Uğultulu Tepeler

Uğultulu Tepeler
Emily Brontë
Kadınların edebiyatla uğraşmasının hoş karşılanmadığı Victoria çağında Emily Brontë, kendi yolunda ilerleyerek ezberleri bozdu. Kız kardeşleriyle birlikte önce erkek isimleri kullanarak edebiyata hizmet etti. Ardından İngiliz edebiyatının kült eserleri arasında sayılan Uğultulu Tepeler’i okuyuculara kazandırdı. Aradan geçen uzun yıllara rağmen eserin hâlen popülerliğini koruması, Brontë’nin karakterleri titizlikle ilmek ilmek örmesiyle ilişkili olsa gerek. İnsan psikolojisinin karakterler üzerinden ne kadar iyi analiz edildiğine tanık olduğumuz Uğultulu Tepeler aşk ile nefret, tutku ile intikam gibi çetrefil duygularla yoğrulmuş bir eser. Öyle ki pek çok kişi tarafından eserdeki olayların gerçeğe aykırı bulunmaması, Emily Brontë’nin kendi hayatından da izler taşıdığını akıllara getirmiştir. "Biri ümitle beklemesini bilmiş, öbürü ümitsizliğe kapılmıştı; ikisi de kaderlerini seçti, ikisi de buna katlanmak zorunda kaldı."

Emily Brontë
Uğultulu Tepeler

Emily Brontë, 1818 yılında Thornton, İngiltere’de dünyaya geldi. Seyahatleri ve okul için ayrılması dışında tüm hayatını papaz olan babasının görevli olduğu Haworth’ta geçirdi. Annesini çok küçük yaşta kaybetti. Bu yüzden evlerinin idaresini teyzeleri üstlendi. Cowan Bridge’deki Clergy Daughters’ School’da geçirdiği tek bir yıl dışında, evde eğitim gördü. Kız kardeşi Charlotte’la bir süre eğitim almak için Brüksel’e gittiyse de kısa süre sonra yine Haworth’a geri döndü.
Bronte kardeşler tarih, coğrafya ve biyografi konularıyla da ilgilenebildiler ki bu, kendi yaşlarındaki ve sınıflarındaki kızlar için alışılmadık bir durumdu. Ancak daha da alışılmadık bir şekilde, babaları onlara kitaplara, süreli yayınlara ve gazetelere sınırsız ve sansürsüz erişim izni vermişti. Bu özgürlükten sonuna kadar yararlandılar ve bu okumalar, yaratıcı oyunlarının çoğuna ilham kaynağı oldu.
1845'te Charlotte, Emily’nin bazı şiirlerine rastladı ve bu, üç kız kardeşin de (Charlotte, Emily ve Anne) şiir yazdıklarının keşfedilmesine yol açtı. Bir yıl sonra, takma adlar kullanıp ortaklaşa bir şiir kitabı yayımladılar. Bu girişim, kız kardeşlere yaklaşık elli sterline mal oldu ve kitap yalnızca iki kopya satıldı.
Emily Brontë’nin tek romanı Uğultulu Tepeler, Aralık 1847’de yayımlandı. O da kız kardeşleri gibi romanı için bir yayıncı bulmakta çok zorlanmıştı.
Roman ilk yayımlandığında pek başarılı olmadı; eleştirmenler düşmanca davrandı. Hak ettiği değeri ancak çok sonraları bulabildi ve İngiliz edebiyatının başyapıtları arasındaki yerini aldı. Uğultulu Tepeler bugün artık klasik romanlar arasında sayılıyor ve en çok satanlar arasında daima ilk üç sırada yer almaya devam ediyor.
Brontë, romanıyla Viktorya Çağı’nın tüm geleneklerini, ahlak kurallarını altüst etti. Dramatik ve şiirsel sunumu, alışılmadık yapısıyla dönemin diğer romanlarından ayrıldı. Her şeyden fazla ölçülü davranmaya, törelere uymaya, aklı başında davranmaya özen gösterilen bir çağda, çılgın bir aşk tutkusunu anlattı. Ancak eleştirmenler kitabın sadece tutku ve coşkudan oluşmadığını; Emily Brontë’nin sadece romantik değil tam anlamıyla gerçekçi bir yazar olduğunu da dile getirmişlerdir. Viktorya Çağı’nda toplumun bireye, özellikle kadına uyguladığı baskıdan, bireye dayatılan kalıplaşmış düşünce ve yaşam biçimlerinden kurtulmak amacıyla Emily Brontë, romanında Gotik edebiyattan da büyük ölçüde yararlanmıştır.
Romanının yayımlanmasından kısa bir süre sonra Emily Brontë’nin sağlığı hızla bozulmaya başladı. Bir süredir hastaydı ancak tıbbi yardım almayı reddetti. 19 Aralık 1848’de, otuz yaşındayken tüberkülozdan hayata veda etti.
Azize Bergin, 1932 yılında İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Bursa’da geçti. Arnavutköy Amerikan Kız Kolejinde öğrenim gördü. 1950 yılında gazeteciliğe başladı. 1952 yılından itibaren gazetecilikle çevirmenliği bir arada sürdürdü. Çeşitli yayınevlerinde yayımlanan çeviri kitaplarının sayısı 200’ün üzerindedir. 33 yıl Hürriyet gazetesinde ve ağırlıklı olarak Kelebek ilavesinde çalıştı. 2007'de Hürriyet gazetesinden emekli oldu. Bergin, “Basın Şeref Kartı” sahibiydi. 2016 yılında Bodrum’da vefat etti.

ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER
B. EARNSHAW: Uğultulu Tepeler malikânesinin sahibi.
CATHERINE ya da CATHY: Earnshaw’nun oğlu, Catherine’in ağabeyi.
HEATHCLIFF: Earnshaw’nun büyüttüğü, çocuklarından daha çok sevdiği kimsesiz bir çocuk.
B. LINTON: Trushcross Çiftliği’nin sahibi.
ISABELLA: Linton’ın kızı; Heathcliff’le evlenir.
EDGAR: Linton’un oğlu; Catherine’le evlenir.
FRANCES: Hindley’in karısı.
HARETON: Hindley’le Frances’in oğlu, Catherine Earnshaw’nun ağabeyinin Catherine Linton’ın da dayısının oğlu.
CATHERINE LINTON: Earnshaw’nun kızı Catherine’le Edgar Linton’ın kızı.
LINTON HEATHCLIFF: Heathcliff’le Isabella’nın oğlu.
ELLEN DEAN ya da NELLY: Thrushcross Çiftliği’nde ev işlerine bakan yaşlı kadın; hikâyenin büyük bir kısmını o anlatır.
B. LOCKWOOD: Thrushcross Çiftliği’nin kiracısı; hikâyeyi anlatanlardan biri.
Olay 1750-1802 yılları arasında Kuzey İngiltere’de geçer.

1
Ev sahibimi -ileride başımı derde sokacak olan şu yalnızlığa meraklı komşumu- ziyaretten biraz önce döndüm. Burası gerçekten çok güzel bir yer! Bütün İngiltere’de, kalabalığın kaynaşmasından böylesine uzak bir çevre bulabileceğimi hiç sanmıyordum. İnsanlardan kaçan bir kimse için tam bir cennet burası… Bay Heathcliff’le ben de bu ıssızlığı paylaşmak için öyle uygun iki kişi oluyoruz ki!
Esaslı bir adamdı bu Heathcliff! Ben at üzerinde ona yaklaşırken kaşlarının altından kara gözleriyle beni şüpheli şüpheli süzdüğü sırada ve ona kendimi tanıtırken parmaklarını kıskançlıkla yeleğinin içine soktuğu zaman, kanımın ona nasıl kaynadığını fark etmedi bile.
“Bay Heathcliff sizsiniz, değil mi?” diye sordum.
Cevabı, başını eğmek oldu.
“Ben yeni kiracınız Lockwood, efendim. Buraya gelir gelmez sizi ziyaret etmekle şeref kazanmak istedim. Niyetim, Thrushcross Çiftliği’ne kiracı olarak gelmekte bu kadar ısrar edişimin sizi tedirgin edip etmediğini öğrenmekti. Dün duyduğuma göre, bazı düşünceleriniz varmış…”
Yüzünü buruşturarak sözümü kesti.
“Thrushcross Çiftliği benim malımdır, bayım! Kimsenin beni tedirgin etmesine müsaade edemem, elimden geldikçe… Girin içeri!”
Bu “Girin içeri!” sözlerini kısılmış dişlerinin arasından söylemiş, “Canın cehenneme!” demeye getirmişti. Üzerine yaslandığı bahçe kapısı bile efendisinin bu sözlerini beğenmediğini gösterir bir harekette bulunmadı. Yanılmıyorsam, sırf bu durum dolayısıyla daveti kabul ettim. Benden daha fazla çekingen davranan bu adama karşı, içimde bir ilgi uyanmıştı.
Atımın, kapıyı güzelce göğüslediğini görünce elini uzatıp kapının zincirini çözdü. Sonra somurtkan bir tavırla önüme düştü ve avluya girerken de bağırdı:
“Joseph, Bay Lockwood’un atını al; sonra da şarap getir!”
Bu çifte emrin bendeki tepkisi, “Herhâlde işlerin hepsini bir tek hizmetçi görüyor.” düşüncesi oldu. İçimden: “Kaldırım taşlarının arasından otların fışkırmasına şaşmamalı. Galiba otları da kocabaş hayvanlardan başka düzelten yok.” diyordum.
Joseph, güçlü kuvvetli görünmesine rağmen yaşlıca. Hayır, yaşlı hatta belki de çok yaşlı bir adamdı.
Atımı alırken aksi aksi: “Tanrı yardımcımız olsun!” diye söylendi. Bir yandan da yüzüme öyle ekşi ekşi bakıyordu ki yediği yemeği hazmedebilmesi için kutsal bir yardıma ihtiyacı olduğunu düşündüm. Bu davranışlarının da benim beklenmedik ziyaretimle ilgisi bulunmadığını anladım.
Uğultulu Tepeler, Bay Heathcliff’in malikânesinin adıdır. “Uğultulu” fırtına şeklinde esen rüzgârın çıkardığı sesi anlatmak için kullanılan bir sıfattır. Gerçekten de burada, havanın her zaman çok temiz ve sağlam olduğunu kabul etmek gerekir. İnsan burada kuzey rüzgârının kudretini, evin arkasındaki birkaç köknar ağacının yana yatışından, bir sıra cılız çalılığın bütün dallarının güneşten sadaka dilenir gibi bir yöne uzanmasından anlayabilir. Bereket ki mimar, bunları önceden düşünüp binayı sağlam yapmış: Daracık pencereler duvarların içine iyice oturtulmuş, köşeler de iri taşlarla sağlamlaştırılmış.
Eşiği geçmeden önce durdum, ön kısma özellikle sokak kapısının üzerine serpiştirilmiş kabartmaları hayranlıkla seyrettim. Kapının üzerinde yıpranmış ejderhalar, çıplak küçük çocuk kabartmaları arasında “1500” yılını, bir de “Hareton Earnshaw” adını gördüm. Bu konuda birkaç söz söyleyebilir, asık yüzlü ev sahibinden buranın kısa bir tarihçesini öğrenmek isteyebilirdim ama onun kapıdaki davranışları benden ya içeriye girmemi ya da çıkıp gitmemi istediğini belirtiyordu. Ben ise evin içini görmeden ev sahibinin sabrını taşırmak niyetinde değildim.
Sofa ya da aralık gibi bir yerden geçmeden bir adımda oturma odasına giriverdik. Bu çevrede, böyle odalara haklı olarak “ev” deniliyor çünkü genellikle mutfak da oturma odası da aynı yerde oluyor. Fakat galiba Uğultulu Tepeler’de mutfak, binanın başka bir bölümündeydi çünkü kap kacak tıngırtıları, pek derinden geliyordu; üstelik koca ocağın başında kaynatma, pişirme, kızartma gibi işlemlerin yapıldığına dair en küçük bir işaret yoktu. Duvarlarda da bakır tavalar, teneke süzgeçler asılı değildi. Yalnız bir köşede büyük meşe dolabın üstünde sıra sıra dizilmiş gümüş maşrapalar, ibrikler, kalaylı sahanlar, hem ışığı hem de ısıyı yansıtarak tavana kadar yükseliyordu. Tavan kaplı değildi, olduğu gibi çıplak bırakılmıştı. Yalnız bir kısmına çakılmış tahtalara asılı sığır, koyun, domuz butları tavanı örtüyordu. Ocağın üstünde çeşit çeşit eski korkunç tüfekler, bir çift horozlu tabanca vardı. Süs olsun diye de rafa cicili bicili çay takımları sıralanmıştı. Döşeme düzgün beyaz taştandı; iskemleler, yüksek arkalıklı, kaba görünüşlüydüler, yeşile boyanmışlardı. Koyu renkli birkaç tanesi de karanlık köşelere gizlenmiş duruyordu. Kap kacak tezgâhının altındaki kavisli bölümde, koyu kahverengi iri bir dişi av köpeği mızıldanan yavruları arasında uyukluyordu. Öbür köşelerde de başka köpekler siftinip duruyorlardı.
Bu daire, eşyalar; kuzeyde doğmuş, büyümüş, kısa pantolonlu, inatçı görünüşlü kendi hâlinde bir çiftçiye ait olsaydı şaşılacak bir yeri bulunmazdı. Tam zamanında yani akşam yemeğinden hemen sonra şu tepelerde, sekiz-on kilometre dolaşırsanız böyle bir kimseyi, koltuğuna oturmuş, önündeki yuvarlak masada duran köpüklü birasını içerken görebilirsiniz. Fakat Bay Heathcliff, çevresiyle de yaşayışıyla da tam bir tezat meydana getirmektedir. Dış görünüşüyle kara bir Çingene’den farksızdır ama giyimiyle, davranışlarıyla kibar bir beyi andırır. Yani bir köy ağası ne kadar kibar olabilirse o kadar… Biraz şapşal görünürse de dimdik, biçimli vücudu yüzünden kayıtsızlığı göze batmaz. Bazıları onun bir hayli kaba, gururlu bir adam olduğunu düşünebilirler. Ben, içten gelen bir duyuşla, durumun hiç de öyle olmadığını sezinliyorum. Biliyorum ki onun içine kapanık olması duygularını belli etmekten, karşılıklı nezaket gösterilerinde bulunmaktan hoşlanmamasından ileri geliyor. Onun sevgisi de nefreti de aynı derecede gizli olacaktır fakat yeniden sevilmeyi de nefret edilmeyi de bir nevi küstahlık gibi görecektir. Hayır, ben de fazla ileri gidiyorum, kendi özelliklerimi hiç çekinmeden ona mal ediyorum. Belki de benim gibi ileride tanıdığı olacak birine, hemen elini uzatmayışının çok daha başka sebepleri var. Yaradılış bakımından pek kimseye benzemediğime inanmak isterim; sevgili anacığım da hiçbir zaman rahat bir yuvaya kavuşamayacağımı söyler dururdu, böyle bir yuvaya layık olmadığımı da daha geçen yaz ispat ettim.
Deniz kıyısında, güneşli havaların tadını çıkarmaya çalışırken pek şahane bir yaratıkla tanışmıştım. O, benimle ilgilenmedikçe gerçek bir tanrıçaydı. Aşkımı asla sözlerle açıklamamıştım ama bakışların da bir dili varsa dünyanın en aptal insanı bile benim bakışlarımdan ona, deli divane âşık olduğumu anlayabilirdi. En sonunda o da beni anladı, bakışlarıyla cevap verdi. Hem de bakışların en tatlısıyla… Peki, ya ben ne yaptım? Utanarak itiraf ediyorum, buz gibi kesilip tıpkı bir salyangoz gibi kabuğuma çekildim. Her bakışım, biraz daha soğuk biraz daha uzaktı. Sonunda, zavallı masum yavrucak duygularından şüphelenmeye başladı, yaptığı hatanın verdiği şaşkınlık içinde, oradan uzaklaşmaları için annesini zorladı. Durumun böyle ilginç bir şekil almasıyla da kalpsiz damgasını yedim. Bunu ne kadar hak etmediğimi de ancak ben bilirim.
Ocak taşının yanında, ev sahibimin yöneldiği sandalyenin karşısında bir sandalyeye oturdum; aradaki sessizliği, yavrularının yanından uzaklaşan dişi köpeği okşayarak geçiştirmeye çalıştım. Köpek de dudakları kıvrılmış, beyaz dişleri sulanmış, tıpkı bir kurt gibi ayağımın arkasını ısırmaya hazırlanıyordu. Benim okşayışım, köpeğin uzun uzun hırıldamasına sebep oldu.
Bay Heathcliff köpeğin hırıltısından farksız bir sesle: “Hayvanı rahat bıraksan iyi olur!” dedi. Ayağıyla köpeğe bir tekme vurarak hayvanın şiddet gösterisini önledi. “Şımartılmaya alışık değildir. Zaten süs köpeği olarak beslenmiyor.” dedi. Sonra yan kapıya giderken tekrar bağırdı:
“Joseph!”
Joseph, kilerin derinliğinden anlaşılmaz bir şeyler geveledi ama yukarı çıkmaya da hiç niyeti olmadığı belliydi. Bunun üzerine efendisi, beni o dişi canavarla, ayrıca benim her hareketimi kıskanç bakışlarla gözlemeyi bu dişi köpekle paylaşan bir çift çoban köpeğiyle baş başa bırakıp aşağıya indi.
Hayvanların köpek dişleriyle ilişki kurmaya pek meraklı olmadığım için gık demeden, kımıldamadan oturdum ama onların sessiz hareketlerden pek bir şey anlamayacaklarını tahmin ettiğim için, üçlü gruba kaş oynatıp göz kırpmaya başladım. Yüzümün aldığı şekillerden biri, köpek hanımı pek rahatsız etmiş olacak ki birden öfkeyle kucağıma atladı. Onu geri itip hemen masanın arkasına çekildim. Bu olay, bütün sürüyü ayağa kaldırmıştı. Yarım düzine, değişik boyda, değişik yaşta dört ayaklı canavarlar, saklandıkları köşelerden çıkıp ortaya geldiler. Topuklarımın, paltomun eteklerinin saldırıya uğradığını hissediyordum. Saldırıların şiddetlice olanlarını ocağın demiriyle, gücüm yettiği kadar önlemeye çalışıyordum, bir yandan da huzura kavuşmak için ev halkından yardım istemek amacıyla bağırmaya başlamıştım.
Bay Heathcliff’le uşağı, kilerden insanı çıldırtacak derecede büyük bir soğukkanlılıkla çıktılar. Ocakbaşında müthiş bir vaveyladır koptuğu hâlde, onların her zamankinden birazcık daha hızlı yürüdüklerini sanmıyorum.
Neyse ki mutfağın sakinlerinden biri; eteğinin bir ucu beline sokulmuş, kolları çıplak, yanakları fırın ateşinden kızarmış, şişman bir kadın, elindeki tavayı sallayarak geldi. Zehir gibi diliyle tavasını silah olarak kullandı da fırtına diniverdi. Efendisi sahneye geldiği zaman da kadın, odanın ortasında fırtınadan sonra dalgalanan deniz gibi kabara kabara nefes alıp veriyordu.
Evin beyi, hele beni o kaba karşılayışından sonra güçlükle dayanabileceğim bir tavırla yüzüme bakarak sordu:
“Ne herzeler yeniyor burada?”
“Ne herzeler yenmiyor ki!” diye mırıldandım. “Cin çarpmış bir domuz sürüsü bile sizin şu hayvanlarınızdan daha kötü ruh taşıyamaz, Beyefendi. Misafirlerinizi aç kaplanların ortasına bırakırsanız daha iyi edersiniz.”
Şişeyi önüme koyup masayı düzeltmeye çalışırken:
“Onlar hiçbir şeyi ellemez, kimselere dokunmazlar.” dedi ve ekledi.
“Köpeklere uyanık olmak yaraşır. Bir bardak şarap içer misiniz?”
“Hayır, teşekkür ederim.”
“Isırmadılar ya?”
“Öyle bir şey olsaydı ısıranın hesabını görürdüm.”
Heathcliff rahatlayarak gülümsedi:
“Hadi hadi! Bay Lockwood…” dedi. “Korktunuz. Azıcık şarap için. Bu eve misafir o kadar seyrek gelir ki ben de köpeklerim de onlara karşı nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Sağlığınıza, efendim.”
Başımı eğdim, bu temenniye aynen karşılık verdim. Bir alay adi köpeğin adice davranışına küsüp oturmanın budalalık olacağını anlamaya başlamıştım. Sonra, bu adamın benimle fazla eğlenmesini de istemiyordum, çünkü hâlinden bunu sezmiştim.
O da herhâlde iyi bir kiracıyı kızdırmanın saçma bir iş olduğunu düşünmüştü ki sizli bizli konuşmayı bırakmış, beni ilgilendireceğini tahmin ettiği konularda samimi bir ifadeyle konuşmaya başlamıştı. Konu da benim herkesten uzak yaşamak için seçtiğim bölgenin iyi ya da kötü taraflarıydı.
Değindiğimiz konularda onun çok bilgili olduğunu fark ettim. Eve gitmek üzere ayrılmadan önce de ertesi gün onu tekrar ziyaret edebileceğimi söylemek cesaretini buldum.
Kendisini tekrar rahatsız etmemi istemediği muhakkaktı. Fakat ben gene de gideceğim. Onun yanında ben kendimi çok daha insancıl buluyorum. Bu da şaşılacak bir şey…

2
Dün öğleden sonra hava sisli, soğuktu. Çamurlara, çalılara bata çıka Uğultulu Tepeler’e gitmeye çalışmaktansa vaktimi çalışma odamda ocağın başında geçirmeye hemen hemen kararlıydım. Yalnız, yemekten sonra tembellik etme düşüncesiyle merdivenleri çıkıp odaya girdiğim zaman bir hizmetçi kızın, fırçalar, süpürgeler arasında odanın ortasına diz çökmüş olduğunu gördüm. Ocağın ateşine kül atıp söndürürken de öyle toz çıkarıyordu ki… (Ben on iki ile bir arasında yemek yerim. Evle beraber devredilmiş olan kâhya kadın, benim saat beşte de yemek yemek isteyebileceğimi anlayamıyordu ya da anlamak istemiyordu.) Bu manzara beni hemen geri dönmeye zorladı; şapkamı aldım, yedi kilometrelik bir mesafeyi yürüdükten sonra Heathcliff’in bahçe kapısına ulaştım. Tam bu sırada lapa lapa yağmaya başlayan karın tüy gibi serpintilerinden kurtuldum.
O çıplak tepe üzerinde toprak dondan sertleşmişti. Hava da beni iliklerime kadar titretti. Zinciri kaldıramayınca üzerinden atladım. İki yanı böğürtlenli o taş döşeli yoldan koşa koşa kapıya geldi; parmaklarım uyuşuncaya, köpekler havlamaya başlayıncaya kadar da durmadan kapıya vurdum.
İçimden: “Sefiller!” diye mırıldanıyordum. “Bu misafirsevmezliğiniz yüzünden hemcinslerinizden ayrı düşmeyi hak ettiniz. Ben hiç olmazsa güpegündüz kapımı kilitli tutmayı düşünmezdim. Ama bana vız gelir… Nasıl olsa içeri gireceğim!”
Bu kararı verdikten sonra kapının tokmağını kavradım ve hırsla salladım. Sirke suratlı Joseph, ahırın yuvarlak pencerelerinin birinden başını uzattı.
“Burada ne işin var?” diye bağırdı. “Efendiyi arıyorsan orada kümeste, ahırın az ilerisinde. Onunla konuşacaksan oraya git!”
Buna karşılık ben: “İçeride kapıyı açacak kimse yok mu?” diye bağırdım.
“Hanımdan başka hiç kimse yok, o da sana kapıyı hiç açmaz, akşama dek vursan da gene açmaz.”
“Niçin? Benim kim olduğumu ona söylemez misin, Joseph ha?”
“Ben mi? Aah, ben bu işe karışmam!” diye söylenirken başı pencereden kayboldu.
Kar şiddetini artırmıştı. Bir kere daha denemek için tokmağı kavradım. O sırada, arka avluda omuzunda başak tırmığıyla ceketsiz bir delikanlı belirdi, peşinden gitmemi işaret etti. Çamaşırhaneyi geçip kömürlüğü, tulumbayı, güvercin kafesini geride bıraktıktan sonra, daha önce buyur edildiğim o büyük, iç açıcı, ılık salona vardık.
Kömür, odun karışımı ile yanan ocağın ateşi, salona girer girmez insanın yüzüne vuruyordu. Üzeri bol akşam yemekleriyle dolu masanın yanı başında da varlığından hiçbir zaman şüphe etmediğim “hanım”ın oturduğunu görmek hoşuma gitti.
Başımla selam verdim, bana oturmamı söylesin diye bekledim. Kadın, koltuğuna yaslanarak bana baktı, hiç sesini çıkarmadığı gibi yerinden de kıpırdamadı.
“Hava çok sert.” dedim. “Uşaklarınızın vurdumduymazlığının cezasını ne yazık ki kapınız çekiyor, Bayan Heathcliff. Onlara sesimi duyuruncaya kadar kapıyı bir hayli hırpaladım.”
Kadın ağzını hiç açmadı. Ben ona baktım, o bana baktı. Gözlerini benden hiç ayırmıyordu. Soğuk, sevimsiz; insana utanç verecek, canını sıkacak bir ifadeyle bakıyordu.
Delikanlı, boğuk bir sesle: “Oturun.” dedi. “Bey de neredeyse gelir.”
Dediğini yaptım, bir şeyler kekeledim; sonra beni ikinci defa görünce tanıdığını belli etmek için kuyruğunu sallayan o alçak Juno’ya seslendim.
“Çok güzel bir hayvan.” diye yeniden laf açtım. “Yavrularını dağıtmayı düşünüyor musunuz, Hanımefendi?”
Sevimli ev sahibesi, Heathcliff’ten bile daha sert bir tavırla:
“Onlar benim değil!” diye söylendi.
Ben de kediye benzer yaratıklarla dolu yastığa doğru dönerek:
“Sizin gözdeleriniz şunlar olmasın?” dedim.
Kadın, öfkeli: “Aman! Ne de gözde olacak şeyler!” dedi.
Aksilik bu ya, bunlar meğer bir yığın ölü tavşanmış. Gene kem küm ettim, ocağa yaklaşıp havanın kötülüğü konusundaki sözlerimi tekrarladım.
Kadın yerinden kalkıp ocağın rafı üzerindeki boyalı çay bardaklarından ikisini almaya uzanırken:
“Dışarı çıkmamalıydınız.” dedi.
Daha önce kadın gölgede kalmıştı, şimdi ise onu iyice görebiliyordum. Zayıf ve nahifti, genç kızlık çağını henüz geçmiş olmalıydı. Vücudu güzeldi, yüzü de şimdiye kadar gördüğüm küçük yüzlerin en şiriniydi. Lepiska… Hayır, altın sarısı bukleler narin boynuna doğru sarkıyordu, bakışları biraz daha yumuşak olsaydı onlara kimse dayanamazdı… Ama Tanrı’ya şükür, bu gözlerdeki tek ifade, küçük görme ile çaresizlik arası, bu gözlere hiç de yakışmayan bir ifadeydi.
Çay bardakları epey uzaktaydı, onlara erişemeyecekti; ben ona yardım etmek için davrandım. Tıpkı altınlarını saymakta olan bir cimrinin kendisine yardım etmek isteyen bir kimseye dönüşünü andıran bir hava içinde, hışımla bana döndü.
“Sizden yardım istemem!” diye kestirip attı. “Ben onları kendim alırım.”
Hemen:
“Affedersiniz.” dedim.
Kusursuz siyah elbisesinin üzerine bir önlük bağladı, elinde bir kaşık çayla çaydanlığa doğru eğilirken:
“Çaya davet edilmiş miydiniz?” diye sordu.
“Bir bardak verirseniz memnuniyetle içerim.” dedim.
Kadın sorusunu tekrarladı:
“Davet edilmiş miydiniz?”
Hafifçe gülümseyerek:
“Hayır.” dedim. “Beni davet etmesi gereken kimse, sizsiniz.”
Çayı kaşığıyla birlikte kutuya atarak öfkeyle yerine oturdu. Alnı kırışmış, o kıpkırmızı alt dudağı, ağlamaya hazırlanan bir çocuğunki gibi sarkmıştı.
Bu arada delikanlı da omuzlarına eski püskü bir ceket almış, ateşin karşısında dimdik duruyor sanki aramızda paylaşılmamış bir koz varmış gibi gözlerinin kuyruğundan dik dik beni süzüyordu. Onun, bir uşak olup olmadığından da şüphelenmeye başlamıştım. Kıyafeti, konuşması pek kabaydı. Bay, Bayan Heathclifflerde göze çarpan üstünlük havasından onda eser yoktu. Kıvırcık kumral saçları, hem gürdü hem de çok bakımsızdı; favorileri yanaklarına doğru uzuyordu, elleri de işçi eli gibi kir içindeydi. Yalnız davranışları serbest hatta biraz da mağrurdu, evin hanımına hizmet ederken de bir uşaktan beklenen şekilde atik davranmıyordu.
Onun durumunu kesin olarak öğrenmemi sağlayacak ipuçlarını elde edemediğim için adamın garip davranışlarını görmezlikten gelmeyi tercih ettim. Zaten beş dakika sonra da Heathcliff’in içeri girmesiyle ben de bu huzursuz durumdan biraz olsun kurtuldum.
Neşeli bir hâl takınarak:
“Görüyorsunuz ya, söz verdiğim saatte geldim efendim!” diye bağırdım. “Havanın kötülüğü yüzünden de yarım saat kadar burada kalmam gerekecek ama tabii, evinizde kalmama izin verirseniz…”
Elbisesinin üzerindeki beyaz tanecikleri silkeleyerek:
“Yarım saat mi?” diye mırıldandı. “Buralara gelmek için böyle karlı, fırtınalı havayı seçmenize şaştım doğrusu. Bataklıkta yolunuzu kaybetme tehlikesinin bulunduğunu biliyor musunuz? Bu kırları iyi bilenler bile böyle zamanlarda sık sık yollarını kaybedebilirler. Hem size bir şey söyleyeyim mi, şimdilik havanın düzelme ihtimali de hiç yok.”
“Belki de adamlarınızdan biri bana kılavuzluk edebilir, sabaha kadar da çiftlikte kalır. Bana birini verebilir misiniz?”
“Hayır, veremem.”
“Ya, öyle mi? O hâlde ben de işimi kendim hallederim.”
“Öf!”
O eski püskü ceketli delikanlı, yırtıcı bakışlarını benden ayırıp genç kadına çevirerek sordu:
“Çayı hazırlayacak mısınız?”
Kadın da Heathcliff’e dönerek:
“Ona da çay verilecek mi?” diye sordu.
Cevap: “Hadi, hazırla!” oldu. Bu, öyle sert bir sesle söylenmişti ki yüreğim oynadı. Bu sözlerdeki eda, adamın tabiatının kötülüğünü açığa vuruyordu. Artık Heathcliff için esaslı bir adam demek de içimden gelmiyordu.
Hazırlıklar tamamlanınca beni:
“Hadi bakalım efendi, çek sandalyeni.” sözleriyle sofraya çağırdı.
Kaba delikanlı dâhil, hepimiz masanın etrafına dizildik, ciddi bir sessizlik içinde yiyip içmeye koyulduk.
Sofra başındaki bulutlu havaya nasıl ben sebep olduysam bulutları dağıtmanın da gene bana düştüğünü düşünüyordum. Bu insanlar, her gün sofraya böyle ciddi, öfkeli bir hâlde oturamazlardı; ne kadar kötü huylu olurlarsa olsunlar gene de bu öfkeli ifade yüzlerinin her zamanki normal ifadesi değildi herhâlde.
Birinci bardağı bitirip ikincisini beklerken:
“Çok garip…” diye söze başladım. “Geleneklerin zevklerimize, fikirlerimize şekil vermesi çok garip. Birçokları, sizin şu dünyadan uzak tam bir sürgün gibi yaşayışınızda mutlu bir taraf bulunabileceğini akıllarına bile getirmezler, Bay Heathcliff. Fakat şunu da söylemek isterim ki bir aile çevresi içinde bulunurken ve kalbinizle evinizin koruyucu meleği sevimli hanımınız varken…”
Yüzünde şeytanca bir gülümseyişle sözümü kesti:
“Benim sevimli hanımım mı? Nerede o? Yani şu, benim sevimli hanımım nerede?”
“Bayan Heathcliff, yani hanımınız demek istedim.”
“Ha, evet… Yani, vücudu çürüdükten sonra da ruhunun koruyucu bir melek olduğunu, Uğultulu Tepeler’i korumak görevini üzerine aldığını söylemek istiyorsunuz, öyle mi?”
Pot kırdığımı fark ederek bunu düzeltmeye çalıştım. İkisi arasında karı koca olmalarına imkân bırakmayacak derecede büyük yaş farkı bulunduğunu tahmin etmeliydim. Biri kırk yaşlarındaydı; bu da bir erkeğin bir kadınla aşk evliliği yapabilme ihtimalinin pek zayıf olduğunu anlayacak kadar kafasının işlediği bir yaştır. Bu hayal ancak çökme yaşlarında bizim tek avuntumuz olur. Öteki de daha on yedisinde bile görünmüyordu.
Birden zihnimde bir şimşek çaktı: Şu dirseğimin dibinde oturup çanaktan çay içen, ekmeğini kirli elleriyle yiyen palyaço, onun kocasıydı mutlaka. Heathcliff’in de oğlu olsa gerekti. İşte diri diri gömülmenin sonucu da buydu: Ondan daha iyilerinin varlığından haberi olmadığı için kızcağız kendini, bu hödüğün kollarına atmıştı. Ne yürekler acısı bir durum! Onda pişmanlık duygusu uyandırmamaya dikkat etmeliyim.
Bu düşüncemle biraz kendimi beğenmişlik yaptığım sanılabilir ama öyle değil. Komşum, bana dünyanın en berbat insanı gibi görünmüştü. Bir hayli yakışıklı olduğumu da edindiğim tecrübeler bana öğretti.
Heathcliff:
“Bayan Heathcliff, benim gelinimdir.” diyerek düşüncelerimi doğruladı. Konuşurken nefret dolu bir bakışla ona bakıyordu. Yüzündeki kaslar, bütün öteki insanlardakinin tersine, içinden geçenleri yansıtmayacak anormal bir yapıda değilse tabii.
Yanımdakine dönerek:
“Ha, tabii şimdi anladım.” dedim. “Bu koruyucu meleğin talihli sahibi sizsiniz.”
Bu, önceki potumdan daha kötü olmuştu. Delikanlının yüzü, al al oldu; hücum etmeye hazırlanıyormuş gibi yumruklarını sıktı. Sonra kendini çarçabuk toplayıverdi, havaya pek kaba bir şekilde küfretti. Bunu aslında bana söylemişti ama ben duymazlıktan geldim.
Ev sahibim:
“Ne yazık ki tahminlerinde hep yanılıyorsun, efendi.” dedi. “İkimiz de sizin iyilik perinize sahip olma şansını elde edemedik. Onun eşi öldü. Onun gelinim olduğunu daha önce size söylemiştim; demek ki benim oğlumla evlenmiş.”
“Öyleyse bu genç adam da…”
“Oğlum değil elbette.”
Heathcliff, kendisini bu ayının babası sanmam pek garip bir şeymiş gibi gülümsedi.
Öbürü de: “Benim adım, Hareton Earnshaw.” diye gürledi. “Bu isme saygı göstermeni tavsiye ederim.”
Adamın kendini böbürlenerek takdim edişine içimden gülerek:
“Saygıda kusur etmedim ki.” diye karşılık verdim.
Gözlerini ısrarlı bir şekilde üzerime dikmişti. Ben bakışlarımı başka yöne çevirmek zorunda kaldım çünkü kulaktozuna bir yumruk sallamaktan ya da kendimi tutamayıp kahkahalarla gülmekten korkuyordum. Bu sevimli aile çevresinde, kendimi pek yabancı hissetmeye başlamıştım. Buranın havasındaki huzursuzluk, bütün maddi rahatlıklarını hiçe indirmekteydi. Bir üçüncü defa bu çatı altına girmeden önce, uzun uzun düşünmeyi kararlaştırdım.
Yemek işi sona erdikten sonra hiç kimse ağzını açıp bir çift güzel laf etmeye niyetli görünmeyince havanın durumuna bakmak üzere pencerelerden birinin önüne gittim.
Gördüğüm manzara, pek iç karartıcıydı: Etraf pek vakitsiz gecenin karanlığına bürünmüş, gökyüzü ile tepeler acı bir soluk kesici rüzgârın girdabıyla kar fırtınası içinde birbirine girmişti.
“Yanımda bir kılavuz olmadan eve gitmemin mümkün olacağını sanmıyorum!” diye elimde olmadan bağırdım. “Yollar şimdiden karla kaplanmıştır. Öyle olmasa bile bir adım ötesini görmeme imkân yok.”
Heathcliff: “Hareton, şu koyunları ahırın sundurmasına sür.” dedi. “Bütün gece ağılda kalırlarsa üstleri karla örtülür. Önlerine bir kalas koymayı da unutma.”
Gittikçe artan bir öfkeyle: “Peki, ben nasıl gideceğim?” diye sordum.
Soruma karşılık alamadım. Etrafıma bakınca köpekler için bir bakraç dolusu yulaf getiren Joseph’le, ocağın üzerindeki raftan çay fincanlarını alırken yere düşürdüğü kibritleri teker teker yakarak oyalanmaya çalışan Bayan Heathcliff’ten başka kimseyi göremedim.
Joseph, yükünü bıraktıktan sonra odaya şöylece tenkitçi gözlerle bakındı, çatlak sesiyle söylenmeye başladı:
“Herkes bir yana gidip bir şeyler yaparken sen nasıl burada aylak aylak dolaşıyorsun, ben onu anlamıyorum. Sen hiçbir işe yaramazsın. Kulağına da hiçbir söz girmiyor. Kötü âdetlerinden de vazgeçeceğin yok. Tıpkı annen gibi seni de şeytan çarpacak!”
Bir an, bu sözlerin bana söylendiğini sandım. Öfkelenerek ihtiyar budalayı bir tekmeyle dışarı atmak için ona doğru yürüdüm. Bayan Heathcliff’in cevap vermesi beni durdurdu.
“Seni gidi utanmaz, ikiyüzlü bunak seni! Şeytanın adını ağzına alınca çarpılacağını hiç düşünmüyor musun? Sana haber vereyim, beni kızdırmaktan vazgeç yoksa senin işten atılmanı yalvar yakar isteyeceğim.” Kadın, raftan koyu ciltli bir kitap alarak seslendi. “Sana büyücülükte ne kadar ilerlediğimi göstereceğim. Pek yakında da yapamayacağım hiçbir şey kalmayacak. Kızıl inek tesadüfen ölmedi, senin romatizmalarının da alın yazısı olduğuna inanmak güç…”
İhtiyar adam: “Ah! Şeytan kadın, şeytan kadın!” diye söylendi. “Tanrı bizi kötülüklerden korusun.”
“Sus… İmansız! Sen lanetlinin birisin. Defol yoksa fena hâlde canını yakarım. Burada hepinizi muma çevireceğim. Bana karşı koymaya ilk yelteneni de… Ona ne yapacağımı söylemeyeceğim ama sen göreceksin! Defol, seni göz hapsinde tutuyorum, bunu unutma!”
Küçük cadı, güzel gözlerine kötü bir ifade vermişti. Joseph de içten gelen bir dehşet duygusuyla, bir yandan dua edip bir yandan “Cadı!” diye söylenerek titreye titreye dışarı çıktı.
Kadının davranışının sıkıntıdan ileri gelen bir çeşit oyun olduğunu düşündüm, onunla yalnız kalınca da içinde bulunduğum sıkıntılı durumla onu ilgilendirmeye çalıştım.
Ciddi ciddi: “Bayan Heathcliff…” dedim. “Sizi rahatsız ettiğim için bağışlayın beni… Yalnız, sizde bu güzel yüz varken ister istemez yufka yürekli olmuşsunuzdur. Bana, evimi bulmama yardım edecek bir-iki ipucu verin. Siz Londra’ya nereden, nasıl gidilebileceğini bilmediğiniz gibi ben de buradan evime nasıl gideceğimi bilemiyorum.”
Kadın, iskemlesine iyice büzülerek oturmuştu. Önünde bir mum vardı. Koca kitap da açılmış, kucağında duruyordu:
“Geldiğiniz yoldan dönün.” dedi. “Belki çok kısa bir öğüt ama size bundan daha iyisini veremem.”
“Beni bataklıkta ya da karla kaplanmış bir hendekte ölü bulurlarsa buna, biraz da sizin sebep olduğunuzu düşünerek vicdanınız sızlamayacak, öyle mi?”
“Ben nasıl sebep olabilirim? Sizinle beraber gidemem ki! Bahçe duvarının önüne kadar gitmeme bile izin vermezler.”
“Siz mi? Böyle bir gecede benim için eşikten dışarı adımınızı atmanıza bile gönlüm razı olmaz!” diye bağırdım. “Bana yolumu tarif etmenizi istiyorum, göstermenizi değil. Ya da Bay Heathcliff’i benim yanıma bir kılavuz vermeye zorlamanızı istiyorum.”
“Kimi versin? Burada bir o, bir de Hareton, Zillah, Joseph ve ben varız.”
“Çiftlikte çalışan yanaşma falan yok mu?”
“Hayır, hepsi bu kadar.”
“Öyleyse ben de bu gece, burada kalmak zorundayım.”
“Bunu, ev sahibinizle kararlaştırın. Benim bu işle bir ilgim yok.”
Mutfağın önünde Heathcliff’in sert sesi duyuldu:
“Umarım bu, sana ders olur da tepelerde aklına estiği gibi dolaşmaktan vazgeçersin! Burada kalmaya gelince: Misafirler için hazır yatak bulundurmam ben. Kalacak olursan ya Hareton ya da Joseph’in yatağında yatmayı göze alırsın.”
“Ben, bu odadaki sandalyelerden birinin üzerinde uyuyabilirim.” dedim.
Kaba herif:
“Hayır, hayır!” dedi. “Yabancı, zengin de olsa fakir de olsa gene yabancıdır. Ben, göz hapsinde bulundurmadıkça bir yabancıyı buralarda başıboş bırakmak işime gelmez.”
Bu hakaret, sabrımı tüketmişti. Bir küfür savurdum, onu itip avluya çıkmak üzere telaşla yürürken Hareton’a çarptım. Etraf o kadar karanlıktı ki çıkış yerini göremiyordum. Elimle araştıra araştıra dolanırken birbirlerine yaptıkları medenice muamelelerden birine daha kulak misafiri oldum.
Başlangıçta, delikanlı benimle dost olmaya niyetli görünüyordu.
“Ben, parka kadar onunla giderim.” dedi.
Efendisi ya da nesiyse: “Cehenneme kadar yolun var!” diye bağırdı. “Atlara kim bakacak?”
Bayan Heathcliff umduğumdan çok daha yumuşak bir tavırla söylendi:
“Bir insanın hayatı, atların bir gecelik ihmal edilmelerinden çok daha önemlidir. Birisinin onunla gitmesi şart.”
Hareton terslendi:
“Ama senin emrinle değil. Ona abayı yaktıysan çeneni tutman daha hayırlı olur.”
“Öyleyse dilerim Tanrı’dan, ruhu hepinizin rahatını kaçırsın; umarım Bay Heathcliff de çiftlik yıkılıp dökülünceye kadar kiracı bulamaz.”
Joseph’in yanına yaklaştım.
“Bakın hele!” diye bağırdı. “Kadın hepsini lanetliyor!”
Konuşulanları duyabileceği bir yere çömelmiş, lamba ışığı altında inekleri sağıyordu. Lambayı hızla kaptığım gibi: “Yarın geri yollarım!” diye bağırarak en yakın kapıya koştum.
Yaşlı adam: “Bey, bey!” diye bağırarak peşime düştü. “Lambayı çalıyor bu herif! Hey, kuçu kuçu! Hey köpek, kurt tutun şu herifi!”
Ön kapı açılınca uzun tüylü iki canavar boğazıma saldırdı, beni yere yıktı. Bu arada lamba da sönmüştü; Heathcliff’le Hareton’ın birbirine karışan kahkahaları öfkemi de utancımı da son haddine vardırmıştı.
Neyse ki o iki canavar beni diri diri parçalamaktan çok, bacaklarını uzatıp gerinerek kuyruklarını sallaya sallaya esnemeye meraklıydılar. Fakat benim yerden kalkmama da göz yummayacaklardı; bu yüzden, o kötü yürekli efendilerinin gönlü olup beni kurtarıncaya kadar yerde yatmak zorunda kaldım. Ondan sonra da başım açık, öfkeden titreye titreye haydutlara, beni serbest bırakmalarını emrettim. Beni bir dakika daha orada tutmaları kendi aleyhlerine olacaktı. Bu arada öyle duyulmamış tehditler savurdum ki benim hıncımın sonsuzluğu yanında, Kral Lear’ınkiler hiç kalırdı.
Sıkıntımın şiddeti, burnumun kanamasına sebep oldu. Heathcliff hâlâ gülüyor, ben de hâlâ tehdit savuruyordum. Benden daha sakin, benimle eğlenenlerden daha insaflı biri, gelip işe karışmasaydı bu oyun nasıl sona ererdi bilmiyorum. Biri dediğim şu şişman kâhya kadın, Zillah idi. Kopan gürültünün sebebini anlamak için nihayet dışarı fırlamıştı. Birilerinin bana kötülük ettiklerini düşünmüş. Efendisine karşı gelmek cesaretini gösteremediği için de insafsızların gencini, kelimelerle yaylım ateşine tutmuştu.
“Daha neler, Bay Earnshaw!” diye bağırdı. “Bakalım bundan sonra ne halt karıştıracaksınız! Kapımızın eşiğinde cinayet mi işleyeceğiz? Yo, bu ev bana göre bir yer değil. Şu zavallı çocuğa bakın, neredeyse boğulacak. Şşşt, sus! Bu böyle devam etmez… Hadi gel de yaranı bereni sarayım. Ha şöyle, kımıldama.”
Bu sözlerle birlikte bir kova dolusu buz gibi suyu başımdan aşağı döktü, sonra beni zorla mutfağa götürdü. Bay Heathcliff de peşimizden geldi. Yüzündeki geçici neşe kaybolmuş, her zamanki suratsız, kederli havasına bürünmüştü.
Çok hastaydım, başım dönüyordu, bayılacak gibiydim. Bu yüzden de adam beni çatısının altında barındırmak zorunda kaldı. Zillah’ya bana bir bardak konyak vermesini söyledi, sonra içerideki odaya geçti. Bu sırada Zillah da diller dökerek beni teselli etmeye çalıştı. Efendisinin emrini de yerine getirdikten sonra, kendimi biraz daha iyi hissedince yatmaya götürdü.

3
Beni yukarı kata çıkarırken mumu gizlememi, gürültü yapmamamı tembih etti. Çünkü beni yatıracağı oda hakkında efendisinin garip bir inancı varmış; hiçbir zaman da orada bir kimsenin yatmasına izin vermezmiş. Sebebini sordum.
Bilmediğini söyledi; buraya geleli ancak bir-iki yıl olmuştu; bu süre içinde o kadar garip olaylarla karşılaşmışlardı ki artık merak bile etmiyordu.
Ben de meraklanamayacak kadar aptallaşmış olduğum için kapımı kapadım, çevreme bakınıp yatağı aradım. Odanın bütün eşyası bir koltuk, bir elbise dolabı, bir de tepesine posta arabalarının pencerelerine benzeyen dört köşe pencereler açılmış kocaman bir meşe sandıktan ibaretti.
Yanına gidip içine bakınca bunun çok eski model acayip bir yatak olduğunu fark ettim. Ailenin her ferdini teker teker oda ihtiyacında bırakmayacak şekilde yapılmıştı. Daha doğrusu, küçük bir odacıktan farkı yoktu, içindeki bir pencerenin alt kenarı da masa işi görüyordu.
Kapısının kanatlarını açtım, elimde mumla içine girdim, kanatları tekrar kapadım. Artık Heathcliff’in gözetlemelerine karşı da başkalarına karşı da kendimi güvende hissediyordum.
Mumu yerleştirdiğim pencere kenarının bir köşesinde üst üste yığılmış birkaç küflü kitap vardı, tahtanın boyalı kısımlarına ise birtakım yazılar kazılmıştı. Daha doğrusu bu yazılar, büyüklü küçüklü, çeşit çeşit harflerle tekrar tekrar yazılmış bir addan ibaretti. Catherine Earnshaw; bazı yerlerde değişip Catherine Heathcliff bazı yerlerde de Catherine Linton oluyordu.
Miskinlikten doğma bir kayıtsızlık içinde başımı pencereye dayadım “Catherine Earnshaw, Heathcliff, Linton” diye gözlerim kapanana kadar okumaya devam ettim. Gözlerim kapanalı beş dakika bile olmamıştı ki karanlığın içinden beyaz harfler belirdi, boşluk Catherinelerle dolmaya başladı; bu yılışık adın etkisinden kurtulmak için yerimden doğrulduğum zaman, mumun eski kitaplardan birinin üzerine eğilmiş olduğunu, ortalığı da yanık deri kokusunun kapladığını fark ettim.
Mumu üfleyip söndürdüm; soğuktan, mide bulantısından huzurum kaçmış bir hâlde oturup kenarı yanmış kitabı dizlerimin üstüne koydum. Bu, ince harflerle yazılmış bir İncil’di, pek ağır küf kokuyordu. Baş tarafındaki boş sayfaya: Bu kitap, Catherine Earnshaw’nundur, yazılmış çeyrek yüzyıl öncesine ait bir tarih atılmıştı.
Onu kapadım, başkasını aldım; sonra ötekini, daha sonra ötekini derken hepsini gözden geçirdim. Catherine’in kütüphanesinde seçme eserler vardı; yıpranma durumlarından da bir hayli kullanıldıkları belli oluyordu ama hepsinin de meşru maksatlarla kullanıldığı söylenemezdi çünkü hemen hemen hiçbir kısmın başı yoktu ki kitap basılırken boş bırakılan yerlere mürekkeple birtakım yorumlar -yorum değilse bile ona benzer şeyler- yazılmış olmasın. Kimisi birbirini tutmayan cümlelerdi kimisi de kişiliğini bulamamış, çocuksu bir el yazısıyla çiziktirilmiş hatıralar hâlindeydi. Boş bir sayfanın üst kısmında, yapıldığı zaman oldukça kıymetli bir sanat eseri havasını taşıyan dostum Joseph’in, kabataslak çizilmiş bir karikatürünü görünce pek sevindim.
İçimden hemen bu meçhul Catherine’e karşı bir ilgi uyandı, onun hiyeroglifi andıran soluk yazılarını şifre çözer gibi çözmeye koyuldum.
Alttaki paragraf: Berbat bir pazar… diye başlıyordu. Babam geri dönebilseydi! Hindley onun yerini hiç dolduramıyor… Hele Heathcliff’e karşı çok kötü davranıyor. H. ile beraber isyan çıkaracağız… İlk adımı bu akşam attık.
Bütün gün yağmurdan her yanı seller götürdü. Kiliseye gidemedik; onun için bizi Joseph, tavan arasına toplayıp ayin yapmak istedi. Bu yüzden de Hindley ile karısı, aşağıda ocakbaşında rahat rahat oturup “İncil” okumaktan başka her işi yaparlarken -buna kalıbımı basarım- Heathcliff’e, bana, zavallı yamak çocuğa dua kitaplarımızı alıp yukarı çıkmamız emredildi. Orada bir mısır çuvalının üstüne dizilmiş inleyip titrerken duayı kısa kessin diye Joseph’in de titremesi için dua ediyorduk. Ne boş fikir! Ayin tam üç saat sürdüğü hâlde ağabeyim bizim aşağıya indiğimizi görünce: “Ne o? Bu kadar çabuk mu bitti?” diye bağırdı.
Eskiden pazar akşamları fazla gürültü yapmadığımız takdirde, oyun oynamamıza izin verilirdi; şimdi ise bir küçük çıtırtı hepimizi birer köşeye dağıtmaya yetiyor. Zalim diktatör: “Burada bir efendinin bulunduğunu unutuyorsunuz!” diyor. “Tepemi attıracak olanı, yok edeceğim. Tam bir sessizlik, sükûnet istiyorum. Hay Allah! Sen miydin? Frances, sevgilim şunun yanından geçerken saçını bir çekiver; parmaklarını çıtırdattığını duydum.”
Frances, çocuğun saçlarını olanca gücüyle çektikten sonra, gidip kocasının kucağına oturdu. Orada iki küçük bebek gibi öpüşüp koklaşarak bizim bile utanacağımız cinsten saçma sapan sözlerle saatlerce vakit geçirdiler.
Biz de mutfak tezgâhının altına büzülmüş, kendi imkânlarımızla oyalanmaya çalışıyorduk. Önlüklerimizi birbirine bağlamış, perde gibi asmıştım. Derken Joseph bir iş için ahırdan çıkageldi. Perdeyi çektiği gibi emeklerimi boşa çıkardı, kulaktozuma bir yumruk savurduktan sonra çatlak sesiyle söylendi:
“Bey gömüleli şunun şurasında kaç gün oldu ki! Edilen dualar daha kulaklarınızda çınlıyordur. Bir de kalkmışlar eğleniyorlar… Utanın kendinizden, utanın! Oturun çocuklar, oturun! Okumak isteseniz ne iyi kitaplar var. Oturun da derdinize yanın!”
Joseph bunları söyledikten sonra, bizi bir dörtgen meydana getirecek şekilde oturttu; böylece, ilerideki ocaktan gelen hafif bir aydınlık, kucağımıza fırlatıp attığı kitapları okumamıza yardım edecekti.
Ben bu işe dayanamadım, elimdeki kitabı bir ucundan tutup köpeklerin bulunduğu yere fırlatırken iyi kitaplardan nefret ettiğimi de söyledim. Heathcliff de kendisininkini bir tekmeyle aynı yere gönderdi. Bunun üzerine bir kıyamettir koptu.
Bizim vaiz: “Bay Hindley!” diye bağırdı. “Yetişin, Küçük Bey! Cathy, Miğfer ve Kurtuluş kitabını yerlere attı, Heathcliff de Mahva Giden Yol’un birinci kısmını tekmeledi. Bunları kendi havalarına bırakırsan senin için kötü olur. Ah! Büyük Bey onların haklarından gelirdi amma ne çare ki o da göçüp gitti!”
Hindley, ocağın başındaki cennetinden hızla ayrıldı, birimizi yakamızdan, birimizi kolumuzdan yakaladığı gibi arka mutfağa atıverdi. Joseph, orada bizi mutlaka şeytanın yakalayacağını söylüyordu. Biz de ayrı ayrı birer köşeye çekilip rahat rahat şeytanın gelmesini beklemeye koyulduk.
Ben bu kitaba uzandım, raftan da bir hokka aldım, gözüme ışık gelsin diye dış kapıyı araladım. Yirmi dakikadan beri de yazıyorum. Fakat arkadaşım sabırsızlanmaya başladı, sütçü kadının pelerinine sarınıp kırlarda gezmemizi teklif ediyor. Hoş bir teklif… Suratsız ihtiyar da gelirse tahminleri gerçekleşti sanır. Yağmur altında buradakinden daha fazla ıslanıp üşümeyiz herhâlde.
***
Catherine bu tasarladıklarını yapmış olmalı ki hemen bundan sonraki cümlede başka bir konuya geçmişti. Gözlerinden sel gibi yaş akıyormuş.
Hindley’nin beni bu kadar ağlatacağını hiç aklıma getirmemiştim. diye yazmıştı. Başım öyle çok ağrıyor ki yastığın üzerinde tutamıyorum ama gene de ümitsizliğe kapılamam. Zavallı Heathcliff! Hindley ona: “Serseri!” diyor, artık bizimle oturmasına, yemek yemesine izin vermeyecekmiş; onunla oyun oynamayacakmışım, emirlerine karşı gelirsek onu evden kapı dışarı edecekmiş. H.’ye fazla yüz verdiği için de babamı suçluyor, (Buna nasıl cesaret ediyor ki?) ona haddini bildireceğine yemin ediyor…
***
Uyku bastırmış, başım rengi atmış sayfanın üzerine düşmeye başlamıştı. Gözlerim el yazısından kitabın yazılarına kaydı. Kırmızı renkli süslü harflerle yazılmış bir başlık gördüm. Yetmiş Kere Yedi, Yetmiş Birincinin Birincisi. Sayın Rahip Jabez Branderham Tarafından Gimmer’den Sough’da İrat Olunan Dinî Söylev. Yarı uykulu bir hâlde, Jabez Branderham’in neler söylediğini tahmin etmeye kafamı zorlarken kendimi yatağa attım, uykuya daldım.
Ne yazık ki iyi hazırlanmamış çayla bozulan sinirlerin tesiri, kötü oluyor. Yoksa böylesine korkunç bir gece geçirmem başka neden ileri gelmiş olabilir ki? Acı çekmenin ne demek olduğunu öğrendiğimden bu yana, buna benzer bir gece daha geçirdiğimi hatırlamıyorum.
Daha kendimden geçmeden rüya görmeye başladım. Güya sabah olmuştu, eve dönmek üzere yola çıkmıştım, Joseph de bana kılavuzluk ediyordu.
Yolumuz birkaç metre kalınlığında karla kaplı; bata çıka ilerlemeye çalışırken yol arkadaşım bir hacı asası almadığım için durmadan beni azarlıyor; asasız eve giremeyeceğimi söylüyor, bana elindeki kocaman topuzlu sopasını böbürlene böbürlene gösteriyor.
Bir an, kendi evime kabul edilebilmek için böyle bir silaha ihtiyacımın olması bana saçma göründü. Derken aklıma başka bir fikir geldi: Ben oraya gitmiyordum; ünlü Jabez Branderham’in Yetmiş Kere Yedi kitabından okuyacağı vaazları dinlemeye gidiyorduk. Üstelik ya Joseph ya vaiz ya da ben, Yetmiş Birincinin Birincisi’ni işlediğimiz için, halka gösterilip aforoz edilecektik.
Kiliseye geldik. Yürüyüşe çıktığım zamanlar gerçekten iki-üç kere kilisenin önünden geçmiştim. İki tepe arasında yükseltilmiş bir çukurlukta, bir bataklığın kıyısındadır. Oraya gömülmüş olan birkaç ölünün mumyalanmış gibi sağlam kalmasının da bataklıktaki rutubetli yosunlardan ileri geldiği söylenir. Kilisenin çatısı, bugüne kadar nasılsa sağlam kalmış fakat papaza verilen ücret yılda yirmi sterlin olduğu, iki göz odanın her an bir göz oda hâline gelmesi beklendiği için, hiçbir papaz burada çalışmak istemez; hele cemaatin ona, acından öldüğünü bilse daha çok para vermeyeceğini duyduktan sonra kim gelir ki! Ama rüyamda Jabez’in kalabalık bir cemaati vardı, hepsi de dikkat kesilmişler, onu dinliyorlardı. O da -aman Tanrı’m- ne vaaz verdi! Dört yüz doksan parçaya bölünmüştü, her bölüm de ayrı bir günahla ilgili. Bunları arayıp nereden buldu, onu bilemiyorum; deyimleri de kendine göre öyle bir yorumlayışı vardı ki! Ona göre insan, her durumda değişik günahlar işlemek zorundadır. Bu günahlar da en garip cinsten şeyler… Daha önce hiç aklımın köşesinden geçmeyen şeyler…
Ah, ne kadar da yorulmuştum! Nasıl da kıvrandım, esnedim; başım düştü, sonra gene açıldım. Kendimi çimdikleyip tokatladım, gözlerimi ovuşturdum, ayağa kalkıp tekrar oturdum; Joseph’i dirseğimle dürterek vaazını bitirmeye niyetli olup olmadığını sordum.
Sonuna kadar dinlemeye mahkûmdum. Nihayet, Yetmiş Birincinin Birincisi’ne geldi. İşte o buhranlı anda, bana da bir ilham geldi; kıpırdayıp yerimden kalktım, Jabez Branderham’in hiçbir Hristiyan’ın bağışlamayacağı bir günah işlediğini söylemek istedim.
“Efendim!” diye bağırdım. “Şurada dört duvar arasında oturup bir çırpıda günahlarınızı dört yüz doksan kez bağışladım. Yetmiş defa yedi kere şapkamı alıp çıkmaya hazırlandım -yetmiş kere yedi defa- beni yerime oturmaya zorladınız. Dört yüz doksan birinci ise pek fazla. Ey ölüm eziyetine benimle beraber katlanan kardeşlerim, yakalayın şunu! Onu yere yıkın, lime lime parçalayın ki buralarda izi bile kalmasın!”
Jabez, huşu içinde durduktan sonra: “Asıl parçalanması gereken adam sensin!” diye bağırdı. “Yetmiş kere yedi defa esnedin, yetmiş kere yedi defa ben ruhumun sesini dinledim. İşte bu da bir insanlık zaafıdır, bu da bağışlanabilir diye düşündüm. Yetmiş Birincinin Birincisi ortaya çıktı. Kardeşlerim, onun hakkında yazılı hükmü yerine getirin! Tanrı’nın bütün azizleri böyle bir şeref kazanmıştır.”
Bu son cümle üzerine bütün cemaat hacı asalarını kaldırarak üzerime yürüdü. Benim ise savunacak hiçbir silahım yoktu, onun için en yakınımda bulunan, üstelik en canavarca bana saldıran Joseph’in sopasını almaya çalıştım. Karışıklık arasında, sopalar birbiriyle çarpıştı, benim başıma yöneltilmiş sopaların başkalarınınkilere indiğini gördüm. Kilisenin içi, karşılıklı vuruşmalarla inildiyordu. Herkesin eli en yakın komşusunun yakasındaydı. Branderham de boş durmamak için olanca gücüyle kürsüyü yumruklayıp ortalığı gümbürdetiyordu, öyle ki sonunda uyanıp derin bir oh çekmeme de bu gürültü sebep oldu.
Bu gürültüyü koparan neydi, kavgada Jabez’in rolünü kim oynamıştı? Sadece pencereme değen bir köknar dalı! Rüzgâr uğuldayarak estikçe ağacın kuru kozaları da cama vuruyordu.
Bir süre kuşku içinde dinledim; gürültünün sebebini anladıktan sonra öbür yanıma dönüp uykuya dalmış, gene rüya görmeye başlamıştım; hem de birincisinden daha kötü bir rüya.
Bu defa da meşe dolabın içinde yattığımı hatırlıyorum. Rüzgârın uğultusunu, karların savruluşunu, köknarın o aldatıcı vuruşunu da duyuyor; bu gürültünün sebebini de uyanıkmışım gibi biliyordum. Fakat bu patırtı beni o kadar rahatsız ediyordu ki mümkünse hemen durdurmaya karar verdim. Kalkıp pencereyi açmaya çalıştım sanıyorum. Kanadın kancası yuvasına sıkışmış, açılmıyordu. Bunu uyanıkken de görmüştüm ama unutmuşum.
“Ne yapıp yapıp bu gürültüyü durdurmalıyım!” diye söylendim, camı yumruğumla kırıp dalı yakalamak için kolumu dışarı uzattım ama parmaklarım dal yerine, soğuktan buz gibi olmuş küçücük bir eli yakalamıştı.
Bir kâbus görmüş gibi dehşete kapıldım. Kolumu geriye çekmeye çalıştım; el, sıkı sıkı yapışmış, bırakmıyordu. Son derece hüzünlü bir ses: “Beni içeri alın… Beni içeri alın!” diye yalvardı.
Elimi kurtarmaya çalışarak:
“Kimsin sen?” diye sordum.
Ses titreyerek cevap verdi:
“Catherine Linton’ım ben. (Aklıma neden Linton adı geldi? Earnshaw adını, Linton adından belki yirmi kere daha fazla okumuştum.) Eve geldim. Kırda yolumu kaybetmiştim!”
O konuşurken pencerede belli belirsiz bir çocuk yüzünün göründüğünü de fark ettim. Dehşet beni de zalim yapmıştı; o yaratığı defetmek için boşuna uğraştığımı anlayınca bileğini kırık cama doğru çektim, kanlar fışkırıp çarşafı ıslatıncaya kadar camın üzerinde ileriye geriye sürttüm. O ise hâlâ: “Beni içeri alın!” diye sızlanıyor, elimi de bir türlü bırakmıyordu. Korkudan deliye dönmüştüm.
Nihayet: “Seni içeri nasıl alabilirim?” dedim. “Seni içeri almamı istiyorsan beni rahat bırak.”
Parmakları gevşedi; elimi hemen içeri çektim, kitapları acele acele pencerenin önüne üst üste dizdim, sonra da o acıklı yalvarışları duymamak için kulaklarımı tıkadım.
Bir çeyrek saatten fazla kulaklarım tıkalı kaldı, sonra tekrar dışarıyı dinleyince o acıklı iniltilerin devam ettiğini duydum.
“Defol!” diye haykırdım. “Seni asla içeri almam, yirmi yıl yalvarsan gene almam!”
Dışarıdaki ses kederli kederli: “Zaten yirmi yıl oldu.” diye söylendi. “Ben yirmi yıldır kayıp bir çocuğum.”
Derken dışarıdan hafif bir tırmalama sesi geldi, biri itmiş gibi kitaplar oynadı.
Yerimden fırlamaya çalıştım, bir parmağımı bile yerinden kıpırdatamadım; bunun üzerine, korku içinde bir çığlık kopardım.
Çığlık koparmanın hiç de bir kurtuluş yolu olmadığını anlayınca büsbütün şaşırdım. Yatak odama telaşlı ayak sesleri yaklaşıyordu. Birisi güçlü bir elle kapıyı itip açtı, yatağın üstündeki dört köşe deliklerden içeri ışık sızdı. Oturduğum yerde titriyor, bir yandan da alnımda biriken terleri siliyordum. İçeri giren de ne yapacağına karar verememiş gibiydi, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.
En sonunda, yarı fısıltılı bir sesle konuştu. Sorusuna karşılık beklemediği belliydi.
“Kimse var mı burada?”
En iyisi orada olduğumu açıkça söylemekti çünkü gelenin Heathcliff olduğunu sesinden, konuşmasından anlamıştım; sessiz durursam, içeriyi aramak isteyeceğinden korkuyordum.
Bu düşünceyle, dönüp hücremin kapaklarını açtım. Bu davranışımın yarattığı etkiyi kolay kolay unutamayacağım.
Heathcliff, oda kapısına yakın duruyordu; üstünde bir gömlek, bir pantolon vardı. Elindeki mum eridikçe parmaklarına akıyordu, yüzü de arkasındaki duvar gibi bembeyazdı. Meşe kapaklar gıcırdamaya başlayınca yıldırım çarpmış gibi sarsıldı; mum elinden fırlayıp birkaç adım ötesine düştü; öylesine şaşkın ve heyecanlıydı ki eğilip mumu alacak hâli yoktu.
Onu bu korkaklığının daha fazla görülmesinden duyacağı utançtan kurtarmak için:
“Burada misafirinizden başka kimse yok.” dedim. “Uykuda korkunç bir rüya görürken bağırmak talihsizliğine uğradım. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.”
“Tanrı kahretsin seni, Lockwood! Keşke burada olacağına…” Ev sahibim mumu elinde dik tutamayacağını anlayınca bir sandalyenin üzerine bıraktı.
Sonra tırnaklarını avuçlarına geçirerek sordu:
“Seni bu odaya kim soktu?” Dişlerini sıkmış, gıcırdatıyordu. “Kim soktu? Onları hemen şimdi evimden defedeceğim!”
Kendimi yere atıp acele acele üstümü başımı giymeye çalışırken: “Hizmetçiniz, Zillah getirdi.” dedim. “Onu kovsanız da umurumda değil Bay Heathcliff, o çoktan bunu hak etti. Bana öyle geliyor ki kadın beni kullanıp buranın tekin olup olmadığını anlamak istedi. Eh, doğrusu burası tekin değil. Hayaletlerle, gulyabanilerle dolu… Burayı kapalı tutmakta haklısınız, emin olun. Hiç kimse böyle bir inde uyumasına izin verildi diye size teşekkür etmez.”
Heathcliff: “Ne demek istiyorsun?” dedi. “Burada ne yapıyorsun? Buraya geldiğine göre bari yat da geceyi geçir ama Tanrı aşkına bir daha öyle korkunç çığlık koparma… Gırtlağın kesilmedikçe bu sesi çıkarman mazur görülmez.”
“O küçük şeytan, pencereden içeri girebilseydi belki de beni boğazlayacaktı.” diye karşılık verdim. “Konuksever dedelerinizin işkencelerine artık katlanmayacağım. Sayın Rahip Jabez Branderham, anne tarafından akrabanız değil miydi? Ya o küçük yaramaz Catherine Linton ya da Earnshaw mu, her neyse -durmadan isim değiştiriyordu herhâlde- kötü ruhlu küçük?.. Yirmi yıldır dünyayı yürüye yürüye dolaşıyormuş, bana öyle dedi. İşlediği günahların cezasını böylelikle çektiğine şüphem yok.”
Bu sözleri söyler söylemez, kitapta Heathcliff ile Catherine’in adları arasında yakın bir bağlantı bulunduğunu hatırladım, bunu nasılsa unutmuşum. Düşüncesizliğimden ötürü yüzüm kızardı, kırdığım potun farkında olduğumu daha fazla belli etmeden acele acele şöyle dedim:
“Gerçek şu, efendim: Gecenin bir kısmını…” Sözlerimin burasında gene durdum. “Eski kitapları karıştırarak geçirdim.” diyecektim ama böylece, eski kitapların asıl konularıyla beraber boş yerlerine elle yazılmış olanlarını da okumuş olduğumu açığa vurmuş olacaktım. Onun için, potumu düzeltmek üzere: “Pencere kenarına çiziktirilmiş isimleri heceleyerek geçirdim.” dedim. “Çok can sıkıcı, sayı saymak kabîlinden uyku getirici bir iş. Ya da…”
Heathcliff, çılgın bir vahşi gibi gürledi:
“Benimle bu şekilde konuşmaktan maksadın ne olabilir? Benim çatımın altında buna nasıl cesaret edebiliyorsun? Tanrı’m, bu adamın böyle konuşması için çıldırmış olması gerek!”
Heathcliff, öfkeyle elini alnına vurdu. Bu sözlere kızmak mı yoksa konuşmaya devam etmek mi gerektiğini bilmiyordum fakat sözlerimden öylesine etkilenmiş görünüyordu ki ona acıdım, sözü gene gördüğüm rüyalara getirdim. Daha önce Catherine Linton’ın adını bile duymadığımı fakat tekrar tekrar okuduğum için hayal gücümün irademin dışına çıktığı bir sırada, bu isme uygun bir şekli görür gibi olduğumu anlattım.
Ben konuşurken Heathcliff de ağır ağır yatağın gerideki hücresine doğru çekilmiş, nihayet oturmuştu. Bulunduğu yerden görünmüyordu. Kesik kesik, düzensiz soluk alışlarından aşırı heyecanını gidermeye çalıştığını anlamıştım.
Şaşkınlığını fark ettiğimi belli etmek istemediğim için, giyinirken kasten fazla gürültü yaptım; saatime baktım, gecenin uzunluğu konusunda bir şeyler söylemeye koyuldum.
“Saat daha üç bile olmamış. Altıya geldiğine yemin edebilirdim. Burada zaman duruyor… Herhâlde akşam saat sekizde odalarımıza çekilmiş olacağız.”
Ev sahibim iniltisini güçlükle bastırıp duvara vuran gölgesinden anladığıma göre de koluyla gözlerinin yaşını silerek: “Kışın daima dokuzda yatıp dörtte kalkarız.” dedi. “Benim odama gidebilirsiniz, Bay Lockwood. Bu kadar erken aşağıya inerseniz, herkes rahatsız olur. Sizin o çocukça bağırışınız bana uykuyu haram etti.”
“Benim de uykum kaçtı.” dedim. “Gün ağarıncaya kadar bahçede dolaşacağım, sonra gideceğim. Bir daha da sizi tedirgin edecek değilim, korkmayın. Köyde olsun şehirde olsun, insanlar arasında yaşamanın zevkli bir tarafını araştırmak derdinden artık kurtuldum. Aklı başında bir kimse, dostluk konusunda kendi kendine yetmeli.”
Heathcliff: “Aman ne hoş bir dostluk!” dedi. “Mumu al, canın nereye istiyorsa git. Ben de hemen yanına geleceğim. Yalnız avludan uzak dur; köpekler bağlı değil, eve de girme, Juno orada nöbette… Hayır, hayır; sen sadece merdivenlerle koridorlarda dolaşabilirsin. Tamam, yürü bakalım. İki dakika sonra ben de geleceğim.”
Emrin, odadan çıkmama dair olan kısmını yerine getirdim. Dar koridordan nereye gidildiğini bilmediğim için olduğum yerde, kımıldamadan durdum. Ev sahibimin aklı başında görünüşüyle hiç de bağdaşmayan boş inançları olduğunu görüyordum.
Yatağın üzerine çıktı, kanatları hızla açtı, gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı.
“Gir içeri, gir içeri!” diye hıçkırdı. “Cathy, ne olur gel… Ah, ne olur bir kere daha gel… Ah, benim biricik sevgilim! Bu defa beni duy. Catherine, nihayet!”
Hayalet gene kendisinden beklenen oyunu oynamıştı. Varlığını göstermiyordu ama karla karışık rüzgâr, hızla içeriye girmiş hatta benim bulunduğum yere kadar gelip ışığı söndürmüştü.
Bu rüzgâr dalgasıyla beraber gelen rahatlama duygusunda öyle ürkütücü bir şey vardı ki heyecanımdan bunun saçmalığını fark edemedim. Adamın anlattıklarını dinlediğim için kendi kendime kızarak, üzüntüye sebebiyet verdiğimden ötürü o saçma rüyalarımı anlatmış olmaktan dolayı da pişmanlık duyarak, oradan ayrıldım ama bu üzüntünün sebebini de anlamaktan âcizdim.
Dikkatli dikkatli aşağıya indim, arka mutfağa girdim, üzeri külle örtülmüş ateşten elimdeki mumu yaktım.
Burada, beni kızgın kızgın tıslayarak karşılayan çizgili bir tekir kediden başka kimse yoktu.
Daire dilimleri biçiminde iki tahta kanepe, ocağın başını hemen hemen kaplamış gibiydi; bunlardan bir tanesine ben uzandım, öbürüne de tekir kedi yerleşti. Bulunduğumuz yere başka biri gelmeden ikimiz de uyuklamaya başlamıştık. Derken Joseph, tavan arasına çıkıp gözden kaybolan ağaç merdivenden inmeye başladı. Bu merdiven onun inine gidiyordu besbelli.
Çalı çırpı ile tutuşturduğum ocağa kötü kötü baktıktan sonra kediyi yere itip ondan boşalan yere kendisi yerleşti. Yedi buçuk santim uzunluğundaki piposunu tütünle doldurmaya koyuldu. Onun kutsal yerinde benim de bulunmamı, bir şey söylemeye değmeyecek kadar küstahça bir davranış sayıyor olmalıydı. Sesini çıkarmadan piposunu dudaklarına yerleştirdi, kollarını kavuşturdu, piposunu tüttürmeye koyuldu.
Keyfini bozmak istemedim. O da piposunun son nefesini çektikten sonra derin derin içini çekti, ayağa kalktı, geldiği gibi sessizce gitti.
Derken daha atik adımlarla başka biri geldi, bu defa ben de “Günaydın.” demek için ağzımı açmışken bir şey söylemeden tekrar kapadım çünkü Hareton Earnshaw dokunduğu her eşya için bir sürü küfür savurarak sabah dualarını tekrarlıyordu, bir yandan da karları küremek için kürek ya da kazma arıyordu. Burun deliklerini şişirerek kanepenin arkasına şöyle bir göz attı, benimle de dostum kediyle de selamlaşmayı aklından bile geçirmedi.
Onun hazırlıklarını görünce gitmeme izin çıktığını tahmin ettim, kanepeden kalkıp onun peşinden gitmeye koyuldum. O da bunu fark etti, elindeki küreğin sapıyla iç kapılardan birini itip açtı, birtakım sesler çıkararak bir yere gitmeyi düşünüyorsam oraya gidebileceğimi anlatmaya çalıştı.
Kapı, kadınların çoktan işe koyuldukları eve açılıyordu. Zillah kocaman bir körükle alevleri bacaya kadar yükseltmeye çalışıyordu; Bayan Heathcliff de ocağın önüne diz çökmüş, alevin aydınlığında bir kitap okuyordu.
Ocağın sıcağından korunmak için bir elini yüzüne siper etmişti ancak üstüne kıvılcım sıçrattığı için bir hizmetçiye çıkışmak ya da burnunu onun yüzüne doğru uzatan bir köpeği kovmak için başını kitabından kaldırıyordu.
Heathcliff’in de orada olduğunu görünce şaşırdım. Sırtı bana dönük, ocağın yanında durmuş, zavallı Zillah’yı azarlamakla meşguldü. Kadıncağız ise ikide bir işini bırakıp önlüğünün ucuyla gözlerini kuruluyor, acı acı da inliyordu.
Ben içeri girdiğim sırada Heathcliff gelinine dönerek gürledi:
“Ya sen, ciğeri beş para etmez…” dedikten sonra aslında koyun, ördek cinsinden zararsız bir hayvan olduğu hâlde genellikle adı noktalarla belirtilen bir hayvanın sıfatını ekledi. “Gene oturmuş kim bilir ne dalavereler çeviriyorsun! Ötekilerin hepsi yedikleri ekmeği hak etmek için bir şeyler yapıyorlar, sen ise benim sadakamla yaşıyorsun. At o elindeki süprüntüyü de yapacak bir iş bul. Her gün gözümün önünde bulunmanın karşılığını ödeyeceksin, anlaşıldı mı, lanetli cadı?”
Genç kadın: “Süprüntümü kaldıracağım çünkü ben istemesem bile bunu bana zorla yaptırabilirsin.” diye cevap verdi, kitabını kapayıp koltuklardan birinin üzerine attı. “Ama sen ne dersen de hoşlanmadığım şeyi yapmayacağım.”
Heathcliff, elini havaya kaldırınca kadın da daha tehlikesiz bir köşeye kaçmaya çalıştı. Adamın elinin ağırlığını iyi bildiğine şüphe yoktu.
Kedi köpek kavgasını seyretmeye hiç de niyetli olmadığım için sanki kavgadan haberim yokmuş da sırf ısınmak için ocağa yaklaşıyormuş gibi yaptım. Onlar da savaşı kısa bir süre kesmek nezaketini gösterdiler. Heathcliff, yumruklarını ceplerine sokup kendini tuttu; Bayan Heathcliff dudaklarını kıvırıp uzaktaki kanepeye doğru yürüdü; ben orada olduğum müddetçe de bir heykel gibi hiç yerinden kıpırdamadan oturdu.
Bu da fazla sürmedi. Onlarla birlikte kahvaltıya oturmayı reddettim. Şafak sökerken de bir fırsatını bulup kendimi dışarıya, temiz havaya attım. Hava açık, sakin, buz gibi de soğuktu.
Ben bahçenin sonuna gelmeden ev sahibim arkamdan seslendi. Benimle beraber gelmek istiyordu. İyi ki gelmiş çünkü tepenin hemen ardı göz alabildiğine uzanan dalga dalga bembeyaz bir engin deniz hâlini almıştı. İnişler çıkışlar, toprağın her zamanki normal inişlerine, çıkışlarına benzemiyordu. Çukurların çoğu karla dolmuş, toprak seviyesine gelmişti. Dünkü yürüyüşüm sırasında hafızamda resim gibi işlenmiş olan sıra sıra taş kümeleri de haritadan silinmişti.
Yolun bir kıyısında, her beş-altı metrede bir dikilmiş taşlar gözüme ilişti. Bunlar, gece karanlığında kolayca görülebilsin diye, kireçle sıvanmışlardı. Şimdi ise şurada burada göze çarpan kirli birer noktadan başka bir şey değildiler. Ben yolun dönemeçlerini doğru takip ettiğimi sanırken arkadaşım ya sağa ya da sola gitmemi tembih edip duruyordu.
Yolda pek az konuştuk. Thrushcross’un bahçesine geldiğimiz zaman da kılavuzum durdu, yolun bundan ötesini benim kolayca bulabileceğimi söyledi. Vedalaşmamız birer baş selamından ibaret kaldı, sonra ben tek başıma yürümeye başladım. Kapıcı kulübesi henüz boş olduğu için sadece kendime güvenerek ilerlemek zorundaydım.
Bahçe kapısıyla çiftlik arasındaki uzaklık üç kilometredir ama ağaçlar arasında ikide bir yolumu şaşırarak bazen de çeneme kadar karlara gömülerek bu uzaklığı altı kilometreye çıkardım sanıyorum. Her neyse ben, eve girdiğim zaman saat de on ikiyi vurdu; bu da Uğultulu Tepeler’den eve kadar olan yolun her kilometresine bir saat düştüğünü gösteriyordu.
Bizim kâhya kadınla yardımcıları beni karşılamaya koşuştular. Bir yandan da benden iyice umudu kestiklerini anlatıyorlardı. Herkes o gece donduğumu sandığı için ölümü aramak üzere nasıl yola çıkacaklarını düşünmeye başladıklarını bir ağızdan söylüyorlardı.
Donmadan geldiğimi gördükleri için biraz sakin olmaları gerektiğini anlattım. İliklerime kadar ıslanıp üşümüştüm, yukarı kata zorla çıktım. Kuru elbiseler giydikten sonra da ısınmak için yarım saat kadar aşağı yukarı gezindim, daha sonra da sudan çıkmış bir kedi yavrusu kadar hâlsiz hatta hizmetçinin beni kendime getirebilmek için hazırladığı dumanı üstünde kahveden, güldür güldür yanan ateşten bile zevk alamayacak kadar bitkin bir hâlde çalışma odama çekildim.

4
Bizler ne değersiz, fırıldak gibi dönek insanlarız! Her türlü toplum bağlantılarından uzak kalmayı kararlaştıran ben, istesem de böyle bağlar kurmama imkân olmayan bir yere geldiğim için Tanrı’ya şükreden ben; zavallı sefil yaratık yalnızlıkla, sinir bozukluğuyla ancak akşamın alaca karanlığına kadar mücadele edebildim. Ondan sonra da teslim bayrağını çekerek akşam yemeğini getiren Bayan Dean’i karşıma oturttum, yemeğimi yedim. İçimden de: “İnşallah, iyi bir dedikoducudur da ilgimi çekecek şeyler anlatır, beni oyalar ya da ninni gibi uykumu getirecek şeyler söyler.” diye dua ediyordum.
“Epeyden beri buradasınız değil mi?” diye söze başladım. “On altı yıldır burada olduğunuzu söylememiş miydiniz?”
“On sekiz yıldır buradayım, efendim. Hanımım evlendiği zaman ona yardım etmek için geldim; o öldükten sonra da evin işlerine bakmam için Bey beni alıkoydu.”
“Ya, demek öyle…”
Bir sessizlik oldu. Kendisini ilgilendiren meselelerden söz etmedikçe dedikodu yapmaktan hoşlanmayan bir tip olmasından korkuyordum; onu ilgilendiren meseleler de benim için bir kıymet ifade etmeyecekti.
Fakat elleri dizlerinin üzerinde, pembe yüzünü bir düşünce bulutu kaplamış, bir süre beni süzdükten sonra konuştu:
“O zamandan beri devir çok değişti!”
“Evet.” dedim. “Herhâlde siz de birçok değişikliklere şahit olmuşsunuzdur.”
“Evet… Ayrıca bir sürü de karışıklığa şahit oldum.”
Kendi kendime: “Oh, konuşmayı ev sahibimin ailesine getireceğim!” diye düşündüm. Başlangıç için çok iyi bir konu idi. Şu genç, güzel dulun hikâyesini de öğrenmek isterdim; acaba buraların yerlisi miydi yoksa daha büyük bir ihtimalle, kimin nesi olduğu belirsiz hoppanın biri miydi?
Bunları anlamak niyetiyle Bayan Dean’e, Heathcliff’in Thrushcross Çiftliği’ni neden kiraya verip kendisinin daha kötü şartlar içinde yaşamaya razı olduğunu sordum.
“Malikâneyi gerektiği şekilde çekip çevirmeye yetecek kadar parası mı yok?” dedim.
“Para mı dediniz? Onun ne kadar parası olduğunu hiç kimse bilmiyor, her yıl da parasının miktarı artıyor. Evet, evet o buradan çok daha güzel bir evde rahatça yaşayabilecek kadar zengin. Fakat nasıl diyeyim, biraz eli sıkıdır; Thrushcross Çiftliği’ne iyi bir kiracı buldu mu da birkaç yüz sterlin daha fazla para kazanmak için hiç düşünmeden kiraya verir. İnsanların böyle açgözlü, hele yeryüzünde kimi kimsesi olmayan insanların bu derece açgözlü olmaları pek garip!”
“Bir oğlu varmış galiba?”
“Evet, vardı ama öldü.”
“Bu genç hanım, yani Bayan Heathcliff de onun dul kalan eşi mi?”
“Evet.”
“Onun yeri, yurdu neresi?”
“O mu? Benim ölen efendimin kızıdır. Genç kızlık adı Catherine Linton’dı. Zavallı yavrucağı ben büyüttüm. Bay Heathcliff de buraya taşınsa gene beraber olurduk.”
Hayretle: “Ne! Catherine Linton mı?” diye bağırdım. Fakat bir dakika düşününce onun gördüğüm hayalet Catherine olmadığını anladım. “Demek benden önce burada oturan Bey’in soyadı Linton’dı?” diye devam ettim.
“Öyleydi.”
“Peki, Bay Heathcliff’in evinde oturan şu Earnshaw, Hareton Earnshaw kim? İkisi akraba mı oluyor?”
“Hayır, o ölen Bayan Linton’ın yeğenidir.”
“Öyleyse genç hanımla da kardeş çocuğu oluyorlar, öyle mi?”
“Evet, hanım da kocasıyla kardeş çocuğu olurdu. Biri annesinin tarafından, öbürü de babası tarafından. Heathcliff, Bay Linton’ın kız kardeşiyle evlendi.”
“Uğultulu Tepeler’deki evin kapısının üzerinde Earnshaw yazılı. Eski bir aile mi bunlar?”
“Hem de çok eski, efendim; Hareton da bu ailenin son ferdi. Nasıl ki Cathy’miz de bizim -yani Lintonların- son ferdi. Uğultulu Tepeler’e hiç gittiniz mi? Bunu sorduğum için özür dilerim ama Cathy’nin nasıl olduğunu merak ediyorum da…”
“Bayan Heathcliff mi? Çok iyi görünüyor, çok da güzel fakat bana sorarsan pek de mutlu değil gibi.”
“Vah yavrucak! Buna hiç şaşmam. Bey’i nasıl buldunuz?”
“Biraz kaba bir adam, Bayan Dean. Öyledir, değil mi?”
“Testere ucu gibi kaba, kaya gibi de serttir. Onunla ne kadar az düşüp kalkarsanız o kadar iyi olur.”
“Hayatında pek çok inişlerin çıkışların bulunması onu bu derece kaba bir adam yapmış olmalı. Geçmişi hakkında bir şeyler biliyor musunuz?”
“Onun hayatı guguk kuşunun hayatına benzer, efendim. Nerede doğduğu; anasının, babasının kim olduğu, başlangıçta nasıl para kazandığı bir yana, geri kalan her şeyini bilirim. Zavallı Hareton da tüyü bitmeden yuvadan atılan son leylek yavrusundan farksızdır. Talihsiz çocuğun nasıl insafsızca dolandırıldığını bu dolaylarda kendisinden başka bilmeyen yoktur.”
“Doğrusu Bayan Dean, bana komşularım hakkında biraz bilgi vermekle büyük bir iyilikte bulunmuş olacaksın. Şimdi yatağa girersem dinlenebileceğimi hiç sanmıyorum; onun için şöyle bir saat kadar otur da gevezelik edelim.”
“A, hayhay efendim. Yalnız, gidip dikişimi alayım, ondan sonra istediğiniz kadar otururum. Ama siz üşütmüşsünüz; titrediğinizi gördüm. Biraz lapa yemelisiniz, iyi gelir.”
İyi yürekli kadın telaşla gitti, ben de ocakbaşına biraz daha yaklaştım. Başım yanıyor, vücudumun geri kalan yerleri üşüyordu; üstelik bütün sinirlerim gerilmiş, budalaca denilebilecek kadar heyecanlanmıştım. Bu ise beni rahatsız etmiyordu ama bugünün, dünün olaylarının üzerinde ciddi bir etki yaratmasından korkuyordum.
Kadın, çok geçmeden dumanı tüten bir kâseyle, bir de dikiş sepetiyle geldi. Kâseyi ocağın üzerine koyduktan sonra iskemlesini çekip oturdu, beni bu derece arkadaş canlısı bulmaktan pek memnun olduğu belliydi.
Hikâyesine başlaması için yeni bir davet beklemeden, anlatmaya koyuldu:
***
Ben buraya gelmeden önce her günüm Uğultulu Tepeler’de geçerdi. Çünkü annem, Hareton’ın babası olan Bay Hindley Earnshaw’nun dadılığını yapmıştı, ben de çocuklarla oynamaya alışkındım. Getir götür işlerine de bakar, hasat işlerine yardım ederdim. Her zaman, kim ne isterse yapmaya hazır, çiftlikte dolanır dururdum.
Güzel bir yaz sabahı -hiç unutmam hasat yeni başlamıştı- Bay Earnshaw yani Büyük Bey, aşağıya indi. Yol kıyafeti giymişti. Joseph’e o gün yapılması gereken işleri sıraladıktan sonra bize yani Hindley’e, Cathy’ye, bana döndü -ben de onlarla beraber yulaf lapası yiyordum- oğluna seslendi:
“E, oğul ben bugün Liverpool’a gidiyorum. Sana ne getireyim? Ne istiyorsan söyleyebilirsin; yalnız, küçük bir şey olsun çünkü oraya yürüyerek gidip geleceğim; gidiş de geliş de yüz kilometre, yani bir hayli uzun yol…”
Hindley, bir keman istedi. Bey sonra da Cathy’ye ne istediğini sordu. Kız o zaman daha altı yaşında bile yoktu ama ahırdaki atların hepsine binebilirdi, o da bir kırbaç istedi.
Bey, beni de unutmamıştı çünkü ara sıra çok sert görünmesine rağmen iyi kalpli bir adamdı. Bana da bir cep dolusu elma ile armut getirmeyi vadetti. Çocuklarıyla öpüşüp vedalaştıktan sonra yola çıktı.
Onun yokluğu pek uzun gelmişti. Yolculuk üç gün sürecekti. Cathycik durmadan babasının ne zaman döneceğini soruyordu. Bayan Earnshaw onun, üçüncü günün akşamı yemek vaktinde eve geleceğini hesaplamıştı, onun için de yemek saatini geciktirdikçe geciktiriyordu. Bey, görünürlerde yoktu. Nihayet çocuklar da boyuna bahçe kapısına koşmaktan usanmışlardı.
Derken hava karardı, hanım onları yatağa yatırmak istedi ama onlar, biraz daha oturmak için acıklı acıklı yalvardılar. Saat on bire doğru, kapının kolu yavaşça kalktı ve Bey içeri girdi. Kendini hemen bir koltuğa attı. Hem gülüyor hem de inildiyordu.
Ev halkına da neredeyse ölecek duruma geldiğini, bunun için ondan uzak durmalarını söyledi. Bir daha da kendisine üç ülkeyi birden bağışlayacak olsalar bile böyle bir yürüyüşe katlanmayacağını söylüyor: “Sonunda ölüme gidecek olduktan sonra ne değeri var!” diyordu.
Sonra, kollarına sarılı olarak tuttuğu paltosunu açarak: “Şuraya bak, hanım!” dedi. “Ben ömrümde böyle şey görmemiştim. Gerçi şeytanın ininden çıkmış gibi kapkara bir şey ama sen onu Tanrı’nın bir hediyesi olarak kabul etmelisin.”
Hepimiz çevresine toplandık. Ben, Cathy’nin başının üstünden bakınca yürüyecek, konuşacak kadar büyük; üstü başı lime lime olmuş, kara saçlı, pis bir çocuk gördüm. Yüzü de onun Catherine’den büyük olduğunu gösteriyordu ama ayaküstü bırakılınca etrafına şaşkın şaşkın bakındı, hiçbirimizin anlamadığı bir şeyler mırıldandı durdu. Ben korkmuştum, Bayan Earnshaw da onu kapı dışarı etmeye hazırdı. Parladı da: Kendi çocuklarının bakımı, büyütülmesi yetmiyormuş gibi bir de bu Çingene piçini eve getirmenin âlemi var mıydı? Bey bu çocuğu ne yapacaktı? Yoksa aklını mı oynatmıştı?
Bey, meseleyi anlatmaya çalıştı ama yorgunluktan yarı ölü gibiydi. Hanımın bağırıp çağırmaları arasında, Bey’in anlattıklarından öğrendiğime göre çocuk evsiz barksızmış, açlıktan ölmek üzere Liverpool sokaklarında dolaşıyormuş. Bey onun kime ait olduğunu araştırmış ama kimsenin sahip çıkmadığını görmüş, parası da vakti de kıt olduğu için oralarda boş yere masraf etmektense yanına alıp evine getirmeyi düşünmüş çünkü orada bırakmamaya bir kere karar vermiş.
Eh, sonunda bizim hanım, bir-iki söylendikten sonra yatıştı. Bay Earnshaw da bana çocuğu bir güzel yıkamamı, temiz üst baş verip çocukların yanına yatırmamı söyledi.
Hindley ile Cathy, ortalık yatışıncaya kadar olup bitenleri seyredip söylenilenleri dinlemekle yetinmişlerdi. Sonra ikisi de babalarının vadettiği hediyeleri aramak üzere ceplerini karıştırmaya başladılar. Hindley, on dört yaşında kocaman bir oğlandı ama babasının paltosunun arasından bir kemanın, kırık dökük parçalarını çıkarınca hüngür hüngür ağlamaya başladı. Cathy de babasının bu yabancı çocukla uğraşayım derken kırbacı düşürüp kaybettiğini öğrenince çocuğa sırıttıktan sonra yüzüne tükürdü, katlandığı bu zahmetlere karşılık da kibar davranmasını öğrenmek için, babasından bir güzel tokat yedi.
Çocuklar yeni geleni, değil yataklarına almak, odalarına bile sokmak istemediler. Ben de başka bir çıkar yol bulamadığım için, çocuğu merdiven başına bırakıverdim. Ertesi sabah, çekip gitmiş olduğunu görürüz diye umuyordum. Tesadüfen mi yoksa Bey’in sesini duyduğu için mi, orasını bilemeyeceğim çocuk, Bay Earnshaw’nun kapısına gelmiş, Bey de dışarı çıkarak onu orada bulmuş. Çocuğun oraya nasıl gittiği araştırıldı. Herkes sorguya çekildi. Ben de suçumu itiraf etmek zorunda kaldım. Korkaklığımdan, insaniyetsizliğimden dolayı evden kovuldum.
İşte Heathcliff’in aile içine ilk girişi, böyle oldu. Kovulmamı süresiz sürgün cezası olarak kabul etmediğim için, birkaç gün sonra eve dönmüştüm. Çocuğa “Heathcliff” adını verdiklerini öğrendim. Bu, bebekken ölen oğullarının adıydı. O zamandan beri de çocuğun hem adı hem de soyadı olarak kaldı.
Cathy ile çocuk artık pek sıkı fıkı dost olmuşlardı. Hindley ise ondan nefret ediyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de nefret ediyordum. İkimiz de fırsat buldukça canını yakıyorduk çünkü ben yaptıklarımın haksızlık olduğunu akıl edemiyordum. Hanımım da ona karşı haksız davranıldığını gördüğü zamanlar onu korumak için bir tek söz söylemiyordu.
Somurtkan, sabırlı bir çocuğa benziyordu; belki de kötü muamele görmeye alışmıştı. Hindley’in tokatlarına gözlerini kırpmadan, bir damla gözyaşı akıtmadan dayanırdı. Benim çimdiklerime de sanki kimsenin suçu olmadan kazara kendi canını yakmış gibi gözlerini kapayıp bir kere içini çekerek katlanırdı.
İhtiyar Bay Earnshaw, kendi deyimiyle bu “zavallı babasız çocuğa” oğlunun işkence ettiğini, onun da her şeye dayandığını öğrenince deliye döndü. Heathcliff’e karşı garip bir düşkünlüğü vardı. Onun her söylediğine de inanırdı. Şunu da söyleyeyim ki çocuk az konuşurdu ama çoğunlukla da doğruyu söylerdi. Bey, onu Cathy’den daha çok severdi. Hoş, Cathy de babasının gözdesi olamayacak derecede yaramaz, inatçı bir kızdı ya…
Böylece Heathcliff, daha başlangıçta evin içine bir tatsızlık getirmişti. İki yıl sonra Bayan Earnshaw ölünce evin oğlu, babasını bir arkadaş gibi değil, bir zorba gibi; Heathcliff’i de onu baba sevgisinden yoksun bırakıp onun yerini almaya çalışan biri olarak görmeye başlamış, uğradığı haksızlıkları düşüne düşüne de huysuz bir insan olmuş çıkmıştı. Ben, bir süre ona hak verdim ama çocukların hepsi, kızamığa yakalanıp da onların her şeyiyle benim ilgilenmem gerekince fikrim değişti. Heathcliff’in durumu çok tehlikeliydi, hastalığının en ağır zamanlarında benim başından ayrılmamamı istedi; ona büyük bir iyilikte bulunduğumu sanıyor, bu şekilde davranmamın görevim olduğunu aklına bile getirmiyordu besbelli. Her neyse şunu da söyleyeyim, bakıma muhtaç hasta çocukların en uslusu, en söz dinleyeni oydu. Onunla ötekiler arasındaki fark, beni daha tarafsız davranmaya zorladı. Cathy ile ağabeyi beni müthiş yoruyordu; öbürü ise sert yaratılmış olmaktan çok, uysal yaradılışlı olduğu için kuzu gibi sesini çıkarmadan yatıyordu.
Hastalığı yendi. Doktor, bunun büyük ölçüde benim sayemde olduğunu söylüyor, hasta bakıcılığımı övüyordu. Bu sözler beni çok sevindirdi, sayesinde iltifat kazandığım çocuğa karşı da içimde bir yakınlık duymaya başladım. Böylece Hindley, son müttefikini de kaybetmiş oluyordu. Yalnız ben gene de Heathcliff’e fazla düşkün değildim; çoğu kere efendimin bu, hiçbir zaman minnet duygusu beslemeyen somurtkan çocuğa neden bu derece değer verdiğine de akıl erdiremezdim. Kurtarıcısına karşı saygısız davranmazdı; sadece duygusuzdu. Yalnız, Bey’in kalbindeki yerini de bir sözle, bütün ev halkının onun isteğini yapmak için seferber olacağını da pekâlâ bilirdi.
Bir keresinde Bay Earnshaw’nun kasaba panayırından bir çift tay satın alıp her birini oğlanlara hediye ettiğini hatırlarım. Heathcliff hayvanların en güzelini seçmişti ama çok geçmeden tayı topallamaya başlayınca Hindley’e: “Tayını benimkiyle değiştireceksin!” demişti. “Benimki hoşuma gitmiyor. Dediğimi yapmazsan bu hafta içinde beni üç kere kırbaçladığını babana anlatır, kolumun omuzuma kadar nasıl çürüdüğünü gösteririm.”
Hindley, oğlana dilini çıkardı sonra kulaklarına birer tokat patlattı. Heathcliff verandaya doğru koşarken -bunlar ahırda oluyordu-: “Bu işi hemen yapmalısın.” diyordu. “Yapmak zorundasın da! Bu tokatları da anlatırsam onları da faizleriyle ödersin.”
Hindley onu patates, tahıl gibi şeyler tartarken kullanılan demir ağırlıklarla tehdit ederek: “Defol! Köpek!” diye haykırdı.
Heathcliff yerinden kıpırdamadan: “Atsana!” dedi. “Ben de babana o öldükten sonra beni kapı dışarı edeceğini, nasıl böbürlene böbürlene anlattığını açıklayıvereyim de hemen seni kovuversin.”
Hindley demiri fırlattı, Heathcliff’i tam göğsünden vurup yere yıktı ama oğlan hemen, sendeleye sendeleye gene doğruldu. Soluğu kesilmiş, yüzü bembeyaz olmuştu. Ben önlemeseydim, o hâlde doğruca efendisine gidecek, durumuna kimin sebep olduğunu anlatıp öcünü alacaktı.
Hindley: “Öyleyse al tayımı, Çingene!” dedi. “Dilerim Allah’tan, bu hayvana biner de kafanı kırarsın. Al da hayrını görme, dilenci herif! Babama da yaltaklan, nesi var nesi yoksa al, sonra da şeytanın art bacağı olduğunu göster ona. İşte o zaman senin ne mal olduğunu anlasın da beynini dağıtsın!”
Heathcliff, tayı kendi bölmesine götürmek için çözmeye gitmişti… Hindley sözlerini bitirdiği sırada tayın arkasından geçiyordu. Hindley, onu bir itişte ayaklarının dibine yuvarladı, umduğunun gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmadan olanca gücüyle koşup oradan uzaklaştı.
Ben ise çocuğun, kendini toplayıp soğukkanlılıkla eyerleri değiştirmeye; daha başka işler yapmaya koyulmasına, sonra da eve girmeden önce yediği darbenin yarattığı bulantıyı geçirmek için bir kuru ot yığınının üzerine oturmasına şaşmıştım.
Yara berelerinin suçunu, ata yüklemeye onu kolayca razı ettim. O istediğine kavuşmuştu ya, bundan sonra ne denirse denilsin umurunda değildi. Bu gibi olaylardan o kadar az şikâyet ederdi ki onun gerçekten kinci olmadığına inanmaya başlamıştım. Ama siz de göreceksiniz ya, bu konuda tam manasıyla aldandım.

5
Zamanla Bay Earnshaw çökmeye başladı. Aslında çok hareketli, sağlam bir adamdı ama birdenbire takati kesilivermişti; ocakbaşında oturmaya zorlanınca da pek huysuz bir insan olup çıktı. Bir hiç yüzünden sinirleniyor, sözlerinin dinlenmediğinden biraz kuşkulansa küplere biniyordu. Bu hırçınlığı, gözdesine birisi tesir etmek ya da onu hükmü altına almak istediği zamanlar daha da artıyordu. Onun haberi olmadan bir kelime söylenecek diye ödü kopuyor, kıskançlıktan kıvranıyordu. Heathcliff’i seviyor diye herkesin çocuktan nefret ettiği, ona bir kötülük yapmak istediği fikri de nasılsa zihnine saplanmış kalmıştı.
Yalnız, bu da çocuğun aleyhine olmuştu çünkü aramızdaki yufka yürekliler Bey’i üzmemek için çocuğa yakınlık gösteriyorlardı, bu yakınlık gösterisi de çocuğun şımarmasına, böbürlenmesine yol açıyordu. Fakat gene de başka çare yoktu; iki-üç kere babası yakındayken Hindley’in oğlanı azarlamaya kalkması ihtiyar adamı müthiş öfkelendirmişti. Oğlunu dövmek için bastonunu eline almış, vuramayınca da öfkeden tir tir titremişti.
Nihayet bizim köy papazı -o zamanlar küçük Lintonlarla Earnshawlara öğretmenlik edip kendi toprağını sürerek geçimini sağlayan bir papazımız vardı- delikanlının koleje gönderilmesini tavsiye etti, Bay Earnshaw da istemeye istemeye razı oldu:
“Hindley, işe yaramazın biridir.” demişti. “Nereye giderse gitsin adam olmaz.”
Artık rahata kavuşacağımızı canıgönülden umuyordum. Bey’in iyi niyetleri yüzünden fenalık gördüğünü düşünmek bana azap veriyordu. Onun sırf ev halkı arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden çöktüğünü, hastalandığını düşünüyordum. O da bunu böyle biliyordu. Gerçekte ise hastalık, onun çökmekte olan gövdesindeydi.
İki kişi, Bayan Cathy ile Uşak Joseph olmasaydı, her şey bir yana, biz gene iyi kötü geçinir giderdik. Uşağı orada görmüşsünüzdür sanırım. O günlerde, şimdi de öyledir ya, sadece kendisinin doğru düşündüğüne inanan, İncil’i kendine uydurmak için altını üstüne getiren, kötülüklerin hepsini komşularına bırakmak isteyen çekilmez bir softa idi. Vaaz verme huyu ile sözüm ona dindarca konuşmalarıyla Bay Earnshaw’ya büyük ölçüde tesir etmeyi başarmıştı. Bey kuvvetten düştükçe Joseph’in sözü geçerliği de artıyordu.
Hiç insaf etmeden ona ruhunun selameti konusunda, çocuklarına sert muamele etmesi gerektiği hususunda durmadan konuşuyordu. Onu, Hindley’in bir günahkâr olduğuna da inandırmaya çalışıyor, ihtiyarın bu konudaki düşüncelerini körüklüyordu. Her gece aralık vermeden uzun uzun Heathcliff’le Catherine’i kötüleyici hikâyeler anlatmaktan geri kalmıyordu ama bu arada kabahatin daima Catherine’de olduğunu ima ederek Earnshaw’nun duygularını kollamayı da unutmuyordu.
Doğrusu ya, kızın da öyle hâlleri vardı ki bunları hiçbir çocukta görmemişimdir. Günde belki elli kere hatta daha bile fazla, hepimizin sabrını taşırırdı. Aşağıya indiği saatten yatağına yatmak için yukarı çıktığı saate kadar bir muzırlık yapacak diye, bir saniye olsun içimiz rahat etmezdi. Daima neşeliydi, durmadan konuşur, şarkı söyler, güler, onun neşesine katılmayanlara çatardı. Vahşi, ele avuca sığmaz bir şeytandı. Yalnız, bu dolaylarda görülmedik derecede güzel gözleri, tatlı bir gülümseyişi, kıvrak yürüyüşü vardı. Zaten ben onun kötülük yapmak istemediğine inanıyorum; çünkü ne zaman sizi hüngür hüngür ağlatmış olsa yanınızdan ayrılmaz, kendisini rahata kavuşturmak için susmaya sizi zorlardı.
Heathcliff’e de haddinden fazla düşkündü. Ona verebileceğimiz en büyük ceza, Heathcliff’ten ayrı tutmaktı; öyleyken gene de içimizde bu oğlan yüzünden en fazla azar işiten de oydu.
Oyun oynarken evin küçük hanımı olmaktan pek hoşlanırdı, arkadaşlarına sebepli sebepsiz tokatlar atar, emirler yağdırırdı. Bana da öyle yapıyordu ama dayağa da emre de dayanamayacağımı anlamıştı; bunu kendisine de açıkça söylemiştim.
Bay Earnshaw, çocuklarının şakalarından anlamazdı. Onlara karşı daima çok sert, çok ciddi davranırdı. Catherine ise babasının hastalık zamanında öncekinden çok daha öfkeli, sabırsız olmasına bir türlü akıl erdiremiyordu.
Babanın öfkeli çıkışmaları çocuğun onu, daha fazla kızdırmak istemesine yol açar. Cathy bundan bambaşka bir zevk duyardı. Hepimizin birden ona çatması kadar hoşuna giden bir şey de yoktu diyebilirim. Korkusuz bakışlarıyla hepimize meydan okur, cevap yetiştirirdi; Joseph’in sofuca lanetlemelerini alaya alır, bana tuzaklar kurar, babasının en çok nefret ettiği şeyi yapmaktan çekinmezdi. Bu da onun kendi insafsızlığının, Heathcliff üzerinde babasının yufka yürekliliğinden daha büyük bir tesir yarattığına adamcağızı inandırmaktı. Aslında onun insafsızlığı yapmacıktı ama babası bunun doğruluğuna inanmıştı. Oğlanın her istediğini derhâl yerine getirdiğini, babasınınkileri ancak canı isterse yaptığını ispatlamaya bakardı.
Bütün gün akla gelen her kötülüğü yaptıktan sonra bazı geceler, kendini bağışlatmak için uysal bir tavırla sokulurdu.
İhtiyar adam o zaman: “Yo, Cathy…” derdi. “Seni sevemem; sen, ağabeyinden de betersin. Hadi, yavrum git dua et de Tanrı seni bağışlasın. Galiba ananla ben, seni dünyaya getirdiğimize pişman olacağız.”
İlk zamanlar, bu sözler kızcağızı ağlatırdı ama devamlı olarak horlanınca buna alıştı, umursamaz hâle geldi hatta ondan kabahatleri için üzüldüğünü söylemesini, af dilemesini istediğim zamanlarda bana gülüyordu.
En sonunda, Bay Earnshaw’nun dünya üzerindeki dertlerinin sona ereceği zaman da geldi. Bir ekim akşamı, ocağın başındaki koltuğunda otururken sessizce ölüverdi.
Evin çevresinde korkunç bir fırtına esiyor, rüzgâr bacanın içinde uğulduyordu. Rüzgâr sert, çılgın sesler çıkarıyordu ama hava soğuk değildi. Hepimiz de bir aradaydık. Ben, ocaktan biraz uzakta yünümü örmekle meşguldüm. Joseph de masanın yanı başında İncil’ini okuyordu. O zamanlar çoğunlukla uşaklar, işlerini bitirdikten sonra evde otururlardı. Cathy hastaydı, onun için sesi çıkmıyordu; babasının dizine dayanmıştı. Heathcliff de başı Cathy’nin kucağında, yerde yatıyordu.
Bey’in, uyuklamaya başlamadan önce kızının güzel saçlarını okşadığını hatırlıyorum. Pek seyrek de olsa onu, böyle sakin görmekten hoşlanırdı.
“Niye her zaman böyle uslu bir çocuk olmuyorsun, Cathy?” diye sordu.
Cathy başını yukarı kaldırarak güldü.
“Ya sen, babacığım niye her zaman iyi bir insan olamıyorsun?” dedi.
Onun gene kızdığını görür görmez de elini öptü, uyuması için bir şarkı söyleyeceğini bildirdi. Babasının parmakları, onun parmaklarından sıyrılıp başı göğsüne düşünceye kadar çok alçak bir sesle şarkı söyledi. O zaman ben de babasını uyandırır korkusuyla artık susmasını, yerinden kıpırdamamasını tembih ettim. Tam yarım saat, hepimiz çıt çıkarmadan oturduk. Belki daha da oturacaktık ama Joseph, okuduğu duayı bitirip ayağa kalkmış, dua edip yatağına yatması için efendisini uyandıracağını söylemişti. Bir adım ilerledi; efendisini adıyla çağırdı, elini omuzuna değdirdi. Bey kıpırdamıyordu… Joseph, mumu alıp yüzüne baktı.
O mumu, yerine koyarken kötü bir şeyler olduğunu anlamıştım. Çocukları kollarından tutup fısıldayarak, gürültü etmeden yukarı çıkmalarını, o gecelik dualarını kendi kendilerine okuyabileceklerini, Joseph’in işinin olduğunu söyledim. Bizim engel olmamıza kalmadan Catherine, kollarını babasının boynuna doladı.
“Ben önce babama, iyi geceler dileyeceğim.” dedi.
Zavallı yavrucak uğradığı kaybı, derhâl fark etmişti. Avaz avaz bağırdı:
“Ah! Babam ölmüş, Heathcliff… Babam ölmüş!”
İkisi birden yürek paralayıcı bir ağlama tutturdu.
Benim acı çığlıklarım, onlarınkine karışmaktaydı. Joseph, cennetteki azizlerden biri için bu derece feryat etmemizin faydasız olduğunu söylüyordu.
Bana da hemen mantomu sırtıma geçirip doktorla papazı çağırmak için Gimmerton’a gitmemi söyledi. Ben ikisinin de ne işe yarayabileceğini kestirememiştim ama gene de yağmur, rüzgâr altında gittim; bir tanesini, doktoru getirdim. Öbürü de sabahleyin geleceğini söyledi.
Durumu doktora açıklamayı Joseph’e bırakıp çocukların odasına koştum. Kapıları ardına kadar açıktı, vakit gece yarısını geçtiği hâlde hiçbirinin yatmadığını gördüm. Yalnız, biraz daha sakinleşmişlerdi, benim onları yatıştırmama lüzum yoktu. Yavrucaklar, birbirlerini benim hiçbir zaman aklıma gelmeyecek derecede güzel düşüncelerle avutuyorlardı. Hiçbir papaz, cenneti onların çocuksu konuşmalarında anlattıkları kadar güzel tarif edemezdi. Ben de bir yandan hıçkırıp bir yandan onları dinlerken o anda, hep beraber cennette olmayı istemekten kendimi alamadım.

6
Bay Hindley cenaze töreni için eve geldi. Bizi şaşırtan, komşuları da doğru yanlış bir sürü dedikodu yapmaya zorlayan bir şey oldu: Yanında karısını da getirmişti.
Kadın neyin nesiydi, nerede doğmuştu; bunları bize hiç açıklamadı. Belliydi ki kadının parası da doğru dürüst bir ailesi de yoktu; öyle olmasa Küçük Bey, evlendiğini babasından gizlemezdi.
Kadın, kendi hevesleri uğruna evde tedirginlik yaratacak bir kimse değildi. Kapının eşiğinden içeri adımını attığı andan itibaren gördüğü her şeyden, her olaydan hoşlanmışa benziyordu. Yalnız cenaze hazırlığıyla yas tutucuların varlığı, onun hoşuna gitmemişti.
Bu işler sırasında takındığı tavırlara bakınca onun, biraz kaçık olduğunu düşündüm çünkü odasına koşarken o sırada çocukları giydirmem gerektiği hâlde, beni de peşinden sürüklemişti. Odada tir tir titreyerek oturmuş, ellerini ovuştura ovuştura, boyuna: “Daha gitmediler mi?” diye sorup durmuştu.
Sonra da siyah rengin onda nasıl sinirli duygular uyandırdığını anlatmaya başlamıştı. Sonra durakladı, bir an korkuyla titredi, nihayet hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Niye ağladığını sorunca da bilmediğini, yalnız ölmekten pek çok korktuğunu söyledi.
Bana sorarsanız ölüm, ondan en az benden olduğu kadar uzaktı. Epey zayıftı ama dipdiri bir görünüşü vardı, gözleri de pırlantalar gibi parlıyordu. Merdivenleri çıktıktan sonra soluk soluğa kaldığını, küçücük bir gürültüyle titreyip ürperdiğini, bazen de kötü kötü öksürdüğünü fark etmiştim. Yalnız bu belirtilerin neye işaret olduğunu bilmiyordum. Ona acımaya da hiç niyetli değildim. Zaten biz burada genellikle yabancılara pek sokulganlık göstermeyiz Bay Lockwood; onlar önce bize sokulmazsa demek istiyorum.
Hindley Earnshaw, üç yıllık yokluğu sırasında bir hayli değişmişti. Daha solmuş, incelmişti; konuşması da giyinişi de adamakıllı başkalaşmıştı. Daha eve geldiği gün de Joseph’le bana, bundan sonra mutfağın arka bölümüne yerleşmemizi, evi ona bırakmamızı söyledi. Ona kalsa boş küçük odalardan birine halı döşeyecek, duvarlarını kâğıtla kaplatıp bir oturma odası hâline getirecekti ama karısı; beyaz döşemeyi, kocaman ocağı, kalaylı kap kacakları, köpek kulübesini ayrıca oturacakları yerin böyle geniş olmasını pek beğendiğinden Hindley de karısını rahat ettirmek için, bu işlere girişmeye lüzum görmedi.
Genç kadın, yeni akrabaları arasında bir de kız kardeşin bulunmasına başlangıçta pek sevinmiş gibiydi. Catherine’le durmadan çene çalıyor, onu okşuyor, beraberce oraya buraya koşuyor, sık sık da ona hediyeler veriyordu. Derken bu sevgi de çabucak sönüverdi, kadın hırçınlaşınca Hindley de zorbalığa başladı. Karısının Heathcliff’ten hoşlanmadığını belli eden bir-iki sözü, onun çocuğa karşı beslediği eski nefretin gene uyanmasına yetmişti. Küçük Bey, onu kendilerinin yanından ayırıp hizmetçilerin arasına gönderdi, papazdan aldığı derslerden yoksun etti, bunun yerine de çiftliğin işleriyle uğraşmasını emretti, onu bir çiftçi yamağıymış gibi çalışmaya zorladı.
Catherine, kendi öğrendiklerini ona öğretti; tarlalarda onunla oyunlar oynadığı için Heathcliff, bu hakir görülme işini önceleri pek önemsememişti. İkisi de vahşiler gibi kaba birer insan olacağa benziyorlardı. Genç Bey onların davranışlarıyla, yaptıkları işlerle hiç ilgilenmiyordu, çocuklar da ondan uzak durmaya bakıyorlardı. Pazarları kiliseye gidip gitmediklerini bile araştırmazdı ancak Joseph’le papaz, çocukların kiliseye gelmediğini görüp de ona ilgisizliğinden dolayı çıkışırlarsa o da Heathcliff’in kırbaçlanmasını, Catherine’in de öğle ya da akşam yemeğinde aç bırakılmasını emrederdi.
Sabahtan kırlara kaçıp bütün gün orada kalmak, çocukların büyük eğlencelerinden biriydi. Sonradan yiyecekleri cezaya da gülüp geçilecek basit bir şey gözüyle bakıyorlardı. Papaz, Catherine’in İncil’den dilediği kadar bölümü ezberlemesini isteyebilirdi, Joseph de kollarının kuvveti kesilinceye kadar Heathcliff’i dövebilirdi; onlar tekrar bir araya gelir gelmez hiç olmazsa şeytanca bir öç alma tasarlamaya başladıkları an, her şeyi unutuyorlardı.
Ben de birçok kereler çocukların her geçen gün biraz daha kötüye gittiklerini görerek ağlamıştım ama bu dostsuz yaratıklar üzerinde az da olsa sözüm geçiyordu, bunu kaybetmekten korktuğum için bir tek kelime bile söyleyemiyordum.
Bir pazar akşamıydı. Ya çok gürültü yaptıkları için ya da buna benzer basit bir kabahat yüzünden odadan dışarı çıkarılmışlardı. Onları yemeğe çağırmak üzere aradığım zaman hiçbir yerde bulamadım.
Evin üstüne, altına, bahçeye, ahırlara baktık; görünürlerde yoklardı. Nihayet Hindley de öfke içinde, bize kapıları sürgülememizi, o gece kimsenin çocukları içeri almamasını söyledi.
Ev halkı odalarına çekildi; ben ise yatamayacak kadar tasalıydım. Penceremi açtım, yağmura aldırmadan başımı dışarı uzatıp dinlemeye koyuldum. Gelirlerse yasağa rağmen onları içeri almaya kararlıydım.
Biraz sonra, yoldan ayak seslerinin geldiğini duydum. Bahçe kapısının aralığından bir lambanın ışığı sızdı.
Başıma bir şal alıp koştum. Kapıyı vurup Hindley’i uyandırmalarını önlemek istiyordum. Heathcliff yalnızdı. Onu böyle tek başına görünce korkmuştum. Telaşla bağırdım:
“Catherine nerede? Kazaya falan uğramadı ya?”
Heathcliff: “O Thrushcross Çiftliği’nde.” dedi. “Ben de orada kalacaktım ama beni davet etmek nezaketini göstermediler.”
“Eh, öyle bir azar işiteceksin ki!” dedim. “Zaten laf işitmedikçe de rahat edemiyorsunuz bir türlü. Thrushcross Çiftliği’ne kadar gitmenizin sebebi neydi?”
“Önce şu ıslak elbiselerimi çıkarayım, ondan sonra sana her şeyi anlatırım, Nelly.” dedi.
Bey’i uyandırmamaya dikkat etmesini söyledim. O soyunurken, ben de mumu söndürmek için beklerken, Heathcliff hikâyesine devam etti:
“Cathy ile ben, şöyle serbest serbest dolaşmak için çamaşırhaneden dışarı kaçmıştık. Derken çiftliğin ışıklarını gördük. Oraya kadar gidip bir bakmak istedik. Acaba küçük Lintonlar da pazar akşamlarını, anneleriyle babaları ocakbaşında yiyip içip eğlenirlerken köşelerde, titreye titreye mi geçiriyorlar diye merak ediyorduk. Acaba öyle miydi yoksa ilahiler okuyarak evin kâhyasından ders alıp sorularına doğru cevap veremeyince de bir sütun dolusu peygamber adı ezberlemek zorunda mı kalıyorlardı?..”
“Belki de öyle geçirmiyorlardır.” dedim. “Onlar, uslu çocuklar olsa gerek, sizin gibi kabahat işleyip cezayı hak etmiyorlardır elbet.”
“Hadi hadi, saçmalama Nelly! Tepeden parka kadar hiç durmadan koştuk. Catherine yalın ayak olduğu için koşarken helak oldu. Yarın onun ayakkabılarını bataklıkta araman gerekecek. Çalılıkların arasından bir gedik bulup geçtik, dar bir keçi yolundan yürümeye başladık.
Salonun penceresinin altındaki çiçekliğe gizlendik. İçeriden ışık geliyordu; panjurları henüz kapamışlardı, perdeler de yarı yarıya çekiliydi. İkimiz de eşiğin üzerinde durup pencerenin çıkıntısına asılarak içeriyi seyredebiliyorduk. Ah, içerisi çok güzeldi! Kırmızı halıyla kaplı çok güzel bir yerdi… Üzerleri kırmızı kumaşla kaplı koltuklar, masalar, kenarları sarı yaldızla kaplı bembeyaz bir tavan, ortasında da aşağıya doğru gümüş zincirlerle cam sağanağı hâlinde sarkan bir avize. İşte böyle, insanın gözlerini kamaştıran bir yer. İhtiyar Bay Linton’la Bayan Linton orada değillerdi; salon, Edgar ile kız kardeşine kalmıştı. Onların mutlu olmaları gerekmez mi? Biz olsak kendimizi cennette sanırdık… Şimdi de tahmin et bakalım, senin cici çocukların ne yapıyorlardı? Isabella, -yanılmıyorsam on bir yaşında var, Cathy’den bir yaş küçük- odanın bir köşesinde kendini yere atmış sanki büyücüler vücuduna kızgın iğneler sokuyormuş gibi avaz avaz bağırıyordu. Edgar da ocağın başında durmuş, sessiz sessiz ağlıyordu. Masanın ortasında da küçük bir köpek vardı, o da kuyruğunu sallaya sallaya havlıyordu. İkisinin durmadan birbirini suçlamasından anladık ki az kalsın hayvanı aralarında ikiye biçeceklermiş. Budalalar! Onların da eğlenceleri buydu işte. Bütün kavgaları, bir tutam sıcacık tüyü hangisi önce tutacak diye tartışmaktan çıkmış. İkisi de bunu önce kendisi yapmak için çırpınmış ama sonradan da vazgeçtikleri için ağlamaya koyulmuşlar. Bu ana kuzularıyla bir güzel alay ettik. Catherine’in istediği bir şeyi, benim almaya kalkıştığımı hiç gördün mü? Ya da birimiz odanın bir köşesinde, öbürümüz öteki köşesinde ağlayıp sızlamakla vakit geçirdiğimizi gören var mı? Bana binlerce hayat bağışlasalar buradaki durumumu, Thrushcross Çiftliği’nde Edgar Linton’ın yeriyle değişmeye razı olmam. Hatta Joseph’i evin en üst katından aşağıya atmak, evin cephesini Hindley’in kanıyla boyamak fırsatını bile verseler.”
“Sus bakayım!” diye onun sözünü kestim. “Catherine’in neden orada kaldığını bana hâlâ anlatmadın, Heathcliff.”
“Güldük dedim ya!” diye cevap verdi. “Lintonlar bizim sesimizi duymuşlar, ikisi birden ok gibi kapıya koştu. Derken önce bir sessizlik oldu, sonra da bir feryattır koptu: ‘Ah, anne, anne! Ah, anne! Gelin buraya. Ah, baba ah!’ diye haykırmaya başladılar. Biz de onları biraz daha korkutmak için daha korkunç sesler çıkarmaya başladık ama birisinin sürgüleri çektiğini duyunca kendimizi aşağıya attık. Hemen kaçmamızın doğru olacağını düşünüyorduk. Ben Cathy’yi elinden tutmuş, hızlanmaya zorluyordum birdenbire yere yıkılıverdi. ‘Kaç, Heathcliff, kaç!’ diye fısıldadı. ‘Köpeği ardımızdan salmışlar, o da beni yakaladı.’
O yezit, Cathy’yi ayak bileğinden yakalamıştı, Nelly. Korkunç hırıltılarını da duyuyordum. Cathy bağırmadı, hayır. Azgın bir boğanın boynuzuna takılmış bile olsa böyle bir şey yapmayı küçüklük sayardı. Ama ben haykırdım. Hristiyanlık dünyasındaki zebanilerin hepsini bir anda yok etmeye yetecek kadar lanet yağdırdım. Sonra bir taş alıp köpeğin ağzına soktum, olanca gücümle boğazından aşağıya itmeye çalıştım. Derken hayvan gibi bir uşak, elinde feneriyle göründü. ‘Sıkı tut Skulker, sıkı tut!’ diye bağırdı.”
“Sonra, Skulker’ın ne yakaladığını görünce sesi değişti. Köpeğin soluğu kesilmişti, koca pembe dili bir karış dışarı sarkmıştı, dudaklarında köpük köpük kanlı salya vardı.
Adam Cathy’yi kaldırdı. Kız bayılacak gibiydi; korkudan değil, acıdan. Adam onu içeri götürdü; ben de lanetler, küfürler savurarak arkalarından gittim.
Linton, kapının ağzından: ‘Ne avladınız, Robert?’ diye sordu. Uşak: ‘Skulker küçük bir kız yakaladı, efendim.’ dedi. Sonra: ‘Burada bir de oğlan var.’ diyerek beni kolumdan tuttu. ‘Tıpkı bir sokak köpeğine benziyor. Haydutlar herkes uyuduktan sonra, bunları pencereden içeri sokup kapıları açtırabilirlerdi pekâlâ. Böylece de bizi kolayca öldürebilirlerdi. Tut çeneni, ağzı bozuk hırsız yamağı! Sen bunun hesabını, darağacında vereceksin!’ diyordu. Sonra: ‘Bay Linton, sakın silahınızı bir yana bırakayım demeyin.’ dedi. İhtiyar budala da: ‘Hayır, bırakmam, Robert.’ dedi. ‘Bu alçaklar, dün benim kira toplama günüm olduğunu biliyorlardı; beni kurnazca yakalamak istediler. Gelin içeri; onlara güzel bir ziyafet çekeceğim. Hadi, John sen kapıların zincirlerini tak. Skulker’a biraz su ver, Jenny. Bir yargıcı evinde, hem de kutsal günde, soymak ha? Bunların hiç utanmaları yok mu? Mary, şuraya bak! Korkma canım, alt tarafı bir çocuk ama yüzünden kötülük akıyor. İçinden geçenleri yapmaya kalkışmadan bunu hemen asıvermek memlekete de bir iyilik olmaz mı?’ ”
“Beni avizenin altına çekti. Bayan Linton gözlüğünü taktı, ellerini dehşet içinde havaya kaldırdı. Ödlek çocuklar da yaklaşmışlardı. Isabella peltek peltek: ‘Ne korkunç şey!’ dedi. ‘Onu mahzene kapat, baba. Tıpkı benim terbiyeli sülünümü çalan falcının oğluna benziyor, değil mi, Edgar?’
Onlar beni tepeden tırnağa süzerlerken Cathy de göründü. Son konuşmayı duymuş, gülüyordu. Edgar Linton, onu meraklı meraklı şöyle bir süzdükten sonra çok şükür, tanıdı. Biliyorsun, başka yerde pek karşılaşmasak bile kilisede karşılaşıyoruz onlarla. Annesine: ‘Earnshawların kızı bu.’ diye fısıldadı. ‘Bak, köpek onu nasıl da ısırmış… Ayağı nasıl da kanıyor!’ Annesi: ‘Earnshawların kızı mı dedin? Olamaz!’ diye bağırdı. ‘Öyle bir kız, bir Çingene çocuğuyla kırda, bayırda dolaşır mı hiç! Ama dur bakayım, bu çocuk yas elbiseleri giymiş. Evet, öyle… Ömrü boyunca da topal kalabilir.’
Bay Linton, beni bırakıp Catherine’e dönmüştü. ‘Ağabeyinin dikkatsizliğine, ilgisizliğine de diyecek yok!’ diye haykırdı. ‘Shielders’tan duyduğuma göre…’ Shielders dediği bizim papaz. ‘…Ağabeyi kızın tam bir putperest gibi yetişmesine göz yumuyormuş. Ama bu da kim? Kız bu arkadaşı nereden buldu? Ha, anladım. Komşumun vaktiyle Liverpool’da bulup getirdiği çocuk bu, kalıbımı basarım! Ya Hint ya da Amerika’dan, belki de İspanya’dan sürülmüş bir yumurcak.’
İhtiyar kadın: ‘Kimin nesi olursa olsun, kötü bir çocuk!’ dedi. ‘Kendini bilen derli toplu bir aileye yakışmaz. Konuşmasına dikkat ettin mi, Linton? Söylediği sözleri çocuklarımın da işittiklerini hatırladıkça aklım başımdan gidiyor.’
Yeniden küfretmeye başladım -kızma bana sakın, Nelly- onun için de Robert’ın beni alıp götürmesi emredildi. Ben Cathysiz yerimden kıpırdamak istemiyordum. Beni zorla bahçeye sürükledi, elime feneri tutuşturdu, yaptıklarımı Bay Earnshaw’ya anlatılacağını söyledikten sonra, yürümemi emretti, arkamdan kapıyı güzelce kapadı.
Pencerenin perdesi, hâlâ bir köşeye toplanmış duruyordu, ben gözetleme işine yeniden başladım çünkü Catherine dönmek isteyip de onu dışarı bırakmazlarsa o koca camları milyonlarca parçaya bölmeye kararlıydım. Catherine, sessiz sessiz kanepede oturuyordu. Bayan Linton, gezi için sütçü kadından aldığımız kurşuni pelerini Catherine’in üzerinden çekti çıkardı. Bir yandan da başını sallıyor, ona çıkışıp duruyordu. Catherine genç bir hanımefendiydi, ona karşı takındıkları tavırla bana karşı takındıkları tavır arasında mutlaka büyük bir fark olmalıydı. Derken bir hizmetçi bir tas dolusu ılık su getirdi, Catherine’in ayağını yıkadı. Bay Linton da bir ilaç hazırladı. Isabella kucağına bir tabak bisküvi boşalttı. Edgar ise ağzı bir karış açık, uzaktan olanları seyre dalmıştı. Daha sonra Catherine’in o güzel saçlarını kurulayıp taradılar, bir çift kocaman terlik verdiler, ocakbaşına götürdüler. Onu bıraktığımda pek neşeliydi; bisküvilerini ara sıra burnunu sıktığı küçük köpek Skulker ile arasında pay ediyordu. Böylece Lintonların da boş bakışlı mavi gözlerinde, neşe pırıltıları yaratmıştı. Onu budalaca bir hayranlık içinde seyrettiklerini gördüm. Cathy, onlardan öylesine üstün görünüyordu ki… Zaten o, dünyada herkesten üstündür, öyle değil mi Nelly?”
Oğlanın üstünü örtüp ışığı söndürürken: “Bu işin sonunda senin sandığından daha büyük şeyler çıkacak.” dedim. “Sen adam olmazsın, Heathcliff. Bay Hindley de sana kim bilir daha neler yapacak, göreceksin.”
Sözlerim ne yazık ki pek doğru çıktı. Uğursuz serüven, Earnshaw’yu küplere bindirmişti. Ertesi gün Bay Linton, işleri düzeltmek için bizi görmeye geldi. Bizim Küçük Bey’e ailesini çekip çevirme konusunda öyle bir ders verdi ki Bey, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi.
Heathcliff’i kırbaçlamadılar ama Catherine’le bir kelime bile konuşursa hemen kapı dışarı edileceğini söylediler. Bayan Frances Earnshaw da görümcesine gerektiği gibi göz kulak olma işini üzerine aldı, yalnız bu işi zor kullanarak değil, tatlılıkla yapacaktı; zaten zor kullanmaya kalksa hiçbir şey yapamazdı.

7
Cathy, Thrushcross Çiftliği’nde Noel’e kadar, yani beş hafta kaldı. Bu süre içinde ayak bileği tamamıyla iyileşmiş, hâli hareketi de hayli düzelmişti. Hanım da onu, sık sık görmeye gidip güzel elbiselerle, benliğini okşayacak sözlerle onda kendine karşı güven uyandırarak onu yeniden kendine getirme işine girişmişti. Cathy de bunu seve seve kabul etmişti. Öyle ki evden içeri koşarak hepimizin soluğunu kesecek bir telaşla giren başı açık, küçük yabani yerine, pek ağırbaşlı bir hanımefendi geldi. Yağız bir midilliden inerken kestane rengi bukleleri; tüylü, kunduz kürklü şapkasından iki yana sarkıyordu. Üzerindeki binici elbisesinin uzun eteklerini, iki eliyle tutmak zorunda kalmıştı.
Hindley, sevinçle haykırarak onu attan indirdi:
“Aman Cathy, ne kadar güzelleşmişsin! Seni az kalsın tanımayacaktım. Şimdi tam bir hanımefendiye benzemişsin. Isabella Linton onunla mukayese edilemez bile değil mi, Frances?”
Hindley’in karısı cevap verdi: “Isabella’da onun doğal üstünlüğü yok ki!” dedi. “Yalnız, burada gene o eski yırtıcılığına dönmemeye dikkat etmesi gerekir. Catherine’in soyunmasına yardım et, Ellen. Dur şekerim, buklelerin bozulacak, şapkanı ben çıkarıvereyim.”
Kızın uzun etekli binici kıyafetini ben çıkardım, altından pırıl pırıl parlayan kareli ipekli kumaştan bir bluz, beyaz golf pantolon ve cilalı çizmeler göründü. Onu karşılamaya koşuşan köpeklere sevinçten parlayan gözlerle baktığı hâlde o güzelim elbiseleri kirlenir korkusuyla hayvancağızlara dokunmadı bile…
Beni de çekine çekine öptü çünkü Noel pastasını yaparken una bulanmıştım; bana sarılması doğru olmazdı. Sonra etrafına bakınıp Heathcliff’i aradı. Bay ve Bayan Earnshaw, iki arkadaşı ayırma işinin başarıya ulaşıp ulaşmayacağını bir dereceye kadar anlayabilmek için, onların karşılaşmalarını bekliyorlardı.
Heathcliff’i hemen bulmak çok güç oldu. Catherine gitmeden önce ona bakılmamış, ilgi gösterilmemişse kızın yokluğunda bu ilgisizlik, on kat daha artmıştı.
Benden başka hiç kimse ona pis bir çocuk olduğunu söylemek, haftada bir kere yıkanmasını hatırlatmak iyiliğinde bulunmuyordu; onun yaşındaki çocukların da sabunu, suyu kendiliğinden sevdikleri pek nadir görülür. Bu yüzden üç aydan beri giydiği elbiseleri, tarak girmemiş gür saçları bir yana, eli, yüzü de acınacak derecede kirliydi. Kendisine benzeyen kaba saba bir kızın gelmesini beklerken eve kibar, pırıl pırıl bir hanım kızın girdiğini görünce divanın arkasına gizlenmeyi uygun bulmuştu.
Cathy, eldivenlerini çekip iş yapmadan evde oturmak yüzünden bembeyaz olan ellerini gözler önüne sererken: “Heathcliff yok mu?” diye sordu.
Hindley, oğlanı o berbat hâliyle ortaya çıkarmakla nasıl küçük düşüreceğini düşünerek sevinçle bağırdı:
“Heathcliff, ortaya çıkabilirsin. Buraya gel de öteki uşaklar gibi sen de Catherine’e hoş geldin de!”
Cathy, arkadaşının gizlendiği yerden çıktığını görünce koşup onunla kucaklaştı. Yanaklarını bir saniyede yedi-sekiz kere öptü. Sonra durakladı, biraz gerileyip bir kahkaha attı:
“Ayol, sen kapkara olmuşsun böyle! Ne de öfkeli görünüyorsun! Çok tuhafsın… Çok da durgunsun… Ama ben Edgar’la Isabella Linton’a alıştığım için seni böyle görüyorum besbelli. E, Heathcliff, beni unuttun mu yoksa?”
Kız bu soruyu sormakta haklıydı çünkü utanç ve gurur oğlanın yüzündeki kasvetli ifadeyi iki kat arttırmış, kıpırdamasına imkân bırakmamıştı.
Hindley sanki büyük bir alçak gönüllülük gösterisinde bulunuyormuş gibi: “Tokalaşabilirsin, Heathcliff.” dedi. “Arada bir olmak şartıyla, buna izin var.”
Çocuk nihayet konuşma gücünü bularak: “Hayır.” diye söylendi. “Tokalaşmayacağım. Burada durup beni alaya almalarına meydan bırakmayacağım. Hayır, buna gelemem!”
Hemen aralarından sıyrılacaktı ama Cathy onu gene yakaladı.
“Ben seninle alay etmek istemedim ki…” dedi. “Yalnız kendimi tutamadım. Heathcliff, hiç olmazsa elini ver. Niye kızdın sanki? Sadece, gözüme tuhaf göründün… Yüzünü yıkayıp saçlarını fırçalarsan mesele kalmaz. Ama o kadar da kirlisin ki!”
Parmakları arasında tuttuğu o kapkara ele, bu elin değip de kirlenmesinden korktuğu elbiselerine düşünceli düşünceli baktı.
Heathcliff onun bakışlarını görmüştü.
“Bana dokunman şart değil ki…” dedi ve elini kızın elinden hızla çekti. “Ben canımın istediği kadar kirli olacağım, kirli olmaktan hoşlanıyorum, hep de kirli kalacağım!”
Bundan sonra hızla odadan dışarı çıktı. Bey’le hanım, buna pek sevinmişti. Catherine ise sözlerinin niçin böyle bir öfke gösterisine sebep olduğuna akıl erdiremediği için çok üzgündü.
Evine dönen Küçük Hanım’a oda hizmetçiliği yapıp pastaları fırına koyduktan, evin ve mutfağın ocaklarını Noel gününe yakışacak şekilde yaktıktan sonra, oturup Noel ilahileri söyleyerek kendi kendime eğlenmeye başladım. Joseph, bu ilahileri neşeli şarkılardan farksız bulduğunu söylüyordu ama ben buna hiç aldırmadım.
Joseph de dua etmek için odasına çekilmişti. Bay ve Bayan Earnshaw, küçük Lintonlara yaptıkları iyilikleri karşılamak için aldıkları cicili bicili hediyeleri göstererek Küçük Hanım’ı oyalamaya çalışıyorlardı.
Küçük Lintonlar ertesi gün için Uğultulu Tepeler’e davet edilmişler, bu davet de bir şartla kabul edilmişti: Bayan Linton sevgili yavrularının o yaramaz, küfürbaz çocuktan uzak tutulmalarına özellikle dikkat edilmesini istiyordu.
Bu durumda, ben yalnız kalmıştım. Pişmekte olan yemeklerin güzel kokuları burnuma geliyordu; pırıl pırıl parlayan mutfak kaplarını, defne dallarıyla süslü mutfak saatini, akşam yemeğinde köpüklü birayla doldurulmaya hazır tepside dizili duran gümüş bira dublelerini, bunların hepsinden daha önemlisi, hamaratlığımın aynası gibi pırıl pırıl parlayan döşemeyi hayran hayran seyrediyordum.
İçimden her şeyi ayrı ayrı alkışlıyordum. Birdenbire vaktiyle işler bittikten sonra ihtiyar Earnshaw’nun içeri girişini, Noel harçlığı olarak avucuma para sıkıştırışını hatırlayıverdim. Derken onun Heathcliff’e karşı aşırı düşkünlüğü, kendi öldükten sonra onun bakımsız kalacağından yana tasalanması aklıma geldi; bu da zavallı yavrucağın içinde bulunduğu durumu düşünmeme sebep oldu elbette. Şarkı söylerken ağlamaya başladım. Arası çok geçmeden de oğlanın uğradığı haksızlıklar için gözyaşı dökmektense bunları, biraz olsun gidermeye çalışmanın daha doğru olacağını düşündüm. Yerimden kalktım, onu bulmak için taşlığa çıktım.
Oğlan uzakta değildi; onu ahırdaki yeni atı tımar ederken, hayvanlara her zamanki yemlerini verirken buldum.
“Çabuk ol, Heathcliff!” dedim. “Mutfak çok rahat… Joseph de yukarıda, elini çabuk tut da Küçük Hanım aşağıya inmeden seni bir güzel giydireyim. Sonra da ocağın karşısında onunla baş başa oturup yatma vakti gelinceye kadar, uzun zaman çene çalabilirsiniz.”
İşine devam etti, başını bir kere olsun benden yana çevirmedi.
“Hadi geliyor musun?” diye bir daha sordum. “İkinize de birer küçük pasta var, bu da size yeter sanırım. Hazırlanman da yarım saat sürer.”
Beş dakika bekledim, cevap alamayınca ben de bırakıp gittim.
Catherine, akşam yemeğini ağabeyiyle ve yengesiyle yedi. Joseph’le ben de kavgalı, patırtılı, huzursuz bir yemek yedik. Onun pastasıyla peyniri ise periler gelip yesinler diye bütün gece masanın üzerinde durdu. Dokuza kadar işiyle oyalandı; sonra, hiç kimseye bir şey söylemeden asık suratla odasına çekildi.
Cathy, gece geç vakitlere kadar oturdu. Yeni arkadaşlarına vereceği ziyafet için bir sürü hazırlık yapması gerekmişti. Bir kere de eski arkadaşıyla bir-iki kelime konuşmak için mutfağa uğradı ama o gitmişti. Kız da sadece arkadaşının nesi olduğunu sorup geri döndü.
Ertesi sabah, oğlan erken kalktı. Tatil olduğu için, dertli başını alıp kırlara çıktı. Ev halkı, kiliseye gidinceye kadar da ortalıkta görünmedi. Oruç tutmak, düşünmek ona iyi gelmişti. Bir süre çevremde dolaştıktan sonra cesaretini toplayıp birdenbire şöyle dedi:
“Bana çekidüzen ver, Nelly. Artık düzelmek istiyorum.”
“Geç bile kaldın, Heathcliff.” dedim. “Catherine’i de üzdün. Bana sorarsan kız eve döndüğüne de pişman oldu. Galiba, onunla senden daha çok ilgilendikleri için de onu kıskandın.”
Catherine’i kıskanmak onun anlayamadığı bir duyguydu ama onu üzmek meselesine, pekâlâ aklı yatmıştı.
Gayet ciddi bir tavırla: “Üzüldüğünü mü söyledi?” diye sordu.
“Bu sabah senin gene gittiğini söylediğim zaman ağladı.”
“E, dün gece de ben ağladım.” diye karşılık verdi. “Hem benim ağlamam için de onunkinden çok sebep vardı.”
“Evet, gururlu bir kalple, bomboş mideyle yatağa yatmanın sebebi vardı. Gururlu insanlar, kendi başlarına dert açarlar. Ama alınganlığından utandıysan o gelince hemen özür dilemelisin. Yukarı çıkıp onu öpmelisin, demelisin ki… Ne demen gerektiğini sen daha iyi bilirsin. Yalnız, bunları içinden gelerek söylemelisin. Şık elbisenin, onu yabancı bir insan yaptığını gördüğün için böyle yapıyormuş gibi davranmamalısın. Şimdi de yemeği hazırlamam gerektiği hâlde, ne yapıp yapıp seni şıklaştırmaya çalışacağım. Öyle bir hâle geleceksin ki senin yanında Edgar Linton, yapma bir bebek gibi kalacak, zaten de öyle ya… Ondan daha küçüksün ama bence sen ondan daha uzun boylusun, omuzların da iki misli daha geniş; bir çırpıda onu yere serebilirsin. Bunu yapabileceğine senin de aklın yatmıyor mu?”
Heathcliff’in yüzü, bir an için aydınlandı; sonra yeniden bulutlanıverdi, içini çekti:
“İyi ama Nelly, ben onu yirmi kere de yere sersem onun yakışıklılığına halel gelmez, ben de daha çok yakışıklı olamam. Keşke saçlarımın rengi açık, tenim beyaz olsaydı, onun kadar güzel giyinip kibar davranabilseydim, onun gibi benim de günün birinde zengin olma ihtimalim bulunsaydı.”
“Bir de her fırsatta, ‘Anneciğim, anneciğim!’ diye ağlayabilseydin.” dedim. “Bir köylü çocuk, sana yumruğunu gösterir göstermez korkudan tir tir titremeye başlasaydın, birazcık yağmur yağdı diye bütün gün eve kapanmayı âdet edinseydin, değil mi? Aman, Heathcliff pek kötümser görünüyorsun. Aynanın önüne gel de sana neler istemen gerektiğini göstereyim. Gözlerinin arasındaki iki çizginin, yay gibi kıvrık olacak yerde, üstlerinden basılmış gibi dümdüz duran gür kaşlarının, şeytanın casusları gibi derine gömülüp pencerelerini bir kere bile açmadan altına gizlenen bir çift kara cinin farkında mısın? Şu kederli kırışıkları düzeltmeyi, kaşlarını içtenlikle kaldırmayı; cinleri de güven dolu, hiçbir şeyden kuşkulanmayan, tasalanmayan, her yerde dostlar gören birer melek hâline getirmeyi istemeli, öğrenmelisin. Yediği her tekmeyi nimet sayar gibi göründüğü hâlde tekmeyi atandan da bütün dünyadan da nefret edip küfürler yağdıran adi bir köpeğe benzememelisin.”
“Yani Edgar Linton’ın iri mavi gözlerine, geniş alnına sahip olmayı mı istemeliyim?” diye sordu. “Bunu istemesine istiyorum ama istemek, onları elde etmemi sağlamıyor ki…”
“Kapkara bir insan bile olsan temiz kalp, güzel yüzü kazanmanı sağlar, oğulcağızım. Kötü bir kalp ise en güzel yüzü bile çirkinden daha beter yapar. Şimdi yıkanmayı, taranmayı; homurdanmayı bitirdiğimize göre söyle bakalım, kendini daha yakışıklı bulmuyor musun? Bence öylesin. Tanınmamak için kıyafet değiştirmiş bir prense benziyorsun. Hem kim bilir belki de baban, Çin imparatoru, annen de bir Hint prensesiydi, her birinin bir haftalık geliri Uğultulu Tepeler’le Thrushcross Çiftliği’ni satın almalarına yeterdi. Seni de o kötü denizciler kaçırıp İngiltere’ye getirmiş olamazlar mı sanki? Ben, senin yerinde olsam asil bir kimse olarak doğduğuma inanır, bu inançla da küçük bir çiftlik sahibinin heveslerine direnme cesaretini kazanırdım.”
Böylece gevezeliğe devam ettim. Zamanla, Heathcliff’in de yüzündeki keder kayboldu, çok tatlı bir hâl almaya başladı. Derken yokuşu çıkıp avluya giren bir arabanın tangırtısı konuşmamızı yarım bıraktırdı.
Tam zamanında o, pencereye ben de kapıya koştuk. Lintonların; pelerinler, kürkler içinde aile arabalarından, Earnshawların da atlarından inişlerini seyrettik. Earnshawlar kışın kiliseye çoğu vakit atla giderlerdi. Catherine çocukların ikisini de ellerinden tuttu, eve aldı, doğruca ocağın başına götürdü. Çocukların beyaz yüzlerine hemen renk gelmişti.
Ben de yanımdakine, hemen gidip onlara güler yüzlülüğünü göstermesini söyledim, o da hevesle bu emri yerine getirdi ama aksilik bu ya, o bir yandan mutfağın kapısını açmaya çalışırken Hindley öbür yandan kapıyı açıverdi, karşı karşıya geldiler. Bey, onu böyle temiz ve neşeli görünce titizlendi belki de Bayan Linton’a verdiği sözü tutmuş olmak için ani bir hareketle çocuğu geriye itti. Öfkeli öfkeli Joseph’e: “Bu çocuğu odaya yaklaştırma, yemeğin sonuna kadar tavan arasında kalsın. Yoksa bir dakika onlarla yalnız kalırsa pastaları avuçlayıp meyveleri çalmaya kalkışır!” diye söylendi.
Ben de: “Hayır, efendim yanılıyorsunuz.” diye karşılık vermeden edemedim. “O hiçbir şeye dokunmaz… Böyle bir şey yapmaz… Hem bana kalırsa dünya güzelliklerinden payını almak bizler kadar onun da hakkıdır.”
Hindley bağırdı:
“Hava kararmadan önce onu bir kere daha aşağıda yakalarsam, elimin payını alacak! Defol, serseri! Vay, şimdi de sıra züppeliğe mi geldi? Dur bak, ben o fiyakalı bukleleri bir yakalayayım da gör, nasıl çeke çeke uzatacağım!”
Küçük Linton, kapıdan süzülerek: “Zaten bukleler yeteri kadar uzun.” diye söze karıştı. “Acaba başını ağrıtmıyorlar mı? Tay püskülü gibi gözlerinin üstüne düşmüşler.”
Çocuk bu sözleri, ötekine hakaret olsun diye söylememişti ama Heathcliff’in sert tabiatı daha o zaman kendine rakip gördüğü için nefret ettiği bir kimsenin, küstahlığına katlanmasına imkân bırakmıyordu. Elinin altına ilk gelen şeyi, sıcak elma ezmesi dolu bir kâseyi, tuttuğu gibi çocuğun yüzüne fırlattı. O da öyle bir feryat kopardı ki Catherine’le Isabella telaş içinde oraya koştular.
Hindley Earnshaw suçluyu hemen yakalayıp odasına götürdü, orada da öfkesini bastırmak için bir hayli çaba harcamış olmalı ki yüzü kıpkırmızı, soluğu kesilmiş bir hâlde geri döndü. Ben de bulaşık bezini aldım, lafa karıştığı için bu cezayı hak etmiş olduğunu düşündüğüm Edgar’ın yüzünü, gözünü temizlemeye koyuldum. Kız kardeşi evlerine gitmek için ağlamaya başladı, Cathy de hepimiz adına çok utanmış ve üzülmüştü.
Edgar Linton’a: “Onunla konuşmamalıydın!” diye çıkıştı. “Öfkesi üstündeydi, şimdi sen ziyaretin tadını kaçırdın, onu da kırbaçlayacaklar. Ben ise onun kırbaçlanmasını hiç istemem. Yemek de yiyemeyeceğim. Onunla niçin konuştun, Edgar?”
Çocuk, elimden kurtulup yüzünü mendiliyle temizlemeye devam ederek: “Ben konuşmadım.” diye hıçkırdı. “Onunla bir kelime bile konuşmayacağıma anneme söz vermiştim, konuşmadım da.”
Catherine de kızgın kızgın: “Öyleyse ağlama!” dedi. “Ölmedin ya… Hadi, bir daha kötülük etme. Ağabeyim de geliyor. Kes sesini! Sen de sus, Isabella… Sana bir kötülük yapan oldu mu?”
Hindley, telaşla içeri girerek: “Hadi bakayım çocuklar, yerlerinize dönün!” diye bağırdı. “Bu canavar çocuk, beni iyice kızdırdı. Bir dahaki sefere de kendi yumruklarınla işini halledersin, Edgar. Hem iştahın da açılır…”
Küçükler, muhteşem ziyafet karşısında tekrar eski havalarını buldular. Araba yolculuğu onları acıktırmıştı, büyük bir zarara da uğramadıkları için kolayca avundular.
Hindley Earnshaw güzel yemekleri tabaklara tepeleme dolduruyordu, evin hanımı da neşeli konuşmalarıyla masayı şenlendiriyordu. Ben hanımın sandalyesinin arkasında ayakta beklerken Catherine’in kupkuru gözlerle, hiçbir şeye aldırmadan önündeki kazın kanadını kesmeye çalıştığını üzüntüyle seyrettim.
Kendi kendime: “Düşüncesiz, duygusuz bir çocuk…” diyordum. “Eski oyun arkadaşının üzüntülerini nasıl da kolayca aklından çıkarabiliyor! Ben, onun bu derece bencil olduğunu hiç sanmazdım.”
Catherine bir lokmayı dudaklarına götürdü, sonra gene tabağa bıraktı. Yanakları kızarmış, gözyaşları yüzünden aşağıya süzülmeye başlamıştı. Duygularını gizlemek için kasten çatalını yere düşürdü, hemen masa örtüsünün altına eğildi. Böylece ona duygusuz demem uzun sürmedi çünkü bütün gün, cehennem azabı çektiğini, yalnız kalıp evin beyi tarafından odasına kilitlenen Heathcliff’i görebilmek için imkânlar araştırdığını anlamıştım. Heathcliff’in hapsedildiğini de ona, kendi elimle hazırladığım yemekleri vermek isteyince öğrendim.
Akşama dans vardı. Cathy, Isabella’nın kavalyesi olmadığından Heathcliff’in, dans saatinde serbest bırakılması için yalvardı ama gayretleri boşa çıktı, bu isteği yerine getirilmedi, kavalye noksanını da benim tamamlamam kararlaştırıldı.
Dansın heyecanı içinde bütün üzüntülerimizi unuttuk. Hele Gimmerton bandosunun da gelişiyle neşemiz büsbütün arttı. On beş kişilik bandoda şarkıcılardan başka bir trompet, klarnetler, bombardonlar, borular, bir de basviyola vardı. Bunlar hep Noel yortusunda tanınmış ailelerin evlerini dolaşıp bahşiş toplarlardı; onları dinlemek de bizler için başlıca eğlenceydi. Her zamanki ilahiler söylendikten sonra şarkılara, çok sesli havalara geçildi. Bayan Earnshaw müziği severdi; onun için, bandocular da bol bol çaldılar.
Catherine de müziği severdi ama merdivenin en üst basamağından daha iyi dinlediğini ileri sürerek karanlıkta yukarı çıktı; ben de peşinden gittim. Aşağıda evin kapısını kapamışlardı, bu kalabalıkta da bizim yokluğumuzu fark etmelerine imkân yoktu. Catherine merdivenlerin üst basamağında durmadı, daha yukarı gitti, Heathcliff’in hapsedildiği tavan arasına çıkıp ona seslendi. Heathcliff, bir süre karşılık vermemekte ayak diredi ama sonunda Küçük Hanım, onu tahtaların arasından konuşmaya zorladı. Şarkıların kesilip şarkıcıların bir şeyler yiyip içmek için büfeye gidecekleri ana kadar zavallı yavrucaklar rahat rahat konuşsunlar diye hiç ses çıkarmadan bekledim. Sonra Küçük Hanım’ı uyarmak için merdiveni tırmandım.
Onu, dışarıda bulacağımı sanırken içeriden geldiğini duydum. Küçük maymun kiremitlikteki kapancaların birinden ötekine geçerek içeriye girmişti, onu dışarı çıkarmam da çok zor oldu. Heathcliff’i de yanında getirmişti. Küçük Hanım onu ille mutfağa götürmemi istedi. Kapı yoldaşım da “şeytan ilahileri” dediği şarkılarımızı duymamak için komşuya gitmişti. Onlara dalaverelerine hiçbir zaman alet olmayacağımızı söyledim ama küçük mahluk, bir önceki öğle yemeğinden beri ağzına bir lokma koymadığı için bir kerelik onun, Hindley’i aldatmasına ses çıkarmayacağımı bildirdim.
Oğlan, aşağıya indi. Ocakbaşına bir iskemle çekip onu oturttum, türlü türlü yiyecekler verdim fakat çocukcağız hastaydı, pek az yemek yiyebildi. Onu eğlendirmek için sarf ettiğim gayretler de boşa gitti. Dirseklerini dizlerine dayamış, çenesini avuçları içine almış, derin düşüncelere dalmıştı.
Ne düşündüğünü sorduğum zaman da ciddi ciddi şu cevabı verdi:
“Hindley’den öcümü nasıl alacağımı kararlaştırmaya çalışıyorum. Ne kadar beklemem gerekirse gereksin, sonunda hıncımı alabileceksem sabırla beklerim. İnşallah ben hıncımı almadan ölmez.”
“Ayıp, Heathcliff, ayıp!” dedim. “Kötüleri cezalandırmak Tanrı’nın işidir; biz sadece bağışlamasını öğrenmeliyiz.”
Oğlan itiraz etti:
“Hayır, Tanrı onu cezalandırmaktan benim alacağım zevki alamaz. Ah, bir de bu iş için en iyi yolu seçebilsem! Beni yalnız bırak da plan kurayım. Bunu düşünürken acılarımı unutuyorum.”
“Ah, Bay Lockwood, bu hikâyelerin sizi oyalayamayacağını unuttum. Böyle durmadan gevezelik ettiğim için de özür dilerim. Lapanız soğumuş, uyukluyorsunuz. Heathcliff’in hikâyesini, daha doğrusu sizi ilgilendirecek kısımlarını yarım düzine kelimeyle de anlatabilirdim.”
***
Böylece konuşmasına ara veren kâhya kadın, ayağa kalktı, dikişini kaldırmaya koyuldu. Ben ocağın başından ayrılabilecek durumda değildim, hem uyukladığım da yoktu.
“Oturun, Bayan Dean!” diye bağırdım. “Yarım saatçik daha oturun. Hikâyeyi uzun uzun anlatmakla da çok iyi ettiniz. Benim beğendiğim usul de budur. Hikâyeyi aynı şekilde tamamlamalısınız. Sözünü ettiğiniz herkese karşı da az çok ilgi duyuyorum.”
“Saat neredeyse on biri vuracak efendim.”
“Ziyanı yok… Erken yatmaya zaten alışık değilim. Sabah ona kadar yataktan kalkmayan bir kimse için gece birde, ikide yatmak geç sayılmaz.”
“Sabahları da ona kadar yatmamalısınız. Sabahın en güzel zamanı o saate kadar çoktan geçmiş olur. Saat ona kadar günlük işinin yarısını tamamlamamış olan bir kimse, çoğunlukla öbür yarıyı da ertesi güne bırakmak zorunda kalır.”
“Her ne hâl ise siz sandalyenize oturun Bayan Dean. Çünkü yarın, geceyi öğleden sonraya kadar uzatmak niyetindeyim. Kendimde müzmin bir soğuk algınlığının belirtilerini teşhis ettim.”
“Umarım yanılmışsınızdır, efendim. Neyse şimdi izin verirseniz üç yıllık bir süreyi atlayacağım. Bu süre içinde de Bayan Earnshaw…”
“Hayır hayır, böyle bir şeye asla izin veremem. Siz hiç yalnız başınıza oturup bir kedinin yavrusunu yalayarak temizlediğini seyrederken nasıl bir ruh hâli içinde bulunduğunuzu bilir misiniz? Bu manzarayı öyle büyük bir dikkatle seyredersiniz ki kedi, tesadüfen bir kulağı temizlemeden bırakırsa iyice sinirleriniz bozulur.”
“Bence bu dediğiniz ruh hâli, pek tembellere yakışan bir şeydir.”
“Tam tersine, çok yorucu denebilecek kadar hareketli bir ruh hâlidir bu. Ben şimdi bu hâldeyim; onun için hikâyeyi dakikası dakikasına anlatmaya devam edin. Bence buralarda yaşayan insanlar, şehirde yaşayanlardan, tıpkı zindandaki örümceğin zindanda yatan bir insan için taşıdığı önemin, kulübedeki örümceğin kulübede yaşayan bir kimse için taşıdığı önemden üstün oluşu gibi, daha büyük bir kıymet taşımaktadır. Ama gittikçe artan ilgi dışarıdan seyredenin durumundan doğmamaktadır. Buradakiler daha gerçek, daha kendilerince, daha içten yaşıyorlar; sade, göz alıcı değişikliklerden uzak bulunuyorlar. Burada aşkın ömür boyunca sürebileceğine de inanırım; eskiden ise bir aşk macerasının ancak bir yıl devam edebileceğini düşünürdüm. Buradaki durum, tıpkı aç bir adamın önüne bir tabak yemek konup karnını bununla doyurmasının istenmesine, bir başkasının da Fransız aşçının hazırladığı yemeklerle donatılmış bir masanın başına geçirilmesine benziyor. Masadaki yemeklerin hepsinden tadarak sofranın zevkini çıkarmış olur ama her tabağın bu zevk içindeki payı pek küçük kalır.”
Bayan Dean, benim konuşmama biraz şaşmış gibi görünüyordu.
“Bizi daha iyi tanıyınca başka yerlerdeki insanlardan farklı olmadığımızı göreceksiniz.” dedi.
“Af buyurun ama…” dedim. “Siz bu düşünceyi yalanlamak için gerekli delillerin en kuvvetlisisiniz. Önemsiz, taşralılara has biriki özelliğiniz bir yana, sınıfınızın insanlarında bulunduğuna inandığım özelliklerin hiçbiri, sizde yok. Hizmetçilerin büyük bir çoğunluğunda rastlanmayacak derecede düşünmüş, kafanızı işletmişsiniz. Bu da boş şeylerle ömür tüketmek fırsatını bulamadığınızdan, düşünmekten başka bir eğlenceye sahip olamadığınızdan ileri geliyor.”
Kadın güldü:
“Evet.” dedi. “Ben de kendimi akıllı uslu bir insan olarak görüyorum elbette. Ömrüm boyunca dağlar arasında yaşayıp belirli insanlarla belirli hareketleri gördüğüm için de değil bu. Ben aklımı başıma almamı öğreten sıkı bir disiplin altında büyüdüm; sizin tahmin edebileceğinizden çok fazla kitap okudum, Bay Lockwood. Bu kitaplıkta, benim elimden geçmemiş tek kitap bulamazsınız. Yalnız Grekçe, Latince, Fransızca kitaplardan yararlanamadım… Ama hiç olmazsa bunların hangi dillerde yazıldıklarını bulabilirim. Fakir bir adamın kızından da bundan başka bir şey beklenmez. Her neyse hikâyemi gerçek bir dedikoducu üslubuyla anlatmamı istiyorsanız, devam edeyim bari. Üç yıllık süreyi atlayacak yerde, bir yaz sonrasına, 1778 yazının sonuna geçmeyi tercih ederim. Bu da aşağı yukarı yirmi üç yıl öncesine tesadüf ediyor.”

8
Güzel bir haziran sabahı, benim ilk süt bebeğim, yüzyıllık Earnshawların da sonuncu çocuğu dünyaya geldi. O gün, uzaktaki tarlalardan birinde hasatla uğraşıyorduk. Her zaman kahvaltımızı getiren kız, normal geliş saatinden bir saat kadar önce, fundalıklar arasından keçi yoluna saparak koşa koşa bize doğru geldi, bir yandan da bana sesleniyordu.
Soluk soluğa: “Ah, öyle güzel bir çocuk ki!” dedi. “Şimdiye dek doğan çocukların en güzeli. Ama doktor dedi ki hanım yolcuymuş; zaten bu son aylarda ince hastalık çekiyormuş. Doktor, Bay Hindley’e böyle derken duydum. Şimdi onu dünyada tutabilecek bir şey kalmamış artık, kışa kalmadan ölüp gidecekmiş. Sen hemen eve döneceksin. Bebeğe sen bakacakmışsın, Nelly… Sütle, şekerle besleyecekmişsin, gece gündüz de onunla haşır neşir olacaksın. Keşke senin yerinde ben olsaydım! Hanım göçüp gidince bebek bütün bütün senin olacak.”
Elimdeki tırmığı atıp başlığımı bağlarken: “Peki ama hanım çok mu hasta?” diye sordum.
“Öyle gibi ama cesaretini kaybetmemişe benziyor. Çocuğun büyüyüp adam olduğunu görünceye dek de yaşayacakmış gibi konuşuyor. Sevinç aklını başından almış galiba. Ah, bebek de öyle güzel ki! Onun yerinde ben olsaydım, hiç ölmezdim. Kenneth ne derse desin, ben daha bebeği görür görmez dirilirdim. Doğrusu ona da çok kızdım. Ebe Archer, bebeği evde bekleyen Bey’e getirmişti, adamcağızın yüzü tam gülmeye başlamıştı ki ihtiyar bunak yanına geldi, dedi ki: ‘Earnshaw, karının sana bu oğlan çocuğunu kazandırması, Tanrı’nın bir lütfu. Buraya geldiği zaman onun çok yaşamayacağını anlamıştım. Önümüzdeki kış, soğuklar belki de onun işini bitirecektir. Üzülüp kendini perişan etme çünkü elden gelen bir şey yok. Hem doğrusu, böyle bir kızı kendine eş seçmen hata idi.’ ”
“Peki, Bey buna karşılık ne dedi?” diye sordum.
“Galiba küfretti… Ben onunla ilgilenmedim, bebeği görmek için kıvranıyordum.”
Kız, gene bebeği anlatmaya koyuldu. Ben de en az onun kadar heyecanlı bir hâlde eve koştum. Hindley’e de üzülmüştüm. Onun gönlünde sadece iki puta yer vardı: Biri karısı, biri de kendisi. İkisini de severdi ama birine tapardı, onun kaybına nasıl katlanabileceğini düşünemiyordum.
Uğultulu Tepeler’e vardığım zaman Hindley, dış kapıda duruyordu, içeri girerken bebeğin nasıl olduğunu sordum.
“Neredeyse koşmaya başlayacak Nelly!” dedi. Neşeyle gülümsemeye çalışıyordu.
“Ya hanım?” diye sordum. “Doktor diyormuş ki şeymiş…”
Yüzü kızarmıştı, sözümü kesti.
“Doktora lanet olsun! Frances’in bir şeyi yok. Haftaya bu zamanlar tamamen iyileşmiş olacaktır. Sen yukarı mı çıkıyorsun? Konuşmayacağına söz verirse yukarı geleceğimi söyler misin? Çenesini tutmadığı için yanında kalmadım. Çenesini tutmak gerek… Ona söyle, Doktor Kenneth konuşmamasını tembih etti.”
Bu haberi Bayan Earnshaw’ya ulaştırdım. Pek keyifli görünüyordu. Gülümseyerek anlattı:
“Ben daha bir kelime söyler söylemez o iki kat bağırıp dışarı çıktı, Ellen. Her neyse konuşmamaya söz verdiğimi söyle sen ona ama bu, onun hâline gülmeyeceğime de söz veriyorum demek değil ha!”
Zavallıcık! Ölümünden bir hafta öncesine kadar neşesi hiç azalmadı. Bu arada, kocası da onun sağlığının günden güne iyileştiğini inatla tekrarlamaktan hayır, ateş püskürerek tekrarlamaktan geri kalmadı. Kenneth hastalığın bu devresinde onun vereceği ilaçların bir fayda sağlamayacağını, hastaya bakacağım diye Hindley’i boşuna masrafa sokmak istemediğini de söyleyince Bey, hışımla şöyle dedi:
“Senin gelmene ihtiyaç olmadığını ben de biliyorum… Karım iyi… Senin bakımına artık ihtiyacı yok. Hiçbir zaman vereme yakalanmış değildi. Bir ateşli hastalıktı; şimdi de geçti. Nabzı benimki gibi ağır, yanakları da benimkiler kadar serin.”
Karısına da aynı hikâyeyi anlattı, o da kocasına inanmış görünüyordu. Derken bir gece, ertesi gün kalkabileceğini söylemek üzere başını, kocasının omuzuna dayadığı sırada, bir öksürük nöbetine tutuldu. Hafif bir nöbetti bu. Bey, karısını kolları arasına alıp kaldırdı; o da kocasının boynuna sarıldı. Derken yüzü değişti, sonra da ölüverdi.
Kızın önceden söylediği gibi bebek yani Hareton, büsbütün bana kalmıştı. Bay Earnshaw bebek sağlıklı göründüğü, ağlamadığı sürece ondan yana memnundu ama başka bakımlardan anlatılamayacak derecede üzgündü. Onun üzüntüsü de bambaşka türlüydü: Ağlamıyordu da dua da etmiyordu. Yalnız sövüyor, meydan okuyor, Tanrı’ya da insanlara da lanetler yağdırıyordu. Kendini insafsız bir öfkeye kaptırmıştı.
Hizmetçiler, uşaklar onun zalim davranışlarına, huysuzluklarına uzun zaman dayanamadılar. Yalnız Joseph’le ben kalmıştım. İşimi bırakıp gitmeye gönlüm razı olmuyordu. Hem ben onun süt kardeşiydim, huysuzluklarına da bir yabancıdan daha kolay katlanabiliyor, onu zaman zaman haklı bulabiliyordum. Joseph de kiracılarla işçilere emretmek için kalmıştı; üstelik, kötülük neredeyse onun da orada bulunması en büyük göreviydi.
Bey’in kötü davranışları, kötü dostları Catherine’le Heathcliff’e de doğrusu, pek güzel bir örnek olmuştu! Hele Heathcliff’e karşı davranışları meleği, şeytan yapmaya yeterdi. Gerçekten de o günlerde çocuğun hınzırlığı üstündeydi, Hindley’in her geçen gün düzelmeyecek bir şekilde kötüye gitmesine seviniyor gibiydi. Her geçen gün de daha dikkati çekecek bir şekilde yabani, somurtkan ve yırtıcı bir insan olmaktaydı.
Evin nasıl bir cehenneme döndüğünü anlatamam. Papaz da artık uğramaz olmuştu. Aklı başında hiç kimse yanımıza yaklaşmıyordu; yalnız Edgar Linton, bizim Cathy’yi görmeye geliyordu, o kadar. Catherine, on beş yaşında çevrenin sultanı olmuş çıkmıştı; bir eşi daha yoktu. Bu yüzden de burnu Kafdağı’nda, kafasına koyduğunu yapmaktan hoşlanan inatçı bir yaratık olmuştu. Çocukluk çağını geride bıraktıktan sonra, onu sevmemeye başlamıştım. Kibirlilikten vazgeçirmek için elimden geleni yapıyor, rahat vermiyordum; buna rağmen o benden hiçbir zaman nefret etmemiştir. Zaten, eski tanıdıklarına inanılmayacak derecede bağlıydı hatta Heathcliff bile onun kendisine olan düşkünlüğünden yoksun kalmamıştı. Edgar Linton da bütün üstün özelliklerine rağmen genç kızın üzerinde aynı derecede bir etki yaratmakta güçlük çekmişti.
“Edgar Linton, benim ölen efendimdir; ocağın üzerinde asılı duran resim onun resmidir. Vaktiyle bu resim bir yanda, karısınınki öbür yanda asılı dururdu ama sonradan hanımınki kaldırıldı; kaldırılmasaydı onun resmine bakıp hakkında az çok fikir edinebilirdiniz. Bunu görebiliyor musunuz bari?”
Bayan Dean, mumu yukarı kaldırınca yumuşak hatlı, Uğultulu Tepeler’deki genç kıza benzeyen ama ondan daha düşünceli, daha sevimli bir ifade taşıyan bir yüz gördüm. Çok hoş bir resimdi. Açık renk uzun saçlar şakaklarda hafifçe kıvrılıyordu; gözler iriydi, ciddi bakışlıydı; yüz biraz fazlaca nazikti. Catherine Earnshaw’nun ilk arka daşını böyle bir kimse uğruna unutmasına şaşmadım. Düşünceleri dış görünüşüne pek uyan bir kimsenin benim tanıdığım Catherine Earnshaw’yu etkileyebilmesine şaştım.
Kâhya kadına: “Çok güzel bir portre…” dedim. “Gerçekten ona benziyor mu?”
Ellen Dean: “Evet.” dedi. “Yalnız, neşelendiği zamanlar daha hoş görünürdü. Bu onun her günkü görünüşü; genellikle, ruhsuz bir insandı.”
***
Catherine, Lintonların yanında beş hafta geçirdikten sonra, onlarla olan dostluğunu devam ettirmişti. Onların yanındayken tabiatının sert yönünü göstermeye hiç de hevesli olmadığı, her zaman kibarlık gördüğü yerde kabalık etmeye de utandığı için, yaşlı bayla yaşlı bayan üzerinde farkına varmadan iyi bir etki yaratmıştı. Isabella’nın hayranlığını, erkek kardeşinin de kalbini ve ruhunu kazanmıştı. Bunlar daha başlangıçta onun gururunu okşamıştı çünkü ihtiraslarla dolu bir kızdı o. Bu da kimseyi kandırmaya heveslenmediği hâlde, onu iki ayrı karaktere sahip olmaya sürüklemişti.
Heathcliff’ten söz edilirken “aşağılık bir serseri”, “hayduttan da beter” sözlerinin kullanıldığı yerlerde onun gibi davranmamaya dikkat ediyordu ama evde, sadece alaya alınmasını sağlayacağını, kendisine itibar da takdir de kazandırmasına imkân olmadığını bildiği için, kibarlık denemelerine girişmek zahmetine katlanmaya pek niyetlenmiyordu.
Edgar Linton, Uğultulu Tepeler’e açıkça gelmeye pek seyrek cesaret edebiliyordu. Hindley Earnshaw’nun kötü ünü, onda dehşet uyandırıyordu; onunla karşılaşmaktan korkuyordu. Ama gene de biz onu elimizden geldiği kadar kibar bir şekilde ağırlamaya gayret ediyorduk. Bey de onun niçin geldiğini bildiğinden canını sıkmaktan kaçınırdı, ona karşı kibarca davranamayacak durumdaysa karşısına çıkmamaya bakardı. Catherine, onun ziyaretlerini biraz tatsız buluyordu sanırım. Kurnaz bir kız değildi, asla cilve yapmazdı, iki arkadaşının karşılaşmasına da herhâlde razı değildi. Çünkü Heathcliff, Edgar’ın yüzüne karşı ondan hoşlanmadığını söylese kız, Edgar’ın yokluğunda yaptığı gibi bu düşünceye yarım ağızla olsun katılamazdı. Edgar da Heathcliff’ten nefret ettiğini, tiksindiğini belli etse arkadaşının kötülenmesi ona dokunmuyormuş gibi davranmak kızcağızın elinden gelmezdi.
Catherine’in benim alaya almamdan çekindiği için saklamaya çalıştığı dertlerine, çoğu kere gülmüşümdür. Bu belki de kötü bir davranış havasını yaratıyordu ama kız, o kadar gururluydu ki o biraz daha alçak gönüllü olmayı öğrenmedikçe ona acımak imkânsızdı. En sonunda, her şeyi itiraf edip benimle sırdaş olmak zorunda kaldı. Ona öğüt verebilecek başka kimsesi yoktu ki…
Bir gün öğleden sonra, Hindley evden gitmişti; Heathcliff de bunu fırsat bilip işini paydos etmişti. O sıralarda on altı yaşına basmıştı sanırım. Akıldan yoksun olmaması, yüzünde kötü bir ifade bulunmaması sayesinde, gerek içten gerekse dıştan sevimsiz görünmemeyi başarmıştı, bugün bunların izi bile kalmamıştır.
Bir kere, küçükken öğrendiklerini artık unutmuştu. Sabahın erken saatlerinden başlayıp geç vakitlere kadar sürüp giden devamlı ağır iş; vaktiyle edindiği öğrenme hevesini, kitap sevgisini, bilgi ihtiyacını söndürmüştü. Çocukluğunda, yaşlı Bay Earnshaw’nun yaptığı iyilikler sayesinde edindiği üstünlük duygusu da silinip gitmişti. Uzun bir süre Catherine’in çalışmalarını izleyip ondan geri kalmamaya gayret etmişti ama sonra sessizce, büyük bir üzüntü içinde bundan vazgeçmişti; hem de tam anlamıyla vazgeçmişti. Hele bulunduğu seviyeden aşağıya inmek zorunda olduğunu anladıktan sonra ona, yükselmesi için bir adım attırmak imkânsızlaşmıştı.
Derken dış görünüşü de ruhundaki bozukluklara uygun bir hâl alıverdi: Yürüyüşü şapşallaştı, bakışları bönleşti, doğuştan içine kapanıklığı daha da arttı; suratsız, insanlarla bağdaşamayan bir budala oldu çıktı. Üç-beş tanıdığında hoşnutluk yerine hoşnutsuzluk uyandırmaktan gizli bir zevk duyduğu besbelliydi.
Catherine’le olan arkadaşlığını çalışmadığı zamanlarda hâlâ devam ettiriyordu ama oğlan kıza olan düşkünlüğünü sözleriyle hiç belli etmeyip onun genç kızlara özgü sevgi gösterilerinden de hırçın bir kuşkuculuk içinde şüphelenir olmuştu. Bu davranışıyla bu yakınlıkların kendisinde en küçük bir minnet duygusu uyandırmayacağını anlatmak istiyordu sanki… Dediğim gün de hiçbir iş yapmayacağını haber vermek için eve gelmişti. Ben Cathy’nin giyinmesine yardım ediyordum. Kızcağız oğlanın aklına esip işini yarım bırakacağını hiç düşünmemiş, bütün gün evde yalnız olacağını düşünerek Edgar’a da ağabeyinin evde bulunmadığını bildirmenin yolunu bulmuştu. O sırada misafirini karşılamaya hazırlanıyordu.
Heathcliff: “Cathy, bugün öğleden sonra işin var mı?” diye sordu. “Bir yere gidecek misin?”
“Hayır, gitmeyeceğim, yağmur yağıyor.”
“Öyleyse bu biçimsiz elbiseyi neden giydin? İnşallah gelecek kimse yoktur…”
Küçük Hanım kekeleyerek: “Benim bildiğime göre yok.” dedi. “Ama sen bu saatte tarlada olmalıydın, Heathcliff. Yemek paydosunu bir saat geçti; ben seni gittin sanıyordum.”
Oğlan buna: “Hindley uğursuzu, bizi lanetli varlığından pek seyrek uzak bırakabiliyor.” diye karşılık verdi. “Bugün başka iş yapmayacağım, senin yanında kalacağım.”
“İyi ama Joseph ona haber verir. Gitsen daha iyi olur.”
“Joseph şimdi Penistone Kayalıkları’nın öte yanında kireç yüklüyor, işi karanlığa kadar bitmez; onun için, hiçbir şeyden haberi olmaz.”
Heathcliff, böyle diyerek ocakbaşına geçti oturdu. Catherine kaşlarını çatıp bir an düşündü. Davetsiz misafir için de bir açık kapı bırakmak gerektiğini anlamıştı.
Bir dakika süren sessizlikten sonra: “Isabella ile Edgar Linton bugün öğleden sonra buraya geleceklerini söylemişlerdi.” dedi. “Bu yağmurda gelebileceklerini sanmıyorum ama her şeye rağmen gelebilirler de. Gelirlerse senin de boşu boşuna azar işitmen mümkün.”
Heathcliff ayak diredi:
“Ellen’a emir ver, onlara işinin olduğunu söyleyiversin. O acınacak budala arkadaşların yüzünden bana dirsek çevirme, Cathy. Bazen öyle oluyorum ki dayanamayıp onların… Hayır, söylemeyeceğim.”
Catherine, tasalı bir tavırla gözlerini oğlana dikerek sordu:
“Onlara ne olmuş ki?” Sonra başını hızla yana çekti, ellerimden uzaklaştırdı. “Ay! Nelly, saçımı dümdüz ettin, bukle diye bir şey kalmadı! Bu kadar yeter, beni yalnız bırak. Senin dayanamadığın şey nedir, Heathcliff? Söylesene.”
“Hiç… Yalnız, şu takvime bakıver.” Heathcliff bunu söylerken pencerenin yanında, duvarda asılı duran kâğıt parçasını işaret etti. “Çapraz işaretliler Lintonlarla geçirdiğin, noktalılar ise benimle geçirdiğin geceleri gösteriyor. Görüyor musun, her günü işaretledim.”
Catherine hırçın hırçın mırıldandı:
“Evet ama pek saçma bir şey. Sanki benim umurumda mı?.. Hem, bu ne demek oluyor?”
“Ne olacak, benim her şeyi fark ettiğimi gösteriyor.”
Catherine, canı biraz daha fazla sıkılmış bir hâlde söylendi:
“Ben hep seninle mi oturacaktım? Bundan ben ne kazanacağım? Sen benimle ne konuşacaksın? Beni eğlendirmek için söylediğin sözlere, yaptığın hareketlere bakılırsa senin bir dilsizden ya da bir bebekten farkın yok.”
Heathcliff, büyük bir şaşkınlık içinde bağırdı.
“Ama şimdiye kadar benim az konuştuğumu ya da yanında olmamdan hoşlanmadığını hiç söylememiştin, Cathy!”
Kız: “İnsanlar bir şey bilmeyip bir şey konuşmayınca dostluk olmaz ki bu…” diye mırıldandı.
Oğlan ayağa kalktı ama duygularını daha fazla açıklamaya fırsat bulamadı. Taşlıkta nal sesleri duyulmuştu. Derken Edgar Linton, kapıyı hafifçe vurup içeri girdi. Hiç beklemediği bir sırada çağrılmış olmanın verdiği sevinçle yüzü aydınlanmıştı.
Biri içeri girip öteki çıkarken Catherine’in de ikisi arasındaki farkı anlamış olduğuna şüphe yoktu. Bu fark; kuru, çorak bir kömür arazisi ile güzel, verimli bir vadi arasındaki ayrılık gibiydi. Yeni gelenin sesi de selamlayışı da öbürününküyle tam bir tezat meydana getiriyordu. Yumuşak, tatlı bir konuşması vardı, kelimeleri tıpkı sizin söylediğiniz gibi söylerdi; yani, bizim burada konuştuğumuzdan daha az kaba, daha düzgün.
Bana şöyle bir baktıktan sonra: “Çok erken gelmedim ya?” diye sordu.
Ben tabakları silmeye, öte yandaki çekmeceleri düzeltmeye başlamıştım.
Catherine: “Hayır.” diye cevap verdi. “Sen orada ne yapıyorsun, Nelly?”
“İşimi yapıyorum, Küçük Hanım.” dedim.
Hindley bana, Edgar Linton yalnız başına geldiği zamanlar onları, tek başlarına bırakmamamı tembih etmişti.
Kız arkama gelip kızgın kızgın fısıldadı:
“Toz bezlerini al, hemen buradan git bakalım! Evde misafir varken hizmetçiler, onların bulundukları yerleri silip süpürmezler.”
Ben de yüksek sesle: “Bey’in evde olmaması benim için büyük fırsat.” dedim. “Çünkü o buradayken benim böyle kıpır kıpır gezinmemi istemez. Bay Edgar’ın beni mazur göreceğine eminim.”
Küçük Hanım, misafirinin bir şey söylemesine fırsat bırakmadan bir kraliçe havası takınarak bağırdı: “Senin kıpır kıpır gezinmeni ben de istemiyorum!” Heathcliff’le aralarında geçen tartışmanın etkisinden henüz kurtulamamıştı.
Buna karşılık ben: “Çok özür dilerim, Bayan Catherine.” dedim. Eskisinden daha büyük bir gayretle işime devam ettim.
Küçük Hanım, Edgar’ın onu göremeyeceğini hesaplayarak toz bezini elimden kaptı, koluma bir çimdik attı.
Ben de onu hiç sevmediğimi söyledim, ara sıra kibrini kırmak için elimden geleni yaptığımı anlattım. Canımı da öyle fena yakmıştı ki diz çöküp avaz avaz bağırmaya başladım:
“Yo, Küçük Hanım, bu kadarı da fazla! Beni çimdiklemeye hiç hakkın yok. Buna gelemem doğrusu!”
Kulakları öfkeden kızarmıştı; parmaklarını gene çimdik atmaya hazırlanıyormuş gibi kıvırarak bağırdı:
“Sana dokunmadım bile, yalancı.”
Öfkesini saklamayı hiçbir zaman beceremezdi, kızınca yüzü hep alev alev yanardı. Onun yalanını meydana çıkarmak için morarmış çimdik yerini gösterdim:
“Öyleyse bu nedir?”
Ayaklarını hırsla yere vurdu. Bir an bocaladıktan sonra, içindeki kötü ruhun zoruyla, yanağıma şiddetli bir tokat indirdi, acıdan gözlerim yaşarmıştı.
Edgar, tapındığı insanın yalancılığı, haşin davranışları karşısında şaşkına dönmüştü.
“Catherine, sevgilim! Catherine!” diye araya girdi.
Küçük Hanım baştan aşağıya titreyerek bağırdı:
“Odadan dışarı çık, Ellen!”
Nereye gitsem peşimden gelen küçük Hareton da benim biraz ötemde, yere oturmuştu. Gözlerimden yaşların boşandığını görünce o da ağlamaya başladı. Bir yandan da: “Pis Cathy hala! Kaka Cathy hala!” diye bağırıyordu. Çocuğun bu sözleri, kızın öfkesini onun üzerine yöneltmesine yol açtı. Yeğenini omuzlarından yakalayıp zavallıcığın ödünü patlatırcasına sarsmaya başladı. Edgar da düşünmeden kızın kötü bir şey yapmasını önlemek üzere, onun ellerini tutmuştu. Fakat bu işi yapmasıyla kızın, tek elini kurtarması bir oldu. Cathy serbest kalan elini, delikanlının kulaktozuna çarpıvermişti. Hem bu vuruşun, şaka olmasına imkân yoktu. Delikanlı, dehşet içinde geriye çekildi. Ben de Hareton’ı kucağıma alıp mutfağa gittim. Aralarındaki anlaşmazlığı nasıl halledeceklerini merak ettiğim için de kapıyı açık bırakmıştım.
Hakarete uğramış olan misafir, şapkasını bıraktığı yere doğru yürüdü. Yüzü sararmış, dudakları titriyordu.
Kendi kendime: “Hah, şöyle!” dedim. “Bu, sana ders olsun da çek git! Onun gerçek yaradılışını görmene imkân vermek de senin için bir iyiliktir.”
Catherine kapıya doğru ilerleyerek: “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Edgar, onun yanından dolanıp geçmek istedi.
Kız, şiddetle: “Gitme!” diye bağırdı.
Delikanlı sesini fazla yükseltmeden: “Gitmem lazım, gideceğim!” dedi.
Kız, kapı tokmağını kavrayıp: “Hayır!” diye ısrar etti. “Daha gitme, Edgar… Otur şöyle… Beni bu hâlde bırakıp gidemezsin. Yoksa bütün geceyi üzüntü içinde geçiririm. Ben ise senin uğruna üzülmek istemiyorum.”
“Beni tokatladıktan sonra kalabilir miyim ki!”
Catherine susuyordu. Delikanlı devam etti:
“Beni hem korkuttun hem de hayal kırıklığına uğrattın. Bir daha buraya gelmeyeceğim!”
Kızın gözleri yaşlarla parlamaya, göz kapakları titremeye başlamıştı.
Edgar: “Hem sen bile bile yalan söyledin.” diyordu. Küçük Hanım kendini toparlayarak: “Hayır, söylemedim!” diye bağırdı. “Ben bile bile bir şey yapmadım… Ama madem istiyorsun, öyleyse git… Defol! Şimdi ben de ağlayacağım, kendimi hasta edinceye kadar ağlayacağım!”
Bir sandalyenin yanına diz çöküp gayet ciddi bir şekilde hüngür hüngür ağlamaya koyuldu.
Edgar’ın inadı ancak avluya varıncaya kadar devam edebildi; oraya varınca durakladı. Ben de onu kışkırtmaya karar verdim.
“Küçük Hanım çok dikkafalıdır, efendim.” diye seslendim. “Bütün şımarık çocuklar gibi kötü huyludur… En iyisi, siz atınıza atlayıp evinize gidin yoksa sırf bizi üzmek için hastalanacaktır.”
Yufka yürekli delikanlı, göz ucuyla pencereden içeriye baktı; nasıl bir kedi, ölmüş bir fareyi ya da yarısı yenmiş bir kuşu bırakmazsa onun da bu evden gitmeye gücü yoktu.
İçimden: “Ah, onun için kurtuluş yok!” diye düşündüm. “Gazaba uğramış bir kere. Kaderine doğru uçuyor.”
Gerçekten de öyle oldu. Birden döndü, telaşla tekrar eve girdi ve kapıyı ardından kapadı.
Bir süre sonra Hindley Earnshaw’nun, körkütük sarhoş döndüğünü gördüm. Evi başımıza yıkacak hâldeydi; zaten sarhoşken hep bu fikri benimserdi. Haber vermek için içeri girince kavganın, sadece Catherine’le Edgar’ın arasındaki samimiyeti artırmaya yaradığını fark ettim. Gençlere has o ürkeklik, çekingenlik de kaybolmuş; arkadaşlık perdesi kalkmış, birbirlerine âşık olduklarını ilan etmişlerdi.
Hindley’in geldiği haberi, Edgar’ı hemen atına atlamaya, Catherine’i de odasına kaçmaya zorlamıştı. Ben de küçük Hareton’ı saklamaya, sonra da Bey’in av tüfeğindeki fişekleri boşaltmaya gittim çünkü Bey sarhoşken çılgınca bir heyecan içinde tüfeğiyle oynamaya bayılır, böylece onun canını sıkan ya da gözüne sık sık görünen kimselerin hayatı tehlikeye girerdi. Ben de işi, tüfeği ateşlemeyi düşünecek kadar ilerletirse diye -muhtemel bir kötülüğü önlemek için- kurşunları boşaltmayı kararlaştırmıştım.

9
Hindley, daha duyunca bile insanı dehşete düşüren küfürler savurarak içeri girmiş, beni de oğlunu, mutfak dolabına saklamak üzereyken yakalamıştı. Hareton’ın babasının vahşi bir hayvanın muhabbetini andıran yırtıcı sevgisinden de delice öfkesinden de ödü patlardı. Birinci durumda, soluğu kesilinceye kadar öpülür, sıkıştırılırdı; ikinci hâlde ise ocağa atılma ya da duvara çarpılma tehlikesiyle karşı karşıya gelirdi. Zavallı yavrucak, bu yüzden benim sakladığım yerde gık bile demeden beklerdi.
Hindley, beni bir köpek yakalar gibi ensemden tutup çekerken: “İşte nihayet her şeyi öğrendim!” diye bağırdı. “Yemin ederim ki, siz aranızda bu çocuğu öldürmek için birlik olmuşsunuz! Onun benden niye uzak durduğunu şimdi anladım. Ama ben de şeytanın izniyle, sivri uçlu bıçağı sana yutturacağım, Nelly. Gülmene hiç lüzum yok çünkü az önce Kenneth’i, Blackhorse Bataklığı’na baş aşağı sapladım. Ha iki olmuş ha bir. Hem ben ikinizden birini öldürmek istiyorum; bunu yapmadıkça rahat edemeyeceğim.”
“Ama ben sivri uçlu bıçağı istemem, Bay Hindley.” dedim. “Onunla hep balık ayıkladık… Sizce bir mahzuru yoksa ben tüfekle vurulmayı tercih ederim.”
“Canın cehenneme! Öyle de olacak. İngiltere’de bir adamın kendi evini düzene sokmasını hiçbir kanun önleyemez; benim ev ise korkunç… Aç ağzını.”
Bıçak elindeydi. Ucunu dişlerimin arasına soktu. Ben, kendi hesabıma, onun deliliklerinden pek korkmazdım. Başımı geri çekip tükürdüm, tadının çok kötü olduğunu, yutamayacağımı söyledim.
Beni serbest bırakırken: “O!” dedi. “Bu saklanmaya çalışan küçük haydut Hareton değilmiş. Özür dilerim, Nelly. O olsaydı, beni koşarak karşılamadığı, üstelik de ben bir gulyabaniymişim gibi çığlıklar attığı için derisinin yüzülmesini hak etmişti. Gel buraya, mankafa köpek yavrusu! Sana iyi kalpli, gönlü kırık babayı aldatmak nasıl olurmuş, göstereyim. Oğlanın kulakları kesilse daha hoş olmaz mı?
Köpekler, kulakları kesilince daha yırtıcı olurlar. Ben de yırtıcı mahlukları severim. Bana makas getir! Yırtıcı, aynı zamanda derli toplu olur. Zaten kulaklarımıza değer vermek çok korkunç, şeytanca bir düşüncedir. Kulaklarımız olmasa da yeterince eşeğiz. Sus, yavrum, sus bakayım! A! Bak meğer benim sevgili oğlummuş… Şşşt… Kurula bakayım gözceğizlerini! Hah şöyle, gül biraz. Öp bakayım beni. Ne! Öpmeyecek misin? Öp diyorum, Hareton… Lanet olsun, sana! Öp işte! Hay Allah, böyle bir canavar yetiştirir miyim hiç? Yaşadığımdan emin olduğum kadar, şu yumurcağın da günün birinde kafasını koparacağımdan eminim.”
Zavallı Hareton, babasının kucağında kıvranıyor, olanca gücüyle tekmeler savuruyor, yaygarayı basıyordu. Babası onu, yukarı götürüp tırabzandan aşağı sarkıtınca yaygarayı bir kat daha artırdı. Ben de çocuğu korkudan çıldırtacağını söyleyerek onu kurtarmaya koştum.
Ben onların yanına vardığım sırada, Hindley de elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu unutmuş bir hâlde, tırabzandan eğilip aşağıdan gelen sesi dinlemeye koyulmuştu.
“Kim o?” diye sordu.
Birinin yukarı çıktığını duymuştu. Ben de öne doğru eğilmiştim. Ayak seslerinden gelenin Heathcliff olduğunu anlamış, görünmemesi için ona işaret etmeye çalışıyordum. Bu yüzden gözümü Hareton’dan ayırdığım sırada, çocuk birdenbire kıvrılarak babasının gevşek parmaklarının arasından sıyrıldığı gibi aşağıya düştü.
Dehşete kapılmanın heyecanını tatmaya vakit bulamadan küçük şeytanın kurtulduğunu gördük. Heathcliff tam o tehlike anında merdivenin alt başına gelmişti; içgüdüsüyle çocuğu havada düşerken yakalamış, yere bıraktıktan sonra da başını yukarı kaldırıp kazaya sebep olanı araştırmıştı.
Aldığı piyango biletini, beş şiline sattıktan sonra ertesi gün bu bilete, beş bin sterlin ikramiye çıktığını öğrenen bir cimri bile onun Hindley’i gördüğü andaki kadar büyük şaşkınlığa uğramamıştır. Bakışları, kendi eliyle kendi emelini boşa çıkarmaktan duyduğu üzüntüyü, kelimelere ihtiyaç olmadan gayet güzel anlatıyordu. Ortalık karanlık olsaydı, çocuğun başını basamaklara vura vura hatasını düzeltmeye bakardı ama biz çocuğun kurtulduğunu görmüştük. Ben de hemen aşağıya inip kıymetli emaneti bağrıma basmıştım.
Hindley de ağır ağır indi. Ayılmıştı, yaptıklarından utanç duyuyordu.
“Kabahat senin, Ellen.” dedi. “Çocuğu bana göstermeyecektin. Bir yerinde yara falan var mı?”
Öfkeyle bağırdım:
“Yara mı? Ölmese bile aptal kalacak. Ah, annesi sizin davranışlarınızı görüp de nasıl mezarından fırlamıyor, şaşıyorum! Siz kâfirlerden de betersiniz! Kendi etinizden, kanınızdan olan bu yaratığa böyle davranmanız bunu gösteriyor.”
Çocuk, benim yanımda olduğunu anlayınca korkusunu hıçkırıklarıyla yatıştırmıştı. Hindley çocuğa dokunmak istedi. Babası daha bir parmağını üzerine değdirir değdirmez çocuk, eskisinden daha büyük bir çığlık kopardı; bir yandan da sarası tutmuş gibi kıvranmaya başladı.
“Siz onunla ilgilenmeyin.” dedim. “Sizden nefret ediyor. Sizden herkes nefret ediyor ya… İşte gerçek bu. Doğrusu, mutlu bir aileniz var… Hele son zamanlarda hâliniz pek güzel oldu…”
Zıvanadan çıkmış olan adam, kalpsizliğini örtmeye çalışarak: “Daha da güzel olacak, Nelly!” diye bir kahkaha attı. Sonra tekrar eski sert tavrını takındı. “Sen şimdi çocuğu al, gözümün önünden uzaklaş. Bana bak Heathcliff, sen de sakın gözüme görüneyim deme; sesini de işitmeyeyim… Seni bu gece öldürmeyeceğim ama evi ateşe vermeyecek olursam! Hoş, bunu da keyfim bilir ya…”
Bunları söylerken konsoldan bir şişe konyak çıkardı, büyük bir kadehe doldurdu.
“Ne olursunuz yapmayın, Bay Hindley!” diye yalvardım. “Azıcık söz dinleyin. Kendinize acımıyorsanız şu zavallı talihsiz yavrucağıza acıyın.”
Buna: “Benim yerimde kim olsa onun için daha iyidir.” diye karşılık verdi.
Elindeki kadehi almaya çalışarak: “Öyleyse kendi canınıza acıyın.” dedim.
Günahkâr: “Ben mi acıyacağım? Asla!” diye haykırdı. “Bu canı, cehenneme gönderip Yaradan’ı cezalandırmış olmaktan büyük zevk duyacağım! İşte bu da onun, canıgönülden lanetlenmesi şerefine!”
İçkisini içti. Sonra sabırsız bir hâlde bize gitmemizi emretti. Bu emrini de ağza alınamayacak, hatırlanamayacak kadar kötü küfürlerle tamamladı.
Heathcliff, kapı kapandıktan sonra biraz önce duyduğu küfürlere aynı şekilde karşılık verdi.
“Ne yazık ki içkiyle kendini öldüremiyor.” dedi. “Kendisi buna elinden geldiği kadar gayret ediyor ama bünyesi sağlam. Bay Kenneth, onun Gimmerton’ın bu yanında bulunan erkeklerin hepsinden çok yaşayacağına, mezarına ak saçlı bir günahkâr olarak yerleşeceğine kısrağı üzerine bahse girmeye razı. Olağanüstü mutlu bir tesadüf, onu alıp götürmezse elbette.”
Mutfağa girdim, küçük kuzumu ninni söyleyerek uyutmak için oturdum. Heathcliff’in ahıra doğru gittiğini sanıyordum. O ancak öbür yandaki kanepeye kadar gidebilmiş, kendini kanepenin üzerine atıp sesini çıkarmadan yatmış. Bunu da sonradan öğrendim.
Hareton’ı dizime yatırmış, hem sallıyor hem de şöyle bir ninni söylüyordum:
Gecenin derinliklerinde, bebekler ağlıyordu.
Mezarlarında yatan analar duyuyordu bunu.
Cathy, az önceki patırtıyı odasından duymuştu, başını uzatıp fısıldadı:
“Yalnız mısın, Nelly?”
“Evet, Küçük Hanım.” dedim.
İçeri girdi, ocağa yaklaştı. Ben de onun, bir şey söyleyeceğini sanarak başımı kaldırdım. Yüzündeki ifade, onun hem üzgün hem de kaygılı olduğunu belli ediyordu. Dudakları sanki bir şey söyleyecekmiş gibi hafif aralanmıştı; derin bir de soluk aldı ama ağzından söz yerine bir iç çekiş çıktı.
Ben onun az önceki davranışını hâlâ unutamadığım için ninnime devam ettim.
“Heathcliff nerede?” diye sorarak şarkımı kesti.
“Ahırda, işinin başındadır besbelli.” dedim.
Oğlan beni yalancı çıkarmadı. Belki de uyuyakalmıştı.
Uzun bir sessizlik daha oldu. Bu arada, Catherine’in yanaklarından akan birkaç damla yaşın yere, döşeme taşlarına damladığını gördüm.
Kendi kendime: “Acaba yaptığı kötü hareketlerden dolayı utanç mı duymaya başladı?” diye sordum. “Bu, büyük bir yenilik olurdu ama gene de sözü, onun açmasını bekleyeceğim. Hiçbir şekilde yardım etmeyeceğim.”
Ne yazık ki o, kendi çıkarlarının dışında hiçbir şeye fazla üzülmezdi.
En sonunda: “Ah, ben çok mutsuzum!” diye sızlandı.
“Ya, vah vah!” dedim. “Seni memnun etmek de çok zor… Bu kadar çok dostun, bu kadar az derdin varken nasıl rahata kavuşamıyorsun anlamıyorum!”
Yanıma diz çöktü; o güzel gözlerini, insana öfkelenmeye ne kadar hak kazanmış olursa olsun bütün hıncını unutturan masum bakışlarla bana dikti.
“Sana bir sır versem saklar mısın, Nelly?” dedi.
Öfkem daha azalmıştı.
“Saklamaya değer mi?” diye sordum.
“Evet, hem beni de çok kaygılandırıyor, mutlaka açıklamalıyım. Ne yapacağımı bilmek istiyorum… Bugün Edgar Linton, bana evlenme teklifi etti, ben de ona cevap verdim. Teklifine, ‘evet’ mi yoksa ‘hayır’ mı dediğimi sana açıklamadan önce, sen söyle: Hangisi daha doğru olurdu?”
“Vallahi, ben ne bileyim Bayan Catherine!” dedim. “Bugün öğleden sonra onun önünde yaptığın marifetleri düşünürsek onu geri çevirmenin akıllıca bir hareket olacağını söyleyebilirim. Ama delikanlı teklifi, bütün o olup bitenlerden sonra yaptığına göre ya aptalın biri ya da macera meraklısı bir sersem.”
Yüzünü ekşiterek ayağa kalktı.
“Bu şekilde konuşursan daha fazlasını anlatmam.” dedi. “Edgar’ın teklifini kabul ettim, Nelly. Hadi çabuk söyle iyi mi yaptım, kötü mü?”
“Demek kabul ettin? Öyleyse bunun üzerinde konuşmak neye yarar? Bir kere söz vermişsin, geri dönemezsin ki.”
Canı sıkılmış bir hâlde bağırdı:
“Neyse, böyle mi yapmam gerekirdi, sen onu söyle!”
Sabırsız sabırsız ellerini ovuşturuyordu, alnı da kırışmıştı.
“Bu soruya doğru bir karşılık verebilmek için birçok şeyin dikkate alınması gerekiyor.” dedim. “Birincisi ve en önemlisi, şu: Edgar’ı seviyor musun?”
“Onu sevmemek kimin elinde ki! Elbette seviyorum.”
Sonra onu şöylece sorguya çektim… Yirmi iki yaşında bir kız için bu sorular, hiç de yersiz ve saçma değildi:
“Onu niçin seviyorsun, Küçük Hanım?”
“Saçma! Seviyorum işte! Niçini var mı ya?”
“Elbette var. Sebebini söylemelisin.”
“Peki öyleyse. Yakışıklı olduğu için, onun yanında bulunmaktan hoşlandığım için seviyorum.”
“Kötü!” dedim.
“Bir de genç ve neşeli olduğu için…”
“Gene kötü!”
“Bir de beni sevdiği için.”
“Bu da bir işe yaramaz.”
“Zengin de olacak. Sonra ben, bu bölgenin en büyük hanımı olmaktan da hoşlanacağım. Böyle bir kocam olduğu için böbürleneceğim.”
“Bu, hepsinden kötü! Şimdi de bana onu, nasıl sevdiğini söyle.”
“Herkes nasıl severse… Sen budalanın birisin, Nelly.”
“Hiç de değil. Cevap ver.”
“Onun ayağının altındaki toprağı, başının üstündeki havayı, dokunduğu her şeyi, söylediği her kelimeyi seviyorum… Her bakışını, her hareketini; onu bütünüyle, tümüyle seviyorum. İşte bu kadar! Başka bir diyeceğin var mı?”
“Peki ama niçin?”
“E, artık sen de fazla oluyorsun ama! Bunun şaka edilecek tarafı da kalmadı.”
Küçük Hanım, böyle diyerek yüzünü ocağa çevirdi.
“Ben şaka etmiyorum, Küçük Hanım.” dedim. “Sen Bay Edgar’ı yakışıklı, genç, neşeli ve zengin olduğu için, bir de seni seviyor diye seviyorsun. Bu sonuncusunun hiç önemi yok. O seni sevse de sevmese de sen onu sevebilirsin ama o ilk dört özelliği olmasaydı sen onu sevemezdin.”
“Doğru, çok doğru… Ona sadece acırdım. Çirkin, budala biri olsaydı belki de iğrenirdim.”
“Ama dünyada daha pek çok yakışıklı, zengin delikanlı var. Hatta belki de ondan çok daha yakışıklı, daha zengin olanları da var… Acaba bunlardan birini sevmekten seni ne alıkoyabilirdi?”
“Böyle birileri varsa bile benim karşıma çıkmadı. Edgar gibisine hiç rastlamadım.”
“İleride görebilirsin; hem o da ömrünün sonuna kadar yakışıklı, genç kalmayacak hatta hep zengin de kalmayabilir.”
“Şimdi zengin ya, ben yalnız şimdiki zamanla ilgilenirim. Senden daha mantıklı sözler söylemeni beklerdim.”
“Öyleyse mesele yok… Sen, yalnız bugünle ilgileniyorsan evlen Bay Edgar Linton’la.”
“Bunun için senden izin isteyecek değilim. Onunla evleneceğim ama sen bana hâlâ doğru hareket edip etmediğimi söylemedin.”
“Doğruluğuna diyecek yok… İnsanlar yalnız bugünü düşünerek evlenmekle doğru bir iş yapmış sayılırsa demek istiyorum… E, şimdi de neden mutlu olamadığını söyle bakalım. Ağabeyin sevinecek… İhtiyar hanımla Bey’in de itiraz etmeyecekleri muhakkak. Sonra bozuk düzen, huzursuz ve rahatsız bir evden kurtulup varlıklı, saygıya değer bir eve gidiyorsun. Edgar’ı seviyorsun, Edgar da seni seviyor. Eh, bu durumda her şey yolunda sayılır. Aksaklık nerede, söylesene?”
Catherine bir elini alnına, öbürünü de göğsüne götürerek: “Burada, bir de burada…” dedi. “Ruh nerede yaşıyorsa… Ruhumda da gönlümde de yanlış bir iş yaptığım inancı var.”
“Bu çok garip! Ben bir şey anlamadım.”
“Benim sırrım da bu işte! Beni alaya almazsan sana her şeyi açıklayacağım. Bunu tam yapamam… Ama hiç olmazsa neler hissettiğimi birazcık sana da duyurmaya çalışacağım.”
Tekrar yanıma oturdu. Yüzü daha kederli, daha düşünceli bir hâl almıştı.
Birbirine kenetlenmiş elleri titriyordu. Birkaç dakika düşündükten sonra birdenbire sordu:
“Nelly, senin hiç garip rüyalar gördüğün oluyor mu?”
“Evet, ara sıra görüyorum.”
“Ben de… Öyle rüyalar gördüm ki bunlar, hiç aklımdan çıkmadıkları gibi, fikirlerimi de değiştirmeme sebep oldular. Suya karışan şarap gibi rüyalar da benliğime işleyip düşüncelerimin rengini değiştirdiler… Şimdi sana anlatacağım rüya da onlardan biri ama sakın herhangi bir yerinde güleyim deme…”
“Aman, sakın anlatma Küçük Hanım!” diye bağırdım. “Hortlaklar, hayaletler olmadan da yeteri kadar kederliyiz, üzüntülüyüz. Hadi, bırak bunları da azıcık neşelen, kendine gel. Bak küçük Hareton’a… O, hiç korkunç rüyalar görmüyor. Uykusunda da ne tatlı gülümsüyor!”
“Evet, babası da yalnız kaldığı zamanlar ne güzel küfürler savuruyor! Ama sen onun şu tombul yaratık gibi küçük, masum olduğu günleri de hatırlıyorsundur herhâlde. Her neyse Nelly, beni dinleyeceksin. Uzun sürmez. Bu gece zaten benim neşelenecek hâlim yok.”
“Dinlemeyeceğim… Dinlemeyeceğim!” diye telaşla kararımı tekrarladım.
O zamanlar rüyalara inanırdım, şimdi de öyleyim ya; üstelik Catherine’in de üzerinde öylesine kederli bir hâl vardı ki gelecek bir felaketi önceden sezmiş olmaktan korkuyordum. Çok öfkeliydi ama hemen devam etmedi. Görünüşte başka bir konuya geçti.
“Ben cennete gidersem çok sıkılırım besbelli, Nelly.” diye başladı.
“Sen zaten oraya gitmeye layık değilsin de ondan.” dedim. “Bütün günahkârlar cennette sıkılırlar.”
“Ama bunun için değil. Bir kere rüyamda kendimi orada gördüm.”
“Rüyalarını dinlemeyeceğimi söyledim ya, Catherine! Ben yatacağım.”
Güldü; ben iskemlemden kalkmaya davranınca da beni tuttu.
“Daha bu bir şey değil!” diye bağırdı. “Cennetin bana evim gibi görünmediğini söyleyecektim. Dünyaya dönmek için öyle ağladım, öyle ağladım ki melekler bana kızdılar, tuttukları gibi Uğultulu Tepeler’in yukarısındaki fundalığın ortasına fırlatıp attılar. Orada sevinçten hıçkırırken uyandım. İşte bu da benim sırrımı öteki kadar açıklayabilir. Cennette benim nasıl işim yoksa Edgar Linton’la evlenmem de o derece saçma. Şu içerideki kötü adam, Heathcliff’i bu derece alçaltmasaydı, bunu hiç düşünmezdim sanıyorum. Ama şimdi Heathcliff’le evlenmek beni de alçaltır. Onun için, Heathcliff kendisini ne kadar çok sevdiğimi hiçbir zaman bilmeyecek. Onu yakışıklı olduğu için değil, kendimden çok bana benzediği için seviyorum, Nelly. Ruhlarımızın neyle yoğrulduğunu bilmiyorum ama onunkiyle benimki aynı hamurdan. Edgar’ınki ise benimkinden ay ışığıyla şimşek pırıltısı, ateşle kırağı kadar farklı.”
Bu sözler daha sona ermeden Heathcliff’in orada olduğunu hissetmiştim. Hafif bir hareket duyunca başımı çevirdim, onun tahta kanepeden yavaşça kalkıp dışarı süzüldüğünü gördüm. Catherine onunla evlenmesinin kendisini alçaltacağını söyleyinceye kadar Heathcliff, konuşulanları dinlemiş, sonra fazla duymamak için oradan kalkmıştı.
Catherine yerde oturduğu için, divanın arkalığı Heathcliff’in gelişini de gidişini de görmesine engel olmuştu ama ben irkildim, susmasını söyledim.
Sinirli sinirli etrafına bakınarak: “Niçin?” diye sordu.
O sırada yoldan gelen tekerlek seslerini fırsat bilerek: “Joseph burada.” dedim. “Heathcliff de onunla beraber içeri girebilir. Şu anda kapının önünde olmadığından bile emin değilim.”
“Kapıdan benim sözlerimi duyamazdı.” dedi. “Hareton’ı bana ver, sen yemeğini hazırlarken ben ona bakarım; yemek hazır olunca da beni de çağır. Tedirgin olan vicdanımı kandırmak, Heathcliff’in bu gibi şeylerden anlamadığını görmek istiyorum. Anlamıyor, değil mi?
Âşık olmak ne demektir bilmiyor, değil mi?”
“Senin bildiğin kadarını bilmemesi için bir sebep göremiyorum.” dedim. “Hele sevmek için seni seçmişse dünyanın en mutsuz yaratığı olacağına şüphem yok. Sen Bayan Linton olur olmaz o da hem arkadaşını hem sevgilisini, her şeyini kaybetmiş olacak. Sen kendin bu ayrılığa nasıl dayanacağını, dünyada yapayalnız kalmaya onun nasıl tahammül edeceğini hiç düşündün mü? Çünkü, Catherine…”
Öfkeyle: “O tek başına mı kalacak? Biz ayrılacak mıyız?” diye sordu. “Tanrı aşkına, kim ayıracak bizi? Bizi ayıracak olanlar, Milo’nun akıbetine uğrarlar.[1 - Milo ünlü bir Grek atletiydi. Bir gün ormanda bir meşe kütüğünü yarıp iki parçayı birbirinden ayırmak isterken elleri kütüğün arasına sıkışıp kalmıştı. Kurtlar gelip onu parçaladılar. (ç.n.)] Hayır, Ellen, ben yaşadıkça fâni herhangi bir yaratık uğruna onu bırakamam. Yeryüzündeki Lintonların hepsinin yok olup gitmeleri pahasına bile Heathcliff’ten vazgeçemem. Ah, benim niyetim bu değil ki… Ben bunu demek istemedim. Bayan Linton olabilmem için benden böyle bir şey isterlerse ben de kararımdan vazgeçerim. O benim için şimdiye kadar ne idiyse bundan sonra da öyle kalacak. Edgar ona karşı beslediği soğuk duygulardan vazgeçmek, hiç olmazsa onu hoş tutmak zorundadır. Zaten benim Heathcliff’e olan gerçek duygularımı öğrenince bunu yapacaktır. Nelly, biliyorum şimdi beni kötü, bencil bir insan olarak görüyorsun fakat Heathcliff’le evlenirsem sürüneceğimizi hiç düşünmedin mi? Edgar Linton’la evlenirsem Heathcliff’in yükselmesine yardım edebilir, onu ağabeyimin elinden kurtarabilirim.”
“Kocanın parasıyla mı, Catherine?” diye sordum. “Ama bu işte onu umduğun kadar yumuşak bulmayacaksın. Hüküm vermek bana düşmez ama bence bu, Edgar Linton’ın karısı olmak için ileriye sürdüğün sebeplerin en kötüsü.”
“Hiç de değil!” diye karşılık verdi. “Tersine, en iyisi. Ötekiler heveslerimi yerine getirmek, biraz da Edgar’ı tatmin etmiş olmak içindi. Bu ise hem Edgar’a hem de kendime karşı beslediğim duyguların hepsini kendinde toplayan bir kimse için. Bunu açıkça anlatamıyorum ama herhâlde sen de başkaları da insanın benliğinden öte bir varlığı olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyorsunuzdur. Ben, sadece şunun içindekinden ibaret kalsaydım, yaratılmamın ne faydası olurdu? Benim bu dünyadaki en büyük üzüntülerim Heathcliff’in üzüntüleri olmuştur; hepsini de başlangıçta görmüş, duymuşumdur. Hayatta en büyük düşüncem o olmuştur. Her şey yok olup yalnız o kalsa benim varlığım gene devam ederdi; her şey yerinde kalıp da o ortadan kaybolsa evren bana büsbütün yabancı olurdu. Ben onun bir parçası olamazdım. Benim Edgar’a karşı duyduğum sevgi ormandaki bitkiler gibidir: Kış nasıl ağaçları değiştiriyorsa zaman da bu sevgiyi değiştirecektir, bunun farkındayım. Heathcliff’e karşı beslediğim sevgi ise alttaki ölümsüz kayalara benzer: Görünüşte pek az zevk verir ama gerçekten lüzumludur. Ben Heathcliff’im, Nelly… O her zaman benim benliğimde… Nasıl ben kendim için bir zevk kaynağı değilsem o da zevk olarak değil, gerçek varlığım olarak benliğimdedir. Onun için, ayrılmaktan söz etme bir daha. Olacak şey değil bu; hem de…”
Sustu, yüzünü elbisemin kıvrımları arasına sakladı. Ben eteğimi zorla çekip kurtardım. Onun çılgınlığına katlanmaya sabrım kalmamıştı.
“Saçma sapan sözlerinden anladığım kadarıyla evlenince üzerine alman gereken görevlerden senin haberin yok, Küçük Hanım. Varsa o zaman da sen kötü ruhlu, yol yordam tanımayan bir kızsın demektir. Hem artık bana başka sırlarını da açıklamaya kalkma. Onları saklayacağıma söz veremem.”
“Ama bunu saklayacaksın, değil mi?” diye merakla sordu.
“Hayır, söz veremeyeceğim.” dedim.
Gene ısrar etmeye hazırlanırken Joseph’in içeri girmesiyle konuşmamız sona erdi. Catherine sandalyesini köşeye çekti, ben yemeği hazırlarken o da Hareton’la meşgul oldu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emili-bronte/ugultulu-tepeler-69429574/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Milo ünlü bir Grek atletiydi. Bir gün ormanda bir meşe kütüğünü yarıp iki parçayı birbirinden ayırmak isterken elleri kütüğün arasına sıkışıp kalmıştı. Kurtlar gelip onu parçaladılar. (ç.n.)
Uğultulu Tepeler Эмили Бронте
Uğultulu Tepeler

Эмили Бронте

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kadınların edebiyatla uğraşmasının hoş karşılanmadığı Victoria çağında Emily Brontë, kendi yolunda ilerleyerek ezberleri bozdu. Kız kardeşleriyle birlikte önce erkek isimleri kullanarak edebiyata hizmet etti. Ardından İngiliz edebiyatının kült eserleri arasında sayılan Uğultulu Tepeler’i okuyuculara kazandırdı. Aradan geçen uzun yıllara rağmen eserin hâlen popülerliğini koruması, Brontë’nin karakterleri titizlikle ilmek ilmek örmesiyle ilişkili olsa gerek. İnsan psikolojisinin karakterler üzerinden ne kadar iyi analiz edildiğine tanık olduğumuz Uğultulu Tepeler aşk ile nefret, tutku ile intikam gibi çetrefil duygularla yoğrulmuş bir eser. Öyle ki pek çok kişi tarafından eserdeki olayların gerçeğe aykırı bulunmaması, Emily Brontë’nin kendi hayatından da izler taşıdığını akıllara getirmiştir. "Biri ümitle beklemesini bilmiş, öbürü ümitsizliğe kapılmıştı; ikisi de kaderlerini seçti, ikisi de buna katlanmak zorunda kaldı."

  • Добавить отзыв