Yaban Gülü
Güzide Sabri
Türk edebiyatında Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla birlikte artış gösteren aşk romanları, özellikle kadın yazarlar tarafından rağbet gören bir tür olmuştur. İlk olarak 1925 yılında yayımlanan "Yaban Gülü" adlı eseriyle Güzide Sabri, döneminin popüler aşk romanı yazarları arasında yer alırken bu akımın öncülerinden biri olarak sayılabilir. Umut ve umutsuzluk arasında yalpalayan iki gencin aşkını anlatan "Yaban Gülü", Güzide Sabri’nin güçlü betimlemeleri ile hafızalara kazınmaya aday. Bir tebessümüne, bir bakışına feda olunacak denli güzel ama talihsiz Leyla ile aşkın en ızdıraplı kuyularına düşüp kendini kaybeden Feridun, aşkın her hâlini bizlere yansıtırken kalplerde ince bir sızı bırakıyor… "Keşke güzel olmasaydım. Keşke köyümün ıssız, viran köşelerinde kalsaydım da varlık içinde yoksullukla inleyen gönlümün acılarını duymasaydım…"
Güzide Sabri
Yaban Gülü
Güzide Sabri, 1883 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Çamlıca’da, Koşu Yolu’ndaki köşklerinde büyümüştür. Kendisine yazma arzusu verdiği için burası yazarın hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İstibdat devrinde babasının Sivas’a sürülmesi, Güzide Sabri’nin hem ruh hem de beden sağlığını çok etkilemiştir. Babası Tokat’a nakledildiğinde annesiyle birlikte bir müddet burada yaşamış, daha sonra Bursa’ya gelen babasının yanında yılın birkaç ayını geçirmiştir. Beyoğlu Birinci Kâtibi Ahmet Sabri Bey’le evlenen yazar, evlendikten sonra da yazmaya devam etmiştir.
Henüz 16 yaşında ilk romanı Münevver’i kaleme alan Güzide Sabri, Servet-i Fünun edebiyatının etkili olduğu dönemde yazmış olsa da bu gruba katılmamış ancak asli temalarını eserlerine taşımıştır. Münevver, verem edebiyatının tüm karakteristik ögelerini barındıran ilk eserdir.
Yazdığı dönemde büyük ilgi gören Güzide Sabri, popüler edebiyat türünde pek çok romana imza atmıştır. Popüler edebiyata getirilen en büyük eleştiri, mesaj verme kaygısından uzak olmasıdır. Yaşadığı ve yazdığı dönemde Osmanlı Devleti büyük çalkantılardan geçerken Güzide Sabri de Yaban Gülü hariç romanlarında bu konulara yer vermemiştir. Cumhuriyet döneminde ise köy ve yerli unsurlara daha çok yer vermiş, hatta yüceltmiştir. İlk kadın kara sevda yazarı olarak tanınan yazar, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ile âdeta bütünleştirilmiştir.
Daha çok romancılığıyla tanınsa da çeşitli dergilerde takma isimle hikâye, şiir ve makaleler de yayımlamıştır. Takma adla yazmasının sebebi, eşinin edebiyat dünyasında tanınmasını, adının duyulmasını istememesidir.
Kadınca bir duyarlılıkla yazan, romanlarında ana karakter olarak hep kadınlara yer veren Güzide Sabri, zaman zaman biyografik ögeler de kullanmıştır. Örneğin Münevver romanının başkahramanı Münevver, gerçek hayatta da Güzide Sabri’nin arkadaşıdır.
1946 yılında Giresun’da hayata gözlerini yummuştur.
Romanları: Münevver, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Yaban Gülü, Hüsran, Hicran Gecesi, Necla, Mazinin Sesi.
Leyla, Bursa’nın ufak, şairane manzaralı bir köyünde çamur sıvalı, toprak damlı bir kulübenin basık çatısı altında dünyaya gelmişti. Zavallı yavru; hayatın ilk sıcak nefesi ciğerlerini yaktığı, ilk ağlayışıyla ağzını açtığı dakikalarda, talih, kendisini ısınacak, barınacak, sokulacak bir ana kucağından ebediyen mahrum etmiş, babasının himayesine sığınmaya mecbur olmuştu.
Köyün harap mezarlığından üzgün ve yorgun dönen zavallı babası, acı gözyaşlarıyla kızaran gözlerini bu karanlık kulübenin içine çevirdiği zaman, bezlere sarılı minimini öksüzün komşulardan bir kadının kucağında, okşanmadan, perişan bir hâlde mışıl mışıl uyuduğunu gördü. O anda duyduğu acı, bu saf köylünün yüreğini sızlatmıştı.
Çaresizliğin yeisiyle fikrini kaplayan siyah bulutlar arasında şaşırmış olduğu hâlde, başını elleri arasına alarak çocuğun önüne oturdu.
Gözlerinden akan sıcak yaşlar, çocuğun masum yüzünün üzerine damla damla akıyor; onu açlıktan, sefaletten öldürmek, bir baba yüreğini parçalayan ikinci bir matem oluyordu.
Sakin ve solgun bir karanlık içinde, bir köy hayatının fukaralığı ortasında ve bu is kokan kulübenin oyuk ve nemli duvarları arasında, iki elleri koynunda, bir âcizlik ve perişanlık ile ağlayan bu üzgün köylü birdenbire çocuğu kucağına aldı.
Taze, pembe yanaklarını hafifçe kokladıktan sonra gözlerini kaldırdı.
Kendisine acıyan bir nazarla bakan komşu kadına hitaben:
“Nefise nine.” dedi. “Çimenli Fatma’nın öksüz bıraktığı bu kızı sana emanet ediyorum. Buna sen bak!..”
Kadın fena hâlde bozuldu, bu söz hiç hoşuna gitmemişti. Lakin senelerden beri komşusu olan Ahmet Çavuş’u, şu acıklı hâlinde bütün bütün üzmemek için, başını önüne eğerek yavaşça:
“Peki.” demişti.
Ahmet Çavuş ise Nefise ninenin şu tekliften memnun olduğunu anladığı için cebine soktuğu elini, kadına doğru uzatmış ve mecidiyelerin kulağı okşayan sesi, bir babanın yalvaran sözlerinden ziyade onun kalbini yumuşatarak:
“Sen hiç merak etme Ahmet Çavuş, elimden geldiği kadar kızına bakarım.” diye söz vermiş ve aynı zamanda bu minimini yavruyu babasının kucağından almak için kollarını uzatmıştı.
O günden sonra her gün zavallı adam dağa çıkar, kestiği odunları şehre indirir ve bedelini Nefise nineye verirdi.
Nefise nine, ona “Leyla” ismini vermişti.
Zira şimdiye kadar hayalinde Kays’ın sevgilisi Leyla kadar hiçbir kadının güzel olması ihtimalini yaşatmamış olan bu saf kadın; bu ismi ancak bu küçük kıza layık görmüştü.
Çocuk günden güne büyüyordu. Babası akşamları gelir, onu kucağına alır, altın gibi sarı saçlarını, pembe yanaklarını kokladıktan sonra, Nefise ninenin kolları arasına bırakarak kulübesinin karanlık damı altına çekilir, orada akıttığı gözyaşlarıyla kederini gidermeye çalışırdı.
Bir gün Ahmet Çavuş yine odun kesmeye gitmiş fakat akşama dönmemişti. Ertesi gün ve gecesi de görünmemişti. Nihayet birkaç gün sonra ormanın kıyısında akan coşkun bir derenin kenarında, bir ağaç kütüğüne takılmış cesedi bulundu.
Biçare adamın odun keserken kazaen düştüğü; hırçın, coşkun suların cereyanı ile sürüklenip öldüğü anlaşıldı.
Artık Leyla hem öksüz hem de yetim olarak Nefise ninenin kolları arasında kalmış, istikbalin korkunç karanlığı, o günden itibaren onun küçücük varlığını sarmaya başlamıştı.
Zira Ahmet Çavuş’un ölümüyle küçük Leyla’nın bir angarya olarak başına kalması, Nefise nine için büyük bir felaket olmuş; bu zavallı kızın vücudu, ağır bir yük gibi omuzlarına çökmüş, canından usanacak kadar derin bir yeise kapılmıştı.
Gerçi çocuk; pek sakin, pek uslu ise de her günkü meşguliyetleri onunla uğraşmaya müsait değildi.
Leyla’nın genellikle günleri komşu evlerinde, sokak ortalarında, kapı önlerinde geçiyordu.
Nefise nine, ara sıra köyden vilayete iner; tarhana, yoğurt gibi yapmış olduğu şeyleri tanıdığı konaklara satar ve akşama köye döndüğü zaman Leyla’yı, kapının önünde bir taş üstünde kendisini bekler bulurdu.
Çocuk, beş-altı saatlik bir ayrılığın verdiği sokulganlıkla ona kollarını uzatarak kucağına sokulmak arzusunu gösterirken onun soğuk ve aksi bakışıyla karşılaşır; mahzun bir tavırla boynunu bükerek sanki ondan ufak bir iltifat, hafif bir tebessüm bekler gibi karşısında durur; bilmeyerek, anlamayarak pek derin bir muhabbetle sevilmeye muhtaç olduğunu anlatmaya çalışırdı.
Analık şefkatinden mahrum olan bu kadın; iki yaşındaki bir çocuğun bütün ruhi ihtiyaçlarıyla dilendiği tatlı bir bakışı bile esirgeyerek ve önüne çamur gibi bir parça ekmeği atarak bir tarafa çekilirdi.
Biçare yavru! O, bir lokma ekmeği yedikten sonra “anne” bile demeye cesaret edemediği bu kadının gösterdiği yere gider, başını katı bir yastığa koyarak uyuyakalırdı.
Bir sabah erkenden Nefise nine, eşeğini hazırlamış, Leyla’yı da bir heybenin içine koymuş, bir de ufak bohça alıp şehrin yolunu tutmuştu.
O akşam ve ertesi akşam geri dönmeyen Nefise nineyi merak eden köylüler, birbirinden sormaya başlamışlardı. Nihayet dört gün sonra eşeğin heybesi boş olarak kadın köyüne gelmiş ve ağır bir yükten kurtulmuş gibi derin bir nefes almıştı.
Onu merak eden komşular, köye niçin yalnız geldiğini ve Leyla’yı nereye bıraktığını merak ederek etrafını sarmışlardı.
O, gülerek anlatıyordu:
“Leyla’yı…” diyordu. “Vilayetin en büyüklerinden birinin konağına evlatlık verdim, çocuk şimdi rahata düştü. Zengin bir efendinin bir tek kızı oldu. Fena mı yaptım?”
Nefise nine sözünü bitirdikten sonra güzel Leyla’dan ayrıldığına hiçbir teessür göstermeden, evinin kapısını açarak rahat rahat içeri girmişti.
***
Akdeniz’e hareket etmek üzere olan büyük bir posta vapurunun birinci mevki yolcularına mahsus salonunda bulunanların arasında; kıyafeti gayet düzgün, kırk beş-elli yaşlarında tahmin edilen bir zat ile sarı saçlı, pembe yanaklı, tombul ve iki yaşlarında kadar görünen minimini bir kız bulunuyordu.
İkisi de salonun tenhaca bir tarafına çekilmişlerdi.
Çocuk, elinde süslü bir bebekle oynarken Rahmi Bey ruhundan taşan derin bir sevgi ile onu seyrediyor, bakışlarıyla onun altın saçlarını, pembe yanaklarını okşuyordu.
Zavallı adam, ömründe ilk defa hissettiği bir baba sevgisi ile o kadar mesut idi ki sanki dünyanın bütün sonsuz zevkleri bu küçük yavrunun vücudundan teşekkül etmiş sanıyordu.
Bir aralık eğildi:
“Leyla, kızım, uykun geldi mi?” dedi.
Çocuk, neşeli bir yüz ile ona baktı ve sokulmak arzusunu göstererek başını koluna dayadı.
Rahmi Bey, onu hemen dizleri üzerine aldı ve kıvırcık, parlak saçlarını öperek başını göğsü üzerine bastırdı.
Bu iki kimsesiz hayatın birbirine sarılması pek hoş bir görünüş vücuda getirmişti.
Leyla, hakikaten hiç umulmayan bir saadet içinde yaşıyordu. Köyün ıssız, unutulmuş muhitinden, Nefise ninenin zalim ve lakayıt bakışlarından uzaklaştıran talihi, onu şimdi şefkatli ellere bırakmıştı.
Beyrut’a çıkan yolcular arasında Rahmi Bey’in ailesi de vardı. Leyla, süslü elbisesi, tüylü, dantelalı başlığı ile eşsiz bir çiçek gibi Rahmi Bey’in en eski cariyesi ve evinin en kıymettar bir müdiresi olan Mahinur Kalfa’nın kucağında gidiyordu. Kader, bu kızı bir köylüden dünyaya getirmiş fakat karanlık ve fakir bir hayata layık görmemişti.
Rahmi Bey ve ailesi evvelce kendileri için hazırlanan konağa yerleştiler.
Leyla’nın ilk terbiyesi, Rahmi Bey’in sevgili cariyesi Mahinur Kalfa’ya bırakıldı. Bu kadın, hakikaten çok insan ve yüksek ruhlu idi.
Rahmi Bey ise cidden kibar, asil, kalbi temiz olup, çok sevdiği zevcesinin birdenbire ölümü ile sonsuz bir keder içinde yaşıyordu. Fakat Leyla, bu karanlık hayatın yeni bir ışığı olmuştu.
Çocuk, büyük kalfaya nine; Rahmi Bey’e de baba diyordu. Minimini ruhunda bu kelimeyi söylemeye zorlayan gizli bir kuvvet vardı. O, mutlak anne veya anneciğim demek istiyordu. Mahinur Kalfa kendisine nine denmesinden hoşlanarak, Leyla’nın öksüzlüğü ile kendi yalnızlığında eski zamanlara ait bir benzeyiş buluyor, günden güne artan bir sevgi ile kalbinin dolduğunu anlıyordu.
Rahmi Bey, bu güzel kıza daha güzel bir isim bulmak istemişse de hiçbirini münasip görmeyerek, kulağında pek hoş bir tesir bırakan “Leyla”yı tercih ederek, onu bu isimle çağırmaya karar vermişti.
Güzel Leyla’nın evde şikâyet edilecek hiçbir hâli görülmüyordu. Bütün gün süslü bebekler ile meşgul olur; onları öper, sever, koynuna alır ve uyuturdu.
Rahmi Bey’in bu sevgili evlatlığı günden güne büyüyor, fıtri zekâsı, bilgisi gittikçe genişliyordu.
Beyrut’ta dört sene oturmuşlardı. Artık bu zamanlar ciddi bir tahsil ve terbiyenin başlangıcı olmuş, ilk terbiyesi bittiği için kalfa onu hocalarına bırakmaya mecbur kalmıştı.
Leyla’da okuyup yazmak ve her şeyi öğrenmek hevesi o kadar çoktu ki… Hocaları, Rahmi Bey’e nihayetsiz takdirlerde bulunurdu. Musikide de aynı heves ve terakki ile çalışmak istidadı görülüyordu. Rahmi Bey onunla son derece iftihar ederek Beyrut’un en muktedir muallimlerini konağına toplamış, manevi evladını onların eline bırakmıştı.
Zaman geçtikçe bu kızda harikulade bir güzelliğin ilk izleri görünmeye başlıyordu. Koyu yeşil ile siyahın karışmasından hasıl olan gölgeli ve şahane gözleri, bakışlarına baygın ve süzgün bir güzellik veren uzun kıvırcık kirpikleri vardı. Dişleri o kadar beyaz ve düzgün idi ki dudaklarının arasında parlak bir sıra inci gibi görünürdüler. Güneşin altın ışıklarını andıran saçları ise güzelliğine bir büyüklük ilave ederdi. Rahmi Bey bu saçları okşadıkça, ileride bu kızı itina ile saklamaya mecbur olacağını düşünüyordu.
Bir akşam Beyrut’un en meşhur musikişinasları selamlıkta toplanmışlardı. Şarkılar birbirini takip ediyor, sanatkârların ellerindeki musiki aletleri kederli bir kalbin takatsiz iniltileri gibi titriyor, dinleyicilerini müteessir ediyordu.
Bu sırada Rahmi Bey’in dikkatli bakışları Leyla’ya dönmüştü. Musikinin bu masum ruhta hasıl edeceği tesiri anlamak istiyordu. Çocuk o kadar derin bir zevk içinde dinliyordu ki babasının kendi üzerine çevrilen bakışlarından bile haberi olmuyordu. Selamlıktaki misafirler bu kadar küçük bir kalpte mevcut olan duyguyu hayretle karşılamakta idiler.
Rahmi Bey bir aralık eğilip eliyle Leyla’nın saçlarını okşamıştı. Bu temas ile tatlı bir uykudan uyanır gibi başını kaldırmış olan Leyla, en masum bakışlarıyla Rahmi Bey’e bakmış, sonra başını onun göğsüne dayayarak derin derin içini çekmişti. Gece herkes odalarına çekildikten sonra Leyla yatağına girmiş lakin uyuyamamıştı. Dinlediği udun yanık sesleri, o mavalların, o içli ahların inleyen akisleri ruhunda derin bir iz bırakmıştı.
Sabahleyin büyük kalfa gelip beyefendinin kendisini istemekte olduğunu söylediği zaman Leyla, derhâl babasının odasına koştu. Rahmi Bey ayakta duruyor, elinde minimini sedefli bir ut tutuyor ve:
“Kızım.” diyordu. “Bu udu sana aldım, memnun oldun mu?”
O zaman çocuk koştu. Kollarını babasının boynuna doladı ve:
“Ah!..” dedi. “Rüyamda sabaha kadar hep bunu gördüm. Kucağımda böyle süslü minimini bir ut varmış, ne güzel çalıyordum.”
Rahmi Bey gülerek:
“Piyano derslerinin hariç bir zamanında biraz da Arapça, ut öğrenirsin diye düşündüm, herhâlde pek fena bir saz değildir.” diye cevap veriyordu.
Leyla sevincinden ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Mütemadiyen Rahmi Bey’in ellerini öpüyordu. O da onun pembe yanaklarını okşuyordu. Kalfa ise karşıdan, öksüz bir kızla evlat muhabbetinden mahrum bir kalbin ruhi ve tabii ihtiyaçlarını seyrederken pek müteessir oluyordu.
Seneler geçtikçe Leyla parlak güzelliği ile görenleri hayran ediyordu. Gözlerindeki sihirli bakışlar, tavırlarındaki sadelik daha ziyade artmış; genişlemeye başlayan omuzları üzerinden yükselen başı daha vakur, daha muhteşem bir eda, endamına ayrı bir ahenk veriyordu.
Artık Leyla eskisi gibi selamlığa çıkamıyordu. Zira erkekten kaçma zamanı gelmiş, halkın gözünden muhafazası lazım gelecek bir çağa vasıl olmuş idi.
İstanbul’dan gelen mektupları babasına genellikle Leyla okur, icabında ise cevabını kendi yazardı. En sık gelen mektuplar Rahmi Bey’in biraderinden idi. Bir gün gelen mektubun içinden genç, güzel bir fotoğraf çıkmıştı. Leyla, bunu bir nevi merak ve hayretle incelemeye başlamış; düşünceli bakışların, vakur, sevimli bir simanın sahibi olan bu resim, onun ruhunda derin bir iz bırakmıştı. Bu genç, güzel amcazadenin hayali günlerce fikrini meşgul etmişti.
Akşamüzeri Rahmi Bey resme sevgi ile baktıktan sonra dudaklarında tatlı ve manidar bir tebessümle: “Ne güzel bir çift…” diye söylenmişti.
Bugünlerde konağın içinde garip bir hazırlık görülüyordu. Suriye’nin, Hama’nın en zarif ve en nefis kumaşları ile salonların döşemeleri yenileniyor. Rahmi Bey’in şahsi işlerinde bir faaliyet görünüyordu. Leyla ise bu hâllerin sebebini tahkike cesaret edemeyen, sıkıntılı bir his ile acı çekiyordu. Şimdiye kadar sakin geçen hayatlarına arız olmak üzere olan değişikliğin ne olabileceğini düşünüyordu. Bir gün büyük kalfanın yanına gitti. Hiç girizgâha filan hacet görmeden:
“Ne oluyor nineciğim? Konaktaki bu hazırlık nedir?..” diye sordu.
Mahinur Kalfa kaşlarını çatarak başını sallaya sallaya: “Ne olacak, ne olacak?.. Beyefendi bu yaştan sonra evleniyor, genç hanım alıyor, bütün hazırlık onun için.” cevabını verdi.
Leyla, gayriihtiyari hayretle haykırmıştı. Evleniyor, bu ne demekti! Düşüncesi birdenbire bu kelimeyi kavrayamamıştı. Çünkü şimdiye kadar bunu bir kere olsun aklına getirememiş, kendisinden başka kimsenin ona yakın olma ihtimalini düşünmemiş, hayatta onu sırf kendisinin olarak tanımış. Ve sevilmek hissinin bütün tabii ihtiyaçlarıyla hakiki bir baba kucağı sandığı bu kolların arasına sığınmış, burasını ebediyen kendisinin olacak zannetmişti. Leyla, bugünlere kadar Rahmi Bey’i kendi öz babası olarak tanıyordu.
Genç kız bir şey söylemeden kalfanın yanından uzaklaşarak odasına çekildi. Kalbini garip bir keder kaplamıştı. Sakin ve mesut geçen günleri artık tarihe karışıyordu. İlk defa olarak kalbinde sızlayan bir acı duydu. Fakat henüz kederin, acının ne olduğunu tatmamış olan Leyla bu hissin hakiki manasını anlayamamıştı. Gözleri denizin ufuksuz boşluğuna daldı. Uzun kirpikleri üzerinde hayatın ilk keder yaşı parlıyordu.
Bir sabah uyandığı zaman konakta her günden farklı bir telaş, bir hazırlık olduğunu gördü. Büyük kalfa bilhassa kendini çağırıp gelin hanımın geleceğini bildirdiği zaman Leyla hiçbir hayret göstermeden odasına döndü. Zaten bunu beklemiyor muydu?
Saçlarını taradı, sonra çehresine pek yaraşan yeşil elbisesini giydi. Gençliğinin gözleri kamaştıran güzelliği içinde aşağı inerken merdiven başında babasına tesadüf etmişti. O, telaşlı telaşlı bir şeyler söylüyor, ötekine berikine emirler veriyordu. Leyla’yı görünce güldü: “Bugün ne güzel bir hanım olmuşsun!” dedi. Genç kız, dudaklarında mahzun bir gülüşle, bir tebessümle önüne bakıyordu. Rahmi Bey:
“Ne o! Küçük hanım bugün dargın gibi duruyorsun? Hani sen her vakit babanı öperdin, değil mi! Seni yaramaz seni!..” diyerek saçlarını okşadı. Bu esnada herkes aşağıya doğru koştu. “Gelin geliyor!” sesi, konağın içinde birdenbire bir telaş hasıl etmişti.
On dakika sonra bütün gözler merdivene dönmüştü. Beyaz elbiseler içinde uzun boyu, orantılı endamıyla narin bir vücut, beyaz bir tül ile örtülmüştü. Güzel bir sima göründü. Leyla olanca dikkatiyle bakıyordu, bu kadın düşündüğü gibi değil bilakis pek güzel ve pek sevimli görünüyordu. Zavallı çocuğun müessir bir hülya ile sıkılan kalbi, şimdi biraz müsterih olmuştu. Herkes çekildikten sonra gelinin bulunduğu odaya girdi. Bir yer bularak karşısına oturdu. Salonun bir köşesinde bir vakar ve kibirle oturan bu gelin hanım, iri siyah gözleriyle kendisini derin derin süzüyordu. Genç kız bu bakışların altında o kadar utandı, o kadar sıkıldı ki bir dakikada bütün vücudu sıcak bir ter içinde kaldı! Bir aralık orada bulunan kadınlardan biri kendisini göstererek yanındakine gizlice:
“Bu kız Rahmi Bey’in kendi kızı mı?” Öteki: “Hayır, evlatlığı.” diye cevap vermişti.
Leyla bu sözleri tamamıyla işitiyordu. Lakin: “Evlatlığı!” Bu ne demekti? Bunu anlayamıyordu. Oturduğu yerden birdenbire kalktı. İçin için ağlıyordu. Zavallı kızcağız bugün hiç görmediği, hiç bilmediği, hiç bahsedilmeyen annesi için o kadar şiddetli hasret, öyle önüne geçilmez bir arzu duyuyordu ki… Annelerinin yanına sokulup oturan çocuklara baktıkça gözleri yaşla doluyordu. Ah!.. Ah ne olurdu, onun da bir annesi olsa! Kendisini her felakete, her tehlikeye karşı şefkatli kucağında saklasaydı!..
O gün akşama kadar mahzun ve müteessir dolaştı. Fikrini daima bir kelime tırmalıyordu. “Evlatlık!..” Bu ne demekti?.. Dünyada onun babasından başka kimi vardı?.. Bunu ninesine sormaya karar vermişti. Her şeyi ondan öğrenecekti.
Gece konağın içi tenhalaştıktan sonra, Leyla odasına çıkarak soyundu. Mevcudiyetinde bir terk edilmişlik hissi vardı. Sanki bu gece dünyada yapayalnız kalmış gibi kederli idi. Bir müddet sonra Rahmi Bey kendisini çağırtmıştı. Odaya girerken gayriihtiyari titriyordu. Birkaç adım atarak oturdu. Rahmi Bey:
“Leyla, yanıma gel, buraya otur.” dedi. Genç kız başını kaldırdığı zaman, kanepesine yaslanmış olan gelinin küçümsemeye benzer bir nazar ile kendisine baktığını görmüştü. Rahmi Bey genç kadına hitaben:
“Gördünüz mü?” diyordu. Leyla pek sevimli, pek nazlı bir kız değil mi? Tabiatındaki uysallıktan memnun olup kendisini seveceksiniz zannederim.
Kadın lakayıt ve biraz müstehzi bir eda ile:
“Şüphesiz.” diye cevap veriyordu.
Leyla yarım saat sonra kendisini dışarı attı. Bunalmış gibi idi. Kalfanın yanına gitmeye ve bu gece onunla yalnız kalmaya pek ihtiyacı olduğundan, onu odasında yalnız bulduğu zaman pek sevindi. Koştu, kolları arasına kendini attı. Başını göğsüne dayadı. Ah… Bu gece bir anne kucağı, bir anne kokusu isteyen ruhu pek ezalı hisler altında eziliyordu.
Mahinur Kalfa onu seviyor, okşuyordu. Fakat bu Leyla’nın ruhunun ihtiyacını doyurmaya kâfi gelmiyordu.
“Nine.” dedi. “Bu gece o kadar çok ağlamak istiyorum ki…”
“Niçin yavrum, buna sebep ne?”
Leyla kalbi yırtılıyormuş gibi içini çekti: “Bilsen, bilsen!..” dedi. “Bana bugün evlatlık dediler. Söyleyiniz nine, ben hakikaten evlatlık mıyım?”
Kalfa bu sual karşısında birdenbire şaşırdı:
“O nasıl lakırtı?” diye söylendi.
“Bilmem, ben de işte size soruyorum.”
“Yanlış.”
“Hayır, yanlış değil, yalnız belirsiz.”
“Bunlar ne münasebetsiz sözler canım! Bu akşam nereden uydurup söylüyorsun?”
“Nine… Vallahi ben uydurmuyorum, öyle söylediler.”
“Kim söyledi canım?”
“Misafirlerden iki hanım…”
“Halt etmişler.”
“Yok yok, nine artık ben çocuk değilim. Bunları söylerken hakikati gizlemeye uğraştığınızı görüyorum. Gözlerinizde öyle derin manalar var ki bana hayatımın acı taraflarını anlatıyor. Lakin ben mukadderatına teslim olmuş bir kızım. Söyleyeceğiniz hakikat ne kadar acı olursa olsun korkmayınız, ben tahammül edeceğim.”
İşin ciddi bir renk aldığını gören kalfa tesirli bir sesle:
“Rica ederim, Leyla… Böyle sözler söyleme. Haydi odana git de rahatına bak. Ben de yorgunluktan bayılıyorum, şimdi yatacağım.”
Leyla, kalfanın meseleyi kapatmak üzere kendisini baştan savmak istediğini anladığı için:
“Bir yere gitmem.” dedi.
“Canım ne söyleyeyim, bir şey bilmiyorum ki…”
“Her şeyi, her şeyi biliyorsun da söylemek istemiyorsun.”
“Allah Allah… Bu gece seninle derde çattım. Çok nefes tüketecek hâlim yok. Yorgunum diyorum, anlamıyor musun?”
“Ben her şeyi anlıyorum. Anladığım için soruyorum.”
Kadın önüne bakıyor, aynı zamanda titriyordu. Bu kız er geç bu acı hakikati öğrenmeye mahkûm idi. Başını kaldırarak ona baktı, pek müthiş bir sır söyleyecekmiş gibi korkuyordu:
“Peki…” dedi. “Böyle olduğunu bilsen ne yaparsın?”
“Hiçbir şey. Yalnız mevkimi bileceğim.”
“Bilirsen ne olacakmış?”
“Ona göre davranışlarımı tayin edeceğim.” “Nasıl?”
“Mesela bugün yeni gelen evin hanımına başka türlü itaat, baba dediğim Rahmi Bey’e daha derin bir muhabbet göstereceğim. Onu her zamandan ziyade seveceğim.”
“Niçin?”
“Şimdiye kadar gösterdiği şefkat, muhabbet, yaptığı fedakârlık, kendisine karşı olan şiddetli muhabbetime bir de şükran hissi ilave edeceği için…”
“Demek yine kendisini evvelki kadar seveceksin?”
“Hiç şüphesiz… Çünkü dünyada ondan ve senden başka kimseyi bilmiyorum ki…”
Kalfanın gözleri yaşla doldu.
“Biz de senden başka evlat muhabbetinin ne olduğunu bilmiyoruz ki yavrum. On beş senedir sen bizim yegâne sevgimiz, yegâne eğlencemiz, yegâne evladımızdın…” dedi.
Leyla elleriyle yüzünü kapamış, muhitinin derin boşluğu içinde sakin sakin ağlıyordu. Neden sonra başını kaldırıp yaşlı gözlerle kalfaya baktı:
“Nine.” dedi. “Sen annem ile babamı tanıyor musun? Hiç olmazsa onlar hakkında biraz izahat ver. Annem güzel miydi? Babam vicdanlı ve namuslu bir adam mıydı?”
Kalfa başını sallayarak:
“Artık çok oluyorsun…” dedi. “Her şeyi derin derin sorma.”
“Nineciğim, hayatımın en mühim sırrını öğrenmek hakkım değil mi? Niçin beni bundan mahrum ediyorsun? Bu iki zavallı ölünün toprakla örtülen vücutlarından hiçbir hatıram olmasın mı?”
Kalfa üzüntülü bir tavırla:
“Yemin ederim ki ben hiçbir şey bilmiyorum. Seni bize yabancı bir kadın getirdi. Onlar çoktan ölmüşlerdi. Sen bu kadının eline kalmıştın…”
Leyla bir kere “Ah!..” diye haykırdı ve sonra Mahinur Kalfa’nın kolları arasına düştü.
***
Artık konaktaki yaşayış tarzında ve idarede mühim değişiklikler yüz göstermeye başlamıştı. Pakize Hanım elinde anahtarlar, ötekine berikine emirler veriyor, büyük kalfayı çağırarak Leyla için ona bir şeyler söylüyor, sonra zavallı kızı görür görmez içinden bir öfke ile:
“Baksana kızım! Kitaplarını ve yazıhaneni, ufak tefek neyin varsa en aşağı kata indir. Bundan sonra hocaların oraya gelsinler. Sende artık büyük kalfanın yanında yat. Odalar yetişmiyor, orasını kendime misafir odası yapacağım. Anlamıyor musun?” diyordu.
Birdenbire büyük bir konağın, yüksek bir mevkinin sahibesi olduğu için ne oldum delisi olan bu şımarık kadının sözlerinde, itiraz kabul etmez bir katiyet vardı. Emre itaat mecburi olduğu için biçare Leyla kaç senedir severek yattığı bu küçük sevimli odadan karyolasını bozdu, yatağını kalfanın odasına indirdi. Kitaplarını, yazıhanesini, bütün sevdiği bu kıymetli eşyalarını en aşağı katta karanlıkça bir odaya yerleştirdi. Bu işleri hiç kimseye şikâyet etmeden gördü. Sofada kalfaya tesadüf eder etmez kalfa kendisine:
“Gördün mü Leyla, başımıza gelenleri?” diye şikâyete başlamıştı. “Bütün kabahat bizim efendide.” diyordu. “Ne olacak, dayısının yanında adi bir besleme gibi büyümüş; terbiyeden, görgüden mahrum olan bir kızı hanım diye başımıza getirirse işte böyle evin içi altüst olur. Dünyada sonradan görmek kadar fena bir şey yoktur. Ah… Rahmetli hanımefendiciğim gözlerini aç da bak, kırkyıllık evin barkın ne hâllere girdi. Kocan bu yaştan sonra gönül budalası oldu.”
Kalfa pek buhranlı idi. Leyla bu sözleri dinlemek istemediğini anlatan bir tavırla:
“Nemize lazım, nineciğim.” dedi. “Onun ne mazisine ne de şimdiki hâline dair söz söylemeye hakkımız var. Yalnız o bizimle uğraşmaktan vazgeçse emin ol ki kendisini seveceğim ve memnun etmeye çalışacağım. Fakat niçin bilmem, kendisi bizden hoşlanmadı. Ben ne yaptım, hem ne yapabilirim değil mi? Benim gibi zavallı öksüz bir kız…”
Günler, aylar geçtikçe Pakize Hanım’ın kahır ve cefası, hiddet ve nefreti daha ziyade artıyordu. Leyla’yı o kadar kıskanıyor, ona o derece haset ediyordu ki o sırma gibi parlak saçlarını yolmak, o eşsiz gözlerini çıkartmak, âleme karşı onu çirkin ve menfur göstermek arzusu ile yanıyordu. Ah bu kadar güzel, bu kadar müstesna olmasaydı… Bununla beraber mükemmel bir tahsil, mükemmel bir musiki ve esaslı bir terbiye… Evet, Leyla’nın sahip olduğu meziyetlerin hiçbiri kendisinde yoktu. Bunu anladığı için daha ziyade üzülüyor, daha ziyade harap oluyordu. Bir evlatlık, adi bir köylü olduğu hâlde kendisinden kat kat üstündü. Bu çekememezlik her dakika onu öldürüyordu.
Rahmi Bey Leyla’nın çektiği üzüntüyü, uğradığı hakareti görüyor, fırsat buldukça onun kırık gönlünü almaya uğraşıyor. Gizli gizli:
“Leyla kızım.” diyor. “Bu hırçın kadının hareketlerini hatırım için hoş gör. Bir gün onların hepsinden vazgeçecek. Sabret, kusuruna bakma…”
Leyla bu sözleri dinlerken Rahmi Bey’in gözlerinde aşkının şiddetine tercüman olacak kadar kuvvetli parıltılar görüyor ve bu kuvvetin şiddeti altında her türlü meşakkate dayanmaya razı olacağını anlıyordu.
Bir gün kalfa:
“Biliyor musun Leyla?” demişti. “O seni kıskandığı için böyle yapıyor. Çünkü sen çok güzelsin, sonra ruhen ve his bakımından ondan yükseksin. O senin yanında hiç değeri kalmadığını gördüğü için böyle kuduruyor, patlıyor. Sonra sana hücum ediyor. Hiç müteessir olma, hiç üzülme yavrum. Tahammül ile selamete çıkacağına emin ol.”
Mahinur Kalfa’nın bu düşüncesi tamamıyla hakikate uygun olduğu hâlde hayatı boyunca haset denilen fenalığı hissetmemiş olan Leyla, temiz bir vicdan ile bu sözlerin varlığına ihtimal vermeyerek dinliyordu.
***
Bir gün İstanbul’dan fena bir haber aldılar. Feridun Bey, bunu amcasına yazıyordu. Babası ansızın kalp sektesinden ölmüştü. Rahmi Bey senelerden beri hasret olduğu biraderinin ölümüne son derece müteessir oldu. Günlerce gözyaşı döktü. Leyla da çok müteessir olmuştu. Bu hiç görmediği amcanın matemini kalbinde sakladı. Feridun’un ne elemli günler geçirdiğini düşündü. Bu düşünce anlamadığı bir sebepten dolayı ruhunu üzdü.
Aradan iki sene daha geçti. Leyla on yedi yaşını bitiriyordu. Kahırlar ve zulümler içinde geçen bu uzun zaman, hayatının en azaplı safhalarıydı.
Bir akşam Rahmi Bey büyük bir sevinçle geldi. “Padişah emri ile İstanbul’a gidiyoruz.” dedi. Bu müjde, konak içinde pek büyük bir sevinçle karşılandı. Her tarafta bir hazırlık, herkeste bir telaş vardı. Pakize Hanım kaç senedir görmediği biraderine kavuşacağı için memnun, Leyla İstanbul’u hiç görmediği için garip bir merak içinde idi. Zira Rahmi Bey, Sultan Abdülhamid’in izni olmayınca İstanbul’a gidemeyenler arasında bulunan ekâbirden idi. Feridun Bey’e hareket edecekleri günü bildiren bir telgraf çekildi ve o hafta hareket eden posta vapuru ile hareket olundu.
Rahmi Bey’in merhum biraderi Emin Bey’in konağında aile reisi olarak Feridun’un annesi Süreyya hanımefendiden başka kimse yoktu. Bu hanenin idaresi ve geçimi pek muntazam olup Emin Bey hayatta iken bile bir şeye karışmazdı. Evin bütün idaresi hanımefendinin nezareti altındaydı. Zaten serveti tamamıyla kendine ait olup bunu da pek yolunda idareye muvaffak olmuş ve hayattaki bütün mesai ve muhabbetini yegâne oğlu Feridun Bey’e hasrederek çocuğun tahsili ve terbiyesine ait vazifelerini ancak ifa eylemişti.
Feridun, yirmi altı yaşında bir genç olduğu hâlde babasından ziyade annesinin nüfuzu altında yaşardı. Bu idareli kadın, oğlunu akranları arasında en ciddi ve metîn bir tahsil ile yetiştirmişti.
Feridun arkadaşları arasında ahlakının iyiliği, terbiyesi, zekâsı ve iktidarı ile tanınmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadının arkasından koşmak için yorulduğunu hatırlamayan bu genç adam bu adi heveslerden, geçici sevgilerden nefret eder; aşkı bir oyun, bir eğlence olarak kabul edenlere teessüfle bakardı.
Kendisi aşkı, ancak pek yüksek kalplerde yaşayan ve pek kıymettar bir his olarak tanırdı. Onu hiç incitmeden, hiç kirletmeden, hiç hırpalamadan muhafaza etmek isterdi. Henüz daha kimseyi sevmiyor, daha doğrusu sevemiyordu. Bu kadar yüksek gördüğü aşka layık bir kalp arıyor; ölmeyen, eskimeyen, çürümeyen bir bitkiyle bunu orada yaşatmak emelini besliyordu.
Hanımefendi, oğlunun şimdilik sevmek hissinden uzak yaşadığına ve muhabbete bu derece hürmetkâr olduğuna son derece memnun olmakla beraber bu yüksek düşünce ile hiçbir vakit istediği aşkına ulaşamayacağına emin olduğu Feridun’a her suretle kendi beğendiği gibi bir kız alacağını düşünerek seviniyordu.
Bu kadının en büyük kusur ve en çirkin ahlakı, kibirli olmasıydı. Hemen hemen kendinden aşağı olanlarla lakırtıya tenezzül etmeyecek kadar gururu vardı. Asaletini, mevkisini pek yüksek görür ve bundan mahrum olanları hor görürdü. Sözleri pek ağır ve pek vakurdu. Hiçbir kadını, hiçbir kızı oğluna layık göremezdi. Tahakkümü pek sever ve dünyada kendisinden başka kimsenin aklıyla, sözüyle hareket etmez, kimsenin fikrini beğenmezdi. Bununla beraber Feridun, annesini son derece hürmet ve muhabbetle sever ve onun hükmeden ve mağrur bakışları karşısında daima hürmetle söz söylerdi.
Bir akşam Feridun elinde bir telgraf ile geldi.
“Anne.” dedi. “Müjde, amcam geliyor!” Hanımefendi buna cidden memnun olmuştu. Zira kayınbiraderini hürmetkâr bir muhabbetle sevdiği ve senelerden beri görmediği için bu haber onun gözlerinden yaşlar getirerek: “Ah…” diyordu. “Merhum baban da sağ olaydı da bu sevinçli günü göreydi!”
Artık her an, bu muhterem yolcuların gelecekleri gün beklenmeye başlandı. Hanımefendi kayınpederinin bir zevcesi ile bir de evlatlığı olduğunu biliyordu. Aynı zamanda bunların seviyelerinin derecelerini düşünüyor, bu kadının elti denmeye layık olacak meziyetlere sahip olup olmadığını merak ediyor, sonra her ne olursa olsun kayınbiraderinin hatırı için bunlara hürmet etmeye mecbur olduğunu hatırlayarak her şeyi hoş görmeye razı oluyordu.
Bugün Emin Bey’in konağı önünde üç araba durmuştu. Nihayet on günden beri beklenen yolcular gelmişlerdi. Hanımefendi derhâl aşağıya koşmuş, hürmetle misafirlerini karşılamıştı. Salona çıkıldığı zaman tanışma merasimi yapılmış, hanımefendiyle Rahmi Bey ve Feridun, merhum Emin Bey’in hatırası ile bir hayli ağlamışlardı. Rahmi Bey, Feridun’la iftihar ederek ve gururla bakarak:
“Aman ya Rabbi.” diyordu. “Ne kadar değişmiş, ne kadar güzelleşmiş!” Sonra eliyle omuzlarını okşayarak:
“Aslan, Allah’a emanet aslan… Vapurda yolcuları karşılamaya gelenler arasında ben hâlâ bundan pek çok sene evvel bıraktığım küçük Feridun’u arıyordum. Birdenbire karşımda amca diye hitap eden bu koca adamı görünce öyle bir şaşırdım ki âdeta utandım…”
Bu söze hep birden gülüştüler. Rahmi Bey Feridun’a dönerek:
“Söyle bakayım; sen beni nasıl tanıdın, sevgili çocuk?”
Feridun amcasının bu sualine gülerek:
“Resminizden.” dedi. Sonra ilave etti: “Ruhun yakınlığı da yardım etti amcacığım.”
Hanımefendi eltisini pek beğendi. Zira onun da karşısındakine yüksekten bakan mağrur ve hükmedici bakışları vardı. Yalnız Leyla kendisini beş-on dakika meşgul etmişti. Kayınbiraderinin senelerden beri büyütüp terbiye ettiği bu kızın cidden müstesna bir mahluk olduğunu teslim etmekle beraber onun bir evlatlık olması, adi ruhlu bir köylünün kızı bulunması derhâl bu istisnalığı silmiş, mahvetmiş olduğundan artık onunla meşgul olmaya hiç lüzum görmemişti.
Feridun, pek şen ve pek memnun bir hâlde amcası ve genç yengesi ile meşgul gibi görünüyorsa da tuhaf bir cazibenin tesiri altında bulunuyordu. Niçin olduğunu bilmeden ruhu garip bir haz içinde uyuşuyor, gözleri önleyemediği bir kuvvetin sevkiyle bir noktaya saplanıp kalıyordu.
Leyla salonun uzakça bir tarafına çekilmiş idi. Güzel yüzünde yolculuğun yorgunluğu, tavırlarında belirsiz bir yabancılık vardı.
Feridun ise bu beklenilmeyen cazibeye karşı hüviyetinin sarsıldığını, kalbinin şimdiye kadar hissetmediği bir heyecanla çarptığını duyuyordu. Bir-iki defa ona bakmak istediği hâlde kalbinin sık sık atışı metanetini eziyordu. Bu ne idi? Nasıl bir kuvvetti?.. Şimdiye kadar hiç düşünmediği, hemen mevcudiyetinden bile haberdar olmadığı, hatta hiç ehemmiyet verip beklemediği bu kızın karşısında duyduğu bu zaaf, bu alaka neden ileri geliyordu?.. Henüz ona bir kelime bile söylemeye cesaret edememişti. Feridun son bir gayretle gözlerini bir defa daha ona doğru çevirdi. Bu, uzun ve derin bir bakış oldu. O zaman kendi kendine şimdiye kadar hiçbir vakit bu kadar sihirli gözlere, bu derece masum ve güzel çehreye tesadüf etmemiş olduğunu itiraf etti. Ondan korkmak lazım geleceğini düşündü.
Müslüman kadınlarında misafirlere gösterilen hürmet öyle Avrupa kadınları gibi birtakım formalite altında bulunmadığından Pakize Hanım ile Leyla biraz yorgun göründükleri için kendi evlerindeymiş gibi bir müddet odalarına çekildiler.
Leyla’nın yalnızlığa, sükûnete olan ihtiyacı bunu kendisine bir saadet olarak hissettirmişti.
Odaya girer girmez hemen bir kanepe üzerine oturdu. Başını elleri arasına aldı. İki saatten beri ruhunu ezen tesirli bakışları düşünüyordu. Fakat onlar niçin ve ne maksatla kendisine o kadar derin, ta içine işlemek isteyen kuvvetle bakmışlardı? Bazı hayret, bazı takdir, bazı mağlup ifadeler ile ruhuna nasıl anlaşılmayan sırlar vermeye çalışmışlardı? Geniş ve karanlık bir çölden ibaret gördüğü hayatına ne ışıklı ümitler serpmek istemişlerdi?
Ümit… Lakin bu ne tatlı, bu ne kadar okşayıcı bir kelime idi! Bütün hüviyetini ılık ve kendinden geçiren bir şiir ile okşuyordu! İnsanları aldatan, hayatın yoluna boyun eğdiren ümit ona şimdi en candan tebessümler ile gülüyordu.
Akşam yemeğinden sonra bahçe üstündeki salonda toplandılar. İki saatlik istirahat, yolcuların yorgunluğunu biraz almıştı. Hanımefendi pek iltifatkâr bir tavırla, misafirleri ile meşgul görünüyor, kalbi zevcinin hatırasıyla dolu olduğu hâlde mütemadiyen kayınbiraderini ağırlamaya çalışıyordu.
Leyla, zarif ve sade tuvaleti ile piyanonun yanına çekilmiş, Feridun ise onun biraz yakınında oturmuştu. Genç kız gözlerini salonun boş bir köşesine çevirmiş olduğu hâlde biraz dalgın görünüyordu. Feridun artık ne amcası ne de yengesiyle meşguldü. Leyla’nın en ufak bir hareketi bile ruhuna sevda serpiyordu. Yavaş yavaş onunla beraber konuşmaya başladı.
“Bu gece kadar mesut olduğumu hiç hatırlamıyorum.” dedi. “Meğer hayatın böyle sevimli anları da oluyormuş.”
Leyla’nın yüzü tatlı kızıllık içinde kaldı. Uzun kirpiklerini önüne doğru çevirdi. Sesinde ruhundan akseden bir titreyiş vardı:
“Evet.” dedi. “Uzun bir ayrılıktan sonraki kavuşmanın verdiği saadet elbet pek şerefli olur, efendim.”
Bakışlarını Rahmi Bey’e doğru kaldırarak:
“Zannedersem kendileri de aynı hisle mütehassistirler.” diye ilave etti.
Feridun, Leyla’nın bu gafletine tatlı ve manidar bir tebessümle karşılık vermişti. Bu aralık Rahmi Bey salonun bir tarafına çekilmiş olan bu iki vücuda doğru bakarak:
“Leyla.” dedi. “Bize biraz piyano çalmaz mısın?”
Hanımefendi onlara doğru dönmüştü. Feridun yalvaran bir tavırla ayağa kalktı:
“Yorgun olduğunuz hâlde lütfunuzu temenniye müsaade buyurursunuz zannederim.”
Leyla yavaşça:
“Estağfurullah!” diye cevap vererek endamının bütün incelikleriyle piyanoya doğru yürüdü. Taburenin üzerine oturduktan sonra Feridun’a hitaben:
“Kusurumu itiraf edeyim.” dedi. “Alafrangada maharetim biraz noksandır. Herhâlde af buyurulacağıma eminim…”
Leyla’nın beyaz ve ince parmakları fil dişi klavyeler üzerinde dolaşmaya başladı.
Kendi kendine söylenir gibi:
“Ne çalayım acaba?” diyordu.
Feridun notaları karıştırırken:
“Faust.” dedi. Sonra ilave etti:
“Toska bilmem, hangisi arzu buyurulur?”
“Zannedersem Toska ruha daha yüksek hisler verir.”
“O hâlde lütfediniz…”
Leyla, hassas kalbinin bütün rikkati ile çalmaya başladı. Feridun heyecandan sarhoş gibiydi. Hanımefendi bu dakikada pek ciddi görünüyordu. Başını çevirmiş, sakin ve dalgın bir nazarla bakıyordu. Rahmi Bey’de iftihar eden bir baba tavrı vardı. Pakize Hanım ise lakayıt ve asabi görünüyordu. Leyla’nın her yerde kendisine üstün geldiğinden dolayı garip bir ruh hâli içinde acı duyuyordu. Rahmi Bey tatlı ve manidar bir tebessüm ve yavaş bir sesle hanımefendiye:
“Leyla’yı nasıl buldunuz?” diye sordu. Süreyya Hanım döndü, dudaklarında pek gizli bir istihza görünüyordu.
“Çok güzel. İnkâr edilemez.”
Rahmi Bey tekrar etti:
“Yalnız o kadar mı?”
Hanımefendi bu sefer aşikâr denecek bir istihza ile güldü:
“Daha ne bekliyordunuz, efendim?” dedi.
Pakize Hanım söze atıldı:
“Beyefendi kendisi gibi herkesin de onu pek yüksek görmesini arzu eder de…”
Feridun’un annesi, Pakize Hanım’ın sözünü keserek:
“Mamafih fedakârlığınız görülüyor, iyi bir terbiye vermeye çalışmışsınız. Fakat…” dedi. Sonra sözünün alt tarafını unutmuş gibi sustu. Bu bahsi derinleştirmek istemiyordu. Kayınbiraderinin hatırı için bu kadar beğenmek kâfi idi. Yoksa onun için Leyla bir besleme, bir ahiretlikten başka bir şey değildi ve olamazdı. Oğlunun bile bu gece mütemadiyen onunla meşgul oluşu gurur ve asaletine dokunmuş, gayriihtiyari kaşları çatılmıştı.
Bugünlerde pek büyük tasavvurları, sonsuz emelleri vardı. Artık Feridun’u evlendirmeyi kararlaştırmıştı. Ölmeden bunu görmek ve minimini torunlarını sevmek istiyordu. İstediği kızı da bulmuştu. Asil ve pek zengin bir ailenin bir tek kızı idi. Bunu kendi asaletine ve mevkisinin şerefine pek yaraştırıyor, ona gelinim demekle iftihar edebileceğini düşünüyordu.
Feridun annesinin bu fikrinden haberi olmadığı için tamamen Leyla ile meşgul görünüyor, dünyayı unutmuş gibi coşkun bir hâlde bulunuyordu. Genç kız piyanonun önünden kalktığı zaman hanımefendi nezaketen bir teşekkür etmek lütfunu esirgememişti.
Zavallı Leyla bu yarı iltifattan dolayı utanırken, karşıdan olanca hırs ve nefreti ile üzerine yıldırımlar saçan Pakize Hanım’ın o müthiş bakışlarını görememişti.
İki saat sonra herkes odasına çekilmiş, konağın içerisi derin bir sessizlik içindeydi. Leyla, yorgun olduğu hâlde bu gece hiç uyumak istemiyordu. Pencerenin önüne oturmuş, başını eline dayamış; gözleri karanlığın ve sessizliğin derinliklerine dalıp gitmişti. Birtakım karışık hislerin tesiri altında ne düşündüğünü bilemiyordu. Yalnız karanlığın kuytularına gizlenen bir şimşek, iki müthiş göz kendisine bakıyormuş gibi geliyordu. Bu gözlerde bütün hayatını tehdit eden, bütün emellerini söndürmek isteyen bir canavar vahşeti vardı. Bunların ezici bakışları altında titreyen genç kız, birdenbire fırlayarak bu korkunç düşüncelerden kurtulmak için eliyle gözlerini ovuşturdu. Orayı burayı dolaştıktan sonra nihayet aynanın karşısında durdu. Odanın içini ufak bir kandilin sönük, titrek ışığı aydınlatıyordu. Bu yarı aydınlık içinde hayal gibi görünen vücuduna, endamına baktı. Bu hâlde pek güzel olduğunu gördüğü için dudaklarında hafif bir tebessüm belirmişti. Şimdi hayalinde munis, sevimli bir yüz vardı. Şefkat ve merhametten ziyade aşk ifade eden bir bakış kendisine: “Korkma, korkma!” demek istiyordu.
Bütün ruhu ılık bir hava içinde ısındı. Aşkın beyaz kanatları omuzlarını okşuyordu.
Genç kız yatağına doğru yürüdü. Ta topuklarına kadar inen altın saçları bütün vücudunu sarmıştı. Şimdi her taraf derin ve esrarlı bir sükût içinde uyuyordu.
Bu gece, Feridun da uyuyamamıştı. Şimdiye kadar gecelerin bu kadar hülyalı, bu kadar ruhu okşayan esrar ile dolu olduğunu hiç bilmiyor, gecelerin bu derece munis, bu kadar ketum bir sırdaş olacağını hiç tahayyül etmiyordu.
Oh!.. Şimdi bu sükûnet, bu yalnızlık kendisine ne kadar hoş gelmişti. Pek lezzetsiz bulduğu hayatında birdenbire husule gelen bu değişiklik onu şimdiye kadar hiç görmediği aşk ve saadet güneşinin doğduğu sıcak bir iklime doğru götürüyor, buranın sıcak ve kendinden geçiren havası ile hayatının bütün kudretlerinin genişlediğini görüyordu.
Süreyya Hanım’ın konağındaki misafirlikleri esnasında Rahmi Bey, (…)’deki yalısının tamir ve döşenmesi ile meşgul oldu. Beyrut’tan döneli bir ay olmuştu. Feridun ile Leyla bir aydan beri hemen her gün beraber bulunuyorlar, bu kıymetli ve mukaddes aşklarını henüz kalplerinde saklıyorlardı. Bazen piyano çalarlar, bazen kitap okurlar, bazen de bahçede gezerler. Mesut kuşlar gibi aşklarının kanatları ile uçmak isterlerdi. Feridun, sevdiğine sahip olamamak azabından azade olarak yaşıyordu. Leyla’nın da kendisini çılgın bir aşkla sevdiğine, annesinin ise mesut olmaları için her türlü kolaylığı göstereceğinden emindi. Lakin aceleci olmaktan korkuyor, aşkının bu sakin şiirselliğini bozmaya cesaret edemiyor; bu temiz aşkı gönlünün en saklı köşesinde gizliyor ve gizlemekle pek yüksek ve sonsuz bir zevk duyuyordu.
Hanımefendi, Feridun’un Leyla ile bu kadar meşgul oluşunu hiç hoş görmemekle beraber, oğlu gibi ciddi fikirli bir gencin Leyla gibi adi bir ahiretliği hiçbir vakit sevmeyeceğine emin bulunuyordu.
Bir akşam Rahmi Bey gelmiş, yalının her şeyinin tamamlandığını ve ertesi gün gidileceğini söylemişti.
Bu söz Leyla ile Feridun’a bir yıldırım gibi tesir etmiş, ikisini de üzgün ve ümitsiz bırakmıştı.
Ertesi gün Feridun, onları vapura kadar uğurlamış, Leyla’nın güzel ve beyaz elini sıkarken karşılıklı hislerle birbirine veda eden gözler; sonsuz manalar, yüksek maksatlar ile hislerini anlatmaya çalışmışlardı…
Genç kız vapurun kamarasına çekildiği vakit, tatlı hülyaları arasında kendisine ebedî bir aşk vadeden o gözlerin artık bütün hayatına hâkim ve mutlak olduğunu görüyordu.
Feridun konağa döndüğü zaman pek mahzundu. Bir aydan beri Leyla’nın yattığı, oturduğu odaya koştu. Bu odanın havası bir genç kız ruhunu taşıyor ve onun saçlarından, elbiselerinden ve bütün mevcudiyetinden çıkan temiz bir kokuyu taşıyordu. Fakat her köşede yokluğunu gösteren bir hüzün, ayrılığın bütün acılığını hissettiren bir boşluk vardı.
Genç adam bu bulutsuz aşkının ilk ayrılık saatlerini burada geçirdi. Üzüntülü bir hasretin başladığını bildiren bu odada onun hayali ile yaşadı.
Aradan bir hafta geçtiği hâlde Feridun tahammülsüz bir hisle yalıya gitmek istiyordu. Artık ondan uzak kaldığı günden beri ruhunda bir kasvet, gönlünde bir hüzün vardı. Nereye gitse, nereye baksa her şey kendisini sıkıyor, hiçbir şeyle meşgul olamamak azabı ile pek üzülüyordu. Nihayet meseleyi annesine açmaya ve onu amcasından istemeye karar vermişti. Leylasız yaşamanın artık mümkün olamayacak bir dereceye gelmiş olduğuna katiyen hükmetmiş, aşkın bütün şiddeti ile manevi mevcudiyetini eline aldığını, mağlup ve esir olarak boyun eğmekten başka çare kalmamış olduğunu anlamıştı.
Haftanın son gününü pek heyecanlı olarak geçirdi. Saadetine bir engel tasavvur etmediği hâlde, gizli bir hissin ruhunu sıkıntıya sokmakta olduğunu anlıyordu. Lakayıt bulunmaya çalıştı. Bu kadar mesut bulunduğu bu zamanlarda böyle birtakım sebepsiz endişelerle fikrini yorduğu için canı sıkılıyordu. Lakin bu gece her şey hatta yatak bile onu sıkıyordu. Uyuyamayacağını anladığı için kalktı, pencereyi açtı. Şafak, tatlı bir ümit gibi pembe gülüşü ile kâinata neşe saçıyordu. Semanın bu ışıklı rengini Leyla’nın pembe yüzüne benzeten Feridun, onun da böyle zengin ve hiç doyulmayan bir güzelliği olduğunu düşünüyordu. Şimdi hayatının bir aylık evresi birer birer gözünün önünden geçmeye başlamıştı. Onu ilk gördüğü günü hatırlıyordu. Hiç beklemediği, hiç ümit etmediği hâlde talih kendisine birdenbire gülüvermişti. Evvelce amcasının manevi bir evladı olduğunu bildiği hâlde bir kere olsun onunla meşgul olmaya lüzum görmedikten başka mevcudiyetine bile ehemmiyet vermemişti. Vapurda onunla ilk defa karşı karşıya geldiği günü hiç unutamıyordu. Gözleri bir anda öyle bir perişanlığa uğramıştı ki nereye bakacağından şaşkın, birkaç saniye sersem ve âdeta aptal gibi olmuştu. Karşısında masum bir ağırbaşlılıkla, derin ve nafiz bakışlarıyla, narin endamıyla duran bu fevkalade güzelliğin önünde söyleyeceği sözü bile unutmuştu. Amcası, “Kızım Leyla.” derken o az kalsın:
“Ne söylüyorsunuz, bu sizin kızınız?.. Fakat bu eşsiz varlığı nereden buldunuz? Onu buraya niçin getirdiniz?” diye haykıracaktı. Derin bir baş dönmesi ile sendeleyip bütün kuvvet ve iktidarının eridiğini ve ilk defa bir kadın karşısında zayıf ve bitap kaldığını görmüştü.
Artık güneş doğuyor, kuşlar bir neşeyle ötüyor. Sanki bütün mevcudat bu kıymettar aşkının saadetini tebrik etmek istiyordu. Kalbi ümitlerle dolu olduğu hâlde geceki vehimlerin bir kâbus olduğunu düşünüyor, hayat olanca neşesi ile kendisine gülüyordu.
İtinalı bir dikkatle giyindi. Aynada uzun uzun kendini seyretti. Dudaklarında muzaffer bir tebessüm vardı. Koyu lacivert kostümleri hakikaten kendisine pek yaraşmış, uykusuzluğun yorgunluğu bakışlarına baygın ve hazin bir güzellik vermişti. Sofada annesine rast geldi, hanımefendi biraz hayretle sordu:
“Nereye? Bu vakit!”
“Yalıya, anneciğim…”
“Yalıya mı?”
“Evet, erken vapuruna yetişmek istiyorum. Bir emriniz var mı?”
Süreyya Hanım, onun arkasından hayret ve endişe ile bakıyordu. Hatırından geçen bir düşüncenin ızdırabı ile kaşlarını çattı, ağır ağır odasına yürüdü.
Feridun yalıya yaklaşırken şiddetli heyecanlarla sarsılıyordu. Kendisini karşılayan yengesi idi. Orta kattaki büyük salona girdiler. Buranın döşemeleri Suriye’nin en ağır ve en zarif kumaşlarından seçilmiş ve yüksek zevke uygun bir tarzda düzeltilmişti.
Kalbinin çarpması, genç adamın sözlerini kesecek kadar şiddetli idi. Hem yengesi ile yalnız bulunmak ona bir nevi ağırlık veriyordu. Söz söylerken gözlerini süzmesi, sonra garip edalar ile gülüşleri onu fevkalade sıkıyordu. Henüz Leyla’yı görmemişti. Sormaya da cesaret edemeyerek, bekleyişin azabını bu an kadar duyduğunu hiç hatırlamıyordu. O sırada Pakize Hanım pencerenin panjurunu açmakla meşguldü. Feridun’u yanına çağırdı ve:
“Bakınız.” dedi.
Feridun gözlerini bahçeye çevirdi. Rahmi Bey büyük bir fıstık ağacının altına serilen bir halı üzerine uzanmıştı. Yanında da kanepeye yaslanmış bir genç vardı. Feridun yengesine doğru döndü.
“Amcam yalnız değil.” dedi. Kadın şuh bir eda ile güldü ve:
“Biraderim…” diye cevap verdi. Sonra ahenkli bir sesle dışarı doğru uzanarak:
“Cemal!” diye seslendi. Genç adam döndü. “Beye söyle de bize baksın. Yanımda bir misafir var.”
Rahmi Bey başını kaldırdı. Yeğenini pencerede görünce sevinçle bağırdı.
“Vay! Sen misin Feridun? Ne kadar memnun olduğumu bilemezsin, buraya gel de bir bahçe sefası yapalım.” diyordu.
Feridun, amcasının bu daveti üzerine bahçeye doğru yürürken birdenbire durdu. Zira Leyla çiçeklerin arasındaki ince bir yoldan kendisine doğru geliyordu. Kollarının arasında sarı ve pembe güllerden oluşan büyük bir buket vardı, yanakları kızarmış, tül örtüsü altında saçları dağılmış olduğu hâlde güleç ve mesut bir yüz ile yaklaşıyordu. O, hafif bir titreyiş ile elini uzattı. Feridun bu eli sıkarken artık takatinin bittiğini hissederek hayatının bütün emellerini bu güzel ellerin altında görüyordu.
Leyla, çiçekleri göğsüne bastırmış, rüzgârla dalgalanan başörtüsünü düzeltmeye çabalıyor, yüzüne dökülen perişan saçlarını toplamaya uğraşıyordu. Feridun onu bu hâlde, doymayan bir bakışla seyrederken, o:
“Bütün hafta sizi bekledik.” diyordu. Hanımefendi ile teşrifinizi ümit ettik. Burası baharda pek güzel oluyor, her gün ninemle bahçede oturuyoruz. Fakat vaktimi daha çok piyanoya hasrettim. Bu hafta daha iyi çalmak için çalıştım. Bugün isterseniz biraz da alaturka çalabilirim.”
Feridun bu masumane sözler karşısında ne söyleyeceğini şaşırmış, bahtiyarlığın nihayetine varmıştı.
“Bilmem bu lütfunuza ne suretle teşekkür edeyim?” diyordu. “Bilseniz ruhum bunu ne kadar özlemişti. Bütün hafta bugünün ümidi saadetiyle yaşadım.”
Her ikisi de ağır ağır yürümeye başladılar. Bu anda Rahmi Bey’in sesi işitiliyordu:
“Canım Feridun, neredesin, hâlâ gelmedin, seni bekliyorum.”
Leyla o tarafa gitmek istemediğini anlatan bir tavırla:
“Ben içeriye gireyim de siz buyurunuz. Sizi bekliyorlar.” dedi. Feridun hiç de istemeyen bir nazarla genç kızın yüzüne bakıp: “Ben bilhassa senin için geldim, şimdi ne yapayım?” demek istedi.
Ayrıldılar, Feridun ileriye doğru yürüdü. Cemal Bey kendisini karşılamak için ayağa kalkmıştı. Feridun hiç tanımadığı bu genç adama selam verirken dudaklarını ısırmıştı. Zira pek tuhaf bir vaziyet karşısında kalmıştı. Dar pantolon, kısa bir ceket, gayet sıkı uzunca bir iskarpin, dik bir yakalık, al bir kravat, siyaha bakan koyu ve küçük bir fes, tek gözlükle şıklığa özenen bu züppe beyin önünde ne söyleyeceğini şaşırdı. Bereket versin ki amcasının suallerine cevap vermekle meşgul oluyordu. Cemal Bey, yeğenim Feridun diye takdim ederken onun öyle garip bir eğilişi vardı ki gülmemek kabil değildi. Cemal Bey bir nezaket eseri olarak bahçede dolaşmak bahanesi ile çekildi de Feridun geniş bir nefes aldı.
Rahmi gülerek:
“Nasıl bizim kayınbirader, şık değil mi?” diye soruyordu.
“Fevkalade efendim…”
Rahmi gülmesinde devam ederek:
“Moda meraklısı.” diyordu. “Yalnız güzel giyinmek, şık görünmek sureti ile salonları süslemekten başka meziyetleri olmayanlardan.” Feridun kahkahaları arasında cevap veriyordu:
“Ne çare ki bazı yerlerde bizden daha fazla aranıyor.”
Rahmi Bey omuzlarını silkerek:
“Adam sen de…” diye söyleniyordu.
Feridun, bugün saadetine engel olan, bu süslü beye kızmaya başlamıştı. Onun varlığı bugünkü hususiyetlerini bozacaktı. Bir haftadan beri beklediği bugünün böyle ziyan oluşuna canı pek sıkılıyordu. İçeri girdikleri zaman Leyla, kendisine vadettiği piyanoyu Cemal’in yanında çalmak istemediği gibi salonda bile pek az oturmuştu; genç kız onun soğuk, bayağı tavırlarından, manasız cümlelerindan, yılışık bakışlarından uzaklaşmak lüzumunu duyuyordu.
Feridun akşam konağa döndüğü zaman annesini biraz düşünceli buldu. Kadın şikâyet eder gibi:
“Ne kadar geç kaldın. Bütün gün yalıda mı oturdun?” dedi.
Sonra anneliğin en şefkatli bakışları ile derin derin süzdü. Feridun’un yüzü belli olacak kadar zayıflamış, rengi solgun, yorgun ve cansız bakışları ise ızdırap çekmiş olduğunu anlatıyordu. Hanımefendi endişeli bir tavırla sordu:
“Feridun, seni biraz rahatsız görüyorum. Nen var?”
Genç adam annesinin ellerini öperek güldü ve:
“Hiçbir şeyim yok anneciğim, yalnız uykusuzluk ve yorgunluk…” dedi.
“Uykusuzluk mu, niçin uyumadın?”
“Niçin uyumadığımı ben de bilmiyorum.”
“Tuhaf şey, bir kederin mi var?”
“Hayır, keder de değil. Mamafih sevinç de değil, endişe, hem tatlı hem biraz üzüntülü.”
“Sözlerinde belirsizlik var, bir şey anlayamıyorum.”
Feridun önüne bakıyordu. Bu gece her şeyi annesine söylemeye karar vermişti. Hanımefendi ise garip bir korku ile oğlunun hislerini derinleştirmeye cesaret edemiyordu. Her ikisi de bir sessizliğin ağırlığı altında kalmış gibi sustular. Bir aralık Feridun başını kaldırdı ve annesine baktı:
“Bu gece sizde tuhaf bir hâl var.” dedi. “Benimle hiç görüşmek istemiyorsunuz, hâlbuki benim sizin o şefkatli sözlerinize o kadar ihtiyacım var ki…”
Hanımefendi dudaklarında beliren tatlı bir tebessümle:
“Bilakis seninle çok konuşmak istiyorum da vakit bulamadığım için susmaya mecbur oluyorum. Her vakit yanınızda değil miyim anneciğim?”
“Allah eksik etmesin. Her vakit yanımdasın fakat sana söylemek istediğim sözler biraz mühim. Daha doğrusu hayatın en ciddi meselelerine ait olduğu için müsait ve münasip bir zaman bekliyordum.”
Feridun, heyecan ve hayretle annesine baktı:
“Ne demek istediğinizi anlayamadığım için af buyurunuz.”
Hanımefendi koltuğuna yaslanarak oğluna hükmeden bir nazarla bakıyordu. Vakur ve ağır bir ses ile:
“Feridun…” dedi. “Sen artık yirmi altı yaşını bitirmek üzere olduğunu biliyor musun? Annelerin birtakım düşünceleri ve vazifeleri vardır ki evlatlarının mesut olmalarını, rahat etmelerini düşünmekle beraber bundan aynı zamanda kendilerine de bir pay çıkarmak isterler. Artık bu yalnızlık içinde geçen hayattan usandım. Bu koca konağın sessiz salonlarını neşeli sesleri ile dolduracak minimini yavrular bekliyorum. Zannederim ki beni bundan mahrum etmezsin…”
Feridun ümitle parlayan gözlerini önüne doğru çevirdi. Tatlı bir ses ve hürmetle:
“Yüksek şefkatinizin en açık delili, mesut olmam için göstermiş olduğunuz arzudur. Emrinizi, arzunuzu yerine getirmek benim için tatlı bir vazifedir.” dedi.
Hanımefendi memnun ve neşeli bir tavırla:
“Günlerce, gecelerce hatta senelerce fikrim hep, sana zevce olmaya layık, insani meziyetleri kendinde toplayan, fikren yüksek fakat servet ve asalet hususunda birbirimizin üstü olmak şart!”
Feridun’un başı gayriihtiyari elleri arasına düştü. Eyvah! Ümitlerinin boşa çıkması ihtimali karşısında şimdi titriyordu. Hanımefendi dikkatle Feridun’a bakarak devam etti:
“Talihim bu hususta bana o kadar yardım etti ki zannedersem güzel seçimimi sen de takdir edeceksin. Pek ünlü bir ailenin tek bir kızı. Sonra yüksek bir tahsil, mükemmel bir terbiye, emsalsiz bir güzellik, nihayetsiz bir servet…”
Feridun yeis dolu bir ifade ile annesine baktı. Kadın, bu bakıştan ürktüğünü ima eder bir endişe ile hafifçe davranarak:
“Nasıl? Memnun oldun mu?” diye sordu. Genç adam titrek ve kesik bir sesle:
“Ben hiç böyle düşünmemiştim.” dedi. “Servet, asalet… Bunların bence katiyen bir ehemmiyeti yok. Çünkü saadetini bir ücret karşılığında satın almak fikrinde olanlardan değilim. Fakir bir kızla izdivacımın beni daha mesut edeceğine emin olunuz. Onun temiz vicdanına sahip olmak, bence en büyük zenginlik demektir. Aksi hâlde ise bir müddet daha yalnız yaşamaya mecbur olacağım.”
Kadın biraz hiddetle bağırdı:
“Ne söylüyorsun? Allah’ını seversen, fikrini ne çabuk da değiştirdin? Bu sözlerin ile ne derece müteessir olduğumu düşünmüyor musun?”
“Fakat anneciğim, düşününüz…”
“Ne demek istiyorsun, canım? Meramını açık söyle, bunu reddetmek için bir bahane bul. Yoksa fakir, asaletten mahrum bir kızı buraya gelin sıfatı ile almayacağımı sen de bilirsin.”
“O hâlde ümidimi, istikbalimi ellerinizle harap ediyorsunuz, beni bedbaht ve perişan edip bırakıyorsunuz.”
Kadın mağrur bir eda ile başını salladı ve ilk defa, hiddetle oğluna baktı:
“Anladım.” dedi. “Tabiatında bu kadar bayağılığa meyil olduğunu şimdiye kadar hiç bilmiyordum. Ahmet Ağa’nın kızı, Hasan Ağa’nın torunu ile benim oğlum hayatını birleştiremez.’
Feridun boğuk bir sesle haykırdı:
“Ah!” dedi. “Ne demek istediğinizi anlıyorum. Sözleriniz ile Leyla’yı kastetmek istiyorsunuz. Lakin anneciğim iki hayatı zehirlemek için bu, büyük bir sebep mi? Söyleyiniz? Bir kadında bulunabilecek bütün meziyet ve güzellikleri şahsında toplayan bir genç kızın ailesinin köylü olması büyük bir suç teşkil eder mi? Ta küçük yaşından beri amcamın eli altında görmüş olduğu terbiye, tahsil ve sahip olduğu güzellik şimdiye kadar tesadüf edilen kızlar arasında onun tercih edilmesine bir hak kazandırmaz mı?”
Hanımefendi alaycı bir biçimde güldü:
“Bu derece gözüne gireceğini bilseydim kendisine dikkat ederdim. Maalesef kendisi ile hiç meşgul olmaya lüzum görmemiştim.”
Feridun ağlar gibi bir sesle:
“Anne!” dedi. “Hakkımda bu kadar merhametsiz olacağınızı ben de hiç ümit etmezdim.”
“Faydasız sözlerin uzamasından sıkıldığımı bilirsin. Rica ederim artık bu bahsi kapayalım. Hem bir başkasına ait olan bir kız ile meşgul olmak senin gibi namuslu gençlere yaraşmaz.”
Feridun çıldırmış gibi bir hâlde:
“Ne söylüyorsunuz anne? Onun bir başkasına ait olduğundan bahsederken düşünmüyor musunuz ki karşınızdaki oğlunuzdur. Ne kadar elim ızdıraplar içinde kıvrandığıma, ne müşkül bir mevkide kaldığıma niçin bu kadar lakayıt bir nazarla bakıyorsunuz? Söyleyiniz, rica ederim, onun kime ait olduğunu bir daha tekrar ediniz.”
Hanımefendi ağır bir sesle:
“Pakize Hanım’ın biraderine.” dedi.
Feridun yerinden fırlamıştı.
“Ne?” dedi. “Ona, o kuklaya mı? Bunu size kim söyledi?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/guzide-sabri/yaban-gulu-69429616/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.