Zabit ve Kumandan – Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl

Zabit ve Kumandan – Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl
Mehmet Nuri Conker
Mustafa Kemal Atatürk
Top ve tüfek gürültülerinin yeri göğü inlettiği, silahların ölüm saçan kıyamet ateşleri kopardığı dehşetli yıllarda Türk ordusu, kanını son damlasına kadar harcayarak yurdu müdafaaya çalışıyordu. Balkan Savaşı’nda alınan yenilgi üzerine derin bir teessüre boğulan askerlere ve orduya derhâl müdahale edilmesi fikriyle kaleme alınan, aynı zamanda Atatürk’ün hem yakın hem de silah arkadaşı Nuri Conker’in orduda verdiği konferansların bir derlemesi olan "Zabit ve Kumandan" adlı eseri Mustafa Kemal’i öyle etkiliyor ki bu kitaba karşılık olarak yazdığı Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl’de hem arkadaşı Conker’e destek veriyor hem de ordu ile ilgili düşüncelerini ortaya koyuyor. Birbirini tamamlayan ve pekiştiren iki eserde, iyi yöneticilik konusu işlenirken bununla birlikte ordunun yaşadığı başarısızlığın esas çözüm yolu olarak kumanda aşamaları aktarılıyor. Başarıları tüm dünya tarafından kabul edilen bu iki lidere göre düşmana karşı savunma yapılmamalı, doğrudan taarruza geçilmelidir. Zira düşmana gerilen en güzel siper, Türk askerinin göğsüdür. "Patlayan bir-iki düşman mermisinden sonra, kendi toplarının seslerinden üzerine atılmış bir taştan sakınır gibi sağa sola kaçan ve ürken bir askerin yavaş yavaş atan yüreği, hızlı çarpmaya başlar. Biraz sonra muharebeye başlandığı zaman bileklerinde tüfeği tutacak güç de kalmaz. Subayın bu anda görevi, büyük ve önemlidir. Subay, ruhunu bütün erlerinin ruhuna gayet sağlam bir telgraf teliyle bağlamalıdır."

Nuri Conker, M. Kemal Atatürk
Zabit ve Kumandan. Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl

HASAN ÂLİ YÜCEL’İN KİTAP HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Bazı kitaplar vardır zamanında dikkati çekmemiş, büyük bir okuyucu topluluğu bulamamış fakat yazıldığı günlerin önemli olaylarını bugünlere aktarmış ve bu olayların çağdaşları üzerindeki etkilerini tarihe yansıtmıştır. Öte yandan tarihe yön verecek büyük adamlara ilham kaynağı olması nedeniyle, o kişide oluşmuş fakat dışa vurulmamış duygu ve düşüncelerin açığa çıkmasına vesile olmuştur. İşte rahmetli Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan adlı az sayfa tutan yapıca küçük, anlamca büyük kitabı, bu bahtiyarlığa ermiş eserlerden biridir.
Atatürk’ün Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl adlı kitabını okuyacak olan herkes, bu kitabın yazılmasına vesile olan Zabit ve Kumandan’ı okumadan geçemez.
Kitabın tanıtılmasına geçmeden önce Nuri Conker hakkında bilgi vermek yerinde olur.
Mehmet Nuri Conker 13 Ekim 1881’de Selanik’te doğdu. Babası Hoca Osman Efendi, annesi Zehra Hanım’dır.
Selanik Askerî Rüştiyesinden sonra Manastır Askerî İdadisini bitirdi. 1902 yılında İstanbul Harbiye Mektebini (harp okulu) bitirerek 21 yaşında piyade teğmeni olarak kılıç taktı. Harp Akademisinde üç yıl okudu, 1905’te mümtaz yüzbaşı olarak okulu bitirdi. 1909 yılında Hareket Ordusu’na gönüllü olarak katıldı. Tabur komutanlığı görevine atanarak Selanik’ten İstanbul’a geldi. Sonra İstanbul’da Mahmut Şevket Paşa’nın yaverliğini (emir subaylığı) yaptı. 1910 yılında Arnavutluk Harekâtı’na katıldı. Aynı yıl kurmay subaylık sınavını üç yüz kişi arasında birincilikle kazanarak kurmay subay oldu. Selanik’te yeni kurulan Küçük Zabit Mektebine (Astsubay Sınıf Okulu) komutan olarak atandı. 1911’de başlayan Trablusgarp Savaşı’na da gönüllü olarak katıldı ve Umum Bingazi Kuvvetleri Erkânıharbiyesine (Bingazi Genel Kuvvetleri Kurmay Başkanlığına) reis oldu. 1912’de binbaşılığa yükseltildi. Aynı yıl başlayan Balkan Savaşı’nda Çanakkale Boğazı Mürettep Kuvvetleri[1 - Mürettep Kıta:a. Sonradan kurulmuş birlik.b. Bir görevin yapılmasında, o görevin ihtiyaç duyduğu sınıf, çap ve kuruluştaki birliklerden alınan kısımların bir araya getirilmesiyle oluşan birlik. (İsmet Gönülal, Müşterek Askerî Terimler Sözlüğü, s. 216, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 1979.)] kurmay subaylığına atandı. Bolayır’da Bulgar kurşunuyla dizinden yaralandı.[2 - Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl’de canını hiçe sayma konusunda Mustafa Kemal bu yaralanmayı örnek olarak gösterecektir. (İsmet Gönülal)]
1913’te Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm’in Almanya’ya tedavi için çağırdığı on iki yaralı Türk subayından birisi olarak Wiesbaden’e gitti. O yıl, Osmanlı ve Alman İmparatorlukları askerî nişanlarıyla değerlendirildi. 1913 Nisanı’nda Zabit ve Kumandan adlı kitabını yazdı.[3 - Bu kitap, Prof. Dr. Afet İnan’ın özel kitaplığından alınarak Atatürk’ün öteki beş kitabıyla birlikte, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi tarafından aynı titizlikle yeni harflere çevrilmiştir. Kendisine eski Bayındırlık Bakanı ve Paris Büyükelçisi Sayın Behiç Erkin tarafından hediye edilmiştir.] Mustafa Kemal, on üç ay sonra 1914 Mayıs’ında Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl adlı söyleşi ve deneme türündeki ölmez eserini yazdı. Nuri Conker Bey 1914’te İstanbul I. Tümen Kurmay Başkanlığına atandı, sonra Balıkesir’de 24. Alay Komutanlığına atandı. Birinci Dünya Savaşı başlangıcında, bu alayı ile birlikte Çanakkale’ye gönderildi. 1915’te Anafartalar ve Conkbayırı Muharebelerine katıldı. Conkbayırı’nda ikinci kez sağ şakağından ağır bir biçimde yaralandı. Bu yaranın izini ölünceye kadar bir onur nişanı olarak taşıdı. O sırada yarbaylığa yükseltildi ve Conkbayırı’ndaki 8. Tümen Komutanı oldu. 10 Ocak 1916’da Alman hükûmetince Kurmay Yüzbaşı Nuri Bey’e Demir Salip Nişanı (Demir Haç Nişanı) verildi. Aynı yılın başlarında, tümeniyle birlikte Doğu’ya, Muş Cephesi’ne gönderildi. Yine 1916’da Alman hükûmetinin Egi Ruj Nişanı’yla onurlandırıldı. Bundan sonra da Avusturya-Macaristan Devleti’nin Meziyet-i Askeriye Salip Şeref Nişanı (Askerî Üstün Nitelikler Onur Nişanı) verildi. 1917 yılında Kafkas Muharebelerindeki hizmetlerinden dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası (Savaş Gümüş Üstün Görev Madalyası) ile onurlandırıldı. Aynı yıl Lahey’e (Hollanda) askerî ataşe olarak gönderildi. Burada 1918’de kurmay albaylığa yükseltildi ve Hollanda Kraliçesi tarafından kendisine “Komandör” rütbesinin Kılıçlı Oranj Nase Nişanı verildi. 1920’de Kurtuluş Savaşı’mızda görev almak için Anadolu’ya geçti, Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğüne atandı. Ankara Vali ve Komutanlığı da vekâleten verildi. Sonra merkezi Pozantı’da olan Adana Vali ve Komutanlığına atandı. 1921 TBMM hükûmetinin siyasal delegesi olarak Berlin’e gönderildi. Orada iki yıl bu görevi üstlendi. 1923’te TBMM II. Dönem Kütahya Milletvekili olarak meclise girdi. 1930’da kurulan Serbest Fırka’nın Kâtib-i Umumisi (genel sekreteri) oldu. 1931 seçimlerinde Gaziantep’ten milletvekili seçildi. 8 Şubat 1935’te M. Kemal Atatürk yakın dost ve arkadaşına Conkbayırı’ndaki üstün başarılarının anısı olarak “Conker” soyadını verdi. Aynı yıl TBMM Reis Vekili oldu. 11 Ocak 1937’de Ankara’da İsmet İnönü Caddesi 65 numaralı evde[4 - Şimdi bu caddenin adı Mithat Paşa olmuş ve evin yerine 71 numaralı Çınar Apartmanı yapılmıştır. Bu apartmanın önündeki dört çınar ve bir ceviz ağacı Atatürk tarafından diktirilmişti. Bugünkü Çınar Apartmanı adı bu ağaçların anısı olarak verilmiştir.] vefat etti. Atatürk’ün arzu ve emirleriyle Ankara Şehitliği’ne gömüldü. Atatürk, çok sevdiği bu arkadaşının cenaze törenine üzüntüsü nedeniyle katılamadığından çelenk göndermişti. Millet, Atatürk’ün acısına yürekten katılmış ve kendisine yüzlerce taziyet telgrafı çekmiştir.
Nuri Conker, Atatürk’le Selanik’te aynı mahallede büyümüşler; Selanik Askerî Rüştiyesinde, Manastır Askerî İdadisinde İstanbul’da Harbiye Mektebinde, Harp Akademisinde, Selanik’te III. Ordu’da, Hareket Ordusu’nda, Arnavutluk Harekâtı’nda; Afrika’da Trablusgarp, Bingazi ve Tobruk Muharebelerinde; Çanakkale’de Anafartalar ve Conkbayırı Muharebelerinde (Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’in, göğsündeki saate şarapnel parçası isabet ettiğinde Nuri Bey onun yanındaydı.) Doğu’da Muş Cephesi’nde, Kurtuluş Savaşı’nda daima beraber bulunmuşlar, birlikte savaşmışlar ve arkadaşlıklarını aralıksız sürdürmüşlerdir.
Cumhuriyet Dönemi’nde ve tüm inkılap görüşmeleri ve toplantılarında; Çankaya’da, Yalova’da ve Dolmabahçe’de, bütün yurt gezilerinde her zaman Atatürk’ün beraberinde bulunmuştur. Atatürk, Nuri Conker’in arkadaşlığını daima aramış, kendisini sevmiş ve bu iki dost birbirlerine her zaman bağlı kalmışlardır. Atatürk, sofrasında ona her vakit özel bir dikkatle yer vermiş, eski arkadaşı Nuri Conker’le şakalaşmaktan ve onunla konuşmaktan zevk almıştır. Bunu, Atatürk’ü tanımak ve çevresinde bulunmak bahtiyarlığına ermiş olanlar pek iyi bilirler.
Ayrıca bugün birer tarihî belge değeri kazanmış olan Atatürk’ün mektuplarında Nuri Conker’e yazdığı mektuplarından başka öteki arkadaşlarına yazdığı mektuplarında da adı sık geçer.[5 - Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları , Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1980. (İsmet Gönülal)]
Mustafa Kemal, 4 Ekim 1327’de (1911) Rus vapuruyla Trablusgarp’a giderken Urla’da (İzmir) rahmetli Salih (Bozok) Bey’e yazdığı mektupta iki yakınından söz eder. Birisi annesi, ikincisi arkadaşı Nuri Conker’dir. Mektubunda, onun için şöyle der:[6 - Bu bilgiyi Nuri Conker Bey’in kızı, Sayın Kıymet Tesal Hanımefendi’den aldık. Kitabın bu bölümlerini yazarken cumartesi pazar demeden TBMM, kitaplığında bizim çalışmalarımıza ışık tuttukları ve gerekli bilgi ve belgeleri vermek lütfunda bulundukları için kendilerine, sağ olsunlar demek de bize düşer. (İsmet Gönülal) Sadi Borak, yukarıda anılan kitabında buna çok yakın bir mektubun 1913 Temmuzu sonrası diye tarihlediği Fuat (Bulca) Bey’e yazılan mektup olarak göstermesi ilginç ve araştırmaya değer. Bk. s. 43-44. (İsmet Gönülal)]
Salihçiğim,
Başka kâğıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım. İstersen bu mektubumu aynen gönder veyahut bir bahisle mektup yaz ve o kıymetli kardeşimize de ki: Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkmayan bir öz kardeş varsa Nuri’dir. Bu muzlim seferi, bu karanlık yolculuğu onunla yapmak isterdim. Allah nasip ederse saha-i mücade-latta (savaş alanlarında) birleşiriz eğer mukadderse ahirette buluşuruz.
Şimdi ahirette buluşan bu iki yakın arkadaş, o zaman Trablusgarp’ta vatan savunmasında birleşmişlerdi.[7 - Sayın Nuri Conker Bey, Mustafa Kemal’den birkaç gün sonra “Naci” takma adıyla, bir İtalyan vapuruna binerek Libya’da savaşmak üzere M. Kemal’e katılır. Kızı Sayın Kıymet Tesal’dan alınan bilgidir. (İsmet Gönülal)] Mustafa Kemal bütün mektuplarında Nuri Conker’e Azizim Nuri, Kardeşim Nuri, başkalarına yazdığı mektuplarda Bizim Nuri ya da Nuri diye hitap etmiştir.
Nuri Conker, elli beş yaş gibi genç denebilecek yaşta öldüğü zaman, Atatürk’ün bu sevgili arkadaşını kaybetmekten duyduğu elemi, o sırada Cenevre’de öğrenim gören Sayın Afet’e (Şimdi Sayın Prof. Dr. Afet İnan) yazdığı 16 Ocak 1937 tarihli mektuptan da açıkça anlıyoruz.
Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin… der.
Doğum yeri ve yılı bile aynı olan bu iki arkadaşın vatan ve millet sevgileri, askerlik sanatına karşı bağlılıkları da aynıdır.
Nuri Conker bu kitabıyla bize, Balkan yenilgisiyle Rumeli’nin nasıl kaybedildiğini ve nasıl derin bir millî acıya kapıldığını fakat bu korkunç olaya ve kayba rağmen tıpkı Mustafa Kemal gibi bu bozgundan dolayı Türk milletinden ve Türk ordusundan umudunu kesmediğini gösterir.
Bu kitap, yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmiş olmasından dolayı meslek bilgisi ve özellikle anlatım açısından eskimiştir. Fakat vatan savunması, millete karşı görev duygusu bakımından kıymetini kaybetmemiştir. Çünkü vatan o vatan, millet o millet. Kitap, bugün tarih olmuş o acıklı dönemin ordu yönetimi bakımından bir eleştirisidir. O kadar ki Balkan Harbi’ne giren Osmanlı ordusunun eğitim ve öğretiminin, taarruz ruhu bakımından çok zayıf olduğunu Nuri Conker en sert dille eleştirmekten çekinmemiştir.
Siyasal hiçbir işaret bulunmamakla birlikte kitap, okuyucuya millî-siyasi bir ruh aşılama yönünden çok uyandırıcı ifadesiyle yüksek bir öğretim önemi taşımaktadır. Dili, o döneme göre bile ağdalı olmakla beraber söylemek istediği düşünceleri kesin ve açık bir üslupla yazmaktadır. Balkan bozgununu izleyen günlerde yazılmış olması yazarın kalemine duygusallık vermiş; şanlı tarihimizden alınmış sayfaların o günkü acı durumla karşılaştırılması, ciddi bir askerin gizlemeyi başarmış olduğu hıçkırıkları, satırların arasına sokularak okuyucuya aktarılmıştır. Fakat bu acı duygular onu hiçbir zaman kötümser etmemiştir.
Çanakkale Muharebelerinin kahramanlıklarını sayın ailesine ve biz vatandaşlarına soyadıyla miras bırakmış olan rahmetli Nuri Conker, tıpkı arkadaşı Atatürk gibi milleti zaman zaman eleştirmiş ama her zaman ona inanmış, onun geleceğinden umutlu olmuştur.
Bu kitap okunduktan sonra, Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl daha iyi anlaşılacaktır.

    1 Temmuz 1959
    Hasan Âli Yücel

MAKSADA BAŞLAMADAN ÖNCE
Bu kitap; subayın acemi erleri temel eğitim ve öğretiminden, atış kurallarından, eğitim ve öğretim plan ve programlarının planlanmasından, bölüğün yetiştirilmesinden, taburun açılmasından, alay ve tümen manevralarından, harita okuma ve çalışmalarından, taarruz ve savunma gibi taktik konulardan söz etmeyecektir.
Bu kitap, bir subayın bu saymış olduğum ve buna benzer vazifeleri, savaşta uygulamak ve yapmakla yükümlü olan her derece ve türdeki komuta etmeye yetkili kişilerin, zafere ulaşabilecek ve üstün gelecek biçimde vazife yapabilmeleri için kesinlikle edinilmesi kaçınılmaz nitelik ve ilmî görüşten, askerî karakter ve askerî ananelerden, askerin üstünlüklerinden, yiğitliklerinden söz edecektir.
Bu kitapta, top ve tüfek gürültülerinin gökleri inlettiği, bu gürültülerin kulakları geçici de olsa sağır ettiği, gözleri duman kapladığı bu patlamalardan bir veya birkaçının isabetiyle olduğu yerde kalmak ihtimalinin her an var olduğu; bununla birlikte subayın en çok görmeye, işitmeye, düşünmeye, göstermekle işittirmeye ve düşündürmeye zorunlu olduğu yerde ve anda, subayın moral gücünü beslemeye yardımcı olacak nokta ve nitelikleri araştırması ve değerlendirmesi üstlenilecektir.
Yalnız kendi silahını iyi kullanmak göreviyle savaşa katılacak olan erlerin, direnebilecek ve cesaretle savaşabilecek bir düzeyde yetiştirilmeleri için erlere aşılanacak moral gücünden söz edilecektir. Ancak astlar üzerinde bu gibi sıkıntılı anlarda etkili olabilmek, amirin etkisini sağlayabilmek için daha barış zamanında eğitilmesi ve pekiştirilmesinin yolu yöntemi de bu kitabın konusu olacaktır.
Özetle bu kitap, subay ruh ve yüreğinin, subayda bulunması gerektiği belirtilen üstün subay karakterinin, askerlik sanatı açısından subayın en önemli ve üstün vasıflarının aynası olmaya çalışacaktır.
Bu konuda görülecek ve söylenecek görüş ile düşünceler, savaş kurallarının yorumu demek olan talimname, yönetmelik ve yönergeler doğrultusunda ve savaş alanında geçen olaylardan, deneylerden kaynaklanır. Bundan ötürü yazdıklarım sadece şahsi görüşlerim sayılmamalıdır. Bu görüşüm bana bu araştırmayı yapmaya ve bu kitabı yazmaya cesaret verdi. Kişi hiçbir zaman yanlışlıklardan kendini kurtaramaz, bu da bana güven verdi. Yazdıklarımın yetkili kişilerce eleştirilmesini kendi adıma takdir sayarım. Tanrı’nın yardımı eksik olmasın.

BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Önümüzde, acılarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle duyduğumuz, felaketle sonuçlanmış bir savaş vardır. Öyle bir savaş ki zarar verdiği ülkenin çocuklarından olmak itibarıyla biz askerlerin de payımıza düşen ibret dersi, yeterince uyanık bulunmak ve uyanıklığımızın aradan zaman geçtikçe artması zorunlu olduğu gibi; tarihi eskidikçe meslek adına bundan elde edeceğimiz yararların da artacağı ve kuvvet kazanacağı şüphesizdir. Zira savaşın tecrübelerinden beklenilen gerçek yararların ortaya çıkması; tamamen gerçek belgelerin ve savaş bilgilerinin sağlıklı bir biçimde toplanıp birleştirilmesine, savaşta yaptırma yetkisinde olanların (komutanların) bu fiil ve hareketten, yaşanılan dünyadan çekilmelerine (ölmelerine) bağlıdır ki bu da ancak zamanın geçmesiyle olur. Şu hâlde savaşın tarihi eskidikçe harp tarihinin askerlere fayda sağlama yönünden değerinin artmış olması tabiidir.
Savaş, askerlik sanatının öğrenilmesine yarayan vasıtaların en mükemmeli, en gerçeğidir. Savaşa hazırlanma döneminden ibaret olan ve bundan dolayı askerlerce savaşın ateşsiz olarak devamından başka bir şey gibi sayılmaması gereken barış döneminde, çeşitli rütbelerdeki komuta yetkililerine savaş gücü, beceri ve yeteneğini kazandırmak üzere yapılmakta olan; harita üzerinde taktik meselelerin çözümü, bu maksatla atlı subay gezileri, harp oyunları[8 - Harp Oyunu: Hasım kuvvetler harekâtının harita üzerinde yönetildiği bir tatbikat şekli. Bu oyunda askerî birlik ve teşkiller, işaret ve sembollerle temsil edilir ve kıtaların arazi üzerindeki manevraları, işaret ve semboller hareket ettirilerek belirtilir. İki veya daha çok muhasım (karşılıklı saldırıya hazır düşman) kuvveti ilgilendiren bir askerî harekâtın fiilen yaşanmış veya varsayılan bir durum canlandırılarak kural, esas ve yöntemler kullanarak sevk ve idare edilen herhangi bir şekildeki taklididir. MT-7, s. 124.] müfreze tatbikatları, kurmay gezileri ve en sonunda büyük manevralar gerçek savaşın yapısına ve oluşumuna yaklaşma amaç ve hedeflerini sırasıyla takip etmekte iseler de bunların hiçbiri, savaşın bilinen kendine has sıkıntılarını, özellikle düşman ve ölüm tehlikeleri taşımadıklarından; savaşanları, savaşı tanımadan savaşa yaklaştırmak açısından, savaşın fiilen yapılması kadar fayda sağlayamazlar. Bunlar ne kadar olsa nitelikçe birer savaş taklidi olmaktan ileri gidemezler.
Sefer Hizmetleri Kanunu – Giriş – Madde 37:
Pek fazla etkili ve önemli olan ve hasma üstünlük sağlanıncaya kadar göz önünde tutulması gereken düşmanın azim ve kuvveti barış dönemi eğitimlerinde var olmayıp tamamı tasarıya dayanır. Bu sebeple savaştaki olaylar ve hareketlerin çoğunlukla barış dönemi eğitimlerinde rastlanılmayan değişik şekil ve durumlar altında geçeceği hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır. Savaş, özellikle manevi gücün direnmesini, barış dönemiyle ölçülemeyecek, oranlanamayacak kadar kesin etkiler…
Biz ise şimdi savaş eğitiminin en ciddi ve gerçeği olan bizzat aslını yapmış ve uygulamış bulunuyoruz. Bu savaşta elde edilmiş olan deneyimlere dayanarak yukarıda fayda ve öneminden kısaca söz edilen harp tarihlerini, talimnameleri ve savaş sanatına ait eserleri okuduğumuz zaman daha iyi anlayacak ve yapacağımız manevraları savaş durumlarına daha çok uydurmak ve yaklaştırmak fırsatını elde etmiş olacağız. Zamanımızda fiilî olarak savaşa katılmak hayatı boyunca her askere nasip olmaz. Hele askerlik hizmeti sırasında iki savaşta bulunabilme fırsatı pek az askere nasip olur. Savaşa hiç katılmamış olan askerlerin bu bakımdan faydalanmaları ise çeşitli savaşların tarihlerini okumaya bağlı kalır.
Bir olayı bizzat gören ve yapanla, bunun yapılışını anlatan askerî bir kitaptan okumak arasında var olan dağlar kadar fark, savaşa katılanla, savaşı tarihinden okuyan arasında benzerlik aynı olduğundan, ordumuz subaylarının büyük bir kısmının savaşa katılmış olması dolayısıyla, bunca ateşleri kalbimizi yakmış olan bu son savaşın bize meslek açısından fayda sağlamaktan geri kalmadığı sonucuna varılır.
Hatta Alman ordusunda savaş kabiliyetinin sürdürülmesi, korunması ve yeni bir savaşta savaş tecrübesi bulunan subaylar ve komutanlardan yoksun olmamak için kırk yılı aşan bir zamandan beri savaşmamış olan orduyu savaştırmak, harp sanatını bilen komutanların (erbab-ı harbin) zihinlerini meşgul etmektedir. Zira bundan önceki savaşı (1870) yapmış olanlar yavaş yavaş ordudan çekilerek ordunun tamamen savaşı tanımayan kişilerin elinde kalması ve bundan sonra çıkacak bir savaşı, savaşmamış olanlara yaptırmak sakıncası ortaya çıkmaktadır. Hiç unutmam, Harp Akademisi sınıflarında bir gün, o zamanlar Osmanlı Devleti hizmetinde görev yapmakta olan Ferik (Korgeneral) Von Dtifort ile harp oyunu uygularken arkadaşlardan biri, henüz muharebeyi sona erdirmiş olan bir bölüğü derhâl toplayıp başka tarafa göndermek ve orada başlamış bulunan muharebeye sokmak karar ve emrini vermek isterken Paşa, buna karşı: “Sabahtan beri yaptığı yürüyüş sonunda verdiği muharebeden sonra bu bölük artık o dediğiniz yere gidemez çünkü bu, erlere muharebe edemeyecek ve buna dayanamayacak bir hizmet yüklemek olur. Ben Fransız Savaşı’na (1870) er olarak katıldım ve böyle bir hareketin erler tarafından yapılamayacağını kendi nefsimde denedim.” demişti. Paşa’nın harp tecrübesi hepimizinkinden kuvvetli ve esaslı idi çünkü o, sonradan subaylığa yükselecek olan erlik rütbesiyle savaşmıştı. Bu şart içinde bir savaşa er olarak girmekle subay olarak girmek arasında sıkıntılar, güçlükler, karşılaşılan tehlikeler ve savaşın özellikleri hakkında bilgi sahibi olmak ve kavramak yönünden elbette büyük farklar vardır.
Bir harp dâhisi olan büyük Napolyon’un birbirini izleyen savaşlardaki başarılarına etki yapan sebeplerden birisi de savaşlarını daima kısa aralıklarla birkaç savaşta bulunmuş tecrübeli askerlerle yapmış olmasıdır. Savaş en iyi savaşta öğrenilir. Şimdi her subayın savaş yeteneği ve yatkınlığına göre durumu ve şansı değişmiştir. Balkan Savaşı’ndan askerlik sanatı adına pek kolay fark edemeyeceğimiz ve hissedemeyeceğimiz faydalı tecrübeler edindiğimize şüphe edilmemelidir. Savaş ertesi demek olan şu zamanda ve bundan sonra, erlerimizin eğitim ve öğretiminin, kendi komutanlık sanatımızın ilerlemesi için gösterilecek çalışma ve çabaların daima savaşın gerçek durumuna göre yönlendirilmesi ve idaresi gereği ve önemi buraya kadar anlattıklarımızın özeti olur.
Sefer Hizmetleri Kanunu – Giriş – Madde 1: Askerî birliklerin barış dönemindeki eğitim ve öğretimleri, savaşta kendilerinden istenecek görevler göz önünde bulundurularak yaptırılmalıdır.
Ve yine Madde 26: Barış döneminin eğitim ve öğretimi, savaşta üstlenecekleri görevlerin tümünü kapsamalıdır. Her sınıfın muharebesine ait temel kurallar, çeşitli sınıfların kendi sınıf talimnamelerinde vardır.
Ve yine Madde 36: Tüzük ve talimnamelerde bulunmayan ve savaşta bile uygulanması mümkün olmayan birtakım uydurma eğitim ve hareketler getirerek erlerin eğitim ve öğretimi zorlaştırılmamalıdır. Bu gibi uydurulmuş ve güç hareketler seferberliğin ilk günü ile birlikte, geçerliğini kaybeder.
Ve Piyade Talimnamesi – Son Bölüm – Madde 477: Bir askerî birlik savaşın gerektirdiklerini tamamen yapmaya yeterli olup barış döneminde öğrendiklerinden hiçbirini muharebe alanında uygulamaktan ve kaldırmaktan vazgeçmiyorsa o birliğin eğitim ve öğretimi doğru bir usulde yapılmış olur.
Yukarıda barış dönemi için, savaş döneminin ateşsiz olarak devamından ibaret gibi sayılması gerektiği söylenmişti. Evet, biz kendimizi daima savaş hâlinde bilmeliyiz. Böyle bilirsek savaş çıkınca hazırlık dönemiyle savaş dönemi arasında çok fark görmeyiz, şaşırmayız, kaybetmeyiz. En çok prova edilen oyunlar sahnede en başarılı şekilde verilir. Bu, daha çok öğrenim yılı sonunda yapılan sınavlara benzer. Savaş, barış dönemi çalışmalarının bir imtihanıdır. Öğretim döneminde ne kadar çok yoklama yapılır, ne kadar çok o konuda çalışılırsa sınavda başarılı olma ihtimali o kadar artacağı gibi barışta da savaş sanatının aralıksız, dikkatlice ve özenle öğretilmesinin sürdürülmesi savaş sınavında zafer elde etmek için kesinlikle gerekli ve kaçınılmazdır. Zamanımızda harp silahlarının çoğalması, gelişmesi ve ordu mevcutlarının artmış olmasıyla önemi ve inceliği gittikçe artmakta olan savaş bilgisinin öğrenilmesi ve başarıyla uygulanmasının, aralıksız çalışmaya, çalıştırmaya bağlı bulunduğu şüphesiz ortadadır. Bu çalışma şekliyle, daha çok maddi güç üstünlüğüne giren askerî ve ilmî bilgiler çoğaltılıp pekiştirilebilir. Fakat bunların yeri ve zamanı geldiğinde, tam bir başarıyla uygulanması ve yapılması, bunların yararlı bir sonuca ulaştırılması için yalnız bu teknik bilgilerle donatılmış olmak yetmez. Savaş sanatını öğrenecek ve uygulayacak olan yüce askerlik mesleğini bilenler için öyle nitelik ve faziletler vardır ki bunların da ilmî yeteneğimizle atbaşı beraber geliştirilmesi ve kuvvetlendirilmesi zorunludur. Savaş bilgisinin felsefe bölümüne ilişkin olan bu nitelik ve faziletlerden yoksun bir askerlik bilgisi uzmanı, bunlarla canlandırılmayan askerlik bilgileri erlik ve fedakârlık alanlarında -savaşın karşı koymadaki manevi gücün direnmesini kesin olarak etkilediği (Seferiye – 39) zamanlarda- bu bilgiler derhâl sıfıra düşer ve hiçe dönüşür. Bence askerlik sanatını geçim kaynağı olarak seçenler için, askerliğin teknik ve ilmini öğrenmeden önce, hiç olmazsa bununla birlikte kendilerini üstün nitelik ve askerlik faziletleriyle donatmaları kesin bir ihtiyaçtır.
Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki ağır yenilgisi acı bir gerçektir. Düş kırıklığına uğranıldı. Komuta heyetinin gücünü ve askerî kabiliyetlerini, birliklerin eğitim ve öğretim durumlarını tanıyanlarca bunun böyle olacağı gerçi biliniyordu.
Tespit edilen bu sonuca karşı, yenilme sebeplerini aramak hepimize borçtur. Gerçekte orduda ilmî yenilikler ve sanat tecrübesi pek azdı. Fakat sanatın çeşitli görevlerine ve ayrıntılarına ait değişik uygulamaların yanında, manevi güç ve yüce askerliğe ait düşünce ve eğilimlerin orduda büyük bir arzu ile hemen hiç dikkate alınmadığını, ordumuzda eğitim ve öğretimin uygulanış tarzı ve takibi hakkında uzun süre tecrübelerimle elde etmiş bulunduğum görüş ve bilgilerime dayanarak iddia edebilirim. Bundan, savaşta bütün işleri, kuru direnme ve kahramanlığın göreceği fikri anlaşılmasın demeyi gereksiz görürüm. Esaslı bir çalışma ve araştırma ürünü olmayan, ciddi bir ilim anlayışına dayanmayan cesaret ve fedakârlığın yalnız başına iş görmesi zamanı çoktan geçmiştir. He’l yestevillezine…[9 - “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Zümer suresinin 9. ayetinde geçer. (y.n.)] Kur’an ayetinin açık olan anlamı zaten bunu çözümlemiştir. Fakat biz, seçkin insan nitelikleri ve fedakârlığa yakışır üstün ahlak ile taçlanmayacak olan teknikle ilgili bilgilerin dahi başlı başına istenileni sağlamayacağı iddiasındayız.
Bunun için kitabın konusunu yalnız bu noktanın açıklanmasına ve yorumuna ayırdık. Buna en parlak ve yeni bir örnek olarak İtalya Savaşı’nı gösterebiliriz. İtalya ordusu askerlerinin, gerçi Avusturya ve Fransa sınırlarında da Bingazi ve Trablus’taki gibi savaşacaklarını zan ve kabul etmemeliyiz. İklim ve arazi özelliklerinin, düşmanlarının özel durumlarının kendilerine kazandırdığı üstünlüğü hesaba katmakla beraber, daima kuvvetçe on beş-yirmi kat zayıf ve hele malzeme, savaş araç gereçleri ve mühimmat açısından oransız derecede gerisinde bulunan bir düşmanla çarpışan İtalyanların muharebelerde gösterdikleri ruh hâli, savaş için ilim ve fenden önce geldiğini iddia ettiğim askerliğe ait yüksek faziletlere, pek de sahip bulunmadıkları ortadadır. Oysa bu ordunun ilim ve teknik bakımından muharebeye eksiksiz hazırlanmış ordulardan olduğunu herkes bilmektedir. Onun için, ben ilim ve tekniği daha çok maddi güçten saydım.
İtalyanların Kuzey Afrika sahillerinde yaptıkları dayanıklı istihkâmlara ve ilmî kıyaslamaya göre nitelik ve nicelikçe pek geri olan düşmanları karşısında pek üstün askerî güçleriyle sanat bakımından hiçbir iş görmemiş olmaları da askerliğin manevi faziletlerinin ilim ve fen bilgisinden önce tanıttırılmasında beni haklı gösterecek açık bir delildir. Asıl olan, yüksek fedakârlık ve temiz soylu kahramanlık duygusudur. Bunun da tarihteki en canlı örneği Plevne’dir. Askerlik ve strateji gözüyle bakıldığında yer itibarıyla hiçbir önemi olmayan pekiştirilmemiş ve saldırganların dörtte biri kadar az bir savunma kuvvetine sahip Plevne ordusu karşısında Rus başkomutanının, daha önce küçük gördüğü Romanya ordusuna aman dedirten Plevne gazilerinin ünlü ezici kuvveti, Gazi Osman Paşa’nın seçkin kişiliği ve komutanlıktaki kesin kararlı tutumu ve büyüleyici etkisini bütün orduya yaydığı, ulu Tanrı katında beğenilen azmi, bir orduda Osmanlı sancağını hayattan, candan, rahattan, her türlü itibardan daha aziz ve kutsal tutmasına dayanmıştır. Bu tarihî karşılaştırma ve tecrübeye göre, savaşta zafer ve üstün gelme, askerliği bilmek, üstün niteliklerin anlamını kavramış olmak şartıyla dörtte dört manevi güçle öğrenileceği neticesini çıkarırsak sonucu bire indirmiş oluruz. Askerlik sanatının ayrıntılarını bize öğreten talimnamelerimizin işte bu zaferi sağlayacak olan manevi gücün seçkin nitelikteki maddelerini araştıralım. Talimnamelerin silah kullanma, dönüşler, selamlama bölümleri arasında bulunmayacak olan bu maddelerin hiç okunmadığını veya pek az okunduğunu açıkça söylemek gerekir.
Ne yalan söyleyeyim, biz Piyade Talimnamesi’nin ikinci bölümü olan muharebe kısmını üç yıllık Harp Okulu öğreniminin son aylarında birkaç derste, her öğrenci ikişer üçer madde olmak üzere, bir okuma kitabı gibi okumuştuk. Hemen bütün öğretim ve eğitim süresince yalnız birinci bölümü öğrenmeye ve uygulamaya bağlı kalmıştık.
Oysa bu ilk bölüm, daha çok erin ve belli en küçük tam askerî birliklerin savaşa hazırlanmasına ilişkindi. Subayın subay olarak yetişmesini, subayın asıl görevlerini, savaşın subaydan istediği ruhi, ilmî güç ve niteliklerini temelde ikinci bölüm kapsıyordu. Hele subaya ruhi ve ilmî talimat veren Savaş Hizmetleri Tüzüğü’nün başındaki giriş bölümünü hiç okumamıştık. Bu kitaptan okuduğumuz ilk ders, savaş düzenleri ve askerlerin bölümleri idi. Oysa bu girişin her bölümü başlı başına bir ders olabilecek genişlikte ve önemdeydi.

CANINI HİÇE SAYMA VE FEDAKÂRLIK DUYGUSU
Piyade Talimnamesi – Giriş Madde 2: Savaş sıkı bir disiplinin varlığını (sağlanmasını), tüm maddi ve manevi güçlerin harcanmasını ve kullanılmasını gerektirir. Özellikle zafer ve üstünlük kazanmak, bütün subay ve erlerin, vatan ve millet uğrunda isteyerek ve seve seve canlarını feda etmelerine ve en küçüğüne kadar bütün rütbe sahiplerinin, kendiliklerinden düşünerek durumun gereğine göre yine kendiliklerinden tedbir almaya alışmış olmalarına ve erlerin de zafere ulaşmak için kesin karar ve isteğinde azimli olmalarına, üstlerinin yaralanmaları ve şehit olmaları hâlinde bile bu azmi bozmayacak nitelikte bulunmalarına bağlıdır.
Piyade Talimnamesi – İkinci Muharebe Bölümü Madde 266: Subay emrindeki erler için en canlı örnektir. İleri atılmak suretiyle göstereceği örnek davranışla erlerini de kendisiyle birlikte ileri sürer. Subay, birliğini sıkı bir disiplin altında tutarak ağır sıkıntılar içinde ve birçok şehit ve yaralı verdikten sonra bile zafere ulaştırılabilir.
Subay; erlerinin tasa, kıvanç ve her türlü yokluk ve sıkıntılarına katılan, güvenilir önderi olmalıdır. Erlerin tam güveni böyle kazanılır.
Subay, savaşın kutsal görevi için, daha barış döneminde, kendini eğiterek yetiştirmeli ve hazırlamalıdır.
Süvari Talimnamesi – Giriş – Madde 11: Süvari sınıfında amirin erler üzerinde doğrudan doğruya hüküm ve tesirinin pek büyük önemi vardır. Bundan ötürü kendi öz kişiliği olağanüstü bir önem taşır. Tecrübeli ve cesur bir süvari komutanını, asker tereddütsüz izler.
Süvari Talimnamesi Üçüncü Muharebe Kısmı – Madde 417: Süvari muharebesinde topluca ve bütün şiddetiyle yapılan saldırı zaferle sonuçlanır. Sıra içinde bulunan her er, düşmanı korkusuzca çiğnemek ve vuruşmanın hızıyla çarpıp devirmek kesin azminde bulunmalıdır. Subaylar, başta erlerin önünde düşman hatlarına saldırmalıdır.
Topçu Talimnamesi Birinci Kısım – Giriş – Madde 2: Savaşta, çok sıkı bir disiplinle, olanca kuvvetin kullanılması gerekir. Özellikle muharebe, düşünerek hareket eden ve kendiliğinden iş görür bir biçimde, yetiştirilmiş komutanlarla[10 - Komutan deyince top ve arabalar da dâhil olmak üzere tüm birlikleri sevk ve idare edenler anlaşılmalıdır.]erlere ihtiyaç gösterir. Bunlar düşman ateşinin etki alanında bile soğukkanlılıkla ve doğru düşünerek topbaşı görevini yapabilmeli ve aziz vatanımıza hayatını vererek bu manevi güç ve duygunun etkisiyle de düşmana üstün gelmek konusundaki kesin isteklerini, üstleri şehit olsa bile yine fiilen yapabilmelidirler.
Bu maddeleri şöyle gelişigüzel bir okuyup geçivermeyelim. Kılıç kuşanan, forma taşıyan, subayım diye ortaya çıkan, hükûmetin birçok harcamalarla donattığı, anaların 20-30 yaşlarındaki en işe yarar evlatlarını arkasına alarak namus, din ve devleti korumak üzere savaşa giden bizler, subaylar, maddeleri her şeyden önce bu maddeleri, çok, pek çok kere okumalıyız. Okumalıyız ki savaşın bizden istediği görevin biçimi ve yapısını gerçek anlamıyla tanıyalım. Bu maddeler üzerinde biraz durulunca anlaşılır ki subaylık demek, canını ve öz varlığını vermeyi kesinlikle göze almış olmak demektir. Askerlik bizim geçimimizi sağlayan bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi öteki sanat sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başımızla da yapıyoruz. Gerekirse kanımızı da akıtıyoruz. Subaylık, başarı kazanmak için korkusuz ve canını hiçe sayarak çekinmeksizin savaşabilmektir. Bizim vazifemiz arasında ölüm de vardır.
Fakat görev yaparken ölüm asla ve hiç düşünülmeyecektir. Hiçbir sanat ve görev sahibi, bizim kadar tehlike ve şiddet karşısında değildir. Barıştaki çalışma ve hazırlıklarımız kapalı ve sıcak yerlerden çok, dışarıda ağır hava ve arazi şartları altında geçtiği gibi bunların doğrudan uygulanması demek olan savaşta, görevimiz ağır şartların etkisi altında ve düşman ateşi karşısında geçecektir. Yirmi iki yaşındaki genç teğmenin görevi uğrunda akıtacağı taze ve sıcak kanın, askerliğin ücreti olan yedi yüz kuruşluk aylığın karşılığı olduğunu kabul edecek hiçbir akıl ve hizmet sahibi bulunamaz. Bu kan, parayla (maddiyatla) ölçülmek durumundan çok yüksek bir duygunun, vatan ve milletin kollanması gibi kutsal duyguların yönlendirilmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu, fedakârlıktır. Fedakârlıkla eş anlamlı olan askerlik mesleği; kutsal dinimizi, bağımsızlığımızı, devletimizi korumak gibi şerefli görevleri üstlendiği için devlet bizleri, sırmalı ve şeritli üniformalar giydirerek diğer millet bireylerinden özel ve belirli bir giyim kuşamla ayırmıştır. Bu üniformayı giyenlerin milletin gözünde seçkin bir yeri vardır. Bu da herkese nasip olmaz.
Ancak fedakârlık duygusu olan nadir kişiler buna ulaşabilirler. Şu hâlde subaylık gibi yüksek ve özel bir durumda olan herkes görevlerinin önem ve yüksekliği ile orantılı bir kişilikte olmalıdırlar. Bu önemli ve büyük görevin en birinci belirtisi ve gerekçesi yukarıdaki maddelerde gizli olduğu gibi fedakâr ve korkusuz olmak, canını ve nefsini hiçe saymaktır. Bir subay, sanatı adına canına ve varlığına hiç önem vermeyecektir. Gerek kendisinin gerekse emri altındakilerin hayat ve hatta rahatını korumaya ancak bunları sanat ve görevi gerektirdiği anlarda kullanmaya çalışacaktır. Bu gibi anlarda bunları hiç düşünmeyecektir. Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerekince ileriye körü körüne atılacaktır. Namusun gereği budur. Görev bunu istiyor. Din ve millet bunu emrediyor. Vatan ve millete olan borcumuzu ancak böyle ödemiş olabiliriz. Subaylık şerefine tam hak kazanmak bu yolla olur. Kuzey Afrika Savaşlarında İtalyan subaylarının taarruzlarda daima erlerin ilerisinde; geri çekilmelerde, gerilerinde hareket ettikleri ve erlere sürekli ve canlı örnek oldukları, değişik rütbedeki komutanların da yine komutanlıklarının gerektirdiği yerlerde bulundukları görüldü.
Savaşta atılan her mermi ve sallanan her süngü insana isabet etmez. Eğer böyle olsaydı, muharebeden hiç kimse sağlam dönmezdi. Barış döneminde uygun şartlar altında yapılan atışların sonucu bilinmektedir. Bunun bir de muharebede ölüm kaygısı içinde yapıldığını düşünecek olursak isabet oranının ne kadar düşeceği kolayca anlaşılır. Hele tüfek kurşunları gibi bir kişiye nişan alınarak atılmayan top mermilerini düşünürseniz, onların parça tesiri ihtimali çok küçüktür. Top mesailerinin zararı, şaşkın parçacıklarının değmesinden fazla, gürültülü patlamalarının maneviyatı sarstığı akıldan çıkarılmamalıdır. Trablus ve Bingazi Savaşlarında İtalyanlar, hemen bütün topçu depolarındaki mermileri boşaltacak kadar top mermisi kullandıkları hâlde bizden topla yaralanan veya şehit olan çok az olmuştur. Bulgarların Çatalca savunma hattımıza yaptıkları saldırılarda Karadeniz’de, hattın sağ kanadında bulunmakta olan Turgut Reis adlı savaş gemimizin oldukça usta topçularının Bulgarların tepelerinde gülle patlatmak suretiyle sürekli dövülen avcı hattından hiç hayır kalmadığı sanılırken patlayan top mermilerinin dumanları geçince aynı Bulgar hattından yine aynı güçte ateş edildiği görülmüştür.
İtalyanların bir yıl süreyle kara savaşlarında denizden ateş ettikleri hâlde gemi topçuları, gürültüden başka hiçbir şey yapamamıştır. 8 Şubat 1913 Bolayır Muharebesi’nde, arazi durumu gereği, avcı hattımızın pek yakınında hareket etmekte olan ihtiyat taburu erlerinin, düşmanın attığı top mermilerinden daha çok, pek yakınımızdaki bataryalarımızın top seslerinden ürkerek sakındıklarını, iki kat olduklarını (siper aldıklarını) gördüm.
Bu askerler, Piyade Talimnamesi, Muharebe Kısmı, Madde 446: “Piyade kendi üzerinden topçunun ateş etmesine alışmalıdır…” gereğine rağmen alışmamış olabilirler. İşte manevi gücün sarsılmaya ve çökmeye başladığı böyle bir anda ortaya çıkacak olan subaylardır. Subay o sırada başı yukarıda ve göğsü ileride durarak bütün sertliğiyle erkeklik damarları gevşemeye başlamış olan erlerini derhâl uyaracak, yönlendirecek ve uyandıracaktır. Patlayan bir-iki düşman mermisinden sonra, kendi toplarının seslerinden üzerine atılmış bir taştan sakınır gibi sağa sola kaçan ve ürken bir askerin yavaş yavaş atan yüreği, hızlı çarpmaya başlar. Biraz sonra muharebeye başlandığı zaman bileklerinde tüfeği tutacak güç de kalmaz. Subayın bu anda görevi, büyük ve önemlidir. Subay, ruhunu bütün erlerinin ruhuna gayet sağlam bir telgraf teliyle bağlamalıdır. Subay, işte o anda kıtasına eğitim alanında, kışla eğitimlerinde verildiğinden daha keskin, gözlerinden ateş çıkar gibi ve boğazı yırtılırcasına komutlar vererek gayet keskin bir-iki “Silah omuza!”, “Selam dur!” hareketi yaptırmakla erle arasındaki manevi akımı kuvvetlendirmiş ve güçlendirmiş olur. Hem o sırada bizim topçunun atışları, o taburun üstünden yapılmıyordu. Taburla batarya neredeyse aynı çizgide bulunuyordu. Talimname topçunun düz arazide, piyadenin en az üç yüz metre gerisinden atış yapabileceğini yazar. Bu uzaklıkta topların gürültüsü büyükçe bir gürültü çıkarmış olacağından başka top mermilerinin insanın başının üstünden havayı yakarak geçmesi de korku veren bir iştir.
Seferiye Nizamnamesi Giriş – Madde 24: Yanaşık düzende eğitim, askerlerin ikinci bir alışkanlık edinmesi gerekli düzen dâhilinde ve güçlü bir irtibatın sağlanması için temel bir ortam sayılmalıdır.
Piyade Talimnamesi Madde 446’nın alışılmasını emrettiği durumun aslı budur.
Saniyede 400-500 metre hızla giden kilolarca ağırlıkta ince, uzun kavun büyüklüğünde bir ağırlığın hava tabakalarını altüst etmesi asker kulaklarının gerçekten alışmaya zorunlu bulunduğu bir cayırtı oluşturur. Bunu duyanlar bilir. Hele Trablusgarp İtalya Savaşlarına katılanlar bu sesin kulaklardaki yankısından, bu merminin yüksekliğini veya alçaklığını ve düşeceği anı aşağı yukarı kestirecek kadar alışmışlardır. Bu alışkanlığın yararı da büyüktür.
Subayın, kendi bilgi ve tecrübesinden komutası altındaki insanları yararlandırabilmesi için, komutası altındakilerin güç ve cesaretlerinin toplamından daha fazla güç ve cesarette olması gerekir. Ve ancak böylece Piyade Talimnamesi’nin anılan 266. maddesi gereğince komutası altındaki erlere, canlı örnek olabilir. Ancak bu şartlarla Süvari Talimnamesi’nin yine yukarıda yazılı 11. maddesi gereğince erler üzerinde etkili olur, erleri de duraksamaksızın kendisini izlerler. Ve yine subay o kadar metîn, sözünün eri ve yiğit olmalıdır ki Piyade Talimnamesi’nin şu 448. maddesini (…Bu amaca yönelik topçu, düşman topçusunun ateşine kesinlikle önem vermeyip ve hatta topların elden çıkmasından bile çekinmeyip ateşini ilerletmekte olan düşman piyadesine yöneltmelidir. Süvari ise piyadenin düşmandan kurtulmasını gerçekleştirmek için fedakârlığı sonucu, diyelim ki pek kısa bir süre için düşmanı durdurmak pahasına bile olsa kendi canını hiçe saymalıdır.) ve Topçu Talimnamesi’nin 401. maddesini (…Eğer düşman, taarruzunda başarılı olursa o durumda bütün bataryalar, yedeklerle birlikte hareket ederek düşmanı mevzimizden yine geri atmak için; ateşlerini, saldıran piyadenin üzerine yöneltirler. Piyade muharebesine katılamayan bataryalar, düşman topçusunun ele geçirilmiş olan mevziye ilerlemesini engellerler. Kesin sonuç zamanında topçunun son ana kadar, sarsılması imkânsız bir dayanıklılık göstermesi kesinlikle gereklidir. Hatta bu dayanma ve direnme görevi, topların kaybını bile gerektirse yine en yüksek bir ün ve şeref olur.) başarıyla uygulayabilsin. Bu son iki maddeden biri geri çekilmenin korunması, ötekisi de düşman saldırısının son ana kadar düşman kuvvetlerin durdurulması ve atılmasına ilişkindir. Ve topların feda edilmesi ancak bu gibi hâllerde doğru ve hatta zorunlu olur. Bu sebeple övgü ve şeref sayılır. Çünkü bu kayba ve fedakârlığa karşılık büyük yarar sağlanır. Bu yolla ordunun bütünü felaketten, yok olmaktan kurtarılabilir veya düşman saldırısı, başarısızlığa dönüştürülerek üstünlüğün bizden yana dönmesi ihtimali doğar. Hiç değilse düşmanın, başarısının azaltılması ve sınırlı olması sağlanmış olur. Bu topların feda edilmesi hâli, topçuların zamanında kurtarılması şartıyla sınırlı değildir, olamaz. Çünkü bu derece dayanma ve direnme ancak topların kullanılabilir ve yararlanılabilir hâlde bulundurulmasıyla faydalı olabilir. Bu da topçuların toplarının başından ayrılmamalarıyla olur. Yoksa sahipsiz bırakılan talihsiz toplar yalnız başına elbette dayanma ve direnme gösteremezler. Böyle kalan toplar, düşmanın iştahını kabartan onları sevindiren ve hırslarını coşturan birer kötü silah olurlar. Dayanma ve direnmenin sonuna kadar, muharebeye devam olunduktan sonra ise eğer düşman püskürtülmemişse mevziye giriş ve “boğaz boğaza” durumu ortaya çıkacağından, topçular için bu sırada kayışları kesip ve hayvanlara binerek geriye kaçmak değil ancak topların başında yiğitçe ölmek vardır. Hiçbir topçunun can tende iken topunu düşmana vermemesi mesleğin namusu gereğidir. Bu, topların topçular üzerinde tabii bir hakkıdır!
İtalya Savaşı’nda 22-23 Aralık 1911 tarihi sabahı Tobruk civarında Nazura Tepesi’ne yapılan taarruzda bu tepe alınmış ve burada bir İtalyan Musevi makineli tüfek eri, tüfeğinin başında ve elleri tüfeğinin kabzasında ölü bulunmuştur. Bu tepeye saldıranlar arasında, kabile reisi ünlü Şeyh Müberri, düşman makineli tüfek bölüğünün yüz metre uzağında şehit olduğundan, mutlu makineli tüfek erinin pek namuslu bir görev yapmış olduğu muhakkaktır.
Türk milleti askerlikte doğmuş, askerlikte büyümüş ve bugüne kadar askerlikle yaşamıştır. Kalan hayatının devamı ve mutluluğu da yine ancak askerlikle mümkün olacaktır. Halkı bilim ve sanattan, ticaret ve varlıktan yoksun fakat güzel sanatlara karşı olan duygulu niteliği ile çalışkan ve zengin kaynaklara sahip olup büyük devletlerin kıskançlık hislerini arttırmakta olan memleketimiz, bu hâli ile diğer memleketlerden çok, durumunu koruma bakımından askerî kuvvetlerin dayanıklılık gücüne muhtaçtır. Medeni uluslar, çalışma alanı ve uygulamada hemen birbirine paralel ve aynı doğrultuda yol almaktadırlar. Onların bu durumu birbirlerine karşı bir kuvvet dengesi oluşturmaktadır. Bu uluslar, hükûmetleri yok olsa da hayatlarını sağlamak ve varlıklarını sürdürmek için gerekli olan devlet olma olgunluğuna erişmiş ve birlikte çalışmayı kazanmış olduklarından, kendileri yani millet olarak varlıkları ortadan kaldırılamaz. Fakat Türk milleti, İslam ümmeti böyle değildir. Henüz içinde bulunduğu hayat mücadelesi alanında tutunabilmek için şiddetli savunmaya ve korunmaya muhtaçtır.
Çöküş dönemimizden beri kaybettiğimiz ülkemizin birçok kısımlarında, şimdilerde İslamlığın ve Türklüğün adı sanı kalmamıştır. Daha dün elimizden çıkardığımız Makedonya’mızda İslam hayat ve varlığının uğradığı ve uğramakta olduğu şiddetli darbeleri devamlı göz önünde bulunduralım. Devletimizin resmî dini olan İslam, bütün diğer dinlerin can düşmanı olduğundan, Müslümanlar hâlen ilkel toplumlar durumunda bulunduklarından Tanrı korusun bundan sonra meydana gelecek bir yıkım, bir yenilgi, devletin ve Türk milletinin sonu demek olur.
Konu dışı sayılmaması gereken bu anlatımlardan amaç subaylarımızı, varlığı ile yaşayabileceğimiz kutsal yurdumuzun korunması adına yeniden fedakârlığa çağırmaktır.
Subay, özellikle savaşta görev yaparken bu görevin kendisinden fedakârlık ve kahramanlık beklemekte olduğunu daima göz önünde bulundurmalı ve düşünmeli ki kendi can ve tenini esirgeyecek olursa binlerce, milyonlarca yurttaşının hayatını yitireceği, namusunun yabancı ellere düşeceği, yokluk çekeceği, göç edeceği, kutsallığının kirleneceği kesindir. Er geç yok olacak olan önemsiz şahsi varlık ve hayat, bundan daha değerli midir ki esirgensin? Savaş alanlarında isteğimizle vermekten çekinmeyeceğimiz can ve tenimizin biraz sonra düşmanın ayakları altında çiğneneceğini düşünmeliyiz. Bu şahsi hayatın yanında, subayın ailesinin hayatı da vardır.[11 - Nuri Conker’in kızı Kıymet Tesal: “Biz dört kardeşiz, babamız hiçbirimizin doğumunda bulunmamış. Bizleri aylar yıllar sonra gördüğü olmuştu. Babam, dört günlük evli iken Harekât Ordusu’na gönüllü katılmıştır. Çanakkale’de Conkbayırı Savaşı’ndan yaralı, başı sarılı gelmiş, yeni savaşlara başı sarılı gitmiş. Bir gün başından yaralı olduğunu yakınlarına bile göstermemiş.” derken gözleri dolu doluydu.]
Subayın şehitlik rütbesine erişmesinden sonra, diyelim ki hükûmet ailesine yardım elini uzatmayacaktır, böyle olsa bile bütün bir ülke halkının sıkıntı ve tutsaklığı yerine yalnız kendi ailesi acı ve sıkıntılara düşse ne çıkar? Kaldı ki subay, kendi ailesinin acı ve sıkıntıya düşeceğinden korkarak can ve tenini fedadan çekinirse sonradan edineceği çocuk ve torunlarının acı ve sıkıntılarını görmekten başka bir sonuca ulaşamayacağı da ortadadır. Subay, toplumun yararını düşünen en büyük varlık olmalıdır. Camilerin kiliseye döndürüldüğünü, Müslüman kızlarımızın ve kız kardeşlerimizin düşman kucaklarında dolaştırıldığını, yetimlerin ve yaşlıların düşman çizmeleri altında can verdiğini, yüz binlerce göçmenin aç ve çıplak, yağmur ve kar altında yollarda perişan olduğunu görmek en çok bizi, subayı acı acı düşündürmelidir. Bunların böyle olmaması için düşmana gerilecek siper bizim göğüslerimizdir.
Bunları görecek olan subay, muharebede ölmediğine yansa yeridir. Bu felaketler, biz hepimiz savaş alanlarına serilmeden görülmemelidir. Ne kadar gelişmiş silahımız olursa olsun, ne kadar iyi eğitilmiş olursak olalım, yüksek derecede fedakârlık duygusuyla donatılmamış olursak bundan sonraki sonuç bundan öncesinden farklı olmayacaktır. Zaten can ve başla iş görüleceği zaman, can kaygısına düşecek olursak barışta öğrendiğimizi de unutarak silahlarımızdan da yararlanamayız. Hele komutamız altındakilere iş yaptırmak ve etkin olmakta hiç başarılı olamayız.
O durumda bütün varlığımız sıfırdan başka şey olamaz. Oysa tecrübelerle görülmüştür ki muharebede görev yapmaya engel olacak derecede aşırı korunma, korkulanın başa gelmesine daha çok yol açar. Bir subayın şerefli kişiliği ile ilgili en önemli mesele bu aşırı korunmadır. Çünkü subay, muharebede tek bir kişi değildir. Komuta ettiği insanların varlığına ve önemine eş değer bir kuvvettir. Hatta daha büyük bir kısma ve daha çok kişiye yararlı olabilmek amacıyla bunun bile üstündedir. Bunun için kendisinin etkisini kaybetmesi, yapabilme durumundan düşmesi, yalnız kendisi için değil, ordu için bundan çok daha büyük bir gedik açmış olur. Balkan Savaşı’nda ileri yürüyüşleri bin güçlük ve gecikmeyle yapan askerin, geri çekilme hareketlerinde harcanan zamanla oranlanamayacak derecede yol alması sebep ve etkisini, şimdiki subaylarımız ellerini alınlarına dayayarak önemle araştırmalı ve yorumlamalıdırlar.
Soyumuzun savaş alanlarında kazandıkları ün, bıraktıkları ad ve sağladıkları başarıları, ele geçirdikleri dünyanın türlü bölgelerini düşünelim ve gözümüzün önüne getirelim. İstanbul’dan kalkıp Balkanları, Tunaları birçok defa aşan, Hristiyan dünyasının mutaassıp ve birleşik Haçlı ordularını yenen ve bunları koruyan, zamanın en dayanıklı kalelerini gücüyle kendine bağlayan, Viyanaları kuşatan[12 - Soyumuzun bilim ve tekniğe karşı ilgisi ve bağlılığı zayıf değildi. Zaten bunsuz olamazdı. Viyana’nın Osmanlılar tarafından kuşatılmasını gösteren ve hâlen kentin, gösterişli Belediye Müzesi’nde bulunan harita, Osmanlı ordusunda sanatın ayrıntılarına inen, onların bilim ve sanata yatkınlığını gösteren ölmez bir belgedir. Bu kalenin güney yanında hâlen imparatorun kışlık şatosu vardır.Hofburg Sarayı’nın, Osmanlılarca hücum noktası seçildiği ve bu sarayın iki burcunun susturulduğu ve düşürüldüğü görülmektedir.Yine bu kuşatma sırasında bataryaların yerleştirildiği kuzeybatı yönündeki tepenin Viyana’yı dövmeye en uygun noktalarda olduğu, görülünce anlaşılır. Avusturyalılar şimdi burasını gayet güzel bir park yapmışlar, adına “Türk Parkı” demişlerdir. Parkın giriş kapısının iki yanındaki sütunlara birer ay yıldız işlemişlerdir.], Macaristan ovalarını manej eğitim yerine[13 - Süvari atlarının eğitim alanı, ata binme eğitimi yapılan düzlük.] çeviren, koca yiğitlerin ne şerefli, cesur, yardımsever, güvenilir insanlar olduklarını ve bu her millete nasip olmayan başarıların ancak bu çok yüksek duyguyla elde edilebileceğini anlamakta geç kalmayız.
Ne zaman ki ahlakımız bozularak fedakârlık ve mertlik damarlarımız gevşedi, fetih düşüncelerimiz söndü, devlet çıkarı yerine şahsi çıkar sağlama ve kendi rahatımızı düşünmeye başladık; yenilgiden yenilgiye, felaketten felakete düştük, türlü acı ve sıkıntılarla yokluklara uğradık.
Viyanaları kuşatan, ileri karakollarını[14 - İleri Karakol: Bir durma esnasında, bir ordugâhta veya bir konma bölgesinde, ana kuvveti, düşman gözetleme ve baskınına karşı korumak, aynı zamanda düşmanı gözaltında tutmak için, ana birlikten belirli bir mesafeye sürülen emniyet keşif kıtaları.Durmalarda kamp, ordugâh ve konaklarda veya bir muharebe mevzisinde büyük kısmı, düşmanın baskınları ve gözetlemelerinden korumak için, bu kısmın belirli bir mesafe ilerisine çıkarılan emniyet müfrezesi. MT 7, s. 154.] Almanya içlerine kadar ilerleten Osmanlı sadrazam ve komutanlarının çadırları, değişik tür ve çaptaki Osmanlı silahları, birçok Osmanlı ve Müslüman sancak ve bayrakları bugün Viyana müzelerinin süsüdür. Viyana’nın Tophane Müzesi’nde sadrazam ve komutanlara ait iki Türk çadırı vardır. Bugün, bunların her biri binlerce lira değerindedir ve müzenin en seçkin yerlerini doldurmaktadır. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın kafatası şehrin Belediye Müzesi’nde bulunmaktadır. Son Viyana yenilgisi üzerine, Viyana’nın Osmanlılar elinden kesin olarak kurtulmuş olduğunun anısı olmak üzere kentin ortasına yaptırılan ünlü ve kocaman Stefan Kilisesi’nin kapısından girilince sol tarafta göze bir heykel çarpar. Bu heykel, Viyana’yı kuşatan Türklerin, yenilgi ve bozgununa olağanüstü bir çaba ile çalışmış olan General Lothringen’i, at üstünde göstermektedir ki köpürmüş olan atının ayakları, yerlere serilmiş olan sarıklı bir yeniçerinin çıplak göğsüne basmaktadır. Ben bu koca tabloyu gördüğüm gün, kilisede tapınan Hristiyanların bu Lothringen’e dua etmekte olduklarını sandım.
Eski yüzyıllık kayıptan başka dün uğradığımız ve bugün Rumeli’deki dindaşlarımızın çekmekte oldukları, her gün belirtilerini gördüğümüz felaketler, hep bizim gevşekliğimizin, beceriksizliğimizin, muharebe ve erlik meydanlarında savaşın istediği düzeyde, yiğitlik ve gücü gösteremediğimizin tabii sonucudur. Düne kadar verdikleri vergilerle karnımızı doyurduğumuz, hayat ve namuslarını korumakla yükümlü ve sorumlu olduğumuz zavallı Makedonya Müslümanlarının türlü düşmanlar elinde bugün neler çekmekte olduklarını açıklamaya gerek var mı? Bugün Türkler yalnız soy ve tarih yönünden bu yiğit soyun çocukları ve torunları olmakla kalmamalıdırlar. Bunca övünülecek şeylerle dolu ve süslü olan şanlı geçmişimizin gerçek mirasçısı olduğumuzu ortaya koymalıyız ki bugünümüzü ve yarınımızı kurtarmış olalım.
Türk milleti, geçmiş zamandan çok bugünü gözetmeye ve korumaya muhtaçtır. Hayatının ve varlığının sürdürülmesini sağlamak önce bize, askerlere bırakılmıştır.
Bugünkü askerler eski savaşçılardan daha azimli, fedakâr, can ve tenini düşünmekten arınmış olmalıdır ki yüzyıllardır sürüp gelen şu devamlı felaketler ve kötülükler artık olduğu yerde kalsın.
Stefan Kilisesi’ndeki düşman generalinin hırslı atının ayağı altında inlemekte olan çaresiz yeniçeriyi kurtaramazsak da bugün Rumeli’de zorla yurtlarından atılanların yardımına yetişelim ve bu azim ve kesin karardan ayrılmayalım ki aynı felaketleri hiç olmazsa Meriç Nehri’nden bu yana getirmiş olmayalım.
Geçen Rus Muharebesi anısı olarak Küçükçekmece’de Florya gezisi[15 - Bugünkü Yeşilköy, o yıllarda kent dışında gezi yeriydi.] yöresinde yapılan ve dikilen Rus Zafer Anıtı’na bir kere bakmakla yetinmeyelim, bunun yapılış ve dikiliş sebepleri ile anlamını araştıralım ve değerlendirelim. Bu eser bizim için bir düşünce kaynağı olmalıdır. Bunu derin derin düşünürken Pomaklarla Makedonyalıların çektikleri yoklukları, sıkıntıları ve ayrıntılarını işitir ve okurken bundan sonra böyle bir durumun tekrarında bugün vatanın sınırları içinde kalan bizlerin de yarın nasıl yaşamak zorunda olacağımızı ve artık bu ülkede yaşamaya ne kadar önem vermemiz gerektiğini kesinlikle belirlemeliyiz.
Subay izzetinefsi, bu kadar acı yenilgilere katlanmamalıdır. Savaşta yenilmek ordunun kabul edemeyeceği bir leke olmalıdır. Öç alma düşüncesi, hareketimize yol gösterici olmalıdır. Daima bu düşünceyi besleyecek ve uygulamaya koyabilecek biçimde çalışmalı ve çalıştırmalıyız. Muharebeyi kaybetmemiz bizim cesaretsizliğimize, ölmeden geri dönmemize bir kere daha sebep olmamalıdır.
Dayanma, direnme ve fedakârlığın muharebeyi kazanmaya ne büyük etken olduğunu fiilen anlamak üzere Plevne savunmasının ünlü komutanı Gazi Osman Paşa’nın fedakârlıkları bütün komutanlarımıza ve komutan olacak bütün subaylarımıza bir ders ve kaçınılmaz canlı bir örnek olmalıdır.
Ünlü Gazi’nin, bir gün kasabanın kenarındaki karargâhında otururken bir düşman top mermi parçasının, önündeki kahve takımını alıp götürmesine karşı, gayet umursamazlıkla bakması, onun maddi hayata ne kadar az önem verdiğinin kesin delilidir. Asker hayatının, görev tehlikesi karşısında bundan çok önemi olmamalıdır.
1866 Almanya-Avusturya Savaşı’nda, ikinci Prusya ordusu içerisinde 1. Kolordu’ya bağlı 2. Piyade Tümeni’nin, o yılın 27 Haziran günü yaptığı taarruzda Neu Rognitz’e taarruz eden 4. Tugay’da tugay komutanıyla her iki alay komutanı ve birçok binbaşılar görevleri uğrunda yenik düşmemiş bir komutan olarak can vermişler ve hayatta kalanlardan 7. Alay’ın 3. Tabur komutanına tugay komutanlığı görevi verilerek ortadan ebediyen kaybolan üstlerin ölmesiyle emir ve komuta zinciri koparılmaksızın taarruz harekâtı sürdürüldü ve muharebe de kazanıldı.
Asıl ilgi çekici olan nokta, tugay komutanlığı vekilliğinin en kıdemli subay bulunan bir binbaşıya verilmesinin orada bizzat tümen komutanı tarafından yapılmış olmasıdır. “Orada” dediğimiz yeri biraz tanımlayalım; kendilerinden yüksek bir sırttaki düşmana saldıran 7. Prusya Alayı’nın birinci ve ikinci taburları, hücum anında düşman süvarisinin karşı saldırılarına uğradıklarından ve bundan cesaret alan düşman da taarruzunu tekrarladığından hücum başarılı olmamış ve avcı hatlarında subayların hemen hepsi vurulmuş olduğundan erler kendi başlarına dağınık bir biçimde geriye dönmeye başlamışlardı. Muharebenin sol kanatta iyi gitmediğini gören veya anlayan tümen komutanı, bütün muharebe hattının gerisinden atını dörtnal sürerek düşman tüfeklerinin nişan hatlarına ve mermi çıkışlarına dik bir çizgi üzerinden yıldırım gibi gelmiş ve durumu görerek hemen geri dönmekte olan erler üzerine baskı yaparak bunları durdurmuş ve kısmen de üzerlerine bir süvari bölüğü göndererek geri kaçmalarını önlemişti. O anda bozulan düzeni yenileyerek tugay komutanlığını da işte o zaman binbaşıya vermişti. Bu işlerin yapılması ile birlikte düşman durdurulmuş, yapılan bu hareketin sonunda kıtalar ikinci taarruzda başarılı olmuş, zafere ulaşmıştı. İşte tümen komutanının ansızın orada bulunuşu bütün yolsuzlukların önünü almış ve sarsılmış olan manevi gücü kuvvetlendirmiş ve pekiştirmiştir.
Savaşın şiddetli bunalımından şaşırmış olan asker durdurulabilir ve onlara yeniden taarruz ettirilebilir ama işte böyle bir tümen komutanı tarafından emir ve uyarıda bulunulmalıdır. Ancak böyle bir tümen komutanının durdurmak için gönderdiği süvari bölüğü görev yapabilir. Bu komutana bu hareketi yaptıran kuvvetin ise bilgi ve teknik güçten çok, yiğitlik ve cesaret gücü olduğu ortadadır.
İtalyanlarla, bir yıl Trablus ve Bingazi harekât alanlarında[16 - Harekât Alanı: Tespit edilen ana vazifeye uygun olarak askerî kuvvetlerin sevk ve idaresi, desteklenmesi için harp alanının gerekli olan parçası. Harekât alanının coğrafi hudutları Genelkurmay Başkanlığınca belirtilir.] çarpışan bir avuç asker ve mücahitlerin olağanüstü işler görmesine etken olan sebeplerin başlıcalarından biri de bu muharebelerde subaylarla, kurmay heyetinin ve komutanların erlerle bir doğrultuda aynı safta savaşmış olmalarıdır.
Almanya’da geçen muharebelerde ün ve şerefle hayatlarını bu yola koymuş olan alay komutanlarının ve kıta subaylarının büyük boy resimleri, alay gazinolarının özel salonlarını süslemekte ve bu mutlu kişilerin kafalarını parçalayan ve gövdelerini delen düşman kurşunları ve mermi parçaları da buralarda bulundurularak fedakârlık ve yiğitlik müzeleri kurulmaktadır. Bu görev kurbanlarının kan akıttıkları savaş yıllarını anma ve kutlama günlerinde bu salonlar özel törenle açılır ve adı geçen yiğitlerin başarıları anılarak ve anlatılarak gelecek için hazırlık ve isteklendirme örneği olarak bu duygular geliştirilir.
Geçenlerde teknik ve askerlik sanatının yükselmesi yolunda yiğitçe hayatını ortaya koyan genç pilotlarımızdan Sadık, Fethi ve Nuri’nin adları ve ünleri için dikilecek övgü anıtının amacı da kadirbilirliğin belirtisi olduktan başka memleketin örnek yiğitliğinin ve örnek geleceğinin aynı yiğitlik ve fedakârlığa yöneltilmesi ve özendirilmesi demektir.
İtalya Savaşı sonunda Derne’de topçu komutanlığı, komutanlık yaverliği ve koruma bölük komutanlığı görevlerini yapmış olan Üsteğmen Sadık Efendi, bu kitapta sözü edilen fedakârlığın bir örneğiydi. O; et, kemik ve kandan oluşan ve kalp taşıyan bir insanın, tehlikeyi hiçe saymada gösterebileceği dayanıklılık ve kayıtsızlığın en yüksek ölçüsünü göstererek bu konuda ciddi ve canlı bir örnek olmuştur. 26 Aralık 1911 tarihinde Derne’de, İtalyanların bir çıkma hareketi ile başlayıp birçok savaş ganimetleri ve düşmana yoğun kayıp vermesi ile sonuçlanmış olan büyük savaşta Sadık Efendi, bizim iki toptan ibaret topçumuzun komutanıydı. Düşmanın birçok bataryalarına karşı toplarının ateşini olağanüstü bir sebat ve metanetle yöneterek ve sürdürerek zafere ulaşmaya yardımcı olmuştu. Şehit olan rahmetli, aynı savaşta 12-13 Ocak 1912 gecesi Derne’ye karşı girişilen saldırıda düşman kıtaları ve mevzisindeki silahların ölüm saçan kıyamet ateşleri kopardığı bunalımlı bir dakikada, yedeği oluşturan iki bölükten biri olan kendi komutasındaki genç ve seçkin çocuklardan oluşan koruma bölüğünün başında ateş hattına ilerlerken göstermiş olduğu hücum isteği ve yiğitlik duygusu hâlâ gözlerimin önündedir.
Yafa’da kazaya uğrayarak denize düşen Prens Celalettin, uçağının gözetleyicisi Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi de Sadık Efendi’den sonra Derne’de iki topu olan topçunun komutanlığını üstlenmişti. Uçak kazasından sağ olarak kurtulan İsmail Hakkı Efendi 3 Mart 1912 ve 16 Nisan 1912 tarihlerinde Derne Muharebelerinde topların eski komutanlarını aratmayacak biçimde olağanüstü metanet ve yiğitlik göstermişti. Bu iki muharebede iki topumuza ateş eden değişik çaplı İtalyan toplarının sayısı yirmiden aşağı değildi.
16 Nisan’da düşman, toplarımızın mevzisini iyice keşfedemediğinden aralarındaki nispet onda bir olan iki taraf topçuları arasındaki muharebe âdeta topçu düellosu biçiminde sabahtan akşama kadar sürmüştü. Bizim ateşlerimize karşı düşmanın dört-beş bataryası birden grup ateşi ile karşılık veriyordu. Fakat 3 Mart’ta mevzi biraz daha açık bulunduğu için İsmail Hakkı Efendi bir top çavuşu ile bir numaralı erini şehit vererek yüzde 20 kayba uğramıştı ve toplarından biri bozulmuştu.
Burada buna benzer bir tarihî olayı anarak uçak fedailerimizle birlikte bunu da bütün askerlerin görüşlerine sunmak isterim.
Ekim-Kasım 1908’de, ünlü zorbalardan İsa Bolatin’in, meşruti hükûmete karşı ilk ayaklanmasında, üzerine bir taburla iki top gönderilmişti. Metroviçe’den sabah karanlığında yola çıkan bu askerî kol, sisli ve karlı bir günde, gün ağarırken kasabaya bir buçuk saat uzaklıkta bulunan Bolatin köyüne hâkim, taşlı yüksek tepenin yamacında Bolatin’in çetesi tarafından pusuya düşürülmüştü. İlerideki bölükler derhâl Balkan’a saldırmışlarsa da alaca karanlıktan ve tipiden yararlanan Arnavutlar, büyük kısma etkili olmaktan geri kalmıyordu. Tabii olarak bu sırada hepimiz düz yol üzerinde, kar içinde yatarak önümüzdeki düşman mevzisini belirlemeye uğraşıyorduk.
Ansızın birkaç piyade erinin kanı, karı kırmızılaştırmış ve birkaç top katırı da devrilmişti. Askerdeki şaşkınlık ve bunalım çok acıydı. Yanımda duran topçu komutanı Asteğmen Manastırlı Faik Efendi’ye (şimdi 3. Topçu Alayı’nın 7. Bölük Komutanı Yüzbaşı) askerlerimizin manevi gücünü korumak ve kollamak, zorba Arnavut’unkini kırmak üzere yüksek nişangâhla ateşe başlamasını söyledim.
Faik Efendi, hemen ayağa kalkarak ve erlerini de kaldırarak yol kenarındaki hendeğe düşmüş olan topu düzlüğe çıkardı. Ateşe hazırlanırken erlerden birinin şehit edilmesi üzerine, topçuların topu bırakmalarına karşı subay, durumunu hiç değiştirmeden saklanmaya çalışan erlere öylesine etkili sözler söyledi ki erler hemen yine topa sarıldılar. Bu defa da top çavuşu gözünden kurşun yiyerek düştü. Ben artık topçunun göreceği bu işten vazgeçmek istiyordum. Orada tek topçu subayı olmak dolayısıyla varlığı gereğinden çok önemli olan bu subayın da yok olacağından korkuyordum. Fakat Faik Efendi’nin mertliğe varan çabası, işi çözümledi. Onun, erlerine cidden örnek olan gerçek subay tutum ve davranışıyla toplar ateşe başladı. Ve biraz sonra, ilerideki düşmanla vuruşarak pusudan güçlükle kurtulabildik.
Kahramanlık hareketlerini örnek aldığımız subaylardan üçü de topçuya rastladı. Oysa 3 Mart 1912 Derne Muharebesi’nde düşmanın iki taburu karşısında sakin ve tam bir rahatlık içinde savaşan ve bu üstün düşmana bir karış ilerlemeyi pek pahalıya satan asker (Derne’nin biricik nizamiye kuvveti olan piyade bölüğü) Yüzbaşı Manastırlı Halim Efendi’nin bölüğüydü. Yine 10 Ekim 1912’de düşmanın Derne’nin batısından, Tümsekit çevresinde olan taarruzunda ilerlettiği üç piyade alayı ile üç Eritre taburu ki on iki taburluk İtalyan kuvveti karşısında ilk direnen kuvvetimiz, Asteğmen Rusuhi ve Ethem Efendilerin komutalarındaki piyade askerlerimizle Asteğmen Cemil Hakkı ve Üsteğmen Nurettin Efendilerin komutalarındaki ikişerden dört makineli tüfeğimizdi. Bu muharebede Cemil Efendi’den başka öteki üçü de yaralanmışlardı. Sonradan dört dağ topumuzla, büyük kısmı cephanesiz beş-altı yüz Arap gönüllüsünün de katılmasıyla düşman, kazandığı beş kilometrelik ileri araziyi terk etmek ve eski yerine dönmek zorunda bırakıldı. Hayli savaş ganimeti ve tutsak ele geçirildi. Fakat özellikle Cemil Efendi, iki makineli tüfeğiyle benzeri az görülen bir korkusuzlukla düşmanın burnuna kadar sokulmuş, düşmanı gerçekten şaşırtmıştı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mehmet-nuri-konker/zabit-ve-kumandan-zabit-ve-kumandan-ile-hasbihal-69429628/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Mürettep Kıta:
a. Sonradan kurulmuş birlik.
b. Bir görevin yapılmasında, o görevin ihtiyaç duyduğu sınıf, çap ve kuruluştaki birliklerden alınan kısımların bir araya getirilmesiyle oluşan birlik. (İsmet Gönülal, Müşterek Askerî Terimler Sözlüğü, s. 216, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 1979.)

2
Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl’de canını hiçe sayma konusunda Mustafa Kemal bu yaralanmayı örnek olarak gösterecektir. (İsmet Gönülal)

3
Bu kitap, Prof. Dr. Afet İnan’ın özel kitaplığından alınarak Atatürk’ün öteki beş kitabıyla birlikte, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi tarafından aynı titizlikle yeni harflere çevrilmiştir. Kendisine eski Bayındırlık Bakanı ve Paris Büyükelçisi Sayın Behiç Erkin tarafından hediye edilmiştir.

4
Şimdi bu caddenin adı Mithat Paşa olmuş ve evin yerine 71 numaralı Çınar Apartmanı yapılmıştır. Bu apartmanın önündeki dört çınar ve bir ceviz ağacı Atatürk tarafından diktirilmişti. Bugünkü Çınar Apartmanı adı bu ağaçların anısı olarak verilmiştir.

5
Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları , Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1980. (İsmet Gönülal)

6
Bu bilgiyi Nuri Conker Bey’in kızı, Sayın Kıymet Tesal Hanımefendi’den aldık. Kitabın bu bölümlerini yazarken cumartesi pazar demeden TBMM, kitaplığında bizim çalışmalarımıza ışık tuttukları ve gerekli bilgi ve belgeleri vermek lütfunda bulundukları için kendilerine, sağ olsunlar demek de bize düşer. (İsmet Gönülal) Sadi Borak, yukarıda anılan kitabında buna çok yakın bir mektubun 1913 Temmuzu sonrası diye tarihlediği Fuat (Bulca) Bey’e yazılan mektup olarak göstermesi ilginç ve araştırmaya değer. Bk. s. 43-44. (İsmet Gönülal)

7
Sayın Nuri Conker Bey, Mustafa Kemal’den birkaç gün sonra “Naci” takma adıyla, bir İtalyan vapuruna binerek Libya’da savaşmak üzere M. Kemal’e katılır. Kızı Sayın Kıymet Tesal’dan alınan bilgidir. (İsmet Gönülal)

8
Harp Oyunu: Hasım kuvvetler harekâtının harita üzerinde yönetildiği bir tatbikat şekli. Bu oyunda askerî birlik ve teşkiller, işaret ve sembollerle temsil edilir ve kıtaların arazi üzerindeki manevraları, işaret ve semboller hareket ettirilerek belirtilir. İki veya daha çok muhasım (karşılıklı saldırıya hazır düşman) kuvveti ilgilendiren bir askerî harekâtın fiilen yaşanmış veya varsayılan bir durum canlandırılarak kural, esas ve yöntemler kullanarak sevk ve idare edilen herhangi bir şekildeki taklididir. MT-7, s. 124.

9
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Zümer suresinin 9. ayetinde geçer. (y.n.)

10
Komutan deyince top ve arabalar da dâhil olmak üzere tüm birlikleri sevk ve idare edenler anlaşılmalıdır.

11
Nuri Conker’in kızı Kıymet Tesal: “Biz dört kardeşiz, babamız hiçbirimizin doğumunda bulunmamış. Bizleri aylar yıllar sonra gördüğü olmuştu. Babam, dört günlük evli iken Harekât Ordusu’na gönüllü katılmıştır. Çanakkale’de Conkbayırı Savaşı’ndan yaralı, başı sarılı gelmiş, yeni savaşlara başı sarılı gitmiş. Bir gün başından yaralı olduğunu yakınlarına bile göstermemiş.” derken gözleri dolu doluydu.

12
Soyumuzun bilim ve tekniğe karşı ilgisi ve bağlılığı zayıf değildi. Zaten bunsuz olamazdı. Viyana’nın Osmanlılar tarafından kuşatılmasını gösteren ve hâlen kentin, gösterişli Belediye Müzesi’nde bulunan harita, Osmanlı ordusunda sanatın ayrıntılarına inen, onların bilim ve sanata yatkınlığını gösteren ölmez bir belgedir. Bu kalenin güney yanında hâlen imparatorun kışlık şatosu vardır.
Hofburg Sarayı’nın, Osmanlılarca hücum noktası seçildiği ve bu sarayın iki burcunun susturulduğu ve düşürüldüğü görülmektedir.
Yine bu kuşatma sırasında bataryaların yerleştirildiği kuzeybatı yönündeki tepenin Viyana’yı dövmeye en uygun noktalarda olduğu, görülünce anlaşılır. Avusturyalılar şimdi burasını gayet güzel bir park yapmışlar, adına “Türk Parkı” demişlerdir. Parkın giriş kapısının iki yanındaki sütunlara birer ay yıldız işlemişlerdir.

13
Süvari atlarının eğitim alanı, ata binme eğitimi yapılan düzlük.

14
İleri Karakol: Bir durma esnasında, bir ordugâhta veya bir konma bölgesinde, ana kuvveti, düşman gözetleme ve baskınına karşı korumak, aynı zamanda düşmanı gözaltında tutmak için, ana birlikten belirli bir mesafeye sürülen emniyet keşif kıtaları.
Durmalarda kamp, ordugâh ve konaklarda veya bir muharebe mevzisinde büyük kısmı, düşmanın baskınları ve gözetlemelerinden korumak için, bu kısmın belirli bir mesafe ilerisine çıkarılan emniyet müfrezesi. MT 7, s. 154.

15
Bugünkü Yeşilköy, o yıllarda kent dışında gezi yeriydi.

16
Harekât Alanı: Tespit edilen ana vazifeye uygun olarak askerî kuvvetlerin sevk ve idaresi, desteklenmesi için harp alanının gerekli olan parçası. Harekât alanının coğrafi hudutları Genelkurmay Başkanlığınca belirtilir.
Zabit ve Kumandan – Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl Мустафа Кемаль Ататюрк и Мехмет Нури Конкер
Zabit ve Kumandan – Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl

Мустафа Кемаль Ататюрк и Мехмет Нури Конкер

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Top ve tüfek gürültülerinin yeri göğü inlettiği, silahların ölüm saçan kıyamet ateşleri kopardığı dehşetli yıllarda Türk ordusu, kanını son damlasına kadar harcayarak yurdu müdafaaya çalışıyordu. Balkan Savaşı’nda alınan yenilgi üzerine derin bir teessüre boğulan askerlere ve orduya derhâl müdahale edilmesi fikriyle kaleme alınan, aynı zamanda Atatürk’ün hem yakın hem de silah arkadaşı Nuri Conker’in orduda verdiği konferansların bir derlemesi olan "Zabit ve Kumandan" adlı eseri Mustafa Kemal’i öyle etkiliyor ki bu kitaba karşılık olarak yazdığı Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl’de hem arkadaşı Conker’e destek veriyor hem de ordu ile ilgili düşüncelerini ortaya koyuyor. Birbirini tamamlayan ve pekiştiren iki eserde, iyi yöneticilik konusu işlenirken bununla birlikte ordunun yaşadığı başarısızlığın esas çözüm yolu olarak kumanda aşamaları aktarılıyor. Başarıları tüm dünya tarafından kabul edilen bu iki lidere göre düşmana karşı savunma yapılmamalı, doğrudan taarruza geçilmelidir. Zira düşmana gerilen en güzel siper, Türk askerinin göğsüdür. "Patlayan bir-iki düşman mermisinden sonra, kendi toplarının seslerinden üzerine atılmış bir taştan sakınır gibi sağa sola kaçan ve ürken bir askerin yavaş yavaş atan yüreği, hızlı çarpmaya başlar. Biraz sonra muharebeye başlandığı zaman bileklerinde tüfeği tutacak güç de kalmaz. Subayın bu anda görevi, büyük ve önemlidir. Subay, ruhunu bütün erlerinin ruhuna gayet sağlam bir telgraf teliyle bağlamalıdır."

  • Добавить отзыв