Hacı Murat

Hacı Murat
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Lev Tolstoy; 1851 yılında, henüz yirmi üç yaşındayken Kafkaslardaki savaşa gönüllü olarak katılır. Savaşın benliğinde bıraktığı tüm etkileri, zihnine kazıdığı tüm izlenimleri çeşitli romanlarına aktarır ve tam kırk beş yıl sonra Hacı Murat’ı yazmaya karar verir; eser ancak ölümünden sonra yayımlanır. Gözü kara, çevik, korkusuz, yürekli bir yiğit; ne ile yıldırılabilir? Prangalara mahkûm edilemeyen, kılıcından tüm diyarlar nasiplenen Hacı Murat; ailesinin tutsak edilişi ile eli kolu bağlı bir vaziyette kalır. Hiçbir koşulda eğilmeyen, düşmanın dahi hayran olduğu başı; bir gün olur, hain ellerin oyuncağı hâline gelir. Hacı Murat, savaş tarlasının ortasındaki o göz alıcı deve dikenidir. Dikenlerinin batmasından korkanlar, elini uzatarak koparmaya cesaret edemeyenler; onu ancak bir tarlanın sürülme kargaşasında ezebilirler. "Kendime tüm bu çiçeklerden büyük bir demet toplayarak eve gidiyordum ki bir hendekte çiçek açmış, bizim oralarda 'Tatar' denilen ve otları biçenlerin onlardan dikkatli bir şekilde kaçındıkları koyu kırmızı, göz alıcı bir deve dikenini fark ettim. Etraftaki otlar biçildiği sırada onları özellikle kesmemeye dikkat eder, yanlışlıkla kesecek olurlarsa ellerine batmasından korkarak hemen otların içinden çekip atarlardı."

Lev Tolstoy
Hacı Murat

Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.
Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.
Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.
Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.
20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.
Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…
Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat Bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.
Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları: Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).

I
Tarlaların arasından ilerleyerek eve dönüyordum. Yaz ortasıydı, çayırlar biçilmiş ve hasat toplamaya başlanmıştı. Yılın bu mevsiminde her yer çeşitli çiçeklerle doluydu. Kırmızı, beyaz, pembe renkli mis kokulu püsküllü yoncalar; ortaları parlak sarı ve hoş baharatlı kokuları ile süt beyazı öküzgözü papatyalar; sarı, bal kokulu katırtırnakları; laleye benzer şekli, uzun saplarıyla beyaz ve leylak rengi çan çiçekleri; dalları yerleri süpüren sarmaşıklar; sarı, kırmızı ve pembe mineler; tozpembe tonlarda çiçekleri olan, hafif kokulu, tüylü süsenler; yeni açılmış çiçekleri güneş ışığında parlak mavi görünen ama akşama doğru ya da büyüdükçe soluklaşıp kırmızılaşan peygamber çiçekleri ve koparıldığı anda hemen solmaya yüz tutan, narin yapraklı ve badem kokulu su ketenleri.
Kendime tüm bu çiçeklerden büyük bir demet toplayarak eve gidiyordum ki bir hendekte çiçek açmış, bizim oralarda “Tatar” denilen ve otları biçenlerin onlardan dikkatli bir şekilde kaçındıkları koyu kırmızı, göz alıcı bir deve dikenini fark ettim. Etraftaki otlar biçildiği sırada onları özellikle kesmemeye dikkat eder, yanlışlıkla kesecek olurlarsa ellerine batmasından korkarak hemen otların içinden çekip atarlardı. Bu deve dikenini koparıp, demetimin tam ortasına koymayı düşünerek hendeğe indim. Miskince çiçeğin tam ortasında tatlı bir uykuya dalmış kadifemsi tüylere sahip bir yaban arısını kovduktan sonra, çiçeği koparmak için çalışmaya başladım. Kısa bir süre içerisinde de bunun ne zor bir iş olduğunu anladım. Elimi bir mendille sarmış olmama rağmen çiçek yine de her tarafımı delik deşik etti. Ayrıca sapı öylesine sertti ki lifleri birer birer kırarak yaklaşık beş dakika boyunca onunla mücadele etmek zorunda kaldım. Sonunda onu kopardığımda, sap tamamen yıpranmıştı ve çiçeğin kendisi de artık o kadar taze ve güzel görünmüyordu. Üstelik toplamış olduğum onca narin çiçeğin ortasında fazlasıyla kaba ve basit duruyordu, hiçbir albenisi kalmamıştı. Yerinde güzel görünen bir çiçeği boş yere kopardığım için üzülerek onu bir kenara fırlatıp attım. “Vay canına, yaşamak için ne büyük enerji ve azim! Kendini nasıl bir kararlılıkla savundu ve hayatı için ne büyük çaba sarf etti!” diye aklımdan geçirerek, onu koparmak için ne büyük bir çaba sarf ettiğimi düşündüm.
Eve giden yol, yeni sürülmüş kara topraklı tarlalardan geçiyordu. Bense bu tozlu toprakta rastgele yürüyordum. Sürülmüş tarla bir toprak sahibine aitti ve o kadar büyüktü ki her iki yanda, tepenin zirvesine kadar önümde, düzgün bir şekilde çatlamış olan nemli topraktan başka hiçbir şey görünmüyordu. Arazi gayet iyi işlenmişti ve hiçbir yerde tek bir ot parçası ya da herhangi bir bitki görünmüyordu, her yer sadece kapkara topraktan ibaretti. “Ah, insan ne kadar da yıkıcı bir yaratık… Kendi varlığını sürdürmek için ne kadar çok bitkiyi yok ediyor!” diye, bu cansız siyah alanda istemsizce canlı bir şeyler arayarak düşünmeye devam ediyordum. Önümde, yolun sağında bir tür küçük küme gördüm ve yaklaştıkça, bunun boş yere koparıp attığım deve dikeni ile aynı olduğunu fark ettim.
Bu “Tatar” bitkisinin üç sapı vardı. Biri kırılmış ve sakatlanmış bir kolun boşta sallanması gibi dışarı sarkmıştı. Diğer ikisinin her biri bir zamanlar kırmızı ama şimdi kararmış birer çiçek taşıyordu. Bir sap kırılmıştı ve yarısı, ucunda kirli bir çiçekle sarkıyordu. Diğeri de kara çamurla kirlenmiş olmasına rağmen hâlâ dimdik duruyordu. Belli ki bitkinin üzerinden bir arabanın tekerleği geçmiş ama bitki yeniden doğrulmuştu ve bu yüzden dik olmasına rağmen gözlerinden biri oyulmuş, sanki vücudunun bir parçası yerinden çıkmış, bağırsakları dışarı çekilmiş, bir kolu kırılmış gibi bir yana bükülmüş hâlde duruyordu. Her şeye rağmen yine de dimdik durmaya devam ediyor ve etrafındaki tüm kardeşlerini yok eden insanoğluna teslim olmuyordu.
“Ne büyük yaşam hırsı!” diye düşündüm. “İnsanoğlu her şeyi fethediyor ancak milyonlarca bitkiyi yok etmiş olmasına rağmen bu, ona boyun eğmeyerek direniyor!”
Ve yıllar önce kısmen kendim gördüğüm, kısmen görgü tanıklarından duyduğum ve kısmen de hayal ettiğim bir Kafkas hikâyesini hatırladım. Hikâye, hafızamda ve hayalimde şekillendiği hâliyle şöyleydi:
***
1851 yılının sonuna doğruydu. Soğuk bir kasım akşamı Hacı Murat, Rus topraklarından yaklaşık on beş mil uzakta bulunan ve Kizyak’ın tezek kokusuyla kaplı düşman bir Çeçen avulu[1 - Kafkasya’da Müslüman köyü. (e.n.)] olan Mahket’e ulaştı. Müezzinlerin ilahi sesinin yeni kesilmiş ve tezek kokusunun her yere enikonu sinmiş olduğu dağ havasında, bal petekleri gibi birbirlerine yapışık kerpiç evlerin bahçelerinden yükselen inek böğürtüleri ve koyunların melemelerinin arasından, aşağıdaki çeşmenin yanından yükselen kadın ve çocuk sesleri açıkça duyulabiliyordu.
Hacı Murat, sancağı olmadan asla at sürmeyen, marifetleriyle ünlü Şamil’in[2 - Şeyh Şamil (1797-1871): Kuzey Kafkasya halklarının siyasi ve dinî önderi. (e.n.)] naibi ve önünde gösteri yapan düzinelerce müritten biriydi. O sırada başında bir kukuleta ve her tarafını saran bir yamçı[3 - Bir yüzü uzun tüylü, kalın yünden dokunarak yapılmış yağmurluk. (e.n.)] vardı, yamçısının altından tüfeğinin ucu görünüyordu ve yanında adamlarından sadece biri vardı. Mümkün olduğu kadar az dikkat çekerek kendini göstermemeye uğraşırken bir taraftan da keskin kapkara gözleriyle yoldan gelip geçen köylülerin yüzlerine ihtiyatla bakmaya çalışıyordu.
Avula girdiğinde, açık meydana giden yoldan yukarı çıkmak yerine sola dönerek dar bir ara sokağa saptı ve tepenin yamacına açılan ikinci bir kerpiç eve vardığında durup etrafına baktı. Evin önündeki sundurmanın altında kimse yoktu ama kerpiç evin çatısında, yeni sıvanmış kil bacanın arkasında, koyun postuna sarınmış bir adam yatıyordu.
Hacı Murat, deri örgülü kırbacının sapıyla ona dokundu ve dilini şaklattı. Koyun postunun altından takkeli, artık tamamen eskimiş beşmetli[4 - Beşmet: Kafkas halklarının, Tatarların giydikleri içi astarlı, dize kadar gelen bir çeşit hırka. (e.n.)] yaşlı bir adam çıktı. Kirpiksiz göz kapakları kıpkırmızı ve çapaklanmış yaşlı adam, uyanabilmek için sürekli gözlerini kırpıştırıyordu.
Hacı Murat; alışılmış bir edayla, “Selamünaleyküm!” diyerek yüzünü açtı.
“Aleykümselam!” dedi yaşlı adam onu tanıyarak ve dişsiz ağzıyla gülümseyerek. Kuru kemikli bacaklarının üzerinde doğrularak, bacanın hemen yanında duran tahta ayakkabıların içine ayaklarını sokmaya çalıştı. Sonra yavaşça kollarını buruşuk koyun derisinin kollarına geçirdi ve çatıya dayanan merdivene giderek geri geri indi; giyinirken ve aşağı inerken ince, buruşmuş, güneşten yanmış boynunun üzerindeki ihtiyar başını sallayarak, dişsiz ağzıyla sürekli bir şeyler fısıldıyordu.
Yere iner inmez konuksever bir tavırla Hacı Murat’ın atının dizginini ve sağ üzengisini tuttu ama konuğun güçlü ve çevik adamı hızla atından inerek, atın dizginlerini eline alıp yaşlı adamın yardımına gerek kalmadan gereğini yapmaya koyuldu.
Hacı Murat da atından indi ve hafif topallayarak sundurmanın altına girdi. Kapıdan çabucak çıkan on beş yaşında bir çocuk onu karşıladı, olgun üzümlere benzeyen kapkara ve parlak gözlerini merakla yeni gelenlere dikti.
“Camiye koş ve babanı çağır.” diye emretti yaşlı adam, kerpiç evin içine açılan ince, gıcırdayan kapıyı açmak için aceleyle ilerlerken.
***
Hacı Murat dış kapıdan içeri girerken iç kapıdan elinde minderlerle sarı önlüklü, kırmızı beşmetli, geniş mavi şalvarlı, ince, zayıf yapılı, orta yaşlı bir kadın dışarı çıktı.
“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” dedi ve neredeyse iki büklüm olana kadar eğilerek, konuğun oturması için ön duvar boyunca minderleri düzenlemeye başladı.
“Oğulların çok yaşasın!” diye cevap verdi Hacı Murat; yamçısını, tüfeğini ve kılıcını çıkararak, evin efendisinin iki büyük leğen arasına asılı, temiz kil sıvalı ve özenle badanalanmış duvarda parıldayan silahlarının yanındaki bir çiviye dikkatlice astığı sırada. Hacı Murat, belindeki tabancasını düzelterek, kaftanının eteklerini güzelce toparlayıp minderlere doğru ilerledi ve bağdaş kurarak oturdu. Yaşlı adam hemen karşısına oturdu, gözlerini kapadı ve açık ellerini havaya doğru kaldırdı. Hacı Murat da aynısını yaptı; sonra bir duayı tekrar ettikten sonra ikisi de yüzlerini sıvazladılar ve ellerini sakallarının ucundaki avuç içleri birleşinceye kadar aşağı indirdiler.
“Ne haber?” diye sordu Hacı Murat, yaşlı adama yüksek sesle.
“Yeni bir haber yok!” diye cevapladı yaşlı adam, cansız kırmızı gözleriyle Hacı Murat’ın yüzüne değil, göğsüne bakarak. “Ben kovanlarla yaşıyorum ve bugün oğlumu görmeye geldim… O bilir.”
Yaşlı adamın aslında durumdan haberdar olduğunu ancak onun bilmek istediklerini söylemeye niyeti olmadığını anlayan Hacı Murat, hafifçe başını salladı ve daha fazla soru sormadı.
Yaşlı adam, “İyi haber yok.” dedi bir süre sonra. “Tek bildiğim şu ki tavşanlar kartallarla nasıl baş edeceklerini tartışıp duruyorlar ancak kartallar birer birer önce birini, sonra diğerini parçalıyor. Geçen gün Rus köpekleri Miçitskiylerin avulundaki saman yığınlarını yaktılar. Kör olasıcalar!” diye ekledi sonra yaşlı adam, boğuk ve öfkeli bir sesle.
Hacı Murat’ın adamı odaya girdi, güçlü bacakları toprak zeminde yumuşak adımlarla ilerliyordu. Sadece hançerini ve tabancasını tutarak Hacı Murat’ın yaptığı gibi yamçısını, tüfeğini ve kılıcını çıkardı, liderinin silahlarıyla aynı çivilere astı.
“Kim o?” diye sordu yaşlı adam, yeni geleni göstererek.
“Müridim. Adı Eldar.” dedi Hacı Murat.
“Pekâlâ.” dedi yaşlı adam ve Eldar’a oturması için bir keçe parçasının üzerini, Hacı Murat’ın yanındaki yeri işaret etti. Eldar bağdaş kurarak oturdu ve koyun gözlerine benzeyen güzel gözlerini, şimdi konuşmaya başlayan yaşlı adama dikti. O, tam bu sırada cesur adamlarının bir hafta önce iki Rus askerini nasıl yakaladığını ve birini öldürüp diğerini Vedeno’da bulunan Şamil’in yanına nasıl gönderdiklerini anlatıyordu. Hacı Murat onu dalgın dalgın dinliyor, bir taraftan da kapıya bakıp dışarıdan gelen seslere kulak kabartıyordu. Sundurmanın bulunduğu kısımdan ayak sesleri duyuldu, kapı gıcırdadı ve ev sahibi Sado içeri girdi.
Kırk yaşlarında, kısa sakallı, uzun burunlu ve gözleri, onu eve çağırmak için koşan, şimdi babasıyla içeri giren on beş yaşındaki oğlununki kadar parlak olmasa da kapkara bir adamdı. Çocuk da onunla birlikte gelmiş ve hemen kapının yanına oturmuştu. Ev sahibi kapıda tahta terliklerini çıkardı, eski ve çok yıpranmış kalpağını başının arkasına itti. Çok uzun zamandır tıraş olmadığı, ensesine kadar uzamış olan simsiyah saçlarından belli oluyordu ve hiç gecikmeden Hacı Murat’ın karşısına çömeldi. O da ihtiyarın yaptığı gibi avuçlarını yukarı kaldırdı, bir duayı tekrarladı ve sonra yüzünü tıpkı onlar gibi sıvazladı. Ancak ondan sonra konuşmaya başladı. Hacı Murat’ın diri veya ölü olarak yakalanması için Şamil’den nasıl emir geldiğini, Şamil’in elçilerinin daha bir gün önce buralardan ayrıldığını, halkın Şamil’in emirlerine uymamaktan korktuklarını ve bu nedenle dikkatli olunması gerektiğini anlattı.
“Benim evimde.” dedi Sado. “Ben yaşadığım sürece konuğuma kimse zarar veremez ama ya dışarıda ne olacak? Bunu düşünmeliyiz.”
Hacı Murat dikkatle onu dinliyor ve ara sıra başıyla onun sözlerini onaylıyordu. Sado sözünü bitirince, “Tamam, anlaşıldı. Şimdi Ruslara bir mektup göndeririz. Müridim bu mektubu götürebilir ancak bir rehbere ihtiyacı olacak.” dedi.
“Kardeşim Bata’yı onunla gönderirim.” dedi Sado. Oğluna dönerek, “Git ve Bata’yı çağır.” diye ekledi.
Çocuk bir anda yayların üzerindeymiş gibi çevik bir hareketle yerinden fırladı ve kollarını sallaya sallaya o hızla evden ayrıldı. On dakika kadar sonra âdeta güneşten kararmış, kolları ve bacakları çırpı gibi, üzerinden dökülüyormuşçasına duran çerkezkası[5 - Çerkezlerin geleneksel kıyafeti. (e.n.)] ve buruşuk siyah şalvarıyla güçlü, kısa bacaklı bir Çeçen’le geri döndü. Hacı Murat yeni gelene selam verdi ve sözü yine uzatmadan, doğrudan, “Müridimi Ruslara götürebilir misin?” diye sordu.
“Yaparım elbette.” diye neşeyle cevapladı Bata. “Kesinlikle yapabilirim. Bunu benim kadar iyi becerebilecek başka bir Çeçen yoktur. Bir başkası gitmeyi kabul edebilir ve her şeye söz verebilir lakin sonunda her şeyi mahveder ama ben bu işi yapabilirim!”
“Pekâlâ.” dedi Hacı Murat. “Zahmetin için üç tane.” Hacı Murat, üç parmağını kaldırdı. Bata anladığını göstermek için başını salladı ve bu işi kesinlikle para karşılığında yapmadığını, sadece Hacı Murat’a hizmet etme onuruna nail olmaya gönülden hazır olduğunu ekledi. Dağdaki herkes Hacı Murat’ı ve Rus domuzlarını nasıl öldürdüğünü gayet iyi biliyordu.
“Pekâlâ; ipin uzunu, konuşmanın ise kısa olanı iyidir.” dedi Hacı Murat.
“Tamam, ben de o zaman dilimi tutacağım.” dedi Bata.
“Argun Nehri’nin uçurumun kenarında kıvrıldığı yerde.” dedi Hacı Murat. “Ormanda bir açıklıkta iki tınaz bulunur. Onları biliyor musun?”
“Biliyorum.”
“Orada dört atlım beni bekliyor.” dedi Hacı Murat.
“Anladım.” diye cevapladı Bata, başını sallayarak.
“Han Mahoma’yı sorarsın. Ne yapacağını ve ne söyleyeceğini o biliyor. Onu Rus Komutan Prens Vorontsov’a götürebilir misin?”
“Evet, götürürüm.”
“Sonra da geri getirirsin değil mi?”
“Yapabilirim.”
“O zaman onu oraya götür ve sonra ormana geri dön. Ben de orada olacağım.”
“Emrin başım üstüne.” dedi Bata, ayağa kalkarak ve ellerini kalbinin üzerinde kavuşturarak dışarı çıktı.
***
Hacı Murat, adam evden çıktıktan sonra ev sahibine döndü. “Gehi’ye de bir adam göndermek gerekir.” diye söze başladı ve çerkezkasının üzerindeki sıralı fişekliklerden birine elini soktu ama hemen geri çekti ve iki kadının içeriye girdiğini görünce sustu. Gelen kadınlardan yaşlıca ve zayıf olanı daha önce içeriye minderleri getiren, Sado’nun karısıydı. Diğeri ise oldukça genç bir kızdı, üzerine kırmızı bir şalvar ve yeşil bir beşmet giymiş, gümüş sikkelerden oluşan bir kolye elbisesinin önünü tamamen kaplamıştı ve ince omuz başlarının üzerine sarkan kısa ama kalın sert siyah saç örgüsünün ucunda gümüş birer ruble bağlıydı. Babasının ve erkek kardeşininkiler kadar kapkara iri gözlerinde ve sert olmaya çalışan genç yüzünde güzel bir ışıltı vardı. Konuklara bakmamasına rağmen onların varlıklarının etkisinde olduğu gayet aşikârdı.
Sado’nun karısı, üzerinde çay, tereyağlı kete, peynir, yufkadan yapılma ekmek ve bal bulunan bir sini getirdi. Genç kız ise hemen onun arkasında bir leğen, ibrik ve peşkir taşıyordu.
Bu sırada Sado ve Hacı Murat ise kadınlar kırmızı yumuşak terlikleriyle odanın içerisinde dolaşarak misafirlerin önüne getirdiklerini koyarken sessizce oturuyorlardı. Koyun gibi iri gözleriyle Eldar, heykel gibi hareketsiz oturmuş, bakışlarını bağdaş kurmuş bacaklarına sabitlemişti, odanın içerisinde dolaşan kadınların hareketlerinden huzursuz olmuş gibiydi. Ancak onlar gittikten ve kapının arkasından yumuşak ayak sesleri duyulmaz olduktan sonra rahat bir nefes aldı. Hacı Murat, çerkezkasının fişek torbalarından birinden bir kurşun aldı ve altında bulunan katlanmış bir mektubu çıkardıktan sonra, onu uzatıp şöyle dedi:
“Oğluma teslim edilecek.”
“Cevap nereye gönderilecek?” diye sordu Sado.
“Sana versin, sen de bana iletirsin.”
“Emrin başım üstüne.” dedi Sado ve notu kendi ceketinin fişekliğine koydu. Sonra metal ibriği aldı ve leğeni Hacı Murat’a doğru itti. Hacı Murat beşmetinin kollarını sıvadı, bileklerine kadar bembeyaz kaslı kollarını ve ellerini Sado’nun ibrikten döktüğü berrak soğuk suyun altında yıkadıktan sonra, kendisine uzatılan el dokuması tertemiz havluyla kuruladı. Eldar da aynısını yaptı. Misafirler yemek yerken onların karşısında oturan Sado, ziyaretlerinden dolayı kendilerine birkaç kez teşekkür etti. Kapının yanında oturan çocuk, ışıldayan gözlerini Hacı Murat’ın yüzünden ayırmadan babasının sözlerini onaylarcasına gülümsüyordu.
Yirmi dört saatten fazla bir süredir hiçbir şey yemediği hâlde Hacı Murat sadece biraz ekmek ve peynir yemekle yetindi; sonra hançerinin altından küçük bir bıçak çıkararak bir parça ekmeğe biraz bal sürdü.
“Balımız çok güzeldir.” dedi yaşlı adam, Hacı Murat’ın balı yerken yüzünde beliren hoşnutluk ifadesinden memnun olmuş bir gülümsemeyle. “Bu yıl hem diğer tüm yıllardan daha fazla mahsul elde ettik hem de tadı gayet güzel.”
“Teşekkür ederim.” dedi Hacı Murat ve sofradan geri çekildi.
Aslında Eldar daha yemeğe devam etmek istiyordu ama liderinin hareketlerini takip ederek sofradan geri çekilip Hacı Murat için ibrik ve leğeni getirdi. Sado, evine böyle bir misafir kabul ederek hayatını riske attığını çok iyi biliyordu. Çünkü Şamil ile Hacı Murat’ın aralarında geçen kavganın ardından Şamil, tüm Çeçen halkına Hacı Murat’ı evlerine kabul edenlerin, ona yardım edenlerin ölüm cezasına çarptırılacaklarını duyurmuştu. Avuldakilerin her an evinde Hacı Murat’ın varlığından haberdar olabileceklerini ve teslim etmesini talep edebileceklerini biliyordu. Ama bu Sado’yu hiçbir suretle korkutmuyordu, aksine üstlenmiş olduğu görevini yerine getirdiği için bundan büyük bir mutluluk duyduğu bile söylenebilirdi.
“Sen benim evimdeyken ve başım hâlâ omuzlarımın üzerindeyken sana kimse zarar veremez.” diye büyük bir keyifle Hacı Murat’a düşüncelerini ifade ediyordu.
Hacı Murat onun parıldayan gözlerine baktı ve bunun doğru olduğunu anladı, ciddi bir tavırla şöyle dedi:
“Mutlu ve uzun bir ömrün olsun!”
Sado, bu nazik sözler için teşekkürlerini ifade edercesine, sessizce elini kalbinin üzerine koydu.
Sado, avula bakan pencerelerin tahta kepenklerini kapatıp ocağa kuru çalıları yığdıktan sonra, son derece neşeli ve heyecanlı bir ruh hâli içinde odadan çıktı ve tüm ailesinin yaşadığı diğer bölüme geçti. Kadınlar henüz uyumamış ve geceyi misafir odalarında geçirecek olan tehlikeli ziyaretçilerden bahsediyorlardı.

II
Hacı Murat’ın geceyi geçirdiği kerpiç evden yaklaşık on mil uzakta bulunan Vozdvijenskaya’daki kalede, üç asker ile bir astsubay bulundukları yerden ayrılarak Şahgirin Kapısı’ndan çıktı. O günlerdeki Kafkas askerleri gibi görünen askerlerin üzerinde koyun postundan paltoları, başlarında kalpakları vardı; dizlerinin üzerine kadar uzanan çizmeler giyerler ve kaputlarını sımsıkı sarıp omuzlarına bağlayarak taşırlardı.
Tüfeklerini omuzlarında taşıyan askerler, önce yol boyunca yaklaşık beş yüz adım ilerlediler, sonra yoldan saparak, kuru yaprakları hışırdatarak yirmi adım kadar sağa gittiler ve gövdesi karanlıkta dahi seçilen kırılmış bir çınarın yanında durdular. Çünkü gizli devriyeler, pusu kurmak için genellikle bu çınar ağacının dibine konuşlanırlardı.
Askerler ormanda yürürken ağaçların tepelerinde koşuyormuş gibi görünen parlak yıldızlar, onlar mola verdiklerinde ağaçların çıplak dalları arasında parıldayarak hareketsiz kalmışlardı.
Astsubay Panov, uzun silahını ve süngüsünü omuzundan bir çınlamayla indirip çınar ağacına dayayarak, “Çok şükür her yer kuru.” dedi.
Üç asker de onun gibi yaptı.
“Tamam, işte şimdi kaybettim!” diye öfkeyle mırıldandı Panov. “Ya yanıma almadım ya da yolda düşürmüş olmalıyım.”
“Ne arıyorsun?” diye sordu askerlerden biri canlı, neşeli bir sesle.
“Pipomu. Hangi şeytan alıp götürdü acaba?”
“Çubuğun yanında mı?” diye sordu neşeli ses.
“İşte burada.”
“Öyleyse neden doğrudan toprağa saplamıyorsun?”
“İşe yarar mı ki?”
“Bunu bir dakika içinde hallederiz.” dedi asker. Aslında pusuda sigara içmek yasaktı ama onlar burada sadece öncülük yapıyorlardı. Daha çok, dağcıların fark edilmeden bir top getirmelerini ve eskiden olduğu gibi kaleye ateş etmelerini önlemek için öncü kuvvet görevini üstlenmişlerdi. Panov, tütün içmenin zevkinden vazgeçmeyi gereksiz görüyordu, bu nedenle neşeli askerin teklifini kabul etti. O da cebinden bir bıçak çıkardı ve yerde küçük yuvarlak bir çukur açtı. Açtığı bu küçük çukuru düzleştirdikten sonra çubuğun sapını ona göre ayarladı, ardından deliği tütünle doldurup bastırdı ve işte pipo hazırdı. Bir kükürt kibriti parladı ve bir an için karnının üzerine yatan askerin geniş yüzünü aydınlattı, çubuğun içinden fısıltılı bir ses yükseldi ve Panov yanmaya başlayan tütünün hoş kokusunu aldı.
“Başardın mı?” diye sordu ayağa kalkarak.
“Elbette!”
“Ne akıllı bir adamsın Avdeyev! Bir yargıç kadar bilge! Dur şimdi tadına bir bakayım, delikanlı.” Avdeyev ağzından dumanlar savurarak, Panov’a yer açmak için yan döndü. Panov yüzüstü yattı ve ağızlığı koluyla sildikten sonra pipodan çekmeye başladı.
Tütünü içtikten sonra askerler kendi aralarında konuşmaya başladılar. İçlerinden biri tembelce, “Komutanın yine sandığa el attığını duydunuz mu?” dedi. “Hem de içindekilerin hepsini kumarda kaybetmiş.”
Panov, “Geri ödeyecektir.” dedi.
“Elbette yapacaktır! O iyi bir subaydır.” diye onayladı Avdeyev.
“İyi! Ya da kötü!” dedi konuşmayı başlatan adam, kasvetli bir şekilde. “Bence bölük onunla konuşmalı. Parayı aldıysa bize ne kadarını ve ne zaman geri ödeyeceğini söylemeli.”
Panov çubuktan ayrılarak, “Bölük ne karar verirse ona göre olacak.” dedi.
“Tabii ki.” dedi Avdeyev. Bir atasözünden alıntı yaparak, “Cemaat güçlü bir olgudur.” diye tasdik etti.
“Arpa alınması lazım, bahara doğru atılacak çizmeler olur. Para lazım olacak, o parayı cebe indirdiyse biz ne yapacağız?” diye ısrar etti, memnun olmayan.
Panov, “Size bölüğün istediği gibi olacağını söylüyorum.” diye tekrarladı. “Bu ilk değil, alır ve aldığı gibi de geri koyar.”
O günlerde Kafkasya’da her bölük, kıtalarının yönetimi için kendi seçtikleri bir adamı başlarına atardı; bu kişi hazineden kişi başına ayda altı ruble elli kapik alırdı ve bölüğün ihtiyaçları bu paradan karşılanırdı. Bölükler kendi kendilerine bakmayı bilirlerdi, lahana fideleri diker ve çeşitli sebzeler eker, ot biçerdi; kendi arabaları olurdu ve iyi beslenmiş yağız atlarıyla gurur duyarlardı. Bölüğün parası, anahtarının komutanda olduğu bir sandıkta tutulur ve komutanlar sık sık bu kasadan para alırlardı. Aslında bu kez de aynısı olmuştu, askerlerin konuştuğu husus buydu. Karamsar asker Nikitin, komutandan hesap sorulması hususunda ısrarcı davranırken Panov ve Avdeyev bunun gereksiz olduğunu düşünüyordu.
Panov’dan sonra Nikitin çubuğu çekmeye başladı ve ardından kaputunu yere yayarak çınar ağacının gövdesine yaslanıp yere oturdu. Askerler bir anda susmuştu. Başlarının çok üzerinde bulunan ağaç yaprakları rüzgârda hışırdıyordu ve aniden, bu aralıksız alçak hışırtının üzerinde çakalların uluması, sızlanması, tiz çığlıkları ve kahkahaları yükselmeye başladı.
“Şu lanet olası yaratıkların sesini dinleyin, nasıl da yırtıyorlar kendilerini!” dedi Avdeyev.
Ukraynalı üçüncü askerin yüksek sesi: “Bence senin yüzün çarpık diye sana gülüyorlar!” dedi.
Dalları sallayan, bazen yıldızları ortaya çıkaran bazen de gizleyen rüzgâr dışında her şey yine sessizdi.
Aniden neşeli Avdeyev, Panov’a doğru dönerek, “Hiç sıkıldığın oluyor mu Antoniç?” diye sordu.
“Neden sıkılayım ki?” diye cevapladı Panov, isteksizce.
“Şey, öyle işte… Bazen canım o kadar sıkılıyor ki bir türlü ne yapacağımı bilemiyorum.”
“Bak sen şu işe!” oldu Panov’un cevabı sadece.
“Bir zamanlar, elimde avucumdaki tüm parayı sadece sıkıntıdan içkiye verirdim. Nasıl canım sıkılırdı anlatamam sana… Kendi kendime ‘Leş gibi sarhoş olana kadar iç bakalım.’ derdim…”
“Ama bazen içki içmek durumu daha da kötüleştirir.”
“Evet, bana da öyle oldu zaten. Ama öylesine çaresizdim ki ne yapacağımı bilemiyordum!”
“Peki, bu kadar sıkılmana sebep olan şey neydi?”
“Benim mi? Ne olacak, evimi özledim.”
“Zengin misiniz ki?”
“Hayır, zengin değiliz ama hiçbir eksiğimiz de olmazdı, kendi yağımızda kavrulurduk.”
Ve böylece Avdeyev, Panov’a defalarca anlattıklarını yeniden bir kez daha anlatmaya başladı.
“Biliyorsun, ben ağabeyimin yerine gönüllü olarak askere gittim.” diyordu. “Çocukları vardı. Beş kişilik bir aileydiler ve ben daha yeni evlenmiştim. Annem gitmem için yalvarmaya başladı. Bu yüzden, ‘Gideyim o zaman, ne yapalım, belki kıymetim bilinir.’ diye düşündüm. Bu yüzden efendimize gittim… O iyi bir efendidir ve bana ‘Sen iyi bir adamsın, git!’ dedi, böylece ben de ağabeyimin yerine asker oldum.”
“Eh, sen doğru olanı yapmışsın.” dedi Panov.
“Ama sana bir şey diyeyim mi Panov, şimdi de canım çok sıkılıyor. ‘Neden kardeşinin yerine sen gittin?’ diyorum kendi kendime. ‘Sen burada acı çekmek zorundayken o şimdi orada bir kral gibi yaşıyor ve bunu düşündükçe kendimi daha da kötü hissediyorum. Sadece kendimi çok bedbaht hissediyorum ve içim büsbütün kararıyor!”
Avdeyev sustu.
“Belki bir tütün daha tellendirsek iyi olur.” dedi bir duraklamadan sonra.
“Olur, hazırla o zaman!”
Ancak askerlerin bir tütün keyfi daha yapmaları nasip olmadı. Avdeyev, ağaçların hışırtısının üzerinde yol boyunca gelen ayak sesleri duyduklarında çubuğu yerine sabitlemekle meşguldü, hızla ayağa kalktı. Panov tüfeğini aldı ve Nikitin’i ayağıyla dürttü. Nikitin ayağa kalktı ve kaputunu yerden kaldırdı. Üçüncü asker Bondarenko da onlar gibi ayağa kalktı ve: “Arkadaşlar bir rüya gördüm, bakın…”
“Şşt!” dedi Avdeyev ve askerler nefeslerini tutarak etrafı dinlemeye başladılar. Yaklaşan yumuşak tabanlı çizmeli adamların ayak sesleri duyuldu. Düşen yapraklar ve kuru dalların hışırtıları karanlığın içinden gitgide daha net duyulabiliyordu. Ardından Çeçenlere özgü genizden gelen bir konuşma işitildi. Askerler artık sadece yaklaşan adamları duymakla kalmıyor, ağaçların arasındaki açık bir boşluktan geçen iki gölgeyi de görebiliyorlardı; bir gölge diğerinden daha uzun ve iriceydi. Bu gölgeler askerlerle aynı hizaya gelince Panov elinde tüfeği, ardında yoldaşları ile yola çıktı.
“Kim var orada?” diye bağırdı.
“Ben dostum, Çeçen.” dedi daha kısa boylu olanı. Bu, Bata’ydı. “Silah, yok! Kılıç, yok!” dedi kendini göstererek. “Prens’i göreceğim!”
Daha uzun olan, arkadaşının yanında sessizce duruyordu, onda da herhangi bir silah yoktu.
Panov, yoldaşlarına: “Casusum diyor ve Alay Komutanı’mızı görmek istediğini söylüyor.” dedi.
“Prens Vorontsov… Onu görmek istiyorum, bu çok gerekli! Büyük iş için gerekli!” dedi Bata.
“Tamam, tamam! Seni ona götüreceğiz.” dedi Panov.
“Onları sen götürsen iyi olur.” dedi Avdeyev’e. “Sen ve Bondarenko. Onları nöbetçiye teslim ettikten sonra tekrar geri gelin. Aman ha, akıllı olun.” diye ekledi sonra. “Onların önünüze katmaya dikkat edin!”
“Bu ne güne duruyor?” dedi Avdeyev, tüfeğinin süngüsünü birini bıçaklıyormuş gibi hareket ettirerek. “Sadece şişlemem yeterli, sonrasında canı cehenneme!”
“Onu şişlersen ne işimize yarayacak?” dedi Bondarenko.
“Haydi, yürüyün!”
Gözcüleri yöneten iki askerin adımları artık duyulmayınca Panov ve Nikitin görev yerlerine döndüler.
“Şeytanın işi yok, gece yarısı ortaya çıkıyor.” dedi Nikitin.
Panov, “Belli ki öyle olmasına gerek duymuşlar.” dedi. Sonra, “Hava giderek soğuyor.” diye ekledi ve sonra kaputunu üzerine geçirerek sırtını ağaca yaslayıp oturdu.
Yaklaşık iki saat sonra Avdeyev ve Bondarenko geri döndü.
“Tamam, teslim ettiniz mi onları?”
“Evet. Bölükteki askerler de daha uyumamıştı, onları doğrudan komutana götürdüler.
Ayrıca bir şey diyeyim mi, bu kabak kafalılar gerçekten iyi çocuklar!” dedi Avdeyev ve konuşmaya devam etti. “Evet, gerçekten. Onlarla konuşmaya başladım!”
“Hem de ne konuşursun ya!” dedi Nikitin, homurdanarak.
“Gerçekten, doğru söylüyorum; tıpkı Ruslar gibiler. Onlardan biri evliydi. ‘Maruşka[6 - Kadın, eş. (e.n.)] bar?’ dedim. ‘Bar.’[7 - Var. (e.n.)] dedi. ‘Barançuk[8 - Çocuk. (e.n.)] bar?’ dedim. ‘Bar, çok.’ dedi. ‘Çift mi?’ dedim. ‘Çift.’ dedi. Öyle güzel konuştuk ki. Gerçekten çok iyi adamlar!”
“Çok iyi!” dedi Nikitin. “Sıkıysa onunla tenha bir yerde karşılaş da görelim kaçıp kaçmayacağını!”
“Sanırım çok geçmeden hava aydınlanacak.” dedi Panov.
“Evet, yıldızlar kaybolmaya yüz tuttu.” dedi Avdeyev, oturup rahatladı.
Ve askerler yine sustu.

III
Kışlaların ve asker lojmanlarının pencereleri uzun zamandır karanlıktı ama kalenin en iyi evinin pencereleri hâlâ ışıl ışıldı. Evde Ordu Başkomutanı’nın oğlu olan, Kurinskiy Alayı Komutanı Prens Semyon Mihayloviç Vorontsov yaşıyordu. Vorontsov’un karısı, Petersburg’un sayılı güzellerinden Marya Vasilyevna, küçük Kafkas kalesinde daha önce hiç kimsenin yaşamadığından daha büyük bir lüks içerisinde yaşıyordu. Ancak Vorontsov’a ve özellikle karısına bu durumu soracak olsanız, çok mütevazı bir yaşam sürmekle kalmıyor, aynı zamanda yoksunluklarla dolu bir hayatları olduğunu iddia ediyorlardı. Diğer taraftan bu yörenin sakinleri ise onların eşi benzeri olmayan görkemli yaşantılarını şaşkınlık içerisinde seyrediyorlardı.
Tam şimdi, gece yarısı, ev sahibi ile sahibesi; halı kaplı zemini ve pencerelerine zengin perdeleri çekilmiş geniş oturma odasında, dört mumla aydınlatılan bir iskambil masasında, ziyaretçileriyle kâğıt oynuyorlardı. Oyunculardan biri, sarışın, uzun yüzlü, nişanlarını ve altın saray apoletlerini üzerinde taşıyan, ev sahibi Albay Vorontsov idi. Ona eşlik eden diğer oyuncu ise, Prenses Vorontsov’un ilk kocasından olan oğlunun öğretmeni, son zamanlarda Kafkasya’ya göndermiş olduğu, Petersburg Üniversitesi mezunu, asık suratlı, genç delikanlıydı. Onlara karşı iki subay oynuyordu; bunlardan biri geniş, al yanaklı, muhafız kıtasından taşraya gelen Bölük Komutanı Poltoratskiy, diğeri ise yakışıklı yüzünde soğuk bir ifadeyle sandalyesinde dimdik oturan alay yaveriydi.
İri yapılı, iri gözlü, kara kaşlı bir güzel olan Prenses Marya Vasilyevna; Poltoratskiy’in yanına oturdu, kabarık iç eteğine giymiş olduğu tarlatan ayağını hareket ettirdikçe dizlerine değerken o, elindeki kartlarına bakıyordu. Sözlerinde, bakışlarında, gülümsemesinde, parfümünde ve vücudunun her hareketinde, Poltoratskiy’i kendi varlığının dışında her şeyden habersiz hâle getiren bir şey vardı ve o, partnerinin öfkesini daha çok sınayarak, hata üstüne hata yapıyor, böylece oyun eşini kudurtuyordu.
“Hayır… Bu çok kötü! Yine bir ası boşa harcadın.” diye söylendi Poltoratskiy’in ası attığını gören yaver, öfkeden kıpkırmızı kesilerek. Poltoratskiy, sanki uykudan yeni uyanmış gibi ne olduğunu anlayamadan birbirinden ayrık iri, tatlı bakışlı gözlerini öfkeli yavere çevirdi.
Marya Vasilyevna ona gülümseyerek, “Ah, onu bağışlayın!” dedi. Poltoratskiy’e dönerek devam etti: “Size söylemiştim ya.” diyerek ekledi.
Poltoratskiy gülümseyerek, “Ama bana söylediğiniz bu değildi.” diye karşılık verdi.
“Öyle değil miydi?” diye tatlı bir gülümsemeyle sordu Marya Vasilyevna.
Bu gülümseme Poltoratskiy’i o kadar heyecanlandıran ve sevindiren bir gülümseme oldu ki yüzü âdeta kıpkırmızı kesildi ve kartları hızlıca kaparak karmaya başladı.
“Kartları karma sırası sende değil.” dedi yaver, sert bir tavırla ve sanki bir an evvel elinden atmak istermiş gibi yüzüklü beyaz eliyle kâğıtları dağıtmaya başladı. Prens’in uşağı misafir odasına girdi ve nöbetçinin onunla konuşmak istediğini haber verdi.
“Affedersiniz beyler.” dedi Prens, Rusçayı İngiliz aksanıyla konuşuyordu. “Benim yerimi alır mısın, Marya?”
“Bunu kabul ediyor musunuz beyler?” diye sordu Prenses, hızla ve hafifçe doğrulduğu sırada ipek elbisesini hışırdatarak, mutlu bir kadının ışıltılı gülümsemesiyle beylere baktı.
“Her zaman, her şeyi kabul ederim.” diye cevapladı, karşısına oyunun acemisi olan Prenses’in geçişine sevinen yaver. Poltoratskiy sadece ellerini iki yana açıp gülümsemekle yetindi. Prens, heyecanlı ve açıkçası çok memnun bir şekilde misafir odasına döndüğünde oyun neredeyse bitmişti.
“Ne öneriyorum biliyor musun?”
“Ne?”
“Birer şampanya içelim.”
Poltoratskiy, “Buna her zaman hazırım.” dedi.
“Neden? Memnun olacağımız bir durum mu var?” diye sordu yaver.
“Getir, Vasiliy!” dedi Prens hemen.
“Seni ne için çağırmışlar?” diye sordu Marya Vasilyevna.
“Nöbetçi ile birlikte bir adam geldi.”
“Kimmiş? Ne dedi?” diye sordu büyük bir merakla Marya Vasilyevna.
Vorontsov omuz silkerek, “Söylememeliyim.” dedi.
“Söylememelisin öyle mi!” diye tekrarladı Marya Vasilyevna, kinayeli bir tavırla. “Göreceğiz bakalım.”
Şampanya getirildiğinde, ziyaretçilerin her biri birer kadeh içti ve oyunu bitirip hesapları kapattıktan sonra ayrılmaya başladılar.
“Yarın ormana sizin bölüğünüz mü gidiyor?” diye sordu Prens, Poltoratskiy’e veda ederken.
“Evet, neden?”
Prens hafifçe gülümseyerek, “O zaman yarın buluşuruz.” dedi.
Poltoratskiy, Vorontsov’un kendisine ne demek istediğini tam olarak anlamamış olmasına rağmen bir dakika sonra Marya Vasilyevna’nın elini sıkacağı düşüncesiyle meşgul olarak, “Çok memnun oldum.” diye cevapladı. Marya Vasilyevna, alışkın olduğu biçimde elini kuvvetlice sıkmakla yetinmemiş, bu sefer hızlı hızlı sallayarak az önce karoyu atmakla yaptığı hatayı ona anımsatmıştı. Poltoratskiy, bunu söylediği andaki gülümsemesini de çok tatlı, sevimli ve anlamlı bularak, kendinden geçmiş bir hâlde eve gitti.
Ancak eve döndüğünde içi sevinçli bir heyecanla doluydu, onun bu hâlini kendisi gibi toplum içinde büyümüş ve eğitim görmüş, aylarca izole edilmiş bir askerî yaşamdan sonra kendi çevrelerine ait bir kadınla ve dahası Prenses Vorontsov gibi bir kadınla tanışan insanlar kolayca anlayabilirdi. Arkadaşıyla birlikte yaşadığı küçük eve vardığında kapıyı itti ama kilitliydi; ardından çaldı ama sonuç alamadı. Bu duruma canı öylesine sıkılmıştı ki kapıyı tekmelemeye ve kılıcıyla vurmaya başladı. Sonra bir ayak sesi duydu ve bizzat kendi evinden getirdiği kölesi Vavilo, kapıyı kilitleyen sürgüyü açtı.
“Ne diye kapıyı kilitledin, aptal?”
“Ama bu nasıl mümkün olabilir, efendim?”
“Yine sarhoşsun! Ben sana nasıl mümkün olduğunu gösteririm!” dedi ve Poltoratskiy, Vavilo’ya tam vurmak üzereydi ki fikrini değiştirdi. “Ah, canın cehenneme, defol karşımdan! Dur, gitmeden bir mum yak.”
“Emriniz olur efendim.”
Vavilo, gerçekten sarhoştu. Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç’in isim günü partisine gitmiş ve orada içkiyi biraz kaçırmıştı. Sonrasında eve döndüğünde ise hayatını Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç ile kıyaslamaya başlayarak, derin düşüncelere dalmıştı. İvan Petroviç’in bir maaşı vardı, evliydi ve bir yıl içinde emekli olmayı umuyordu. Vavilo ise daha küçük bir çocukken beylere hizmet etmek üzere “yetiştirilmişti” ve şimdi kırkını aşmış olmasına rağmen hâlâ evli değildi, kendine ait bir yuvası yoktu ve derbeder biçimde efendisinin peşinde göçebe bir hayat sürüyordu. Efendisi onu nadiren döverdi ama yine de yaşadığı bu hayat, hayat değildi ki!
“Kafkasya’dan döndüğümüzde beni serbest bırakacağına söz verdi, peki ama özgürlüğümü bana verdiğinde nereye gideceğim ki?” diye sorguluyordu kendini. “Bir köpekten farkım yok!” diye düşünmüş ve içkinin de vermiş olduğu ağırlıkla gözlerini daha fazla açık tutamayacağını anlayınca, birinin içeri girip bir şey çalmasından korkarak kapının kancasını takmış ve sonrasında derin bir uykuya dalmıştı.
***
Poltoratskiy, yoldaşı Tihonov ile paylaştığı yatak odasına girdi.
“Yine hepsini kaybettin değil mi?” diye sordu Tihonov uykusundan uyanarak.
“Hayır, bu sefer hepsini değil. On yedi ruble kazandım ve bir şişe Clicquot içtik!”
“Ve Marya Vasilyevna’yı seyrettin…”
“Evet, Marya Vasilyevna’yı seyrettim.” diye tekrarladı Poltoratskiy.
Tihonov, “Neredeyse kalkma zamanı geldi.” dedi. “Altıda yola koyulacağız.”
“Vavilo!” diye bağırdı Poltoratskiy. “Yarın beşte beni uyandırmazsan sonunu sen düşün!”
“Uyandırınca dövüyorsunuz ama nasıl uyandırayım?”
“Beni uyandırmanı söylüyorum, o kadar! Duyuyor musun?”
“Emredersiniz.” dedi Vavilo, Poltoratskiy’in çizmelerini ve kıyafetlerini alarak dışarı çıktı. Poltoratskiy yatağa girdi, bir sigara yaktı ve bu sırada gülümseyerek mumunu söndürdü. Karanlıkta, önünde Marya Vasilyevna’nın gülümseyen yüzünü görüyordu.
***
Vorontsovlar hemen yatmadı. Misafirler gidince Marya Vasilyevna kocasının yanına gitti, onun önünde durdu ve sert bir şekilde: “Eee, beni çok üzdünüz, söylemeyecek misiniz?” dedi.
“Aman canım, önemli değil…”
“Canımı filan geç! Gelen bir casus muydu?”
“Her ne pahasına olursa olsun bunu size söyleyemem.”
“Söyleyemez misiniz? Öyleyse ben size söylerim!”
“Siz mi?”
“Hacı Murat’tı, değil mi?” dedi, birkaç gündür görüşmelerden haberdar olan ve Hacı Murat’ın kocasını görmeye geldiğini düşünen Marya Vasilyevna. Vorontsov bunu tam olarak inkâr edemezdi, gelen gerçekten de bir casustu. Gelenin bir casus olduğunu öğrenmesi Marya Vasilyevna’yı hayal kırıklığına uğratmıştı ancak casus, Hacı Murat’ın ertesi gün orman tarafından geleceğinin haberini ulaştırmıştı. Kalenin monoton yaşamında böyle bir olayın yaşanacak olması genç çifti tedirgin etmekten ziyade âdeta sevindirmiş, Vorontsov’un babasının da bunu duyunca ne kadar memnun kalacağını aralarında konuştuktan sonra, saat üçe doğru yatmışlardı.

IV
Şamil’in onu yakalamak için gönderdiği adamlardan kaçarak geçirdiği üç uykusuz geceden sonra Hacı Murat, Sado ona iyi geceler dileyip kerpiç evden çıkar çıkmaz uykuya daldı.
Başını eline dayamış, giyinik hâlde ve tetikte uyuyor, dirseği ev sahibinin kendisi için ayarladığı kırmızı kuş tüyü minderlere gömülüyordu. Biraz uzakta, duvarın yanında da Eldar uyuyordu. Sırtüstü yatmış; güçlü, genç uzuvları öyle bir uzanmıştı ki üzerine dikili siyah fişekliğiyle beyaz çerkezkasının içindeki kabarık göğsü, yastıktan düşen yeni tıraşlı, maviye çalan kafasından daha yüksekte duruyordu. Tıpkı çocuklarınkini andıran şişkin üst dudağı sanki bir şeyler içiyormuş gibi büzülerek kabarıyordu. Hacı Murat gibi Eldar da giyinik hâlde, kemerinde tabancası ve hançeriyle tetikte uyuyordu. Ocaktaki çalı çırpının ateşi geçmek üzereydi ve duvarda asılı kandilin ölü ışığında oda tam anlamıyla bir loşluk içerisindeydi.
Gece yarısından hemen sonra misafir odasının zemini gıcırdadı ve Hacı Murat elini tabancasına koyarak aniden ayağa kalktı. Sado, toprak zemine usulca basarak içeri girdi.
“Ne oluyor?” diye sordu Hacı Murat, sanki hiç uyumamış gibi.
“Bir sıkıntı var.” diye cevapladı Sado, onun önüne çömelerek. “Bir kadın senin buraya geldiğini pencereden görmüş ve kocasına söylemiş, şimdi bütün avul senin geldiğini biliyor. Bir komşu az önce karıma ihtiyarların camide toplandıklarını ve seni yakalamak istediklerini haber verdi.”
“O zaman hemen gitmeliyim!” dedi Hacı Murat.
“Atlar hazır.” dedi Sado ve hızla dışarı çıktı.
“Eldar!” diye fısıldadı Hacı Murat. Adını ve hepsinden öte efendisinin sesini duyan Eldar ayağa fırladı, kalpağını düzeltti. Hacı Murat önce silahlarını sonra da yamçısını giyindi. Eldar da aynısını yaptı ve ikisi de sessizce kerpiç evden, sundurmanın altına çıktılar. Kara gözlü çocuk atlarını getirdi. Dışarıda, sert toprak üzerinde toynakların takırtısını duyan biri, komşu evin kapısından kafasını çıkardı ve bir adam tahta pabuçlarını takırdatarak tepeden camiye doğru koştu.
Ay yoktu ama karanlıkta sanki sundurmanın ana hatları görülebilsin diye yıldızlar kapkara gökyüzünde ışıl ışıl parlıyordu, köyün üst kısmındaki minareleri ile cami, diğer binaların üzerinden yükseliyordu. Camiden uğultulu sesler geliyordu.
Hızla silahını alan Hacı Murat, ayağını dar üzengiye soktu; sessizce, âdeta belirsiz bir hareketle vücudunu atın üzerine aktararak, eyerin yüksek minderine oturdu.
“Allah sizden razı olsun!” dedi Sado’ya doğru bakarak, sağ ayağı içgüdüsel olarak üzengiyi hissederken ve atını tutan çocuğa, bırakması gerektiğinin bir işareti olarak kamçısıyla hafifçe dokundu.
Çocuk kenara çekildi ve at, sanki ne yapması gerektiğini biliyormuş gibi, çevik adımlarla patikadan doğrudan ana yola yöneldi. Eldar da hemen arkasından dörtnala onu takip ediyordu. Koyun postu giymiş Sado, ellerini hızla sallayarak dar ara sokağın bir tarafından diğer tarafına geçerek peşlerinden koşuyordu. Avulun sokakla buluştuğu yerde, yolun karşı tarafında ilerleyen hareketli bir gölge göründü, sonra bir diğeri belirdi.
“Dur… Kimsin sen? Kıpırdama!” diye bağırdı bir ses ve birkaç adam yolu kapattı.
Hacı Murat durmak yerine belinden tabancasını çıkardı ve hızını artırarak atını yolu kapatanların üzerine doğru sürdü. Yoldakiler bir anda dağıldılar ve Hacı Murat etrafına bile bakmadan atını dörtnala bayır aşağı koşturdu. Eldar onu hızlı bir tırısla takip ediyordu. Arkalarından iki el ateş açıldı ancak vızıldayan iki kurşun ne Hacı Murat’a ne de Eldar’a isabet etti. Hacı Murat aynı hızla at sürmeye devam etti ama üç yüz metre kadar gittikten sonra nefesi kesilmeye başlayan atını durdurdu ve etrafı dinlemeye koyuldu. Karşıdan, aşağıdan hızlı akan suyun şırıltısı duyulabiliyordu. Arkalarında bıraktıkları avuldan sanki birbirlerine cevap veriyorlarmış gibi öten horozların sesi işitiliyordu. Bu seslerin üzerinde arkasından yaklaşan nal sesleriyle konuşmaları duydu.
***
Hacı Murat atını mahmuzladı ve aynı hızda sürmeye devam etti. Arkasındakiler dörtnala koştuklarından kısa sürede onu yakalamışlardı. Bunlar, Şamil’in gözüne girmek için Hacı Murat’ı tutuklamaya ya da en azından onu alıkoyuyormuş gibi göstermeye karar vermiş, yirmi kadar atlıydı. Karanlıkta görülebilecek kadar yaklaştıklarında Hacı Murat durdu, dizginini bıraktı ve sol elinin alışkın bir hareketiyle kılıfı çözüp sağ eliyle silahını çıkardı. Eldar da aynısını yaptı.
“Ne istiyorsunuz?” diye haykırdı Hacı Murat. “Beni almaya mı geldiniz? Haydi, alın beni öyleyse!” dedi ve tüfeğini doğrulttu.
Avullular durdu ve Hacı Murat elinde tüfekle vadiye inmeye koyuldu. Atlılar onu takip ettiler ama daha fazla yaklaşmadılar. Ancak Hacı Murat vadinin diğer tarafına geçtiğinde, adamlar ona seslenerek kendilerini dinlemesini istediler. Cevap olarak Hacı Murat tüfeğini ateşledi ve atını dörtnala koşturdu. Onu dizginlediğinde takipçileri artık sesleri işitilemeyecek kadar geride kalmıştı ve horozların ötüşü de artık duyulmuyordu; sadece ormandaki suyun şırıltısı artık daha belirgin geliyor ve arada sırada bir baykuşun çığlığı işitiliyordu. Karanlık bir duvar gibi yükselen orman artık çok yakın görünüyordu. Bu, müritlerinin onu beklediği ormandı.
Oraya vardığında Hacı Murat durakladı, ciğerlerine bolca hava çekerek bir ıslık çaldı ve sonra sessizce dinledi. Bir sonraki dakika ormandan gelen benzer bir ıslık sesiyle kendisine karşılık verildi. Hacı Murat yoldan saparak ormandan içeri girdi. Yüz adım kadar ilerlediğinde ağaçların gövdeleri arasında yanan bir ateşi, çevresinde oturan bazı adamların gölgelerini ve ateşin ışığıyla yarı aydınlanmış eyerli, nalları köstekli bir atı gördü. Dört adam ateşin etrafında oturuyorlardı. İçlerinden biri hızla ayağa kalktı, Hacı Murat’ın yanına gelerek atının dizginine ve üzengisine sarıldı. Bu, Hacı Murat’ın ev işlerini onun adına yürüten manevi kardeşiydi.
Hacı Murat atından inerek, “Ateşi söndürün.” dedi. Adamlar odunları dağıttılar, yanan çalıları ayaklarıyla ezdiler.
“Bata geldi mi buraya?” diye sordu Hacı Murat, yere serilmiş bir yamçıya doğru ilerleyerek.
“Evet, uzun zaman önce, Han Mahoma ile gittiler.”
“Ne tarafa gittiler?”
Hanefi, Hacı Murat’ın geldiği yönün tersini işaret ederek, “Bu taraftan.” diye cevapladı.
“Pekâlâ.” dedi Hacı Murat ve tüfeğini omuzundan indirerek doldurmaya başladı.
“Dikkatli olmalıyız, peşimdeler.” dedi ateşi söndüren bir adama.
Konuştuğu bu adam, Çeçen Hamzalo’ydu. Hamzalo, yere serili yamçının üstünde, kılıfında duran tüfeğini aldı, sessizce düzlüğün kenarına, Hacı Murat’ın oturduğu yere gitti.
Eldar atından inince Hacı Murat’ın atını da aldı ve iki atın başını yukarı kaldırıp iki ayrı ağaca bağladı. Sonra Hamzalo’nun yaptığı gibi tüfeğini omuzladı ve düzlüğün diğer tarafına gitti. Ateş sönmüş, orman artık eskisi gibi kendi karanlığının içine gömülmüştü ama gökyüzünde yıldızlar hâlâ parlıyordu. Gözlerini yıldızlara kaldıran Hacı Murat, Büyükayı, Küçükayı ve Kuzey Yıldızı’na bakarak gece yarısının çoktan geçtiğini, sabah namazı vaktinin geldiğini hesapladı. Hanefi’den bir ibrik istedi (Hiçbir zaman heybesinde bir tane taşımayı ihmal etmezdi.) ve yamçısını alarak suya gitti. Ayakkabılarını çıkarıp abdestini alan Hacı Murat, çıplak ayakla yamçının üzerine çıktı ve baldırlarının üzerine çömeldi; önce parmaklarını kulaklarına koyup gözlerini kapattıktan sonra güneye döndü ve her zamanki gibi namaz dualarını okumaya başladı.
İbadetini bitirdikten sonra yerine geri döndü ve yamçının üzerine oturarak dirseklerini dizlerine dayadı, başını eğip derin düşüncelere daldı. Hacı Murat’ın her zaman için kaderine sarsılmaz bir güveni vardı. Herhangi bir şeyi planlarken her zaman başarıya ulaşacağına önceden inanırdı ve bu yüzden de kader ona hep gülerdi. Gerçekten de çok nadiren karşılaştığı bazı aksaklıklar dışında, fırtınalı savaşçılık hayatı her daim yolunda gitmişti, bu sefer de öyle olacağını ümit ediyordu.
Vorontsov’un emrine vereceği orduyla Şamil’e nasıl yürüyeceğini, onu esir alıp intikamını nasıl alacağını, Rus Çarı’nın onu nasıl ödüllendireceğini ve sadece Avarları değil, kendisine boyun eğecek olan tüm Çeçen halkını nasıl yeniden yöneteceğini hayal ediyordu; bu düşüncelerle farkında olmadan uykuya daldı.
Rüyasında, kendisinin ve cesur müritlerinin ilahiler söylediğini, “Dağılın, Hacı Murat geliyor!” naralarıyla Şamil’e nasıl saldırdığını, onu ve karılarını nasıl yakaladıklarını, hepsini nasıl birlikte tutsak aldığını görüyor; tam bu sırada sanki o kadınların çığlıklarını bile duyabiliyordu. Birden uyandı. Rüyasında okunan “La ilahe illallah!” naraları, Şamil’in eşlerinin feryatları, onu uyandıran çakal ulumalarından başka bir şey değildi.
Hacı Murat başını kaldırdı, doğuda çoktan aydınlanmaya başlayan ağaçların gövdeleri arasından görülen gökyüzüne baktı ve kendisinden biraz uzakta oturan bir müridine Han Mahoma’yı sordu. Han Mahoma’nın henüz dönmediğini duyunca tekrar başını göğsüne bıraktı ve uykuya daldı.
Bata ile olan görevinden dönen Han Mahoma’nın neşeli sesi uyandırdı onu bu sefer. Han Mahoma hemen Hacı Murat’ın yanına oturdu ve ona askerlerin kendilerini nasıl karşıladıklarını, Prens’e nasıl götürdüklerini ve Prens’in kendisiyle nasıl konuştuğunu, Rusların Miçik Deresi’nin karşı yamacında Şalinskiy düzlüğünde odun kırdıkları yerde bu sabah onlarla nasıl buluşmaya söz verdiğini teker teker anlattı. Bata, kendi ayrıntılarını eklemek için dostunun sözünü keserek onun anlattıklarını tamamlıyordu.
Hacı Murat özellikle Vorontsov’un Rusların yanına gitme teklifine hangi sözcüklerle cevap verdiğini sordu. Han Mahoma ve Bata bir ağızdan, Prens’in Hacı Murat’ı misafir olarak kabul etmeye, onun iyiliği için çalışmaya ve öyle davranmaya söz verdiğini söylediler. Sonra Hacı Murat onlara yol hakkında sorular sordu ve Han Mahoma ona yolu iyi bildiğini, onu doğrudan oraya götüreceğini garanti edince Hacı Murat biraz para çıkardı ve Bata’ya vadedilen üç rubleyi verdi. Adamlarına heybeden altın işlemeli silahlarıyla, sarığını çıkarmalarını; müritlerine de Rusların arasına girdiklerinde iyi görünmeleri için kendilerine çekidüzen vermelerini söyledi. Onlar silahlarını, koşum takımlarını, atlarını temizlerken yıldızlar çoktan kayboldu, hava iyice aydınlandı ve sabahın öncüsü serin bir rüzgâr esmeye başladı.

V
Sabahın erken saatlerinde, hava henüz karanlıkken, Poltoratskiy tarafından komuta edilen ve baltalar taşıyan iki bölük, Şahgirin Kapısı’nın altı mil ötesine yürüdüler ve gün ağarınca odunları kesmek için harekete geçen bir dizi avcı, ormanın içine yayıldılar. Saat sekize doğru, tatlı bir biçimde tıslayarak çatırdayan ateşten yükselen nemli yeşil dalların kokulu dumanına karışan sis, yavaş yavaş kalkmaya başladı ve o zamana kadar beş adım öteyi görmemiş ancak birbirlerini duymuş olan oduncular, şimdi kesilen ağaçların yığıldığı orman yolunu iyice seçebiliyorlardı.
Güneş, dağılmaya başlayan sis bulutunun ardında kâh kocaman bir çanak gibi kimi zaman bir benek hâlinde görünüyor kimi zaman da tamamen kayboluyordu. Yolun biraz ilerisinde subaylar, davulların üstünde oturmuş bekleşiyorlardı.
Açıklıkta, yoldan biraz uzakta oturan bu kişiler; Poltoratskiy, Astsubay Tihonov, üçüncü bölüğün iki subayı, muhafızların eski bir subayı ve Poltoratskiy’in düello yüzünden rütbesi geri alınmış, askerî okuldan bir arkadaşı olan Baron Freze idi. Davulların çevresine yiyecek kâğıtları, sigara izmaritleri ve boş şişeler saçılmıştı. Subaylar kahvaltı esnasında biraz votka içmiş, sonrasında İngiliz birası içmeye devam etmişlerdi. Davulcu üçüncü şişesini açıyordu. Poltoratskiy, yeterince uyumamış olmasına rağmen kendisini askerleri ve yoldaşları arasında, tehlike ihtimali olan bir yerde bulunduğu zamanlarda hissettiği o tuhaf, kaygısız neşe içerisinde hissediyordu.
Subaylar, General Sleptsov’un ölümünü konuşuyorlardı. En çok da dağlıları kılıçtan geçiren yiğit subayın kabadayılığı üzerinde duruyorlardı.
Hiçbiri bu ölümde bir yaşamın en önemli anını, bir sona ermişliği görmüyordu; aksine aralarındaki en deneyimli subaylar bile o zamanki Kafkas savaşlarında, başka yerlerde olduğu gibi, hiçbir zaman hayallerde yaratılan ya da efsane gibi anlatılan kılıç savaşlarının gerçekleşmediğini bilirlerdi, böylesine göğüs göğüse meydana gelen savaşlarda sadece kaçanlar kılıçtan geçirilirdi. Bununla birlikte subaylar yine de bu türden savaş hayallerini çok gurur verici bir durum olarak gördüklerinden, bu onlara güven ve neşe veriyordu. Davulların üzerinde kimi büyük bir gururla böbürlenerek kimi ise sakin oturmuş vaziyette sigarasını tüttürüyor, birasını içiyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyordu; Sleptsov’un başına geldiği gibi her an onlara yetişebilecek olan ölüm hakkında endişelenmiyor, hatta bu düşünceyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Ve tam da konuşmalarının ortasında, âdeta ölümün ben buradayım demesini andıran bir tınıyla, yolun solundan bir tüfek atışının hoş, heyecan verici sesini duydular. Sisli havada ateşlenen mermi uçtu ve bir ağaca saplandı.
“Maşallah!” diye neşeyle haykırdı Poltoratskiy. “Bizim hattımız iyi çalışıyor. Şansın açık olsun, Kostya.” dedi ve Freze’ye dönerek: “Haydi, bölüğünün başına geç bakalım. Hattı desteklemek için tüm bölüğe liderlik edeceğim, haydi keyifle geçecek bir savaşa hazırlanalım ve bunun için gerekli raporu hazırlayalım.” dedi.
Freze, ayağa fırlayarak bölüğün bulunduğu sisli noktaya doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Poltoratskiy, küçük birliğini yürüyüş düzenine geçirerek ateş açılan yere doğru yönlendirdi.
İleri karakollar, ormanın eteklerinde, bir vadinin çıplak inen yamacının önünde duruyordu.
Rüzgâr orman yönünde esiyordu ve sadece vadinin eğimi görünmekle kalmıyor, aynı zamanda karşı taraf da açıkça görünüyordu. Poltoratskiy hatta ulaştığında, güneş sisin arkasından çıkmıştı; vadinin diğer tarafında, daha seyrek bir ormanın eteklerinde, çeyrek mil uzaklıkta birkaç atlı görünüyordu. Bunlar Hacı Murat’ın peşine düşen ve onun Ruslarla karşılaşmasını görmek isteyen Çeçenlerdi. İçlerinden biri hatta ateş etmiş, karşı taraftan birkaç asker ona karşılık vermişti.
Çeçenler geri çekilmiş, ateş kesilmişti ancak Poltoratskiy ile bölüğü geldiğinde yine de ateş edilmesi emrini verdi. Bu sözle birlikte, keskin nişancılar dizisinin tamamı boyunca, tüfeklerin aralıksız, neşeli, heyecan verici çıtırtıları duyuldu; hemen ardından da ince bir duman şeridi narince etrafa yayıldı.
Ortaya çıkan şenlikten memnun olan askerler, hızla tüfeklerini doldurarak art arda ateş ettiler. Görünüşe göre Çeçenler de onların bu neşeli eğlencelerine ayak uydurmuşlardı, onlar da birbiri ardına ileri sıçrayarak askerlere birkaç el ateş ettiler. Bu atışlardan biri, bir askeri yaraladı. Bir gece önce pusuya yatmış olan Avdeyev’di bu asker. Yoldaşları ona yaklaştıklarında yüzüstü yatıyordu, yaralı karnını iki eliyle tutuyor ve ritmik bir hareketle sallanarak, hafifçe inliyordu. Avdeyev, Poltoratskiy’in bölüğünden bir askerdi, bir grup askerin toplandığını gören Poltoratskiy onlara doğru yürüdü.
“Ne oldu evlat? Vuruldun mu?” dedi Poltoratskiy. “Nerene isabet aldın?”
Avdeyev buna cevap vermedi.
Avdeyev’in yanında bulunan bir asker, “Tam silahımı dolduruyordum ki bir anda bir ses duydum.” diye anlatıyordu. “Sonra bir baktım, bizimki tüfeğini düşürmüş.”
“Cık, cık, cık!” diye dilini şaklattı Poltoratskiy. “Çok acıyor mu Avdeyev?”
“Acımıyor ama yürümemi engelliyor, ayağa kalkamıyorum. Şimdi bir damla votka olsa ne iyi olurdu!”
Biraz votka -ya da Kafkasya’daki askerler tarafından içilen ispirto-hemen temin edildi ve sert bir şekilde kaşlarını çatan Panov, ciddi bir ifadeyle Avdeyev’e bir kapak içinde ispirtoyu sundu. Avdeyev birkaç yudum alıp kapağı hemen eliyle itti.
“Yok, içim bunu kaldırmıyor, al sen iç!” dedi.
Panov, ispirtonun kalanını bir dikişte içti. Avdeyev yeniden doğrulmaya çalıştı ama yine çöktü. Hemen yere bir kaput sererek onu üzerine yatırdılar.
Astsubay, Poltoratskiy’e: “Komutanım, Albay geliyor.” diye haber verdi.
“Tamam. Buraları siz düzenleyin.” dedi Poltoratskiy ve kırbacını şaklatarak Vorontsov’u karşılamak için atını dörtnala sürdü. Vorontsov safkan bir İngiliz atına biniyordu ve ona alay yaveri, bir Kazak ve bir Çeçen tercüman eşlik ediyordu.
“Burada neler oluyor?” diye sordu Vorontsov.
“Çetelerden biri bizim avcı takımımıza saldırdı.” diye cevapladı Poltoratskiy.
“Aman hadi oradan, sizin yüzünüzden olmuştur!”
Poltoratskiy gülümseyerek, “Hayır Prens, biz değildik.” dedi. “İlk olarak onlar başlattı.”
“Bir askerin yaralandığını duydum!”
“Evet, çok yazık oldu. O iyi bir asker.”
“Yarası ciddi mi?”
“Sanırım, karnından isabet aldı.”
“Peki, şimdi nereye gittiğimi biliyor musunuz?” diye sordu Vorontsov.
“Bilmiyorum, efendim.”
“Tahmin edemiyor musun?”
“Hayır.”
“Hacı Murat geliyor, birazdan onunla görüşeceğiz.”
“Doğru mu duydum?”
Vorontsov, yüzünde oluşan memnuniyet gülümsemesini güçlükle bastırarak, “Dün elçisi bana geldi. Birkaç dakika içinde Şalinskiy düzlüğünde beni bekliyor olacak. Keskin nişancıları düzlüğe yerleştirin ve sonra gelip bana katılın.”
“Emredersiniz.” dedi Poltoratskiy, elini kalpağına götürerek ve birliğine geri döndü. Keskin nişancıları çayırlığın sağına yönlendirdi ve Astsubay’a sol tarafa da aynısını yapmasını emretti. Yaralı Avdeyev, bu arada bazı askerler tarafından kaleye geri götürülmüştü.
Poltoratskiy, Vorontsov’un yanına dönmek için yola koyulduğunda, arkasından kendisine yetişmekte olan birkaç atlıyı fark etti. Önde beyaz yeleli bir atın üzerinde, çerkezkasını ve kalpağını giymiş, altın süslemeli silahını kuşanmış, heybetli bir adam vardı. Bu adam Hacı Murat’tı. Poltoratskiy’e yaklaştı ve ona Tatarca bir şeyler söyledi. Kaşlarını kaldıran Poltoratskiy, anlamadığını göstermek için kollarıyla bir hareket yaptı ve gülümsedi. Hacı Murat da ona gülümseyerek karşılık verdi ve bu çocuksu, saf, gerçek anlamda iyi yürekliliği gösteren gülümseme Poltoratskiy’i şaşırttı. Poltoratskiy, korkunç dağ şefinin böyle görüneceğini hiç tahmin etmemişti. Suratsız, sert yüzlü bir adam görmeyi ummuştu ve şimdi karşısında gülümsemesi öylesine nazik, hayat dolu bir insan vardı ki Poltoratskiy kendini eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi hissetmişti. Ondaki en belirgin özellik, birbirinden ayrık, kara kaşlarının altından sakince, dikkatle bakan ve diğerlerinin gözlerini delip geçen gözleriydi, sanki karşısındakinin içini okuyabiliyordu.
Hacı Murat’ın ekibi, o gece Prens Vorontsov’u görmeye gelen Han Mahoma’nın da aralarında bulunduğu beş kişiden oluşuyordu. Al yanaklı, yuvarlak yüzlü, siyah kirpiksiz gözleri ve ışıltılı ifadesiyle, yaşam sevinciyle dolu bir adamdı.
Hemen yanında, kaşları birleşik, tıknaz, kıllı bir adam olan Avar Hanefi vardı. Hacı Murat’ın tüm mülkünden sorumluydu ve ağzına kadar doldurulmuş heybeleri taşıyan bir atı tutuyordu. Onun ekibinde özellikle iki adam çok dikkat çekiciydi. Kadın kadar ince belli, geniş omuzlu, kumral, sakalı henüz çıkmaya başlamış, koyun gözlü, yakışıklı bir erkek olan Eldar bunlardan biriydi. Diğeri ise bir gözü kör, kaşı ve kirpiği olmayan; yüzünde burnundan başlayan bir yara izi ile kızıla çalan sakalı bulunan müridi, Çeçen Hamzalo idi.
Poltoratskiy, yolda beliren Vorontsov’u işaret etti. Hacı Murat atını ona doğru sürdü, sağ elini kalbinin üzerine koyarak Tatarca bir şeyler söyledi ve durdu. Çeçen tercüman onun söylediklerini tercüme etti.
“ ‘Kendimi Rus Çarı’nın korumasına teslim ediyorum.’ diyor.” ‘Ona hizmet etmek istiyorum. Bunu uzun zaman önce yapmak istiyordum ama Şamil izin vermedi.’ ”
Vorontsov, tercümanın ne dediğini duyduktan sonra, deri eldivenli elini Hacı Murat’a uzattı. Hacı Murat, bir an tereddütle ona baktıktan sonra tekrar bir şeyler söyleyerek onunla tokalaşırken önce tercümana, ardından Vorontsov’a baktı.
“Serdar’ın oğlu olduğun için senden başkasına teslim olmak istemediğini söylüyor ve sana çok saygı duyuyor.”
Vorontsov teşekkür etmek için başını eğdi. Hacı Murat çevresindekileri göstererek bir şeyler daha söyledi.
“Diyor ki bunlar onun müritleri, onun gibi Ruslara hizmet edeceklermiş.”
Vorontsov o tarafa dönerek onları da başıyla selamladı. Neşeli, kara gözlü, kirpiksiz Çeçen Han Mahoma da başını salladı, Vorontsov’a kendi dilinde bir şeyler söyledi; muhtemelen komik şeylerdi çünkü kıllı Avar, beyaz dişlerini göstererek sırıttı. Ama kızıl saçlı Hamzalo’nun tek kırmızı gözü sadece bir anlığına Vorontsov’a bakmakla yetindi, ardından yine atının kulaklarına odaklandı. Vorontsov ve Hacı Murat maiyetleriyle birlikte kaleye geri döndüklerinde, askerler gruplar hâlinde toplanmış, hatlardan ayrılarak kendi aralarında konuşuyorlardı:
“O lanet olası adam ne çok cana kıymış! Ve şimdi onu kim bilir nasıl baş tacı edecekler!”
“Başka ne olacaktı ki! O, Şamil’in sağkoluydu; artık çok daha kıymetli olur!”
“Yine de inkâr yok! Yiğit bir adam o, yaman bir asker!”
“Şu kızıl saçlıya bakın! Tıpkı bir yaban hayvanı gibi gözlerini kısarak sinsice bakıyor!”
“Öf! Sadece itin biri o!”
Özellikle kızıl saçlı hepsinin ilgisini çekmişti. Kafile odun kesilen yerden geçtiği sırada, yolun yakınında bulunan askerlerin tümü Hacı Murat ve adamlarını daha yakından görmek için öne doğru atıldılar. Subaylardan biri hemen onlara çıkıştı ancak Vorontsov, “Bırakın eski dostlarına bir baksınlar.” dedi.
“Bunun kim olduğunu biliyor musun?” diye ekledi, en yakındaki askere dönerek ve kelimeleri İngiliz aksanıyla yavaş yavaş söyleyerek.
“Hayır, komutanım.”
“Hacı Murat. Onun adını duydunuz mu?”
“Nasıl duymam komutanım? Ona kaç sefer dayak attık!”
“Evet ama oldukça çok dayağını da yediniz.”
“Evet, bu doğru, komutanım.” diye cevapladı asker, komutanıyla konuşma fırsatı bulmuş olmaktan dolayı mutluydu.
Hacı Murat, kendisi hakkında konuştuklarını anladı ve gözlerinin içi neşeyle güldü. Vorontsov da çok neşeli bir ruh hâli içinde kaleye döndü.

VI
Genç Vorontsov, Şeyh Şamil’den sonra Rusya’nın baş ve en aktif düşmanının yanında Hacı Murat’ı kendi saflarına çekme fırsatını yakalamış olmaktan dolayı çok mutluydu. Burada tek bir mesele kendisini rahatsız ediyordu: General Meller Zakomelskiy, Vozdvijenskaya’daki ordunun komutanıydı ve bütün mesele onun aracılığıyla yürütülmek zorundaydı. Vorontsov, hiçbir şeyi bildirmeden kendisi yaptığı için bazı tatsızlıklar olabilirdi ve bu düşünce, onun memnuniyetini az da olsa gölgeliyordu. Evine vardığında Hacı Murat’ın müritlerini Alay Komutanı’na emanet etti ve Hacı Murat’la birlikte içeri girdi.
Zarif giyimli ve güler yüzlü Prenses Marya Vasilyevna ile altı yaşında, kıvırcık saçlı, yakışıklı bir çocuk olan küçük oğlu, misafir odasında Hacı Murat’ı karşıladı.
Hacı Murat ellerini göğsünün üzerinde çaprazlayarak, biraz da resmî bir tavırla, onunla birlikte içeri giren tercüman yardımıyla, kendisini kabul eden Prens’i kendi kardeşi gibi gördüğünü, misafiri olduğu kardeşi ve onun ailesini kutsal saydığını söyledi.
Hacı Murat’ın görünüşü ve tavırları, Marya Vasilyevna’nın hoşuna gitti ve iri beyaz elini ona uzattığında adamın kıpkırmızı kesilmesi, onu daha da mest etti.
Prens, konuğuna oturması için yer göstererek, kahve içip içmediğini sorduktan sonra hizmetçilerine kahve getirmelerini emretti. Ancak Hacı Murat gelen kahveyi içmedi. Biraz Rusça anlıyor ama konuşamıyordu. Anlayamadığı bir şey söylendiğinde gülümsüyor, gülümsemesi Poltoratskiy’i sevindirdiği gibi Marya Vasilyevna’nın da hoşuna gidiyordu.
Yanında duran kıvırcık saçlı, keskin gözlü, -annesinin Bulka diye çağırdığı- küçük çocuk; kendisinden her zaman büyük bir savaşçı olarak bahsedildiğini duyduğu Hacı Murat’tan gözlerini ayırmıyordu.
Hacı Murat’ı karısının yanında bırakan Vorontsov, bu olayı büyüklerine haber vermesi gerektiğinden, komutanlığın muhabere ofisine gitti. Vorontsov, Grozni’deki sol kanadın komutanı General Kozlovskiy’e bir rapor ve babasına bir mektup yazdıktan sonra, karısının kendisini bu korkunç yabancıyla bıraktığı için ona kızacağından korkarak aceleyle eve geri döndü. Karısının ona gücenmesinden ve sonucunda yine hiç de nazik olmayacak biçimde muamele görmekten çekiniyordu. Ama korkuları yersizdi.
Hacı Murat, dizinde Vorontsov’un üvey oğlu Bulka ile bir koltukta oturuyor ve başı eğik, ona gülen Marya Vasilyevna’nın sözlerini aktaran tercümanı dikkatle dinliyordu. Marya Vasilyevna, Hacı Murat’a dostlarının her beğendiğini onlara armağan olarak verirse Âdem Baba’ya döneceğini söylemişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lev-tolstoy/haci-murat-69429565/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kafkasya’da Müslüman köyü. (e.n.)

2
Şeyh Şamil (1797-1871): Kuzey Kafkasya halklarının siyasi ve dinî önderi. (e.n.)

3
Bir yüzü uzun tüylü, kalın yünden dokunarak yapılmış yağmurluk. (e.n.)

4
Beşmet: Kafkas halklarının, Tatarların giydikleri içi astarlı, dize kadar gelen bir çeşit hırka. (e.n.)

5
Çerkezlerin geleneksel kıyafeti. (e.n.)

6
Kadın, eş. (e.n.)

7
Var. (e.n.)

8
Çocuk. (e.n.)
Hacı Murat Лев Толстой

Лев Толстой

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Lev Tolstoy; 1851 yılında, henüz yirmi üç yaşındayken Kafkaslardaki savaşa gönüllü olarak katılır. Savaşın benliğinde bıraktığı tüm etkileri, zihnine kazıdığı tüm izlenimleri çeşitli romanlarına aktarır ve tam kırk beş yıl sonra Hacı Murat’ı yazmaya karar verir; eser ancak ölümünden sonra yayımlanır. Gözü kara, çevik, korkusuz, yürekli bir yiğit; ne ile yıldırılabilir? Prangalara mahkûm edilemeyen, kılıcından tüm diyarlar nasiplenen Hacı Murat; ailesinin tutsak edilişi ile eli kolu bağlı bir vaziyette kalır. Hiçbir koşulda eğilmeyen, düşmanın dahi hayran olduğu başı; bir gün olur, hain ellerin oyuncağı hâline gelir. Hacı Murat, savaş tarlasının ortasındaki o göz alıcı deve dikenidir. Dikenlerinin batmasından korkanlar, elini uzatarak koparmaya cesaret edemeyenler; onu ancak bir tarlanın sürülme kargaşasında ezebilirler. "Kendime tüm bu çiçeklerden büyük bir demet toplayarak eve gidiyordum ki bir hendekte çiçek açmış, bizim oralarda ′Tatar′ denilen ve otları biçenlerin onlardan dikkatli bir şekilde kaçındıkları koyu kırmızı, göz alıcı bir deve dikenini fark ettim. Etraftaki otlar biçildiği sırada onları özellikle kesmemeye dikkat eder, yanlışlıkla kesecek olurlarsa ellerine batmasından korkarak hemen otların içinden çekip atarlardı."

  • Добавить отзыв