri doğrulayabilir!” diye karşılık verdi Profesör. Yeniden dili çalmaya başlamıştı. Büyük bir inançla konuşuyordu.
Birden esrarlı bir havayla iki dosta yaklaşmalarını işaret etti.
Biri sağından, öbürü solundan ona doğru eğildiler, Profesör bu kez hiç dili çalmadan (akıl alır iş değil, şeytan bilir nasıl, yabancı şivesi beklenmedik zamanlarda ortaya çıkıyor ve kayboluyordu), “Gerçek şu!..” dedi –Profesör ürkek bakışlarını çevresinde gezdirerek, sesini fısıltıya varacak kadar alçalttı– “… bütün bu anlattıklarım olup biterken ben oradaydım. Pontius Pilatus’la birlikte avludaydım; Kayafa’yla konuştuğu sırada bahçe, kararı halka açıklarken taştan setin üstündeydim. Gizlice, kimseye fark ettirmeden durdum orada. Bu yüzden, lütfen bu konuda kimseye bir şey söylemeyin, sırrımı saklayacaksınız, şişşşt!..”
Bir sessizlik oldu, Berlioz hafifçe sarardı. Titrek bir sesle, “Siz… siz ne kadardır Moskova’dasınız?” dedi.
Boş bulunan Profesör, “Moskova’ya demin geldim,” dedi.
Ancak o an iki dost, Profesör’ün gözlerinin içine iyice bakmayı akıl ettiler. Sol gözünün –yeşil olanı– delice bir anlam taşıdığına, sağ gözünün ise bomboş, kara, ölü bir göz olduğuna emin oldular.
“Al işte! Her şey anlaşıldı!” dedi Berlioz kendi kendine. “Bu Alman delinin biri ya da buracıkta gölün kıyısında kaçırdı aklını. Amma iş!”
Evet, gerçekten de öylece her şey açıklanmış oluyordu: Ölü filozof Kant’la birlikte yenen tuhaf yemek, ayçiçeğiyağı ve kim olduğu bilinmeyen şu Annuşka’yla ilgili aptal hikâye, Berlioz’un başının kesileceğini söylemesi, bütün öbür anlattıkları… Profesör deliydi.
Berlioz, ne yapmak gerektiğini hemen kavradı. Geriye yaslanıp Profesör’ün arkasından Biezdomni’ye göz kırpmaya koyuldu: “Ona karşı falan çıkma” demeye getiriyordu. Oysa apışıp kalan Şair, bu işaretlerden bir şey anlamadı.
“Evet, evet,” dedi Berlioz, çırpınarak. “Bütün bunlar mümkün. Hatta Pontius Pilatus, taraça ve bütün geri kalanlar… Peki siz, karınızla mı geldiniz, yoksa tek başınıza mı?”
“Tek başıma, tek başıma. Ben hep yalnızımdır,” dedi Profesör, acı acı.
Berlioz, sinsi bir ifadeyle, “Peki bavullarınız nerede Profesör?” diye sordu. Metropol’de15 mi yoksa? Siz nerede kalıyorsunuz?”
“Ben mi?.. Hiçbir yerde kalmıyorum,” dedi çatlak Alman, deli deli bakan hüzünlü yeşil gözünü Patriarşiye Göleti’nde gezdirerek.
“Nasıl? Peki nerede oturacaksınız?”
Beklenmedik bir kayıtsızlıkla, deli, “Sizin evde,” dedi, göz kırptı.
“Ço… çok mutlu olurdum. Şe.. şeref verirdiniz,” diye kekeledi Berlioz. “Ama benim evimde gerçekten rahat edemezsiniz. Metropol’de çok iyi odalar var. Birinci sınıf bir oteldir.”
Hasta, birden İvan Nikolayeviç’e döndü, “Ya Şeytan?..” dedi. “Şeytan var mı, yok mu sizce?”
“Şeytan da…”
Berlioz, Profesör’ün ardından dudaklarını şekilden şekile sokarak, “Damarına basma,” diye fısıldadı. “Kızdırma onu.” Bütün bu keşmekeşten aklı karışan İvan Nikolayeviç bağırdı, hiç de sırası değildi oysa:
“Şeytan diye bir şey yok! Şeytan yok! Bu adam da amma baş belası be! Bırakın bu zırvaları!”
Bu sözler üzerine deli, bir kahkaha attı. Öyle ki, üç adamın üstündeki ıhlamur dalına konan serçe ürktü, havalandı. Gülmekten kırılan Profesör, “Bu söyledikleriniz çok, çok ilginç,” dedi. “Neyiniz var canım sizin? Ne sorsak yok diyorsunuz, olamaz diyorsunuz.”
Birden kahkahasını kesti –akıl hastalarında görüldüğü gibi– tam tersi durgun bir havaya büründü; kızdı, kabaca bağırdı:
“Demek, size göre Şeytan yoktur, öyle mi?”
Hastanın çileden çıkmasından korkan Berlioz, “Sakin olun, sakin olun Profesör,” diyordu. “Bir dakikacık, burada, dostum Biezdomni’yle oturur musunuz? Köşeye kadar gidip bir telefon edeceğim, sizi dilediğiniz yere götürürüz sonra. Kenti bilmediğiniz için…”
Berlioz’un planının akıllıca olduğunu kabul etmek gerek: En yakın telefon kulübesine koşmak, yabancılar bürosunu arayıp Patriarşiye Göleti Parkı’nda, davet üzerine geldiğini ve uzman olduğunu söyleyen, deli olduğu açıkça görülen bir yabancının bulunduğunu söylemek. Önlem alınması gerektiği, yoksa, hiç de hoş sayılmayacak bin türlü saçmalık olabileceğini belirtmek…
“Telefon mu edeceksiniz? İyi ya, hadi gidip edin,” diye kabul etti hasta hüzünle.
Birden kuşkulu bir sesle ekledi:
“Ama yalvarırım yanımızdan ayrılmadan önce hiç olmazsa Şeytan’ın varlığına inanın. Sizden daha fazlasını istemiyorum. En sağlamından yedinci bir kanıtın bulunduğunu düşünün. Hemen şimdi bu kanıtın ne olduğunu göreceksiniz.”
Deli Alman’ı beklemek hoşuna gitmediği için canı sıkılan Şair’i göz kırparak yüreklendiren Berlioz, zoraki bir nezaketle, “Tamam, tamam,” dedi ve Bronnaya Sokağı’yla Ermolayevski Geçidi’nin kesiştiği yere, gezinin çıkışına doğru yürüdü.
Profesör, sağlığını sanki o an yeniden kazandı, yüzü aydınlandı. Berlioz’un ardından, “Mihail Aleksandroviç!” diye bağırdı.
Berlioz, irkilerek döndü, ama Profesör’ün ilk iki adını herhangi bir gazetede okumuş olabileceği düşüncesiyle kendisini rahatlattı.
Profesör, elleri ağzının iki yanında sürdürdü haykırmasını:
“Kiev’deki amcanıza hemen bir telgraf yollatmamı istemez misiniz?”
Berlioz, bir kez daha kendinden geçti. Bu deli, Kiev’deki amcasının varlığını nereden öğrenmişti? Şimdiye kadar hiçbir gazete bunu yazmamıştı. Sakın Biezdomni haklı olmasın? Ya o kimlik kâğıtları da sahiden sahteyse? Amma garip biriydi bu… Telefon etmeliydi, hem de gecikmeden. Bu işi çarçabuk aydınlatırlardı.
Sözün sonunu dinlemeden yoluna koştu.
O sırada, Bronnaya Sokağı çıkışının hemen yakınındaki banktan biri kalkıp Genel Yayın Müdürü’ne yaklaştı. Berlioz, öğleden sonra ortalığı yakıp kavuran havanın yoğunluğu içinde oluşuveren adamı tanıdı. Ama şimdi havaya karışmıyordu, herkes gibiydi; etten kemikten. Berlioz, alacakaranlığın gittikçe artan koyuluğundan onun tavuk tüyünü andıran bıyıklarını, alaycı, minik, yarı sarhoş gözlerini, beyaz çoraplarının pisliğini ortaya koyacak kadar yukarı çekilmiş kareli pantolonunu açık seçik görebiliyordu.
Mihail Aleksandroviç, birkaç adım geriledi. Bunun aptalca bir rastlantı olabileceğini düşünerek kendini sakinleştirdi. Şu sıra bu konunun üstünde fazla durması gereksizdi.
Kareli pantolonlu adam, çatlak tenor sesiyle, “Turnikeyi mi aradınız yoldaş?” diye sordu. “Buradan lütfen! Çıkış önünüzde, dilediğiniz yere gidesiniz diye açık. Sormak istiyordum… Kendini toplama ihtiyacıyla kıvranan eski bir kilise şarkıcısına, bir ufak şişe alacak kadar paranız var mı?”
Adam, gülünç bir biçimde yerlere kadar eğilerek kafasındaki jokey şapkasını çıkarıp geniş bir hareketle salladı.
Berlioz, bu maskara dilenciyi dinlemek istemiyordu, turnikeye koştu, bir eliyle tutup çevirdi. Rayları ve yolu aşıp karşıya geçecekti; gözlerinin önünde kırmızılı beyazlı bir ışık fışkırdı: camlı, üzerine ışıltılı harflerle “Tramvaya dikkat!” yazılmış bir çeşit kutu…
Tramvay, yeni açılan Bronnaya Sokağı’ndaki hatta sapmak üzere, Ermolayevski Geçidi’nin dönemecinde göründü. Sağdaki hatta gireceği sırada aracın içi birden ışıkla doldu, gözle görünürcesine büyüyerek böğürdü ve hızlandı.
Durduğu yerde hiçbir tehlikenin olmamasına karşın, Berlioz tedbirli davranarak demir parmaklığın gerisinde durmaya karar verdi. Elini turnikeye atıp açmak için geriledi. Aynı anda eli kayıp turnikeden kurtuldu, ayakları, buz üstünde kayarcasına rayları çevreleyen kaldırım taşları üzerinde karşı konulmaz biçimde sürüklendi, bir bacağı havalandı; Berlioz rayların üzerine atıldı.
Bir şeye, bir yere tutunmak isteyen Berlioz, sırtüstü yuvarlandı. Başının arkası kaldırım taşlarına hafifçe çarptı; sağda mı yoksa solda mı olduğunu artık anlayamadan, gökte solgun sarı ayı görecek zamanı buldu. Yan döndü, son bir çabayla bacaklarını karnına çekebildi. Başını kaldırdığında da, durdurulamayacak kadar hızla üzerine gelen tramvayın kadın vatmanının dehşetten bembeyaz kesilmiş genç yüzünü ve kırmızı kolluğunu görebildi. Berlioz’un ağzından ses çıkmadı, ama etrafında bütün sokak çılgına dönen kadınların çığlıklarıyla doldu.
Kadın vatman, bütün gücüyle frene asıldı. Bir an durakladı ağır araba; sonra yeniden ileri fırladı. Camlar kulakları sağır eden bir şangırtıyla kırıldı. O an bir ses Berlioz’un beyninde umutsuzca haykırıyordu: “İnanılmaz!” Bir kez daha –son olarak– ay, parıldadı, ama bin parçaya ayrılmıştı çoktan; her yer kapkara kesildi ardından.
Tramvay, Berlioz’u kapladı, ağaçlıklı yola doğru hafif bir eğimle yükselen kaldırım taşlarında, yuvarlak, koyu renkli bir şey yuvarlandı. Bu şey parmaklıklara çarptı, taşların üstüne düştü yeniden; yolun ortasına kadar yuvarlandı, hareketsiz kaldı.
Berlioz’un kesik başıydı bu.
15
1. O zamanlar Moskova’da bulunan az sayıdaki otellerin arasında, yabancıların en çok kaldığı otel. (Y.N.)
4
İzleme
İsterik kadın çığlıkları kesildi, tiz polis düdükleri sustu; iki cankurtaran arabasından biri, başsız cesetle kesik başı morga, öbürü kırılan camlarla yaralanan güzel kadın sürücüyü hastaneye götürdü. Beyaz önlüklü kapıcılar cam kırıklarını süpürdüler, kan lekelerinin üstüne kum döktüler. Turnikeye kadar koşmaya kalkan İvan Nikolayeviç ise banklardan birine yığılmış, orada öylece kalakalmıştı. Birkaç kez yerinden doğrulmayı denemişti, ama bacakları yerinden kalkmıyordu. Bir tür inme inmişti Biezdomni’ye.
Şair daha ilk haykırışı duyar duymaz turnikeye koşmuş, yerde yuvarlanan başı görmüştü. Bu onu öylesine allak bullak etti ki, en yakın banka kendini attı, kan çıkarana dek kolunu ısırdı. Deli Alman’ı unutmuştu; bir tek şeyi anlamaya çalışarak bir süre oturdu kaldı… Bu nasıl olabilirdi, daha bir dakika önce Berlioz’la tartışıyordu. Şimdi karşısında bir kesik baş vardı…
Allak bullak olan bir sürü insan koşarak, bağrışarak Şair’in önünden geçtiler. İvan Nikolayeviç söylenenlerden hiçbir şey anlamadı. Birden iki kadın çok yakınında karşılaştılar –neredeyse çarpışıyorlardı. Biri –uzun saçlı, sipsivri burunlu olanı– Şair’in tam kulağının dibinde öbür kadına, bağıra bağıra anlatmaya koyuldu:
“Annuşka, bizim Annuşka! Sadovaya Caddesi’nde oturan! İyi halt etti. Onun yüzünden… Bakkaldan ayçiçeğiyağı almıştı, şangıııır, bir litrelik şişeyi turnikeye çarpıp kırdı. Eteği yağ lekesi içindeydi. Söylenip duruyordu, hem de nasıl! Adam zavallı, yerdeki yağa basıp kaydı demek, rayların üstüne düştü.”
Bütün bu haykırışlardan, İvan Nikolayeviç’in karmakarışık beynine çakılan, “Annuşka” adı oldu önce…
“Annuşka, Annuşka?” diye kekeledi gözlerini fal taşı gibi açarak. “Pardon, izin verin…”
Ardından Annuşka’ya “ayçiçeğiyağı” sözlerini ekledi hemen, bir de, nedendir bilinmez “Pontius Pilatus” adını. Şair, Pilatus’u kafasından atıp “Annuşka”yla başlayan zincirin halkalarını birleştirmeye çalıştı. Zincir hemencecik tamamlandı ve aklını kaybeden Profesör’de son buldu.
“Yanıldım! Oysa toplantının yapılamayacağını, Annuşka’nın ayçiçeğiyağı döktüğünü söylemişti. Ve, izninizle, toplantı yapılamayacak! Ama bu da bir şey değil: Bir kadının Berlioz’un kafasını keseceğini de açıkça söyledi! Evet, evet, evet! Tramvayın vatmanı kadındı! Peki ama, nedir bütün bu olup bitenler?”
Esrarengiz danışmanın, Berlioz’un korkunç ölümünün tablosunu önceden, bütün ayrıntılarıyla bildiğinden en küçük kuşkusu kalmamıştı. İki düşünce Şair’in beynini yokladı. Birincisi, “hiç de deli değil, bütün bunlar saçmalık”tı. İkincisi ise, “bütün bu dalavereleri çeviren sakın o olmasın”dı.
“Peki, sorarım size, nasıl yapar bütün bunları? Hayır, hayır, hayır! Her şeyi açığa çıkarırız biz!”
Büyük bir güç harcayarak yerinden kalkan İvan Nikolayeviç, telaşla, az önce konuştukları yere yöneldi.
Bronnaya Sokağı’nın fenerleri yanmaya başlamıştı bile, Patriarşiye Göleti’nin üstünde altından bir ay parıldıyordu. Ayın her zamanki aldatıcı ışığında, İvan Nikolayeviç’e adam, koltuğunun altında baston değil de kılıç taşıyormuş gibi geldi.
Fesat kumkuması, emekli kilise şarkıcısı, önce İvan Nikolayeviç’in oturduğu yere kurulmuştu. Burnunun ucuna bir camı eksik, öteki camı çatlak, bu yüzden de kesinlikle gereksiz bir bağa gözlük takmıştı. Bu kareli pantolonlu yoldaş, az önce Berlioz’a yol gösterirken daha iyiydi de sanki birden iğrençleşmişti.
İvan, kalbi buz keserek Profesör’e yaklaştı. Yüzüne dikkatle bakıp hiçbir delilik belirtisi bulunmadığından emin olunca, “Hadi, itiraf edin,” dedi boğuk boğuk. “Kimsiniz?”
Yabancı, kaşlarını çattı; ilk kez görüyormuş gibi baktı Şair’e, düşmanca bir sesle karşılık verdi:
“Ben, yok anlamak… Yok bilmek Rusça.”
Yabancının sözlerini açıklaması istenmediği halde, o can sıkıcı adam, o kilise şarkıcısı, oturduğu yerden atıldı:
“Bu bay söyleneni anlamıyor!”
İvan, tehdit edercesine, “Numara yapmayın,” dedi ve midesinde buz gibi bir soğukluk duydu. “Az önce kusursuz Rusça konuşuyordunuz. Ne Alman'sınız, ne de Profesör. Bir katil… bir casussunuz! Kâğıtlarınızı gösterin!” diye haykırdı, sinirinden deliye dönmüştü.
Tuhaf Profesör’ün zaten hep yamuk duran ağzı sıkıldığını gösterircesine iyice kıvrıldı, omuzlarını silkti.
“Yoldaş…” dedi iğrenç kilise şarkıcısı yine.
Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmaya kararlıydı anlaşılan.
“Neden bu yabancı turistin canını sıkıyorsunuz? Dikkatinizi çekerim, çok ağır cezalara çarptırılırsınız sonra!”
Kuşkulu Profesör, yüzünde ikisini de küçümseyen bir havayla İvan’a sırtını döndü, yürüdü gitti. İvan kendini kaybettiğini hissetti. Kanı beynine sıçramıştı, kilise şarkıcısına döndü:
“Hey yoldaş! Bir katili yakalamama yardım edin. Görevinizdir bu.”
Kilise şarkıcısı, büyük bir canlılıkla ayağa fırladı, bağırmaya başladı: “Katil mi? Nerede katil? Hangi katil? Bu yabancı mı katil? –Küçük gözleri neşeyle parıldadı– Bu adam mı? Eğer katilse ilk görevimiz ‘imdat’ diye bağırmak olmalı. Yoksa kaçıp gider. Hadi, ikimiz birlikte bağıralım!”
Kilise şarkıcısı bir fırını andıran ağzını açtı. Kendinden geçen İvan da bu maskaraya uyup bağırdı: “İmdat!” Öbür adamın sesi çıkmamıştı. Onu kandırmıştı.
İvan’ın boğuk sesiyle tek başına yaptığı çağrı önemli bir sonuç vermedi. Yakından geçen iki genç kız uzaklaştılar, “sarhoş” dediklerini duydu İvan. Çılgına döndü.
“Hah haa!” dedi. “Onun suç ortağısın sen de. Benimle alay ediyorsun, öyle mi? Çekil oradan da geçeyim!”
İvan sağa atıldı, kilise şarkıcısı da peşinden; İvan sola koştu, herif de sola koştu. İvan vahşi bir sesle, “Bile bile ayağıma dolanıyorsun ha!” diye kükredi. “Seni polise teslim edeceğim!”
İvan sefil herifi kolundan tutmaya kalktı, ama hedefini şaşırıp boşluğu kavramaktan başka bir şey yapamadı. Kilise şarkıcısı, sanki yer yarılmış da içine girmişti.
İvan şaşkınlıkla haykırdı, ileri baktı; iğrenç yabancıyı gördü. Neredeyse Patriarşiye Sokağı’na çıkan geçide varıyordu. Yalnız da değildi. Kuşkulu olmaktan da öte, resmen cani olan o eski kilise şarkıcısı da ona yetişmişti. İş bu kadarla da kalmıyordu: Nereden çıktığı bilinmeyen bir üçüncü yaratık daha katılmıştı yanlarına. Karga ya da is gibi kapkara, dehşet verici palabıyıklarıyla domuz yavrusu kadar iri bir kara kediydi bu. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’na doğru ilerliyordu; Kedi, arka ayakları üstünde yürüyordu.
İvan, canilerin peşinden atıldı ama onlara yetişmesinin çok güç olacağını hemen anladı. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’nı şimşek gibi geçip Spiridonov Sokağı’na saptı. İvan adımlarını açtıkça açıyor, ama kaçaklardan kendisini ayıran uzaklık bir türlü azalmıyordu. Aklını başına toplayamadan Spiridonov Sokağı’nın yerini Nikitski Kapısı almıştı; orada Şair’in durumu iyiden iyiye güçleşti. Büyük bir kalabalık yığılmıştı oraya. İvan birden bir yayaya çarptı. Ona küfrettiler. Üstelik bu serseri takımı, peşine adam takılan haydutların sık sık yaptıklarını orada yinelediler: Üçü de ayrı yönlere gittiler.
Eski kilise şarkıcısı Arbat Meydanı’na16 giden otobüse yaman bir çeviklikle uçarcasına atladı; gözden kayboldu. Düşmanlarından birini kaybeden İvan, bütün dikkatini Kedi’ye verdi. Bu garip hayvanın, duran bir “A” tramvayının basamağına atlayıp bir kadının yerini kabaca alışını gördü. Bu terbiyesizlik yüzünden tramvayı kaçıran kadın çığlıklar attı. Kedi, basamaktaki parmaklığa tutundu, hava sıcak olduğundan açık tutulan camdan biletçi kadına on kopek vermeye bile kalkıştı.
Kedinin davranışı İvan’ı öylesine şaşırttı ki, meydanın köşesindeki bakkal dükkânının önünde çakılıp kaldı. Orada biletçi kadının davranışı karşısında bir kez daha, hem de ilkinden daha büyük bir şaşkınlık geçirdi. Kedinin tramvaya atladığını görür görmez biletçi kadın, kızgınlıktan titreyerek bağırdı:
“Kediler tramvaya binemez! Kedilere yasak burası! Hadi pissst! İn aşağı, yoksa polisi çağırırım!”
Böylece ne biletçi kadın ne yolcular, asıl önemli olan şeye şaşırmıyorlardı: Kedinin tramvaya binmesi değil –bu önemsenmeyebilirdi– para verip bilet almaya kalkışmasıydı dikkati çekmesi gereken!
Üstelik Kedi yalnızca para verecek durumda olduğunu değil, uslu bir hayvan olduğunu da gösterdi; biletçi kadının ilk bağırışında tırmanmaktan vazgeçip basamaktan indi, tramvay durağının yanında, elindeki parayla bıyıklarını düzelterek beklemeye başladı. Biletçi, zili çektikten, tramvay yola koyulduktan sonra da, mutlaka binmesi gereken bir tramvaydan indirilen herkes gibi davrandı. Vagonun önünden geçmesini bekledi, sonuncusunun arkasına atladı. Bir eliyle arkadaki vagondan uzanan boruya tutundu… “Hadi, yürü bakalım.” Böylece on kopek de yanına kâr kalıyordu.
Aşağılık hayvanın yaptıklarıyla fazlaca ilgilenen İvan, üçünün en önemlisi olan Profesör’ü az kalsın gözden kaçırıyordu. Neyse ki Profesör, tüyecek zaman bulamamıştı. Büyük Nikitski Caddesi’yle Herzen Sokağı’nın ağzındaki kalabalığın arasında İvan, onun gri beresini görebildi. Bir solukta kendi de oraya vardı, ama adama yetişemedi. Şair ilkin adımları sıklaştırdı, sonra hafiften koşmaya başladı, yayalara çarparak geçti, ama bütün çabalarına karşın aradaki uzaklığı bir santim bile azaltamadı.
Bütün şaşkınlığına karşın, kovalamacadaki doğaüstü hız İvan’ı çarptı. Nikitski Kapısı’ndan ayrılalı daha yirmi saniye bile olmamıştı ki, Arbat Meydanı’nın ışıkları İvan Nikolayeviç’in gözlerini kamaştırıyordu. Birkaç saniye geçmeden, dik kaldırımlı karanlık bir sokağa daldılar. İvan Nikolayeviç bu sokakta düşüp dizini yaraladı. Ardından şıkır şıkır aydınlatılmış geniş bir yola çıktılar –Kropotkinskaya Caddesi– derken dar bir yol, Ostojenka Sokağı, hemen ardından da pis, kasvetli ve birbirinden iyice aralıklı fenerlerle pintice aydınlatılan dar bir yol daha. Yakalamayı o kadar istediği kişinin izini İvan Nikolayeviç orada kaybetti. Profesör yok olmuştu.
İvan Nikolayeviç, ne yapacağını bilemez bir halde kalakaldı. Şaşkınlığı uzun sürmedi, birden Profesör’ün bu sokaktaki 13 numaralı apartmanın 47 numaralı dairesinden başka yerde olamayacağı aklına geldi. Binanın girişine daldı, basamakları dörder dörder çıkıp birinci kata vardı, 47 numaralı daireyi buldu, sabırsızlıkla zile bastı. Çok fazla beklemesi gerekmedi. O güne kadar görmediği, beş yaşlarında bir kız kapıyı açtı, İvan’ı görür görmez de, kaçıp gitti bir yere.
Dairenin kocaman ve inanılmaz bakımsız girişindeydi İvan; akıl almaz yükseklikte, kirden kapkara kesilmiş, terk edilmiş bir yerdi burası; odanın tavanından sarkan minicik ampul, ortalığı güçlükle aydınlatıyordu. Kocaman bir araç gereç dolabının üstünde, duvara bir bisiklet asılmıştı, lastikleri yoktu. Portmantonun tam tepesindeki tahtanın üstünde de, kocaman kulakları sarkan bir yün başlık duruyordu. Kapılardan birinin ardında, radyodan gelen güçlü bir ses, birine kızmışçasına bağırarak şiir okumaktaydı.
İvan Nikolayeviç bu yabancı çevrede kendini kaybetmedi. Kararlılıkla koridora daldı. Şöyle düşünüyordu: “Hiç kuşkusuz banyoya saklanmıştır.” Koridor karanlıktı. İki-üç kez duvara çarpan İvan, neden sonra kapılardan birinin altından sızan zayıf ışığı gördü. Tokmağı bulup kolayca çevirdi. Kilit yuvasından attı. İvan, kendi kendine kısmetli olduğunu söyleyerek banyoya daldı.
Ama ona gerekli olan kısmet bu değildi. Sıcak bir rutubet kokusu geliyordu burnuna. Banyonun sobasında yanan közün ışığında duvara asılı koca çamaşır kazanlarını ve mineleri dökülmüş kapkara, lekeli banyoyu gördü. Banyonun içinde her yanı sabunla kaplı, elinde yuvarlak bir lif tutan, çırılçıplak bir kadın vardı. Kadın doğru dürüst görebilmek için miyop gözlerini kıstı, kızıl korların bol dumanlı ışığında, İvan’ı başka biri sanıp güldü ve alçak sesle, “Kirilciğim!” dedi. “Terbiyesizlik ediyorsun. Deli misin canım… Fiyodor İvaniç gelecek. Hemen çek git buradan!” – Açık bir yanılgıydı bu.
Ve suçlu, hiç kuşkusuz İvan Nikolayeviç’ti. Ama suçunu kabullenmeye pek niyetli olmayan İvan, karşısındakini ayıplarcasına bağırdı: “Seni sürtük seniii!..” Sonra da, garip ve anlaşılmaz bir biçimde mutfakta buldu kendini. Mutfakta kimse yoktu, yalnız karanlıkta, fırının üstünde durmakta olan on kadar sessiz ve kara gazocağını seçebildi. Yıllardır temizlenmemiş tozlu pencereden tek bir ay ışığı sızıyor, camdan bir kutunun içinde unutulmuş ikonanın durduğu tozlu, örümcek ağlarıyla dolu köşeyi güçbela aydınlatıyordu, ikona kutusunun arkasında da iki büyük mum yükseliyordu. Büyük ikonanın hemen altında, kâğıttan yapılma daha küçük bir ikona duvara iğnelenmişti.
İvan o sıra kim bilir ne düşündü, ama mutfak kapısından tüymeden önce mumlardan birini ve kâğıttan ikonayı da yanına aldı. Bu eşyalarla, anlaşılmaz şeyler homurdanarak yabancı apartmandan ayrıldı. İstemeden Kiril adlı çapkının kim olabileceğini bulmaya çalışırken, banyoda geçirdiği saniyeleri hatırlayıp utançla kızardı. Holdeki uzun kulaklı o tuhaf başlık, sakın Kiril denen herifin olmasındı?
Şair ıssız, kasvetli sokakta gözleriyle kaçağı aradı; kimseleri göremedi. Kendi kendine kararlı bir sesle, “Hiç kuşkusuz Moskova Irmağı’nda olmalı. İleri!” dedi.
Birileri İvan Nikolayeviç’e, “Profesör neden Moskova Irmağı’nda da, başka yerde değil” sorusunu sorsa iyi olurdu. Ama ne yazık ortalıkta ona bu soruyu soracak kimse yoktu. İğrenç sokak bomboştu.
İvan Nikolayeviç bir süre sonra Moskova Nehri kenarındaki amfiteatrın mermer basamaklarında görüldü.
İnanılmayacak kadar kısa sürede İvan, elbiselerini çıkarttı. Geniş loş basamaklarda oturan, üzerinde yıpranmış beyaz bir tolstovka17, ayağında bağcıkları kopmuş, topukları aşınmış bir çift pabuç olan ve sarma sigarasını tüttüren sevimli serseriye teslim etti. Isınmak için kollarını sallayarak martı gibi suya daldı. Su müthiş soğuktu, soluğu kesilecek gibi oldu, bir an yukarı çıkamayacağını düşündü. Sonunda başı suyun yüzünde göründü, durmadan hareket edip kaşalot gibi soluyarak, korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerle, kıyıdaki fenerlerin zikzaklı parıltıları arasında, mazot kokan kapkara suda yüzmeye koyuldu.
Ipıslak olmuş, soğuktan buz kesmiş İvan, zıplayarak taş basamakları çıkıp elbiselerini bıraktığı serserinin bulunduğu yere koştuğunda, gerçeğe boyun eğmekten başka çare bulamadı. Yalnız elbiseleri değil, elbiselerini bıraktığı sakallı da ortadan yok olmuştu. Az önce elbise yığınının bulunduğu yerde çizgili bir içdonu, yırtık bir gömlek, mum, ikona ve bir kutu kibrit vardı. Güçsüz bir kızgınlıkla ufuktan yana, bilinmeyen birine doğru yumruğunu sallayarak sövüp saydı, adamın kendisine bırakmak lütfunda bulunduğu giysileri sırtına geçirdi.
O an iki şey geldi aklına: MASSOLİT üyesi olduğunu gösteren, hiç yanından ayırmadığı kartını kaybetmişti, bu bir; bu kılıkta, elini kolunu sallayarak Moskova sokaklarından geçemezdi, bu da iki. Ne de olsa içdonuydu üstündeki. Tabii kılığı kimseyi ilgilendirmezdi ama bundan başına bir iş, bir dert gelir miydi acaba?
İvan, içdonunun bilekleri sıkan düğmelerini koparıp attı. Böylece belki yazlık bir pantolona benzeyebilirdi biraz. Sonra ikonayı, mumu, kibrit kutusunu aldı, kendi kendine, “Griboyedov’a gitmeliyim! Hiç kuşkusuz oradadır,” diye söylenerek yola koyuldu.
Kent artık geceyi yaşamaya başlamıştı Kasaları çuvalların üstüne sırtüstü uzanmış adamlarla dolu, zincir şakırtıları içinde toz bulutları kaldıran kamyonlar geçiyordu. Bütün pencereler açıktı. Hepsinde de kavuniçi abajurlu lambalar yanıyor, bütün pencerelerden, kapılardan, sundurmalardan, damlardan, tavan aralarından, bodrumlardan, avlulardan, öksürüklü tıksırıklı kükremelerle Yevgeni Onegin operasından polonez yükseliyordu.
İvan Nikolayeviç’in kaygılarının doğru olduğu ortaya çıktı: Yayaların dikkatini çekiyor, herkes dönüp ona bakıyordu. Bu yüzden de büyük caddelerden, insanların daha az meraklı olduğu küçük yollara sapmaya karar verdi. Oralarda bir yığın insanın çıplak ayaklı birine takılması, inatla pantolona benzememekte direten içdonu üzerine binbir soruyla başını ağrıtması uzak bir olasılıktı.
Düşündüğünü yaptı, Arbat’ın esrarlı sokaklarının kargaşasına daldı. Gözünü karşıya dikmiş, korkulu bakışlarla duvarlara sürtünerek yürüyor, her an dönüp arkasına bakıyor, arada durup büyük kapıların girintisine siniyor, aydınlık kavşaklardan kaçıyor, elçilik binalarının zarif kapılarının uzağından dolanıyordu.
Bu zorlu yol boyunca, sesi hiç kesilmeyen orkestra, Tatyana’ya18 aşkını söyleyen bas sese eşlik edip durdu ve nedendir bilinmez, İvan’a anlatılmaz acılar çektirdi.
16
. Moskova’nın merkezinde bulunan, sokak sanatçılarının eserlerini sergilediği, tıpkı İstiklal Caddesi gibi halkın çok rağbet ettiği bir meydan ve caddenin adı. Arbat, eski binaları, anacaddenin arkasındaki dar ara sokaklarıyla, Beyoğlu’nu andırır. (Y.N.)
17
. (Rus.) Aslında
kosovonotka
olarak bilinen, ancak Tolstoy sürekli giydiği için onun adıyla anılan Rus köylülerinin giydiği uzun gömlek. (Y.N.)
18
.
Yevgeni Onegin
’in baş kadın kahramanı. (Y.N.)
5
Griboyedov’da olup bitenler
Krem rengi duvarlarıyla tek katlı eski yapı, kenti kuşatan bulvarın üstünde, bakımsız bir bahçenin sonundaydı. Demir bir parmaklık, bahçeyi kaldırımdan ayırıyordu. Evin tam önünde asfaltlanmış küçük bir meydan vardı. Kışları meydanda biriken karların üzerinde hep bir kürek durur, ama yazları gerilen çadır bezinin altında burası, en güzel açık hava lokantalarından biri haline gelirdi.
Yapıya “Griboyedov Evi” denmesinin nedeni, söylentiye göre, buranın eskiden ünlü yazar Aleksandr Sergeyeviç Griboyedov’un teyzelerinden birine ait oluşuydu. Evin bu teyzeye ait olup olmadığı kesin değil. Anılarım beni yanıltmıyorsa, Griboyedov ailesinde böyle bir teyze hiç olmadı bile. Her neyse, evin adı buydu. Moskovalı yalancının biri de, evin birinci katındaki sütunlu yuvarlak salonda, ünlü yazarın, Akıldan Bela adlı oyunundan bazı bölümleri, sere serpe sedire uzanan teyzesine okuduğunu anlatıyordu. Bunun doğru olup olmadığını bir tek şeytan bilir; belki gerçekten oyundan bölümler okumuştur yazar; önemli olan bu değil!
Önemli olan, evin şimdilerde, Patriarşiye Göleti gezisine çıkmadan önce zavallı Mihail Aleksandroviç Berlioz’un başında bulunduğu MASSOLİT’in bir üyesine ait olması.
MASSOLİT üyeleri, eve “Griboyedov Evi” değil, yalnızca “Griboyedov” deme akıllılığını gösterdiler. “Dün Griboyedov’un önündeki kuyrukta iki saat bekledim.” – “Ne oldu?” – “Sonunda Yalta’da, bir ay kalabilme hakkını kazandım.” – “Aferin.” Ya da: “Berlioz’u görmeye gidiyorum, bugün saat dörtle beş arasında Griboyedov’da ziyaretçi kabul ediliyor…” vb.
MASSOLİT, Griboyedov’u öylesine dayayıp döşemişti ki, bundan iyisi, bundan rahatı, bundan şirini düşünülemezdi. İçeri giren biri önce ister istemez çeşitli spor kuruluşlarıyla ilgili bilgileri kapsayan duyuruları okumak, birinci kata kadar çıkan merdivenin duvarlarını dolduran MASSOLİT üyelerinin teker teker ya da grup halindeki resimlerine bakmak zorundaydı.
Üst kattadaki ilk odanın kapısında kocaman “Tatil ve Balıkçılık Bölümü” yazısı vardı ve altında oltayla yakalanmış bir sazan resmi vardı.
İki numaralı odanın kapısındaysa, pek anlamı çıkarılamayan “Bir Günlük Yaratıcılık Tatili. M.V. Podlojnaya’ya başvurunuz” yazısı duruyordu.
Sonraki kapıda hepsinden kısa ama ne demek istediği hiç anlaşılmayan, “Pereligino” yazısı. Sonra Griboyedov’un gelecek olan ziyaretçisinin gözleri önünde teyzesinin ceviz kapılarını süsleyen bir yazı cümbüşü uçuşup dururdu: “Kayıt dilekçelerini Bayan Poklevkuna’ya yazdırınız”, “Kasa”, “Skeç Yazarlarının Kişisel Hesapları” vb…
Alt kata, kapıcının odasına kadar uzanan bir kuyruğun arasından geçilince, kalabalığın itişiyle her an göçebilecek bir kapı ve üzerinde “Konut Sorunu” yazısı görülebilirdi.
“Konut Sorunu”nun ardında, omzunda tüfeği, sırtında Kafkas keçesinden kaputu, bir kayanın tepesinde ilerleyen süvariyi gösteren lüks afiş vardı. Resimdeki kayanın altında da palmiye ağaçlarıyla bir balkon vardı. Balkonda, kâkülü alnına düşmüş, elinde dolmakalem olan genç bir adam parlayan gözlerle gökyüzüne bakıyordu; ne de parlaktı gözleri! Afişte şu yazı vardı: “Yaratıcılara iki haftadan (öykü, kısa roman) bir yıla kadar (roman, triloji) Yalta’da, Suuksu’da, Borovoye’de, Tsihidziri, Mahincauri ve Leningrad’da (Kışlık Saray) bedava tatil.” Bu kapının önünde de kuyruk vardı ama uzun sayılmazdı: Çok çok yüz elli kişi.
Ardından, Griboyedov Evi'nin rastgele dönemeçlerine uyan koridorların iniş çıkışları, “MASSOLİT Yönetim Kurulu”, “2, 3, 4, 5, numaralı Kasalar”, “Düzelti”, “Kalem”, “MASSOLİT Başkanı”, “Bilardo Salonu”, çeşitli bölümlerin bulunduğu odalar ve teyzenin, dâhi yeğeninin komedisiyle keyiflendiği sütunlu salon…
İyiden iyiye aptallaşmazsa, Griboyedov’u gezen her ziyaretçi, MASSOLİT’in mutlu üyelerinin yaşadığı hayata gıpta eder, içini kemiren büyük bir kıskançlık duyardı. Aynı zamanda da, yazarlığa yatkın olarak dünyaya gelmediği için kem talihine söver dururdu. Yazarlık yeteneği olmayan kişi, bütün Moskova’nın çok iyi tanıdığı, kenarı yaldızlı, iyi cins deri kokan, koyu renk bir kapak içindeki MASSOLİT kartını düşünde bile göremezdi.
Kıskançlığı savunmak için bir şeyler söylenebilir mi? Çok aşağılık bir duygu bu, kuşkusuz, ama insanın kendini ziyaretçinin yerine de koyması gerek. Çünkü birinci katta gördükleriyle iş bitmiyor, daha görülecek neler var neler. Bir kere teyzenin evinin zemin katını bir lokanta kaplıyor, hem ne lokanta! Moskova’nın en iyi lokantası olduğu haklı olarak herkesçe kabul edilmiş. Griboyedov sadece Asur yeleli mor at kabartmalarıyla süslü, kubbeli, yüksek tavanlı iki koca salonu işgal ettiği için değil, her masada ipek abajurlu bir lamba bulunduğu için değil, kapısı herkese açılmadığı için de değil, yiyeceklerinin en iyi cins oluşuyla da, Moskova’nın bütün lokantalarını geride bırakıyordu. Yemeklerin fiyatı oldukça uygundu, hiç de keseye zarar verecek türden değildi.
Gerçeğe tıpatıp uyan bu satırların yazarının, örneğin, günün birinde Griboyedov’un parmaklıkları önünde duyduğu şu konuşma, bu nedenle kimseyi şaşırtmamalıdır:
“Bu akşam nerede yemek yiyorsun Amvrosiy?”
“Sorduğun şeye bak! Tabii burada sevgili Foka! Arçibald Arçibaldoviç, kulağıma bugün yemekte levrek buğulama olduğunu söyledi. Nefis bir parça!”
Boynunda koca bir kan çıbanı bulunan, cılız ve çökmüş Foka içini çekip dev yapılı, al dudaklı, altın saçlı ve kıpkırmızı yanaklı şair Amvrosiy’e, “Yaşamasını biliyorsun dostum,” dedi.
“Bildiğim belirli bir şey yok,” diye karşılık verdi Amvrosiy. “İnsanca yaşamak için sıradan bir isteğim var. Fokacığım, herhalde Colisée Lokantası’nda da levrek bulunacağını söylemek istiyorsun. Ama orada levreğin porsiyonu on üç ruble on beş kopek. Bizde bir buçuk ruble. Colisée’de alabalık en az üç günlüktür, üstelik tiyatro dönüşü oraya gelen bir gencin savuracağı üzüm salkımı çöpünü suratına yemeyeceğini kimse garanti edemez. Hayır!” diye midesine düşkün Amvrosiy, bulvarı inletti, “Colisée’ye kesinlikle karşıyım, bununla başımı bir daha ağrıtma!”
“Başını ağrıttığım yok Ambrosiy,” diye mızıldandı Foka. “İnsan evinde de yemek yiyebilir.”
“Teşekkürler, ben almayayım!” diye böğürdü Amvrosiy. “Apartmanının ortak mutfağında, karının, pis bir tencerede levrek buğulama pişirmeye çalıştığını gözümün önüne getiriyorum da! Ha, hah hah ha! Au revoir Foka!” Sonra da şarkı söyleyerek çardağa doğru yürüdü Ambrosiy.
“Hah hah ha!..”
Böyleydi ya, böyleydi işte! Yaşlı Moskovalılar, ünlü Griboyedov’u hatırlarlar. Peki ama bu levrek buğulama da neyin nesi? Altı üstü çerez, çok sevgili Amvrosiy çerez! Peki, mersinbalığı yavrusuna ne buyurulur? Gümüş kaplamalı tencerede pişirilmiş, parça parça kesilip ıstakoz kuyruklarıyla, taze havyarlarla çevrelenmiş mersinbalığı yavrusuna? Peki küçük güveçlerde getirilen, mantar püreli fırında yumurta? Peki, o minicik güzel karatavuk filetosu size bir şey ifade etmiyor mu? Hem de trüf mantarlı? Ya Ceneviz usulü bıldırcın? On ruble elli kopek. Caz müziği de garsonların kibarlığı da cabası! Hele temmuzda, bütün ailenin sayfiyeye gittiği, sizinse acil edebî çalışmalar yüzünden Moskova’da kaldığınız sırada, çardağın altında, asmanın gölgesinde, sakız gibi örtülerin üstünde altın sarısı lekeler bırakan tabaklarda içilen printanière19 çorba? Hatırlıyor musunuz Amvrosiy? Ama size bunu sormak bile gereksiz. Dudaklarınızdan, hatırladığınız belli. Levrekleriniz, alabalıklarınız bir şey mi? Hele çulluk yavruları, su çullukları? Mevsimine göre pişmiş yabani çulluklar, bıldırcınlar, türlü türlü tuşlar? Ağızda köpüren Narzan suyu?
Yeter artık, yolunu şaşırdın gitti sevgili okur! Hadi bakalım, peşimden gel!..
Berlioz’un Patriarşiye Göleti Parkı yakınında öldüğü o akşam, saat on buçukta, Griboyedov’un birinci katında yalnızca bir salonun penceresinde ışık vardı. On iki edebiyatçı salonda sıkıntıdan patlamaktaydı. Toplantıya katılmak üzere gelmişler, Mihail Aleksandroviç’i bekliyorlardı.
MASSOLİT yönetim kurulu odasında iskemlelere, masalara, pencere pervazlarına oturmuşlardı. Sıcaktan rahatsızdılar, gerçekten rahatsızdılar. Ardına kadar açık pencerelerden bir damla rüzgâr estiği yoktu. Moskova gün boyunca yollara dökülen asfaltın biriktirdiği sıcağı geri veriyordu. Gecenin serinlik ve rahatlık getirmeyeceği belliydi. Lokanta mutfağının bulunduğu teyzenin bodrumundan soğan kokusu yükseliyor, herkes bir şeyler içmek istiyordu; yazarlar sinirliydiler, kızgındılar.
Romancı Beskudnikov –sakin, düzgün giyimli, dikkatli, ama kaçamak bakışlı bir adam– yelek cebinden saatini çıkardı. Akrep on bire yaklaşmaktaydı. Beskudnikov saatin kadranına vurup yanındaki masada oturan, kauçuk tabanlı sarı ayakkabılar geçirdiği ayaklarını sallayan komşusu Şair Dvubratovski’ye gösterdi.
“Kahretsin!” diye homurdandı Dvubratovski.
Moskovalı bir tüccar kızıyken öksüz kaldıktan sonra yazar olan, “Shturman George” takma adıyla da deniz savaşlarını yazan Nastasya Lukinişna Nepremenova, kalın sesiyle, “Bizimki herhalde Klyazma Nehri’nde sallanmakla meşguldür,” dedi.
Ünlü skeç yazarı Zagriyov, büyük bir gözüpeklikle, “İzninizle,” dedi, “ben burada oturup kavrulmaktansa bir kahvenin taraçasına çöküp zevkle bir bardak çay içmeyi yeğlerim. Hem bu toplantı, saat onda yapılmayacak mıydı?”
“Şu sıra insan Klyazma’da ne rahat eder,” dedi Shturman George.
Klyazma yakınlarında yazarlarına verilen Pereligino villaları, bitmek tükenmek bilmeyen amansız çekişmelerin konusuydu. “Tam da bülbüllerin şakıdığı zamanındayız. Ben, özellikle ilkbaharda, kent dışında daha iyi çalışıyorum.”
Romancı Hiyeronim Poprihin, acı ve zehirli bir dille, “Toksik guatrı olduğundan üç yıldır karımı o cennete göndermek için para döküyorum,” dedi. “Bir yakı tahta bacağa ne denli iyi gelirse sözünü ettiğiniz cennet de karıma o kadar yarıyor.”
Eleştirmen Ababkov, oturduğu pencere kenarında, “Biraz da kısmet işi bu,” diye homurdandı.
Shturman George’un küçük gözleri sevinçle parladı; kalın sesini yumuşatarak, “Kıskanmamak gerek yoldaşlar,” dedi. “Orada yirmi iki villa var, yeni yapılanların sayısı da ancak yedi. MASSOLİT üyeleri ise üç bin kişi.”
Biri, köşesinden, “Üç bin yüz on bir,” diye ekledi.
“Gördüğünüz gibi,” dedi Shturman, “yapılacak bir şey yok. Villaların, içimizdeki en usta yazarlara verilmesi de olağan bir şey…”
Tartışmaya balıklama dalan senaryo yazarı Gluharyov, “Generallere!” diye bağırdı.
Yalancıktan esneyen Beskudnikov, yerinden kalkıp dışarı çıktı. O çıkar çıkmaz, “Pereligino’da tek başına beş odalıya sahip,” dedi Gluhariyev.
“Lavroviç’inki altı odalı,” diye atıldı Deniskin. “Üstelik yemek salonunun duvarları lambrili.”
“Hey, sorun bu değil,” dedi Ababkov. “Sorun, saatin on bir buçuk oluşu.”
Haber, hemencecik kaynaşmaya yol açan bir kargaşaya neden oldu. O uğursuz Pereligino’ya telefon edildi; aranan villa yerine Lavroviç çıktı karşılarına. Dolayısıyla Lavroviç’in nehir kıyısına indiğini öğrendiler; böylece hepsinin iyiden iyiye keyfi kaçtı. Edebiyat Dilinde İncelik Komisyonu’nun numarası olan 930’u çevirdiler, karşılık veren olmadı.
Deniskin, Gluhariyov ve Kvant, “Telefon edebilirdi,” diye bağırdılar.
Eeh, boşunaydı bağırmaları. Mihail Aleksandroviç, artık hiçbir yerden telefon edemezdi. Uzakta, Griboyedov’dan çok uzakta, bin mumluk lambaların aydınlattığı koca salonda, çinko kaplı üç sedyenin üstüne kısa süre önce Mihail Aleksandroviç olan şey uzatılmıştı.
Birinci masa, çıplak, bir kolu kırılmış, göğüs kafesi göçmüş, kurumuş kan lekeleri içindeki gövdeyi taşıyor; ikinci masada, ön dişleri kırılmış, gözleri açık ve bulanık, tepeden gelen ışığın altında duyarsız kesik kafası başı duruyordu; tepeden gelen keskin ışıktan ürpermeyen gözler de açık ve bulanıktı; sonuncusuna ise kaskatı kesilmiş, buruşuk bir paçavra yığını atılmıştı.
Başı kopmuş ölünün çevresinde bir sürü insan vardı: adli tabip, bir anatomi uzmanı, yardımcısı, savcılık temsilcileri ve hasta karısının başucundan telefonla çağrılan, Berlioz’un MASSOLİT’te yardımcılığını yapan yazar Jeldıbin.
Saat gece yarısını bulduğunda, bir araba gelip Jeldıbin’i almış, savcılık temsilcileriyle birlikte ölünün evine götürmüştü. Orada Berlioz’un kâğıtları mühürlenmiş, sonra da herkes morgun yolunu tutmuştu.
Şimdi, ölünün kalıntılarının çevresinde tartışıyorlardı. Yapılacak en iyi şey neydi: Kesik başı boyna dikmek mi, kara bir örtüyü çeneye kadar çekip ölüyü Griboyedov’un tören salonunda ziyaretçilere göstermek mi?
Hayır, Mihail Aleksandroviç, hiçbir yere telefon edemezdi. Deniskin, Gluhariyov ve Kvant, Beskudnikov’la birlikte, boşuna bağırıp çağırıyorlardı. Tam gece yarısı, on iki edebiyatçı, birinci kattan ayrılıp lokantaya indi. Orada, Mihail Aleksandroviç hakkında birkaç kötü söz daha söylendi: Çünkü dışarıda bütün masalar doluydu tabii, o güzel ama boğucu salonlarda yemek yemekten başka çare kalmamıştı.
Tam gece yarısı bir şey sanki büyük bir gürültüyle birinci salona düştü; oradan da kulakları sağır eden bir gümbürtü ve şangırtıyla hoplayıp zıplayarak her yana yayıldı. Müziğin duyulduğu an, ince bir erkek sesi, büyük bir umutsuzlukla, “Haleluya!” diye bağırdı. Griboyedov’da çalınan ünlü caz müziğinin ilk parçasıydı bu. Terli yüzler hemen canlandı, tavandaki mor atlar hayata dönmüş, lambaların ışığı parlamış gibi oldu, iki salonda ve taraçadakiler hayata döndü, birden zincirlerini koparmışçasına dans etmeye koyuldular.
Gluhariyev, şair Tamara Polumesyats’la dansa kalktı. Kvant dansa kalktı, romancı Jukopov, sarı giysili bir sinema oyuncusuyla dans ediyordu. Dragunski dans ediyordu, Çerdaçki de dans ediyordu, ufak tefek Deniskin dev yapılı Shturman George’la, güzel mimar Semeykina-Gall, kendisine sıkı sıkı yapışmış beyaz keten pantolonlu bir yabancıyla dans ediyordu. Moskovalı ya da dışarıdan gelen misafirler dans ediyordu. Yazar Kronştadtlı Johann, yanağı olduğu gibi leylak rengi egzamayla kaplanmış, rejisör olduğu söylenen Rostovlu Vitya Kuftik adlı biri, MASSOLİT’in şiir bölümünün ünlü üyeleri, yani Pavianov, Bogohulski, Sladki, Şniçkin ve Adelfina Buzdyak dans ediyorlardı; kısacık saçları, vatkalı ceketleriyle boksörlere benzeyen, mesleği belirsiz gençler de dans ediyordu. Uzun sakalına, nereden geldiği belirsiz bir parça yeşil soğan parçası yapışmış yaşlı bir adam, kansızlıktan solmuş, kavuniçi ipekten bumburuşuk bir ipek elbise giymiş bir cılız kızla dans ediyordu.
Ter içindeki garsonlar, nefret dolu boğuk seslerle “Pardon! Pardon yoldaşlar!” diye bağırarak oturanların tepesinden buzlu bira bardaklarını taşıyorlardı. Nereden geldiği belirsiz bir ses megafonla, “Şaşlık karski biiir!” diyordu. “Zubrovka votkası, ikiiiii! Bir de işkembe çorbası!” Cılız ses şarkı söylemiyor, “Haleluya!” diye haykırıyordu artık. Arada bir bulaşıkçıların eğimli tahtanın üzerinden mutfağa aktardıkları tabak çanak şangırtısı orkestranın altın sarısı zillerinin gürültüsünü bastırıyordu. Ortalık tek kelimeyle cehenneme dönmüştü.
Tam gece yarısı, bir cehennem görüntüsüne tanık oldu lokantadakiler. Taraçada, frak giymiş yakışıklı bir adam belirdi birden. Kara gözlü, hançer gibi sivri sakallı adam etki alanını soylu bir havayla süzdü. Bazı mistikler, bu adamın bir zamanlar frak giymediğini, beline doladığı kalın deri kemerden iki tabanca kabzasının göründüğünü, kuzguni saçlarını kırmızı ipekten bir mendille sardığını, komutasındaki geminin, kurukafalı uğursuz bayrağı dalgalandırarak Karayip Denizi’nde gezdiğini söylerler.
Yok yok, hayır! Yalan söylüyor baştan çıkarıcı, hayalci kişiler, yeryüzünde bir Karayip Denizi yok, hiçbir gözü kanlı korsan bu denizde gezmez, savaş gemileri onu kovalamaz, denizin dalgalarına barut dumanları yayılmaz. Bir şey yok, olmadı hiç böyle şey! Kurumaya yüz tutan ıhlamurlar, demir parmaklıklar ve ardında da bulvar… İşte olup olacağı bu kadar. Bir kâsede eriyen buz, komşu masada birinin, kan çanağına dönmüş manda gözleri, bütün bunlar korkunç, korkunç! Ey Tanrım, Tanrım, zehir istiyorum, bana zehir verin!
Ansızın masaların birinden, “Berlioz!” adı yükseliverdi. Müzik sesi önce çarpıldı, sonra kesildi. Sanki biri, bir yumrukta susturuvermişti müziği. “Ne, ne, ne, ne?” Berlioz!” Herkes sağa sola koşmaya, “Ah, oh!” çekmeye koyuldu.
Kesinlikle, Mihail Aleksandroviç’in korkunç ölüm haberi bir üzüntü dalgası gibi yayıldı ortalığa. Birinin yerinde hoplayıp zıpladığı, çırpındığı, hemen, oracıkta ortak bir telgraf yazıp bir dakika bile kaybetmeden göndermeyi önerdiği görüldü.
“İyi ama ne telgrafı?” diye sorsak, nereye gönderilecek bu telgraf? Neden gönderilecek üstelik? Bir de kime çekilecek? Adamın ezilmiş kafatası bir anatomi uzmanının kauçuk eldivenli parmakları arasındaysa, bir profesör de kıvrık uçlu iğnesini boyun derisine batırıp dikiyorsa, bir telgrafın ne gibi bir yararı dokunabilir? O öldü, hiçbir telgrafın gereği yok artık. Her şey bitti, telgraf hatlarını meşgul etmek yararsız.
Evet, o öldü. Öldü… Ama biz, yaşıyoruz biz!
Evet bir acı dalgası ortalığı kapladı, yükseldi, bir süre dorukta durdu… Sonra düştü, herkes masasına dönmeye ve –önce gizlice, sonra açıkça– bir duble içip yemeğini atıştırmaya koyuldu. Côteless de volaille20 bırakılır mıydı hiç? Mihail Aleksandroviç’e nasıl yararlı olabiliriz? Aç kalarak mı? Her şey bir yana, biz yaşıyoruz ama!
Tabii, piyano kilitlendi, müzisyenler enstrümanlarını toplayıp gittiler, birkaç gazeteci, ölüm haberini gazetelerine bildirmeye koştular. Jeldıbin’in morgdan döndüğü duyuldu sonra. Yukarıya, ölenin çalışma odasına yerleşti; Berlioz’un yerine MASSOLİT’in başına geçeceği duyuldu ardından da. Jeldıbin, lokantadaki on iki yönetim kurulu üyesini çağırttı; Berlioz’un odasında toplanıp acele görüşülmesi gereken konular, Griboyedov’un sütunlu salonunun cenaze için nasıl süsleneceği, cesedin morgdan buraya nasıl getirileceği, cenazenin ziyaretçilere gösterileceği katafalkın nasıl hazırlanacağı gibi üzücü olayla ilgili bütün sorunlar tartışıldı.
Bu arada lokantada alışılmış gece hayatı sürüyordu. Kapanış saati olan dörde kadar da sürecekti; ama lokantadakilerde Berlioz’un ölüm haberinden daha büyük şaşkınlık yaratan olağanüstü bir olay yaşandı.
Önce, Griboyedov’un önünde duran arabacılar heyecanlandılar. Biri, oturduğu yerden doğrulup seslendi:
“Heeeey! Şuna bakın!”
Bu haykırışın ardından, nereden çıktığı anlaşılamayan titrek bir ışık parmaklıkların dibinden fışkırıverdi, hemencecik taraçaya yaklaştı. Olup biteni iyice görebilmek için herkes yerinden kalkmaya başlamıştı. O ara, titrek ışıkla birlikte bir beyaz hayaletin de lokantaya doğru ilerlediği görüldü. Hayalet çardağa vardığında herkes ucunda bir parça mersinbalığı olan çatalları havada, gözleri fal taşı gibi dondu kaldı. O sıra sigara içmek amacıyla bahçeye çıkan kapıcı, sigarasını atıp hayaletin lokantaya girişine engel olmak amacıyla kapıya koştu. Ama nedendir bilinmez, görevini yapmadı: Olduğu yerde durup aptal aptal gülmeye koyuldu.
Hayalet, çardağın girişini geçip güçlük çekmeden içeri girdi. Ve herkes bunun bir hayalet değil, ünlü şair İvan Nikolayeviç Biezdomni olduğunu gördü.
Ayakları çıplaktı, üzerindeki yırtık pırtık kirli beyaz tolstovka’sına pek bilinmeyen bir azizin resmi iğnelenmişti, beyaz çizgili bir içdonu vardı. İvan Nikolayeviç’in elinde, uzun bir kilise mumu yanıyordu. Sağ yanağında taze bir yara izi… Bütün taraçaya birden çöküveren derin sessizliği hayal edebilmek mümkün değil. Tepsisi yana eğilmiş, biranın döküldüğünü bile fark etmeyen bir garson, olduğu yere çakılıp kalmıştı.
Şair, elindeki mumu başının üstüne kaldırıp yüksek sesle, “Size selam olsun kardeşlerim!” dedi. Sonra en yakın masanın altına bakıp büyük bir keder içinde, “Hayır! Burada da değil!” diye bağırdı.
O an iki ses duyuldu. İlki, bas bir sesti, amansızca, “Çok açık,” dedi. “Çok fazla alkol almaktan cinnet geçirmiş.”
Dehşete düşmüş bir kadına ait olan ikincisi, “Polis onun sokakta bu kılıkta gezmesine nasıl göz yumdu acaba?” dedi.
Söylenenleri duyan İvan Nikolayeviç, “Bir Skatertniy Sokağı’nda, bir de Bronnaya Sokağı’nda iki kez durdurmaya kalktılar. Ama bir tahta perdenin üstünden atladım ve gördüğünüz gibi yanağım sıyrıldı.”
Bu sözlerin ardından İvan Nikolayeviç, mumunu kaldırıp haykırdı:
“Edebiyatçı kardeşlerim!” –Boğuk sesi sertleşti, ateşli bir havaya büründü.– “Hepiniz beni dinleyin! O geldi! Hemen yakalayın onu, yoksa başımıza umulmadık belalar açabilir!”
“Ne? Ne? Ne diyor? Kim gelmiş?” diye soruldu sağdan soldan.
“Danışman geldi,” dedi İvan. “Bu danışman, Patriarşiye Göleti Parkı’nda Mişa Berlioz’u öldürdü.”
O sırada salonlardan bir sürü adam çıktı; büyük bir kalabalık İvan’ın mumunun çevresinde toplandı. İvan Nikolayeviç’in kulağının dibinde, sakin, saygılı bir ses, “Özür dilerim,” dedi, “biraz daha açık konuşsanız! Ne demek ‘öldürdü’? Kim öldürdü?”
İvan soruyu soranı bakışlarıyla aradı.
“Yabancı danışman,” dedi, “hem de Profesör, üstelik düşman casusu da!”
“Adı ne?”
İvan, umutsuzlukla haykırdı:
“Evet, adını soruyorsunuz! Adını bilebilsem! Kartvizitinin üstünde adını göremedim ki… Yalnız ilk harfini hatırlıyorum: W, adının ilk harfi W.” İvan, başını elleri arasına alıp birden, kendi kendine mırıldanmaya koyuldu: “W ile başlayan ne gibi bir adı olabilir insanın? We, We, We, Wa… Wo… Wachner? Wagner? Wainer? Wegner? Winter?” O kadar büyük çaba harcıyordu ki, saçları bile kafasında oynamaya başladı.
“Woulf mu?” dedi acıyla bir kadın, hiç yeri değilken.
İvan, kıpkırmızı kesildi. Bakışlarıyla kadını aradı: “Aptal!” diye bağırdı, “Woulf’un burada işi ne? Woulf’la ilgisi yok. Wo, Wa… Hayır, bu yöntemle bulamam. Ama bakın ne yapmalıyız yoldaşlar: Hemen polise telefon edin, Profesör’ü yakalamak üzere, makineli tüfek taşıyan beş motosikletli yollasınlar. Yanında iki kişi daha bulunduğunu da belirtmeyi unutmayın: Kareli elbiseli, kelebek gözlük takmış, uzun boylu, zayıf bir herifle kapkara, tombul bir kedi… Ben de bu arada bütün Griboyedov’u arayacağım. Burada olduğunu hissediyorum!”
İvan, büyük bir telaşa kapıldı: Çevresindekileri kabaca itip üzerine damlayan mumu sağa sola sallayarak masaların altına bakmaya koyuldu. Birden, “Doktor!” diye bağıran bir ses duyuldu. Hemen o an, sakalsız, etli, hatta tombul, bağa gözlüklü bir tatlı yüz, İvan’ın karşısında beliriverdi. Surat, gerektiğinden daha nazik bir sesle konuştu:
“Yoldaş Biezdomni, sakin olun! Hepimizin çok sevdiği Mihail Aleksandroviç’in ölümüne üzülmüşsünüz… Hayır, yalnızca Mişa Berlioz’un ölümüne. Hepimiz sizi çok iyi anlıyoruz. Size huzur lazım. Buradaki arkadaşlar sizi evinize götürecekler, yatağınıza uzanıp dinlenince unutursunuz…”
İvan, dişlerini gösterdi:
“Profesör’ün yakalanması gerektiğini anlamıyor musun sen? Saçma sapan sözlerinle bir de beni rahatsız ediyorsun! Salak!”
Kızarıp geri çekilen surat, bu işe karıştığına pişman olmuştu.
“Biezdomni Yoldaş, affedersiniz,” dedi.
“Herkesi affedebilirim ama seni affetmem,” dedi İvan Nikolayeviç, sakin bir nefretle.
Yüzü buruştu, allak bullak oldu. Sağ elindeki mumu hemen sol eline geçirip merhametli suratın kulağına yumruk atmaya koyuldu.
Ancak o zaman İvan’ın üstüne atılmak gerektiği düşünüldü, böylece herkes üstüne çullandı. Mum söndü. Sevimli surattan fırlayıp yere düşen bağa gözlük, ayaklar altında parçalandı. İvan herkesi şaşırtan ve dışarıdan bile duyulan korkunç bir savaş çığlığı attı ve savunmaya geçti. Üstü kapalı çanak dolu masalar şangırtıyla devrildi, kadınlar çığlık çağlığa bağrıştılar.
Garsonlar Şair’i belinden yakalayıp peçetelerle ellerini bağlarken, vestiyerde, kapıcı ile korsan arasında bir konuşma geçiyordu:
“İçdonuyla olduğunu gördün mü?” diye sordu korsan, soğuk bir ifadeyle.
Korkudan yemyeşil kesilen kapıcı, “Ama Arçibald Arçibaldoviç,” dedi. “İçeri girmesine nasıl engel olabilirdim, kendisi MASSOLİT üyesi.”
“İçdonuyla olduğunu görmedin mi?” diye sordu korsan.
“Acıyın Arçibald Arçibaldoviç, ne yapabilirdim? Anlıyorum, taraçada hanımlar vardı,” diyen kapıcı kıpkırmızı oldu bu kez.
“Hanımların bu işle ilgisi yok, onlar aldırmaz böyle şeylere,” diyen korsanın gözleri kapıcıyı neredeyse yakacaktı. “Ama polis, polis boş vermez böyle işlere! Bir adam, iç çamaşırıyla, ancak bir tek durumda gezebilir: yanında polisler varsa ve karakola götürülüyorsa! Sen de kapıcıysan bu kılıkta birini gördüğünde, görevinin, bir saniye bile kaybetmeden düdüğünü öttürmek olduğunu bilmelisin. Duyuyor musun? Duyuyor musun? Şimdi taraçada olup bitenleri duyuyor musun?..”
Aklı başından giden kapıcı, insan sesine benzemeyen bir haykırış, tabak şangırtıları ve kadın çığlıkları duydu.
“Yediğin halttan ötürü ne yapmalıyım sana?” diye sordu korsan.
Kapıcının yüzüne yayılan rengi gören, onun tifüse yakalandığını sanırdı, gözleri donuklaştı. Birden, bir çizgiyle ayrılan siyah saçların kırmızı bir ipekle sarıldığını görür gibi oldu. Frak ve kolalı gömlek kayboldu, kalın deri bir tabanca kılıfına dönüştü. İğrenç bir biçimde dışarı sarkan dilini, omzuna düşen cansız başını gözleriyle izledi, aşağıdan gelen dalgaların sesini bile duydu. Kapıcının dizlerinin bağı çözüldü. Ama korsan merhametli davrandı, bakışlarındaki harlı ateşi söndürdü.
“Dinle Nikola, bu son olsun! Senin gibi kapıcıların bu lokantada işi yok. Kilise bekçiliğinden başka işe yaramazsın sen.”
Bu sözlerden sonra komutan, kısa, belirgin ve açık emirler verdi:
“Git içerden garsonu getir buraya. Polisi çağır. Tutanak tutulsun. Bir araba bul. Adam akıl hastanesine götürülsün. Düdüğünü çal!”
On beş dakika sonra, yalnız lokantadakiler değil, bulvarda ve Griboyedov’un bahçesine bakan pencerelerdeki şaşkın halk, garson, kapıcı, bir polis, bir garson ve Şair Ryuhin’in yeni doğmuş bebek gibi sarılıp sarmalanmış bir genç adamı sürükleyerek götürdüklerini gördü. Gözlerinden akan yaşlarla bütün yüzü ıslanan genç adam, özellikle Ryuhin’e tükürüp duruyor, bulvardakilerin duyabileceği biçimde haykırıyordu:
“Alçak! Alçak!..”
Kızgın suratlı bir şoför, kamyonetinin motorunu çalıştırmaya uğraşıyordu. Yanındaki arabanın sürücüsü, atını harekete geçirmek için mor dizginlerini hayvanın sağrısında şaklatıp haykırdı:
“Bin arabaya! Tımarhaneye gidiyoruz, yolu biliyorum!”
Bütün bunlar, olağanüstü olayı yorumlayan kalabalığın uğultusuyla sarmalanıyordu. Kısacası iğrenç, pis, tiksindirici, insanı isyan ettiren bir rezaletti. Kamyonet ancak zavallı İvan Nikolayeviç ile polisi, Pantaleon’u ve Ryuhin’i, Griboyedov’un kapısından uzaklaştırınca ortalık duruldu, her şey sona erdi.
19
. (Fr.) Bahar sebzelerinden yapılan bir çorba. (Ç.N.)
20
. Fransız mutfağından bir tavuk yemeği. (Y.N.)
6
Söylendiği gibi, şizofreni
Beyaz gömlekli, sivri sakallı adam, Moskova yakınında nehir kıyısında kısa süre önce inşa edilmiş olan ünlü akıl hastanesinin kabul salonunda yeni gelenleri karşıladı. Saat sabahın bir buçuğu olmuştu. Üç hastabakıcı bir divanda oturan İvan Nikolayeviç’i göz hapsine almıştı. Çok üzgün olduğu anlaşılan Şair Ryuhin de İvan’ın yanına çökmüştü. İvan Nikolayeviç’i bağlamakta kullanılan peçeteler, yerde bir yığın olmuştu. İvan Nikolayeviç’in elleri ve ayakları artık serbestti.
Beyaz gömlekli adamın içeri girdiğini gören Ryuhin, sarardı; öksürdü, çekinerek, “Merhaba doktor!” dedi.
Doktor, Ryuhin’e doğru eğilerek selam verdi ama ona değil İvan Nikolayeviç’e baktı. İvan, kaşlarını çatmış, somurtuyor, kıpırdamadan oturuyordu. Doktorun gelişiyle kılı bile kıpırdamadı.
Nedendir bilinmez, esrarlı bir havayla yan yan İvan Nikolayeviç’e korkuyla bakarak, “Doktor,” diye fısıldadı Ryuhin. “İşte tanınmış Şair Biezdomni. Şey… anlarsınız… fazla alkol almaktan… cinnet geçirmesinden korkuyoruz…”
“Çok mu içerdi?” diye sordu, doktor dişlerinin arasından.
“Arada içtiği olur tabii ama kendinden geçecek kadar değil…”
“Hamamböceği, fare, iblis, kudurmuş köpek kovalamaya kalkışmış mı hiç?”
“Hayır,” diyen Ryuhin irkildi. “Ona dün de rastladım, bu sabah da. Çok iyiydi.”
“Neden içdonuyla? Yataktan mı kaldırdınız?”
“Hayır doktor. Lokantaya bu kılıkta geldi.”
“Yaaa!” dedi doktor; hoşnuttu. “Peki bu sıyrıklar ne? Kavga mı etti?”
“Tahta perdeyi aşarken düştü. Lokantada da birine vurdu… Kim olduğunu bilmediğim birine…”
“İyi, iyi,” dedi doktor. Sonra İvan’a döndü: “Merhaba!”
“Selam parazit,” dedi İvan kalın, kaba bir sesle.
Ryuhin öyle utandı ki, başını kaldırıp kibar doktora bakamadı. Ama doktor söylenenden hiç alınmadı. Alışkın, usta bir hareketle gözlüğünü çıkardı, beyaz gömleğinin eteğiyle camlarını sildikten sonra gözlüğü pantolonunun arka cebine yerleştirdi. Ardından İvan’a sordu:
“Kaç yaşındasınız?”
İvan kabaca bağırdı:
“Beni rahat bırakacak mısınız, be adamlar? Canınız cehenneme!” Sonra herkese sırtını döndü.
“Neden kızıyorsunuz? Size kötü bir şey mi dedim?”
“Yirmi üç yaşındayım,” dedi İvan, telaşla. “Hepinizi şikâyet edeceğim. Özellikle seni yavşak!” dedi Ryuhin’e.
“Hepimizi niçin şikâyet edeceksiniz?”
“Benim, benim gibi aklı başında birini tutup zorla tımarhaneye sürükledikleri için,” karşılığını verdi İvan, öfkeyle.
O an Ryuhin, İvan’a daha büyük bir dikkatle bakıp ürperdi; gözlerinde en ufak bir delilik belirtisi yoktu. Griboyedov’dayken bulanık bakan gözleri, eski canlılığına ve açıklığına kavuşuvermişti.
“Aman Tanrım!” dedi Ryuhin, korkuyla, kendi kendine. “Kuşkusuz, hiçbir şeyi yok. Ne biçim iş bu? Ne hakla onu sürükleyerek buraya getirdik? Bir şeyi yok, iyi, yalnızca biraz yüzü sıyrılmış…”
Doktor, pırıl pırıl madenî ayaklı arkalıksız beyaz iskemleye çökerken, sakin bir sesle, “Tımarhanede değilsiniz,” dedi, “bir kliniktesiniz. Gerekmediği halde burada sizi zorla tutmak kimsenin aklından geçmez.”
İvan Nikolayeviç, doktora kuşkuyla bakıp homurdandı:
“Tanrı’ya şükür! Aptallar alayı arasında sonunda aklı başında biri. Bu aptalların ilki de şu budala, şu işe yaramaz Saşka.”
“İşte yaramayan Saşka da kim?” diye sordu doktor.
Kirli parmağını Ryuhin’e uzatan İvan, “İşte o, Ryuhin!” diye yanıt verdi.
Ryuhin, kıpkırmızı kesildi. “Gösterdiğim yakınlığa nasıl teşekkür ediyor,” diye düşündü üzüntüyle. “Gerçekten köpeğin biri bu herif.”
Ryuhin’i yerin dibine batırmayı kafasına koyduğu anlaşılan İvan, “Ruhbilimsel yönden tam bir kulak21, üstelik büyük bir dikkatle proleter maskesi ardına gizlenen bir kulak. Şu üzgün surata bakın; onu, yazdığı mısralarla karşılaştırın. 1 Mayıs için yazdığı mısralarla! Hah hah hah ha!.. ‘Kalkın, isyan edin! Tabii ya kalkıp isyan etsinler (!)’ Gerçek düşüncelerini anlayabilmek için biraz da içine bakın… Şaşırıp kalırsınız!”
İvan Nikolayeviç ardından, herkesi ürperten bir kahkaha attı.
Güçlükle soluk alan Ryuhin, yüzü kıpkırmızı, nefret dolu bir düşmana arka çıktığını, bunun da koynunda yılan beslemek anlamına geldiğini düşünüyordu. İşin kötüsü, yapılacak bir şey yoktu. İnsan bir akıl hastasıyla nasıl kavga ederdi!
Biezdomni’nin suçlamalarını büyük bir dikkatle dinleyen doktor, “Peki, sizi neden buraya getirdiler?” diye sordu.
“Aşağılık hıyarlar, cehenneme kadar yolları var! Üstüme atılıp birtakım paçavralarla beni bağladılar. Sonra da bir kamyonete sürüklediler!”
“Lokantaya neden bu kılıkta gittiğinizi sorabilir miyim?”
“Kılığımın şaşılacak bir yanı yok,” dedi İvan. “Moskova Irmağı’nda yüzdüm, bu arada elbiselerimi çaldılar. Yerine de gördüğünüz pislikleri bıraktılar! Moskova’da çırılçıplak gezemezdim ya. Elimin altında ne varsa onu giydim. Çünkü hemen Griboyedov’a gitmem gerekiyordu.”
Doktor, soru dolu bakışlarını Ryuhin’in üzerinde gezdirdi. Beriki homurdandı:
“Lokantanın adıdır.”
“Haaa!” dedi doktor. “Aceleniz neydi? Bir iş randevusuna mı yetişecektiniz?”
İvan Nikolayeviç, çevresine kuşkuyla baktı:
“Danışmanı yakalamaya çalışıyorum ben.”
“Ne danışmanı?”
“Berlioz’u tanır mısınız?” diye anlamlı bir ses tonuyla sordu İvan.
“Besteci Berlioz’u mu?”
İvan, bu soruya çok üzüldü.
“Ne? Hangi besteci? Haaa! Yok canım. Besteciyle Mişa Berlioz’un yalnız soyadları aynı.”
Ryuhin, araya girmek istemiyordu; ama bir açıklama gerekliydi:
“MASSOLİT Genel Sekreteri Berlioz, bu akşam Patriarşiye Göleti Parkı’nın yakınında, tramvay tarafından ezildi.”
İvan kızgınlıkla Ryuhin’e dönüp bağırdı:
“Bilmediğin şeyleri uydurma! Sen değil, ben oradaydım! İsteyerek düşürdü Berlioz’u tramvayın altına!”
“Biri mi itti?”
Bu genel aptallığa kızan İvan, “İtmekten söz eden kim!” diye haykırdı. “Onun, itmeye ihtiyacı olduğunu mu sanıyorsunuz siz? Neler yapabileceğini bir bilseniz… Aklınız almaz! Berlioz’un tramvay altında kalacağını önceden biliyordu!”
“Danışmanı sizden başka biri de gördü mü?”
“İşin kötüsü bu ya; benimle Berlioz’dan başka gören olmadı.”
“Peki. Katili yakalamak için ne gibi önlemler aldınız?”
Doktor, bu sözleri söylerken odanın köşesinde bir masanın başına oturan beyaz önlüklü kadına işaret etti. Kadın bir kâğıt alıp doldurmaya koyuldu.
“Ne gibi önlemler mi? Mutfaktan bir mum kaptım.”
Beyazlı kadının önünde duran ikona ile kırık mumu parmağıyla gösteren doktor, “Bu mumu mu kaptınız?” diye sordu.
“Evet, bu mumu. Sonra…”
“Ya ikona ne işe yarıyordu?”
“Ha, ikona mı! (İvan kızardı) Onları en çok korkutan ikona oldu.”
Parmağıyla yine Ryuhin’i gösterdi.
“Ama, açıkça söylemek gerekirse bu danışmanın birtakım kirli güçlerle ilişkisi var… Yani, öyle kolay kolay yakalanmaz.”
Bu sözler üzerine hastabakıcılar, nedendir bilinmez, esas duruşa geçip gözlerini İvan’dan ayırmaz oldular.
“Hiç kuşkusuz, karanlık şeylerle ilgili,” diye devam etti İvan. “İnkâr edilemeyecek bir gerçek bu. Pontius Pilatus’la yüz yüze konuştu. Bana böyle bakmanız gereksiz, gerçeği söylüyorum. Her şeyi görmüş, sarayın taraçasını, palmiye ağaçlarını… Anlayacağınız Pontius Pilatus’un yanındaymış, yemin edebilirim.”
“Yaaa!”
“İşte o zaman kutsal resmi göğsüme iğneleyip koştum.”
Saat tam ikiyi çalıyordu. İvan yerinden fırlayarak, “Heeey!” diye bağırdı. “Saat iki oldu, ben burada sizle vakit kaybediyorum! Özür dilerim ama telefon nerede?”
Doktor, hastabakıcılara, “Ona telefonun yerini gösterin,” dedi.
İvan, ahizeyi kaldırdı. Bu arada beyazlı kadın alçak sesle Ryuhin’e soruyordu:
“Evli mi?”
Ryuhin irkildi ve karşılık verdi:
“Bekâr.”
“Sendikalı mı?”
“Evet.”
“Polis mi?” diye bağırdı İvan telefonda. “Alo! Polis mi? Polis yoldaş, bir yabancı danışmanı yakalamak üzere hemen makineli tüfekli beş motosikletli gönderin… Ne? Gelin beni alın buradan, ben de size eşlik ederim… Ben Şair Biezdomni, şey tımarhanesinden telefon ediyorum…”
Eliyle ahizeyi kapayıp doktora döndü:
“Buranın adresi ne?”
Sonra telefona bağırdı yeniden:
“Duyuyor musunuz beni? Alo alo! Tanrı belasını versin!”
İvan, telefonu kaptığı gibi duvara savurdu. Sonra doktora doğru yürüdü, elini uzattı, sertçe, “Hoşça kalın!” diyerek çıkışa yöneldi.
İvan’ın gözlerinin içine bakan doktor, “Kusura bakmayın ama,” dedi, “nereye gideceksiniz? Her yer karanlık, üzerinizde bir içdonundan başka şey yok… Hadi, kendinizi iyi hissetmiyorsanız burada kalabilirsiniz.”
İvan, kapının önünde biriken hastabakıcılara, “Bırakın geçeyim,” dedi. “Bırakacak mısınız, bırakmayacak mısınız?” diye korkunç bir sesle haykırdı sonra.
Ryuhin titremeye başladı. Beyazlı kadın bir düğmeye bastı. Camın üstünde küçük, parlak bir kutuyla ona yapışık bir ampul göründü.
Kıstırılan yabanıl hayvanlar gibi çevresine göz gezdiren İvan, “Demek öyle?” dedi. “Öyleyse… elveda!”
Pencereyi gizleyen perdeye balıklama daldı.
Çarpışma oldukça zorlu oldu ama perdenin ardındaki kırılmaz camlar pek sallanmadı bile. Hemen ardından İvan Nikolayeviç hastabakıcıların kollarında çırpınmaya koyuldu. Hırıldıyor, çevresindekileri ısırmaya çalışıyor, haykırıyordu:
“Pencerelere taktığınız bu camlar ne böyle? Gitmek istiyorum! Bırak diyorum!”
İğne, doktorun elinde parıldadı; kadın, tolstovka’nın aşınmış kolunu bir tutuşta yırtıp hiç de kadınlara özgü olmayan bir güçle İvan’ın koluna yapıştı. Eter kokusu odaya yayıldı, kendisini tutan dört kişinin arasında İvan gevşedi; usta doktor, fırsattan yararlanıp iğneyi onun koluna batırdı. İvan, birkaç saniye daha tutuldu, ardından sedire yatırıldı. Yatar yatmaz yerinden fırlayıp, “Haydutlar!” diye bağıracak oldu ama hemen yeniden sedire mıhlandı.
Bedenini saran ellerden kurtulur kurtulmaz yeniden doğruldu, ama bu kez kendiliğinden düşüverdi sedire. Sustu, vahşi bakışlarını çevresinde gezdirdi, beklenmedik bir şekilde esnedi, nefretle gülümsedi.
“Nihayet, beni zorla tuttunuz,” dedi.
Ardından, esneyerek, birden yeniden bıraktı kendini. Başını bir yastığa koydu, yumruğunu çocuk gibi başının altına destek yaptı ve bu sefer düşmanlık barındırmayan, uykulu bir sesle kekeledi:
“Güzel, öyle olsun… Bütün yaptıklarınızı ödersiniz… Ne isterseniz yapın ama önceden söylemedi demeyin… Şu sıra beni en çok ilgilendiren Pontius Pilatus… Pilatus…”
Gözleri kapandı. Doktor, gözlüğünü takarken, “117 numaralı odada tecrite alınacak, yıkanacak, başına biri konacak,” diye emretti.
Ryuhin yine irkildi: İki kanatlı bir kapı açılmış, ardında mavi lambaların güçlükle aydınlattığı bir koridor görünmüştü. Lastik tekerlekleri üstünde ses çıkarmadan ilerleyen bir sedye içeri alındı. Kendinden geçen İvan üstüne yatırıldı, sonra tekerlekli araba koridora daldı, kapı kapandı. Çok üzülen Ryuhin fısıltıyla, “Doktor,” dedi. “Gerçekten hasta mı?”
“Tabii,” dedi doktor.
“Peki ama nesi var?” diye utana sıkıla sordu yine Şair.
Doktor bezgin bezgin baktı Ryuhin’e, yanıtı kayıtsızdı.
“Beyinde birtakım hasar, ipe sapa gelmez konuşmalar… Çılgınca yorumlar… Gerçekten karışık bir duruma benziyor. Anladığım kadarıyla şizofreni söz konusu. Bir de alkolizm…”
Ryuhin’in bütün bu sözlerden anladığı tek şey, İvan Nikolayeviç’in işlerinin pek yolunda gitmediğiydi. İçini çekerek sordu:
“Peki ama neden durmadan danışmandan söz ediyor?”
“Gördüğü biri, dengesi bozulan hayal gücünü etkilemiştir belki. Ama bu bir halüsinasyon da olabilir…”
Birkaç dakika sonra kamyonet, Ryuhin’i Moskova’ya götürüyordu. Gün doğmuş, yol boyu yanan fenerlerin ışığı hem gereksiz hem çirkin kaçmaya başlamıştı. Şoför, bütün gecesi piç olduğundan kızgınlıkla homurdandı. Sonuna kadar gaza bastı, arabayı dönemeçlerde kaydırarak son hızla ilerlemeye başladı.
İşte orman da bitti, her şey geride bir yerde, bir dönemeçte ırmak da kayboldu; karmakarışık bir görüntü kamyonetin üstüne çullanmaya başladı: tahta perdeler, kulübeler, tahta yığınları, kuru odundan uzun sırıklar, tel sarılı direkler, hendek ve arklarla yarılmış bir toprak; kısacası, Moskova çok yakındı, ilerideki dönemeçte birden karşısına çıkıp insanı yutuverecekti.
Ryuhin, hoplayıp zıplıyordu; üstüne oturduğu kütük, altından fırlamak için bütün gücüyle çırpınıyor gibiydi. Bir troleybüse atlayıp önden giden garsonla polisin bıraktığı lokanta peçeteleri yerde sürüklenip duruyordu. Ryuhin peçeteleri toplamaya çalıştı, nedendir bilinmez, acı bir sesle, “Cehenneme kadar yolunuz var be!” diye homurdandı. “Deli gibi ne çırpınıp duruyorum!” Bir tekmede hepsini savurdu, artık onlara bakmaktan vazgeçti.
Kamyonet yolcusunun ruh hali berbattı. Akıl hastanesine gitmek anlaşılan onu epey etkilemişti. Ryuhin, sıkıntısının nereden kaynaklandığını anlamaya çalıştı. Belleğine çakılı kalan mavi lambalı koridorun görüntüsünden mi? Yeryüzünde aklını kaçırmaktan büyük felaket olamayacağı düşüncesinden mi? Evet, evet, biraz da bundandı. Ama bu düşünce çok geneldi. Daha başka bir şey olmalıydı. Ama ne? Hakaret, işte sıkıntısının nedeni. Evet, evet Biezdomni’nin tam yüzüne karşı söylediği sözler. İşin kötüsü bu sözler hakaret sayılacak gibi de değildi. Gerçeğin ta kendisini yansıtıyorlardı.
Şair, çevresine bakmaktan vazgeçip oynayıp duran gözlerini pislik içinde döşemeye dikip mırıldanmaya, inlemeye, kendi kendini yemeye koyuldu.
Evet, şiiri… Şimdi otuz iki yaşındaydı! Geleceği neydi aslında? Her yıl, yüzlerce şiir yazmayı sürdürecekti gerçekten. İhtiyarlayıncaya kadar mı?; İhtiyarlayıncaya kadar; Bu şiirler ona ne sağlıyordu? Şan mı, ün mü?; “Ne saçma şey! Kendi kendini aldatma. Kötü şiir yazanlar asla şana, üne erişemezlerdi. Peki neden şiirlerim kötü? Gerçeği söyledi, gerçeğin ta kendisini!” diye haykırdı Ryuhin, kendine acımadan. “Yazdıklarımın tek kelimesine bile inanmıyorum!..”
Bu sinir kriziyle iyiden iyiye sarsılan Şair, sendeledi, düşecek gibi oldu: Ayaklarının altında tahta zeminin sallanması durmuştu. Ryuhin, başını kaldırdı, uzun süredir Moskova’da olduğunu, güneşin doğduğunu, bulutların altınsı püsküllerle bezendiğini, içinde bulunduğu kamyonetin bir sürü aracın arkasına takılıp bir bulvarın girişinde beklemeye koyulduğunu, çok yakınında, metalik bir adamın kaidesinin üstünde başını hafifçe eğmiş, ayakta durduğunu, kayıtsızlıkla bulvara baktığını gördü.
O an, Şair’in hasta kafasından tuhaf düşünceler fışkırdı. “İşte bir kısmet örneği…” Kamyonetin kasasında ayağa kalkan Ryuhin, elini kaldırıp kendi halinde duran o metalik adama nedense saldırıverdi. “Hayatında ne yaptıysa, neye giriştiyse, başına ne geldiyse, hepsi yararına döndü, ona büyük ün kazandırdı! İyi ama ne yaptı? Anlamıyorum! Bu sözlerde ne gibi bir özellik var: ‘Gökyüzü karanlık…’22 Anlamıyorum! Ne kısmetli ne kısmetli adammış!” diye sözünü bitirdi birden Ryuhin, kamyonetin harekete geçtiğini anlayarak, “Ona ateş eden, üzerine ateş eden beyaz ordu askeri kalçasını parçaladı ama ona ölümsüzlüğü de kazandırmış oldu,” dedi.
Araba konvoyu harekete geçti. İki dakika sonra, Griboyedov’un taraçasında görünen, çok hasta, üstelik biraz da yaşlanmış bir şairdi. Taraça tenhalaşmıştı. Köşede, bir konuk topluluğu kadehleri boşaltıyor, ünlü bir konferansçı da, kafasında takkesi, elinde ünlü Abrau23 şampanyasıyla dolu kadehiyle ortalıkta dolanıp duruyordu.
Kolları peçete dolu Ryuhin, Arçibald Arçibaldoviç tarafından büyük yakınlıkla karşılandı, o uğursuz paçavralardan hemen kurtarıldı. Gerek klinikte, gerekse kamyonetin içinde çektiği sıkıntılar olmasa Ryuhin, akıl hastanesinde olup bitenleri anlatmaktan, hatta kendi uydurduğu birkaç şeyle hikâyesini süslemekten belki zevk bile duyacaktı. Canı bir şey anlatmak istemiyordu. Üstelik, gözlemciliği ne kadar zayıf olursa olsun, kamyonetteki işkenceden sonra Ryuhin, ilk kez korsanı adamakıllı süzmeyi akıl etti ve Biezdomni hakkında binlerce soru sormaya, hatta, “Aman, aman, aman!” diye bağırmaya hazırlanan bu adamın, aslında Biezdomni’ye hiç aldırmadığını, onun başına gelenlerle zerrece ilgilenmediğini anladı. “Aferin! Hakkı var!” diye düşündü Ryuhin kendi kendini yıpratan bir acımasızlık ve görgüsüzlükle; şizofreni hikâyesini yarıda bırakarak, “Arçibald Arçibaldoviç, bana biraz votka…”
Korsan sevimli bir havaya bürünerek mırıldandı:
“Tabii… Hemen…”
Garsonlardan birine işaret etti.
Bir çeyrek saat sonra yapayalnız kalan Ryuhin, önünde balık yemeği, küçücük votka kadehlerini birbiri ardına devirip hayatını değiştirmesine artık imkân olmadığını, unutmaktan başka çaresinin kalmadığını düşünüyordu.
Başkaları eğlenirken Ryuhin, gecesini boşuna harcamıştı, bu geceyi yeni baştan yaşayamayacağını biliyordu. Lambaya bakacağına bakışlarını gökyüzüne çevirse gecenin bir daha dönmemek üzere gittiğini anlayıverirdi. Garsonlar hâlâ masaları boşaltıp örtüleri kaldırıyorlardı. Çardağın çevresinde dolanan kediler de sabahçı gibi gözüküyorlardı. Gün karşı konulmaz bir biçimde, Şair’in üstüne çöküyordu.
21
. (Rus.) 1917 Sovyet Devrimi’nin ardından, devletin kamulaştırma politikası gereği zengin, özel mülk sahiplerine verilen, küçümseyici anlamda kullanılan ad. Halk bir süre sonra
kulak
’lara saldırıp mallarına el koymaya başlamıştı. (Y.N.)
22
. Puşkin’in 1825 yılında yazdığı “Kış Akşamı” adlı şiir söz konusu. Şiir şu dizelerle başlıyor: “Gökyüzü karanlık ve fırtına / Rüzgârıyla dağıtıyor karları…”
Heykel de, hiç kuşkusuz Puşkin’in heykeli. D’Anthès’i belirtmek için kullanılan “beyaz muhafız” deyimi oldukça gülünç, çağına uymayan bir şey. Ama Ryuhin’in “toplumcu” bir şair olduğu unutulmamalı. (Y.N.)
23
. Karadeniz kıyısındaki Novorossiysk kentinin yakınlarındaki Abrau Yarımadası’nda yapılan şarap. (Y.N.)
7
Kötü bir daire
Ertesi sabah Styopa Lihodeyev’e, “Styopa, hemen kalkmazsan kurşuna dizileceksin!” deseler, Styopa güç duyulan bitkin bir sesle şöyle karşılık verirdi: “Kurşuna dizin, ne isterseniz yapın, kalkmayacağım.”
Kalkmak mı? Gözlerini açmak bile olanaksız gibi geliyordu Styopa’ya. Böyle bir şey yapmaya kalksa sanki bir şimşek kafasını delip geçecek, bin parçaya ayıracaktı. Kafasının içinde koca bir çan çalıyor, gözleriyle gözkapakları arasında göz kamaştırıcı bir yeşille karışık kara lekeler yüzüyor, daha da kötüsü, midesinin bulandığını hissediyordu; bulantı, gramofonun bezdirici sesiyle çok yakından ilişkiliymiş gibi geliyordu ona.
Styopa, anılarını toplamaya çalıştı; yalnız herhalde dün akşam –nerede olduğunu kesinlikle hatırlamıyordu– elinde bir peçeteyle ayakta duran bir kadını öpmeye çalıştığını, ona ertesi gün tam öğleyin evine gideceğine söz verdiğini hatırladı. Kadın, “Hayır, hayır, yarın evde olmayacağım!” diye geri çeviriyordu ama Styopa büyük bir inatla diretiyor, “Boşuna inat etmeyin,” diyordu. “Geleceğime yemin ederim!”
Kimdi bu kadın, şimdi saat kaçtı ve hangi ayın hangi günüydü?.. Styopa hiçbirini bilmiyordu. En kötüsü nerede bulunduğunu anlayamıyordu bir türlü. Hiç olmazsa sonuncu soruyu aydınlatmaya çalıştı. Bunu yaparken de sol gözkapağını büyük güçlüklerle gözünden ayırabildi. Alacakaranlıkta soluk bir parıltı görür gibi oldu. Sonunda Styopa iki pencere arasındaki aynayı tanıdı ve boylu boyunca yatak odasında yatağına, daha doğrusu kuyumcu kadının eski yatağına uzanmış olduğunu anladı. O an başında büyük bir acı duydu, gözlerini kapayıp bir inilti koyuverdi.
Ne olup bittiğini açıklayalım: Varyete Tiyatrosu Müdürü Styopa Lihodeyev, merhum Berlioz’la paylaştığı, Sadovaya Caddesi’ne bakan altı katlı bir evdeki işte o dairede uyandı.
Bu dairenin –50 numara– uzun süredir kötü denmese bile garip bir ünü vardı. İki yıl önce dairede, de Fougères adlı ölmüş bir kuyumcunun karısı otururdu. Anna Frantzevna de Fujere elli yaşlarında, karşısındakinde saygı uyandıran ve pratik zekâlı bir kadındı. Dairesinin beş odasından üçünü kiraya vermişti. Kiracılarından biri, yanılmıyorsam, Belomut adını taşıyordu, ötekinin adıysa çoktan unutuldu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69477037) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.