Ejderhanın Saati / Kahraman Conan

Ejderhanın Saati / Kahraman Conan
Robert E. Howard
Kimmeryalı Conan… Akilonya’ya bileğinin gücüyle kral oluyor zira soylu değil. Halkına karşı son derece adil, müşfik bir kral o. Ve dostundan çok düşmanı var. Hem büyük savaşçı hem de zeki ve kurnaz biri olsa da o devirler karanlığın, büyünün, melekten çok şeytanın devirleri… Gizemli taş Ahriman’ın Kalbi sayesinde büyücü Xaltotun’u üç bin yıllık uykusundan uyandıran ve ondan yardım isteyen düşmanları bakalım bu kez Conan’ı alt edebilecek mi? Kılıç ve Büyü türünün yaratıcısı, çok genç yaşta hayata veda eden Robert Howard’ın eşsiz karakteri Conan’la yine olağanüstü bir macera… "Haber güneyden geldi. Gece rüzgârı fısıldadı, kargalar gakladı ve zalim yarasalar baykuşlara bildirdi, sonra da eski yıkıntılarda pusuya yatmış yılanlar öğrendi. Kurt adamlar, vampirler, geceleri dolaşan siyah şeytanlar da öğrendiler. Uyuyan Gece uyandı ve ağır yelesini savurdu, derin karanlıklarda çalındı davullar ve garip çığlıklar geceleri dolaşan adamları ürküttü. Ahriman’ın Kalbi’nin, esrarlı kaderini tamamlamak için geri döndüğünü haber aldı herkes."

Robert E. Howard
Ejderhanın Saati Kahraman Conan

Robert Ervin Howard, 22 Ocak 1906’da Texas’ta doğdu. Fantezi, korku, macera, western türlerinde verdiği eserleriyle ünlü olan Amerikalı yazar, aynı zamanda Kılıç ve Büyü (Sword and Sorcery) türünün de yaratıcısıdır. Aksiyon ve macera türünde Amerika’da bilinen en iyi yazarlardan biridir. Özellikle de yarattığı Kimmeryalı Barbar Conan, Atlantisli Kull, Solomon Kane gibi kahramanlarıyla bilinir ve sevilir. Barbar Conan karakteri, ölümünden uzun yıllar sonra bile hatırlanmasını ve okunmasını sağladı. Ucuz dergilerde yayımlanmak üzere yüzlerce hikâye yazdı. Çocukluğundan beri kitaplara, onun yanı sıra boksa ve vücut geliştirmeye de ilgisi vardı. Dokuz yaşından itibaren macera kitabı yazarı olmayı hayal etmişti ancak yirmi üç yaşına geldiğinde gerçek bir başarı sağlayabildi. 11 Haziran 1936’da henüz genç yaşta olmasına rağmen intihar ederek hayatına son verdi.

Özden Karataş, 4 Şubat 1998’de Ankara’da doğdu. 2016 yılında başladığı Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Dil öğrenmeye ve edebiyata karşı özel bir ilgisi olan Karataş, çeşitli yerlerde öğretmenlik ve çevirmenlik yaptı.
Kara büyünün kasvetinde aslan sancağı sallanır ve düşer;
Kader ağlarını örer ve kızıl bir ejderha uyanır sancağın sesinden,
Mızrakların süngülendiği tepede şanlı atlılar dinlenmekteyken,
Lanetli ormanın derinliklerinde kaybolmuş zalim tanrılar uyanır uykularından.
Ölü eller gezinmeye başlar karanlık gölgelerde, yıldızlar bile kaybeder ışıltılarını korkudan,
Çünkü bu korkunun ve gecenin zaferidir, Ejderhanın Saati’dir.


BİRİNCİ BÖLÜM
AH UYKUCU, UYAN!
Uzun mumların alevleri titremeye başladı; duvar boyunca uzanan siyah gölgeleri dalgalandırdı, kadife kilimler sallandı. Hâlbuki odada hiç rüzgâr yoktu. Dört adam, üzerinde oymalı bir zümrüt gibi ışık saçan yeşil lahdin durduğu masanın etrafına dizilmişlerdi. Her birinin elinde meraklı gözlerle tuttukları yeşilimsi ışık saçan mumlar vardı. Gecenin kararttığı ağaçların arasından süzülen rüzgârın uğultuları duyuluyordu dışarıdan.
Odada gergin bir sessizlik vardı. Dört adam, meraktan yanıp tutuşan gözlerini, gizemli yazılarla bezeli yeşil lahit örtüsünden bir an olsun ayırmıyordu. Titrek mumların alevi hayatı durdurmuştu sanki. Lahdin ayak ucundaki adam elinde mumla lahde doğru eğildi, elini kalem gibi kullanarak havaya gizemli bir sembol çizdi. Daha sonra mumu örtünün ucundaki şamdana geri bıraktı, yanındakilerin anlamadığı birtakım sözler mırıldandı, büyük beyaz elini kürk kaplı kaftanının arasına soktu. Elini geri çıkardığında, avucunun içine sanki bir alev topu almış gibiydi.
Diğer üç adam gördükleri karşısında derin bir nefes aldılar, lahdin başucundaki iri, esmer adam fısıldadı: “Ahriman’ın Kalbi!”
Diğer adam elini sessiz ol dercesine kaldırdı. Bir yerlerde bir köpek acıyla uluyordu, sürgülü demir kapının arkasından sinsi ayak sesleri geliyordu. Ama hiçbiri gözlerini mumyadan ayırmadı. Kürk kaftanlı adam şimdi de elinde ışıltılı bir mücevher tutarak büyülü sözler mırıldanıyordu. Mücevher, Atlantis’in denize batışından bile daha eskiydi; ışıltısı göz kamaştırıyordu, adamlar neredeyse gözlerini açıp bakamıyorlardı bile. Birdenbire, lahdin oymalı kapağı, içinde karşı konulamaz bir güç varmışçasına parçalanarak kırıldı, dört adam merakla eğilerek lahdin içine baktılar. Çürümüş bandajların arasından gözüken, ölü bir ağacın dallarını andıran, pörsümüş, kokuşmuş, buruş buruş olmuş; kapkara, kurumuş bir ceset.
“O şeyi hayata döndürmek, öyle mi?” dedi sağ tarafta duran kısa boylu adam, alaycı bir şekilde gülerek. “Bir kere dokunsak kum gibi dağılacak. Ne aptalız.”
“Şşş!” dedi mücevheri tutan iri adam, uyarıcı bir tonda. Fal taşı gibi açılmış gözlerinin üzerindeki geniş alnından terler akıyordu. Öne doğru eğildi, parıltılı taşa elini değdirmeden mumyanın göğsüne koydu. Geri çekildi ve şiddetli bir merakla olacakları izledi, durmadan dualar fısıldıyordu.
Cesedin çürümüş göğsünün üzerinde tutuşmuş bir alev topu belirdi. Adamlar izlerken nefesleri kesilmiş, dişleri kenetlenmişti. O sırada korkunç bir değişim gerçekleşti. Lahitte yatan çürümüş beden genişlemeye, büyümeye, uzamaya başladı. Sargılar yırtıldı ve her taraf toz duman oldu. Buruşmuş uzuvlar düzelmeye, kararmış renkleri beyazlaşmaya başladı.
“Mitra aşkına!” dedi sol taraftaki uzun boylu, sarı saçlı adam. “Stigyalı değilmiş. En azından bu doğruymuş.”
Korkuyla titreyen bir parmak yine “Sessiz olun!” diye uyardı. Dışarıdaki köpek sürüsü artık ulumuyordu. Lahitte yatan ceset, korkunç bir kâbus görüyormuş gibi sessizce inledi, ardından o ses de odadaki gergin sessizliğin derinliklerinde kayboldu. Sarı saçlı adam açıkça, demir kapının dışarıdan zorlanarak açılmaya çalışıldığını duydu. Elini kılıcına attı, kapıya doğru döndü ancak kürk kaftanlı adam hemen uyardı: “Olduğun yerde kal! Zinciri açma ve sakın kapıya gitme!”
Sarı saçlı adam aldırmadı ve yerine döndü, bir süre durdu ve öylece cesede baktı. Yeşil lahitte canlı bir adam yatıyordu: Uzun boylu, beyaz tenli, saçı ve sakalı siyah, çıplak, kanlı canlı bir adam. Hareketsiz bir şekilde yatıyordu, gözleri yeni doğmuş bir bebek gibi hiçbir şey bilmeyen bakışlarla kocaman açılmıştı. Göğsünün üzerindeki büyük mücevher parıldıyor, ışık saçıyordu.
Kürklü adam, yaşadığı sıra dışı gerginlikten sonra sersemlemişti.
“Ishtar!” dedi nefes nefese kalarak. “O Xaltotun! Ve o yaşıyor! Valerius! Taraküs! Amalric! Gördünüz değil mi, gördünüz? Bana inanmamıştınız. Ama başardım! Bu gece cehennemin kapısından döndük, karanlığın bulutu üzerimizde toplandı, onu cehennemin kapısına kadar uğurladılar. Ama yine de büyük sihirbazı hayata döndürmeyi başardık!”
“Ve şüphesiz ruhumuz bu lanetle sonsuza kadar cennet ve cehennem arasındaki arafta kalacak.” diye mırıldandı, kısa boylu ve esmer adam, Taraküs.
Sarı saçlı Valerius bir kahkaha attı.
“Hangi araf hayatın kendisinden daha kötü olabilir ki? Zaten hepimiz doğumumuzla lanetlenmişiz. Ayrıca bir krallık uğruna kim zavallı ruhunu feda etmez ki?”
“Onun bakış açısında mantık arama, Orastes.” dedi, iri yapılı adam.
“Uzun zamandır ölü olan bir adam var burada.” diye devam etti. “Yeni doğmuş bir bebek gibi. Uzun bir uykudan sonra kafası bomboş, uyku bile değil hatta ölüm. Biz onun ruhunu, karanlığın ve unutulmuşluğun boşluğundan aldık, getirdik. Onunla konuşacağım.”
Lahdin ayak ucuna doğru eğildi, içindeki kişinin büyük kara gözlerine doğru baktı ve yavaşça: “Uyan, Xaltotun!” dedi. Dudakları yavaşça hareket etti. “Xaltotun!” diye fısıldayarak hafifçe dokundu.
“Sen Xaltotun’sun!” diye haykırmaya devam etti Orastes, yatan adamı bu fikre ikna etmeye çalışırmış gibi. “Sen Akheron’dan Pythonlu Xaltotun’sun!”
Kara gözlerini aralarken loş ışık gözlerini kamaştırdı, yavaşça:
“Ben Xaltotun’dum.” dedi fısıldayarak. “Ama şu an ölüyüm.”
“Evet Xaltotun’sun!” dedi Orastes, bağırarak. “Ölü değilsin! Yaşıyorsun!”
“Xaltotun’um evet ama ölüyüm.” diye fısıldadı tekrar ürkütücü ses. “Khemi, Stigya’daki evimde öldüm ben.”
“Ve seni zehirleyen rahipler vücudunu alelade bir şekilde mumyaladılar. Bu sayede organların sağlam kaldı. Şimdi tekrar hayattasın! Ahriman’ın Kalbi, senin ruhunu sonsuzluktan alıp seni hayata döndürdü!” diyerek heyecanlı bir şekilde haykırdı Orastes.
“Ahriman’ın Kalbi!” Hatırlamaya başladı. “Barbarlar onu benden çalmıştı!”
Orastes “Hatırlıyor.” diye mırıldandı. “Hadi, çıkarın onu.”
Diğerleri tereddütlü bir şekilde dediğini yapmaya başladılar. Hayata döndürdükleri vücuda dokunmaktan, parmaklarının ucundaki kanla canla dolmuş taze ete ellemekten kaçınıyorlardı. Ama yine de onu mezarından kaldırdılar. Orastes, onu altın yaldız ve hilal desenli koyu kadife bir kaftanla giydirdi, şakaklarından omuzlarına düşen koyu kıvırcık saçlarını örten bir zerbaf[1 - Altın tellerle dokunmuş kumaş. (ç.n.)] bağladı. Xaltotun, hiçbir şey söylemeden, yaptıkları her şeye kayıtsız kaldı. Hatta onu oymalı, tahtadan yapılmış, altın pençeye benzer ayakları ve gümüş kolları olan taht benzeri sandalyeye oturttuklarında bile sesini çıkarmadı. Orada hareketsiz bir şekilde otururken yavaş yavaş aklı başına geliyordu. Koyu gözleri, yerine gelen aklıyla beraber tekrar parıldamaya, anlam kazanmaya, gece yarısı karanlığı havuzlarından süzülen yakamoz parıldamaları gibi ışık saçmaya başladı.
Orastes, hayretle misafirlerinin ürkütücü sihrini izleyen arkadaşlarına kaçamak bir bakış attı. Normal insanların aklını yitirebileceği bu görüntü karşısında, çelik gibi olan sinirleri sayesinde sakin kalmayı başardılar. Orastes, iş birliği yaptığı adamların zayıf olmadıklarını biliyordu; cesaretleri de kontrolsüz hırsları ve kötülük potansiyelleri kadar sonsuzdu. Daha sonra dikkatini oymalı tahtta oturan yaratığa yöneltti. Ve sonunda konuşmuştu.
“Hatırlıyorum.” dedi Nemedyalı, güçlü ve kararlı bir ses tonuyla. Eski aksanıyla konuşmaya devam etti: “Ben Xaltotun’um. Akheron Python’un başrahibiydim. Ahriman’ın Kalbi… Rüyamda onu tekrar bulduğumu gördüm. Nerede?”
Orastes, taşı ona verdi ve hayranlıkla mücevherin parıldamasını izlerken derin derin nefes alıyordu.
“Onu benden çaldılar, uzun zaman önce.” dedi. “O gecenin kızıl kalbi, birini lanetleyebilecek ya da her şeye karşı koruyabilecek kadar güçlü. Bana çok uzaklardan geldi, üstelik çok uzun zaman önce. Taş bendeyken kimse karşımda duramazdı. Ama ne yazık ki onu benden çaldılar, sonra Akheron zapt edildi, ben de karanlık Stigya’ya sürüldüm. Birazını hatırlıyorum birazını unuttum. Puslu körfezlerden ve karanlık okyanuslardan geçip çok uzak bir diyara gittim. Hangi yıldayız bu arada?”
Orastes cevapladı: “Aslan Yılı bitmek üzere, Akheron’un fethinden tam üç bin yıl sonra.”
“Üç bin yıl!” dedi hayretle Xaltotun. “Çok uzun zaman olmuş. Sen kimsin?”
“Ben Orastes, bir zamanlar Mitra rahibiydim. Bu Amalric, Ne-medya’daki Tor’un baronu; Taraküs, Nemedya kralının erkek kardeşi ve bu uzun adam Valerius, Akilonya Krallığı’nın vârisi.”
“Neden beni hayata döndürdünüz?” diye sordu Xaltotun. “Ne istiyorsunuz benden?”
Artık tamamıyla uyanık ve kendindeydi, aklının başına geldiği bakışlarının canlılığından anlaşılıyordu. Tavrında bir duraksama veya kararsızlık yoktu. Direkt konuya girdi çünkü kimsenin karşılığında bir şey beklemeden iyilik yapmayacağının farkındaydı. Orastes de aynı açık sözlülükle direkt konuya girdi.
“Biz bu gece senin ruhunu serbest bırakıp bedenine geri döndürmek üzere cehennemin kapılarını araladık çünkü yardımına ihtiyacımız var. Taraküs’ün Nemedya tahtına çıkmasını, Valerius’un da Akilonya kralı olmasını istiyoruz. Senin büyücülük yeteneklerinin bize yardımı olabilir.”
Xaltotun’un kafası karıştı ve aklında bin türlü soru belirdi.
“Beni hayata döndürebildiğine göre işinin ehli biri olmalısın, Orastes. Mitra rahibi olan birisi Ahriman’ın Kalbi’ni ve Skelos’un büyüsünü nasıl bilebilir?”
“Artık Mitra rahibi değilim.” diye yanıtladı Orastes. “Kara büyü araştırmalarımdan dolayı görevimden alındım. Amalric olmasaydı, orada bir büyücü olarak yakılmış olabilirdim. Ancak bu sayede çalışmalarıma daha rahat yöneldim. Zamora’yı, Vendhya’yı, Stigya’yı ve Khitai’nin perili ormanlarını gördüm. Skelos’un sağlam kitaplarını okudum, görülmemiş yaratıklarla konuştum derin kuyularda, leş gibi kokan kara ormanlarda yüzü bile olmayan şeylerle. Stigya’nın kıyısına kurulmuş, Set’in devasa büyüklükteki kara tapınağının altında senin şeytanlı türbedeki lahdin gözüme ilişti. Daha sonra senin çürümüş cesedini hayata döndürmenin yollarını araştırdım. Çürümüş el yazmalarından Ahriman’ın Kalbi’ni öğrendim. Bir yıl boyunca nerede olduğunu araştırdım ve sonunda buldum.”
Sert ve sorgulayıcı bakışlarla sordu Xaltotun: “Öyleyse neden beni hayata döndürmekle uğraştınız? Ahriman’ın Kalbi’ni neden kendi gücünüzü arttırmak için kullanmadınız?”
“Çünkü hiç kimse onun bütün sırlarını bilmiyor.” dedi Orastes. “Efsanelerde bile tüm gücünün nasıl açığa çıkarılacağı yok. Seni hayata döndüreceğini biliyordum ama diğer özelliklerini kullanma konusunda cahilim. Onu sadece sana hayat vermek için kullanabildim. Senin bilgine ihtiyacımız var, Kalp’in bütün hikmetini, bütün gücünü yalnızca sen biliyorsun.”
Xaltotun kafasını salladı, uzaklara doğru iç çekerek baktı.
“Benim büyücülük bilgim diğer bütün insanların toplam bilgisinden daha fazla.” dedi. “Ama mücevherin bütün gücünü ben de bilmiyorum. Eski günlerimde de ondan yardım almadım hiç. Sadece bana karşı kullanılmasın diye onu muhafaza ediyordum. En sonunda çalındı, barbar şamanların elinde benim kıymetli büyücülüğüm üstün geldi. Sonra ortadan kayboldu, ben de nerede olduğunu öğrenemeden Stigya’nın kıskanç rahipleri tarafından zehirlendim.”
“Tarantia’da Mitra tapınağının altında bir mağaradaydı.” diye yanıtladı Orastes ve devam etti: “Senin kalıntılarının Set’in Stigya’daki yer altı tapınağında olduğunu öğrendikten sonra taşın yerini çok karmaşık yollarla keşfettim.”
“Nereden öğrendiğimi bile söyleyemeyeceğim büyülerle koruduğum Zamoralı hırsızlar, taşı saklandığı karanlık pençelerin altından çaldılar. Önce deve kervanı sonra kadırga ve en son kağnıyla bana getirdiler.”
“Aynı hırsızlardan ki çok azı Ahriman’ın Kalbi’ni büyülü Mitra tapınağındaki mağaradan korkunç bir şekilde çalma tecrübesinden sonra sağ kaldı ve bildikleri bütün büyüler başarısız oldu. İçlerinden yalnızca bir tanesi bana ulaşabilecek kadar uzun yaşadı ve mücevheri verdi. Daha sonra o da lanetli mahzende gördükleri karşısında delirdi ve öldü. Zamoralı hırsızlar en sadık, en güvenilir insanlardır. Benim büyülerimle bile onlardan başka hiç kimse Ahriman’ın Kalbi’ni üç bin yıl önce Akheron’un fethedilmesinden bu yana korunduğu o karanlık şeytanlı mağaradan çalamazdı.”
Xaltotun, aslana benzeyen koca kafasını kaldırdı ve uzaklara doğru baktı. Kaybolmuş asırları düşünür gibiydi.
“Üç bin yıl!” diye mırıldandı. “Set demek! Ee, dünyada neler değişti anlat bana.”
Orastes anlattı: “Akheron’u alan barbarlar yeni krallıklar kurdular. İmparatorluk büyüdükçe kurdukları kabilelerden Akilonya, Nemedya, Argos gibi devletler oluştu. Eskiden Akheron Krallığı’na bağlı olan Ophir, Corinthia ve Batı Koth devletleri, imparatorluğun düşmesinden sonra bağımsızlıklarını kurdular.”
“Peki Akheronlu insanlara ne oldu?” diye sordu Xaltotun. “Ben Stigya’ya sürüldüğümde Python harabe hâldeydi. Akheron’un bütün güzel şehirleri, gösterişli kuleleri kana bulanmıştı ve barbarların ayakları altında ezilmişti.”
“Dağlarda hâlâ soyu Akheron’a dayandığı için övünen küçük bir kavim var.” diye yanıtladı Orastes. “Geri kalanı ise benim barbar atalarım yüzünden ya boyun eğmek zorunda kaldılar ya da öldürüldüler. Daha sonra da en çok kendi barbar atalarım Akheron krallarından çektiler.”
Pythonlunun dudaklarında gaddar ve korkunç bir gülümseme belirdi.
“Aynen! Bir sürü barbar, kadını erkeği, bu ellerin altında acıyla bağırarak can verdi. Krallar batıdan topladıkları ganimet ve çıplak tutsaklarla geldiğinde Python’daki büyük meydanda onların kellelerinden oluşan yığınları görürdüm.”
“Evet ancak hesaplaşma zamanı geldiğinde kılıcın merhameti olmadı Akheron yıkıldı, gösterişli kuleleriyle Python unutulmuş günlerden bir hatıra olarak kaldı. Kalıntıların üzerinde yeni devletler yükseldi ve iyi geliştiler. Biz şimdi sana, bu devletleri yönetmemize yardımcı olman için hayat verdik. Eski Akheron’dan güzel değilse de daha güçlü ve zengin olduğu kesin. Bak!” Orastes, bir parşömene akıllıca çizilmiş bir harita açtı.
Xaltotun, haritaya dikkatle baktı ve sonra şaşkın bir şekilde başını salladı.
“Toprağın sınırları değişmiş. Bildiğin bir şeyi rüyanda çok başka şekilde görmek gibi.”
“Her neyse.” dedi Orastes ve parmağıyla haritayı göstererek “Burası Belverus, Nemedya’nın başkenti, şu an bulunduğumuz yer aynı zamanda. Bunlar Nemedya’nın sınırları; güney ve güneydoğuda Ophir ve Corinthia, doğuda Brythunia ve batıda da Akilonya var.”
“Bu, hiç bilmediğim bir dünyanın haritası.” dedi Xaltotun, yumuşak bir şekilde ancak Orastes onun kara gözlerinde tutuşan öfke ve nefret ateşinin farkındaydı.
“Bu, değiştirmemize yardımcı olacağın harita.’’ diye yanıtladı Orastes. “İlk amacımız Taraküs’ü Nemedya tahtına geçirmek. Bunu bir anlaşmazlık yaşamadan yapmak istiyoruz ki halk üzerinde Taraküs adına bir şüphe olmasın. İç savaşla falan uğraşmayalım ki bütün gücümüzü Akilonya’yı fethetmek için kullanabilelim.’’
“Kral Nimed ve oğulları doğal yollardan ölse, mesela veba yüzünden, Taraküs bir sonraki vâris olarak tahta çıkar, gayet huzurlu ve rekabetsiz bir şekilde.”
Xaltotun kafa salladı, cevap vermedi. Orastes devam etti:
“Diğer iş biraz daha zor olacak. Valerius’u Akilonya tahtına savaşsız geçiremeyiz ve orası oldukça güçlü. İnsanları yürekli; Pictler, Zingarlar ve Kimmeryalılarla dolu savaşçı bir ırk ve devamlı yaptıkları savaşlar yüzünden oldukça kuvvetliler. Beş yüz yıldır Nemedya ile Akilonya savaş hâlinde ve nihai zafer her zaman Akilonya’nın oluyor.”
“Şimdiki kralları batı milletleri arasında bilinen en ünlü savaşçı. İç savaş sırasında tahtı kendi kendine zorla ele geçiren bir maceracı. Kral Numedide’i tahtının üzerinde kendi elleriyle boğarak öldürdü. İsmi Conan, kimse bir savaşta onun karşısında duramaz.”
“Valerius ise tahtın meşru vârisi. Soylu akrabası Numedide tarafından sürgün edildi ve yıllardır kendi topraklarından uzakta yaşıyor ama o hanedanın kendi soyundan. Zaten şu anda bir sürü baron içten içe Conan’ın tahttan inmesini istiyor çünkü o, hiç kimse; asil bir soydan gelmiyor, hanedan üyesi de değil. Ancak ücra kasabalardaki soylular ve halk ona sadık. Yine de herhangi bir savaş durumunda birlikleri yenilir ve Conan öldürülürse Valerius’u tahta getirmek çok zor olmayacaktır. Gerçekten eğer Conan ölürse yönetimin tek merkezi çökmüş olacak çünkü bir hanedanı yok, o tek tabanca bir maceraperest.”
“Keşke bu kralı görebilseydim.” diye düşündü Xaltotun, duvardaki panellerden birini oluşturan gümüş aynaya bakarak. Bu ayna herhangi bir yansıma göstermiyordu ama Xaltotun aynanın hikmetini anlamıştı. Orastes, usta bir sanatçı tarafından sanatının onaylanması gururuyla başını salladı.
“Onu sana göstermeyi deneyeceğim.” dedi. Aynanın karşısına oturdu, hipnotize edici bakışlarla aynaya bakmaya başladı ve aynada loş bir silüet belirdi.
Bu olağanüstü bir şeydi. Odadakiler bunun âdeta bir sihirbazın sihirli küre üzerine yansımış düşünceleri gibi Orastes’in düşüncelerinin aynadaki yansıması olduğunu biliyorlardı. Önce puslu bir biçimde daha sonra yavaş yavaş belirginleşti; uzun boylu, geniş omuzlu, kaslı bir vücudu ve boğa gibi kalın bir ensesi olan bir adam. Üzerinde, altınlarla Akilonya’nın kraliyet aslanları işlenmiş ipek ve kadife kıyafet vardı, uzun ve gür saçlarının tepesinde Akilonya tacı parlıyordu. Ancak yanında duran büyük kılıcı, kral aksesuarlarından çok daha sıradan gözüküyordu. Kaşları çatık ve geniş, gözleri ateş püskürürcesine volkanik maviydi. Esmer, yaralı, korkunç suratı ne kadar dövüşçü olduğunu belli ediyordu. Üzerindeki kadife kıyafetler kaslarının belirgin, tehlikeli çizgilerini saklamaya yetmiyorlardı.
Xaltotun, “Bu adam Hyborialı değil!” diye bağırdı.
“Hayır, o Kimmeryalı. Kuzeyin gri dağlarında yaşayan vahşi kabilelerden.”
“Onun atalarıyla savaşmıştım. Akheron kralları bile onları yenemedi.” dedi Xaltotun.
“Bunlar güneydeki milletler için hâlâ bir tehdit.” diye yanıtladı Orastes. “Conan, o vahşi ırkın öz evladı ve yenilemez olduğunu herkese ispatladı.”
Xaltotun sessiz kaldı. Avucunun içinde parıldayan alev topuna derin derin baktı. Dışarıdan yine bir köpek sürüsü uğultusu geldi; uzun uzun, ürpertici bir şekilde.

İKİNCİ BÖLÜM
KARA RÜZGÂR ESİYOR
Ejderha Yılı; savaş, salgın hastalıklar ve bir sürü kargaşayla başlamıştı. Kara veba Belverus sokakları boyunca yayılmış; tezgâhında satış yapan tüccardan, virane kulübesindeki köleye, ziyafet masasındaki şövalyesine kadar herkesi etkilemişti. Salgın karşısında hekimlerin bilgileri bile âciz kaldı. İnsanlar bunun hırs, kibir ve şehvetin bedeli olarak tanrılar tarafından cehennemden gönderilmiş bir ceza olduğunu düşünüyorlardı. Veba, bir yılanın zehri gibi hızlı ve ölümcül bir şekilde etki ediyordu. Yakalanan kişinin vücudu önce mor sonra simsiyah oluyor, çürük ölü kokusu, daha ruhu çürümeye başlamış bedeninden bile ayrılamadan her tarafı kaplıyor ve kurban birdenbire yığılarak ölüyordu. Güneyden devamlı olarak esen sıcak rüzgâr tarlalardaki mahsulleri çürütmüştü, hayvan sürüleri yollarda ölmüştü.
İnsanlar Tanrı Mitra’ya feryat ediyorlardı. Bütün krallıkta kralın gece olduğu zaman sarayındaki halvetinde âlem yaptığı, zevk ve eğlenceye düşkünlüğü, pis pis alışkanlıkları olduğu dedikodusu yayılmıştı. Daha sonra ölüm, kara vebanın virüsünü taşıyan sinsi adımlarla saraya da sızmıştı. Kral ve üç oğlu bir gecede ölmüşlerdi. Çürüyen bedeni ağır ağır taşıyan arabalardan gelen uğursuz çan sesleri, ağıtlar, haykırışlar yankılandı sokaklarda.
Ertesi gece, şafak vaktinden hemen önce, haftalardır esen sıcak rüzgâr sinsice uzaklaşarak dindi. Kuzeyden sert bir rüzgâr esmeye başladı, şiddetli gök gürültüleri ve şimşeklerin parlak ışıkları ardından yağmur yağdı. Şafak vaktiyle beraber her şey duruldu, hava açık, tertemiz ve parlaktı artık. Yanmış yerler yerini yemyeşil çimenlere bıraktı, susuz kalan mahsuller yeniden yetişti, kuvvetli rüzgârla beraber zehirli atmosfer temizlenmiş, veba ülkeyi terk etmişti.
İnsanlar tanrının, pislik kralın ve döllerinin ölümünden memnun olduğu için vebayı bitirdiğini düşünüyorlardı. Kralın küçük kardeşi Taraküs tacını giyip tahta çıktığında herkes tanrının onayladığı bir kralın onları yöneteceğini düşünerek minnettar oldu, yeni kralın gelişini coşkuyla kutladılar.
Ülkede böylesi bir neşe ve coşku olduğu zamanlarda genelde bunun zaferle sonuçlanacak bir savaşla taçlandırılmak istendiği bilinirdi. Bu yüzden Kral Taraküs, eski kralın kuzey komşusuyla yaptığı ateşkes antlaşmasını bozduğunu ve Akilonya’yı işgal etmek üzere birliklerini topladığını bildirdiğinde hiç kimse şaşırmadı. Nedeni insanlara samimi gelmişti, açıkça duyurulmuştu, eylemlerini salgından çıkmış olmanın coşkusu fırsatıyla güzelleştiriyordu. Gerekçe olarak Valerius’u, tahtın gerçek vârisini desteklediğini duyurdu; Akilonya’ya düşmanca değil dostça yaklaşarak ülkeyi bir yabancının, bir katilin zulmünden kurtarmak istediğini söyledi. Bazı yerlerde kralın yakın arkadaşı, sonsuz kişisel serveti kraliyet hazinesine karışan Amalric’e yönelmiş şüpheci bakışlar vardı ancak Taraküs’ün bu kadar sevilmesinin verdiği heyecan ve neşeyle göz ardı ediliyorlardı. Kurnaz kişiler eğer Amalric’in perde arkasında Nemedya’nın gerçek yöneticisi olmasından şüphelenselerdi bile böyle tehlikeli bir düşünceyi dillendirmemek adına dikkat ederlerdi. Ve savaş nihayet büyük bir coşkuyla başladı.
Kral ve birlikleri; parlak zırhları ve miğferlerinin üzerinde yükselen sancaklarla elli bin şövalye, çelik zırh ve başlıkları içinde mızraklılar, deri yelekleri içinde tüfekli askerlerin başında batıya doğru ilerliyordu. Sınırdaki kalelerden birini ele geçirip sınırı geçtiler, üç dağ köyünü yaktılar. Daha sonra sınırın yirmi kilometre batısındaki Valkia Vadisi’nde Conan’ın kırk beş bin şövalye, okçular ve ağır silahlı askerlerden oluşan, Akilonya Krallığı’nın şerefi olan ordusuyla karşılaştılar. Yalnızca Prospero’nun emrindeki Poitanya şövalyeleri henüz gelmemişti çünkü krallığın güneybatısından gelecekleri uzun bir yol vardı. Taraküs herhangi bir ikaz yapmadan saldırıya geçmişti. İstilaya, duyurusunun hemen ardından resmî bir savaş bildirgesi yapılmaksızın başladı.
İki ordu sarp kayalıklarla çevrili, ağaçların arasından sığ bir nehrin aktığı bir vadide karşı karşıya geldiler. Her iki ülkenin de sivilleri nehrin kıyısına gelmişlerdi, birbirlerine küfürler yağdırarak taş atıyorlardı. Kral Taraküs’ün batı kayalıklarının tepesindeki otağı üzerinde Nemedya’nın kızıl ejderhalı altın sancağında güneşin son ışıkları parlıyordu; sancak, hafif rüzgârın etkisiyle şanlı bir şekilde dalgalanıyordu. Ancak Akilonya ordusu ve Kral Conan’ın altın aslanlı siyah sancağı üzerine kayalıkların gölgesi bir tabut kefeni misali düşüyordu.
Bütün gece vadideki ateş durmadı. Silah sesleri, savaş borularının sağır edici gürültüsü her yerde yankılanıyor, atlarının üzerinde nöbetçi askerler meydan okuyan tavırla nehir kıyısı boyunca gidip geliyorlardı.
Şafak vakti öncesi karanlığında Kral Conan, artık bir tahtanın üzerine konmuş birkaç ipek ve kürk yığınından başka bir şey olmayan yatağında hareketlendi ve uyandı. Birdenbire sertçe bağırıp kılıcına davranarak ayaklandı. Başkumandanı Pallantides, Conan’ın bağırışı üzerine aceleyle yanına gitti. Kralı, eli kılıç kabzasında, alnından terler akan bir vaziyette yatağında otururken buldu.
“Efendim, ters giden bir şey mi var?” diye sordu Pallantides.
“Karargâh ne durumda?” diye sordu Conan. “Askerler ne yaptılar?”
“Beş yüz atlı asker nehirde devriye geziyor efendim.” diye cevapladı kumandan. “Nemedyalılar gece harekete geçmek istemediler, şafak vaktini bekliyorlar, bizim gibi.”
“Crom aşkına!” diye mırıldandı Conan. “Kör talihin bu gece kapıyı çalacağı hissiyle uyandım.”
Dingin ışığı, çadırın tepesinden sarkan kadife halılara yansıyan lambaya doğru dalgın dalgın baktı. Odada yalnızlardı, bir köle ya da bir uşak dahi yoktu ancak Conan hep tetikteydi, gözlerinde korkunun ateşi vardı, elindeki kılıç tir tir titriyordu. Pallantides endişeli gözlerle onu izliyordu. Conan sürekli seslere kulak kabartıyordu.
“Dinle!” diye fısıldadı kral yavaşça. “Sinsi ayak seslerini duydun mu?”
“Efendim, çadırınız tam yedi nöbetçi asker tarafından korunuyor. Hiç kimse yaklaşamaz.” dedi Pallantides.
“Dışarıdan değil.” diyerek homurdandı Conan. “Ses çadırın içinden geliyor gibi.”
Pallantides hızlıca etrafa bakınmaya başladı. Kadife halıların sarkıtları üzerine düşen gölgelerden neredeyse gözükmüyordu ancak çadır içinde onlardan başka birisi olsaydı kumandan mutlaka görürdü. Tekrar başını salladı.
“Hiç kimse yok, eminim. Zaten otağınız ordunun ortasında.”
“Ordusunun ortasında öldürülen krallar gördüm.” diye mırıldandı Conan ve tekrar, “Birisi görünmez adımlarla yürüyor.” dedi.
“Belki de rüya gördünüz, efendim.” dedi Pallantides, kralın hâlinden endişe duyarak.
Conan homurdanarak “Evet bir rüya gördüm.” dedi. “Korkunç bir rüyaydı. Krallığıma gelen yorucu, uzun yolu tekrar tekrar geçiyordum.”
Sustu, Pallantides sessizce ona bakıyordu. Kral, kumandan için çok esrarengizdi, diğer bütün sivil halk için olduğu gibi. Pallantides Conan’ın, kader onu Akilonya tahtına yerleştirmeden önceki vahşi yaşantısında değişik yollardan geçtiğini biliyordu.
“Kendimi tekrar doğduğum savaş meydanında gördüm.” dedi Conan çenesini düşünceli bir şekilde yumruğunun üzerine koyarak. “Panter kürklü peştamal içerisinde dağ hayvanlarına kılıç sallıyordum. Yeniden paralı bir silahşordum, Zaporoska Nehri’nde yaşayan bir komutan, Kush kıyılarında yağmacılık yapan bir hırsız, Barachan adalarında bir korsan, Himmelyalı dağlıların lideri… Şimdiye kadar tecrübe ettiğim her şey rüyamda sonsuz bir dizi gibi gözümün önünden geçti, izleri beynimde yankılandı.”
“Ancak rüyalarım gitgide garipleşti. Üzeri örtülü birtakım figürler, hayaleti andıran gölgeler ve uzaklardan gelen bir ses benimle alay etti. Sonunda kendimi tekrar bu çadırdaki yatakta, üzerime eğilmiş bir şeyin beni bir şeylerle sarıp sarmaladığını gördüm. Hareket edemeden öylece yatıyordum, ardından örtü düştü ve çürümüş bir kafatası bana bakarak sırıttı. Sonra da uyandım.”
“Bu sadece korkunç bir rüya, efendim.” dedi Pallantides, kralın korkusunu gidermeye çalıştı. “Ama daha fazlası değil.”
Conan kafa salladı, reddetmekten çok aklında şüphe vardı. Barbar bir ırktan geliyordu, bu yüzden batıl inançlar ve içgüdüler atalarından miras olarak bilinçaltının bir köşesinde gizleniyorlardı.
“Daha önce çok fazla korkutucu rüya gördüm.” dedi. “Çoğu anlamsız ve saçmaydı ancak Crom üzerine yemin edebilirim ki bu onlar gibi değil! Bu savaşı umarım kazanırız çünkü Kral Nimed kara vebadan öldüğü günden beri içimde çok kötü bir sezi var. Veba neden o ölünce bitti?”
“İnsanlar onun günahkâr olduğunu söylüyorlardı…”
“Çünkü insanlar aptal, her zamanki gibi.” diye homurdandı Conan. “Veba günahkârları öldürüyor olsaydı yaşayan hiç kimse kalmazdı! Eğer salgın kralı öldürmek için başladıysa hangi tanrı yüzlerce tüccarı, köylüyü ve soyluyu kraldan önce öldürmek istesin? Tanrılar sisin ortasında savaşan bir asker gibi hedeflerini mi şaşırdı yani? Mitra aşkına, eğer ben bunlara inanacak kadar salak olsaydım, Akilonya uzun bir süre önce yeni bir krala sahip olurdu.”
“Hayır! Kara veba sıradan bir salgın değildir. Stigya gömülerinde gizlenir ve ancak büyücüler tarafından başlatılabilir. Stigya’yı işgali sırasında Prens Almuric’in ordusundaydım. Otuz bin askerden yalnızca beş bini Stigyalı okçular tarafından öldürüldü, geri kalan hepsi ise güneyden üzerimize esen kara veba rüzgârından. Sadece ben sağ kaldım.”
“Ancak Nemedya’da yalnızca beş yüz kişi öldü.” dedi Pallantides, Conan’ın söylediklerini desteklercesine.
“Vebayı ortaya çıkaran her kimse onu nasıl bitirebileceğini de biliyordu çünkü.” diye yanıtladı Conan. “Biliyorum, bunun altında önceden planlanmış şeytani bir şeyler var. Birisi bunu ortaya çıkardı, işi bittikten sonra da yok etti. Yani Taraküs rahatça tahtına geçtiği ve insanlara tanrı tarafından gönderilen bir armağan gibi gösterildiği zaman. Ah Crom aşkına, bunun arkasında çok ince, kurnaz bir zekâ olmalı. Kimdi bu Taraküs’ün danışmanı olduğu söylenen yabancı?”
“Sürekli peçe takıyor.” dedi Pallantides. “Buralardan değilmiş, Stigyalı bir adammış.”
“Stigyalı demek!” diye tekrarladı Conan, kaşlarını çatarak. “Cehennemden bir yabancı sayılır yani! Bir dakika! O da ne?”
“Nemedyalıların borazan sesleri!” diye yanıtladı Pallantides. “Dinleyin! Arkasından da bizim kendi borazanlarımız. Şafak vakti yaklaşıyor, komutanlar askerleri yavaş yavaş hücum için sıralıyor! Tanrı yardımcıları olsun, birçoğu güneşin batışını bile göremeyecek.”
“Bana yaverlerimi getir!” diye emir verdi Conan. Bir hışımla kalkıp kadife gece kıyafetini çıkarmaya başladı. Kötü bir şey olacağı hislerini unutmuş gibi gözüküyordu. “Komutanlara git ve her şeyin hazır olup olmadığını kontrol et. Zırhımı kuşanır kuşanmaz yanına geleceğim.”
Conan’ın birçok huyu sivil halka her zaman tuhaf gelmiştir. Odasında veya çadırında mutlaka yalnız uyumak istemesi de onlardan biriydi. Pallantides, çadırdan birkaç saatlik uyku sonrası gece yarısı kuşandığı zırhının şıngırdayan sesiyle alelacele çıktı. Savaş kampına şöyle bir göz gezdirdi, herkesin harekete geçtiğini görüyordu. Loş ışıkta askerlerin çadırların arasında koşuşturmaları gözüküyor, zırhlar kuşanılıyordu. Gökyüzünde yıldızlar hâlâ belli belirsiz parıldasa da doğudan güneşin pembe yansımaları yüzünü göstermeye başlamıştı. Nemedya’nın ejderhalı flaması dalgalanıyordu.
Pallantides, kraliyet yaverlerinin uyuduğu yan taraftaki küçük çadıra yöneldi. Yaverler borazan seslerinden sonra çoktan kalkmışlardı. Pallantides onlara daha çabuk olmaları gerektiğini söylerken kralın çadırından korkunç bir gürültü sesi geldi. Pallantides dehşete kapılmıştı. Gürültünün arkasından komutanın kanını donduran kısık bir kahkaha sesi geldi.
Pallantides korkuyla bağırarak hemen kralın çadırına koştu. Conan’ın devasa cüssesini yerde yatarken bulunca tekrar feryat etti. Kralın görkemli kılıcı elinin yakınlarında yerdeydi, çadırın direklerinden biri paramparça olmuştu. Pallantides’ın kılıcı yanında değildi, çadırın içinde dikkatlice göz gezdirdi ama gözüne hiçbir şey takılmadı. Kral ve kendisi dışında hiç kimse yoktu, tıpkı çadırdan çıkarken olduğu gibi.
“Efendim!” Pallantides kralın koca bedeninin yanına dizlerinin üzerinde atıldı.
Conan’ın gözleri açıktı, bilinci yerinde ve her şeyin farkında Pallantides’a bakıyordu. Dudaklarını hareket ettirdi ama sesi çıkmadı. Hareket edemiyor gibiydi.
Dışarıdan birtakım sesler geldi. Pallantides kontrol etmek için kapıya doğru gitti. Kraliyet yaverleri ve çadırı koruyan nöbetçi şövalyelerden biri kapıdalardı. “Bir ses duyduk da.” dedi şövalye çekinerek. “Kral için her şey yolunda mı?”
Pallantides sorgulayan gözlerle baktı.
“Çadıra giren çıkan kimse oldu mu?”
“Sizin dışınızda kimse olmadı efendim.” diye yanıtladı şövalye ancak Pallantides güvenemiyordu.
“Kralın ayağı takıldı ve kılıcını düşürdü. Görevinizin başına geçin siz.” dedi Pallantides.
Şövalye gittikten sonra Pallantides kralın beş yaverini gizlice içeri aldı, onlar içeri girer girmez çadırın kapısını sıkı sıkı kapattı. Halıda yatan kralı görünce donakaldılar, Pallantides şok içinde bağırmalarını derhâl engelledi.
Kumandan tekrar krala doğru eğildi ve Conan tekrar konuşmaya çalıştı. Yüzündeki ve boynundaki damarlar Conan zorla konuşmaya çalıştıkça şişmişti. Başını yerden kaldırdı ve sonunda yarı anlaşılır biçimde mırıldanmaya başladı:
“Köşedeki, köşedeki şey!”
Pallantides kafasını çevirip korkuyla o tarafa baktı. Odadaki yaverlerin şaşkın suratı ve çadırın içindeki gölgeler dışında hiçbir şey yoktu.
“Burada hiçbir şey yok efendim.” dedi.
“Oradaydı, o köşede duruyordu.” diye mırıldandı kral ve başını bir sağa bir sola çevirerek kendisi bakıyordu. “Bir adam, en azından öyle gözüken bir şey, mumya sargılarıyla sarmalanmış, üzerinde eski püskü bir pelerin ve başında kapüşonu. Tek görebildiğim gözleriydi çünkü orada gölgelerin arasında çömelmişti. Gölgedir diye düşündüm ta ki gözlerini görene kadar. Siyah birer mücevher gibilerdi.”
“Hemen davrandım ve kılıcımı o tarafa salladım ancak tanrı bilir nasıl olduysa ıskaladım, onun yerine çadırın direğini yaraladım. Ben dengemi kaybedip düşünce bileğimi tuttu, parmakları sıcak bir demir gibi yanıyordu. Bütün gücümü kaybettim, sanki yer suratıma bir tokat gibi çarptı. Sonra da gitti ve ben bu hâldeyim. Lanet olsun! Hareket edemiyorum! Felç geçirdim!”
Pallantides kralın koca kafasını kaldırdı, kan süzülüyordu. Kralın bileği uzun ve ince parmak şeklinde morarmıştı. Kim bu kadar kalın bir bilekte böyle bir iz bırakacak kadar sıkı kavrayabilir? Pallantides gürültüden sonra gelen kahkaha sesini hatırladı, soğuk soğuk terlemeye başladı. Kahkaha sesi Conan’a ait değildi.
“Bu şeytani bir iş!” dedi korkuyla titreyen bir yaver. “İnsanlar Taraküs için karanlık güçlerin savaştığını söylüyorlar.”
Pallantides: “Sessiz ol!” diye emretti sertçe.
Dışarıda gün ağarmıştı. Tepelerden hafif bir rüzgârla beraber trampetlerin yaklaşan sesleri de duyuluyordu. Yaklaşan seslerle beraber kralın da içinde bir korku başlıyordu. Onu yere düşüren görünmez zincirlerden kurtulmaya çalışırken yine alnındaki damarlar belirginleşti.
“Bana koşum takımımı giydir ve beni eyerime bağla.” diye fısıldadı. “Savaşı her hâlükârda yöneteceğim.”
“Efendim, ordu eğer sizin vurulduğunuzu öğrenirse kesin kaybederiz. Düşmanımıza zaferi getirecek tek şey bu olur.”
“Onu kaldırmama yardım edin.” dedi kralın başkumandanı.
Kralın yerde öylece yatan âciz bedenini kaldırdılar, üzerine ipek bir örtü örttüler. Pallantides yaverlere döndü ve konuşmaya başlamadan önce şok içindeki suratlarına uzunca baktı. Ve sonunda:
“Bu çadırda olan bitenden hiç kimseye bahsetmeyin, ağzınızı açmayın. Akilonya Krallığı’nın kaderi buna bağlı. Şimdi biriniz gidin ve bana Pellian mızraklılarının komutanı subay Vallanus’ü getirin.” dedi.
Yaver, emredersiniz der gibi başını salladı ve hemen çadırdan ayrıldı. Pallantides günün ağarmasıyla beraber yaklaşan ve artan borazan sesleri eşliğinde tekrar kralın vahim durumuna uzun uzun baktı. Yaver, yanında Pallantides’ın söylediği subayla beraber çadıra döndü. Subay, tıpkı Conan gibi iri yapılı, uzun boylu, güçlü biriydi. Ayrıca saçları da yine kralınki gibi gür ve siyahtı. Ancak gözleri griydi, yani Conan’ınkilere benzemiyordu.
“Kral bir hastalığa yakalandı.” diye açıkladı Pallantides kısaca. “Sana onurlu bir görev vereceğim; bugün kralın zırhını giyip onun atıyla ordunun başına geçeceksin. Hiç kimse at binenin kral olmadığını bilmeyecek.”
“Bu, birine hayatı boyunca verilecek en onurlu görev.” dedi bölük komutanı heyecandan kekeleyerek. “Tanrının yardımıyla bu kutsal görevin üstesinden geleceğim.”
Yaralı kral, gözlerindeki öfke ateşiyle kudururken kendini küçük düşmüş hissediyordu. Yaverler Vallanus’ü zincir, kıyafet ve miğferle kuşatıyor, Conan’ın siyah zırhını, üzerinde tüyler ve ejderha damgası olan maskeli başlığı giydiriyorlardı. Hepsinin üstüne de göğsüne altınla kraliyet aslanı işlenmiş ipek cübbeyi giydirdiler. Cübbeyi de altından kılıç kabzası ve zerbaf kılıç kılıfı olan altın tokalı bir kemerle bağladılar. Onlar işlerini yaparken dışarıda trampet sesleri hâlâ devam ediyordu ve gölün karşı kıyısından süvari birliklerinin gürültüleri geliyordu.
Vallanus, tamamıyla donanmış vaziyette dizlerinin üzerine çöktü, yatakta yatan krala madalyonunu verdi.
“Yüce kralım, tanrı şahidim olsun ki bugün kuşandığım bu şerefli zırhın şerefine leke sürmeyeceğim.”
“Bana Taraküs’ün kellesini getir, seni baron yapacağım!” Acıdan duyduğu stres Conan’ın sahte medeni maskesini düşürüyordu. Gözlerinden ateş çıkıyor, dişlerini kana susamış bir vaziyette öfkeyle gıcırdatıyordu. Kimmerya dağlarında yaşayan her barbar kabile üyesi gibi.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KAYALIKLAR SALLANIYOR
Akilonya ordusu parıldayan zırhlarının içindeki atlılar ve mızraklılardan oluşan uzun sıralarla savaşa hazır ve nazırdı. Kraliyet otağında, heybetli siyah zırhının içinde koca silüet belirdi, dört yaverinin tuttuğu siyah atının üzerine çıktığı anda ordunun coşkulu tezahüratı dağlarda yankılandı. Bütün ordu; altın zırhlı şövalyeler, zincir zırhları içinde mızraklı askerler, deri ceketli okçular hepsi bir anda silahlarını sallayıp krallarının şerefine kaldırdılar.
Karşı tarafın ordusu da vadinin diğer tarafında hareketlenmiş, uzun yokuşlar boyunca sıralanmıştı. Atlarının ayaklarındaki çelik parıltıları sabah karanlığı arasından seçiliyordu.
Akilonya ordusu, onları karşılamak için temkinli adımlarla hareket ediyordu. Zırhlı atların ölçülü adımları yeri titretiyordu. Bayraklar sabah rüzgârının etkisiyle dalgalanıyor, direkleri sallanıyordu.
On tane silahlı, gaddar, ketum, dilini tutabilecek kıdemli asker, kralın çadırının etrafında nöbet tutuyorlardı. Bir yaver çadırın içinde duruyor, kapı aralığından dışarıyı gözetliyordu. Birkaç kişi dışında kimse ordunun başındaki büyük ata binenin Conan olmadığını bilmiyordu.
Akilonya ordusu geleneksel düzeni kurdu: Ağır silahlı şövalyelerden oluşan en güçlü askerler ordunun merkezine konumlandırılmıştı; dış kısımlarda birkaç sıra atlılar, ardından silahşorlar daha sonra mızraklı ve okçu askerler. En sonda ise kuzey birliklerinden gelen, güçleriyle bilinen, deri ceket ve metal başlıklı Bossonyalılar vardı.
Kraliyet çadırındaki yatağında Conan öfkeden deliriyordu, durmadan garip garip lanetler okuyordu.
“Ordu harekete geçti.” dedi yaver dışarıya bakarak. “Trampet seslerini dinleyin! A-ha! Mızraklar ve miğferler üzerinde parıldayan güneşin doğuşu ateşlerle karışıyor, gözlerim kamaştı. Nehrin rengi al al oldu. Belli ki akşam olmadan her yer tamamen kırmızıya dönecek.”
“Düşman nehre kadar ulaştı. Ordular arasında oklar uçuşmaya başladı, gökyüzünü bir bulut gibi kapladılar. Vaay! Güzel atıştı okçu asker. Bossonyalılar bu işi biliyor. Bağırışlarına kulak verin.”
Kral, trampet sesleri ve kılıç çarpışmalarının arasında Bossonyalıların bağırışlarını belli belirsiz duyuyordu. Büyük bir uyum ve düzen içinde hareket ettikleri belliydi.
“Düşman tarafın şövalyeleri nehre sızarken okçuları bizim askerleri tutuyorlar.” dedi yaver ve savaşı anlatmaya devam etti. “Ordunun kurduğu setler çok dik değil, suyun kıyılarına doğru meyilliler. Şövalyeler ağaçların arasında çarpışmaya başladılar, tanrım! Oklar her boşluktan geçiyor. Atlar ve askerler aşağılara kadar indiler, suyun içinde çarpışmaya devam ediyorlar. Su ne çok derin ne çok akışkan ama bazı askerler, atların ayaklarının altında ve zırhlarının içinde ezilip boğuluyorlar. Şimdi de Akilonya şövalyeleri ilerliyorlar. Atlarını suya doğru ilerlettiler ve Nemedyalı şövalyelerle çarpışıyorlar. Atların karınlarının suya çarpması ve kılıçların çarpışmaları gerçekten sağır edici bir gürültü çıkarıyor.”
“Tanrı Crom!” sözleri Conan’ın dudaklarından öfke ve acıyla çıktı.
Vücuduna yavaş yavaş tekrar kan gitmeye başlamıştı ama hâlâ heybetli cüssesini yataktan kaldıramıyordu.
“Kanatlar iyice kuşatıldı.” dedi yaver. “Mızraklılar ve kılıçlı askerler nehirde sırt sırta çarpışıyorlar, arkalarında da okçular oklarıyla destek oluyor.”
“Mitra aşkına, Nemedyalıların yayları şiddetli bir şekilde yağmaya başladı, Bossonyalıların hedefinde uzun menzilli oklarıyla arka sıradaki askerler var. Ordularının merkezi ilerleyemiyor, kanatlardan iyice sıkıştırıldılar.”
“Crom! Ymir! Mitra!” diyerek tanrılara lanet okuyordu Conan âdeta. “Tanrım! Şu savaşa ilk vurulmada ölecek olsam da girebilseydim keşke!”
Sıcak ve uzun geçen gün boyunca dışarıda savaş bütün gürültüsü ve şiddetiyle devam etti. Vadinin etrafında karşılıklı saldırı devam ediyor; okların uçuşma sesleri, zırhların karşılıklı çarpışmasının çıkardığı gürültü ve mızrakların paramparça olması bütün gün sürdü. Ancak Akilonya ordusu iyi dayanmıştı. Kurdukları set düşman tarafından yoklanmaya başlayınca, siyah flamayı taşıyan siyah atın yardımıyla hemen karşı bir saldırıya geçerek taarruzu püskürttüler. Nehrin sağ kıyısına düşmanın geçemeyeceği sağlam bir set çektiler ve sonunda yaver, Conan’a Nemedyalıların nehirden çekilmeye başladığının haberini verdi.
“Nemedyalı ordunun kafası karıştı!” diye bağırdı yaver. “Şövalyeleri geri çekiliyor. Bir dakika, o da ne? Sizin flamanız hareketlendi, bizim ordunun merkez kuvveti nehre doğru ilerlemeye başladı. Aman tanrım! Vallanus başta ve ordu nehre ilerliyor.”
“Aptal!” diye homurdandı Conan. “Bu bir tuzak olabilir. Pozisyonunu korumalıydı; şafak vaktine kadar Prospero, Poitanya ordusuyla burada olacak zaten.”
“Şövalyeler ok yağmuruna tutuluyorlar!” diye bağırdı yaver, tekrar. “Ama yine de bocalamadılar. İlerliyorlar ve geçtiler! Düşman kıyısını kışkırtıyorlar. Pallantides ordunun kanat kuvvetlerini, destek olsunlar diye acilen nehre doğru ilerletiyor. Tek yapabildiği bu! Aslanlı bayrak çarpışmanın arasında batıyor.”
“Nemedyalı askerler direnmeye çalışıyorlar. Ve galiba çöküyorlar! Geri çekiliyor gibiler! Ordularının sol kuvvetleri hep kaçmaya başladı, onlar kaçtıkça bizim mızraklılarımız üstlerine gidiyorlar. Vallanus’ü görüyorum, deli gibi atını düşman ordunun üzerine sürüp çarpışıyor! Savaş dürtüsüyle kendini kaybetmiş resmen. Askerler artık Pallantides’ı dinlemiyor. Maskeli bir miğferle savaştığı için onun Conan olduğunu düşünerek Vallanus’ün peşinden gidiyorlar.”
“Ancak bakın! Deliliğinin altında yatan bir sistem var gibi gözüküyor. Nemedya, cephesini ordunun seçkini beş bin şövalyeyle tutuyor. Nemedyalıların ana ordusu ne yapacağını şaşırmış vaziyette ve bakın! Ordunun yan kolunu kayalıklar koruyor ancak ihmal ettikleri bir boşluk var. Nemedya ordusunun arkasına sızılabilecek büyük bir geçit gibi duruyor. Ve evet! Mitra aşkına, Vallanus fırsatı gördü. Ordunun kanat kuvvetleriyle onları oyalarken şövalyeleri geçide doğru yöneltti. Ana cephenin çoğunu hallettiler; mızraklılar onları tutarken şövalyeler geçide dalıyor.”
“Pusuya düşecekler!” diye bağırdı Conan, savaş aşkıyla yanıp tutuşurken.
“Hayır!” diye sevinç içinde bağırdı yaver. “Bütün Nemedya ordusu ön tarafla ilgileniyorlar. Geçidi tamamen unutmuşlar! Bu kadar geriden sıkıştırılabileceklerini düşünememişler. Ah salak Taraküs, bu kadar aptalca bir hata yapılamazdı. Dağdaki geçitten Nemedyalıların üstüne mızraklar yağmaya başladı resmen. Arkadan yaklaşıp orduyu çökertecekler. Tanrı Mitra, bu da ne?”
Gördükleri karşısında serseme dönmüş bir vaziyette çadırın duvarlarındaki kumaşı sıkıyordu. Savaşın gürültüsünü bile bastıran korkunç bir kükreme duyuldu, anlatılamayacak kadar lanetli bir sesti.
“Kayalıklar sallanıyor!” korkuyla haykırdı kralın yaveri. “Yüce tanrılar! Bu da ne böyle? Nehir yükselerek taşıyor, tepelerden paramparça taşlar düşmeye başladı!”
“Yer sallanıyor ve üzerindeki askerler ve atlar düşmeye başladı! Aman tanrım kayalıklar! Kayalıklar düşüyor!”
Yaverin anlattıklarının üstüne korkunç gürültüler gelmeye devam etti, şiddetli bir sarsıntı başladı. Zemin âdeta beşik gibi sallanıyordu. Dehşetin sesi, savaşın gürültüsünü bastırıyordu.
“Kayalıklar paramparça oldu!” bağırdı öfkeden deliye dönen yaver. “Geçidin üstüne yıkıldı ve içindeki herkes ezildi! Bir ara tozun toprağın içinde aslanlı bayrağı gördüm ama sonra o da kayıplara karıştı! Ah! Nemedyalılar zafer çığlıkları atıyorlar. Bağırırlar tabii, beş bin şanlı şövalyemiz kayalıkların altında can verdi! Duyuyor musunuz?”
Conan, büyük bir bağırış sesi duyuyordu; sesler çılgınca yükseliyordu: “Kral öldü! Kral öldü! Kaçın kaçın! Kral öldü!”
“Sahtekârlar!” dedi Conan soluk soluğa. “Nankör köpekler! Alçaklar! Korkaklar! Ah Crom, keşke yürüyebilecek hatta emekleyebilecek kadar gücüm olsaydı. Gerekirse kılıcı dişlerimle taşıyarak giderdim nehre! Nasıl olur, gerçekten kaçıyorlar mı?”
“Evet.” dedi yaver, ağlamak üzere bir ses tonuyla. “Nehre doğru yöneldiler, çökmüş durumdalar; arkalarına bile bakmadan kaçıyorlar. Pallantides’ı görüyorum, akıntının içinde debeleniyor; düştü ve atlar üzerinden geçiyorlar! Şövalyeler, mızraklılar, okçular hepsi nehre doğru güruh hâlinde kaçışıyorlar. Nemedyalılar herkesi tek tek öldürüyor.”
“Nehrin bu yakasına geçince direnecekler!” diye bağırdı kral. Alnından damlayan terlerle yatağın üzerinde zar zor doğrularak dirseklerinin üzerinde durdu.
“Sanmam!” dedi yaver. “Yapamazlar! Çökmüş vaziyetteler, bozguna uğradılar! Tanrım, keşke bu günleri görmeseydim.”
Daha sonra görevinin gerektirdiğini hatırladı ve orada öylece dikilen silahlı askerlere seslendi: “Hemen bir at alın ve bana yardım edin, kralı taşıyalım. Burada böylece olup biteni izleyemeyiz.”
Ancak onlar daha emri yerine getiremeden hücum başlamıştı. Şövalyeler, mızraklılar ve okçu askerler ordu kampındaki çadırların arasında eşyaların üstünden atlaya atlaya kaçışıyorlardı; hemen arkalarından da Nemedyalı askerler kampa sızmışlardı. Çadırların iplerini kesmeye, yüzlerce yeri ateşe vermeye başladılar. Çoktan yağmacılığa başlamışlardı. Conan’ın çadırında nöbet tutan azılı askerler de acılı bir şekilde can verdiler; ölü bedenlerinin üzerinde düşmanların ayakları tepiniyordu.
Çadırdaki yaver kapıyı sıkı sıkıya kapatmıştı. Katliamın karmaşası içinde düşman askerleri çadırda birileri olduğunun farkında değillerdi. O yüzden çadırın çevresinde çok fazla durmadan vadinin diğer tarafına doğru aynı hücumla ilerliyorlardı. Ancak yaver dışarıya baktığında birkaç kişinin içeride biri olup olmadığına bakmak üzere kraliyet çadırına yaklaştıklarını gördü.
“Dört askeri ve yaveriyle Nemedya kralı bu tarafa doğru geliyor efendim.” dedi yaver Conan’a. “Sizin teslimiyetinizi ilan edecekler.”
“Şeytan teslim etsin sizi!” dedi kral, büyük bir kızgınlıkla diş bileyerek.
Kendisini zorlayarak oturur duruma geldi. Bacaklarını acıyla yataktan aşağı doğru indirdi, doğruldu; sersemlemiş bir şekilde sallanıyordu. Yaver yardımcı olmak için koştu ancak Conan izin vermeyip itekledi.
“Ver şu oku bana!” dedi sertçe, çadırda asılı duran bir ok ve sadağını işaret ederek.
“Ancak, efendim!” dedi yaver, büyük bir kaygı ve endişe içinde. “Savaş kaybedildi! Yenilgiyi ağırbaşlılıkla kabul etmek kraliyet soyunun onurunun bir parçasıdır.”
“Ben kraliyet soyundan falan değilim!” dedi Conan. “Ben bir barbarım ve bir demircinin oğluyum.”
Oku ve yayı zorla aldı, çadırın girişine doğrulttu. Hem korkutucu hem de oldukça heybetli gözüküyordu. Yırtık bir gömlek ve deri, kısa bir pantolon dışında çıplak sayılırdı. Yırtık gömleğinden kaslı ve kıllı koca göğsü gözüküyordu. Dolaşık siyah saçlarının altında mavi gözleri keskin ve öfkeli bakışlarla parlıyordu. Kralın bu cesur görüntüsü yaverini bile en az bir Nemedya askeri kadar korkutmuştu.
Conan, heybetli bacaklarının üstünde sersemce sallana sallana çadırın bez kapısını birden açtı, çadırdan çıktı. Nemedya Kralı ve yaverleri attan inmişlerdi, Conan’ı görünce bir süre durdular. Gördükleri karşısında şok olmuş bir vaziyette bakakaldılar.
“İşte buradayım, sizi pislikler!” diye kükredi Kimmeryalı. “Ben kralım! Sonunuz olacağım sizi, it sürüsü!”
Okunu meydan okurcasına çekti ve fırlattı. Tam da Taraküs’ün yanındaki yaverin göğsüne saplandı. Conan’ın hedefi Nemedya Kralı’nın kendisiydi.
“Lanet titrek elim! Gelin beni alın cesaret edebiliyorsanız!”
Güçsüz kalmış bacaklarının üstünde geriye doğru sallandı. Bir çadır direğinden destek alarak doğruldu ve iki eliyle tutarak kılıcını aldı.
“Tanrı Mitra aşkına! O gerçekten kral!” dedi Taraküs şaşkınlıkla. Ona doğru şöyle bir baktı ve sinirden kahkaha attı. “Atın üzerindeki pislik başkasıydı! Çabuk alın kellesini!”
Kraliyet armalı üç silahlı asker, krala saldırmak üzere davrandılar, bir tanesi de kralın yaverine gürzle vurdu. Diğer ikisi o kadar hızlı değildi. Yaklaştıkları anda Conan arka arkaya kılıcını savurarak Nemedyalının kolunu kesip omuzundan ayırdı. Nemedyalı askerin vücudu sallandı ve silah arkadaşının ayağının dibine düştü. Adamın ayağı ölü bedene takıldı, kendisini toparlayamadan Conan’ın kılıcından nasibini aldı.
Conan, kılıcını soluk soluğa bir şekilde çıkardı, tekrar sendeleyerek çadırın direğinden destek aldı. Bütün vücudu titriyordu, göğsü soluk soluğa olmuş şekilde şişip iniyordu, boynundan ve yüzünden su gibi ter akıyordu. Ancak gözlerinden hâlâ vahşi bir öfke püskürüyordu, soluk soluğa: “Neden o kadar uzak duruyorsun Belverus iti! Ben oraya gelemiyorum, sen gel de gör gününü!’’ dedi. Taraküs tereddüt etti, kalan askerlerine ve siyah zırh içindeki cılız, suratsız yaverine baktı. Bir adım ileri çıktı. Ebat ve güç olarak Kimmeryalıdan daha zayıftı ancak bütün zırhı yerindeydi ve batı medeniyetleri arasında çok iyi kılıç kullanmasıyla bilinirdi. Ancak yaveri kolundan tuttu.
“Hayır, efendim. Hayatınızı tehlikeye atmayın. Bu barbarı öldürmeleri için okçuları çağıracağım, diğerlerini öldürdükleri gibi bunu da öldürürler.”
Savaş devam ederken yaklaşan at arabalarını hiç kimse fark etmemişti, şimdi gelmiş önlerinde duruyorlardı. Ancak Conan gördü, sırtından garip bir ürperti indi. Arabayı çeken siyah atların görünüşünde bir gariplik vardı ama kralın asıl dikkatini çeken arabadaki kişiydi.
Uzun, sade bir elbise içinde uzun boylu, iri yapılı bir adam. Semitiklere ait olan başlıklardan takmıştı; başlık, dikkat çekici siyah gözleri dışında bütün yüzünü gizliyordu. Atları kontrol eden dizginleri tutan elleri beyazdı ancak güçlüydü. Conan yabancıya uzun uzun baktı, ilkel içgüdüleri yine canlanmaya başladı. Bu örtülü silüette tehditkâr ve güçlü bir hava sezdi. Rüzgârsız bir havada çimlerin arasında gizlice gezinen bir yılanın çimleri sallandırması gibi sinsi ve tehditkâr bir hava.
“Buyurun, Xaltotun!” diye bağırdı Taraküs. “İşte Akilonya’nın Kralı burada! Kayalıkların altında öldüğünü sandığımız o değilmiş.”
“Biliyorum.” dedi, nereden bildiğini açıklama bile gereği duymadan. “Şu an ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Okçuları onu öldürmeleri için görevlendireceğim.” diye yanıtladı Nemedyalı. “Yaşadığı sürece bizim için tehlikeli olacak.”
“Bir köpek bile bazen işe yarayabilir.” diyerek yanıtladı Xaltotun. “Bırak, yaşasın.”
Conan alaycı bir şekilde kahkaha attı. “Gelin de öldürün!” diyerek meydan okuyordu. “Lanet ayaklarım tutuyor olsaydı bir ormancının ağacı yerinden sökmesi gibi söküp atmasını bilirdim! Sakın beni sağ bırakmak gibi bir hataya düşmeyin!”
“Korkarım ki doğru söylüyor.” dedi Taraküs. “Adam bir barbar ve yaralı bir kaplan kadar acımasız şu anda. Bırak da okçulara emri vereyim.”
“Beni izle ve bilgelik öğren.” dedi Xaltotun.
Elini kıyafetinin arasına soktu, pırıl pırıl parlayan bir küre çıkardı. Birden Conan’a attı. Kimmeryalı küçümser bir tavırla küreyi diğer tarafa doğru attı, dokunmasıyla beraber bir patlama oldu, her tarafı bembeyaz, parlak bir ışık kapladı. Conan, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu.
“Öldü mü?” Taraküs, sorgulamaktan çok durumu tasdikler gibiydi.
“Hayır, yaşıyor ama hiçbir şey hissedemez. Birkaç saat içinde kendine gelecek. Adamlarına söyle, kollarını ve bacaklarını bağlayıp benim aracıma yüklesinler.”
Taraküs bir hareketiyle emri verdi, askerler homurdana homurdana hareketsiz kralı at arabasına taşıdılar. Xaltotun, Conan’ın vücudunun üzerine gözükmesin diye bir örtü örttü ve dizginlerini eline aldı.
“Belverus için buradayım.” dedi. “Amalric’e söyle, eğer ihtiyacı olursa onunlayım. Conan olmadan ve ordusu bu hâle gelmişken fetih için fazlasını yapmaya gerek yok. Prospero meydana en fazla on bin asker getirebilir ve cephede olanları duyduktan sonra şüphesiz Tarantia’ya geri dönecektir. Amalric’e, Valerius’a veya herhangi birine Conan’ı esir aldığımı sakın söyleme. Bırak, kayalıkların altında öldüğünü düşünsünler.”
Bir süre askerlere doğru baktı. Nöbetçi asker uzun bakışlardan rahatsız olup huzursuzca hareket ediyordu.
“Senin o belindeki şey ne?” diye sordu Xaltotun.
“Neden ki, kemer efendim, beğendiniz mi?” diye kekeledi asker şaşkın şaşkın.
“Yalan söylüyorsun!” Xaltotun’un kahkahası bile acımasızdı. “O zehirli bir yılan! Ne kadar aptalsın, insan hiç beline bir sürüngen dolar mı?”
Adam, gözleri korkudan kocaman açılmış bir vaziyette kemerine doğru baktı. Kemerinin tokasının ona doğru şahlandığını dehşet içinde izledi. Bu bir yılan kafasıydı! Korkunç gözleri, zehir akan dişleri, ürpertici tıslamasıyla resmen bir yılandı ve vücudunu saran iğrenç sıcaklığını hissetti. Büyük bir çığlık attı ve çıplak eliyle yılanın kafasına vurdu, zehrin eline geçişini hissetti. Kaskatı kesildi ve birdenbire yere yığıldı. Taraküs hiçbir tepki vermeden sadece izledi. Tek gördüğü deri bir kemer ve nöbetçi askerin avucuna saplanmış kemer tokasıydı. Xaltotun, sihirli bakışlarını Taraküs’ün yaverine çevirecek oldu, adamın benzi attı ve tir tir titremeye başladı. Ancak kral araya girdi: “Hayır hayır, ona güvenebiliriz.”
Büyücü, dizginleri gerdirdi ve atları hareketlendirmeye başladı. “Bak, dediğim gibi, bu olay aramızda bir sır olarak kalacak. Eğer bana ihtiyacınız olursa, Orastes’in kölesi Altaro’ya, ona öğrettiğim şekilde beni çağırmasını söyle. Belverus’taki sarayınıza gelirim.”
Taraküs elini kaldırıp selamladı ancak büyücünün ardından bakarken çok da memnun olmadığı suratından okunuyordu.
“Neden Kimmeryalıyı yanında götürüyor?” diye sordu, korkmuş yaver.
“Ben de bunu merak ediyorum ya zaten.” diye homurdandı Taraküs. At arabası seslerinin gittikçe uzaklaşmasıyla geriye sadece savaşın bıraktığı boşluk kaldı. Güneşin batışı tepelerde kızıl gölgeler oluşturuyordu ve at arabası doğuya, karanlık mavi gölgelere doğru ilerliyordu.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
“HANGİ CEHENNEMDEN ÇIKTIN SEN?”
Conan, Xaltotun’un arabasında yaptığı uzun yolculuktan habersizdi. At arabasının bronz tekerleri dağlardaki kayalıklardan, vadilerdeki çimenlerden geçip Belverus’un sınırlarındaki yemyeşil çayırlıklara ulaşırken Conan, ölü bir adam gibi yatıyordu.
Şafak vaktinin hemen öncesinde biraz kendine gelmeye başladı. Birtakım mırıldanma sesleri, homurtular duymaya başladı. Üzerini örten örtüden sızan ışıktan siyah kemerli, kapı benzeri bir şey ve birkaç sakallı silahşor görüyordu. Meşalelerin ışığı silahşorların mızraklarına ve miğferlerine vuruyordu.
Nemedyalı bir aksanla, meraklı bir ses; “Savaş nasıldı efendim?” diye sordu.
“İyiydi işte.” diye kısa bir yanıt geldi. “Akilonya Kralı öldü ve ordusu dağıldı.”
Heyecanlı heyecanlı mırıldanmalar duyulmaya başladı, mırıldanma sesleri Xaltotun’un kapıya bağladığı at arabasının tekerlerinin çıkardığı seslere karıştı. Ancak Conan seslerin arasından nöbetçi askerlerden birinin söylediklerini duydu: “Sınırın ötesinden Belverus’a kadar; güneşin batmasından şafak vaktine kadar olan kısacık sürede! Neredeyse hiç zorlanmadılar bile! Tanrı Mitra aşkına, onlar…” Daha sonra sesler duyulmamaya başladı, sadece atların nallarının ve karanlık yollar boyunca ilerleyen tekerlerin sesi geliyordu.
Conan’a duydukları bir şeyler ifade etse de tam olarak hatırlayamıyordu. Sadece duyup görebilen ama anlamayan akılsız bir canlı gibiydi. Görüntüler ve sesler ona tamamen yabancı gibiydi. Üzerine tekrar derin bir sersemlik çöktü. At arabası yüksek duvarlı, derin bir avludan geçti; Conan, birkaç kişinin kendisini kaldırıp bir taşın üzerine yatırdığını ve derin bir koridordan geçtiğini fark eder gibi oldu. Fısıldamalar, sinsi adımlar, kendisiyle ilgili anlamlandıramadığı konuşmalar duyuyordu.
Sonunda ayıldı ve birden kendine geldi, her şey cam gibi berraktı artık. Dağlarda yaptıkları savaşı ve ardından olanları tam anlamıyla hatırladı, nerede olduğunu da çok iyi biliyordu.
Kadife bir koltuğa yatırıldı, üzeri dünden beri hâlâ örtülüydü. Ancak her tarafında zincirler olduğu için hareket edemiyordu. İçinde yattığı oda aşırı görkemli bir şekilde döşenmişti; duvarlarda siyah kadife kilimler, yerlerde mor renkli gösterişli halılar vardı. Herhangi bir kapı ya da pencere yoktu. Süslü tavandan sarkan altın avizenin ışığı bütün odayı aydınlatmaya yetiyordu.
Işığın altındaki gümüş tahtta oturan silüet çok gerçek dışı ve fantastik gözüküyordu. Üzerindeki transparan ipek örtü onu daha da büyük gösteriyordu. Her şeyiyle olağan dışı bir varlık olduğu belliydi. Yüzünde garip bir nur vardı, sakalları olsa bile yüzü parıldıyordu âdeta. Bu gizemli, büyülü odanın içindeki gerçeğe yakın tek şey de buydu.
Özenle çizilmiş klasik bir güzelliği yansıtan muhteşem bir yüzdü. Ancak yine de bu rahatlatıcı güzelliğinin altında insanı endişelendiren bir şeyler vardı, insan bilincinin kavrayabileceğinin ötesinde şeyler. Bu yüzü daha önce hiç görmediğini biliyordu, emindi; ancak ona bir şeyleri veya birilerini hatırlatıyordu. Kâbuslarında gördüğün hayalî bir şeyle gerçek hayatta karşılaşmak gibi bir histi.
“Sen kimsin?” diye sordu kral, agresif bir tavırla. Zincirleriyle mücadele ederek oturağına gelmeye çalışıyordu.
“Xaltotun derler bana.” dedi, güçlü ve ihtişamlı sesiyle.
Tekrar sordu Kimmeryalı: “Neresi burası?”
“Kral Taraküs’ün Belverus Sarayı’ndaki bir oda.”
Conan hiç şaşırmamıştı. Belverus, Nemedya’nın hem başkenti hem de sınıra bu kadar yakın olan en büyük şehriydi.
“Taraküs nerede?”
“Ordunun yanında.”
“Hımm.” diye mırıldandı Conan. “Eğer beni öldüreceksen neden bir an önce yapıp kurtulmuyorsun?”
“Seni kralın okçularından, Belverus’ta öldürmek için kurtarmadım tabii ki.” diye cevap verdi Xaltotun.
“Ne halt ettin bana?” diye sordu tekrar Conan.
“Bilincini kaybettirdim sana.” diye yanıtladı Xaltotun ve devam etti. “Nasıl yaptığımı anlayamazsın. Bir çeşit kara büyü de diyebiliriz.”
Conan çoktan anlamıştı, üzerinde kafa yorduğu başka bir şey vardı.
“Galiba canımı neden bağışladığını anladım. Amalric beni Valerius’a karşı önlem olarak kullanmak istiyor; eğer imkânsız gerçekleşir de Akilonya Kralı o olursa diye. Valerius’u benim tahtıma geçirme işinin arkasında Tor baronu olduğunu herkes biliyor. Ve ben Amalric’i tanıyorsam eğer Valerius’u bir bostan korkuluğundan farksız görecektir. Tıpkı şu an Taraküs’ün olduğu gibi.” dedi Conan, durumu anladığını düşünüyordu.
“Amalric, senin benim elimde esir olduğunu bile bilmiyor.” diye cevap verdi Xaltotun. “Valerius da bilmiyor. İkisi de senin Valkia’da öldüğünü sanıyor.”
Conan, gözlerini kısarak sessiz adama doğru bakıyordu.
“Bunun arkasında bir zekâ olduğunu hissettim.” diye mırıldandı. “Ama bunun Amalric olduğunu düşünmüştüm. Amalric, Valerius ve Taraküs ipleri sana bağlı olan kuklalar mı yoksa? Kimsin sen?”
“Ne önemi var? Söylesem de inanmazsın. Peki, seni tekrar Akilonya tahtına geçirebileceğimi söylesem?”
Conan’ın gözleri kurt gibi parladı.
“Karşılığında ne istiyorsun?”
“Bana sadık olmanı.”
Conan sinirlendi: “Teklifini de al cehenneme git. Ben kimsenin kuklası değilim. Ben tahtımı kılıcımın gücüyle kazandım. Ayrıca, Akilonya tahtını kendi isteğine göre alıp satmak senin gücünün ötesinde. Krallık henüz fethedilmedi, bir cephede kaybetmek bütün savaşın kaderini belirlemez.”
“Sen kılıçlardan fazlasına karşı savaş veriyorsun.” diye açıklamaya başladı Xaltotun. “Savaştan önce seni yere yıkan bir ölümlünün kılıcı mıydı sanıyorsun? Hayır, tabii ki. O karanlığın oğluydu; dış güçlerin evladı, parmakları senin kanını donduracak, iliklerini kurutacak kadar soğuk. Öyle bir soğuk ki senin etini kızgın bir demir gibi yakan!”
“Senin zırhını giyen askerin şövalyeleri dağdaki geçide götürmesi bir tesadüf müydü sanıyorsun? Kayalıklar şans eseri mi yıkıldı?”
Conan sesini çıkaramıyordu, öylece bakakalmıştı. Sırtından soğuk soğuk terler akıyordu. Barbar mitolojisinde büyücüler ve sihirbazlar vardı ve bu adamın sıradan bir adam olmadığını aptal olmayan herkes anlardı. Conan, onu diğerlerinden ayıran açıklanamaz bir şeyler hissediyordu. Zaman ve mekân ile alakalı değişik bir izlenimi vardı, çok eskilerden gelen korkunç ve uğursuz bir şeyler gibi. Yine de inatçı ruhu ona boyun eğmeyi reddetti.
“Kayalıkların düşüşü bir tesadüftü.” dedi hâlâ saldırgan olmakta direnerek. “Ve kim olsa askerleri oradaki geçide yürütürdü.”
“Sanmıyorum. Sen yapmazdın. Sen bunun bir tuzak olduğundan şüphelenirdin. Nemedyalıların geri çekilişinin gerçek olduğuna emin olmadan askerleri nehirden ileriye geçirmezdin. Böyle uyutucu hilelere savaş karmaşasında bile gelmezdin sen. Senin kılığına girmiş bir adamın düştüğü tuzağa sen hiçbir şekilde düşmezdin.”
“O zaman bunlar da planlanmıştı.” dedi Conan, şüpheli bir tavırla. “Ordumu tuzağa düşürmek için planlanmış bir senaryo. Öyleyse ‘karanlığın çocuğu’ neden beni o an çadırımda öldürmedi?”
“Çünkü ben seni diri istedim. Pallantides’ın senin zırhını başkasına giydireceğini tahmin etmek için büyücü olmaya gerek yok. Ben seni sağ ve sağlıklı bir şekilde istedim. Benim planlarım için uygun birisin. Senin gücün benim müttefiklerimin gücünün ve zekâsının çok daha üstünde. Kötü bir düşmansın ama iyi ve sadık bir kul olabilirsin.”
Conan, Xaltotun’un kullandığı kelime karşısında delirdi. Xaltotun onun öfkesini umursamadan yakındaki masanın üzerinden kristal bir küre alıp Conan’ın önüne koydu. Küreyi hiçbir şeyin üzerine koymadı, herhangi bir şeyle desteklemedi ancak küre sanki bir zemin üzerinde durur gibi havada duruyordu. Conan, bu büyünün karşısında bir nefes aldı ama pek de etkilenmemişti.
“Akilonya’da neler olduğunu bilmek ister misin?” diye sordu.
Conan cevap vermedi ama merakı inatçılığını yenmiş gözüküyordu.
Xaltotun, buğulu derinliklere doğru uzun uzun baktı ve anlatmaya başladı: “Valkia’daki savaştan sonra akşam olmuş. Dün gece şövalyeler kaçak Akilonya askerlerine eziyet ederken ordunun diğer kuvvetleri Valkia’ya kamp kurmuş. Şafak vakti gelince kampı toparlayıp dağlardan batıya doğru ilerlemişler. Prospero, on bin Poitanya askeriyle beraber, kaçan askerlerle şafak vaktine doğru karşılaştığında, savaş meydanından kilometrelerce uzaktaydı. Savaş başlamadan meydana ulaşabilmek için bütün gece yoldaydı. Çökmüş orduyu yeniden toparlamayı beceremedi ve Tarantia’ya geri döndü. Kuşatılmış atlar yerini sıradan atlara bıraktı; Tarantia’ya yaklaşmışlardı.”
“Şövalyelerini de görüyorum, hepsi bitik hâldeler; zırhları toz toprak içinde, yorgun atlarını ilerletmeye çalışırken sancakları taşıyacak hâlleri bile kalmamış. Tarantia sokaklarını görüyorum. Şehirde kargaşa hâkim, bir şekilde savaşın kaybedildiğini ve Kral Conan’ın ölümünü öğrenmişler. Korkudan deliye dönmüş bir kalabalık var, herkes kralın öldüğünü haykırıyor ve kimse Nemedyalılara karşı örgütlenmeye uğraşmıyor. Akilonya’nın üzerinde karabulutlar dolaşıyor anlayacağın, akbabalar başına üşüşmüşler bile.”
Conan, derin bir iç geçirdi.
“Bunlar laftan başka ne ki? Sokakta yırtık pırtık kıyafetlerle gezen bir dilencinin kehanetlerinden bir farkı yok. Eğer o cam topun içinden bunları görüyorsan, sen hiç şüphesiz bir yalancı ve sahtekârsın. Prospero, Tarantia’yı bırakmaz ve baronlar da ona yardım edecektir. Poitanyalı Trocero yokluğumda krallığımı idare eder ve Nemedya itlerini kulübelerine göndermesini bilir. Elli bin Nemedyalı nedir ki zaten? Akilonya ordusu onları yutar. Belverus’u bir daha göremeyecekler. Valkia’da yenilen Akilonya değildi, sadece Conan’dı.”
“Akilonya bitti.” diye yanıtladı Xaltotun sakince. “Silahlarla mızraklarla fethediliyor, eğer başarısız olurlarsa da tekrar karanlık güçler savaşa dâhil olur. Eğer gerekirse Valkia’da yıkılan kayalıklar gibi şehrin duvarları ve dağları da yıkılır, akarsular kanallarından taşar ve ortada şehir falan kalmaz.”
“Karanlık güçlere gerek kalmadan okla, silahla halledilmesi daha iyi olur çünkü büyüye sık sık başvurulması tüm dünya için bir tehdit olabilir.”
“Hangi cehennemden çıktın sen lanet büyücü?” diye homurdandı Conan. Kimmeryalı istemsizce ürperdi, uzun uzun adama baktı; mistik ve kötücül bir şeyler hissediyordu.
Xaltotun kafasını kaldırdı, boşluktan gelen fısıltıları dinliyor gibiydi. Tutsağını tamamen unutmuştu. Birdenbire kafasını salladı, Conan’a garip bir bakış attı.
“Ne yapacaksın, neden soruyorsun? Söylesem de inanmazsın zaten. Laf anlatmaya çalışmaktan yoruldum. Koca şehri yakıp yıkmak beyinsiz bir barbara laf anlatmaya çalışmaktan daha kolaydı.”
“Şu ellerim bağlı olmasaydı ben seni burada beyinsiz bir cesede dönüştürürdüm de…”
“Ondan hiç şüphem yok, tabii ben sana o fırsatı verecek kadar aptal olsaydım.” diye yanıtladı Xaltotun alkışlayarak. Tavrı değişmişti, hâlinde bir sabırsızlık ve çok net sinirlilik vardı. Ancak Conan bu tavrın kendisine karşı olmadığını düşünüyordu.
“Sana söylediklerimi iyi düşün, barbar.” dedi Xaltotun, devam etti:
“Düşünmek için bol bol zamanın olacak. Seninle ne yapacağıma daha tam olarak karar vermedim. Henüz belli olmayan bazı koşullara bağlı. Ama şunu aklına iyice sok, eğer oyunda olmanı istersem bunun benim gazabımla olmasındansa senin rızanla olması senin için daha iyi olur.” Conan sinirlenip lanet okudu. Odanın kapısını örten perde aralandı ve içeriye dört iri, siyahi adam girdi. Her birinin üzerinde kemerli, ipek bir giysi vardı, kemerlerinde de büyük bir anahtar asılıydı.
Xaltotun sabırsızlıkla kralı işaret etti ve arkasını döndü, meseleyi kafasından tamamen atmak ister gibi. Parmakları garip bir şekilde kıpraştı. Zümrüt yeşili bir kutunun içerisinden bir avuç dolusu simsiyah parıldayan kum taneleri çıkardı, altın bir sehpanın üzerindeki mangala bıraktı. Kristal küre ki Xaltotun onu unutmuş gözüküyordu, görünmez gücü bozulmuş gibi birdenbire yere düştü.
Siyahi adamlar Conan’ı odadan çıkarmak üzere kaldırdılar, zincirlerle öyle bir dolaşmıştı ki yürüyemiyordu. Altın sarısı ağır kapı kapanmadan önce içeriye şöyle bir baktı; Xaltotun tahtına yaslanmış, kollarını bağlamış oturuyordu, mangaldan hafif bir duman yükseliyordu. Conan’ın tüyleri diken diken oldu. Daha önce güneye doğru uzanan antik ve kötü krallık Stigya’da böyle siyah kum taneleri görmüştü. Ölümcül uykuya dalıp korkunç rüyalar görmeye sebep olan siyah lotus çiçeğinin polenleriydi bunlar. Siyah lotusu yalnızca ürkütücü Kara Yüzük büyücülerinin, büyülerini diri tutmak amacıyla kâbuslar gördürmesi için kullandığını da gayet iyi biliyordu Conan.
Kara Yüzük, batı dünyası için bir masal ve yalandı ancak Conan onun korkunç gerçekliğinin farkındaydı. Kara Yüzük’ün acımasız ibadetçileri Stigya’nın kara mahzenlerinde ve Sabatea’nın lanetli tepelerinde korkunç büyülerini icra ederlerdi. Gizemli kapıya doğru tekrar geri dönüp baktı, kapının arkasındakiler içini ürpertiyordu.
Kral, gece miydi gündüz müydü anlayamıyordu. Kral Taraküs’ün sarayı karanlık, kasvetli ve kendinden ışıltılı gibi gözüküyordu. Karanlığın ve gölgelerin ruhu vardı sarayın üzerinde ve bu Conan’ın anladığı kadarıyla Xaltotun’dan kaynaklanıyordu. Siyahi adamlar, kralı loş ışıklı dar koridordan geçiriyorlardı. Koridor o kadar karanlıktı ki adamlar bir ölüyü taşıyan hayalet gölgeler gibi gözüküyorlardı. Sarmal taş bir merdivenden aşağı doğru indiler. Adamlardan birinin elindeki meşale duvarda eğri büğrü gölgeler oluşmasına sebep oluyordu. Kara şeytanlar tarafından cehenneme götürülen bir ceset gibi hissediyordu.
Sonunda merdivenin son basamağına ulaştılar, uzun, düz bir koridordan geçtiler. Koridorun bir tarafında merdivene açılan kemerli bir kapının bulunduğu duvar, diğer tarafındaki duvarda ise birkaç adım arayla yapılmış demir kapılar.
O kapılardan birinin önünde durdular, siyahi adamlardan biri kemerindeki anahtarı çıkardı ve kilidi açtı. Parmaklıkları itekleyerek tutsaklarıyla içeri girdiler. Duvarları, yerleri ve tavanı taştan olan küçük bir zindandalardı, diğer duvarda parmaklıklı bir kapı daha vardı. Conan kapının arkasında ne olduğunu kestiremiyordu ama başka bir koridor olduğunu zannetmiyordu. Meşalenin loş ışığından parmaklıklar arasına yansıyan ışıktan ve yankıdan geniş bir yer olduğunu tahmin etmişti.
Zindanın girdikleri kapıya yakın olan köşesinde bir taşa takılmış demir halkaya bağlı zincirler sarkıyordu. Zincirlere bağlı bir iskelet duruyordu. Conan merakla iskeleti inceledi; kemiklerin çoğu kırılmış ve çürümüştü, omurgasından düşen kafatası ezilmişti. Kuvvetli bir patlamadan olduğunu tahmin etti.
Siyahilerden biri, kapıyı açan değil, soğukkanlılıkla halkadaki zincirleri kaldırdı, anahtarlığındaki anahtarlardan biriyle kilidi açtı. Paslı demiri ve iskeleti bir kenara itekledi. Conan’ın zincirlerini taştaki halkaya geçirdiler. İyice zincirlediklerine emin olduktan sonra üçüncü siyahi adam, anahtarıyla diğer taraftaki kapıyı açtı.
Adamlar meşaleden yansıyan loş ışığın arkasından, gizemli bir şekilde Conan’a bakıyorlardı. Simsiyah tenleri meşalenin ışığıyla parlıyordu.
Girdikleri kapının anahtarını tutan, gırtlaktan bir sesle konuştu: “Artık senin sarayın burası, beyaz kral! Efendimiz ve bizim dışımızda kimse burayı bilmiyor. Saraydaki kimsenin ruhu duymaz. Artık burada yaşayacaksın hatta belki de öleceksin. Bunun gibi!” Yerdeki iskeleti aşağılar şekilde tekmeleyip odanın diğer tarafına fırlattı.
Conan cevap vermeye tenezzül bile etmedi. Tutsağın sessizliğinden rahatsız olan kara adam küfrederek mırıldandı, eğildi ve kralın suratına tükürdü. Bu, siyah adam için talihsiz bir hamleydi. Conan her yerinden duvardaki halkaya zincirlenmiş bir şekilde yerde oturuyordu. Ne ayağa kalkabiliyor ne de duvardan bir adım ötesine uzaklaşabiliyordu. Ancak ellerine geçirilmiş zincirin ucunda büyük bir boşluk vardı, kara adam koca kafasını daha uzaklaştıramadan kral, zinciri onun kalın kafasına geçirdi. Adam yere, kesilmiş bir kurban gibi yığıldı, arkadaşları kel kafasından ve burnundan kanlar boşalırken öylece bakakaldılar.
Herhangi bir intikam almaya kalkışmadılar, Conan’ın kanlı zinciri göstererek meydan okumasına da bir tepki vermediler. Anlaşılmayan bir dilde homurdanarak arkadaşlarını yerden saman yığını gibi kaldırdılar, kolları ve bacakları sallanıyordu. Arkalarındaki kapıyı açmak için onun anahtarını kullandılar ancak anahtarı kemerden çıkarmadılar. Meşaleyi de aldılar, onlar koridorda uzaklaştıkça ışık da gözden yavaşça kayboluyordu. Yavaş adımları loş ışıkla beraber kayboldu, geriye büyük bir karanlık ve sessizlik kaldı.

BEŞİNCİ BÖLÜM
MAĞARADAKİ YARATIK
Conan, ağır zincirlere ve içinde bulunduğu durumun vahimliğine rağmen yetiştiği vahşi ortamların sabrı ve alışkanlığıyla hareketsiz bir hâlde yatıyordu. Hareket etmiyordu çünkü ne zaman hareket etmeye kalkışsa zincirlerin ağırlığı yüzünden karanlığın içinde büyük bir gürültü çıkıyordu. Vahşi atalarından öğrendiğine göre böyle âciz bir durumdayken bulunduğu yeri açık etmemeliydi. Aslında karanlığın içinde onun âcizliğinden faydalanacak bir şeylerin pusuya yattığını düşünmek çok da mantıklı değildi çünkü Xaltotun ona herhangi bir zarar verilmeyeceğini söylemişti. Conan ona inanmıştı çünkü gerçekten onu diri istiyordu, en azından bir süre için. Ancak çocukluğunda vahşi hayvanlardan gizlenmesinin verdiği içgüdüyle, sessiz ve hareketsiz kalmayı tercih ediyordu.
Gözleri çok keskin olmasına rağmen zifirî karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Bir süre sonra minicik bir ışık hüzmesi geldi, gri yansımalı incecik bir ışık görmüştü; Conan zar zor kapının parmaklıklarını seçebilmişti. Işık kafasını karıştırdı, daha sonra anladı. Yerin altında bir yerlerdeydi, sarayın altındaki bir çukurda. Nedendir bilinmez yukarıdan bir yerden bir ışık gelmişti. Dışarıdaki ay ışığı minicik bir delikten zindana yansıyordu. Bu küçücük ışık sayesinde günün hangi vaktinde olduklarını anlayabilirdi. Belki güneş ışığı da bu küçük delikten içeri girerdi; belki de sabah olana kadar deliği kapatırlardı. Bu bir çeşit işkence şekli de olabilirdi, içerideki tutsağa küçücük bir ay ışığı veya güneş ışığı bahşetmek.
Loş ışığın altında bakışları köşede duran iskelete çevrildi. Kafasını o kişinin kim olduğunu veya neden orada olduğunu düşünmek gibi gereksiz bir şey için yormadı ancak kemiklerin nasıl öyle paramparça bir hâle geldiğini merak ediyordu. Kemiklere baktıkça tatsız bir detay fark etti. Kemikler uzunlamasına ayrılmışlardı ve bunun tek bir açıklaması olabilirdi. Birisi kemikleri, içindeki iliği çıkarmak amacıyla kırmıştı. Nasıl bir yaratık ilik çıkarmak için birinin kemiklerini kırardı? Belki de bu artıklar açlıktan ölmek üzere olan birinin korkunç yamyam ziyafetinden kalan artıklardı. Conan ileride kendi kemiklerinin de bu paslı zincirlerde bulunup bulunmayacağını merak ediyordu. İçinde tuzağa düşürülmüş bir kurdun paniği vardı.
Kimmeryalı, herhangi bir şehirlinin yapacağı şekilde ne bağırdı ne küfür etti ne ağladı ne de sinirden delirdi. Ancak göğsünün üzerine çöken ağrı dayanılacak gibi değildi. Batı yakasında bir yerlerde Nemedya ordusu, ortalığı yakıp yıkarak Conan’ın krallığını ele geçirmek üzere ilerliyordu. Poitanyalıların küçük birliği onların karşısında duramazdı. Prospero, Tarantia’yı belki birkaç hafta elinde tutabilirdi; belki de birkaç ay. Ancak bir çare bulunmadığı sürece eninde sonunda teslim olmak zorunda kalacaklardı. Baronlar istilacılara karşı elbette Conan’ı destekleyeceklerdi ancak herkes krallık için savaşıp mücadele ederken Conan’ın tek yapabildiği karanlık hücrede âciz bir şekilde yatmaktı. Kral bunları düşündükçe güçlü dişlerini intikam hırsıyla gıcırdatıyordu.
İlerideki kapının dışından gelen sinsi bir adım sesiyle irkildi. Gözlerini dikerek eğildi ve parmaklıkların dışındaki belli belirsiz silüete bakmaya çalıştı. İki metalin birbirine sürtünmesiyle çıkan sinir bozucu bir ses çıkıyordu, sanki bir anahtar bir kilidi açmaya çalışıyordu.
Daha sonra silüet Conan’ın görüş açısının dışına çıktı. Nöbetçilerden birinin kapıyı kilitlediğini düşündü. Bir süre sonra aynı sesin tekrar biraz daha uzaktan geldiğini duydu. Yavaşça kapı açılma sesi geldi, arkasından da telaşlı ve sessiz adımlar. Sonrası yine sessizlikti.
Conan bir süre daha dinledi. Bu süre ona çok uzun gelmişti ancak belli ki o kadar uzun değildi çünkü minik ışık hüzmesinden anladığı kadarıyla hâlâ geceydi. Başka bir şey duymamıştı. Sonunda pozisyonunu değiştirmek için kıpırdandı, bağlı olduğu zincirler şıngırdadı. Bir ses daha duydu; hücreye sokulduğu yakındaki kapının dışından gelen yavaş ayak sesleri. Hemen ardından gri ışığın loşluğunda uzun ince bir silüet gördü.
“Kral Conan!’’ dedi yumuşak bir ses telaşla. “Ah, efendim. Orada mısınız?’’
“Başka nerede olabilirim?’’ diye cevap verdi Conan kabaca ve yabancıyı görmek için kafasını çevirdi.
İncecik parmaklarıyla sıkıca demir parmaklıkları tutan bir kadındı. Arkasından yansıyan loş ışık zarif silüetini belli ediyordu; ipek gibi saçları beline doğru iniyor, güzel boynundaki kolye parıldıyordu. Karanlığın arasında gözüken kömür gibi gözleri ışıl ışıldı, beyaz teni âdeta bir mermer gibi parlaktı. Saçları, loş ışığın yansıttığı beyaz teninin üzerindeki siyah bir şelale gibiydi.
“Kelepçelerinizin ve uzaktaki kapının anahtarları!” diye fısıldadı ve zarif elini parmaklıkların arasından uzatıp yere üç tane şey attı, yere attığı şeyler şıngırdadı.
“Ne çeşit bir oyun bu böyle?” diye sordu Conan. “Nemedya aksanı ile konuşuyorsun ve benim hiç Nemedyalı bir arkadaşım yok. Efendiniz şimdi nasıl bir kötülük peşinde? Seni buraya beni kandırman için mi gönderdi?”
“Kandırma falan yok!” Kız tir tir titriyordu. Parmaklıkları kavramasıyla kolyesi ve bileziklerinden ses çıkıyordu. “Mitra üzerine yemin ederim! Anahtarları siyahi gardiyanlardan çaldım. Zindanın bekçisi onlar ve her birinin anahtarı bir kapıyı açıyor. Onları içirip sarhoş ettim. Senin kafasını kırdığın bekçiyi doktora göndermişler, bu yüzden ondaki anahtarları alamadım. Ben de diğer kapının anahtarlarını çaldım. Ah, lütfen oyalanma artık! Bu zindanların arkasında cehennemin kapısı olan mağaralar var.”
Biraz etkilenmiş ve şüpheci bir şekilde Conan anahtarları denemeye başladı, anahtarların açmayacağını ve kadının alay ederek kahkaha atacağını bekliyordu. Anahtarın gerçekten, önce zinciri halkaya bağlayan kilidi sonra bileklerindeki kelepçelerin kilidini açmasıyla heyecanlandı. Kısmen özgür olmanın sevinciyle ayağa kalktı. Hemen parmaklıklı kapının kilidini açmak üzere fırladı, onu kurtaran cesur kız da heyecanla izliyordu.
“Kimsin sen? Neden bunu yapıyorsun?” diye sordu Conan.
“Ben Zenobia.” diye mırıldandı korkudan nefes nefese. “Kralın haremindeki sıradan kızlardan biriyim.”
“Tabii bu lanet bir tuzak değilse.” diye homurdanmaya devam ediyordu Conan. “Bu anahtarları bana getirmen için bir sebep göremiyorum.”
Kız boynunu eğdi, daha sonra kaldırdı ve Conan’ın şüpheli gözlerinin içine derin derin baktı. Siyah uzun kirpiklerinde küçük bir mücevher gibi gözyaşları parıldıyordu.
“Kralın haremindeki sıradan bir kızım ben sadece.” dedi mahcup ve alçak gönüllü bir tavırla. “Bana hiçbir zaman bakmadı bile ve muhtemelen bakmayacak. Onun masasındaki kemikleri sıyıran köpeklerden biriyim sadece onun için.”
“Ama ben süslü bir oyuncak değilim; etten kemikten bir insanım. Nefes alan, nefret eden, korkan, eğlenen, gülen ve âşık olan normal bir insanım. Ve size âşık oldum. Ah Kral Conan, sizi yıllar önce Kral Nimed’i ziyaretinizde Belverus sokaklarından şövalyelerinizle geçerken gördüm. Kalbim sizi görünce yerinden çıkacak gibi atmaya başladı ve sanki o gün, o sokakta, sizin atlarınızın ayakları altında ezildi.”
Konuştukça gözyaşları sular seller gibi akıyordu ancak kömür gözlerinde herhangi bir duraksama veya tereddüt yoktu. Conan hemen bir cevap vermedi; vahşi, hırslı ve asiydi. Ancak bir kadının saf ruhunu açması karşısında en yabani adam bile duygulanırdı.
Tekrar kafasını eğdi, hıçkırırken incecik bileklerini kırmızı dudaklarına bastırdı. Ancak birden kafasını kaldırdı ve içinde bulundukları durumu hatırladı, kara gözlerinde endişe vardı.
“Acele edin!” diye fısıldadı telaşla. “Saat gece yarısını geçti, gitmeniz lazım.”
“Ama anahtarları çaldığını öğrenirlerse senin derini yüzerler.”
“Kimse bilmeyecek. Sabah olduğunda siyahi bekçiler onlara kimin şarap verdiğini hatırlasalar bile sarhoşken anahtarları çaldırdıklarını kimseye itiraf edemezler. Bu kapıyı açan kilidi alamadım o yüzden diğer kapıdaki mağaradan geçmelisin. O kapının ardında seni nasıl bir tehlike bekliyor bilmiyorum ama bu hücrede durduğun sürece daha büyük bir tehlike altında olacağın kesin. Kral Taraküs döndü.”
“Ne? Taraküs mü?”
“Evet. Döndüğünü gizliyorlar ve kısa bir süre önce mağaraya inmişti ama büyük bir risk almış gibi ürkmüş ve beti benzi atmış bir hâlde geri çıktı. Yaveri Arideus’a söylerken duydum, Xaltotun’a rağmen senin ölmen gerektiğini düşünüyor.”
“Peki ya Xaltotun?” diye sordu, kızın korkusunu hissediyordu.
“Onun adını anma!” diye fısıldadı. “Şeytanlar isimlerinin anıldığını duyarlar. Köleleri onun sürgülü kapı ardındaki odasında yattığını söylüyor, siyah lotus çiçeği rüyalarını görüyormuş. Bence Taraküs bile içten içe ondan korkuyor yoksa seni çoktan öldürürdü. Yine de bu gece mağaraya inmişti ve Tanrı Mitra bilir orada ne halt ediyordu.”
“Merak ediyorum acaba Taraküs’ü benim hücreme bakmaya getiren şey ne olabilir?” diye mırıldandı Conan.
“Al bunu!” diye fısıldadı kız; demir parmaklıkların arasından bir şey uzatırken. Conan, heyecanlı bir şekilde aldı, daha önce kullandığı bir şey olduğu belliydi. “Çabucak şuradaki kapıdan geç, sola dön ve hücrelerin arasındaki koridordan taş merdivenlere kadar ilerle. Sakın hücrelerin önündeki yoldan başka yola sapma! Merdivenlerden çık ve yukarıdaki kapıyı aç, anahtarlardan biri o kapıya ait. Eğer Tanrı Mitra yardım ederse, o kapının önünde seni bekliyor olacağım.” Daha sonra kız, sessiz adımlarla karanlığın içinde uzaklaşarak kayboldu.
Conan omuzlarını silkti ve odanın diğer yanındaki kapıya yöneldi. Bu belki de Taraküs tarafından planlanmış bir tuzaktı ancak Conan için bir şeyler deneyerek bir tuzağın içine düşmek, âciz bir şekilde kaderine razı olmaktan daha iyiydi. Kızın verdiği şeyi inceledi ve bir hançer olduğunu anlayınca kurnazca güldü. Ne olursa olsun kızın ona bir hançer vermesinden pratik zekâlı biri olduğu belliydi. Küçük bir hançer değildi, sıradan bir şey olmadığı belliydi çünkü sapında mücevherler vardı ve altındandı. Şık bir hanımefendiye ait olabilecek bir silahtı. Tam anlamıyla bir savaşçı silahıydı; kırk santim uzunluğunda ve keskince bilenmişti, ucu bir elmas gibi parlıyordu.
Hâlinden memnun bir şekilde mırıldandı. Elinde böyle iyi bir hançer olması onu keyiflendirdi ve öz güveni arttı. Ne kumpas dönerse dönsün, ne tuzağı kurulursa kurulsun sonuçta bu bıçak gerçekti. Güçlü kollarındaki damarlar kana susamış vaziyette akmaya başladı.
İlerideki kapıyı anahtarlarıyla yokladı. Kapı kilitli değildi. Kapıyı kilitlediğini gördüğü siyahi nöbetçiyi düşündü. O sinsi gardiyan kapının sürgüsünü takmış olmalıydı ama kapı kilitli değildi. Kilitli olmayan kapı şüpheli bir durum yaratıyordu ancak Conan yine de duraksamadı. Parmaklıkları itekledi, zindandan karanlık koridora çıktı.
Daha önce tahmin ettiği gibi kapı herhangi bir koridora açılmıyordu. Ayağının altında yumuşak bir zemin hissetti, arkasında sağlı sollu hücreler uzanıyordu ancak geldiği tarafta başka bir şey göremiyordu. Ne çatı ne de başka bir duvar görebiliyordu. Ay ışığı yalnızca hücrelerin parmaklıklarını belli belirsiz gösteriyordu ve karanlığın içinde yok oluyordu. Onun kadar keskin gözlere sahip olmayan birisi muhtemelen bu küçücük ayrıntıyı bile göremezdi.
Sola döndü, hızlı ve sessiz adımlarla zindanların hizasında ilerlemeye başladı. Çıplak ayakları yumuşak zemin üzerinde pek ses çıkarmıyordu. Önünden geçtiği bütün zindanlara şöyle bir baktı, hepsi boş ama kilitliydi. Bazılarında kemik parçaları görür gibi oldu. Bu mağaralar acımasız bir dönemden kalma bir hatıraydı. Belverus, çok uzun zaman önce bir şehirden ziyade bir kaleyken inşa edilmişlerdi. Belli ki şu anki kullanımı da insanların sandığından daha yaygındı.
Loş ışıktan zar zor seçerek önünde yukarıya çıkan dik bir merdiven gördü, aradığı merdiven bu olmalıydı. Çömelerek hızlı hızlı merdivenden çıkmaya başladı.
Arkasında hareket eden bir şeyler hissetti, sessizce yürüyen hantal bir şeyin sinsi adımlarıydı ama bir insana ait değillerdi. Hücrelerin uzun sırasına doğru baktı, her birinin önünde yansıyan minik ışıktan başka bir şey göremedi. Ne gördüğünü kendi de anlayamamıştı ancak büyük bir şeydi ve bir insandan çok daha hızlı hareket ediyordu. Loş ışık ve gölgelerin arasında gidip geliyordu sanki. Esrarengiz bir durumdu, karanlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu.
Parmaklıkların sesi geliyordu çünkü o şey her neyse sırayla her kapıyı deniyordu. Sonunda Conan’ın çıktığı hücrenin kapısına geldi ve dokunmasıyla kapı açıldı çünkü kilitli değildi. Belli belirsiz hantal silüetin kapıdan çıktığını gördü, sonra o şey aniden kayboldu. Conan’ın elleri ve yüzü terlemeye başladı. Şimdi Taraküs’ün neden sinsice onun hücresine gelip daha sonra alelacele kaçtığını anlamıştı. Taraküs onun kapısını açmıştı, daha sonra da o cehennemsi mağaraların birinde duran gaddar bir yaratığın hücresini ya da kafesini.
O şey tekrar hücreden çıktı ve koridorda yürümeye başladı, şekilsiz kafası yere yakın duruyordu. Kilitli kapılara tekrar bakmadı. Conan’ın izini koklayarak sürüyordu. Biraz daha ilerledikçe onu daha net görebilmeye başladı, kocaman insana benzer bir vücudu vardı ancak bir insandan çok daha büyük ve ağırdı. Hafif öne doğru kambur bir vaziyette iki ayağının üzerinde yürüyordu. Rengi grimsi ve vücudu kıllıydı, kalın kürkü gümüş gibiydi. Yüzü çok iğrenç ve korkunç bir insan gibiydi, upuzun kolları yere kadar değiyordu.
Conan nihayet hücrelerdeki iliği çekilmiş ve parçalanmış kemiklerin nedenini anladı, mağaradaki bu yaratığın eseriydi. İnsan benzeri gri bir yaratıktı, Vilayet Denizi’nin doğusunda, dağlardaki ormanlarda dolaşan, acımasız, insan yiyen yaratıklardandı. Yarı mitolojik ama tamamıyla dehşet verici bir şekilde bu yaratıklar Hyboria efsanelerinin cinleriydi. Gerçek dünyada ise ormanlarda dolaşıp insanları öldüren ve yiyen dev canavarlar.
Varlığının kokusunu aldığını biliyordu Conan. Fıçı benzeri koca vücudu kısa bacaklarının üzerinde hızlıca yürüyordu. Uzun merdivene şöyle bir baktı ancak Conan, yukarı çıkana kadar yaratığın gelmiş olacağını biliyordu. Onunla çarpışmayı seçti.
Conan, ışıktan olabildiğince faydalanmak amacıyla ay ışığının hafifçe vurduğu hücrelerden birinin yakınına geçti. Çünkü yaratığın karanlıkta kendisinden daha iyi gördüğünü tahmin edebiliyordu. Canavar onu direkt gördü; uzun sarı dişleri karanlıkta parlıyordu ama herhangi bir ses çıkarmadı. Gecenin ve sessizliğin yaratıkları, Vilayet’in gri devleri dilsiz olurlardı. Ancak insana benzeyen iğrenç suratında korkunç bir sevinç belirmişti.
Conan tetikteydi, hareketsiz bir şekilde kendisine yaklaşan canavarı izliyordu. Hayatının tek bir saldırı hamlesine bağlı olduğunu biliyordu; ikincisi için ne bir şansı ne de zamanı olacaktı. Bu mücadeleden kurtulabilmek için ilk darbede canavarı öldürmeliydi. Kendisine yaklaşan bodur, kıllı, zırh gibi kalın göğsü olan iri cüsseye bakıyordu. Darbeyi direkt kalbine indirmeliydi, bıçağı vücudunun ölümcül olmayan bir yerine sokup kalın deriyle bıçağı köreltemezdi. Conan, tamamen odaklanmış, gözlerini, ellerini, kaslı vücudunu, korkunç yaratığa ölümcül hamleyi yapmak üzere hazırda tutarak bekliyordu. Yaratıkla direkt göğüs göğüse gelmeliydi ve öldürücü darbeyi indirmeliydi. Sağlam vücudunun gücüne yeterince güveniyordu.
Yaratık korkunç kollarını sallayarak ona doğru yaklaşınca üzerine doğru atıldı ve olanca kuvvetiyle hançeri soktu. Yaratığın kıllı göğsüne geçmiş hançerin sapına akan kanı hissetti. Daha sonra bıçağı çıkardı; yaratığın kafası öne düştü, bütün vücudu tek bir kütle gibi bir araya gelerek yığılmaya başladı. Conan kollarından kavradı ve canavarın karnına birkaç şiddetli tekme attı; kendisini yere yıkılan canavarın cüssesinden korudu.
Bir anlık sersemlikle bir deprem göçüğünün altında kalabilirmiş gibi hissetti. Birden farkına vardı, artık özgürdü ve yerde öylece uzanıyordu. Yanında da canavarın kocaman cansız bedeni yatıyordu; kırmızı gözleri tavana çevrilmiş, göğsünde hançerin sapı. Müthiş hamle tam yerini bulmuştu.
Conan, uzun bir mücadeleden çıkmış gibi nefes nefeseydi, bütün vücudu titriyordu. Bazı eklemleri çıkmış gibi hissediyordu. Yaratığın pençelediği yerlerden kan damlıyordu; kasları ciddi anlamda darbe almış ve yaralanmıştı. Eğer canavar bir saniye daha uzun yaşamış olsaydı muhtemelen Conan’ı paramparça ederdi. Ancak Kimmeryalının olağanüstü kuvveti yerindeydi, bir anlık hamle onu kurtarmıştı. Conan’ın yerinde ufak tefek herhangi bir adam olsaydı devin yıkılan bedeni altında can verirdi.

ALTINCI BÖLÜM
BIÇAK DARBESİ
Conan eğilip canavarın göğsündeki bıçağı çıkardı. Sonra hızlı adımlarla merdivenden yukarı çıktı. Karanlığın içinde başka ne yaratıklar var tahmin bile edemiyordu ama öğrenmek de istemiyordu. Bu ani ve hızlı çarpışma, güçlü Kimmeryalı için bile fazla yorucuydu. Ay ışığı yansımaları aşağıda kaldıkça ortalık daha da kararıyordu, merdivenleri endişeli adımlarla çıktı. Kapıya ulaştığında rahatladı ve derin bir oh çekti, hemen anahtarı kilide soktu. Kapıyı yavaşça açtı, her an bir düşman veya yaratık saldırısına uğrayacağını düşünerek tedirginlikle dışarıyı kolaçan etti.
Önünde yine loş ışıkla aydınlatılmış taş bir koridor vardı ve kapının önünde yine o ince uzun silüet… “Efendim!” Cılız, titrek bir sesti. Biraz korku biraz da rahatlama hissiyle bağırmıştı. Kadın, Conan’ın yanına gitti, sonra utandı ve duraksadı.
“Kanıyorsunuz!” dedi kadın. “Yaralanmışsınız!”
“Bir bebeğin bile canını yakmayacak çizikler sadece. Senin verdiğin silah işe yaradı. Eğer o olmasaydı Taraküs’ün maymunu şu an benim kemiklerimdeki ilikten kendine ziyafet çekiyor olurdu. Şimdi ne yapacağız?”
“Beni takip et.” diye fısıldadı kadın. “Şehrin çıkışına kadar götüreceğim seni. Orada gizlice götürdüğüm bir atım var.”
Önden yürüyerek koridorda ilerlemeye başladı kadın ancak Conan koca elleriyle kadının nazik omuzuna elledi ve “Yanımdan yürü.” diye yönlendirdi onu yavaşça; güçlü koluyla kadının nazik belini kavradı. “Şimdiye kadar bana dürüst oldun bu doğru, ben de sana inanmak zorundaydım. Ancak ben bu zamana kadar kadın ya da erkek hiç kimseye güvenmediğim için hayatta kalabildim. Yani, eğer bana bir yanlış yapacak olursan tadını çıkaracak kadar yaşayamazsın bile.”
Kadın ne kanlı hançerden ne de kaslı vücudun kendi nazik bedenini sarsmasından ürktü.
“Eğer sana bir yanlışım olursa acımasızca öldür beni.” diye yanıtladı. “Senin kollarını vücudumda hissetmek, tehditkâr bir amaçla olsa bile bir rüyanın gerçekleşmesi benim için.”
Dar koridorun sonunda bir kapı vardı, kadın kapıyı açtı. Dışarıda bir başka siyahi gardiyan yerde yatıyordu. İpek, siyah bir çarşaf giyinmiş iri yarı bir adamdı ve yanında da yere düşmüş sancağı ve kılıcı vardı. Hareket etmiyordu.
“İçkisine ilaç koydum.” diye fısıldadı ve adamın vücudunun etrafından dolaşarak geçti. “Bu, mağaranın en dışındaki son gardiyandı. Daha önce buradan kimse kaçamadı, kaçmayı denemedi bile. O yüzden sadece bu siyahi gardiyanlar bekçilik ediyor. O kadar köle içinden sadece bunlar Xaltotun’un getirdiği tutsağın Kral Conan olduğunu biliyorlardı. Diğer bütün kızlar uyuduğunda avluya bakan bir camdan bütün gece uykusuz kalarak olan biteni izlerdim. Batıda bir savaş olduğunu biliyordum ve senin için çok endişeleniyordum.”
“Bir gece karanlıkta kara gardiyanların yukarıyla birini taşıdığını gördüm ve meşalenin ışığından sen olduğunu anladım. Sonra sarayın bu tarafına geçtim ve seni mağaraların olduğu tarafa taşıdıklarını gördüm. Gece yarısından önce buraya gelme cesaretini gösteremedim. Xaltotun’un odasında bütün gece uyuşmuş bir şekilde yatmış olmalısın.”
“Ah, neyse, biz dikkatli olalım! Sarayda bu gece garip şeyler oluyor. Köleleri Xaltotun’un sık sık olduğu gibi siyah lotus uykusunda olduğunu söylediler ama şu an Taraküs de sarayda. Yolculuktan toza toprağa karışmış bir örtüye sarınmış vaziyette gizlice arka kapıdan girdi, yanında da yalnızca sinsi yaveri Arideus vardı. Nedenini anlayamıyorum ama korkuyorum.”
Dar, sarmal bir merdivene geldiler ve merdivenden çıktılar. Kızın kenara ittirdiği dar bir panelden geçtiler. Onlar geçtikten sonra kız paneli tekrar yerine kaydırdı ve panel, işlemeli duvarın bir parçası oldu. Şimdi daha ferah bir koridordalardı; halılar ve duvarlarda asılı kilimler vardı, tavandan sarkan avizeler altın rengi ışık saçıyordu.
Conan, dikkatlice kulak verdi ama sarayda hiç ses yoktu. Sarayın neresinde olduklarını ya da Xaltotun’un odasına nasıl gideceğini bilmiyordu. Kız, Conan’la koridorda ilerlerken tir tir titriyordu, nişin arasına asılmış ipek bir kilimin yanında duraksadılar. Kilimi kenara çekerek Conan’a nişin arasına geçmesini söyledi ve fısıldayarak: “Burada bekle! Şuradaki kapının arkasında gece ya da gündüz fark etmeden köleler ya da harem ağaları bekliyor olabilir. Ben önden gidip uygun mu değil mi diye kontrol edeyim.” dedi. Conan hemen yine şüpheci tavrını takındı. “Beni bir tuzağın içine mi sürüklüyorsun?”
Kız gözyaşları içinde dizlerinin üzerine yığıldı, kralın koca elini sımsıkı kavradı ve “Ah efendim! Ne olur bana güvenin artık!” dedi. Kızın sesi âciz bir tedirginlikle titriyordu. “Eğer şu an benden şüphelenirseniz kaybederiz! Neden size ihanet etmek için sizi mağaranın dışına kadar çıkarayım?”
“Peki, öyle olsun.” diye mırıldandı Conan. “Sana güveniyorum ama yine de lanet olsun ki bunca yıllık alışkanlığımı bir kenara atamıyorum. Taraküs’ün bütün askerlerini üzerime salsan da sana zarar vermem artık. Sen olmasaydın o korkunç yaratık beni zincirlere bağlı ve silahsızken bulacaktı. İstediğini yap kızım.”
Kız ellerinden öptü, kıvrakça ayağa kalktı. Koridorun sonuna doğru çift kanatlı ağır kapıdan geçmek üzere yürüdü.
Conan arkasından bakarken ona güvendiği için aptal olup olmadığını sorguluyordu, daha sonra omuzlarını silkti ve halıdaki kilimleri önüne doğru çekerken kendisini gizledi. Tutkulu genç bir kadının Conan için hayatını tehlikeye atması garip bir şey değildi, böyle şeyler daha önce de başına gelmişti. Pek çok kadın ona gezgin zamanında, krallık zamanında da hayranlık duymuştu.
Ancak hiçbir şey yapmadan orada öylece bekleyemedi. İçgüdülerini dinleyerek nişi incelemeye, başka bir çıkış olup olmadığına bakmaya başladı ve bir tane buldu. Yine kilimli duvarlardan oluşan dar, loş bir koridordu; ucundaki kapıdan hafif bir ışık yansıyordu. Kapıyı incelerken diğer tarafta başka bir kapının açılıp kapanma sesini duydu, ardından da birtakım konuşma sesleri geldi. Seslerden bir tanesi Conan’a çok tanıdık gelmişti ve bunu fark ettiğinde yüzünde sinsi bir ifade oluştu. Hiç tereddüt etmeden koridora doğru bulduğu çıkıştan süzüldü ve kapının yanına avını bekleyen sinsi bir hayvan gibi çöktü. Kapı kilitli değildi, hızlı ve dikkatli bir hamleyle kapıyı açtı; sonucunda başına neler gelebileceği umurunda bile değildi.
Duvardaki kilimler onu gizliyordu ancak kilimlerin arasındaki küçücük deliklerden mum ile aydınlatılmış bir odaya baktı. Odada iki adam vardı. Bir tanesi deri yeleği ve eski püskü bir pelerini andıran kıyafetiyle sinsi bir hayduttu, diğeri ise Nemedya Kralı Taraküs.
Taraküs huzursuz gözüküyordu. Beti benzi atmıştı ve sanki her an bir ses duyacak ya da bir şey görecekmiş gibi etrafını kolaçan ediyordu.
“Bir an önce git hadi.” diyordu. “Şu an uyuşturulmuş ve derin bir şekilde uyuyor ama ne zaman uyanacağını kestiremiyorum.”
“Taraküs’ün ağzından böyle ürkek sözler duymak garip.” diye mırıldandı yanındaki ses.
Kral kaşlarını çattı.
“Sıradan bir adamdan asla korkmam, sen de gayet iyi biliyorsun. Ama Valkia’da yıkılan kayalıkları gördüğüm zaman, hayata döndürdüğümüz bu adamın basit bir şarlatan olmadığını anladım. Onun gücünden korkuyorum çünkü daha neler yapabileceğini tahmin edemiyorum. Ancak gücünün, ondan çaldığım uğursuz şeyle bir şekilde bağlantısı var. Sonuçta onu hayata döndüren oydu, büyülerinin kaynağı da o olabilir.”
“O şeyi çok iyi saklamış; bir köleye, gizlice onu nereye sakladığını bulması için emir verdim. Altın bir sandığın içine koyduğunu görmüş ve sandığın nerede olduğunu da biliyor. Yine de ben olsam onu çalmaya cesaret edemezdim çünkü siyah lotus uykusundaki Xaltotun’un kendisi bile olmayabilir.”
“Bence gücünün bütün sırrı o. Orastes, Xaltotun’u onunla hayata döndürdü. Eğer temkinli olmazsak onu kullanarak bizi kölesi yapacak. Yani sana söylediğim gibi o taşı al ve denize at. Karadan çok uzaklarda bir yerde yap ki fırtınalar ve dalgalarla tekrar kıyıya vurmasın. Karşılığını alacaksın.”
“Ben de.” diye mırıldandı haydut. “Ben de size bir altından fazlasını borçluyum; size büyük bir şükran borçluyum. Hırsızlar da kıymet bilir ve minnettar olabilirler.”
“Neyse ne, bana borçlusun işte.” diye cevap verdi Taraküs. “O şeyi denize attığın zaman ödemeni alacaksın.”
“Kordava’dan demir alıp Zingara’ya doğru gideceğim.” diye söz verdi. “Bir daha da asla Argos’a gelmeyeceğim, bu cinayet konusu yüzünden…”
“Neyse ne umurumda değil, geçti gitti. Burada, avluda bir at bekliyor seni. Çabuk, çabuk git!”
Aralarından parlak, alev topuna benzer bir şey geçti. Conan sadece bir kısmını görebildi. Daha sonra haydut kafasına gözlerine kadar inen bol bir şapka taktı, pelerinin altına iyice gizlendi ve odadan çıktı. Arkasındaki kapı kapanınca Conan, damarlarında akan kanın yıkıcı öfkesiyle hareket etti. Öfkesini olabildiğince kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Düşmanına bu kadar yakın olmak vahşi içgüdülerini kudurtuyor, bütün dikkatini bastırıyordu.
Taraküs tam içerideki kapıdan çıkacaktı ki Conan, kilimlerin arasından kana susamış bir panter gibi odaya fırladı. Taraküs arkasını dönüp saldırganı fark edene kadar Conan onu çoktan bıçaklamıştı.
Yara ölümcül değildi çünkü Conan bıçağı istediği gibi saplayamamıştı. Odaya birden atılınca perdelerden biri ayağına dolandı. Bıçak Taraküs’ün omzundan boynuna doğru girdi ve kral çığlık atmaya başladı.
Conan’ın birden içeri atılması ve bıçaklanmanın etkisiyle Taraküs odanın gerisine savruldu, masanın üzerine doğru devrildi ve masadaki mumlar söndü. Conan’ın ani hareketi yüzünden ikisi de yere düşmüştü ve yerdeki perdeye dolanmış, kurtulmakla uğraşıyorlardı. Conan karanlıkta rastgele bıçak sallıyordu, Taraküs ise panikle bağırıyordu. Taraküs’e can havliyle bir enerji geldi, perdeyi yırttı. Karanlıkta tökezleye tökezleye korkuyla bağırıyordu:
“Yardım edin! Muhafızlar! Arideus! Orastes, Orastes!”
Conan da yerdeki perde yığını ve kırık masa parçalarından kendini kurtardı ve hiddetle ayağa kalktı. Gözünü kan bürümüş bir vaziyette küfürler ediyordu. Kafası biraz karışmıştı çünkü sarayda neyin nerede olduğunu hiç bilmiyordu. Taraküs’ün bağırışları karanlıkta hâlâ yankılanıyordu, acı acı haykırış sesleri geliyordu. Nemedyalı karanlıkta kaçmıştı ancak Conan ne tarafa gideceğini bilmiyordu. Kimmeryalının intikam ateşiyle parlayan ani saldırı girişimi başarısız olmuştu ve şimdi tabii eğer yapabilirse, kendisini saklaması gerekiyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/robert-e-howard-2/ejderhanin-saati-kahraman-conan-69429556/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Altın tellerle dokunmuş kumaş. (ç.n.)
Ejderhanın Saati  Kahraman Conan Robert E. Howard
Ejderhanın Saati / Kahraman Conan

Robert E. Howard

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kimmeryalı Conan… Akilonya’ya bileğinin gücüyle kral oluyor zira soylu değil. Halkına karşı son derece adil, müşfik bir kral o. Ve dostundan çok düşmanı var. Hem büyük savaşçı hem de zeki ve kurnaz biri olsa da o devirler karanlığın, büyünün, melekten çok şeytanın devirleri… Gizemli taş Ahriman’ın Kalbi sayesinde büyücü Xaltotun’u üç bin yıllık uykusundan uyandıran ve ondan yardım isteyen düşmanları bakalım bu kez Conan’ı alt edebilecek mi? Kılıç ve Büyü türünün yaratıcısı, çok genç yaşta hayata veda eden Robert Howard’ın eşsiz karakteri Conan’la yine olağanüstü bir macera… "Haber güneyden geldi. Gece rüzgârı fısıldadı, kargalar gakladı ve zalim yarasalar baykuşlara bildirdi, sonra da eski yıkıntılarda pusuya yatmış yılanlar öğrendi. Kurt adamlar, vampirler, geceleri dolaşan siyah şeytanlar da öğrendiler. Uyuyan Gece uyandı ve ağır yelesini savurdu, derin karanlıklarda çalındı davullar ve garip çığlıklar geceleri dolaşan adamları ürküttü. Ahriman’ın Kalbi’nin, esrarlı kaderini tamamlamak için geri döndüğünü haber aldı herkes."

  • Добавить отзыв