Asi Ruhlar

Asi Ruhlar
Halil Cibran
Okurların gönlünde "Ermiş"le taht kuran Lübnanlı büyük yazar ve şair Halil Cibran, "Asi Ruhlar"da dört kısa hikâyeyle karşımıza çıkıyor. Birbirinden bağımsız bu dört hikâye, özü itibarıyla kendisinden öncekini tamamlayan bir nitelik arz ediyor. Her hikâye, uyanışın farklı bir yönünü ele alıyor. Cehaletin, törenin ve zorbalığın korkuyla sindirdiği insanoğlu, bir gün başını kaldırıp bu makûs talihe isyan ederse ne olur? Foyasını açığa çıkardıkları bu duruma nasıl tepki gösterir? Arkasında kendisini destekleyen birilerini bulabilir mi? Hacminin küçüklüğünün bir çırpıda okunabilir kıldığı Asi Ruhlar, içeriğinin derinliğiyle kolay kolay unutulmayacak, kesif ve mükellef bir eser… "Özümü kucaklayan ruha, kalbime acısını döken yüreğe, duygularımın meşalesini yakan ele bu kitabı takdim ederim." Halil Cibran

Halil Cibran
Asi Ruhlar

Halil Cibran, 6 Ocak 1883 yılında Lübnan’ın Bişerri kasabasında Maruni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Vergi toplama görevini yürüten babası, bir arkadaşı zimmetine para geçirdiği iddiası ile tutuklanınca onunla birlikte cezaevine atıldı ve malları müsadere edildi. Ailenin huzurunun bozulması ile birlikte Halil Cibran, 1895’te annesi ve kardeşleri ile birlikte Amerika’ya göç etti. Annesi terzilik yaparken kendisi Boston’da bir okula başladı. Okulda Cibran’ın yaratıcılığını fark eden öğretmeni onu yayıncı ve fotoğrafçı F. Holland Day ile tanıştırdı. Cibran, Beyrut’taki Collège de la Sagesse isimli okula yazılmak için on beş yaşında iken ailesinden ayrılarak memleketine geri gönderildi.
Cibran’ın çizimleri ilk defa 1904’te Boston’daki Day’s stüdyosunda sergilendi ve ilk Arapça kitabı 1905 yılında New York’ta yayımlandı. Halil Cibran yeni tanıştığı yardımsever Mary Haskell’in maddi desteğiyle 1908 ile 1910 yılları arasında Paris’te sanat bölümünü bitirdi. Fransa’dayken Jön Türk Devrimi’nden sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndaki isyana destek veren Suriyeli siyasi mütefekkirler ile tanıştı. Cibran’ın Antiklerikalizm ideolojisi içeren bazı yazıları Osmanlı yetkilileri tarafından yasaklandı.
Düşünceleri ve eserleri ile tüm dünyada geniş yankı uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilen yazar, aynı zamanda başarılı bir ressamdı. Hem kalemini hem de fırçasını ustalıkla kullanan Cibran’ın bazı resimleri günümüzde pek çok yerde sergilenmeye devam etmektedir. Hayatının yaklaşık son yirmi yılını ABD’de geçiren yazar, 10 Nisan 1931’de vefatına kadar eserlerini İngilizce yazmıştır.
Eserleri:
Kırık Kanatlar, Haberci, Gezgin, Deli, Ermiş, Ermişin Bahçesi, İnsanoğlu İsa, Sözler, Dünya Tanrıları, Asi Ruhlar, Kum ve Köpük Avare, Gönül Sırları, Aforizmalar, Tanrı Elçisi, Lazarus ve Aziz Dostu&Haberci, Sus Kalbim.
Yasemin Başaran, 14 Nisan 1999 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi. İlkokul ve ortaokulu Yenikent’te tamamladı, lise öğrenimine Ufuk Arslan Anadolu Lisesinde devam etti. Lisede dil bölümünde okudu. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Mütercim Tercümanlık (Arapça) Bölümünden 2022 yazında mezun oldu. Üniversite hayatı boyunca çeşitli faaliyetlerde yer aldı ve stajını bir çeviri bürosunda yaptı.
Özümü kucaklayan ruha, kalbime acısını döken yüreğe, duygularımın meşalesini yakan ele bu kitabı takdim ederim.


VERDE HANIM
Bir genç kızı seven, onu hayat arkadaşı olarak seçen, alın terini, sevgisini ayaklarının altına seren, bütün emeğinin meyvesini ve gayretinin kazancını ona sunan ancak birden, gece gündüz mücadele ederek kalbini kazanmaya çalıştığı kadının; sevginin sırlarıyla mutlu olmak, duygularından faydalanmak için kalbini bir başka erkeğe karşılıksız verdiğini gören bahtsız bir adam! Kendisini mal mülk ve hediyelere boğan, onurla, samimiyetle giydiren ancak sevginin ateşiyle kalbine dokunamayan, Tanrı’nın bir erkeğin gözlerinden bir kadının kalbine akıttığı şarapla ruhunu doyuramayan bir adamın evinde gençlik gafletinden uyanan, bahtsız bir kadın!
***
Raşit Numan Bey’i gençliğimden beri tanırdım. Beyrut’ta doğup büyümüş bir Lübnanlıydı. Geçmiş zaferlerin anısını koruyan köklü ve zengin bir aileden gelmekteydi. Atalarının asaletini gösteren olayları, onların yaşam tarzını, inançlarını, geleneklerini yaşatarak Doğu’nun semasında kuş sürüsü gibi süzülen Batı gelenek ve modasını taklit etmeye kendini adamış biriydi. Raşit Bey, temiz kalpli ve asil bir karaktere sahipti. Ancak birçok Suriyeli gibi olayların ötesiyle ilgilenmez, yüzeysel şeylerle ilgilenir ve kalbinin sesine kulak vermez, aksine çevresinden gelen sesleri dinleyerek duygularını meşgul ederdi. Var olmanın gerçekliğini anlamak yerine, hayatın sırlarına karşı kör eden aldatıcı zevklerle oyalanırdı. İnsanlara olan sevgisini, nefretini çabucak gösteren sonra da bağışlamak yerine pişmanlığın alay ve eğlence konusu olduğu bir ortamda, iş işten geçtikten sonra pişman olan adamlardandı. Tüm bunlar, evlilik hayatını bir nimete dönüştüren gerçek aşkın gölgesinde kendi ruhunu kucaklamadan önce Raşit Numan Bey’i Verde Hanım’a yakınlaştıran ahlaki özelliklerdi.
***
Birkaç yıl Beyrut’ta yoktum. Geri döndüğümde Raşit Numan Bey’i ziyaret ettim. Onu solgun ve zayıflamış buldum. Kederli yüzündeki gözlerinden çıkan acı dolu bakışlar ve göğsündeki baskıyla, ruhunun derin üzüntüsü hakkında sakince konuşuyordu. Çevresindekilere sordum, zayıf düşmesinin ve keyifsizliğinin sebebini bulamadım. En sonunda dayanamayıp kendisine sordum:
“Ne oldu sana be adam? Yüzüne bir kıvılcım gibi yayılan neşen nerede? Gençliğindeki o neşe nereye gitti? Ölüm sevgili bir dostunu elinden mi aldı? Yoksa aydınlık günlerde biriktirdiğin servetini kara geceler mi çaldı? Söyle bana, bedenini zayıf düşüren, ruhunu kucaklayan bu keder de ne?” Sanki güzel günlerde yaşadığı anıları canlandırmışım gibi üzüntüyle baktı. Sonra çaresizlik ve umutsuzluk dolu, titreyen bir sesle yanıtladı beni:
“Bir insan çok sevdiği bir dostunu kaybederse etrafına dönüp şöyle bir baktığında birçok dost bulur, sabreder ve teselli bulur. Bir insan servetini kaybederse durup biraz düşündüğünde mal kazanacak çabayı kendisinde bulur, kaybettiği malı geri kazanır ve olanları unutur. Ancak bir insan kalbinin huzurunu kaybederse onu nerede bulabilir ve yerine ne koyabilir? Ölüm elini uzatıp seni sertçe tokatladığında acı çekersin. Fakat bir gün bile geçmeden yaşamın narin parmaklarının yumuşak dokunuşlarını tekrar hissettiğinde, gülümser ve neşene kavuşursun. Kader ansızın karşına çıkıp korkunç yuvarlak gözlerini üzerine diker, keskin tırnaklarıyla boğazına yapışır, seni yerlere serer ve demirden ayaklarıyla çiğner, sonra güler ve yürüyüp gider. Çok geçmeden pişmanlıkla geri döner, affetmeni ister. İpeksi elleriyle seni kendine çeker ve senin için umudun şarkısını söyleyip kurtarır seni. Sen hayallerine tutunmuş umutlarınla yaşarken sayısız talihsizlikler, acı dolu dertler, gece hayaletleri gibi üzerine çöker ve güneşin doğuşuyla yok olur. Fakat bu dünyadaki nasibin sevdiğin bir kuşsa onu yüreğindeki tohumlarla besler, göz bebeğindeki ışıkla sularsın. Göğsünü kafes, ruhunu yuva yaparsın. Sen kuşunla ilgilenip aydınlık ruhunla tüylerini okşarken onun ellerinden kaçıp bulutların üzerinde süzülerek uçtuğunu, başka bir kafese konduğunu ve bir daha geri gelmediğini gördüğünde ne yaparsın be adam? Söyle bana, ne yaparsın, sabır ve teselliyi nerede bulursun? Umutlarını, düşlerini nasıl yaşatırsın?” Raşit Bey acı içinde boğuk bir sesle son sözlerini söyledikten sonra rüzgârdaki bir kamış gibi titreyerek ayaklarının üzerinde durdu. Kasılmış parmaklarıyla bir şeyi yakalayarak parçalamak ister gibi ellerini öne uzattı. Kan yüzüne fırlamış ve buruşuk tenini koyu bir renge boyamıştı. Gözleri büyümüş, göz kapakları donmuştu. Sanki kendisini öldürmek isteyen bir iblis görmüş gibi kısa bir süre dalmıştı. Sonra mimikleri hızla değişmiş, zayıf bedenindeki öfke ve hiddet acıya dönüşmüştü. Bana baktı ve gözyaşları içinde:
“O kadın, yoksulluk ve kölelikten çekip kurtardığım, bütün varımı yoğumu adadığım, paha biçilmez mücevherler, güzel elbiseler, takılarla, at arabalarıyla sayemde bütün kadınların kıskandığı o kadın!.. Tüm kalbimle sevdiğim, duygularımı ayaklarının altına serdiğim, ruhumu verdiğim ve hediyelere boğduğum o kadın!.. Bir dost, sadık bir hayat arkadaşı ve vefalı bir koca olduğum o kadın bana ihanet etti. Beni terk etti. Birlikte yoksulluğun gölgesinde yaşamak, utançla yoğrulmuş ekmekten yemek, utanç ve günahla karıştırılmış sudan içmek için başka bir adamın evine gitti. Sevdiğim kadın, yüreğimdeki tohumlarla beslediğim, göz bebeğimdeki ışıkla suladığım, onun için göğsümü kafes, ruhumu da yuva yaptığım kadın elimden gitti. Dikenli dallarla örülmüş başka bir kafese uçtu, diken ve böcek yemek için, zehir içmek için… Tutkumun ve aşkımın cennetinde yaşayan o melek şimdi bana, günahlarımın bedelini ödemem, suçlarımın acısını çekmem için beni yalnız bırakmış korkunç bir şeytan gibi görünüyor.” dedi. Kendini gizlemek istercesine yüzünü avuçlarının arasına alarak sustu. Derin bir iç çekerek: “Bütün söyleyebileceğim bu. Artık bana daha fazlasını sorma. Başıma gelen bu musibeti insanlara anlatma. Bırak dilsiz kalsın. Kim bilir belki sessizce büyüyerek beni öldürür ve huzura kavuşturur.” dedi. Gözlerimde yaşlar, kalbimde acıyla olduğum yerden kalktım. Ne sözlerimde yaralı kalbini teselli edecek bir anlam ne de bilgimin karanlık ruhunu aydınlatacak bir meşalesi vardı. Bu yüzden sessizce veda ettim.
***
Verde Hanım ile ilk kez, çiçeklerle ve ağaçlarla çevrili, virane bir evde karşılaştım. Adımı, kalbini ayaklarının altına alıp acımasızca ezdiği, hayatın toynakları arasında ölü olarak terk ettiği adamın, Raşit Bey’in evinde duymuş olmalıydı. Parlak gözlerini gördüğümde ve kadife sesini işittiğimde kendi kendime düşündüm: “Bu mu o kötü kadın? Bu temiz yüz mü karanlık bir ruhu ve suçlu bir kalbi gizliyor? Bu kadın mı sadakatsiz bir eş? Bu kadın mı bir kuş bedenine bürünmüş korkunç bir yılan gibi tasvir ederek hakkında birçok kez ithamda bulunduğum?” Sonra kendime gelerek sessizce fısıldadım: “Bu adama, bu güzel yüz acı çektirmediyse kimdi öyleyse? Görülen güzelliğin birçok gizli ve korkunç felakete, acı veren derin hüzünlere sebep olduğunu hiç duymamış mıydık? Şairlere ilham veren ay değil miydi, metcezirle durgun bir denizi harekete geçiren…”
Sandalyelerimizde otururken Verde Hanım düşüncelerimi işitmiş gibi duruyordu. Şaşkınlığım ve şüphelerim arasındaki mücadele uzun sürmedi. Güzel yüzünü ellerinin arasına alarak ney gibi yumuşak bir sesle: “Daha önce sizinle karşılaşmadım beyefendi. Ancak insanların ağızlarında dolaşan düşüncelerinizin ve hayallerinizin yankısını işittim. Sizi mazlum kadınlara acıyan, güçsüz kadınlara karşı şefkatli, kadınların duygu ve düşüncelerini bilen biri olarak tanıdım. Bunun içinde kimsenin görmediği şeyleri görmeniz ve insanlara ‘Verde Hanım kocasına ihanet eden alçak bir kadın değildir.’ diyebilmeniz için kalbimi ve içindekileri size açmak isterim. Kader beni kırklarında olan Raşit Numan Bey’e götürdüğünde on sekizime yeni yaklaşmıştım. Bana âşık oldu. İnsanların da dediği gibi yüce bir duyguyla bana yaklaştı. Birçok hizmetçisi olan muhteşem evinde beni karısı, evinin hanımı yaptı. İpek elbiseler giydirdi, başımı, boynumu, bileklerimi değerli mücevherlerle süsledi. Dostlarının ve tanıdıklarının evlerinde eşsiz bir şahesermişim gibi sergiledi beni. Yaşıtlarının beğenerek güzel bulduklarını görünce başarı ve zafer kazanmış gibi gülümserdi. Arkadaşlarının karılarının benimle ilgili gıptayla konuştuklarını duyduğunda övünerek gururla başını kaldırırdı. Ancak birilerinin ‘Bu, Raşit Bey’in kızı mı yoksa evlatlık edindiği kızı mı?’ ya da başka birinin ‘Raşit Bey gençken evlenseydi ilk doğacak çocuğu, Verde Hanım’dan yaşça daha büyük olurdu.’ gibi sözlerini duymadı. Bütün bunlar, henüz gençliğin derin uykusundan uyanmadan, Allah kalbimdeki sevgi meşalesini tutuşturmadan, göğsümdeki sevgi tohumları filizlenmeden önce olup bitmişti. Evet, her şey, sonsuz mutluluğun bedenimi saran güzel bir elbiseden, beni taşıyan şatafatlı bir arabadan, etrafımı saran pahalı eşyalardan ibaret olduğunu zannettiğim zamanlarda oldu. Ancak uyandığımda, aydınlığa gözlerimi açarak uyandığımda, göğsümde yanan kutsal ateşin göğsümü yakıp ruhsal açlığın kalbimi sıkıca kavrayarak bana acı verdiğini hissettiğimde, uyanıp da kanatlarımın hareket ettiğini, beni aşkın semasına uçurmak istediğini gördüğümde, henüz anlamını bile bilmediğim prangaların, bedenimi bağlayan zincirlerin karşısında âcizlikten titreyerek sarsıldığımda, uyanıp da bütün bunlarla tanıştığımda, anladım ki bir kadının mutluluğu, ne bir erkeğin görkemi egemenliği ne de cömertlik ve yumuşaklığıdır. Tam tersine gerçek mutluluk, ruhları birleştiren, duygularını ciğerine döken, hayat yolunda ikisini tek bir parça, Allah’ın iradesi ile tek bir kelime yapan aşktır. Bu acı gerçek gün yüzüne çıktığında, kendimi Raşit Numan Bey’in evinde, onun ekmeğini yiyen ve gecenin karanlığında gizlenen bir hırsız gibi gördüm. Anladım ki yanında geçirdiğim her gün, yer ve gök önünde yüzümü yakan, ikiyüzlülükle kaplanmış korkunç bir yalandı. Çünkü cömertliğine ve içtenliğine karşı, duygularımı veremedim ona. Onu sevmeyi öğrenmek için çok çabaladım fakat öğrenemedim. Çünkü sevgidir kalplerimizi ortaya çıkaran güç, sevgiyi ortaya çıkaran kalplerimiz değildir. Sonra gecelerin sessizliğinde, hayat arkadaşı olarak seçtiği bu adamı bana sevdirmesi, onu bana yakınlaştırması için Allah’a boş yere dua edip yalvardım. Allah duama cevap vermedi. Ben o adamın evinde özgür tarla farelerine gıpta ederken hemcinslerim zindanıma imrenerek bakıyordu. Açlık ve susuzluktan her gün ölen kalbimin yasını tutarak tam iki yıl kaldım o evde. O karanlık günlerin birinde, karanlığın arkasından baktığımda, hayat yolunda yalnız yürüyen, bu sefil evde kâğıtları ve kitapları arasında tek başına yaşayan bir gencin gözlerinden süzülen hoş bir ışık gördüm. Ben de o ışığı görmemek için gözlerimi kapattım ve kendi kendime dedim ki: ‘Nasibine düşen kabir karanlığıdır, sakın aydınlığı umma.’ Sonra güzel bir şarkı duydum, cennetten çıkma saflığı ile yaralı kalbimi canlandıran. Kulaklarımı tıkayarak: ‘Nasibin cehennem çığlığı, şarkılar senin neyine!’ dedim. Görmemek için gözlerimi, duymamak için kulaklarımı kapattım. Ancak kapalı gözlerim o ışığı görmeye devam ediyor, kulaklarım hâlâ o sesi duyuyordu. İlk bakışta, kralın sarayının yakınında bir mücevher bulan fakat korkusundan alamayan, ihtiyacı olduğu için de bırakıp gidemeyen bir fakir gibi korkuya kapıldım. Susuz kalıp ormanın yırtıcıları ile çevrilmiş tatlı bir su pınarı gördüğünde, kendini yere atarak sabırsızca suyu gözleyen susamış biri gibi ağladım.” Verde Hanım bir dakika sessiz kaldı ve gözlerinin önüne dikilmiş geçmişle yüzleşmeye cesaret edememiş gibi iri gözlerini kapattı. Sonra bana dönerek şöyle dedi:
“Bu insanlar ebediyetten geliyorlar ve gerçek hayatın tadını almadan geri gidiyorlar. Bu insanlar, bir tarafta kendi iradesiyle sevdiği erkek, diğer tarafta yeryüzünün yasaları ile evlendiği erkek arasında kalan bir kadının acılarını anlayamazlar. Kadının gözyaşı ve kanıyla yazılmış, erkeğin gülerek okuduğu acı bir trajedidir bu. Çünkü anlamaz, anlarsa gülüşü şiddet ve gaddarlığa dönüşürdü. Sinirinden eline ne geçerse kadının kafasını fırlatır, kulaklarını küfür ve beddualarla doldururdu. Henüz evliliğin ne olduğunu bilmeden kendini kocası olarak tanıdığı bir adamın yatağında bulan ancak ruhunun, tüm kalbiyle ve aşkla sevdiği bir başkasına doğru dalgalandığını gören her kadının içinde yaşayan kara gecelere benzer. Kadında zaafın, erkekte gücün zuhur etmesi ile başlayan ve ancak zayıfın kuvvetliye esir olmasıyla sona erecek korkutucu bir çekişmedir bu. İnsanların yozlaşmış kanunları ile kalbin kutsal duyguları arasında büyük bir savaştır bu. Ben dün bu savaşa itilmiş, neredeyse bitkin düşüyor, gözyaşlarımla eriyordum. Ancak kalktım ve hemcinslerimin de korkusu olan bu şeyi üzerimden söküp attım. Kanatlarımdaki zayıflık ve teslimiyet bağlarını kırarak ‘aşk ve özgürlüğe’ uçtum. Ben şimdi bu adamın yanında mutluyum. Dünyada hiçbir kuvvet, anlayışla sarılan ve aşkla gölgelenen iki ruhun kucaklaşmasından doğan mutluluğumu çekip alamaz benden.”
Verde Hanım, sanki sözlerinin duygularım üzerindeki etkisini görmek, göğsümde sesinin yankısını işitmek için gözleriyle göğsümü delercesine anlamlı bir bakış attı. Sözünü kesmemek için sustum. Acı anılarla kurtuluşun tatlılığının birbirine karıştığı bir sesle: “İnsanlar sana Verde Hanım’ın, kalbinin şehvetini takip eden, onu yetiştiren, evinin hanımı yapan adamı terk eden, hain, nankör bir kadın olduğunu söylüyorlar. Pis bir fahişe olduğunu, kirli elleriyle dinle kurulup baş tacı yapılan evliliği mahvettiğini, bunun yerine cehennem dikenlerinden örülmüş iğrenç bir tacı başına taktığını, erdem elbisesini çıkarıp yerine günah ve utançtan dikilmiş bir elbiseyi giydiğini söylüyorlar. Ve daha da fazlasını söyleyecekler. Çünkü hâlâ atalarının hayaletlerini bedenlerinde yaşatıyorlar. Bu insanlar, vadilerdeki boş mağaralarda yankılanan sesler gibi anlamını bilmedikleri sesleri işitiyorlar. Ne Allah’ın kanunlarını ne dinin gerçek anlamını biliyorlar. İnsanın ne zaman sadık ne zaman nankör olduğunu anlamak istemiyorlar. O küçücük gözleriyle, olayların dışından bakıp içyüzü ile ilgilenmeden, cahilliği benimseyip cehaletle yargılıyorlar. Onlara göre suçluyla suçsuz, iyiyle kötü aynıdır. Oysa ne yazık bilmeden hüküm verenlere! Ne yazık kınayanlara! Raşit Bey’in evinde bir hain, bir fahişeydim ben. Çünkü Allah ruhumun ve kalbimin rızasıyla beni onun karısı yapmadan önce o, gelenek ve törelerle beni kendisine yatak arkadaşı yaptı. O, tutkularını bedenimde tatmin ettikçe ben midemi onun nimetleri ile dolduruyor ve hem Allah’ın katında hem kendi gözümde aşağılık, pis bir insan oluyordum. Fakat şimdi saf ve tertemizim. Çünkü aşkın kanunları azat etti beni. Şimdi onurlu ve güven içindeyim. Çünkü bir parça ekmek karşılığı bedenimi, birkaç elbise karşılığı hayatımı satmayı bıraktım. Evet, insanlar benim onurlu bir eş olduğumu zannettiklerinde ben bir fahişeydim. Oysaki bugün, onlar beni kirli bir fahişe zannederken ben temiz ve onurlu bir insanım. Çünkü onlar bedenleri, arzularını gidermek için bir araç ruhu da maddi ölçüt gibi görüyorlar.” diye devam etti.
Verde Hanım pencereye doğru yöneldi. Sağ eliyle şehri işaret ederek yüksek bir sesle, sokaklarda, çatılarda, bahçelerde bir karaltı, yozlaşmış hayaletler görmüş gibi tiksinerek ve küçümseyerek şöyle dedi:
“Zenginlerle güçlülerin yaşadığı şu güzel evlere, yüksek ve gösterişli konaklara bir bakın! İpek dokumalarla döşeli duvarların arasında ikiyüzlülük, altınla kaplı çatıların altında ihanet barındırıyorlar. Sizin için güçle mutluluğu temsil eden şu binalara bir bakın ve iyi düşünün! Aşağılanmanın, sefaletin ve ızdırabın saklandığı mağaralardan başka bir şey değildir bunlar. Sürmeli gözlerin, kızıla boyanmış dudakların arkasında saklanan güçsüz kadınların ihanetinin kireçlenmiş mezarlarıdır bu duvarlar. Her köşesinde erkeğin bencilliğiyle hayvanlığı, gümüş ve altınla hüküm sürer. Duvarları gurur ve kibirle gökyüzüne doğru yükselen bu köşkler, üzerlerinde gezinen belanın, hilenin nefesini hissetselerdi paramparça olur, dağılıp yerlere serilirdi. Yoksul bir köylünün ağlamaklı gözlerle baktığı köşklerdir işte bunlar. Burada oturanların kalplerinde, kendi hayat arkadaşının kalbini dolduran tatlı sevginin bir zerresinin dahi bulunmadığını bilse alaylı bir şekilde güler ve şükrederek tarlasına dönerdi.” Verde Hanım, elimden tutarak evlere ve konaklara baktığı o pencereye doğru götürdü beni.
“Gelin de size, kendilerine benzemek istemediğim bu insanların sırlarını göstereyim. Parasını cimri babasından miras almış, ahlakını yozlaşmış ara sokaklardan edinmiş zengin bir adamın yaşadığı mermer sütunlu, etrafı bakır işlemeli, kristal pencereli şu konağa bakın. İki yıl önce, ülkenin soyluları arasında yüksek bir konuma sahip olduğu dışında, hakkında hiçbir şey bilmediği bir kadınla evlendi. Balayı biter bitmez karısından bıktı ve hayat kadınlarıyla gece eğlencelerine geri döndü. Bir ayyaşın, boş şarap testisine bakıp fırlatıp atması gibi karısını bu konakta bıraktı. Kadın önce çok ağladı, acı çekti. Sonra sabretti ve gözyaşlarının, kocası gibi bir adamı kaybettiği için dökülemeyecek kadar değerli olduğunu anlayarak hatasını fark etti. Şimdiyse yakışıklı ve tatlı dilli bir gence duyduğu aşkla kendisini meşgul ediyor. Aşkını ve tutkusunu avuçlarına akıtırken kendisini terk eden, kalbinden söküp attığı eşinin servetini de gencin cebine dolduruyor. Şimdi yemyeşil ağaçlarla çevrili şu eve bakın. Ülkeyi uzun süre yöneten, şerefli bir aileye mensup bir adamın malikânesidir. Bugün ise görevden ayrılmış, servetini harcamakla, evlatlarını tembelliğe yönlendirmekle meşgul. Yıllar önce bu adam çirkin ama gerçekten zengin, genç bir kızla evlendi. Kızın büyük servetine kondu. Sonra kızın varlığını unutarak kendisine güzel bir metres buldu. Karısını, pişmanlıktan parmaklarını ısırırken özlem ve arzu içinde terk etti. Karısı ise zamanını saçlarını kıvırarak, dudaklarını boyayarak ve bedenine güzel kokular sürerek geçiriyor. Olur da belki biri kendisine bakar ve beğenir diye. Ancak kendisine bakan tek göz, aynadaki kendi gözleri… Sonra şu yazma ve heykellerle süslü, büyük konağa bakın. Orası yüzü güzel ama kötü niyetli bir kadının evidir. İlk kocası öldüğünde, onun bütün malına mülküne kondu. Sonra ismi ile insanların dilinden, varlığı ile kötülüklerden korunmak için erkekler arasından güçsüz ve iradesiz bir erkek seçerek onunla evlendi. Bütün çiçeklerden tatlı ve lezzetli bal toplayan bir arı gibi arzu ettiği erkeklerle beraber şimdi. Bir de geniş koridorları ve görkemli kemerleri olan şu eve bakın. Orası ise servet düşkünü, çok meşgul ve hırslı bir adamın evi. Huyu gibi fiziği de çok güzel, tatlı ve nazik, bütün incelikleri ruhunda toplamış, aşkla yaşayıp aşkla ölen bir karısı var. Ne yazık ki hemcinsleri gibi daha on sekizine gelmeden babası tarafından zarar görmüş ve yozlaşmış bir evliliğin boyunduruğu altına girmiştir. Şimdiyse hasta bedeni, bastırılmış duyguların harareti ile bir mum gibi eriyor, fırtınadaki tatlı bir koku gibi yavaş yavaş yok oluyor. Hissettiği ama göremediği güzel bir şeyin aşkıyla ölüyor. Günlerini para biriktirmek, gecelerini de paralarını saymakla geçiren, servetinin mirasçısı olacak, ismini kendisinden sonra yaşatacak bir erkek çocuk doğuramayan kısır bir kadınla evlendiği güne lanet eden, diş gıcırdatan o adamın köleliğinden ve hareketsiz hayatından kurtulmak için ölümü bekleyerek sabrediyor. Sonra meyve bahçeleri arasındaki şu ıssız eve bakın. Şiirlerini anlamadığı için alay eden, sert mizaçlı, yaşam biçimine uyum sağlayamadığı için tavırlarına gülen cahil bir kadınla evli, yüce fikirli ve hayalperest bir şairin evi. Şimdi o şair, evli bir kadını sevmekte, aşkından yanıp tutuşmakta. Kalbinde aydınlık duygular uyandıran bu kadının güzel tebessümlerine, parlak bakışlarına ölümsüz dizeler söylemekle meşgul.” Verde Hanım bir an sessiz kaldı. Sırlarla dolu sahte evlerin arasında dolaşmaktan yorulmuş gibi pencerenin yanındaki sandalyeye oturarak sessizce: “İşte bunlar, içinde yaşayanlar gibi olmak istemediğim konaklar. İşte bunlar, diri diri gömülmek istemediğim mezarlar. Bu insanlar kazançlarına muhtaç olmadığım, zenginliklerine minnet etmediğim, boyundurukları altına girmediğim insanlardır. Bedenleri ile evli ancak ruhları ile ayrı olan bu insanların, cahilliklerinden başka kurtarıcıları yoktur. Onlardan nefret etmiyorum hatta kınamıyorum. Yalnızca acıyorum. İkiyüzlülüğe, yalanlara ve kötülüklere teslim olmalarına acıyorum. Bu insanların gizli yaşantılarını, kalplerindeki sırları yani tüm bunları iftira ve dedikoduyu sevdiğim için anlatmadım size. Aksine, düne kadar içinde olup da bugün aralarından kurtulduğum, hakkımda her kötü sözü söyleyen bu insanların içyüzünü size göstermek için açıkladım. Benliğimi kazanmak için onların dostluklarını kaybettim. Onların karanlık, yalanlarla dolu yollarından ayrılarak gözlerimi samimiyetin, doğruluğun ve adaletin aydınlığına çevirdim. Şimdi beni kendilerinden soyutladılar. Oysa ben buna razıyım. Çünkü insanlar ancak adaletsizliğe ve baskıcı bir ruha isyan edeni soyutlarlar. Toplum tarafından dışlanmayı esarete tercih edemeyenler, hakkıyla hür değillerdir. Dün iştah açıcı bir sofra gibiydim; Raşit Bey’in yalnızca acıkınca yanıma geldiği… Oysa ruhlarımız, değersiz iki hizmetçi gibi birbirine uzaktı. Gerçeği gördüğümde boyun eğmeye çok çabaladım ancak yapamadım. Ruhum, bütün bir ömrü, karanlık nesillerin diktiği, kanun denilen korkunç bir putun önünde diz çökerek geçirmeyi reddetti. Zincirlerimi kırdım. Fakat aşkın beni çağırdığını duyana ve ruhumun gitmeye hazır olduğunu görene kadar onları üzerimden atamadım. Takıları, hizmetçileri ve at arabalarını ardımda bırakarak bir esirin zindandan kaçması gibi Raşit Numan Bey’in evinden kaçtım. Evi boş ama yüreği sevgiyle dolu sevgilime geldim. Doğruyu ve olması gerekeni yaptığımı bilerek. Çünkü Allah’ın istediği, kanatlarımı kırıp yere düşmek ve hayattan nasibim buymuş diyerek gözlerimden yaşlar dökmek değildi. Geceler boyunca şafağın sökmesini, şafak söktüğünde ise günün bitmesini diledim. Allah acı içinde yaşamamı isteseydi kalbime mutluluk yerleştirmezdi. Çünkü Allah, insanın mutluluğundan şeref duyar. İşte benim hikâyem bu. Ruhlarının isyan etmesinden, toplumun temellerinin sarsılıp başlarına yıkılmasından korktukları için insanlar kulaklarını tıkarken yeryüzü ve gökyüzü önünde sürekli tekrarladığım itirazımdır bu. Şimdi ölüm gelip beni alsa ruhumu korkmadan, utanmadan hatta sevinç ve umutla dimdik, yüce arşın önüne koyardım. Vicdanımın sargıları çözülse ruhum kar gibi bembeyaz ortaya çıkar. Çünkü ben Allah’ın bana verdiği iradenin istediğinden başka bir şey yapmadım. Kalbimin sesinden ve meleklerin şarkılarının yankısından başka bir ses takip etmedim. İşte Beyrut halkının, toplumsal yaşamın bünyesinde bir hastalık, hayatın ağzında bir lanet olarak gördüğü hikâyem budur. Ancak zaman, insanların karanlık yüreklerinde güneşin ölü artıklarıyla dolu topraktan çiçekler açtırması gibi sevgi uyandırdığında pişman olacaklar ve işte o zaman yoldan gelip geçenler, kabrimin başında durup selam vererek şöyle diyecekler: ‘İşte burası, dürüst sevgiyi yaşamak için duygularını yozlaşmış insanların kanunlarının esaretinden kurtaran, kafatasları ve dikenler arasında bedeninin gölgesini görmemek için yüzünü güneşe dönerek yatan Verde Hanım’ın mezarıdır.’ ”
Verde Hanım sözünü bitirir bitirmez kapı açıldı ve içeriye zayıf, yakışıklı, gözlerinden büyülü ışınlar süzülen, dudaklarında nazik bir gülümsemeyle bir genç girdi. Verde Hanım ayağa kalktı ve sevgiyle gencin kolundan tuttu. Anlamlı bir bakışla ve nazik bir ses tonuyla adımı söyledikten sonra genci bana tanıttı. İşte o zaman anladım. Uğruna dünyaları reddettiği, kanunlara ve törelere boyun eğmediği genç, bu gençti. Sonra hepimiz sessizlik içinde oturduk. Her birimiz diğeri hakkındaki düşüncesini merak ediyordu. İnsanı ruhlar âlemine götüren sessiz bir dakikadan sonra, yan yana oturan Verde Hanım ve gence baktığımda, daha önce görmemiş olduğum bir şey gördüm ve bir an için Verde Hanım’ın hayat hikâyesini anladım. Sebeplerine bakmadan yasalarına ve törelerine karşı çıkan herkesi cezalandıran bu topluma, Verde Hanım’ın neden isyan ettiğini anladım. Önümde gençliğin güzelleştirerek bir araya getirdiği, iki bedenden oluşan manevi bir ruh gördüm. Aşk tanrısı, insanların kınamasından ve şiddetinden onları korumak için ikisinin ortasında kanatlarını açmış duruyordu. Hayatımda ilk defa, bir kadın ve erkek arasında dinin reddettiği, yasanın cezalandırdığı mutluluğun hayaletini gördüm. Bir süre sonra ayağa kalktım, aşkın ve uyumun bir tapınağa dönüştürdüğü bu yoksul kulübeden çıkarak veda ettim. Verde Hanım’ın sırlarını anlattığı konaklar ve evler arasında yürürken onun sözlerini, tüm bunların sebeplerini ve sonuçlarını düşünüyordum. Mahallenin sonuna geldiğimde Raşit Numan Bey’i hatırladım. Onun çaresizliği ve sefaleti gözlerimde canlandı. Kendi kendime dedim ki: “O, şu an sefil durumda. Ancak durup Verde Hanım hakkında hayıflandığında Allah onun sesini duyuyor mu? Bir kadın onu özgürlüğü için terk ettiğinde ona karşı bir suç mu işledi? Yoksa Raşit Bey mi kalbini kazanmadan önce evlenerek ona karşı bir suç işledi? İkisinden hangisi zalim, hangisi mazlum? Acaba hangisi günahkâr, hangisi suçsuz?” Sonra kendi kendime konuşarak günlük hayattaki olayları araştırmaya, haberleri soruşturmaya başladım: “Çoğunlukla kadınlar, zenginliğin kibrine kapılıp fakir kocalarını terk ederler. Çünkü kadınların gösterişli kıyafetlere ve rahat bir yaşama olan tutkuları, onları utanca, yozlaşmışlığa götürür. Şimdi Verde Hanım mücevherlerini, giysilerini, hizmetçilerle dolu olan zengin bir adamın köşkünü bırakarak içinde bir dizi eski kitaptan başka bir şey olmayan fakir bir adamın kulübesine gittiğinde gururlu ve açgözlü müydü? Çoğu kez cehalet, bir kadının onurunu yok eder ve arzularını ateşler. Bu yüzden kocasını para ve sıkıntı içinde bırakarak kendisinden daha aşağılık ve onursuz bir erkekle arzularını gidermek ister. Yani Verde Hanım, aşka susamış, güzelliğinin kölesi ve tutkusunun şahidi olmak için ölüme bile razı gençlerden biriyle kocasının evinde duygularını gizlice tatmin edebilecekken herkesin gözü önünde özgürlüğünü ilan edip duygularına önem veren bir gençle birlikte olduğunda, bedensel zevkleri arzulayan cahil bir kadın mıydı? Verde Hanım, bahtsız bir kadındı. Bu yüzden mutlu olmak istedi. Mutluluğu buldu ve onu kucakladı. İşte toplumun küçümsediği ve kanunun reddettiği gerçek bu!” Boşluğa fısıldadım ve sonra kendi kendime mırıldanmaya devam ettim: “Bir kadının mutluluğunu, kocasının mutsuzluğu üzerinden satın alması doğru mudur?”
***
Şehrin kenar mahallelerine vardığımda Verde Hanım’ın sesi kulaklarımda çınladı. Güneş batmak üzereydi. Kuşlar akşam şarkılarını söylerken tarlalar ve bahçelerde sessizlik hâkimdi. Uzun uzun düşündükten sonra derin bir iç çektim ve şöyle düşündüm: “Özgürlük tahtı önünde, ağaçlar esintiyle salınıyor; özgürlüğün heybeti karşısında güneş ve ay ışığıyla seviniyorlar. Özgürlüğün kulaklarına fısıldayan kuşlar, özgürlüğün etrafında kuyruklarıyla akarsuların yanında çırpınıyorlar. Özgürlüğün göğünde kokularını yayan çiçekler, sabahın gelişi ile özgür olarak gülümsüyorlar. Yeryüzündeki her şey kendi doğasının yasasına göre yaşar ve yasaları, özgürlüğün ihtişamını ve sevincini sağlar. Oysa insanlara gelince onlar bu nimetten mahrumdurlar. Çünkü ilahi ruhları için sınırlı kanunlar koymuşlardır. Bedenleri ve ruhları için katı kanunlar çıkarmışlardır. Eğilimleri, duyguları için korkunç ve dar zindanlar inşa etmişlerdir. Kalpleri ve zihinleri için karanlık, derin mezarlar kazmışlardır. Öyleyse içlerinden biri kalkıp toplumsal yasalara karşı çıksa hemen onun isyankâr, aşağılık, ölümü hak eden bir pislik olduğunu söylerler. Ancak bir insan ömrünün sonuna ya da zaman onu özgürleştirinceye kadar kendi koyduğu kanunların kölesi olarak mı yaşayacak? İnsan dünyada başı eğik, geçmişe bakarak yaşamaya devam mı edecek? Yoksa gözlerini güneşe çevirip mezarlar arasında duran bedeninin gölgesine bakmaktan vaz mı geçecek?”

MEZARLARIN ÇIĞLIĞI
Hükümdar, yargı kürsüsüne doğru yönelip oturdu. Sağına ve soluna, kırışmış, asık yüzlerinde satırlarla sayfalar okunan, ülkesinin en bilge insanları oturdu. Onların etrafında ise bir ellerinde kılıç, diğer ellerinde mızrak olan askerleri duruyordu. İnsanlar hükümdarın tam karşısında durmuş, merakla, yetkili birini öldüren kişiye vereceği hükmü bekliyorlardı. Sanki hükümdarın gözlerinde, ruhlarına ve kalplerine korku salan bir güç varmış gibi başlar eğilmiş, boyunlar bükülüp nefesler tutulmuştu. Toplanma tamamlanıp yargı saati geldiğinde hükümdar elini kaldırıp bağırarak:
“Suçluları tek tek karşıma getirin, günahları ve suçları neymiş anlatın!” dedi.
Zindanın kapısı, kana susamış bir canavarın esneyen ağzı gibi aralandı ve karanlık duvarları göründü. Mahkûmların iniltilerinin, zincir ve pranga seslerine karıştığı bir kargaşa yükseldi. Herkes mezarın derinliklerinden çıkan kurbanın ölümünü görmek ve töre kurallarını izlemek için boyunlarını uzatıp bakışlarını çevirdi.
Bir süre sonra iki muhafız; çatık kaşları ve sert yüz hatlarıyla gücünü kalbinden, gururunu ruhundan aldığı belli olan bir genci mahkeme salonun ortasına getirerek bir-iki adım geri çekildi. Hükümdar ona bir dakika baktıktan sonra sordu: “Sanki yargının pençesinde değil de onurlu bir konumdaymış gibi karşımda başını dimdik tutan bu adam ne suç işlemiş?”
Muhafızlar hemen cevap verdiler: “O, gaddar bir katil. Dün, kralımızın köyleri arasında göreve giden bir subayına karşı çıktı ve onu öldürdü. Yakalandığında, kana bulanan kılıcı hâlâ elindeydi.”
Hükümdar gözlerindeki öfke kıvılcımlarıyla tahtında doğrularak sinirle haykırdı: “Tekrar zindana atın bu adamı! Zincire vurun! Şafakta kellesini kendi kılıcı ile alın. Cesedini ormana atın ki kurda kuşa yem olsun, rüzgârlar leşinin kokusunu ailesi ve arkadaşlarına savursun.”
Muhafızlar, insanların üzgün bakışları ve derin iç çekişleriyle daha gençliğinin baharında olan bu genç adamı tekrar zindana götürdüler.
İki muhafız tekrar çıktığında bu kez, yüzü umutsuzluk ve çaresizlikle solmuş, gözleri ibretle dolmuş, boynu pişmanlıkla, kalp kırıklarıyla bükülmüş, güzel yüzlü, zayıf bir kızı getirdiler. Hükümdar, genç kızı inceledikten sonra:
“Gerçeğin gölgesi gibi karşımda duran bu bir deri bir kemik kalmış kadın ne suç işledi?” diye sordu.
Muhafızlar şöyle cevap verdi:
“Bu kadın bir fahişedir. Kocası onu gece erkek arkadaşının kollarında bulmuş. Erkek arkadaşı kaçtıktan sonra, kocası kadını polise teslim etmiş.”
Hükümdar, kadını süzerken kadın utanarak başını önüne eğdi. Sonra hükümdar, acımasız ve şiddetli bir sesle:
“Bu kadını zindana atın! Dikenli bir yatağa yatırın ki kirlettiği yatağını, acı elma hoşafı ile karıştırılmış sirke içirin ki yasak öpüşmelerinin tadını hatırlasın. Şafak söktüğünde ise çıplak bedenini şehrin dışına sürükleyip taşlayın, cesedini de orada bırakın ki kurtlar ve böcekler kemirsin.” dedi.
Genç kız karanlık zindana geri götürülürken seyirciler, hükümdarın adaletine hayran olmakla genç kızın mahzun yüzüne ve güzelliğine acımak arasında kaldılar.
Muhafızlar üçüncü kez göründüğünde, titreyen dizlerini, paçavraya dönmüş elbisesinin bir parçası gibi peşinden sürükleyen yaşlı ve zayıf bir adamı getirdiler. Kaygılı bakışlarla etrafına bakıyordu. Acılı bakışlarından, sefalet, yoksulluk ve mutsuzluk yayılıyordu.
Hükümdar tiksinti dolu bir sesle:
“Yaşayanların arasında ölü gibi duran bu pisliğin suçu ne?” diye sordu.
Muhafızlardan biri hükümdara şöyle cevap verdi:
“Gece kiliseye giren bir hırsız. Rahipler onu yakaladığında kıyafetlerinin altından kutsal eşyalar çıkmış.”
Hükümdar ona, aç bir kartalın, kanadı kırık bir kuşa baktığı gibi baktı ve şöyle dedi:
“Onu zindanı atın! Prangalara vurun! Sabah olunca keten bir iple yüksek bir ağaca asın. Cesedini de yerle gök arasında asılı bırakın ki toprak onun günahkâr cesedi ile kirlenmesin ve rüzgâr onun uzuvlarını parçalasın.”
Hırsızı tekrar zindana götürdüler. İnsanlar birbirlerinin kulaklarına fısıldayarak konuşuyordu: “Bu çelimsiz kâfir, kilisenin kutsal eşyalarını zimmetine geçirmeye nasıl cüret eder?”
Hükümdar kalkarak yargı kürsüsünden indi. Bilginler ve kanun adamları da onu takip etti. Önünde ve arkasında askerler yürüyordu. Duvarlarda hayalet gibi sallanan mahkûmların feryatları dışında salon bomboş kaldı.
Bütün bunlar, geçip giden hayaletlerin önüne tutulmuş bir ayna gibi ben orada dururken olmuştu. İnsanların insanlar için koyduğu kanunları, insanın adaletten ne anladığını düşünürken hayatın gizemlerini ve var olmanın anlamını araştırırken olmuştu. Sisin içinden çıkan şafak çizgilerinin gözden kaybolması gibi düşüncelerim dağılmıştı. Ot toprağın elementleri ile beslenir, koyun otu yer, kurt koyunu yer, boğa kurdu öldürür, aslan boğayı parçalar ve ölüm, aslanı yok eder. Peki ölümü yenip bu adaletsizlikler silsilesini adalete dönüştürebilecek bir güç var mıdır? Bütün bu tatsız şeyleri güzel bir sonuca bağlayacak bir güç var mıdır? Tıpkı bütün nehirleri kendine çeken, parıl parıl parlayan bir deniz gibi hayatı bütün yönleriyle sevgiyle kucaklayan bir güç yok mudur? Katille kurbanı, fahişeyle sevgilisini, soyanla soyulanı hükümdarın mahkemesinden daha yüksek ve daha yüce bir mahkeme önünde yargılayacak bir güç yok mudur?
Ertesi gün şehirden ayrıldım. Huzurun ruhu hoşnut eden temiz havasıyla, dar sokakların ve karanlık evlerin yarattığı umutsuzluk, bezginlik mikroplarını yok eden tarlaların arasında yürüdüm. Vadinin kenarına ulaştığımda arkamı döndüm ve sürü sürü uçan, çığlıklarıyla kanatlarının hışırtısı vadiyi dolduran atmacayla kartalı, leş kargasını gördüm. Biraz daha ilerleyip etrafıma baktığımda, yüksek bir ağaca asılmış bir erkek cesedi, taşlandığı taşların arasında yatan çıplak bir kadın bedeni ve kafası vücudundan ayrılmış, kana bulanmış toprakla kaplı bir gencin bedenini gördüm.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/halil-cibran/asi-ruhlar-69429553/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Asi Ruhlar Halil Cibran

Halil Cibran

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Okurların gönlünde "Ermiş"le taht kuran Lübnanlı büyük yazar ve şair Halil Cibran, "Asi Ruhlar"da dört kısa hikâyeyle karşımıza çıkıyor. Birbirinden bağımsız bu dört hikâye, özü itibarıyla kendisinden öncekini tamamlayan bir nitelik arz ediyor. Her hikâye, uyanışın farklı bir yönünü ele alıyor. Cehaletin, törenin ve zorbalığın korkuyla sindirdiği insanoğlu, bir gün başını kaldırıp bu makûs talihe isyan ederse ne olur? Foyasını açığa çıkardıkları bu duruma nasıl tepki gösterir? Arkasında kendisini destekleyen birilerini bulabilir mi? Hacminin küçüklüğünün bir çırpıda okunabilir kıldığı Asi Ruhlar, içeriğinin derinliğiyle kolay kolay unutulmayacak, kesif ve mükellef bir eser… "Özümü kucaklayan ruha, kalbime acısını döken yüreğe, duygularımın meşalesini yakan ele bu kitabı takdim ederim." Halil Cibran

  • Добавить отзыв