Gobi Çöllerinde
Sven Hedin
"Gobi Çöllerinde", İsveçli büyük kâşif ve coğrafyacı Sven Hedin’in 1920’lerin sonlarında, kendi deyişiyle Asya’nın canevine yaptığı keşif gezisini anlattığı kitabıdır. Daha önce de ziyaret ettiği toprakları, bu kez bilim adamlarından oluşan bir ekiple keşfe çıkan Hedin, deve üstünde geçen zorlu yolculuğunda bugünkü iklim krizinin de ilk ipuçlarına yer verir. Tuttuğu günlüklerden yola çıkarak yazdığı ve bilimsel verilere boğarak sıkıcı hâle getirmekten kaçındığı için de kitap hem keyifle hem de merakla okunmaktadır. "Fakat ben bir türlü uyuyamıyor ve düşüncelere dalıyorum: Acaba ben, hakikaten, dünyanın en muazzam kıtası olan Asya’nın canevine gidecek olan en büyük ilmî kafilenin başında mıydım? Düşünüyor ve düşündükçe gözlerime uyku girmiyordu."
Sven Hedin
Gobi Çöllerinde
Sven Hedin, 1865’te İsveç’te dünyaya geldi. Stockholm, Upsala, Berlin ve Halle’de eğitim gördü. 15 yaşındayken Kuzey Kutbu kâşifi Adolf Erik Nordenskiöld’ün Kuzey Denizi Rotası’ndaki ilk yolculuğunun ardından zaferle dönüşüne tanık oldu. O andan itibaren bir kâşif olmayı arzuladı. Alman coğrafyacı ve Çin Uzmanı Ferdinand Freiherr von Richthofen ile yaptığı çalışmalar, Asya’nın keşfedilmemiş son bölgelerini keşfetmek için Orta Asya’ya seferler düzenleme kararlılığını güçlendirdi. Doktora yaptı, birkaç dil ve lehçe öğrendi, ardından İran’a iki gezi yaptı. 1885’te İran ve Mezopotamya’da ilk keşif yolculuğuna başladı. 1890’da Kral Oscar’ın Şah elçiliğinin bir üyesi olarak İran’a gitti, ertesi yıl Horasan ve Türkistan’ı dolaştı. 1894 ve 1908 yılları arasında, Orta Asya’nın dağları ve çölleri boyunca yaptığı üç keşif gezisinde, Çin Türkistanı (resmî olarak Sincan) ve Tibet’in o zamana kadar Avrupalılar tarafından keşfedilmemiş bölgelerini haritalandırdı ve araştırdı. Hedin’in keşif notları, Orta Asya’nın kesin bir haritasının temellerini attı. Seferlerinde yerli bilim adamlarını ve araştırma görevlilerini istihdam eden ilk Avrupalı bilim kâşiflerinden biriydi. 1952’de Stockholm’de öldü.
Eserleri: Asya’nın Çöllerinde, İpek Yolu.
Ömer Rıza Doğrul, 1893 yılında Kahire’de dünyaya geldi. Mehmet Akif Ersoy’un damadıdır. Kahire’de bulunan El Ezher Üniversitesinden mezun oldu. Daha sonra gazetecilik yapmaya başladı. Balkan Savaşı’ndan sonra ve I. Dünya Savaşı sırasında Kahire’de es-Siyâse gazetesinde edebî makaleler yayımladı. İstanbul’a döndükten sonra Tasvir-i Efkâr gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Türkiye-Mısır ilişkileri hakkındaki bazı yazılarından dolayı 1925’te İstiklal Mahkemesi’nce tutuklandı, bir süre sonra serbest bırakıldı. Türk ve Arap edebiyatı, dinler tarihi ve dinî konularda incelemeler yaptı. İstanbul Radyosu için haber bültenleri hazırladı. 1950 seçimlerinde DP’den Konya milletvekili seçildi. Eserleri, Tasvir-i Efkâr, İkdam, Akşam, Son Posta, Tan ve Cumhuriyet gazetelerinde yer aldı. Telif ve çeviri olmak üzere yüze yakın eseri bulunmaktadır. 1952 yılında İstanbul’da vefat etti.
Eserleri: Kur’an Nedir, Müslümanlık Nedir, Tanrı Buyruğu, Mehmed Akif Hayatı ve Eserleri, Kanlı Gömlek, Ekber: Bir Türk Dâhisi, Cennet Fedaileri: İslam Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller, İslam’ın Özü ve Kur’an’ın Ruhu, Yeryüzündeki Dinlerin Tarihi, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, Hazret-i Rabiatü’l-Adeviyye, İstanbul’da İktidarın Temelleri.
ÖN SÖZ
Bu eserin yazarı Doktor Sven Hedin, dünyanın en meşhur seyyah ve kâşiflerindendir. Onun keşif sahası Orta Asya’dır. “Bu saha, onun vatanıdır.” denilse mübalağa edilmiş olmaz. Kendisi, eserin metninde Orta Asya’ya duyduğu iştiyakı bütün sıcaklığıyla ifade eder.
Doktor Hedin, daha evvelki seyahatlerini yalnız başına yaptığı hâlde, bu son seyahatini, arkeoloji, jeoloji, antropoloji, topoğrafya, astronomi vesair ilimlerde uzman büyük bir heyetin başında yapmış ve o nispette büyük neticeler elde etmiştir.
Bu büyük neticelerin en büyüğü, Asya’nın göbeğinde vuku bulan kuraklık ve sulaklık hadisesinin küçük ölçekte nasıl tekrar ettiğini gösteren tetkik ve müşahedelerdir. Her iki bin senede vuku bulan bu değişiklik, tarih öncesi devirde gerçekleşen büyük kuraklık hadisesini aydınlatmaktadır. Doktor Hedin’in birkaç sene evvel Gobi’yi ziyaret ettiği zaman tamamıyla kurak olan yerler, bugün tekrar suya kavuşarak yeniden canlanıyor, hayvani ve nebati hayat yeniden peyda oluyor ve insanlar yeniden bu sulak yerlere göç ediyorlar.
Bu kadar mühim ve büyük bir hadiseyi gören Doktor Hedin, onu son derece cazip ve meraklı bir surette anlatmaya da muvaffak olmuştur. Doktor Hedin’in bu eserini, aslının hiçbir mühim tarafını ihmal etmeyerek fakat ayrıntılarını özetleyerek tercüme ettik.
Türklüğü ve Türklüğün tarihini çok alakadar eden bu mühim eser dikkatle okunmaya değer.
Ömer Rıza Doğrul
YOLA ÇIKIŞ
Çin, galeyan içinde… Koca memleket, geçiş döneminin buhranlarını geçiriyor. Hankou, Şangay ve Nankin’de gürültüler, arbedeler eksik değil. Pekin’de, İsveç Sefarethanesi’ndeki odamdan türlü türlü kavgalara şahit oluyor, Çin kumandanları arasındaki dövüşmelerin vücuda getirdiği buhranları takip ediyorum.
Nihayet Pekin’de son günümüzü geçiriyoruz. Benimle beraber gidecek heyetin bütün azasından yanımda yalnız Doktor Hummel kalmıştı. Her şeyimiz hazırdı. Herkesle vedalaşmıştık. Moğolistan’ın meşhur kâşifi Roy Chapman Andrews ile bir saat kadar görüşerek ondan çok büyük istifadeler temin ettim. Kendisi, altmış beş devesini de bize sattı. İsveç Sefareti, Çin hükûmeti nezdinde teşebbüslerde bulunarak bizi her türlü kolaylıktan yararlandırdı. Hareket saatimiz yaklaşıyor. 9 Mayıs sabahı, eşyamız Wagon Lits Oteli’nin karşısında yığılı idi. Bu eşya da gümüş para ile dolu sandıklarımızın üzerine konacaktı. Fakat paraları getirecek araba gecikmişti. Tren 11.50’de hareket ediyordu. Demek ki üç çeyrek saatimiz kalmıştı.
Para sandıkları gelmiş ve trene yerleştirilmişti. Son yarım saati telaş ve heyecan içinde geçirdik. Bütün arkadaşlarımız trene atladılar.
Tren hareket etti. Asya’nın sonu gelmez içlerine gidiyorduk. Yavaş yavaş Pekin görünmez oldu. Yol boyunca köyler, kulübeler, kurşuni duvarlar, yeşillenmeye başlayan tarlalar, ormanlar uzanıyordu. Nankov Geçidi’nde, insanı dağ silsilelerine götüren tabii bir kapı açılmaktadır. Sağdan giden yol, İmparator Yung Lo’nun beş asırdan beri yattığı Ming Mezarı’na çıkıyor.
Birdenbire bir toprak fırtınası kopmuş, eski Çin Seddi görünmez olmuş ve vagon içindeki her şey sarı renkli toza boyanmıştı.
Heyetimizin tabibi Hummel, benim yanımdaydı. Komşularımız, üç eski eser uzmanı idi. Bunlar, tarihten evvelki devrelere ait antikaları arayacaklardı.
Çin Üniversitesi hocalarından Profesör Hsü Ping Chang, iki arkadaşı ile görüşüyor, onun maiyetindeki talebeler yiyeceklerini hazırlıyorlardı. Genç fotoğrafçımız King, trenin penceresinden Çin Seddi’nin resmini çekmeye uğraşıyordu. Daha ileride Jeoloji Profesörü Li, beş talebesi ile oturuyordu. Kendisi hem talebelerine hem de bize Nankov Vadisi’nin meydana gelişini izah ediyordu. Profesör Hsü ile Profesör Li, bizim çok sevdiğimiz ve daima soframıza aldığımız iki Çinli âlimdir.
Ben buraları iyi tanıyorum. Yarın Sui Yuan vilayetinin merkezine varacağız ve oradan jeoloğumuz Doktor Erik Norin’i alacağız, sonra tekrar yolumuza devam edeceğiz. Ova, ıssız ıssız uzanıyor. Sarı Nehir ikiye kıvrılmış. Çiçekleri açılmış bahçeler, kurşuni köylere biraz renk veriyor. Kuzey tarafında göz boyunca tepeler uzanmakta. Çinli arkadaşlarımızın kimi uyuyor, kimi sigara içiyor, kimi mütemadiyen çay demliyor ve arkadaşlarına sunuyor. Biz, iki İsveçli, belirsiz geleceğimizi ve planlarımızı konuşuyoruz.
Güneş battı. Uzaktan Baotou yaklaşmaktaydı. Saat 07.30’da tren durdu. Heyetimize mensup sekiz Alman bizi bekliyordu. Bizim kurmay başkanımız sayılacak Binbaşı Hempel, hava rasatları ile meşgul olacak Doktor Haude, telsiz cihazı ile onların arasındaydı. Eski eser uzmanımız Folke Bergman; bir Alman kadınla evlendiği için Almancayı mükemmel konuşan Tercüman Lsu de orada.
Baotou’ya vardık ve indik. Orta Asya yolunda kuracağımız karargâhların birincisine sahne olacak yere doğru yürüdük.
Herkesin oturacağı yer hazırdı. Yüzlerce sandık erzak, bir dağ teşkil ediyordu. Bunları çöllerde deve sırtında taşımak, her gün develerin sırtına yükleyip indirmek ne müşkül iştir! Burada adamlarımız, müdürlerimiz, develerimiz için yerler ayrılmıştı. Doktor Haude, rasada ait bütün alet ve edevatla mükemmel bir rasathane kurmuştu.
Ben burayı teftiş ediyorken öküz arabaları, gümüş para ile dolu sandıklarımızı getiriyordu. Saat ona doğru yemeğe çağrıldık.
Fakat heyetimiz henüz tamamlanmamıştı. Heyetimizin sinematografçısı Alman Liebrenz, Danimarkalı Haslund henüz bize katılmamışlardı. Bunlar, benim satın aldığım altmış beş deveyi alarak geleceklerdi. Yemekte bir konuşma yaparak bizi bekleyen vazifeleri anlattım. Çin, iç savaşlar ve karışıklıklar içinde yüzdüğü ve Çin’deki bütün Avrupalılar sahile doğru gittikleri hâlde, biz Çin’in en uzak vilayetlerinden birine gidiyorduk. Pekin’deki dostlarımız, bizim Çinli âlimlerle birlikte çalışmamızı şüphe ile karşılamışlardı. Hâlbuki bizim heyetimiz, beyaz ve sarı unsurların birlikte pek güzel yaşayabileceklerini ve çalışabileceklerini, ilmin siyasi sınırlarla çevrili olmadığını ve ırk ayrılıklarının ilim arkadaşlığına tesir etmeyeceğini ispat edecekti. Bizim birimiz bile dar görüşlü milliyetperver değildi. Heyetimizde herkes dosttu ve Çinli ile Avrupalı arasında fark yoktu. Çinliler kendi memleketlerinde, kendi öz yurtlarındaydılar. Biz de onların misafiriydik. Onun için herkes vazifesini yapacaktı. Bu sayede bütün insanlığa yapacağımız hizmet çok büyük olacaktı. Nihayet seyahatin muvaffak olmasını temenni ederek sözlerimi bitirdim.
Bunun üzerine Profesör Hsü ayağa kalkmış ve Çinliler namına benim sözlerimi teyit etmişti. Daha sonra bir müddet sohbet ettik ve geç vakit yataklarımıza çekildik.
Fakat ben bir türlü uyuyamıyor ve düşüncelere dalıyorum: Acaba ben, hakikaten, dünyanın en muazzam kıtası olan Asya’nın canevine gidecek olan en büyük ilmî kafilenin başında mıydım? Düşünüyor ve düşündükçe gözlerime uyku girmiyordu.
Burada, bu altmış bin nüfuslu ve otuz bin askeri bulunan Baotou’da dokuz gün kalacaktık. Bize iki yüz elli deve lazımdı. Bunları, arkadaşımız Larson satın alacaktı. Fakat ona satın alma emri vermek için Pekin’de Çin hükûmeti ile bizim namımıza yapılan müzakerelerin neticelenmesi lazımdı. Bu müzakereler neticeleninceye kadar, kiralık develerle yetinecektik.
Bununla beraber boş duracak değildik. Konuşulacak bin mesele, başarılacak bin iş vardı. Çünkü altımda altmış kişi ve üç yüz deve bulunuyordu. Bunların biri de dertsiz değildi.
Sonra muhasebecimizin hazırladığı bütün ödeme fişlerini imzalamak bana aitti. Fazla paraya muhtaç olduğumuz şimdiden anlaşılıyordu.
Nihayet hazırlanmaya başladık ve erzak sandıklarını, ancak birini açarak bütün araç gerecimizi temin edecek surette tertip ettik. Sandıklarımız hep kapanmış, çuvallarımız, su kırbalarımız, çadırlarımız hep bağlanmıştı. Yüzlerce deve yükü duruyordu. 18 Mayıs günü, 1650 dolara kiraladığımız iki yüz elli deve gelmiş, biz de şehrin kuzeydoğu yönündeki hana nakletmiştik. Çünkü burada eşyamız ve develerimiz açıkta kalıyor, birdenbire yağan yağmurla dolu her şeyi altüst ediyordu.
20 Mayıs günü Larson tarafından uyandırıldığım zaman, hazırlığın tastamam olduğunu gördüm. Develer sıralanmış, yükleniyordu. Devenin biri, Orta Asya’da tesis edeceğimiz daimî rasat merkezine ait alet ve edevatı sırtından atmış fakat hamdolsun, bunların birine zarar gelmemişti. Baotou hâkiminin, bizi muhafaza için tayin ettiği otuz asker bekliyordu. Bunların sol kollarında kırmızı beyaz bantlar vardı.
İsveçlilerle Almanların binek develeri geldi. Bunlar; tabanca mahfazaları, dürbünler, fotoğraf makineleri, sarı deriden çantalar, sıcak su şişeleri, hafif içkiler, yazı levazımı, tüfek ve kurşunla yüklüydü.
Oluşan ekipler arasında yürüyordum. Her şey yollu yolunda idi. Gümüş para ile dolu sekiz sandık, en kuvvetli dört deveye yüklendi. Bunları yirmi sekiz hidrojen silindiri takip etti. Bunların hararetten patlamamaları temin edilmiş ve develere yüklenmişti.
Ben, Asya’da geçirdiğim senelerde birçok kervan görmüştüm. Arabistan’da, Irak’ta, Gansu’da, Moğolistan’da birçok kervan görmek dışında, mukaddes ziyaretgâhlara giden kervanları, İran şahının Elburz’a giden kervanını, Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’nda Bavyera hecinlerinden[1 - Çok hızlı giden, susuzluğa çok dayanıklı binek devesi.] teşkil ettiği kervanları görmüştüm. Fakat benim kervanım, bunların en heybetlisi idi. Onun manzarası ne muhteşemdi. Bu, sanki hareket eden bir orduydu. Güneş dağların üzerine yükselmiş ve kervanın ihtişamına renk katmıştı.
Nihayet Larson, yüklenecek bir şey kalmadığını haber verdi. Develer ovaya çıkmıştı. Biz de develerimize bindik ve kafile hareket etti. Bizim Çinli âlimlerimiz, develerin yükleri üzerine birer tahta kurulur gibi kurulmuşlardı.
Ben deve üzerinde iken pusula, saat kullanmaya, resim yapmaya, not kaydetmeye mecbur olduğumdan, devemi ona göre hazırlatmıştım. Benim çadırım da yatağım da devemin üzerindeydi. Bunlarla devenin hörgücü arasına halılar serilmiş, ben de bir kuş yuvasındaymış gibi oturmuştum.
Devemin hareketleriyle meşgul olmamak için, yine bir deve sırtında olan Moğol Mento, benim devemi götürmekle meşgul oluyordu.
Muhafızlarımız, toz bulutu içinde bizi takip etmekteydiler. Develer, adım adım kuzey dağlarına giden ilk geçide girmek üzere ilerliyorlardı. En uzaktaki devenin başında bir İsveç bayrağı dalgalanıyordu.
Senelerimin rüyası gerçek oluyordu. Artık Orta Asya’ya, bütün eski dünya içinde kurumuş, muazzam bir nehir yatağı gibi uzanan çöl mıntıkasına gidiyor ve büyük işler, esrarengiz maceralar yoluna girmiş bulunuyorduk.
ÇETELER YURDU
Biz, hakikaten yolumuza girmiş bulunuyoruz, muazzam Asya kıtası içinde sonsuz yolculuğumuzun ilk gününü geçirmekteyiz. Etrafı tetkik ederek birinci haritama kaydettim.
Uzun yolumuzu, bütün kıvrımlarıyla, bütün yokuşlarıyla, inişleriyle, dağlarıyla, ovalarıyla, uçurumlarıyla, ırmaklarıyla, konaklarıyla gösteren binlerce harita daha yapılacak. Önce yüz elli metrelik bir mesafe tayin ederek devemin bu mesafeyi ne kadar zamanda geçtiğini anladım, bu suretle onun adımlarını sayarak geçtiğimiz yolu ölçmek mümkün olacaktı. Hiçbir alet bu kadar düzgün olamazdı. Benim kıymetli devem, bizim geçtiğimiz yolların haritasını yapmakta bize ne kadar yarayacağının farkında değil.
İlerliyorum… Ara sıra çamurdan yapılma ve yıkılmaya hazır kulübeli, sefil köylere tesadüf ediyoruz. Bunların bir kısmı tamamen boş. Çünkü buranın bedbaht ahalisi, askerler ve eşkıya tarafından sürülmüştü. Meskûn köylerde ise ahali ile çocuklar paçavralar içindeydiler. Ara sıra bir çiftçinin demir saban ve atlar yahut siyah öküzlerle toprağı sürdüğünü görüyoruz.
Öğleye doğru Gunhuduk köyüne vardık. Ahali, kulübelerinin önüne çıkarak bizi seyrediyordu. Köyün ortasında bozuk bir tayyare motoru duruyor ve General Feng’in akıbetini anlatıyordu. Develer, tayyarelerin cenazesinden ürkmüşler ve idare edilemez bir hâle gelmişlerdi. Arkadaşımız Dettmann’ın devesi tuhaf tuhaf sıçramış, Dettmann’ı yere yuvarlayarak yaralamıştı. Fakat Hummel, çantasıyla koşmuş ve onun yaralarını sarmıştı.
Kuzeybatıdaki dağlara yaklaşıyoruz. Solda, biraz ötede bir ırmak görünüyor. Batıda, beyaz cephesiyle Kundulung Manastırı, çöl içinde bir peri sarayı gibi… Burada yalnız birkaç lama var. Bunların gerisi kuzeydeki göçebeler arasında.
Kafilemizdeki muhafız atlılar, çamurlu birer kapı önünde durarak atlarından inmişler ve atlarını çözmüşlerdi. Bunlar, burasının ilk konak yeri olduğunu söylüyor ve gümüş sandıklarını duvara yakın bir yere indirmemizi tavsiye ediyorlardı. Fakat biz ovada konaklayarak malımızı gözümüzün önünde bulundurmayı tercih ettik.
Çinli hizmetçilerimiz, develeri müthiş bir süratle çözerek yükleri indiriyor ve ertesi sabah yine bunları süratle yüklüyorlardı.
Yarım saat içinde 232 devenin yükleri iniyor ve sandıklar âdeta bir şehir minyatürü teşkil ediyordu. İki Moğol olan Mento ile Matte benim ikametgâhımı hemen kurarak bütün istediğim kutuları yerleştiriyor ve yatağımı yapıyorlardı.
Moğol çadırı olan bütün çadırlarımız kurulmuştu. Bunların üzerinde hayat ve ebediyeti simgeleyen resimler vardı. Bu çadırların bir büyüğü, bizim kulübümüz olacaktı. Saat beşte burada toplanarak çaylarımızı içtik.
Çinlilerden müteşekkil bir kervan da bizim civarımıza konmuştu. Çadırlarımıza döner dönmez kuzeybatıdan bir fırtına koptu ve karargâhımızın üzerinden bir kırbaç gibi geçti.
Çadırım müthiş bir sarsıntı geçiriyordu. Çadırın direği yıkılmak, ipleri kopmak üzereydi. Dışarı çıkmaya imkân yoktu. Çünkü ayakta durulamaz ve etraftan bir şey görülmezdi. En yakın çadır bile görülemiyordu. Hava, kum ve tozla dolmuştu.
İnce toz her tarafa giriyor ve her şeyi kaplıyordu. Kâğıtlarımı ve bütün eşyamı hemen sandıklara attım. Çok şükür ki fırtına birkaç dakika sonra, ansızın başladığı gibi ansızın nihayet buldu. On altı çadırımızdan dördü yıkılmıştı. Kulüp çadırı, bunlar arasındaydı. Çadırın dış kısımları yırtılmıştı. Çadırın enkazı içinden, bizim Moğolistan Dükü unvanını verdiğimiz Larson çıktığı zaman hepimiz gülmüştük.
Akşamüstü develeri topladık ve karargâha getirdik. Çünkü bunlar geceleri görmezler. Burada nöbetçisiz yatmak doğru değildi. Altı kişi seçtik. Askerler, katiyen uzaklaşmamamızı tembih ediyorlardı. Çünkü uzaklaşacak olursak ya vurulur ya da kaybolurmuşuz. Onun için ben de hiç kimsenin karargâhtan çıkmamasını bildirdim.
Sabahleyin erkenden uyanacağımız için saat dokuzda uyuduk. Fakat ben, yorgunluk duymadığımdan birdenbire uyuyamadım. Mukadderatımı düşünüyordum. On dokuz senelik aradan sonra tekrar Asya’ya kavuşmuştum. Fakat ben eskiden, yalnız başıma maceralara girişiyordum. Bu sefer yirmi sekiz Avrupalı ve Çinliden müteşekkil bir heyetin başındayım. Bunların hepsi âlim ve kültür sahibi adamlardı. Ekserisi kitaplarımı okumuşlardı. Şimdi onlar da notlar tutuyor ve benim evvelce yazdıklarımın ne derece doğru olduğunu tahkike imkân buluyorlar.
Bunlardan biri, hatta en çok seyahat edenleri olan Larson bile Asya’nın canevine gitmemişlerdi. Avrupalı arkadaşlarım içinde, Asya’ya ömründe ayak basmayanlar var. Çinliler de asıl Çin’in dışına çıkmamışlardı. Gashun Gölü ile Hami’den Urumçi’ye giden yolu hiçbirimiz bilmiyorduk.
Ben bu tanıdığım yolu özellikle seçmiştim. Seyahatimizin ilk günü, bize gelecek günler hakkında bir fikir vermiş bulunuyor. Biz, her gün yeni yolculuğa başlarken batıya doğru uçsuz bucaksız fezaya bakacak, bizim için yeni ve bütün dünya için meçhul sahalarla karşılaşacağız. Bizi Sinkiang vilayetinin merkezi olan Urumçi’den ayıran 2,100 kilometrenin her birini, gözümüzü açarak geçeceğiz.
Benim için senelerden beri bir rüya olan bu seyahat, nihayet gerçekleşmiş bulunuyor. Asya toprağının üzerinde yaşıyorum. Çadırların etrafında dolaşan nöbetçilerin ayak seslerini ve gece rüzgârlarının uğultusunu duyuyorum. Artık bu bir rüya değil, hayatımda tasarladığım en büyük planı tatbik ediyorum.
Sabahleyin dört buçukta beni uyandırdıkları zaman, kendimi rüya tesirinden kurtarmak için gözlerimi ovdum. Bütün Asya önümüzde yayılıyordu. Bu manzaraya karşı duyduğum his, ne kadar şanlı ve yüksekti. Saat beşte, derece 8,8’di. Kendimde zerre kadar yorgunluk hissetmiyordum.
Her taraftan sesler yükseliyor ve Almanca, İsveççe, Çince, Moğolca emirler veriliyordu. Larson bir mareşal gibi hareket ve her tarafı teftiş etmekteydi. Yükler develerin sırtına kondukça hayvanlar hiddetleniyor, ağızlarının köpüklerini yere tükürüyordu. Çadırlar sökülmekte, yataklar toplanmaktaydı. Mutfak levazımı sandıklara yerleştiriliyordu. Nihayet kervan, bütün ihtişamıyla yeniden teşekkül ederek yola koyuluyor.
Yolumuz, Kundulung-Gol’a varıyordu. Biz, burada mırıldanan ırmağa girecek ve suları çarpa çarpa geçecektik. Ötede beride sarı yabani güller ve diğer çiçekler açmıştı. Vadi enlileştikçe meralara dalıyor ve tekerlek izleri görüyorduk. Ortalıkta tazelik ve serinlik var.
Meşin yeleğimi giydiğime isabet etmişim, Profesör Hsü, kendini iyice sarmıştı. Diğer Çinliler yine develerin üzerinde, tahta kurulmuş gibi kitap okuyorlardı.
Köylerin çoğu yine harap ve bomboştu. Buna rağmen her tarafta saban izleri görünüyordu.
Vadi, adamakıllı açılmıştı. Önümüzde meralar güzel kokularıyla uzanıyordu. Bundan mükemmel bir konak olamazdı. Bu susuz, ıssız ve sarımtırak yıkıntı içinde burası bir cennetti. Fakat kafile ilerliyor ve bu cennet, bir rüya gibi sönüyordu.
Daha ileride Wu Funtre köyü vardı. Burada geceleyecektik. Çünkü muhafızlarımız burada değişeceklerdi. Develerin yükü indirilmiş ve çadırlar şehri kurulmuştu.
Güneş batıyorken askerlerin resimlerini çektik. Bunların yerine bizi muhafaza edecek olan yirmi asker, kırmızı sarı bayraklarıyla gelmişlerdi. Fakat daha evvelki kırmızı beyaz askerlerle yeni sarı kırmızı askerleri birbirinden ayırmak lazımmış. Yoksa bunlar dövüşür ve birbirlerinin silahlarını çalarlarmış! Onun için biz de kırmızı beyazları kampın içinde tuttuk ve sarı kırmızıları uzakta ayrı bıraktık. Gece nöbetinden bir ben, bir de Larson affedilmiştik. Bu da yaşımızın ilerlemiş olmasından dolayıydı.
Ortalık kararırken develer geri getirilmiş, nöbet başlamış, çadırların içinde ışıklar yanmıştı. Her yerde konuşma, gülüşme sesleri duyuluyordu. Bir mandolin tatlı havalar çalmakta idi. Her tarafımızda en derin huzur hâkimdi. Bizi burada gören, Kuzey Çin’in eşkıyayla dolu bir sahasında bulunduğumuza, buralarda iç savaşın her dakika patlak vermesinin muhtemel olduğuna inanamazdı.
Ertesi sabah, bizden ayrılacak muhafızlara izin verecektim. Arkadaşlarımın ekserisini yanıma alarak onların bulunduğu yere gittim. Onlara Çince teşekkür ettim. Selametle dönmelerini diledim. Onlar da altmış dolardan ibaret paralarını aldıktan sonra atlarını mahmuzlayıp geri döndüler.
Artık bizi, sarı kırmızı askerler muhafaza edecekti. Biz tekrar hareket etmiştik. Doktor Haude’un kendisi son derece kıymetli ve hassas edevat ile dolu sandıkları taşıyan deveyi bizzat götürüyordu. Bu sandıkların biri kronometreleri, diğeri rasat aletini taşıyordu.
Ara sıra ben de onun yanına gidiyorum. Larson, Hummel, Bergman ve Dettmann da bize katılıyor, tatlı tatlı konuşuyoruz. Geniş bir ova üzerindeyiz. Her tarafa yulaf yahut afyon ekilmişti. Yakın zamana kadar bu arazi Moğollara aitti. Fakat Çinliler araziyi gülünç sayılacak derecede küçük bedelle satın almışlar ve bunları ekmeye başlamışlardı. Burada hâlâ birkaç Moğol’a tesadüf olunuyorsa da bunlar, çalışkan ve inatçı Çinlilere karşı bir şey yapamıyorlar. Çünkü Çinliler ziraatın esrarına vâkıftırlar. Moğollar, bunlar karşısında mütemadiyen gerilemekte ve Dış Moğolistan’ın kuzey ve güney sınırlarına sürülmektedirler. Onun için burada devamlı bir göç yaşanıyor. Fakat bir taraftan iç savaşlar, diğer taraftan eşkıya çeteleri buranın kanını emmiş ve her şeyi öldürmüş gibidir. Bu yüzden köylerde insan görülmüyor, ekili arazide bir tavuk dolaşmıyor, yalnız ara sıra simsiyah domuzlarla aç ve paçavralı hayaletler görünüyor.
Bununla beraber, yolumuzda hayat emareleri gösteren bazı köylere de rast geliyoruz.
Yalnız buralarda kasırgalarda seyahat etmek hakikaten müşkül ve korkunç bir şey. Kasırgalar birkaç dakika devam ediyorsa da bu birkaç dakika insana unutulmaz işkenceler tattırıyor. Biz de bu çeşit kasırga yüzünden Nobodin köyünde kalmaya mecbur olduk.
Buralarda ani bir taarruza uğramak her dakika muhtemel olduğundan, gece nöbetçiliği meselesini müzakere etmek lazımdı. Profesör Hsü, bu meseleyi konuşmak için çadırıma geldi. Ona göre bir eşkıya çetesi bizim çadırlarımızı hedef alacağından, çadır dışında yatmak daha doğru olurdu. Sonra muhafızlarımız olan askerler, cephanelerinin azlığından şikâyet ederek bizden cephane istemişlerdi. Fakat Profesör Hsü, askerlerin yanındaki cephanenin az olmasını daha uygun görüyordu. Onun için bizim kurşunlarımızın onların tüfeklerine sığmayacağını söyleyerek onlara cephane vermedik ve nöbet işini hallettik. Nöbetçiler her iki saatte bir değişecekti.
Gece, fırtınanın şiddetine ve rüzgârların korku verici iniltisine rağmen selametle geçti. Güneş doğarak uçuşan tozları renge boyadığı zaman, kafilenin hiçbir hasara uğramadığı anlaşılmıştı.
KERVANLAR MOĞOLİSTAN’DA
Nobodin köyünün kendine mahsus bir maden kuyusu vardı. Fakat kömürleri iyi değildi. Biz, 23 Mayıs’ta hareket ettik. Hareket ederken köylüler, sepetlerle koşarak deve gübrelerini, develerin düşen kıllarını toplamaya koyuldular.
Kervan, tekrar bütün ihtişamıyla teşekkül etmiş ve ilerlemeye başlamıştı. Yeni doğan güneşle bir tarafları aydınlanan muazzam develer, gölgelerine karşı birer büyük heykel gibi duruyorlardı.
Uzun alay, kuzeybatıya doğru ilerlemekteydi. Biz tepeleri tırmanarak dar, dolambaçlı bir geçide çıkıyoruz. En önde giden askerlere göre burası, ani bir taarruza uğramak için çok müsaitti. Onun için silahlı adamlarımızdan birkaçının ileriden gitmesi daha uygun olurdu. Kabul ettik ve yürüdük.
Gökyüzü muhteşem bir mavilik içinde fakat hava soğukça idi. Vadinin bir kıvrımında bir kuyu ve bir yalak gördük. Kuzey tarafında yıkık bir duvar görünüyor ve onun, vaktiyle yapılan bir istihkâmın enkazı olduğu anlaşılıyor. Buradan geçen dindar seyyahlar, buraya kadar emniyet ve selamet içinde gelmelerinin bir nişanesi olarak dağların ruhlarını sevgiyle yâd eden bir taş bırakıyorlar.
Burasını geçtikten sonra ikinci bir geçide girdik. Buradan çıkınca vadi genişliyor ve sol dağın eteğinde Yagar Cigo köyü yahut Yagarin Gölü uzanıyor. Biz de Hung Vorzu Gung köyüne yakın bir yerde konakladık. Konaklamaya ve hareket etmeye o kadar alıştık ki bunları vakit kaybetmeden yapıyoruz. Çünkü herkes ne yapacağını biliyor.
Her sabah, Larson hepimizi saat dörtten sonra uyandırıyor. Hepimiz hemen kalkarak kahvaltıya hazırlanıyoruz. Derken çadırlar sökülüyor, toplanıyor, denkler hazırlanıyor, develere yükleniyor. Bu müddet zarfında, bir tarafa yaslanıp biraz daha istirahate imkân var.
Fakat ben bu imkândan istifadeye lüzum görmedim. Hâlbuki Stockholm’de bulunduğum zaman ancak sabahleyin dörtte yatardım. Burada ise dörtte uyanıyorum, ne olacak… Bunların hepsi alışkanlık işi… Zaten akşamları da dokuzda uyuyorum.
Altımızdaki yer yavaş yavaş dalgalanıyor. Fakat bu düz toprak dalgaların arasında, saban izleri de görünmüyor değil. Şurada burada gözümüze bir köy ve bunların birine yakın bir mabetle, yarım metre yüksekliğinde bir Buda heykeli ilişti. Daha sonra yuvarlak kuleli ve duvarlı bir köy var. Moğollar ona “Haço” diyorlar. İlerledik ve ancak “Bayin Bülük” yani bereketli pınar namındaki küçük köy yanında konakladık. Konakladığımız yer, güzel bir meraydı.
Burada, deniz seviyesinden 1585 metre yüksekteyiz. Çinliler altı batından beri buraya girmekte ve Moğollar kuzeye doğru çekilmektedirler.
25 Mayıs’ta Çinliler tarafından istila olunan medeni sahanın kuzey tarafından sonuna vardık. Bu sahanın öte tarafında, Moğolistan’ın hudutsuz arazisi uzanıyor. Larson ile maiyetindeki Moğollar bu tarafa geçmeye istekli. Biz de Çin sabanlarının izlerini geride bırakmak için derin bir arzu duyuyoruz. Çünkü bu sayede ayak girmemiş çöllere ulaşacağız ve göçebelerle ceylanların yurduna kavuşacağız.
Nihayet Larson şapkasını başından fırlatarak bağırdı:
“Benim yurdum burası!”
Hakikatte Larson için vatan, burası idi. Abog Ayin-Gol namında bir su yolu yanında indik. Arkadaşların bir kısmı istirahate daldılar. Bazıları bir geyik sürüsü görerek avlanmaya çıktılar.
Akşam yemeğine oturduğumuz zaman, develerimiz otlaklardan birer hayalet gibi döndüler. Yemekten sonra Bergman sazını alarak eskiden, Cengiz Han ile ordularının dolaşma yeri olan steplere, eski İsveç destanlarını okudu. Hummel ile Kaul, bu gece nöbet bekleyeceklerdi. İkisi de tabancalar ve bilhassa kuvvetli elektrik lambalarıyla donanmışlardı. Çinli muhafız askerlerimiz, silahlardan fazla bunlara ehemmiyet veriyor ve bunların sihir kuvvetiyle yandıklarını zannediyorlardı.
Ertesi sabah muhafızlarımızın ücretlerini verdik ve kendilerine veda ettik. Hepsi de:
“Hsieb, hsieb i luping an!” diyorlardı.
Yani: “Teşekkür, teşekkür! Yolculuğumuz rahat ve selamet geçti.”
Larson, maiyetindeki Matte Lama’yı, Naron’un kervanını gözetlemek için göndermiş fakat Matte henüz dönmemişti.
Sabahleyin yedide hareket ettik. Yer yumuşak ve hararetliydi.
Önümüzden iki kurt geçti. Larson hemen ateş etti. Kurtların biri düşmüştü. Adamlarımızın birkaçı koşarak onu yakalamak istediler. Kurt kendini toparlayarak kalktı ve sırıtarak homurdandı. İkinci bir kurşun onu yere sermişti.
Kurt ile aramızda 520 metre kadar mesafe vardı. Larson’a o günden beri “Kurt Larson” demek âdet oldu.
Kurt, Moğolistan’ın en bilinen hayvanlarından ve geyiklerin en müthiş düşmanlarındandır. Bu kurtların, insana zarar verdiği nadiren görülmüştür.
27 Mayıs günü her zamanki gibi çadırlar sökülmüş, develerin yüklenmesine başlanmıştı. Meğer kervanbaşının atı geceleyin kaçmış. Bütün Çinli develer, atı aramaya çıkmışlardı.
Dün, üç yüz kısraktan müteşekkil bir sürü görmüştük. Bunlar, meralarda beslendikten sonra Kalgan’da satılacaktı. Atın, bu muhteşem hareme kaçtığı zannediliyordu. Onu orada aramışlar ve bulamamışlardı. Heyder ile Hummel, vakit geçirmek için ava çıktılar. Larson bir dişi kurt, Heyder bir geyik vurmuştu. Geyik vurmadığımız gün geçmiyor ve bu sayede her gün taze et yiyorduk.
Günümüzü kaybetmiştik. Onun için Larson tekrar ava çıkmış ve bize yabani bir hindi vurarak mutfağa teslim etmişti. Çadırlar şehri yeniden kurulmuştu.
28 Mayıs günü karargâhımızın biraz ötesinde olan berrak sulu Huchertu-Gol Irmağı’na yakın bir yere nakle karar verdik. Burada hem sular temiz hem de küçük balıklar, kurbağalar ve sazlarla dolu idi. Mera bereketli ve sular temiz olduğu için burada uzun müddet kalabilirdik. Fakat burada uzun müddet işimiz ne? Bu sekiz numaralı konakta kalmamız için ne lüzum vardı?
Bunun sebebi, deve satın almak zarureti idi. Bizi bu ana kadar taşıyan develer kiralık idi. Bunun için Pekin’de cereyan eden müzakerelerin neticesini beklemek icap ediyordu. Yoksa 270 deve aldıktan sonra, onları zararına satmak zarureti ile karşılaşırdım. Larson, neticeyi anlamak için dört tarafa adamlar göndermişti. Onun için burada beklemek mecburiyetindeydik.
Norin’in kafilesi de yine burada bize katıldı. Heyetimizin diğer kısımları da bize katılmakta gecikmediler. Sayımız, on sekiz Avrupalı ile on Çinliye varmıştı ve çadırlar şehri büyümüştü. Yemekten sonra toplandık. Haslund, bize birçok şey gösterdi. Bunların arasında bir mabet bayrağı, iki kafatasından yapma bir davul da vardı.
Heyetimiz tastamamdı ve hepimiz neşeliydik.
MİLLETLER ŞEHRİ
29 Mayıs, Huchertu-Gol’da geçirdiğimiz ilk gündü. Bizim burada iki ay kalacağımız besbelliydi. Çünkü iki yüz deve satın almak kolay bir iş değildi.
Burada uzun bir müddet kalacağımız için, çadırlarımızı ona göre tertip ettik. Çadırlarımız arasında muntazam yollar açtık. Bütün çadır kapıları kuzeye doğru idi. Çünkü Moğolların âdeti böyle.
On sekiz beyaz, on sarı insanın ve otuz dört hizmetçinin başında bulunmak, okuyucu da tahmin eder ki çok müşkül bir iştir. Benim bu kadar adamı idare için tecrübem yok. Çünkü daha evvelki seyahatlerimi hep yalnız başıma yapmıştım.
Meğer bu iş de pek basitmiş. Çünkü arkadaşların hepsi münevver adam, âlim adam, yapacakları işten zevk alan adamlar!
Bu arkadaşlar gibi bütün dünyanın dikkat gözünü cezbeden bu muazzam kıtanın içinden geçmeyi hararetle özleyen nice münevverler var! Bir insanın Asya’yı kendi gözüyle görmesi, gıpta edilecek bir bahtiyarlıktır.
Bizim heyetimizde askerî bir disiplin yok. Avlanmak isteyen arkadaşlar, Moğol komşularımızdan kiraladığımız atlara binerek çıkıyor ve akşamleyin birer ikişer geyikle dönüyorlar. Herkes görevine sahip çıktığından kati emirler vermeye hacet kalmıyor ve düzenli teftişler, uyarılar ve cezalarla temini mümkün olan disiplin, son derece tabii bir şey oluyor.
Biz burada, İç Moğolistan’ın Mingan Tasok adını taşıyan küçük bir sahasının ortasındayız. Bu havalinin reisi, buradan 25 mil mesafededir. Buraya ulaştığımızda, bu reis bizim kim olduğumuzu, ne istediğimizi anlamak için bir zabit ile üç asker gönderdi. Bunlar bizim tüfek attığımızı duymuşlar ve üç kurdu öldürmemizden memnun olmuşlardı.
Reisin mümessili, bize istediğimiz gibi harekette serbest olduğumuzu bildirdi. Yalnız bize toprakları kazmamamızı tavsiye etti. Çünkü toprakları kazarsak yeryüzünün ve dağların ruhlarını kargaşaya uğratırdık. Bilhassa tepelerinde bir obo (dua ve dilek yeri), bir adak bulunan dağları huzur içinde bırakmak lazımdı.
Ertesi gün ben de Walz ile Yuan’ı iadeiziyaret için gönderdim. Bu yörenin başı, sevimli bir ihtiyar Moğol’du. Bu zat bize dair birçok sual sorarak her şeyi bütün teferruatıyla anlamak istemiş ve bizi ziyaret arzusunda bulunduğunu anlatmıştı. İki gün sonra onun namına yüksek rütbeli bir zabit geldi. İri gözlüklü bir zat olan bu zabit, mavimtırak, siyah bir elbise giyiyor, belinde gümüşten bir kılıç kemeri ile silahlar taşıyordu.
Onunla yanında bulunanlara çay ve sigaralar takdim ettik, fotoğraflarını çektik ve kendisiyle görüştük.
Yukarıda söylediğim gibi deniz seviyesinden 1,770 metre yüksekteyiz. Tibet havalisi için bu kadar yükseklik, hiç de mühim değildir. Belki Tibet’te bu kadar alçalmaya imkân yoktu. Fakat bu yükseklik, İsveçliler ile Almanlar için oldukça mühimdi. Burada dağ havası hükümrandı. Haziranın ortalarına vardığımız hâlde sıcaklık gölgede 27 dereceyi geçmemiş, bir gece termometremiz 1 dereceye kadar inmişti. İki gece sonra sıcaklık, sıfırın altında iki dereceydi.
Velhasıl hava mükemmeldi. Yalnız gündüzleri saat on bir ile beş arasında biraz hararetten bahsedebiliyoruz. Fakat hararet hiç de ağırlaşmıyor.
Güneşin batmasıyla ortalık serinleşiyor. Rüzgâr, daima ve her istikamette esmekte. Hayatımda birkaç kere donduğum için hararetten zerre kadar şikâyetim yok.
Heyetimizin ilim erkânı arasında İsveçliler ekseriyeti teşkil ediyorlar. Jeoloji uzmanımız Doktor Norin, etrafımızı gösteren 1/150.000 ölçekli bir harita yapmakla meşgul.
Doktorumuz Hummel, yalnız heyet ile maiyetindeki hastaları tedaviyle meşgul olmayarak gelip geçen Çinlileri ve Moğolları da tedavi ediyor. Sağlık durumumuz gayet mükemmel. Onun için doktorumuz bitki ve hayvan araştırmaları için vakit buluyor. Doktorumuz bundan başka, antropolojik araştırmalarla da meşgul olarak birçok ölçüm yapıyor ve bunları kaydediyor.
Bergman, arkeolojik incelemelerle meşgul. O, bulduğu şeylerden iki tane bulursa Çin hükûmeti bize, bunların bir tanesini verecek. Ben de geçtiğimiz yolları gösteren bir harita çiziyor ve bir günlük tutarak memleketin coğrafi ve fotoğrafik vaziyetini tespit ediyorum.
Elli yedi senelik ömrünün otuz dört senesini Moğolistan’da geçiren Larson, bütün işlerimizi tanzim ediyor, her işimize bakıyor. Onun dikkatinden kaçan bir şey yok. Onu her yerde görür ve onun her şeyi gördüğüne emin olursunuz. Bu adam, canlı bir gazete gibidir. Günün bütün havadisini bilir ve hepsini bana haber verir. Bu adam, benim sağkolumdur ve ben onunla istişare etmeden bir şey yapmam. Develer ve Moğollar onun idaresindedir. Biz de bunlarsız bir adım atamayız.
Larson’un sağkolu Haslund’dur. Bu gayretli ve cevval genç, her engeli yıkan, aşan, yapılmayacak işleri yapan bir adamdır. Onun yirmi iki yaşındaki arkadaşı Söderbom da ondan farksızdır.
Alman arkadaşlarımızın birincisi Doktor Haude’dur. Meteoroloji uzmanı olan bu arkadaşımız, hakikaten uzmandır. Beyaz, sarı, hepimiz onu seviyoruz. Kendisi, rasathanesinde meşgul olmadığı zamanlar ya bir dağın tepesinde rüzgâr ve havayı tetkik ediyor yahut bir pilot balonu uçuruyordur. Başka zamanlarda da hesapları ve notlarıyla meşgul oluyor. Çinli ve Alman yardımcıları vardır.
Bay Dettmann, eskiden bir bahriye zabiti idi. Doktor Haude’un başlıca yardımcısı odur. Sonra kendisi çok iyi bir ressam ve nüktedandır. Bilhassa mandolini, herkesi memnun ediyor.
Bay Liebrenz, bizim sinemacımızdır. Onun enteresan bir şeyi kaybetmesine imkân yoktur.
Bay Heyder, benim kurmay subayımdır. Onun vazifesi, karargâhta inzibatı temin etmektir.
Bay Mühlenweg, para işleri ve hesaplarla meşguldür.
Bay Zimmermann, doktorumuzun muavinidir. Bay Walz de öyle. Baron Marschall, eşyamıza nezaret ediyor.
Bay Kaul, aşağı yukarı her şeye bakıyor.
Profesör Hsü, on Çinli âlim ve öğrencinin başkanıdır. Onun göbek adı, Ping Chang; aile adı, Hsing’dir. Sonra onun bir adı daha vardır; Tzu, yani “sabah kızıllığı” fakat bu adı yalnız dostları kullanabiliyor.
1888’de doğan Profesör Hsü, 17 yaşında Hupev vilayetinden ayrılarak Pekin’e ve 1913’te Paris’e gitmiş ve Sorbonne’da altı sene felsefe tahsil etmiş. Profesör daha sonra Çin’de felsefe okutmuş, sonra 1921’de Millî Üniversitede felsefe hocalığına tayin olunmuş. Maaşı 280 dolardan ibaretti. Fakat iki seneden beri bunun ancak yarısını alabiliyordu.
Profesör Hsü, kör bir milliyetperver veya yabancılara düşman değildir. Bilakis her milletin mukadderatına hâkim olmasını savunur. Sonra Moğolları ve Tibetlileri Çin lehine zorlamaya da taraftar değildir. Onun bütün emeli Çin arazisinde bulunan bütün sanat hazinelerinin Çin’de kalmasıdır. Onun için Profesör Hsü, biraz da bizi kontrol etmek için maiyetimize girmiştir. Ben, onun tayinini memnuniyetle kabul ettim.
Çünkü kendisi ılımlı, kibirsiz ve sevimli bir adamdır. Onun gibi bir seyahat arkadaşı kazandığımdan dolayı cidden memnunum. Çünkü Profesör Hsü, kendi memleketinin medeniyetine tamamıyla vâkıf olmasının yanı sıra Çin edebiyatı, felsefe ve tarihinde de çok bilgilidir. Sonra kendisi Avrupa’nın fikir ve hayatına derinden vâkıftır. Profesör Yuan ise Amerika’da jeoloji ve arkeoloji tahsil etmiştir. Onunla bir Avrupalı meslektaş arasında hiçbir fark yoktur. Onunla Bergman ve Norin arasında tam bir anlaşma hâkim. Hepsi de bu seyahatten azami derecede ilmî fayda sağlamaya çalışıyor.
Bu Çinli üstatlardan başka, bize refakat eden âlimlerden biri Arkeolog Huang Wengbi’dir. Dördüncü Çinli âlimimiz, Ting Taoheng’dir. Beşincisi, Chan Fan-hsun’dur.
Çin’in beş muhtelif vilâyetinden olan bu beş âlim, tabiat, iklim, nüfus, lisan noktai nazarından beş milleti temsil eder gibi idiler. Bunların hepsi ile mükemmel geçiniyor ve hepsinin refakatinden yararlanıyorduk.
Çin hükûmeti, bu kişilerden başka yanımıza beş öğrenci almamızı istemişti. Bu öğrenciler, Çinli profesörler tarafından birkaç kere imtihan edilerek seçilmişlerdir.
Bizim kervanımız, âdeta bir Babil Kulesi gibi idi. Çünkü İsveççe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Çince ve Moğolca konuşuyorduk. Haslund, Danimarkalı olduğundan onunla da ara sıra Danca konuşmak icap ediyordu.
Ben, Rusçayı da unutmamak için Von Kaul ile Rusça konuşuyordum. Çünkü Kaul, St. Petersburg’da doğmuştu.
Velhasıl karargâhımızda sekiz lisan konuşuyorduk.
Hami ve Doğu Türkistan’da Doğu Türkçesi konuştuğumuzdan, onu da dokuzuncu lisan saymak icap ediyor. Bu seyyar Babil Kulesi’nde, Avrupa ve Asya lisanlarından istediğimizi öğrenmek imkânı vardı.
YAPTIĞIMIZ HAVAYLA İLGİLİ RASATLAR
Her medeni devlet, havayla ilgili rasatlar için mühimce paralar tahsis eder. Bu fedakârlık, boş yere yapılmıyor. Bu fedakârlığın sebebi, hava rasatlarının herkesin çıkarına hizmet etmesidir. Çiftçilik, ormancılık, su kuvvetinden istifade, deniz ve hava trafiği bu rasatlardan istifade ediyor; insanlar, kıymetli yükler felaketten kurtuluyor. Hava rasatlarının su kuvvetlerinden istifadeye ne kadar yardım ettiğini gösteren en kuvvetli delil, birçok kudret merkezinin kendilerine mahsus rasat merkezleri tesis etmeleridir. Bunları böyle hususi merkezler tesisine sevk eden sebep, umumi istasyonların kifayetsizliğidir.
Kuzey yarım kürede, uluslararası kabul olunan esaslar dairesinde hava rasatları yapan birçok merkez vardır. Bilhassa bunlar Avrupa’da çoktur. İsveç’te kırk bir, Almanya’da; birinci, ikinci, üçüncü derecede birkaç yüz merkez bulunur. Kuzey Amerika ve Afrika’da da merkezler bulunuyor. Bundan başka gemilerden de birçok rasat yapılmaktadır. Bütün bu rasatlar birkaç saat zarfında merkezî rasathanelere gönderilerek ona göre tebligat yapılmaktadır.
Fakat Asya’da bunlar ihmal olunuyor. Bilhassa dünyanın mühimce bir kısmını teşkil eden Orta Asya, dünyanın diğer kısımlarına göre bir boşluk gibidir.
Gerçi buranın birçok merkezinde tetkikat yapılmış, ben de birçok merkezde rasat yapmış idim. Fakat dayandığımız malumat birbirine bağlı değildir.
Onun için bizim seyahatimizin en esaslı planlarından biri, Orta Asya’nın bu boşluğunu doldurmaktır. Biz, bu suretle Çin Devleti’ne de çok büyük bir hizmet verecektik. Çünkü bu sayede, Çin’de ziraatı pek mühim hasarlara uğratan toz kasırgalarına dair önceden malumat alınabilecek ve halka ihtarlar yapılacaktır. Orta Asya’da tesis edeceğimiz daimî istasyonlar, Çin hükûmetinden destek görürse büyük bir fayda temin edecektir.
Uzmanımız olan Doktor Haude’un mesaisi sayesinde hava ve iklim şartları âdeta bir dönüşüm geçirecek. Hakikatte seyahatimizde yalnız Doktor Haude ile arkadaşlarının yapacakları işle kalsak yine de pek büyük bir netice elde etmiş olacağız.
Huchertu Gol’da çadırlarımızı kurduğumuz günden beri Doktor Haude da rasathanesini hazırladı. Küçük bir tahta binadan müteşekkil olan ve duvarlarından serbest serbest rüzgâr geçen rasathaneye güneş ışıkları nüfuz edemiyordu. Zaten bu, bina olmaktan ziyade bir gölgelikti.
Gölgelik, yerin ısınmasından veya soğumasından etkilenmemesi için biraz yüksekçe yapılmıştı. Fakat en şiddetli fırtınalar bile bu rasathaneyi sarsamazdı.
Açıkta, çeşitli yüksekliklerde ısı ölçekleri bulunuyordu. Sonra yerde de izolasyon termometreleri ile diğer hassas aletler vardı.
Doktor Haude’un teşkilatı, çadır şehrinin civarında bir köy gibiydi. Onun çadırı, alet ve edevat kutuları ile dolu. Ona, kurulacak her istasyon için gerekli aletler sağlanmıştı.
Doktor Haude’un tesisatı hakkında malumat sahibi olmadan, geceleyin onun çadırına gitmek çok müşkül bir işti. Doktor Haude, bir telsiz istasyonu da kurmuştu. Fakat kuraklık ve sıcaklık, bataryaların ve bizim en müthiş düşmanımızdı.
Doktor Haude, bütün gün meşguldü. Dünyanın en sevimli adamlarından olan bu üstat, ilmini saklayan adamlardan değildi. Bilakis kendisi tetkiklerini başkalarına anlatmaktan zevk alırdı. Ve o kadar güzel anlatırdı ki dinleyenler, onun gibi heyetşinas olmayı temenni ediyorlardı.
Doktor Haude, her gün saat 07.00, 14.00 ve 21.00’de rasatlar yapıyordu. Bundan başka, her sabit kampta iki saatte bir rasat yapılmakta idi. Bunun neticesi olarak bir sene müddetle Udi, Kalgan, Urga, Uliastay ve Urumçi’de rasatlar yapılmıştır.
Doktor Haude’un teşkilatı son derece mükemmeldi. Onun, üstlendiği işi en mükemmel şekilde yapmak için gösterdiği gayret hakikaten takdire değerdi.
Doktor Haude, çalışmaları neticesinde bu arazinin yeniden ihya edilip edilemeyeceğini, buralarda orman yetiştirilip yetiştirilemeyeceğini de anlayabilecekti.
Onun halledeceği diğer bir mesele, bu toprakların neden kuruduğunu bulmaktır. Çünkü Orta Asya, bir kuraklık devri geçirmektedir. Bütün göllerin suları azalmakta ve kurumaktadır.
Bu meseleleri halletmek için Gashun Gölü’nde bir hayli çalışmak lazım. Kati neticeler, hiç şüphesiz epeyce zaman sonra elde edilecek. Fakat bizim de birçok şeyi anlamamıza imkân bulunuyor.
Doktor Haude, güneş ışınlarını, yerin ikiye ayrılmasını, hava katmanlarını da inceliyor.
Avrupa’da bile cemiyeti incelemekle bu kadar meşgul olan rasathane azdır. Doktor Haude, pilot balonları da uçurtarak incelemelerini tamamlıyordu. Onun için heyetimiz, ilim âlemine gezdiğimiz yerlerin yalnız yüzeyini anlatmakla kalmayacak, bundan başka 15 bin metreye kadar hava olaylarını da anlatacaktır.
Çin hükûmeti, bir aralık bizim bu işlerimize itiraz etmiş fakat çok geçmeden maksadımızı anlayarak bize kolaylık göstermek istemiş ve nihayet daimî rasat merkezlerinin kurulmasına karar vermiştir.
Birinci istasyon Etsin-Gol’da, ikinci istasyon Hami’de kurulacaktı. Daha sonra üçüncü istasyon Urumçi’de kuruldu. Daha sonra asıl kervanımız, Lop Nor (Nur) Çölü’nden çoraklık tarafına giderek dördüncü istasyonu orada tesis etti.
Çin hükûmeti bizim işimizle o kadar alakadar olmaya başladı ki Pekin’den hareketimiz üzerine, bizim ikinci ve üçüncü istasyonlarımızdan her gün telgrafla hava raporu verilmesini istedi.
Ben daha Pekin’de bulunduğum sırada, Hotan Nehri’nde de beşinci bir istasyon kurulmasını düşünmüştüm. Doktor Haude bunun çok mühim olacağını çünkü onun sayesinde çöl civarının hava durumuna, bütün kum kasırgalarına dair malumat alacağımızı söylemişti. Sonra Hotan Nehri’nin suları hakkında ayrıntılı bilgi almak lazımdı. Ben 1895 Mayıs’ında orayı ziyaret ettiğim zaman, nehir yatağını kurumuş görmüş ancak uzun mesafeler katettikten sonra ötede beride su birikintileri görmüştüm. O zaman az kalsın hayatımdan olacaktım. Fakat bir su birikintisi benim hayatımı kurtardı.
On bir sene sonra burayı ziyaret eden İngiliz eski eser uzmanı Sör Aurel Stein, bana hizmetçilik eden Kasım’la birlikte buraları dolaşmış ve buradaki çobanlardan, Hotan Nehri’nin haziran başlarında dolduğunu fakat bir buçuk ay geçmeden suların çekilmeye başladığını, sonbaharda tamamen yok olduğunu dinlemişti. Bununla beraber, buralarda birtakım donmuş sular bütün kış müddetince kalmakta, bilahare mayıs ayında bunlardan da eser görülmemektedir. Bu nehri, her devrinde tetkik etmek çok mühimdi. Bu ise ancak bütün sene devam eden ciddi tetkikat sayesinde mümkün olurdu.
Onun için beşinci istasyonu kurmak için son derece istekliyiz.
İstasyonları kurdukça adamlarımızı burada bırakıyoruz. Fakat bizim kervanımızın şen ve renkli hayatından ayrılmak kolay değildi. Bizden ayrılanlar, bizi hüzün içinde uğurluyorlardı. Çünkü bunlar, bütün seneyi aşağı yukarı yeknesak bir esaret içinde geçireceklerdi.
Hâlbuki biz daha şimdiden, heyetimizi muhtelif istasyonlara dağıtma meselesini görüşüyorduk. Bizden ilk ve daha sonra da Etsin-Gol’da ayrılacak olanlar herkesten fazla mahzundular.
Benim de istasyonların birinde bir sene kalmam icap ederse hiç şüphesiz Gashun Gölü’nü yahut Hotan Nehri’ni tercih ederdim.
Profesör Anderson, bana antropolojik tetkikleri ihmal etmemeyi tavsiye etmişti. Biz de onun bu tavsiyesini ihmal etmiyor ve fırsat elverdikçe bu işlerle de meşgul oluyoruz. Zaten Pekin’den ayrılmadan evvel antropoloji tetkikatının nasıl yapılacağını anlamak için bir kursa devam etmiştik. Heyetimizden Söderbom ile Haslund, bilhassa bu işle meşguldüler. Bunların ikisi de Doktor Hummel’e yardım ettikten sonra, ileride bağımsız olarak çalışabileceklerdi.
KOLLARA AYRILIYORUZ
Moğol toprakları bizi yolumuzdan alıkoyuyordu. Huchertu-Gol’a konduğumuz günden beri bir ay geçti. Hepimiz çalışıyor, uğraşıyor, hazırlanıyor fakat sıkıntıdan da çatlıyorduk. Bütün bu bekleyişimizin sebebi, deve satın almakla meşgul oluşumuzdu.
Bizim namımıza deve satın alacaklar her tarafta, bilhassa Dış Moğolistan’da zengin deve satıcıları ile temas ediyor ve bunların binlerce deveye varan sürülerinden ihtiyacımızı temin etmek istiyorlar fakat muvaffak olamıyorlar. Nihayet bizim deve satın almak için gönderdiğimiz Moğollar, birkaç gün evvel dönerek, yüz tane birinci sınıf deveyi, yüzer dolar fiyatla tedarik ettiklerini söylediler. Yalnız deve sahipleri gümüş paraları peşin istiyorlardı. Zaman kötü idi. Deve sahipleri de develeri emniyet edemiyorlardı. Onun için evvela parayı göstermek gerekti.
O hâlde biz bu yüz deveye sahip olabilmek için evvela on bin gümüş dolar saymak mecburiyetinde idik. Tereddüt etmedik ve paralarımızı adamlarımıza saydık. Fakat bu kadar parayı vermek de kolay değildi. Gümüşler sayıldığı zaman, gözümüze paradan birer dağ gibi görünmüştü. Moğollar ile Çinliler mütemadiyen paraları sayarak keselere atıyor ve keseler tahtadan sandıklara yerleştiriliyordu. Ertesi gün bunlar, Massenbach ile Mühlenweg’in muhafazası altında naklolunacaktı.
16 Haziran günü yeni develerden bir kısmı ulaştı. Bunların hepsi semiz, iri ve güzel develerdi. Bunların yirmi dördünü birer birer muayene ettim. Hepsinin hörgüçleri iri, sağlam, konik ve dimdikti. Hayvanlar kış yünlerini henüz döktüklerinden çıplak gibi görünmekteydiler. Tepemizde Doktor Haude’un balonu, bir elmas parçası gibi masmavi semaya yükseliyordu. Develerle birlikte gelen yeni Moğollar, Cengiz Han’ın devrinden beri meşhur olan yakışıklı, sert suratlı insanlardı. Bunlar, uçan balonu, hayretle temaşa ediyorlardı.
Bize ait olan develerin sayısı iki yüze varmıştı. Fakat bunların yalnız 104’ü karargâhta idi. Biz ise 294 deveye muhtaçtık. Eşyamızı ancak bu kadar deve taşıyabilirdi. Fakat biz tasarruf yaparak bu sayıyı 270’e indirdik. Bunların 73’ü binek develeri olacaktı.
Seyahatimizde her üç günde bir deve serbest kalacak ve onun için Hami’ye vardığımız zaman develerimizin mühim bir kısmı yüksüz gidecekti. Fakat develer, bazen kazanç bazen zararla tekrar paraya çevrilebilir bir sermayedir.
26 Haziran günü çadırlar şehri şenlik yapıyordu. Şehrimize dört-beş erkek, üç kadın ve bir sürü çocuktan müteşekkil bir topluluk gelmişti. Meğer bunlar, bir tiyatro grubu imişler. Bizim bir kısmımız bunların casus olduğunu ve birtakım eşkıya çeteleri namına bizi gözetlemeye geldiklerini zannetmişlerdi. Bir tiyatro grubunun bütün Çin diyarını görmeyerek bizi görüp bulması tuhaf değil miydi?
Grup, hizmetçilerimizin çadırlarına girmiş, ağırlanmış fakat bunlardan bit geçmesi çok mümkün olduğundan onların nehir kenarına nakledilmeleri kararlaştırılmış, onlar da söz dinlemişlerdi.
Aktörler sahnelerini kurmuşlar, hazırlanmışlar, sonra şarkılar okumuşlar, bağırıp çağırmışlar fakat bizimle beraber olan Çinliler bile onların ne dediklerini anlamamışlardı. Yalnız oyuncuların bir aşk hadisesi oynadıklarından şüphe yoktu.
Oyunun dört perdesinde de iki âşık mütemadiyen kavga ettiler. Âşıklar ara sıra akrobatlar gibi sıçrıyor, bazen kedi gibi çömeliyor, homurdanıyor ve birbirlerinin üzerine abanıyorlardı. Fakat müzikleri fena değildi. Bunda Asya’nın yeknesak ahengi var. Onu dinlemekten katiyen yorulmuyorum. Bütün Asya’da bu musikiyi dinledim. Bu musiki kalbin huzursuzluğuna sükûnet veriyor ve fikirleri dinlendiriyor. İnsan bu musikiyi dinledikten sonra korkunç kobraların neden musiki ile teshir edildiğini anlıyor.
Oyun bittikten ve oyuncular hediyelerini aldıktan sonra her şey bitti…
28 Haziran günü, iki Moğol, dört deve getirdiler ve bize satmak istediler. Bunları doksanar dolara aldık. Bunların yanında bir de siyah bir köpek vardı.
30 Haziran’da Larson’un bir sürü deveyle geldiğine dair malumat aldık ve sevindik. Fakat develer çadırlara yaklaştıkları zaman çadırlardan ürktüler ve kaçtılar. Binicilerin mahareti sayesinde vaziyet kurtarıldı. Gelen develerin sayısı 24 idi. Hepsi de semiz ve kuvvetli develerdi. Bunlarla Urumçi’ye kadar gidebilirdik ve bunlar, oranın yazına tahammül edebilirlerdi.
Norin, planımızı hazırladı. Gashun Gölü’nü üç cepheden keşfedecektik. Heyder, bu üçgenin ölçülerini hazırlayacaktı. Onun için ilgililer mütemadiyen çalışıyorlardı. Üç kol paralel hareket edecekti. Norin’in kolu, asıl kervana nazaran yirmi kilometre kuzeyden, Çinliler on kilometre güneyden, ben de ortadan gidecektim. Kuzey kolu Norin’in, güney kolu Yuan’ın liderliği altında olacaktı.
Yuan, Temmuz’un üçünde hareket edecek, ona Arkeolog Huang ile yardımcısı Chuang Pai, bir aşçı, iki işçi, iki Moğol refakat edecekti. Bunlar dört haftalık tahıl ile 15 deveye yetecek kadar erzak alacaklardı.
Kuzey koluna Norin ve benim liderliğim dışında, Bergman ona refakat edecek, Çin ona yardımda bulunarak arkeoloji ile meşgul olacak, Ting, tapneöntormi tetkikleri yapacak. Bu kol, 1 Temmuz’da hareket edecekti.
Bu iki kol, asıl kervan ile yani bizimle temaslarını muhafaza edecekti. Bunun için Moğollardan kuryeler temin ettik. Bunlar seri develerle hareket ediyorlardı.
Konak yerleri, sulu ve meralı yerler olacaktı.
HUCHERTU-GOL’DA SON GÜNLER
Hayatımız yeknesak fakat hoş geçiyor. Moğolistan’ın yaz mevsimi, bu kadar yükseklerde elbet güzel geçer. Deniz seviyesinden 1595 metre yüksekteyiz.
8 Temmuz günü uzaktan bazı Moğollar gördük. Bunlar bir sürü deveyle bize geliyorlardı. Bunların getirdikleri on dokuz deveyle mevcudumuz 220’ye ulaşmıştı.
İki Çinli bize, beş dolar mukabilinde bir geyik yavrusu satmak istediler. Geyik henüz sekiz günlüktü. Fakat Larson bunu satın almamıza razı olmadı. Çünkü bunu aldığımız takdirde yolda geyik yavruları etrafımızı sarardı. Biz yavruya süt içirdik ve ona elimizden geldiği kadar baktık. Sonra onu bir battaniyeye sararak çadırımın içine aldım. Hakikatte ben de bu yavruyu ne yapacağımı bilmiyorum. Fakat stepler geniştir ve geyiklerle doludur. Moğolların geyiklere verdikleri yeni bir isim var: Larson’un koyunları. Zaten Larson, Moğolistan prensidir ve geyikler onundur.
Bizim hayvanat bahçemizde, bu geyikten başka bir de cırboğa (çöl sıçanı) var. Doktor Hummel, onu büyük bir kutu içinde besleyerek aşağı yukarı ehlîleştirdi. Doktor ara sıra onu kafesinden çıkarıyor, cırboğa onun omuzları ve kolları üzerinde dolaşıyor. Bir gün Doktor Hummel, bir kurbağa bularak cırboğanın kucağına atmış, ertesi sabah cırboğanın kurbağayı yediğini görmüştük.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sven-hedin/gobi-collerinde-69429595/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Çok hızlı giden, susuzluğa çok dayanıklı binek devesi.