Göğsümüzdeki Nâr

Göğsümüzdeki Nâr
Banu Sancak
Kâinata sığmazken Beytullah’ın şulesi, Kibrin gökdelenlerine emsâl oldu, Babil’in şirk kulesi… Ya Süleyman! Yetmiş iki dilde sussak da Canımızdan okudular bizi. Harut ve Marut’un ayak bilekleri, Zühre’nin göğe çakılan gözleri kadar kanayamaz, Çatlasa göğsümüzdeki nâr… Meğer ki; kehanet ile kerameti, bir tutmakmış intihar! Müştak Baba’nın; “Unuttum aslımı, nefs-i hevâya olmuşum tâbi” dediği ândayız… “Asra yemin olsun ki” hâlâ ziyandayız!

Banu Sancak
Göğsümüzdeki Nâr

“Mümkünlük”
İmkânlar ile sınırlı olsaydı,
Âşk olmazdı…
“Aşk var ise”
Mümkündür hâlâ.

GİRİŞ
Meşhedim mahşer kesilmiş bende yok sözden eser Kıssa-i rengînimi hûn-ı revânım söylesin
    “Muallim Naci”

KIRMIZI
Süzdüm ne var ne yoksa kırmızıdan iktibas,
Bilmediler bir renge yoksa Hakk’a meyil mi.
Sanki zamandan haras say ki geceden miras,
Doğacak her yeni gün, tân kırmızı değil mi?
Ah kimseler bilmiyor âşkın kızıl rengini,
Kırmızı ile kalbin cilveli âhengini,
Arşı âlâ katına, çıkarak mihengini,
Baştan başa boyayan, cân kırmızı değil mi.
Kargalar konser verdi daldan izledi balık,
Köreltti bizi usta, menzilsiz kalabalık.
Meclise karışınca, münkir ile münâfık,
Yönelip saf tuttuğun, yan kırmızı değil mi?
Aradın yıllar yılı, elvan bezekte bezde,
Bilinçaltı dediğin, kör karanlık menfezde.
Vücudun payitahtı, camekânı merkezde,
Göz göze geldiğimiz ân kırmızı değil mi?
Ol deyince olduran Allah Rahmân-ı Râhim,
Karıncadan böceğe, imân ederken dâim,
Kor ateşin göğsüne savrulurken İbrahim,
Sur içinde biten gül, kan kırmızı değil mi.
Suyu gören ateşti, doğruyu gören riyâ,
Atıldığı zindanda ölüm biçildi güyâ.
Kaderi değiştiren mâlum hikmetli rüyâ,
Yusuf’a atfedilen, zan kırmızı değil mi.
Topraktandır bedenim, rûhum tenime bıçak,
Sakın dokunma dedim, dedin kanın çok sıcak,
Saklayarak yaramı kaçsam da köşe bucak,
Kanıma bandırdığın, nân kırmızı değil mi.
Sana göre bir sırdı, bana göre âyandı,
Allı renkler haşrolup nefesime dayandı,
Ciğerlerim diyorum, kırmızıya boyandı,
Dünyâ dünyâ dediğin, han kırmızı değil mi?

KANDİL
Kaldır başını ey yâr, zâr-ı gönlüm darlanır,
Sen baktıkça toprağa, acı sözler hârlanır.
Ateşine düşsem de üstühânım karlanır,
Gözlerin yere bakan, kor alazlı bir -kandil
Göğün sırrına -ermiş- kuşlara bak kuşlara.
Sarstı beni usumdan, dehşetengiz bir zilzal!
Katlime ferman verdi, sarıldığım iki dal,
Bu kat’a ölüm değil! Ölümden öte bir hâl,
Bölük bölük saçları, darağacıma -kefil
Alnına urgan -germiş- kaşlara bak kaşlara.
Hüznün siyah gülleri, kıyama durdu saf saf,
Neşe sûrurda değil, efkârdaymış inkişaf,
Hiçbir arzuhâlcide, yazılmıyor bu evsaf.
Hâl-i pürmelâlimdir, salladığım bu -mendil
Meğer gözüme -fermiş- yaşlara bak yaşlara.
Gel seninle varalım, muhabbetin demine,
Dûvazlarla vuralım, lafın sözün kemine,
Kandilinden yağ damlat, dost meclisin cemine,
Kâh varlıktır kâh yokluk, kelle koltuk bu -menzil
Aşka kurbanlar -vermiş- başlara bak başlara.
Aynaları kır da gel, aslına bak rûcunda,
Ahvâlinin encâmı, bu savaşın ucunda,
Sana verdiğim güller, taşa durmuş avcunda.
Dağları veşk ediyor, şimdi sana -ebabil
Pençelerine -kermiş- taşlara bak taşlara.
Zemheride gül taşır, şu gedanın heybesi,
Dört mevsim çiçeklenir, şûhedanın türbesi,
Kırağıyı toz eder, ol sedanın cezbesi,
Yalnız aşkla boy verir, sümbül nergiz – karanfil-
Üstüne bahar -sermiş- kışlara bak kışlara.

YAZIYOR
Yaz hele gazeteci yaz, hükmüm verilmiş nasılsa,
Üçüncü sayfada çıkar, ölüm haberim basılsa,
İp benim boynuma geçer, nerede bir mahkûm asılsa,
Kör bir ilmeği boynunda, ömrünce taşır mı insan?
Sesime nidâlanmayan, dilsiz kayalar benimdir,
Derdim dermanımdır diye, kalkan ayalar benimdir
Merhemleri çöpe attım, müzmin yaralar benimdir.
Kor bir yarayı koynunda, ömrünce kaşır mı insan?
Vakit akıldan sıyrılıp demlenme vakti olsa da,
Üstüme düşen gölgeler, ecelin kadd’i olsa da,
Onmayan yaralarımla, gönlümün akdi olsa da,
Zor bir yaşam oyununda, ömrünce acır mı insan?

ACILARIMA SADIKSAM
Farisi bir şarkıyla, can-ı tenden süzülürüm,
Dünyaya sığamayan rindin âşkına tanıksam,
Ahdım ile bağlanıp toprak ile çözülürüm.
Hâfız’ın gülü gibi “acılarıma sadıksam”.
Asrın heyûlâsıyla tarumar olur dimağım,
İnkisâr nâmesinin orta yerinden yanıksam.
Mânâ dile gelmezse uyandırılmaz çerağım,
Sırlandığım gün gibi, acılarıma sadıksam.

SEV BENİ
Şimdi esrik cümleler, senle doğar sabaha,
Gel yazdırma adını, defterimdeki ah’a.
Ta gırtlağıma kadar gömülsem de günaha,
Ya Hayy! diyerek atsın, boynundaki şah -damar
Benim kulumdur diyen -Tanrı- gibi sev beni!
Konuğuyum göğsünde, açılan dev gediğin,
Bil ki rûhun benimdir, kalsın etin kemiğin,
Bir tek bebekler değil, ağlar insan! dediğin.
Solgun sarı çehreni, terk etmese de -vakar
Boğazına sığmayan -yumru- gibi sev beni!
Beni, kızıl Albız’ın, torbasından uçmuş say,
İksir satan sakanın, kırbasından içmiş say,
Ya da mahkûm cinlerin, voltasından geçmiş say.
Ben zamansız düşlerden, âna düşen bir -ihtar
Gerçeklere bağlayan -sanrı- gibi sev beni!
Göklerdeki kuşlardan, al kıssadan hisseyi,
Yanına yamacına, yaklaştırma kimseyi,
Kâinat uykudayken, ver kuytuda buseyi,
Boncuk gözleri humar, tüyü tüsü -tarumar
Gagasını ballayan -kumru- gibi sev beni!
Adem ile Havva’dan, süregelir bu böyle,
Bildiğini direten, yalnız ben miyim söyle?
Nasıl seveceğini, bak anlatayım şöyle;
Annesinden yese de sert okkalı bir -şamar-
“Anne” diye ağlayan -yavru- gibi sev beni!
Çıktığı dağın bile, haberi yok keşişten,
Bir Leyla’yı sevmeyen, ne anlasın sevişten?
Aşkı yüreğine sor, bak geçmeden iş işten.
Vuslat saklı bir sırdır, göğsünde coşar -ikrar
Bir dervişin çağlayan -sadrı- gibi sev beni!
Hükmün gücü sendeyken, bana düşmez bu yargı,
Adaletin şerhiyle, ikiz kardeştir kaygı,
“Kral çıplak!” diyene, bir gün duyulur saygı.
Cübbe ile kaftanı, savaştırsın bu -karar
Kadı’nın taht sallayan -tavrı- gibi sev beni!

VEBALI BİR VEDA
Göğsümde asırların, sancı yüklü zulası,
Davası insan olan, kavgadan geliyorum.
Ateşlere düşünce, dünyanın pusulası,
Enginlerde kar gibi, içime eriyorum.
Gövdemdeki sulara, gömülüyorken ey yâr!
Gönlün güvertesinde, sislenen bir veda var.
Öptüğün yerlerimde, uğultulu bir ayin,
Sarsılır cezbelerde yas kuşanır şehrâyin,
Aynalarda sır gibi, gayet mağrur ve narin,
Ömrün son kertesinde, süslenen bir geda var.
Hani derdin ya bana, yer demir gök bakırdı,
Toprağın her karışı, türbe ile yatırdı,
Hani güneş batsa da bu gökyüzü kalırdı,
Bak göğün kubbesinde, paslanan bir sema var.
Tabut denen son ata, dostlarımız bindirir,
Mevtaları mezara, en yakını indirir,
Dünyanın sızısını, yalnız toprak dindirir.
Matemin hanesinde, seslenen bir selâ var.
Çıkmam Elif demeden, fergâbın zirvesine,
Sımsıkıya bağlanmam, hayatın neşvesine,
Oysa kanmak kolaydı, dünyanın cilvesine
Cevherin zerresinde, gizlenen bir Hüdâ var.
Mümkün müdür seninle, yasımızı üleşmek?
Çaresiz bir çareyle, ecel ile yüzleşmek,
Sırtımı yere vurdu, acı ile güreşmek,
Kaderin kündesinde, uslanan bir hevâ var.
Şirke kafa tutanlar, bu meydanda buluşsun
Hak batıla hücumla , Allah için vuruşsun,
O an ağıtlar susup ellerimiz konuşsun,
Mahşerin perdesinde, taşlanan bir belâ var
Küfür kusuyor Deccal, iradesi şeytanda,
Nemrut hala yaşıyor, Firavun ve Haman da
İnsan eti yediler, eyvah ahir zamanda,
İblisin uhdesinde, beslenen bir veba var.

O LEYLA BEN DEĞİLİM
O’nu benden sorma Derviş, rûhum ateş çemberi,
Çektiğim kara perdeler, kor gecemin siperi.
Kurşun gibi ağır gövdem, döşeğimdeki dara,
Düşlerimde tomur -tomur- göğsümdeki bu yara,
Sana doğru söylemişler, adım Leyla’dır ama
Perde perde aradığın, O Leyla ben değilim.
Bu nasıl uykudur Derviş, ölümün eşiğinde?
Sandım ki anam sallıyor, aynalı beşiğimde.
Gözlerim bir başka mahur, yandığını sezeli,
Leyla ile aram -hoştur- öteleri gezeli,
Bilirim ki senin Leyla’n, âlem’in en güzeli,
Sönmüş ferde aradığın, O Leyla ben değilim.
İşte benim Leyla’m deyip al bastırdın düşüme,
Yitik mezar taşı gibi, gelip çöktün döşüme.
Tam çukura düşüyorken, tuttu beni bir hoca,
Selam size ehli -kubur- Hû! diyebildim anca,
Ben sararıp soluyorken, Leyla ki her dem gonca,
Fâni yerde aradığın, O Leyla ben değilim.
Aklını yitirmiş derim, kâfir diyemem sana,
Şeytan boş bir kalbe girmez, lütfedip anlasana.
Kulak kesil içindeki, yankılanan o sese
Kalbin Leyla diye -vurur- sakın kanma iblise,
Bil ki büyük imtihandır, bu ateşli hadise,
Bu mahşerde aradığın, O Leyla ben değilim.
Bu savaşın ortasında, ben sana yol olamam,
Kibriya’nın lütfu varken, hem sana kul olamam.
Kendini azat etmişsin, gönlün uslanmaz serkeş,
Orduların yolda – mahsur- dört bir yanın kemankeş,
Sana senden daha yakın, olan aşkınla yüzleş,
Boş seferde aradığın, O Leyla ben değilim.
O’nu benden sorma Derviş, bende Leyla izleri,
Âlemlerin ardındaki, o izlerin gizleri.
Süveydanın gölgesidir, kalbindeki bu kara
Leyla’yı kendine -sordur- senden içeri ara,
Sana doğru söylemişler, adım Leyla’dır ama
Kanıp şerde aradığın, O Leyla ben değilim.

EFSUNLU GECE
Efsunlu gece, sırlı kuyulara düştüm,
Suda su yanar, billur kandiller yalımlı…
Melek görürken, kızıl albızla gülüştüm,
Tövbe Estâğfur; solumdan yazarın mı var?
Parslardan kıvrak, yılkı atlardan çalımlı,
Her yenilgimde şahlanan nazarın mı var?
Umdum derince, aşikâra yol vermeden,
İsyanlar zorba, istilâyla hercümercim.
Pulun eyledin, aşkın sırrına ermeden,
Başım üstünde, salladığın zarın mı var?
Sarsıldım yine, yere düştü gönül mercim,
Her yenilgimde can yakan azarın mı var?
Aşıklar yitip basınca sırra kâdemi,
Yerle bir olsun, var ise benlikten tahtım…
Geldiğin toprak, öğütür nice âdemi,
Çağları bahar, ömrü gülizârın mı var?
Bir Kıtmir gibi sürüklenir sana bahtım,
Her yenilgimde kapanan güzârın mı var?
Leyli müstear, ahvâl ile gör beyanı,
Kaderle kısmet, aramadım zor belâmı.
Yükleyip bana, ettiğin zarar ziyanı,
Göğsünden içre mezarım kazarın mı var?
Gel ey merhamet, yine okudun Sâlâ’mı,
Her yenilgimde can satan pazarın mı var?

KAÇAK
Saçlarım darmadağınsa, üstüm salkım saçak,
Bir yer bulmuşumdur yine, koşarak kaçacak.
Bedenim burada işte, rûhum deli kaçak,
Hiç’in koca bir boşluğu, yuttuğu yerdeyim.
El çekmedim savaşlardan, kollarım geceyi,
Unuttum sanmayın sakın, o kutsal heceyi.
Yankılanan çağrı ile bileyip pençeyi,
Hiddetli ebabillerin, uçtuğu yerdeyim.
Hani bir tufan kopar ya, sessiz ve derinden,
Çatlayarak yarılır yer, tam orta yerinden.
Avuçlarımda biriken, alnımın terinden
Barajlar kuran sabrımın, taştığı yerdeyim.
Paylaştığım her sevinçte, gözyaşım daralı,
Varlıkta yokluğu gördüm, olmadım oralı.
Güllü tahtırevanımda tüllerim aralı,
Züleyha’nın çil çil altın saçtığı yerdeyim.
Yanmak; tuz kadar lezzetli, ekmek kadar elzem,
Yakar geçer susuzluğum, yoklayınca herzem.
Her gece dualarımda birkaç damla zemzem,
Hacer’in kızgın çölleri aştığı yerdeyim.
Elimde geçmişten kalan, bir pazar filesi
Bedavadan satılıyor, dünyanın çilesi.
Ciğer çengelden inmedi, eller ne bilesi?
Kör bıçakların göğsümü, açtığı yerdeyim.
Günden güne kurusa da topraktan temelim,
Koca ömür tükenir de tükenmez emelim.
Silinmiyor gözlerimden, simsiyah rimelim,
Annemin aynaya bakıp şaştığı yerdeyim.

TUTAMADIM ELLERİNDEN
Kum gibiydi hüzünlerin, köpüğün yâre,
Düşüvermiş sularına, gökten seyyâre…
Ansızın saldım kendimi, sandım ki durgun,
Çarpınca azgın dalgalar, yiyince vurgun;
Dalamadım derunune, bilmem sihir mi?
Bana öğretilen sular, eritir tuzu,
Apaklayıp arındırır, toprağı tozu.
Dolduramadım avcumu, ayrıştı zerre,
Islanıyorken kurudum, hem de çok kere;
Sürüklendim sularında, bilmem nehir mi?
Kulak verdim yer altıyla göğün katına,
Ehli söyleyince vardım, sözün tadına.
Can kulağıyla dinlerim, bitmeden yorma,
Bir zakkum çiçeği olur, bir ballı hurma,
Çözemedim dillerini, bilmem zehir mi?
Rûhum hırçın bir çocuktur, gönlüm talebe,
Düşürüp yaralar beni, aklım körebe…
Gözlerim kıvılcım saçar, sözlerim belâ,
Sabır ile bu düğümü, çözsen mesela;
Tutamadım ellerinden, bilmem mâhir mi?

KULAĞIMDA ÇINLADI ADIMI ZİKREDİŞİN
Bir ben miyim râm ile, dara asılan karar,
Kutsar divâneleri, zihnim içre bir damar,
İstersen inkâra gel, istersen açık ikrâr,
Kulağımda çınladı, adımı zikredişin.
Yakup gibi sancılı, Yusufcasına afif,
Fil yüreğinden ağır, serçe canından hafif,
Duydum diyorum işte, nasıl etmeli tarif,
Kulağımda çınladı, adımı zikredişin.
Her ânın düşünceli, her günün yeknesaklı,
Sözünle olmasa da özünle iltisaklı,
Saklayarak sussan da yine çıkarım haklı,
Kulağımda çınladı, adımı zikredişin.
Bebek lisanı ağıt, lâl dilinde pamukçuk,
Çipil çipil bakışlı, dudaklarında uçuk,
Bak yine tekrarlıyor, içindeki toy çocuk,
Kulağımda çınladı, adımı zikredişin.
Âmin denen duâdan, nasibimi alınca,
Pencerendeki kuşlar, muştusunu salınca,
Sessizliğin gür sesi, türküsünü çalınca,
Kulağımda çınladı, adımı zikredişin
Sözlerinin çoğundan, benliğinin hiçinden,
Ömrünü yiyip durdun, Allah versin gecinden,
Diline gelmese de derinlerden içinden,
Kulağımda çınladı, adımı zikredişin.

BANA ALLAH YETER…
Lütfedilen meşkiyle yanan yansın,
Dost ateşi külü yoktur közünde;
Meclisine varan ülfete dalsın;
Söyleme can dingin ol demedim mi.
Coşkuyla verip caydığı sözünde,
Ona şan şöhret, bana Allah yeter…
Süzülünce dimağdan gönlün teri,
Demlenir tahtında aklın gövdesi;
Heybetle üstüne bastığın yeri,
İncitme can, engin ol demedim mi.
Tutuştuğunda gözlerin perdesi,
Ona od gerçek, bana Allah yeter…
Yazı yaban yer, zapt edene kabil,
Karaya boyanır sabrın katığı;
Küffara mazlumların kanı sebil,
Gevşeme can, gergin ol demedim mi.
Pusuda bek olmalı gez çatığı,
Ona don döşek, bana Allah yeter…
Varsa Hak yoluna çıkmaya niyet,
Bir çift sözle silinir küfrün pası;
Bir ömür, bir baş, bir aşkla kurbiyet,
Olursan can, bilgin ol demedim mi
Mest etmiş ise dünya temaşası,
Ona toy köçek, bana Allah yeter…
Ömür geçip pişmanlık duyduğunda
Yurt edinir tabiatında siret;

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/banu-sancak/gogsumuzdeki-nar-69429583/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Göğsümüzdeki Nâr Banu Sancak
Göğsümüzdeki Nâr

Banu Sancak

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kâinata sığmazken Beytullah’ın şulesi, Kibrin gökdelenlerine emsâl oldu, Babil’in şirk kulesi… Ya Süleyman! Yetmiş iki dilde sussak da Canımızdan okudular bizi. Harut ve Marut’un ayak bilekleri, Zühre’nin göğe çakılan gözleri kadar kanayamaz, Çatlasa göğsümüzdeki nâr… Meğer ki; kehanet ile kerameti, bir tutmakmış intihar! Müştak Baba’nın; “Unuttum aslımı, nefs-i hevâya olmuşum tâbi” dediği ândayız… “Asra yemin olsun ki” hâlâ ziyandayız!

  • Добавить отзыв