Sefiller II. Cilt
Victor Hugo
Bir ülkede meydana gelen her türlü değişim, toplumu derinden etkiler ve her bireyin yaşamına ayrı ayrı nüfuz eder. Değişimin yankıları nüfuz ettiği her bireyde farklı bir karşılık bulur ve kimileri yücelip göklere taşınırken kimileri yeryüzünde insan eliyle inşa edilmiş cehennemlere mahkûmdur. Fransız Devrimi, işte tam da böyle köklü bir dönüşümün aracısıdır. Yeryüzü mahkûmlarının göklere ulaşabilmesi ise ancak kolayca göğe çıkmışların aşağı eğilerek yardım ellerini uzatmalarıyla mümkün olacaktır. Victor Hugo, Sefiller’de Fransız Devrimi’nin topluma yansıyan tüm etkilerini; gökyüzünü olduğu gibi yeryüzünü, çiçekli bahçelerini olduğu gibi yer altı çukurlarını, kendi idealinde geliştirdiği düzen ile birleştirerek gözler önüne serer. Ana karakteri Jean Valjean, bu yolculukta çamurlu çukurları da bulutların üzerindeki saadet tarhlarını da okur için tecrübe eder. Victor Hugo, iyiye ve doğruya yönelik atılan her adımın kişiyi gökyüzüne yaklaştıracağını ve kişi bu denli yaklaşmışken bir yardım elinin mutlaka kendisine uzatılacağını bilir. Jean Valjean’a uzatılan el, şimdi Sefiller’in satırlarında yüzünü göğe dönmüş olan okurlarına uzatılmaktadır. "İnsan ne kadar isteyebilirse o kadar yok etmek istiyorum insanoğlunun yazgısını; köleliği mahkûm ediyorum, yoksulluğu kovuyorum, bilgisizliği okutuyorum, hastalığı tedavi ediyorum, geceyi aydınlatıyorum ve kine, düşmanlığa düşmanım. İşte ne olduğum ve işte 'Sefiller'i niçin yazdığım. Düşünceme göre 'Sefiller' temelinde kardeşlik ve çatısında ilerleme olan bir kitaptan başka bir şey değildir. Şimdi yargılayın beni." Victor Hugo
Victor Hugo
SefillerII. Cilt
Victor Hugo, 26 Şubat 1802’de Fransa’nın Besançon kentinde Joseph Leopold Sigisbert Hugo ve Sophie Trebuchet’nin oğlu olarak dünyaya geldi. O ve iki ağabeyi, Abel ve Eugène, anneleriyle Fransa’nın Paris kentinde yaşarken bir general ve Avellino Valisi olan babaları ise İtalya’da yaşıyordu. Hugo’nun annesinin, Fransız hükûmetinin düşmanı olan General Victor Fanneau Lahorie ile özel bir dostluğu vardı. Onun, evlerinde saklanmasına izin vermişti. Bu sırada o da ailenin erkekleri için öğretmenlik yaptı. Çocuklar babalarını görmek için sık sık seyahat ediyordu. Bu seyahatler onların eğitimlerinde kesintilere neden oluyordu. Küçük bir çocuk olan Hugo, şiir yazmaya özel bir ilgi duyuyordu. On iki yaşındayken Victor ve erkek kardeşleri Pension Cordier’de bulunan bir okula gönderildi. Orada farklı ekolleri inceleme fırsatı buldular, boş zamanlarını şiir ve oyun yazarak geçirdiler.
Victor on beş yaşındayken Académie Française tarafından düzenlenen şiir yarışmasını kazandı ve ertesi yıl da Académie des Jeux Floraux’un yarışmasında yine birinci oldu. Şair olarak ünü hayatının erken dönemlerinde gelişti.
1822’de Hugo, annesinin vefatıyla sarsıldı. Bundan bir buçuk yıl sonra ise çocukluk aşkı Adéle Foucher ile evlendi. Çiftin dört çocuğu oldu. Paris’teki apartmanları, romantizm akımının hırslı yazarlarının buluşma yeri hâline geldi. 1822’de Hugo da ilk imzalı kitabını yayımladı.
1824’te Hugo’nun birkaç arkadaşı Muse Française adlı bir grup kurdu. Hepsi neoklasizmden (mantıklı, açık ve düzenli yazıya değer verilen Antik Yunan ve Roma stillerine dayanan bir yazı stili) sıyrılmaya çalışan genç yazarlardı. 1826’da Hugo, neoklasizmi reddeden bir kitap yayımladı.
1826 ve 1827 yılları, Hugo ve onun şiirinin destekçisi olan bir grup genç romantiğe verilen isim olan Cénacle için başarılı yıllardı. Ona “şairlerin prensi” demişlerdi. Arkadaşlarının desteği ve tavsiyeleri ile Hugo, romantizmin temellerini attı. Bu inançla, Ekim 1827’de yayımlanmayan oyununa Cromwell’in ön sözünde yer verildi. İncil, Homeros ve William Shakespeare onun benimsediği yeni edebiyat akımının ilham kaynakları oldu.
1831’de Hugo, Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok tanınan eseri, Notre Dame’ın Kamburu romanını yayımladı. Bunda, Notre Dame Katedrali’ni ve karakterlerini yaratarak geç Orta Çağ’ın gerçek ruhunu aktarmayı hedefledi. 1831’de Hugo, en güzel şiir koleksiyonlarından biri olan Les Feuilles d’automne’yi yayımladı. Hugo bir kez daha özel konular hakkında yazdı. Onu depresyona sokan sadece yaşlanıyor olması değildi. Şairin muazzam bencilliğinden ve çocuklarından bıkmış karısı da Hugo’yu oldukça yıpratıyordu.
Hugo, karısının onu reddetmesinden kaynaklanan yalnızlığı nedeniyle, genç oyuncu ve aynı zamanda bir hayat kadını olan Juliette Drouet’ye âşık oldu. Onu kurtarmayı kendine görev bildi. Borçlarını ödedi ve tüm hayatını tamamen ona odaklanmış olarak geçirmeye çalıştı.
Temmuz monarşisinin gelişiyle, Hugo zengin ve ünlü oldu; on beş yıl boyunca Fransa’nın resmî şairi sayıldı. Bu dönemde, üç oyun da dâhil olmak üzere çeşitli yeni eserler ortaya koydu.
Önceleri kralcı düşünceyi destekleyen Hugo, Fransa’daki 1848 Devrimi’nin başını çektiği olaylar sırasında Katolik, kral yanlısı eğitime başkaldırıp cumhuriyetçiliği ve özgür düşünceyi desteklemeye başladı.
1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclis’e giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü. Victor Hugo, 22 Mayıs 1885’te seksen üç yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hâkim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebî figür değil, aynı zamanda Fransa’da üçüncü cumhuriyete ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Gömüleceği Panthéon’a kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı.
Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da önemli olan pek çok yere onun adı verildi.
Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.
Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).
ÖN SÖZ
Toplum tarafından ilan edilen, dünya medeniyetinin ortasında yapay cehennemler yaratan ve ilahi kadere insan yazgısı unsurunu ekleyen, hukuka, örf ve âdetlere göre durumları lanetleme kararlarının alınması var olduğu sürece; yüzyılın üç büyük sorunu olan, yoksulluk neticesinde erkekliğin yozlaşması, kadınların açlıktan düşkünlüğe uğraması, çocukların cehalet yüzünden gelişememelerine dair sorunlar çözülmediği sürece; dünyanın herhangi bir yerinde sosyal olarak boğulma mümkün olduğu sürece; başka bir deyişle, dünyada cehalet ve sefalet var olduğu sürece, elinizde tuttuğunuz Sefiller gibi eserlerin büsbütün faydasız olabileceği düşünülemez.
HAUTEVILLE EVİ, 1862
MARIUS II
Yedinci Kitap
Patron Minette
I
Madenler ve Madenciler
İnsan topluluklarının hepsinde, tiyatro diline göre, üçüncü alt kat adıyla anılan bir yer bulunmaktadır. Toplumsal zemin her yerde, bazen iyilik bazen kötülük için baltalanır. Bu eserler birbiri üzerine bindirilmiştir. Üstün ve düşük mayınlar vardır. Medeniyetin altında zaman zaman yol açan, kayıtsızlığımızın ve gafletimizin ayaklar altında çiğnendiği bu silik alt toprağın bir tepesi bir de dibi vardır. Ansiklopedi, geçen yüzyılda âdeta göğe açılan bir madendi. Gölgeler, ilkel Hristiyanlığın o kasvetli kuluçkaları, yalnızca Sezarların altında bir patlama meydana getirmek ve insan ırkını ışıkla doldurmak için bir fırsat bekler. Çünkü kutsal gölgelerde gizli ışık yatar. Volkanlar, parıldayan bir gölgeyle doludur. Her form gece olmakla başlar. İlk ayinin söylendiği yer altı mezarları, yalnız Roma’nın mahzeni değil; dünyanın tonozlarıdır.
O karmaşık yapı harikası olan toplumsal yapının altında her türden kazı: Dinî maden, felsefi maden, ekonomik maden, devrimci maden vardır. Kazma darbeleri bazen düşünceyle bazen sayılarla bazen de öfkeyle indirilir. İnsanlar bir yer altı mezarlığından diğerine selam verir ve bilgi alışverişinde bulunurlar. Ütopyalar yer altındaki bu kanallarda seyahat eder, orada her yöne dağılırlar. Bazen orada buluşur ve yârenlik ederler. Jean-Jacques, kendisine fenerini ödünç veren Diyojen’e kazmasını uzatır. Bazen orada savaşa girerler. Calvin, Sozzini’yi saçından yakalar ama hiçbir şey, tüm bu enerjilerin hedefe yönelik gerilimini ne durdurabilir ne de kesintiye uğratabilir: Bu karanlıklarda gidip gelen, tırmanan, alçalan ve yeniden tırmanan; muazzam bilinmeyen kaynaşmanın yavaş yavaş yukarıyı aşağıya, dışı içe dönüştüren tüm bu enerjilerin gerilimini. Yüzeyini bozulmadan bırakan ve içini değiştiren bu kazıdan toplum pek şüphelenmez. Farklı işler ve çıkarmalar olduğu kadar farklı yer altı aşamaları da vardır. Bu derin kazılardan ne çıkar peki? Gelecek.
İnsan ne kadar derine inerse emekçiler o kadar gizemli olur. İş, sosyal felsefelerin kabul edebileceği bir dereceye kadar iyidir; bu derecenin ötesinde şüpheli ve karışıktır; aşağılar ise korkunç olur. Belli bir derinlikte kazılar artık medeniyet ruhu tarafından geçilemez, insanın nefes alabileceği sınır aşılmıştır; canavarların başlangıcı mümkündür. Azalan ölçek tuhaftır ve bu merdivenin basamaklarının her biri, felsefenin dayanak bulabileceği ve bazen ilahi bazen şekilsiz, bu işçilerden biriyle karşılaşıldığı aşamaya tekabül eder. John Huss’un altında Luther, Luther’in altında Descartes vardır; Descartes’ın altında Voltaire, Voltaire’in altında Condorcet; Condorcet’nin altında Robespierre, Robespierre’in altında Marat; Marat’nın altında Babeuf vardır ve böylece devam edip gider. Aşağıda, belirsiz olanı görünmezden ayıran sınırda, kafa karışıklığı içinde, belki de henüz var olmayan başka kasvetli adamlar algılanır. Dünün adamları hayaletlerdir, yarınınkiler ise larva hâlindedir. Ruhun gözü onları ayırt eder ama belli belirsiz. Geleceğin embriyo hâlindeki çalışması, felsefenin vizyonlarından biridir.
Arafta, cenin durumunda bir dünya, ne duyulmamış bir hayalet! Saint-Simon, Owen, Fourier, yan galerilerde de onlar vardır. Elbette kendilerinin bilmedikleri ilahi ve görünmez bir zincir, neredeyse her zaman kendilerini izole olarak gören ve öyle olmayan tüm bu yer altı öncülerini birbirine bağlar, işleri büyük ölçüde değişir ve bazılarının ışığı diğerlerinin aleviyle tezat oluşturur. İlki cennete dair, sonuncusu ise trajiktir. Bununla birlikte karşıtlık ne olursa olsun en yüksektekinden en aşağıdakine, en bilgeden en aptala tüm bu emekçilerin bir benzerliği vardır: Çıkarsızlık. Marat kendini İsa gibi unutur. Kendilerini bir kenara atar, ihmal eder ve düşünmezler. Bir bakışları vardır ve o bakış mutlak olanı arar. İlkinin gözünde bütün gökler vardır; sonuncusu, esrarengiz olsa da göz kapaklarının altında hâlâ sonsuzun soluk ışığı bulunur. Kim olursa olsun, bu işarete sahip olan adama saygı gösterin. Gölgeli göz diğer işarettir. Onunla birlikte kötülük başlar. Hiç bakmayan birinin huzurunda düşünün ve titreyin. Toplumsal düzenin kapkara madencileri, derinliğin gömülmekle eş değer olduğu ve ışığın söndüğü bir nokta vardır. Az önce sözünü ettiğimiz tüm bu madenlerin ardında, tüm bu galerilerin altında; tüm bu muazzam yer altı, damarlı ilerleme ve ütopya sisteminin altında; yeryüzünde çok daha ileride; Marat’dan çok daha aşağı, Babeuf’ten çok daha aşağı ve üst katlarla herhangi bir bağlantısı olmayan son bir maden vardır. Müthiş bir noktadır bu. Alttan üçüncü kat olarak adlandırdığımız şey budur. Gölgelerin mezarı, körlerin mahzenidir. Uçurumları gören bir mahzendir orası.
II
En Düşük Derinlikler
Burada bütün ön yargılar kaybolmuştur. Burada belirsiz bir hâlde şeytanın biçimlendiğini görürsünüz. Herkes kendi çıkarı için savaşır. Bu uçurum, toplumsal döküntülerin toplandığı yerdir. Burada dolanan yabani gölgelerin, karmaşık hayaletleri andıran alçak yaratıkların; hiçbir zaman dünyevi gelişimle ilgilenmedikleri için tek istedikleri, bireyin aşağılanmasıdır. Bunlar iki ananın çocukları gibidir: Biri cehalet, diğeri yoksulluktur. Bir de yokluk denilen kılavuzu bulurlar kendilerine. İhtiyaç duydukları tek şey, iştahlarını bastırmaktır. Bunlar zalim ve yırtıcıdır. Fakat zorbalar gibi değil, kaplanlar gibi; yoksulluk yüzünden cinayet işleyen fareler gibidir. Bir önceki bölümde, dördüncü kitapta bu kuyuların üst katlarından söz etmiş; siyasi, politik ve felsefi kuyuları incelemiştik. O bölümlerde her şey asil, onurlu ve namusludur. Belki o bölümlerdekiler de kanabilir ama kahramanlığa değinen bu hata yine de iyidir, burada gerçekleşen işlem aslında “gelişim”dir.
Artık korkunç derinliklerden söz etmenin vakti geldi. Cehalet ortadan kaldırılıncaya kadar toplumda bu fenalık mağarası hep olacaktır, şimdi oraya bakmanın zamanı gelmiştir. Bu mağara en alt bölümlerin bile altında olduğundan hepsinin bütün olarak düşmanıdır. Orada tek bir duygu vardır: Kin. Bu mağarada hiçbir filozof yaşamamış, hiçbir kitap açılmamıştır. İnsanlık düşmanlarının yaşadığı bu yer altı, sadece toplumsal değerleri yıkmakla kalmaz; felsefeyi de ayakları altına alır, bilimle alay eder, insanoğlunun düşüncesine değer vermez, Tanrı’ya inanmaz, medeniyet ve devrimlerin çökmesi için elinden gelen hinliği yapar. Burada yaşayanların hepsi hırsızlık, cinayet, suçtan başka şey bilmez; karanlık dehlizlerin üstünü cehaletle örterler. İyimser görüşe sahip olanların tek hedefi ise bu yer altını yok etmektir. Bunun için de onunla savaşmak gerekir, onu yıkmak cinayeti de ortadan kaldırmak için atılacak ilk adımdır. Kısaca belirtmek gerekirse tek toplumsal tehlike karanlıktır. İnsanlık demek, karakter demektir. İnsanoğlu hep aynı mayadan yoğrulmuştur. İnsan dünyaya geldiğinde bir başkasından farkı yoktur; aynı et, aynı ten ve sonra aynı kül. Bununla birlikte, kişinin mayasına katılan cehalet onların iyiliğini gölgeler. Bu tedavi edilemez karanlık, bir insanın içini ele geçirir ve orada kötülüğe dönüşür.
III
Babet, Gueulemer, Claquesous ve Montparnasse
Bir eşkıya dörtlüsü olarak Claquesous, Gueulemer, Babet ve Montparnasse; 1830’dan 1835’e kadar Paris’in üçüncü alt katını yönetmişti. Gueulemer, konumu belli olmayan bir Herkül’dü. İn olarak Arche-Marion’un lağımını seçmişti. 1.80 boyundaydı; göğüs kasları mermerden, pazıları bakırdan, nefesi bir mağaranın boşluğundan, gövdesi bir dev, başı kuş kadar olan bir adamdı. İnsanlar onu gördüğünde yünlü pantolon ve pamuklu kadife bir yelek giymiş Farnese Herkülü’nü gördüğünü sanırdı. Heykel gibi güçlü bir yapıya sahip olan Gueulemer, canavarları bile yok edebilecek güçte biriydi. Alnı düşük, şakakları geniş, kırk yaşından küçük ama büyük ayaklı, sert, kısa saçlı, gür sakallı, iri kıyım bir hayduttu. Kasları çalışmayı gerektiriyordu ancak o gücünü çok farklı yerde kullanmayı tercih etmiş, üstünlüklerini kötülükten yana kullanmıştı. Soğukkanlılığı sayesinde bir suikastçıydı. 1815’li yıllarda Avignon’da hamallık etmiş, sonrasında işi soygunculuğa taşımış, bu aşamadan sonra kabadayı olmuştu.
Babet’nin şeffaflığı, Gueulemer’in kabalığıyla tezat oluşturuyordu. Babet zayıf ve eğitimliydi. Şeffaftı ama aşılmazdı. Gün ışığı kemiklerinin arasından görünüyor ama gözlerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Kimyager olduğunu söyler, tüm esnafın işini bir çırpıda çözerdi. Saint-Mihiel’de vodvil oynamıştı. Gülümsemelerinin altını çizen ve jestlerini vurgulayan iyi bir konuşmacı, amaçları olan bir adamdı. Mesleği, açık havada alçı büstleri ve devlet başkanlarının portrelerini satmaktı. Buna ek olarak dişçilik yapardı. Sergilerde standı ve üzerinde şöyle yazan posterleri olurdu: Akademi Üyesi Diş Sanatçısı Babet; metaller ve metaloitler üzerinde fiziksel deneyler yapar, dişleri çeker, insanların ağızlarına bakım yapar. Fiyat: Bir diş, bir frank elli santim; iki diş, iki frank; üç diş, iki frank elli santim. Bu fırsatı iyi değerlendirin.
Bu fırsattan yararlanmak şu anlama geliyordu: Mümkün olduğu kadar çok diş çektirmek. Evliydi ve çocukları vardı ancak karısına ve çocuklarına ne olduğunu bilmiyordu. Mendilini kaybeder gibi onları da kaybetmişti. Babet, ait olduğu dünyada çarpıcı bir istisna olarak her zaman gazete okurdu. Bir gün, ailesiyle birlikte tekerlekli çardağındayken yıllar önce gazetede bir kadının dana başlı bir çocuk doğurduğunu okumuş ve şöyle bağırmıştı: “Ah Tanrı’m, ne talihli insanlar var! Keşke benim karım da böyle bir çocuk doğursaydı!..” Daha sonra “Paris’te yolunu bulmak” için her şeyi terk etmişti. Bu, onun ifadesiydi.
Peki, Claquesous kimdi? O tam anlamıyla geceydi. Kendini göstermeden önce gökyüzünün siyaha bulanmasını beklerdi. Akşam karanlığında, gün doğmadan geri döndüğü deliğinden çıkardı. Peki, bu delik neredeydi? Kimse bilmiyordu. Suç ortaklarına yalnızca en karanlıkta ve arkası onlara dönük olarak hitap ederdi. Adı Claquesous muydu? Kesinlikle değil. Bir mum getirilirse bir maske takardı. O bir vantriloktu. Babet şöyle derdi: “Claquesous iki ses için bir gecedir.” Claquesous belirsiz, korkunç biriydi ve bir gezgindi. Claquesous soyadı olduğundan kimse onun bir adı olup olmadığından emin değildi, midesi sesinden daha sık konuştuğu için kimse sesinin olduğundan da emin değildi, maskesi olmadan asla görülmediği için kimse onun bir yüzü olduğundan da emin değildi. Sanki bir anda ortadan kaybolmuş gibi yok olur, göründüğünde sanki topraktan fırlamış gibi ortaya çıkardı.
Diğer bir zavallı varlık ise Montparnasse’dı. Montparnasse bir çocuk gibiydi; yirmi yaşından küçük, yakışıklı bir yüzü, kiraz gibi dudakları, sevimli siyah saçları, gözlerinde baharın parlak ışığıyla tüm kusurlara ve suçlara talip olan bir sefildi. Kötülüğün hazmı, onda daha kötüsüne karşı bir iştah uyandırırdı. Sokak çocuğu yankesici oldu; yankesici, yol kesen bir haydut. Kibar, kadınsı, zarif, sağlam, uyuşuk, vahşi, tüm bu özellikleri üzerinde barındırırdı. Şapkasının kenarı, 1829 stilinde bir tutam saça yer açmak için sol tarafa kıvrılmıştı. Soygunla ve şiddetle iç içe yaşıyordu. Paltosu en iyi kesimdendi ama eski püsküydü. Montparnasse, sefalet içinde bir moda ikonuydu ve cinayetlere heves eden birisiydi. Bütün bu gençlerin suçlarının nedeni, iyi giyimli olma arzusuydu. Ona “Yakışıklısın!” diyen ilk kadın, yüreğine karanlığın lekesini atmış olur ve bu Habil’den bir Kabil yaratırdı. Yakışıklı olduğunu anlayınca zarif olmayı arzulardı, aslında zarafetin doruk noktası tembellikti. Fakir bir adamda aylaklık suç demektir. Montparnasse’den korkmayan tek bir gezgin dahi yoktu. On sekiz yaşında, arkasında çoktan bir sürü ceset bırakmış bir katildi. Yoldan geçen birden fazla kişi, yüzü kanlar içinde bu zavallının karşısında kolları açık hâlde yatmış ve ölüp gitmişti. Kıvrık saçlar, ince bir bel, bir kadının kalçaları, bir Prusyalı subayın büstü, onu çevreleyen bulvar kızlarından hayranlık mırıltısı, ustaca bağlanmış bir kravat, cebinde bir sopa, iliğinde bir çiçek; mezarın züppesi işte böyle biriydi.
IV
Birliğin Kompozisyonu
Bu dört adam, dört hırsızdan çok daha öte şeylerdi ve sürekli olarak birbirlerine yardımcı oldukları için asla polise yakalanmayan canavarlardı. O yılların en başarılı polisi olan Vidocq’un bile yakalamayı başaramadığı, oldukça entrikalı suç şebekesi hâline gelmişler, ele avuca sığmayan bir suç şebekesi kurmuşlardı. Bunlara dört soyguncu demek az gelirdi, birbirleri için gizli bölmeleri ve sığınakları olan yerleri ayarlar, maskeli bir baloda takma burnunu kaldırır gibi kişiliklerini soyar; bazen meseleleri tek bir kişiden oluşacak kadar basitleştirir bazen de öyle bir noktaya kadar çoğalırlardı ki Coco-Latour’un kendisi, onları bir bütün olarak ele geçirmek zorunda olduğunu düşünürdü. Kötülüğün vücut bulmuş hâli, çok düzenli çalışan bir haydut topluluğuydu. Paris’te şebekelerini sağlam yaymışlardı; şehir civarında hatta taşrada bile suç ortakları bulunuyor, her zaman karanlıkta gizleniyorlardı. Paris’te bir cinayet işleneceği zaman hemen kokuyu alırlar, suç ortaklarından bazılarını kiralık katil olarak yollarlardı. Sonuçları ve ilişkilerinin altında yatan ağ sayesinde Babet, Gueulemer, Claquesous ve Montparnasse; Seine bölümünün her anlamda sağlam bir suç şebekesiydi. Bu nitelikteki fikirlerin mucitleri, gece hayal gücü olan insanlar, fikirlerini hayata geçirmek için onlara başvururlardı. Dört serseri için tuvali döşer ve ikincisi sahnenin hazırlanmasını üstlenirdi. Sahne ayarında hepsi emek verirdi. Her zaman omuzun kaldırılmasını gerektiren ve yeterince kazançlı olan tüm suçlara orantılı ve uygun bir kuvvet verecek durumdalardı. Bir suçlu silah arayışında olduğunda suç ortaklarına izin vermezlerdi. Tüm yeraltı trajedilerinin düzeninde gölgelerin aktörlerinden oluşan bir topluluk ayarlamışlardı, gerekli her şeyi bu topluluk üzerinden düzenlerlerdi. Yeraltına uygun çeşitli adamları hep karanlıklardaydı. Planlarını on iki saat boyunca Salpêtrière Mahallesi civarında geceleri toplanarak karanlıkta yaparlardı. “Patron-Minette” yeraltı dolaşımında bu dört adamın birliğine verilen isimdi. Gün geçtikçe ortadan kaybolan fantastik, eski, popüler dilde “Patron-Minette” sabah anlamına gelir; ayrıca köpek ile kurt arasındaki farkın anlaşılamadığı saatleri ifade ederdi. Bu isim, Patron-Minette, muhtemelen işlerinin bittiği saatten türetilmişti; şafak, hayaletler ve haydutların ayrılması için yok olma anı, onların ortaya çıkma zamanlarıydı. Bu dört adam bu isim altında anılıyordu. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, Lacenaire’i hapishanesinde ziyaret ettiğinde ve onu inkâr ettiği bir suçla ilgili olarak sorguladığında, “Bunu kim yaptı?” diye sormuştu. Lacenaire, hukukçular açısından esrarengiz ama polis için net olan bu yanıtı verdi: “Belki de Patron-Minette.” Patron-Minette’in başlıca üyelerinin yanıtladığı unvanlar buradadır çünkü bu isimler özel olarak insanların hafızasında yer etmiştir: Bahar çiçeği, Brujon, Laveuve, Finistere, Homere-Hogu, zenci, Salı Akşamı, Aceleci, Çiçekçi Kız, Şanlı Mahkûm, Mösyö Dupont, Ardıç Kuşu, Güney Meydanı, Karmanyolacı, Garabet, Dantelci, Ayakları Yukarıda, İki Milyar vs., vs…
Bazılarını geçiyoruz, en kötülerini sizler için sıralamaya çalıştık. Bu isimlere yüzlercesini ekleyebilirsiniz. Sadece varlıkları değil, türleri ifade ederlerdi. Bu isimlerin her biri, medeniyetin altından gelen çeşitli biçimsiz mantarlara karşılık gelirdi. Yüzleriyle pek de savurgan olmayan bu varlıklar, sokaktan geçerken görülen adamlar arasından değillerdi. Geçirdikleri vahşi gecelerden bıkmış olarak, gündüzleri uyumak için bazen kireç fırınlarında bazen Montmatre ya da Montrouge’un terk edilmiş taş ocaklarında bazen de lağımlarda uyumaya gidiyorlardı. Bu adamlara ne oldu? Hâlâ varlar. Onlar her zaman var olmuşlardır. Horace onlardan şöyle bahseder: Ambubaiarum collegia, pharmacopolde, mendici, mimde[1 - Fahişe kolejleri, dolandırıcılar, dilenciler, mahalle oyuncuları. (ç.n.)] ve toplum olduğu gibi kaldığı sürece, oldukları gibi kalacaklardır. Mağaralarının karanlık çatısının altında, sürekli olarak toplumsal akıntıdan yeniden doğacaklardır. Hayaletler gibi geri dönecekler ama her zaman aynı kalacaklardır, sadece artık aynı isimleri taşımayacak ve artık aynı görünümde olmayacaklardır. Bireyler yok edilebilir ancak iyilik ve kötülük, suç ve adalet dünya var olduğu sürece hep olacaktır. Ceplerdeki cüzdanların, anahtarlıklardaki saatlerin kokusunu alırlar. Altın ve gümüşün onlar için bir kokusu hep olacaktır. “Çalınabilir” bir havaları olduğu söylenebilecek saf burjuvalar vardır. Bu adamlar sabırla bu burjuvaların peşinden gideceklerdir. Bir yabancının veya taşradan bir adamın geçişinde bir örümceğin titremesini yaşarlar. Bu adamlar, gece yarısına doğru ıssız bir bulvarda karşılaşıldığında veya onlara bir göz atıldığında korkunçtur. İnsan değil, canlı sislerden oluşan formlar gibi görünürler; alışılmış bir şekilde gölgelerle tek bir kütle oluşturduklarını, onlardan hiçbir şekilde farklı olmadıklarını, karanlıktan başka bir ruha sahip olmadıklarını ve bunun yalnızca geçici ve birkaç dakika yaşamak amacıyla olduğunu söyleyebiliriz. Bu hayaletlerin ortadan kaybolması için ne gereklidir peki? Işık. Tek bir yarasa dahi şafağa direnemez. Toplumu aşağıdan aydınlatmak işte bu yüzden gereklidir.
Sekizinci Kitap
Şeytani Yoksullar
I
Marius, Boneli Bir Kızı Ararken Kasketli Bir Adamla Karşılaşır
Yaz bitti, güz geldi, daha sonra kış gelip dayandı. Ne Mösyö Leblanc ne de genç kız bir daha Lüksemburg Bahçesi’nde göründüler. Marius’ün tek bir düşüncesi vardı, o da taparcasına âşık olduğu o kızın hoş yüzünü bir daha görebilmek. Sürekli, her yerde onu arıyor ama bir türlü bulamıyordu. Artık eski Marius’ten eser kalmamıştı. Ne coşkulu tavırları ne kuvvetli iradesi ne o gençliğin verdiği ateşlilik ne gururu ne alın yazısına kafa tutan sertliği ne de gelecek günleri düşünen kafası, projeleri, fikirleri, idealleri, isteklerinden eser kalmıştı. Kaybolmuş zavallı bir varlıktan farksızdı. Karanlık bir üzüntünün içine düşmüştü. Ne çalışmaktan ne de gezintiden hoşlanıyordu. Birincisi bu durum canını sıkıyor, ikincisi artık bunları yapmaktan yoruluyordu. Eskiden onun için değerli olan aydınlıklar, sesler, öğütler, görüşler, ufuklar, bildirilerle dolu olan doğa bile anlamını kaybetmişti. Sanki her şey birden ortadan kaybolmuştu. Yaptığı tek şey düşünmekten ibaretti çünkü elinden başka türlüsü gelmiyordu. Ama düşüncelerinden eski tadı alamıyordu. Düşüncelerinin alçak sesle önüne serdiği bütün çareler ona şöyle bir bakıp “Bunlar ne işe yarar ki?” diyorlardı.
Kendi kendine bir sürü suçlamalarda bulunuyordu. Neden onun peşinden gitmişti? Onu sadece görmekten bile o kadar mutluluk duyuyordu ki… Ona bakıyordu o genç kız. Bu sınırsız bir sevinç ve mutluluk kaynağı değil miydi? Kendisini sever gibi bir hâli bile vardı. Bu yetmiyor muydu sanki? Bundan sonrasında başka ne gelebilirdi ki? “Ne budala bir insanım!” diyordu kendi kendine sürekli. Bütün bunların kendi hatası olduğuna inanıyordu. Kendisine hiçbir şeyden söz açmadı Courfeyrac çünkü genellikle hep böyle hareket ederdi zaten, bir şeylerin farkına varmaya başlamıştı. Hatta Marius’ü âşık olduğu için tebrik bile etmişti. Ama buna bir hayli de şaşırmıştı aslında, Marius’ün daha sonra böyle bir kara sevdaya düştüğünü görünce şöyle demişti: “Senin de basit bir canlı olduğunu gördüm sonunda.”
Bir gün Marius, eylül güneşine kanmış ve Courfeyrac’ın kendisini Sceaux’daki bir baloya götürmesine ses çıkarmamıştı. Bossuet ve Grantaire de onlarla gelmişti. Marius delice bir hayale kapılmış, kızı görebileceğini sanmıştı. Fakat yakından uzaktan ona benzeyen bir yüz göremeyince arkadaşlarını öylece bırakıp geceleyin yürüyerek Paris’e döndü. Kendi hayatına devam etti. İçini kemiren bu acıya da alışıyordu. Her yerde, her an o kızı arıyordu. Bir seferinde başından geçen bir olay onu çok etkilemişti. Invalides Caddesi’ne açılan dar sokaklardan birinde, işçi giyimli ve başı kasketli ihtiyar bir adama rastladı. Adamın yüzünün yarısını kapatan kasketi, o bembeyaz saçlarının birazını açıkta bırakıyordu. Marius derin düşünceler içinde, uyurgezer gibi giden bu adamı görünce kalbi duracak gibi oldu. “Çok tuhaf…” diye düşündü kendi kendine; sanki parktaki adamı, ihtiyarı, sevgilisinin babasını tam karşısında görür gibi olduğunu sanmıştı. Aynı ak saçlar, aynı yüz, aynı yürüyüş ama bu sefer sanki adam çok daha kederli gibi görünüyordu. Yine de o işçi giyimine bir anlam veremedi. Neden böyle kıyafet değiştirmeye gerek duymuş olabilirdi ki? Bu duruma gerçekten çok şaşırmıştı Marius. Nihayet kendini toparlayabildiğinde ilk yaptığı, adamın ardından gidip adresini öğrenmek oldu. Kim bilir, belki de haftalar ve aylardır aradığı şeyi bulmuş olabilirdi. Artık kesinlikle bu ihtiyar adamı daha yakından görüp bu sırrı aydınlatması gerekiyordu. Adamı izlemeye karar verdi ancak bu kararı alıncaya kadar oldukça fazla vakit kaybetmiş, adam da bu yüzden ortadan kaybolmuştu. Herhâlde, yan sokaklardan birine girmiş olmalıydı. Marius birkaç gün bunun etkisinde kaldı ama sonra, yanılmış olduğunu düşünerek “Bu sadece benzerlikten başka bir şey değildi.” diye umutsuzca hayıflanmıştı.
II
Sahibi Meçhul Hazine
Marius, Gorbeau Evi’nde yaşamaya devam ediyordu fakat binada kalan diğer kiracıların farkında değildi.
O dönemlerde bu döküntüde Marius dışında, bir ara kirasını verdiği Jondrette ailesinden başka kiracı yoktu. Bazıları ölmüş, bazıları başka yere taşınmış ya da kira veremediklerinden atılmışlardı. O kış, 2 Şubat günü, akşamüstü güneşi biraz yüzünü göstermeye başlamıştı. Aslında Chandeleur Yortusu’nun son gününde güneşin sürekli kar topladığına inanılırdı. Hatta bir halk ozanı olan Mathieu Laensberg şunları yazmıştı:
Güneş ister parlak olsun isterse loş,
Ayı mağarasına döner.
Marius de kendi ininden yeni çıkmıştı, karanlık bastırmak üzereydi ve yemek vakti gelmişti. Ah, ne yazık ki aç yaşanmıyordu; insan acıkınca ah işte, tıpkı böyle en tutkulu aşklar bile bitiyordu!
Marius, ortalığı süpüren kapıcının kendi kendine söylendiğini işitti: “Şu dünyada ucuz ne kaldı ki? Her şey ateş pahası. Şu dünyada insan sadece acıları ve belaları ucuza alır, hatta onları bedavaya bile verirler.”
Marius lokantanın bulunduğu Saint-Jacques Sokağı’na varmak için yokuşu çıkmaya başladığı sırada, sisler arasında birilerinin kendisine çarptığını fark edip başını çevirdi. Biri uzun ve ince, diğeri biraz daha kısa, paçavralara bürünmüş, nefes nefese, dehşet içinde ve kaçar gibi hızla geçmekte olan iki genç kız gördü. Kendisini görmemiş ve çarpmışlardı. Gün batımında Marius onların solgun yüzlerini, karışık saçlarını seçti. Başlarında pis ve eski başlıklar vardı. Yamalı, parçalanmış etekliklerinin altından çıplak ayakları görünüyordu.
Uzun boylu kız, kısık sesle şöyle diyordu: “Aynasızlar geldiler, beni az daha yakalayacaklardı.”
Diğeri de ona şöyle karşılık veriyordu: “Gördüm onları. Sonrasında da koştum, koştum, koştum!”
Kızların bu konuşmalarından Marius onların polislerden ya da jandarmalardan söz ettiklerini ve yakalanmamak için kaçtıklarını anlamıştı. Hemen sonra onları gözden kaybetti. Herhâlde arka taraftaki sokağa dalmışlardı. Uzaklarda silinen bir beyazlık seçti Marius, bir anda olduğu yerde donup kaldı. Yoluna devam etmek üzereyken gözü ayaklarının dibinde, yerde duran grimsi küçük bir pakete ilişti. Eğilip onu aldı. İçinde kâğıtlar varmış gibi görünen bir tür zarftı.
“Tanrı’m.” dedi kendi kendine. “O zavallı kızlar düşürmüş olmalı.” Sonrasında onların gittiği yöne doğru ilerledi, onlara seslendi, karşılık alamayınca uzaklaşmış olduklarını düşünerek zarfı cebine attı ve yemeğe gitti.
Yolda siyah bezle örtülü bir çocuk tabutu gördü. Üç sandalye üstüne yerleştirilmiş tabutun yanında, tek bir mum vardı. Az önce gördüğü o yoksul kızları hatırladı: “Zavallı anneler!” diye düşündü. “Çocuklarının öldüğünü görmelerinden daha acı başka ne olabilir, onların sefil bir yaşam sürdüklerini görmek dışında!”
Daha sonra o gölgeler de aklından silindi, kendi düşüncesine daldı. Yaz aylarını, o mutlu, altı aylık aşkını düşündü. Lüksemburg Bahçesi’nin o güzel ağaçlarının sahne oldukları o aşk ve mutluluk sahnelerini büyük bir keder içerisinde yâd etti. “Tanrı’m, yaşantım ne kadar da sıkıcı bir hâle geldi.” dedi kendi kendine. “Kızlara rastlıyorum gerçi ama eskiden melekleri görürdüm, şimdi sadece hayaletleri görebiliyorum.”
III
Dört Mektup
O akşam Marius yatmaya hazırlandığı sırada eli, sokağa düşürülen ve almış olduğu cebindeki pakete değdi; unutmuştu onu. Açmayı düşündü; belki içinde kaybedenin adı ve her hâlükârda onu kaybeden kişiye geri verilmesi için gerekli bilgileri bulabilirdi.
Zarfı açtı. Mühürsüzdü ve içinde dört mektup vardı. Mektuplarda adresler yazılıydı. Kâğıtlardan ağır bir tütün kokusu yükseliyordu.
İlk mektupta, şunlar yazılıydı:
Madam Markiz de Grucheray, Bakanlar Odası karşısındaki alan, No:…
Marius, mektupta gereken bilgiyi alacağını düşündü. Mühürlenmemiş olduğuna göre okumasında sakınca yoktu. Mektup şöyle devam ediyordu:
Madam Markiz,
İyilik ve merhamet duygusu, toplumdakileri birbirlerine bağlayan en asil şeylerdir. Dindar bir hanımefendi olduğunuzu bildiğimden gururumu ayaklar altına almak pahasına size başvurmaktan başka çare bulamadım. Kutsal meşruiyet davasına sadakat ve bağlılığının kurbanı olan; kanıyla servetini, her şeyini bu davayı savunmak için adamış ve bugün kendisini en büyük sefaletin içinde bulmuş biriyim. İnandığım dava yolunda her şeyimi, servetimi yitirmiş durumdayım.
Madam Markiz,
Gönlünüzde bu konuda sahip olduğunuz yüksek duygulardan emin olduğumdan size yazma cüretini kendimde buldum. Evine dönecek parası bile olmayan, bir İspanyol Kralcıya yardımcı olmaktan çekinmeyeceğinizi biliyorum. Fransa’ya sığınmış bir Kralcı olan ve kendisini ülkesi adına seyahatlerde bulan ve seyahatlerine devam etmek için kaynakları yetersiz kalan İspanyol Süvari Kaptanı Don Alvarez.
Marius okuduklarından hiçbir şey anlayamadı çünkü adam adresini de vermemişti. Belki daha şanslı olacağını düşünerek ikinciyi aldı: Bu mektubun üzerinde: Madam La Kontes de Montvernet, Cassette Sokağı, No. 9 yazıyordu. Marius onu da okumaya başladı:
Sayın Kontes,
Altı çocuk annesi olan zavallı bir kadın olarak size bu satırları yazıyorum. Çocuklarımın en küçüğü, sekiz aylık. Lohusalığımdan beri hasta yatağımdan çıkamıyorum. Hain kocam altı ay önce bizi terk etti. Dünyada hiçbir kaynağa sahip olmamak en korkunç sefalettir. Son umudunu size bağlamış olan bu yoksul kadına yardım edeceğinizden eminim. En derin saygılarımla.
Balizard Ana
Mektuplarda korkunç gramer hataları vardı, Marius okudukları karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa giriyordu. Üçüncü mektubu aldı, o da yardım isteyen başka birisinden geliyordu. Üzerinde şöyle yazıyordu:
Mösyö Pabourgeot, seçmen, toptan şapkacılık mağazası işletir. Saint-Denis Sokağı.
Merhametinize sığınarak bu mektubu size yollama cüretinde bulundum. Şansı kötü giden bir yazara yardımcı olmanızı saygılarımla rica ediyorum. Fransız Tiyatrosuna yolladığım oyunum reddedildi. Konu tarihten alınmaydı, olay Auvergne eyaletinde geçiyordu; dramı okuyanlar bunun çok ustaca olduğunu söylediler ancak yine de koruyanım olmadığı için bu konuda başarılı olamadım. Dört yerde söylenecek beyitler vardı. Komik, ciddi, beklenmedik, çeşitli olaylar karakterlere karışır ve gizemli bir şekilde ilerleyen çarpıcı sahnelerden sonra, parlak sahnelerin birçok güzel vuruşunun ortasında sona eren tüm entrikalara hafifçe romantizmin bir tonu yayılır dramamda. Asıl amacım; yüzyılımızın insanını giderek canlandıran arzuyu, yani modayı, neredeyse her yeni rüzgârda değişen o kaprisli ve tuhaf rüzgâr gülünü tatmin etmektir. Bu niteliklere rağmen kıskançlığın, ayrıcalıklı yazarların bencilliğinin, tiyatrodan dışlanmamı sağlayabileceğinden korkmak için de nedenlerim var çünkü yeni gelenlerin gördüğü aşağılamalardan habersiz değilim.
Mösyö Pabourgeot; edebiyatçıların aydın bir koruyucusu olarak haklı ününüz, bu kır mevsiminde ekmek ve ateşten mahrum kalan öfkeli durumumuzu açıklayacak olan kızımı size göndermem için beni cesaretlendiriyor. Beni en mütevazı teklifle onurlandırmaya tenezzül ederseniz, size minnettarlığımı sunmak için hemen manzum bir piyes metni hazırlayacağım. Bu piyesi olabildiğince mükemmel hâle getirmeye çalışacak, oyunun başına eklenmeden ve sahneye teslim edilmeden önce size göndereceğim. Aynı zamanda oyunun ön sayfasına sizin adınızı ve bana ettiğiniz yardımları yazmak istiyorum. Şimdiden vereceğiniz desteğe teşekkür eder, minnet ve saygılarımı sunarım.
Genflot, Yazar
Not: Kırk frank dahi olsa yetecektir. Kendim gelemediğim ve kızımı gönderdiğim için beni bağışlayın ancak huzurunuza çıkacak durumum olmadığından sizinle görüşme cesaretinde bulunamadım.
Marius sonunda dördüncü mektubu da açtı: Saint-Jacquesdu-Haut-Pas Kilisesi’nin yardımsever beyefendisine.
Aşağıdaki satırları içeriyordu:
Hayırsever Adam,
Kızıma eşlik etmeye tenezzül ederseniz, zavallı bir felaketle karşılaşacaksınız ve size ne kadar sefil bir hayat sürdüğümü gösterebileceğim. Bu yazılar açısından cömert ruhunuz bariz bir iyilik duygusuyla hareket edecek çünkü gerçek filozoflar her zaman canlı duygular hissederler. Kader bana çok zalim davrandı, kendim yoksulluğa alıştım ama ailemin aç kaldığını görmek beni mahvediyor. Sizden yardım beklerken bir kez daha en sadık kulunuz olduğumu belirtmeme izin verin.
En derin saygılarımla
P. Fabantou, Zavallı Drama Sanatçısı
Marius dört mektubun hepsini okumuş olmasına rağmen önceki durumundan çok daha bilgili olabileceği bir konuma gelememişti. Mektuplar dört farklı kişiden gelmiş gibi görünüyordu: Don Alvarez, Balizard Ana, piyes yazarı Genflot ve oyuncu Fa-bantou. İşin en tuhaf ve ilginç yanı mektupların hepsinin de aynı kalemden çıkmasıydı. Üstelik bu varsayımı daha da olası kılan durum; dördünde de kullanılan kaba ve sarı kâğıt, tütün kokusu aynıydı ve üslubun değiştirilmeye çalışılmasına rağmen aynı yazım hataları vardı. Bundan dolayı dört mektubu da aynı elin yazdığı kesindi. İsimler farklı olsa da mektupların hepsinin amacı maddi destek istemekti.
Bu küçük gizemi çözmeye çalışmak nafile bir çaba gibi görünüyordu. Marius, bir şansa bile iyi davranamayacak ve cadde kaldırımının onunla oynamak istediği bir oyuna kendini veremeyecek kadar kederli durumdaydı. Dört mektup arasında kendisiyle sanki körebe oynanıyormuş gibi bir hisse kapılmış, yine sanki kendisiyle dalga geçiliyormuş gibi düşünmeye başlamıştı. Marius bir ara mektupları kızların düşürdüklerini sanmıştı ama şu anda bundan o kadar emin değildi, bu yüzden de bunları o büyük zarfa geri koydu ve bir kenara atıp yatağına yattı. Ertesi gün her zamanki gibi yedide kalkmış, giyinmişti ve kahvaltısını ederek çalışmak için masasına oturmaya hazırlanıyordu ki kapısına usulca vuruldu. Fazla parası ve eşyası olmadığından kapısını asla kilitlemezdi. Anahtarı her zaman kapı kilidinin üstünde dururdu. Kapıcı bunun için Marius’ü azarlar, bir gün soyulacağını söylerdi. Marius küçümseyerek “Benden ne çalacaklar ki?” derdi. Yine de Madam Bougon haklı çıktı, günün birinde eski çizmeleri çalındı. Kapıya bir kez daha vuruldu ancak bu sefer ilkinden daha yumuşaktı.
“Girin!” diye seslendi Marius. Kapı açıldı. Marius önündeki yazıdan başını kaldırmadan sordu: “Ne istiyordunuz Madam Bougon?”
Madam Bougon’a ait olmayan bir ses yükseldi: “Özür dilerim, Mösyö.” dedi. Ses kısık ve çatlaktı; içkiden kalınlaşmış, uğultulu bir erkek sesine benziyordu. Ancak Marius başını kaldırdığında karşısında genç bir kızın durduğunu gördü.
IV
Yoksulluk İçinde Bir Gül
Yarı açılmış kapının eşiğinde genç bir kız duruyordu. Bu küçük odayı aydınlatan pencere tam kapının karşısında bulunuyordu. Pencereden gelen ışık, genç kızı solgun bir aydınlığa boğuyordu. Kızcağız çok zayıf, narin ve sıska bir yaratıktı. Donmuş ve insanın içini ürperten çıplaklığını sadece bir eteklik ve bir gömlek örtüyordu. Kemer yerine ise beline bir ip bağlamış, bir başka iple de saçlarını toplamıştı. Ağzı yarı açıktı, dişleri bakımsızlıktan simsiyah olmuştu. Bakışlarında kesinlikle kötücül bir ifade vardı. Hem gelişim aşamasındayken sekteye uğramış bir çocuğa hem de zavallı bir hilkat garibesine benziyordu. Sanki elli yaşında bir insan, on beş yaşındaki bir insanla karışmış gibiydi.
Marius ayağa kalkmış, sadece rüyalarda görülen hayaletlere benzeyen bu garip şekildeki varlığa şaşkınlıkla bakıyordu. İşin en kötü tarafı bu kızın aslında çirkin olmamasıydı, belki de küçüklüğünde pek şirin bir varlıktı. Genç yaşta olmanın inceliği, yoksulluk ve çektiği acılar yüzünden üzerine çöken yaşlılık, dış görünüşü ile hâlâ tezatlık yaratıyordu. Çünkü kış gününde korkunç bulutların altında kalarak sönen bir güneş gibi, güzelliğinin bir kısmı o on beş yaşındaki yüze sahip kızın ifadesinde kaybolmuştu. Marius sanki bu yüzü bir yerlerden tanıdığını düşünüyordu, sanki onu önceden bir yerlerde görmüştü.
“Ne istiyorsunuz Matmazel?” diye sordu Marius.
Sarhoş ve bulanık kalın erkek sesiyle genç kız cevap verdi: “Size bir mektup getirdim, Mösyö Marius.”
Kız ona ismiyle hitap ediyordu; peki ama kimdi bu kız, onun ismini nereden biliyordu? Marius’ün davet etmesini beklemeden içeri girmişti. Hâlinde hiçbir çekingenlik görülmüyordu ve ayakları çıplaktı. Etekliğindeki geniş deliklerden uzun ve sıska bacakları gözüküyor, soğuktan zayıf bedeni şiddetle titriyordu. Gerçekten de elinde tutmuş olduğu mektubu Marius’e uzattı, delikanlı mektubu açarken üzerindeki ekmek içinden yapılmış mührün hâlâ ıslak olduğunu fark etti, bu yüzden de mektubun çok uzaktan gelmediğini anladı. Hemen okumaya başladı:
Çok değerli genç komşum,
Altı ay önce kiramı ödeyerek gösterdiğiniz iyiliği öğrenmiş bulunmaktayım. Size bu konuda minnettarım. Büyük kızım, size iki günden bu yana ağzımıza tek bir lokma dahi sokmadığımızı söyleyecektir. Dördümüz ve hasta olan karım, aç ve sefil hâldeyiz. Sizin ne koca yürekli ve eli açık bir insan olduğunuzu tahmin edebiliyorum. Bana yine ufak bir yardımda bulunabilirseniz size müteşekkir olacağımı da iletmek istiyorum. Sizin gibi yardımsever kişilere duyulacak en derin saygılarımı sunarım.
Jondrette
Not: Büyük kızım sizin talimatlarınızı bekleyecektir, Sayın Mösyö Marius.
Bir gün öncesinden Marius’ün zihnini meşgul eden bütün sırlar bu mektupla birden tamamen aydınlanmıştı. Bu mektup, diğer o dört mektubun geldiği yerden geliyordu. El yazısı, imla hataları, kâğıdın sarılığı ve üzerine sinen tütün kokusu da diğer dört mektupla aynıydı.
Böylece beş mektup yazılmış; beş farklı isimle, insanlara beş farklı hikâye uydurulmuştu. Ama bunların hepsini yazan tek bir insandı. İspanyol Yüzbaşı Don Alvarez, talihsiz Balizard Ana, drama yazarı Genflot ve yaşlı aktör Fabantou. Hepsi Jondrette denen bu adamdan başkası değildi.
Marius o viraneden ayrılalı oldukça uzun zaman geçmiş, sefalet içinde yaşayan komşularını bir daha görme fırsatı bulamamıştı. Zaten onun düşünceleri başka yönlere çevrilmişti. Düşünce ne yöne çevrilirse bakışlar da zaten o yöne dönerdi. Jondrette ailesindeki kişilere, merdivenleri çıkarken veya koridorda birkaç kez rastlamıştı ama onlar Marius için birer silüetten başka bir şey olmamışlardı. Onlarla o kadar az ilgileniyordu ki bir gece önce bulvarda Jondrette’in kızlarına çarptığı hâlde onları tanımamıştı. Çarpıştığı kızların onlar olduğu kesindi. Karşısında duran kızın onda uyandırdığı merhamet ve tiksinti hisleri, kendisini daha önce görmüş olduğunu zorla hatırlatacak kadar kuvvetliydi.
Artık tüm gerçekleri açıkça görebiliyordu, sefalete düşmüş olan komşusu Jondrette’in ekmek parasını iyilikseverlere yazdığı mektuplarla sağladığını anlamıştı. Bunlar gibi insanların adreslerini öğreniyor ve onlara çeşitli isimlerle hikâyeler uydurarak bu mektupları yazıyor, sonrasında da kızlarıyla gönderiyordu. Bu şekilde kızlarını da tehlikeye atmış oluyor, onları kendisine suç ortağı yapıyor, zavallı kızlarını tehlikeye atmaktan da zerre kadar çekinmiyordu. Bir gün önceki koşuşlarından, aralarında konuştuklarından ve korkularından Marius; bu kızların daha başka kötü işler de yapmakta olduklarını anlayabilmişti. Yaptıkları bu işler ve çektikleri sefalet yüzünden toplumun ortasına ne genç kıza ne kadına ne de çocuğa benzeyen, yoksulluğun doğurduğu, kirli ama masum bu iki canavar çıkıyordu.
Bunlar isimsiz, cinsiyetsiz, yaşları belli olmayan insanlardı. Ne iyilik ne de kötülük yapabilirlerdi aslında. Onlar çocukluktan çıktıkları anda her şeylerini de kaybedeceklerdi. Onlar dün açmış, bugün solmuş çiçeklere benziyorlardı. Marius üzüntülü bakışlarını genç kızın üzerinde dolaştırırken o, hiçbir şeye aldırmadan serbest bir şekilde odanın içinde gidip geliyor ve orada bulunan bütün eşyaları inceliyordu: “Ah, sizin bir aynanız varmış!” dedi şaşkınlıkla. Yarım ağızla, sanki odada yalnızmış gibi bir şarkı mırıldanıyordu. Boğuk sesi, söylediklerini üzüntülü bir havaya sokuyordu. Bu pervasızlığın altında hor görülmüş, korkak, çekingen bir varlık ortaya çıkıyordu. Aslında pervasızlık da utangaçlığın bir çeşididir. Bu kızın böylesine çaresizlikle içeride dolaşması, her hâlinden kanadının kolunun nasıl da kırık olduğunu görebilmek, insanın yüreğini dağlıyordu. Başka şartlarda olsa, eğitim alsa ve daha düzgün koşullarda yetişmiş olsaydı, Marius bu kızın ne kadar güzel, şen şakrak ve neşeli bir insan hâline dönüşebileceğini tahmin edebiliyordu.
Marius hiç sesini çıkarmadan üzgün ve dalgın gözlerle onu izliyordu. Kız masaya yaklaştı. “Ah, kitaplarınız da var!” dedi neşeyle. Fersiz gözlerinde bir parıltı yanıp söndü ve gururlanır gibi: “Ben de okumayı biliyorum.” dedi. Masadaki kitaplardan birini aldı ve gayet akıcı biçimde okudu: “General Bauduin, Waterloo Ovası’nın tam ortasındaki Hougomont kasrını kuşatma buyruğu almıştı.” Birden durdu: “Waterloo, bunu biliyorum ben. Bir savaşmış, çok eskiden olmuş, babam da o savaşa katılmış. Askermiş orada, bizim evdekilerin hepsi Bonapartçıdır zaten. Bu Waterloo, İngilizlere karşıydı.” Daha sonra kitabı bıraktı ve sonra eline bir kalem aldı.
“Ben yazı yazmasını da biliyorum.”
Kalemi hokkaya batırdı ve Marius’e bakıp: “Bir şeyler yazayım da görün.” dedi. Genç adamın yanıt vermesine fırsat bırakmadan beyaz kâğıtlardan birini aldı ve üzerine şu sözleri yazdı: Aynasızlar geliyor!
Sonra kalemi fırlatarak şöyle dedi:
“Hiç imla hatası yapmadım. Bakabilirsiniz isterseniz. Ben ve kardeşim, hayatımız…” lafını yarıda kesip Marius’e baktı, sonra hiçbir şeye inanmadığını gösteren boğuk ve sıkıntı dolu bir kahkaha attı:
“Ah, boş verin gitsin!”
Ardından neşeli bir halk şarkısına başladı:
Karnım aç babacığım,
Yiyecek yok.
Üşüyorum anne,
Kazağım yok.
Titre Lolotte!..
Ağla Jaquot!..
Şarkıyı yeni bitirmişti ki haykırdı: “Tiyatroya gider misiniz, Mösyö Marius? Ben arada sırada giderim. Erkek kardeşim oyuncularla dost olduğundan bize kimi zaman bilet bulur. Ancak yukarısı çok pis tütün koktuğundan orada oturmayı çok sevmem.” Marius’e ilgiyle baktı ve yüzünde çok farklı bir ifadeyle şöyle dedi: “Biliyor musunuz Mösyö Marius, çok yakışıklı bir adamsınız.” O anda her ikisinin de aklına aynı düşünce geldi. Kız güldü, Marius kızardı. Marius’ün yanına gelip elini onun omuzuna koydu: “Siz benimle ilgilenmiyorsunuz ama ben sizi tanıyorum. Size merdivende rastlıyordum. Sonra, Austerlitz yakınlarında oturan ve ismi Mabeuf olan birisinin evine gittiğinizi de gördüm. Oralarda gezerim ben. Saçlarınızı böyle taramanız çok yakışıyor size.” Sesini mümkün olduğunca tatlılaştırmaya çalışıyordu ama kısık bir sesten başka bir şey duyulmuyor, bazı kelimeleri yutuyordu.
Marius yavaşça geri çekildi. “Affedersiniz Matmazel, müsaade ederseniz size bir şey iade edeceğim, sizin sanırım.” diyerek kıza, içinde dört mektubun olduğu ve bir gün önce bulduğu paketi uzattı.
Kız sevinçten ellerini çırptı: “Bu paketi aramadığımız yer kalmadı.” dedi.
Sonra paketi birden kavradı, hem onu açıyor hem de şöyle diyordu: “Kardeşimle ben ne kadar aradık bunu bir bilseniz. Demek siz buldunuz. Sokakta buldunuz, değil mi? Orada düşürmüş olmalıyız. Koştuğumuz zaman düşürdük. Budala kardeşimin sakarlığı işte! Eve geldiğimizde yanımızda olmadığını fark ettik. Dayak yememek için ki bilirsiniz çok gereksiz bir şeydir dayak, mektupları gereken yerlere teslim ettiğimizi ama kimsenin bir şey vermediğini söyledik babama. Neyse, şimdi bulundu o mektuplar ama onların bana ait olduğunu nereden anladınız ki? Herhâlde el yazısından anladınız. Demek o karanlıkta çarptığımız kişi de sizdiniz. Kardeşime de ‘Bir adama mı çarptık?’ diye sormuştum, o da ‘Evet.’ demişti bana.”
Bu arada Saint-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi’nin iyiliksever kişisine hitaben yazılmış olan mektubu açmıştı.
“Tamam.” dedi. “Bu ayine giden ihtiyar için. Şimdi tam zamanı. Gidip adama mektubu vereyim. Belki bize öğle yemeği yiyecek kadar para verir.” Sonra gülmeye başlayarak ilave etti: “Bugün öğle yemeği yersek ne yapmış olacağız biliyor musunuz? İki gün önceki öğle yemeğimizi yemiş olacağız. Sonra iki gün önceki akşam yemeğimiz ile dünkü öğle yemeğimizi de yemiş olacağız. Hepsini tek seferde yapmış olacağız.”
Bu sözler Marius’e o anda genç kızın odasına geliş nedenini hatırlatmıştı. Yeleğinin ceplerini kontrol etti ama boştu. Genç kız hâlâ konuşmaya devam ediyor, sanki Marius orada hiç yokmuş gibi sürdürüyordu konuşmasını: “Ben bazı gecelerde de dışarı çıkarım, hatta kimi zaman eve uğramadığım bile olur. Bu eve taşınmadan önce, geçen yıl köprülerin altında yaşıyorduk. Donmamak için birbirimize sokularak yatardık, küçük kardeşim her zaman ağlardı. Su aslında insana ne kadar da üzüntü veriyor. Kendimi suya atıp öldürmek aklımdan geçtiği zamanlarda hemen başımı alıp giderdim. Bazen çukurlarda bile uyurdum biliyor musunuz? Geceleri sokaklarda dolaştığım zamanlarda Notre Dame kulelerini koskoca karanlık evlere benzetirdim. Beyaz duvarları nehir sanırdım. Kendi kendime, ‘Ne şaşılacak şey! Orada da su var.’ derdim. Yıldızları kandillere benzetirim biliyor musunuz? Sanki tüterler, sonra rüzgâr çıkar ve onları söndürür. Sanki kulağımda atların soluğunu duyuyormuşum gibi şaşırırım. Gece olduğu zaman meyhanelerin seslerini duyarım. Dokuma tezgâhlarının tıkırtısı gelir kulağıma. İşte böyle şeyler. Arkamdan taş atıyorlar sanırım bazen de. Bilmeden kurtarırım kendimi. Etrafımda her şey deli gibi dönmeye başlar, insanın karnı aç olunca işte böyle tuhaf şeyler gelir aklına.”
Dalgın bir ifadeyle Marius’e baktı. Marius yeniden ceplerini kontrol ediyordu, sonunda beş frank ve seksen santim bulmuştu. Zaten bütün varlığı da bundan ibaretti Marius’ün. Sonra kendi kendine, “Yarına bir şeyler bulurum.” dedi. On altı meteliği kendine ayırarak beş frangı kıza verdi.
Kız parayı aldı: “Ne güzel bir hava var, güneş de çıkmış.” dedi sonra. Sanki bu güneş onun dilini çözüp ne kadar kaba ifadeler varsa sıralamasına sebep oluyormuş gibi sürdürdü konuşmasını: “Beş frank gerçekten iyi para, bununla aç karnımıza ziyafet çekeriz.”
Gömleğinin omuzlarını çekiştirdi ve Marius’e havalı bir selam verip elini dostça sıktıktan sonra, kapıya doğru ilerledi ve şöyle dedi: “Ben yine de gidip o ihtiyarı bulayım.”
Çıkarken komodinin üzerinde duran tozlanmış bir ekmek parçasını görünce hemen üzerine atlayarak: “Sertleşmiş ama yine de güzel, dişlerimi kırıyor.” diyerek bir taraftan ekmeği kemirirken odadan çıkıp gitti.
V
İlahi Bir Gözetleme Deliği
Marius beş yıl boyunca sıkıntı içinde yaşamış, korkunç bir yoksulluk çekmişti fakat kızı gördükten sonra asıl sefaleti onların yaşadığını fark etmişti. Erkeğin yoksulluğunu gören aslında pek de etkilenmezdi ancak bir kadının yoksulluğu bütün gerçekleri insanın gözüne sokar, aslında bir çocuğun açlığını ifade ederdi. İnsanoğlu, yoksulluğun sınırına geldiğinde ne yazık ki her yola başvurabilirdi. Ne yazıktır, aslında insanların çevresini saran sefilliğin içindeki savunmasızlığı! Yoksulun ne işi ne parası ne ekmeği ne ateşi ne cesareti ne de iyi niyeti, hiçbir şeyi yoktur. Her şey terk etmiştir onu. Ruhundaki iyi duyguların tamamen körelmesi gibi gün ışığı da kendisine sönük gelirdi. Sırf bu yüzden zaten erkek olan, kadının ve çocuğun zayıflıklarını kendi menfaati için kullanmayı gayet iyi bilirdi. Ancak o zaman bir uçurumun dibine düştüğünü hisseder, kıvrandığı acılar onun bir cinayet işlemesine bile neden olabilirdi. Sağlık, gençlik, terbiye, insanın kutsal olan tüm manevi duyguları, masumiyeti, ruhun bir örtüsü olan utanma duygusu, yoksulluktan korunmak için bir çare arayan unsurlarca kötüye kullanılır.
Düştüğü o rezilliğin içerisinden kurtulması mümkün değildir artık. Aileler, çocuklar, erkek ve kız kardeşler, kadın ve erkekler; hepsi de bu cinsiyet ve akrabalık karışımında, kepazelik ve günahsızlık tuzağına düşerek, birbirlerinden destek alarak yaşamlarını sürdürmeye çalışır.
Az önce Marius’ün odasına girmiş olan sefil genç kız, delikanlının hayatının da bir özeti olmuştu aslında. Bu kız ona gecenin en korkunç yanını göstermiş, bu yüzden de Marius resmen kendi bencilliğinden tiksindiğini hissetmişti. Aylarca orada, bir duvarın ayırdığı yan odada yaşayan ailenin acısıyla hiç ilgilenmemiş, sadece bir kez kiralarını vermekle her şeyin yoluna girdiğini sanmıştı. Marius düşündükçe korkuyordu. Yanı başında, açlık ve soğukla yaşayanların olması ve kendisinin onlara yardım etmediğini düşünmesi genç adamı perişan ediyor, yüreğini parçalıyordu. Aslında okuduklarından sonra Marius bu ailenin her açıdan alçak olduğunu anlamakta gecikmemişti ama yine de insanlardı ve korkunç bir çaresizliğin içinde kıvranıyorlardı. İşte tam bu nokta, alçakların ve lanetlenmiş olan insanların “sefil” kelimesinin altında birbirlerine karıştığı yer, burası değil miydi? Kimin suçuydu bu peki? Sonuç olarak aslında düşkünlüğün olduğu yerde merhametin çoğalması gerekirdi. Marius, dürüst bir kişiliğe ve değerlendirme yeteneğine sahip olduğundan asla kendi kendini kandırmazdı. Vicdan muhakemesi yaptığı sırada bakışları o ince duvara çevrili, sanki duvarın gerisindekileri görmek ister gibiydi. Duvar dar ve uzun tahtalardan yapılmıştı. Üzerinde bir kat alçı badanası olan bu duvar, oldukça ince olduğu için yan odadan gelen seslerin hepsi rahatlıkla duyulabiliyordu. Marius son zamanlarda sürekli olarak hayal dünyasında yaşadığından şimdiye kadar bunu fark etmemişti. Marius gözlerini bu önemsiz duvara dikmişti ki bir anda olduğu yerde irkildi, tavana yakın birkaç santimlik üçgen biçimli bir delik olduğunu gördü. Marius, bunun bir gözetleme deliği olacağını düşünerek masanın üstüne çıktı ve gözünü deliğe uydurdu.
VI
İnindeki Vahşi Adam
Şehirlerde de ormanlarda olduğu gibi inler bulunmakta ve bu inlerde de en korkunç, en kötü yaratıklar yaşamaktadır. Şehirlerde en çirkin, en yabani, en korkunç şeyler saklanır. Oysa ormanlardaki mağaralarda yabani ama asil yaratıklar bulunur. Aslında yabani hayvan barınaklarının, insanların saklandıkları yerlerden çok daha üstün olduklarını hemen söyleyebiliriz. Marius, o delikten baktığında bir izbe görüyordu. Evet, kendisi de yoksuldu ve onun da odası fakir birinin odasıydı ama onun sefaleti yine de asildi, odası temizdi. Şu anda gördüğü o mezbele iğrendirici, kasvetli ve korkunç görünümlüydü. Eşya olarak sadece hasır bir iskemle, kırık bir masa, birkaç kırık çanak çömlek ve bir köşede şilteler bulunuyordu. Örümcek ağlarının kapattığı bir tavan penceresinden ışık alıyordu içerisi. Bu çatı penceresinden giren o ölü ışıkta insan yüzleri resmen korkunç hayaletlere benzerdi. Duvarlar yer yer çatlamıştı ve korkunç bir hastalığın yaralarını taşıyan yüzleri andırıyordu, odanın mahvolmuş duvarları. Nemden yer yer yosun bağlamış bu duvarlarda, kömürle birkaç edepsiz resmin bile çizili olduğu görülüyordu.
Marius’ün odasının zemini kırmızı tuğla döşeliydi, oysa o odanın zemini sanki toprak kaplı gibiydi. Zemin toz ve çamurdan görünmüyordu, etrafta bir sürü paçavra savrulmuş durumdaydı. Üstelik bu odada bir de ocak vardı. Zaten sırf bu yüzden odanın yıllık kirası kırk franktı. Bu ocakta neler yoktu ki: kırık tahtalar, çivilere asılı kumaş parçaları, parçalanmış bir kuş kafesi, bir mangal, kül ve biraz kıvılcım… İki ıslak odun tüterek yanmaya devam ediyordu. Bu çöplüğün daha da korkunç görünmesi, bu dairenin daha enli olması ve açılarından dolayı köşelerin karanlık köşeler gibi görünmesindendi; tavandan da kirişler sarkıyordu. Bunlar örümceklere ve karafatmalara resmen barınak olmuştu; gerçi tuhaf görmemek lazım, burada yaşayanların da o böceklerden farkı olduğu söylenemezdi. Şiltelerden biri kapıya yakın, diğeri pencerenin önündeydi. Marius, deliğin tam karşısındaki duvarda bir resim olduğunu fark etti. Bu resmin altında büyük harflerle RÜYA yazılıydı. Resimde, uyuyan bir kadınla çocuk görülüyordu. Çocuk başını bir adamın dizlerine yaslamıştı; yukarıda, tepelerindeki gökyüzünde bulunan bulutların arasında gagasının ucunda taç tutan bir kartal vardı.
Uyuyan kadın bilinçsizce sanki tacı çocuktan uzaklaştırmak ister gibi elini yukarı kaldırmıştı. Resmin alt kısmında ise gayet iyi giyimli görünen Napolyon, sarı bir sütuna yaslanmıştı. Sütunun üzerinden ise şu yazı okunuyordu:
MARINGO
AUSTERLITZ
IENA
WAGRAMME
ELOT
Bu tablonun hemen altında duvara dayalı ters yüz edilmiş bir çerçeve daha vardı, Marius onların bunu asmayı unuttuklarını düşündü. Masanın üzerinde bir hokka, kalem ve kâğıt olduğunu gördü. Masa başında zayıf, altmış yaşlarında gibi görünen, solgun yüzlü bir adam vardı. Yüzünden sinsilik ve kötülüğün aktığını görebiliyordu. Yaşlılığını belli eden kırlaşmış gür sakalı ve kıllı kolları vardı. Üzerinde göğsünü açık bırakan bir kadın fanilası bulunuyordu. Çamurlu pantolonlu bacağında, ayak parmaklarını ortaya çıkaran delik ayakkabılar görülüyordu. Ağzındaki piposunu tellendirmeye devam ediyordu. Nasıl oluyorsa evine ekmek temin edemeyen bu adam, kendi zevki için tütünsüz de kalmıyordu. Masanın başında bir şeyler karalıyordu ve Marius adamın yine o hikâyelerle dolu mektuplardan birini yazdığını düşündü. Masanın bir kenarında, cildi yırtık bir roman duruyordu. Adam bir yandan yazıyor, bir yandan da yüksek sesle konuşuyordu: “Öldükten sonra bile eşitlik yok. Pére-Lachaise mezarlığına bak; zenginlerin mezarlarında ne güzel çiçekler bulunur, onların mezarlarına giderken mis gibi temiz yollardan geçilir. Parasızlar, alçaklar, sefiller ise kendi hayatları kadar kötü yerlerdedir. İnsanlar onların mezarına gidebilmek için dizlerine kadar çamura batmak zorunda kalır; hayatları boyunca çürümeye mahkûm olan bu insanların, muhtemelen gömüldükleri yerde de hızlıca çürümeleri istenmektedir herhâlde.” Sustu, yumruğunu masaya indirdi ve diş gıcırdatıp: “Lanet olsun bu sefil dünyaya!” dedi. Kırkında olmasına rağmen yaşadığı sefaletten dolayı belki de yüz yaşında gibi görünen kadın, ocağın önüne çömelmiş duruyordu. Onun da üzerinde sefaletin resmi olan paçavralar vardı. Kadın çömelmiş olmasına rağmen uzun boylu olduğunu belli ediyordu. O kara kuru eşinin yanında, kesinlikle iri yarı görünüyordu aslında. Gri tellerle karışık tiksindirici kırmızı saçları vardı, arada bir kürek gibi elleriyle bu saçları alnından geriye atıyordu. Kadının hemen yanındaki masada o romanın aynısı olan bir roman daha vardı, muhtemelen iki ciltten oluşan bir roman olmalıydı. Şiltelerden birinde, Marius neredeyse çıplak denecek kadar giyimli ince uzun bir kıza rastladı, kız sanki bitkisel hayata girmiş gibi etrafında olan biteni ne görüyor ne de duyuyordu. Odasına gelen kızın kız kardeşi olabileceğini düşündü Marius. Kız ayaklarını uzatarak oturmuş, ne işitiyor ne görüyor ne de yaşıyordu sanki.
Kız, on ikisinde bir çocuk kadar zayıftı ama dikkatle bakınca neredeyse on beşinde olduğu fark ediliyordu. Bir gün önce caddede “Kaçtım.” diyen kız da buydu işte. Sefalet bu insan bitkilerini, böyle sıskalaştırırdı işte. Bu zavallı yaratıkların ne çocuklukları olurdu ne de gençlik dönemleri, onlar on beşinde olsalar da hastalık onları yaşlarının iki katı gibi gösterirdi. Bu zavallı çocuklar daha çocukluklarını yaşayamadan bir günde kadına dönüşür ve sanki hayatlarını çok daha hızlı nihayetlendirmek için acele ederlerdi.
Bu odada, kimsenin herhangi bir iş yapmadığı görülüyordu. Ne bir gergef vardı ne bir çıkrık ne de bir tezgâh. Gereçler bile görünmüyor, sadece bir köşede tuhaf görünümlü paslı zincirler olduğunu seçebiliyordu. Marius, uzun uzun bir mezardan bile daha kasvetli görünen bu odaya baktı. Bazı yoksulların varlıklarını sürdürmek için barındıkları nemli mahzen, aslında sefaletin dip noktasıdır ve bir mezar olmasa bile mezara çok yakın bir karanlık hâkimdir orada. Zenginlerin sarayların önlerine servetlerini dökmeleri gibi, bu odada da sefaletin en karanlık yoksulluğu sergileniyordu. Adam artık konuşmayı bırakmıştı, kadın konuşmuyordu, genç kızda ise hayat belirtisi bile yoktu. Kâğıt üzerindeki kalemin sesinden başka ses yoktu. Adam yazmayı sürdürüp sürekli olarak, “Lanet olsun bu sefil dünyaya!” diye tekrarlayıp duruyordu. Hayat boyunca çaresiz insanların dillerinden zaten hep benzer sözler dökülmemiş midir? Kadın yine de kocasını biraz olsun teselli etmek istermiş gibi: “Sakin ol, benim küçük dostum.” dedi. “Kendine zarar verme kıymetlim. Bütün o insanlara yazarak iyi iş çıkarıyorsun, kocam!”
Sefalet içinde yaşayan insanlar üşüdüklerinde birbirlerine sokulurlardı ancak yürekleri birbirlerinden çok uzaklaşırdı. Anlaşıldığı kadarıyla yıllar önce bu iri yarı kadın, bu zayıf adamı çok sevmişti. Ama kendilerini kuşatan o korkunç sefalete beraber dayanmak, onları birbirlerinden uzaklaştırmıştı işte. Onca sefaletin ve acının ardından kadında kocasına karşı sadece yılgın bir soğukluk kalmıştı, ona güzel sözler sarf ederken bile bunları sadece alışkanlıktan söylüyordu. İfade ettiği kelimeler ise sadece “sevgilim, küçük dostum, iyi yürekli adamım” gibi sözlerdi. Bunları ise sadece dudakları sarf ediyordu ama yüreği bir zamanlar sevmiş olduğu bu adama karşı çoktan lal olmuştu. Adam yazı yazmaya devam etti.
VII
Strateji ve Taktikler
Marius, göğsünde bir yük ile gözlemevinden aşağı inmek üzereyken bir ses dikkatini çekerek görev yerinde kalmasına neden oldu. Tavan arasının kapısı aniden açıldı. En büyük kız eşikte göründü. Ayaklarında ayak bileklerine bile sıçrayan kırmızı çamura bulanmış, büyük, kaba erkek ayakkabıları vardı ve yırtık pırtık, asılı eski bir mantoya sarılıydı. Marius onu bir saat önce üzerinde görmemişti ama muhtemelen kendisini daha fazla acındırmak için onu kapısına bırakmış ve ortaya çıkar çıkmaz tekrar almıştı. İçeri girdi, kapıyı arkasına itti, nefes almak için durakladı. Çünkü tamamen nefes nefeseydi, sonra bir zafer ve sevinç ifadesiyle haykırdı:
“O geliyor!”
Baba gözlerini ona çevirdi, kadın başını çevirdi, küçük kız kardeş yine kıpırdamadı bile.
“Kim?” diye sordu babası.
“Mösyö!”
“Hayırsever mi?”
“Evet.”
“Saint-Jacques Kilisesi’nden mi?”
“Evet.”
“O yaşlı adam mı?”
“Evet.”
“Ve o gerçekten geliyor mu?”
“Hemen arkamdan gelecek.”
“Emin misin?”
“Eminim.”
“O, gerçekten geliyor mu?”
“Bir arabayla geliyor.”
“Bir arabayla mı?”
Baba ayağa kalktı.
“Nasıl, gerçekten emin misin? Eğer o bir arabayla geliyorsa sen nasıl oluyor da ondan önce buraya vardın? Ona adresimizi verdin mi? Koridorun sonunda, sağdaki son kapı olduğunu ona söyledin mi? Sadece hata olmasın istiyorum! Yani onu kilisede mi buldun? Mektubumu okudu mu? Sana ne söyledi?”
“Ta, ta, ta!..” dedi kız. “Nasıl da dörtnala gidiyorsun dostum! Buraya bakın: Kiliseye girdim, her zamanki yerindeydi, ona selam verdim ve mektubu uzattım. Okudu ve bana, ‘Nerede yaşıyorsun çocuğum?’ dedi. ‘Mösyö, size göstereceğim.’ dedim. ‘Hayır, bana adresini ver, kızımın yapması gereken bazı işler var, ben bir arabaya atlayıp seninle aynı anda evine ulaşacağım.’ dedi. Ona adresi verdim. Evden bahsettiğimde şaşırmış göründü ve bir an tereddüt etti, sonra dedi ki: ‘Her neyse, geleceğim.’ Ayin bittiğinde kızıyla birlikte kiliseden çıkışını izledim ve bir arabaya bindiklerini gördüm. Ona kesinlikle koridordaki son kapı olduğunu söyledim, sağdaki diye belirttim.”
“Peki geleceğini sana düşündüren ne?”
“Az önce arabanın Petit-Banquier Sokağı’na döndüğünü gördüm. Beni böyle koşturan da buydu.”
“Aynı araba olduğunu nereden biliyorsun?”
“Çünkü numarayı fark ettim, yani ezberledim!”
“Numara neydi?”
“440.”
“İyi, sen akıllı bir kızsın.”
Kız, babasına cesurca baktı ve ayağındaki ayakkabıları gösterdi:
“Akıllı bir kızım elbette ama bu ayakkabıları bir daha giymem. Önce sağlığım için sonra da temizlik için giymem, haberin olsun. Her zaman ‘Ghi, ghi, ghi!..’ diye gıcırdayan ayakkabılardan daha rahatsız edici bir şey bilmiyorum. Çıplak ayakla gitmeyi tercih ederim.”
“Haklısın.” dedi babası, genç kızın kabalığına tezat oluşturan tatlı bir ses tonuyla. “Fakat o zaman kiliselere girmene izin verilmeyecek çünkü fakirlerin bunun için ayakkabısı olması gerekiyor. Yüce Tanrı’nın huzuruna yalın ayak gidemezsin.” diye ekledi acı acı. Sonra, onu içine çeken konuya dönerek:
“Yani geleceğinden emin misin?”
“Arkamdan çıkmışlardı.” dedi kız.
Adam başladı. Yüzünde bir çeşit aydınlanma belirdi.
“Kadın! Duydun mu!” diye haykırdı. “İşte hayırsever geliyor. Ateşi söndür.”
Şaşkın anne kıpırdayamadı bile. Baba, bir akrobat çevikliğiyle bacanın üzerinde duran kırık burunlu bir testiyi kaptı ve suyu ateşin üzerine fırlattı. Sonra en büyük kızına seslenerek:
“İşte! O sandalyenin hasırını sök!”
Kızı ne demek istediğini anlamadı.
Sandalyeyi kavradı ve bir tekmede oturağının kırılmasını sağladı, bacağı resmen içinden geçmişti. Bacağını geri çekerken kızına sordu:
“Soğuk mu?”
“Çok soğuk. Kar yağıyor.”
Baba, pencerenin yanındaki yatakta oturan genç kıza döndü ve gürleyen bir sesle ona bağırdı:
“Çabuk! Kalk o yataktan seni tembel şey! Hiçbir şey yapmayacak mısın? Bir camı kır!”
Küçük kız titreyerek yataktan fırladı. “Camı kır!” diye tekrarladı adam. Çocuk şaşkınlıkla kalakaldı.
“Beni duyuyor musun?” diye bağırdı babası tekrar. “Sana bir camı kırmanı söylüyorum!”
Çocuk, korku dolu bir itaatle parmak uçlarında yükseldi ve yumruğuyla cama vurdu. Cam kırıldı ve büyük bir gürültüyle yere düştü. “Bu iyi oldu.” dedi evin babası.
Ciddi anlamda düşüncelere dalarak etrafı kolaçan etti, bakışları tavan arasının tüm çatlaklarını hızla taradı. O anda savaşın başlamak üzere olduğu vakitte son hazırlığı yapan bir general gibi göründüğü söylenebilirdi. O ana kadar tek kelime etmemiş olan anne şimdi ayağa kalktı ve donuk, yavaş, durgun bir sesle sordu; sözlerinin sanki donmuş bir hâlde ortaya çıktığı görülüyordu: “Ne yapmak istiyorsun canım?”
“Yatağa gir.” diye yanıtladı adam. Tonlaması hiçbir itirazı kabul etmiyordu. Anne itaat etti ve kendisini ağır bir şekilde şiltelerden birinin üzerine attı. Bu sırada bir köşeden bir hıçkırık sesi işitildi.
“Bu da ne?” diye haykırdı baba.
Küçük kız, sindiği köşeyi terk etmeden kanayan yumruğunu gösterdi. Camı kırarken kendisini yaralamıştı, annesinin şiltesinin yanına gitti ve sessizce ağlamaya devam etti. Şimdi ağlamaya başlama ve haykırma sırası annedeydi:
“Şuraya bir bak! Ne aptallıklar yaptırıyorsun böyle! Senin yüzünden camı kırarak kendisini kesti!”
“Çok daha iyi!” dedi adam. “Böyle olması daha iyi oldu.”
“Ne? Çok daha iyi mi?” diye öfkeyle karşılık verdi karısı.
“Huzur!” dedi baba. “Basın özgürlüğünü bastırıyorum.” diye yanıtladı.
Sonra kadının üzerindeki geceliğini yırtarak küçük kızın kanayan bileğini aceleyle sardığı bir bez parçası yaptı. Bunu yaptıktan sonra gözü, yırtık gömleğine memnun bir ifadeyle düştü. “Ve elbise.” dedi. “Bunun da gayet güzel bir görünümü var.” Pencereden buz gibi bir esinti ıslık çaldı ve odaya girdi. Dışarıdaki koyu sis tabakası odaya nüfuz ediyordu ve görünmez parmaklarla belli belirsiz yayılan beyazımsı bir bulut tabakası gibi etrafa dağılıyordu. Kırık camdan karın yağdığı görülüyordu. Bir önceki günün Candlemas güneşinin vadettiği kar gerçekten gelmişti.
Baba, hiçbir şey unutmadığından emin olmak istercesine ona bir göz attı. Sonra gidip ocağa yaslandı:
“Şimdi!..” dedi. “Hayırseveri kabul edebiliriz.”
VIII
Mezbeledeki Işık
Büyük kız yaklaştı ve elini babasının elinin üstüne koydu.
“Ne kadar üşüdüğümü görüyor musun?” dedi.
“Peh!” dedi baba umursamazca. “Ben bundan çok daha soğuğum.” diye yanıtladı.
Anne aceleyle bağırdı:
“Her zaman herkesten daha iyi bir şeye sahip olursun zaten, daha kötüsü olsa bile!”
“Sen varsın ya, yeter zaten!” dedi adam.
Belli bir şekilde ona bakan anne, dilini tutmak zorunda kaldı. Virane evde bir an sessizlik hüküm sürdü. Büyük kız umursamaz bir tavırla mantosunun altındaki çamuru temizliyor, küçük kız kardeşi hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyordu; anne, ikincinin başını ellerinin arasına almış ve onu öpücüklere boğarak rahatlaması için şöyle mırıldanıyordu: “Hazinem, sana yalvarıyorum, önemli bir şey değil. Ağlama, babanı kızdıracaksın.”
“Hayır!” diye bağırdı baba. “Tam tersine! Hıçkır! Hıçkır! Daha fazla ağla, bu çok daha iyi!” diye haykırdı.
Sonra büyük kızına dönerek:
“Ama hâlâ ortalarda yok! Ya gelmezse? Ateşimi söndürmüş, sandalyemi parçalamış, gömleğimi yırtmış ve camımı bir hiç uğruna kırmış olacağım o zaman.”
“Ve çocuğu da yaraladın!” diye mırıldandı anne.
“Biliyor mu?” diye devam etti baba. “Bu şeytan, çatı katının çok soğuk olduğunu biliyor mu? Ya o adam gelmezse! Ey! Gördün mü sen! Bizi bekletiyor! Kendi kendine söyleniyordur şimdi. ‘Pekâlâ! Beni bekleyecekler! Bunun için oradalar.’ Ey! Onlardan nasıl da nefret ediyorum; tüm o zenginleri sevinç, coşku ve memnuniyetle boğabilirim! Ah, bütün o zenginlerin hepsi böyle! Hayırsever taklidi yapan, hava atan, ayine giden, rahiplere armağanlar dağıtan, takkeleriyle vaaz veren, kendilerini bizden üstün gören, bizi küçük düşürmek için ellerinden geleni yapan bu adamlar ve dedikleri gibi bize ‘giysiler’ getirmek için gelen o zenginler! Dört santim değerinde olmayan yaşlı adamlar hepsi de! İstediğim bu değil ki! Paraları hep kıymetli! Ah! Para! Hiçbir zaman sahip olamadığım gözü kör olası para! Onları sömürdüğümüzü, bizim ayyaş ve aylak olduğumuzu söylüyorlardır kesin! Sanki kendileri ne ki? Hırsızlar! Başka türlü asla zengin olamazlardı! Ah! Toplum! Kumaşın dört köşesinden tutulmalı ve havaya fırlatılmalı bunların hepsi! Gelecek mi gerçekten? Belki de o hayvan, adresi unuttu! Bahse girerim o yaşlı canavar…”
O anda kapıya hafifçe vuruldu, adam kapıya koştu ve derin selamlamalar, hayranlık dolu gülümsemeler arasında haykırarak kapıyı açtı:
“Girin efendim! Girmeye tenezzül edin, en saygıdeğer hayırsever Mösyö, girin lütfen ve sizin sevimli kızınız da girsin.”
Çatı katının eşiğinde, olgun yaşta bir adam ve genç bir kız belirdi.
Marius olduğu yerde donmuş gibiydi, o anda neler düşündüğünü anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalırdı. Kapıda duran oydu, işte gelmişti. Seven bir kalp, bu tek harflik “o” sözcüğünün içine ne mutluluklar sığacağını çok iyi bilir.
Parktaki sevgili oradaydı işte. Marius’ün Ursule’ü gelmişti. Yokluğu ufuklarını gölgeleyen o güneş karşısında tekrar ışıyordu. Onun güzel gözleri, pürüzsüz alnı, pembe dudakları ve şirin yüzü yine tam karşısında parlıyordu. Kaybettiği görüntü yok olduğunda Marius karanlık bir geceye saplanmış fakat artık şansı dönmüştü, ufuklarını güneş aydınlatıyordu. Karanlıklar içerisinde geçirdiği günlerin ardından Marius yeniden güneşine kavuşmuştu. O korkunç, virane odaya girer girmez odayı resmen ışığa boğmuştu. Marius bayılacak gibi hissediyordu kendisini; kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu, hatta öyle gürültüyle atıyordu ki odadakilerin bile onu duyacağından korkuyordu. Öylesine mutluydu ki ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Nihayet çok uzun bir aradan sonra sevdiğini bulabilmiş, âdeta yeniden ruhunu elde etmişti. Güzel kız aslında çok değişmemişti, sadece öncesinden biraz daha fazla solgundu, başına takmış olduğu şapkası güzel yüzünü gölgeliyordu. Kalın satenden siyah bir manto gövdesini örtüyor, eteklerinin altından küçük ayaklarındaki ipek işlemeli ayakkabıları görülebiliyordu. Her zamanki gibi yine yanında Mösyö Leblanc vardı. Genç kız odanın ortasına değin yürümüş ve masanın üstüne elindeki ağır çıkını koymuştu. Jondrette’in en büyük kızı kapının arkasına çekilmiş; kasvetli gözlerle o kadife şapkaya, o ipek mantoya ve o sevimli, mutlu yüze bakıyordu.
IX
Jondrette Ağlamak Üzere
Virane o kadar karanlıktı ki dışarıdan gelen insanlar, bir mahzene girerken oluşan etkiyi içeri girerken hissettiler. Bu nedenle yeni gelen iki kişi, bu alaca karanlığa alışmış çatı katı sakinlerinin gözleri tarafından açıkça görülüp incelenebilirken etraflarındaki belirsiz şekilleri güçlükle ayırt edebildikleri için belli bir tereddütle ilerlediler. Mösyö Leblanc üzgün ama sevecen bir bakışla yaklaştı ve baba Jondrette’e şöyle dedi:
“Mösyö; bu pakette yeni giysiler, yünlü çoraplar ve battaniyeler bulacaksınız.”
Jondrette, yere kadar eğilerek “Meleksi velinimetiniz bizi korusun.” dedi. Sonra iki ziyaretçi bu içler acısı iç mekânı incelemekle meşgulken, en büyük kızının kulağına eğilerek alçak ve hızlı bir sesle ekledi: “Hey! Ne dedim? Ahmaklar işte! Para yok! Hepsi birbirine benziyor! Bu arada, o yaşlı ahmak adamın mektubu nasıl imzalandı?”
“Fabantou.” diye yanıtladı kız.
“Drama sanatçısı, iyi!”
Jondrette için bu soru şanstı çünkü o anda Mösyö Leblanc ona döndü ve bir isim hatırlamaya çalışan kişinin havasıyla:
“Görüyorum ki çok acınacak durumdasınız, Mösyö…”
“Fabantou.” diye yanıtladı Jondrette çabucak.
“Mösyö Fabantou, evet, bu kadar. Hatırlıyorum.”
“Drama sanatçısı, efendim ve biraz başarılı olmuş biri.”
Burada Jondrette açıkça “hayırsever”i yakalamak için uygun olan bu anı hemen değerlendirdi. Dağcıların panayırlardaki övünçlerini ve otoyoldaki dilencinin alçak gönüllülüğünü aynı anda şakırdatan bir aksanla haykırdı: “Talma’nın bir öğrencisi! Efendim! Ben Talma’nın bir öğrencisiyim! Eskiden şans bana gülerdi, yazık! Şimdi talihsizlik sırası. Görüyorsun, hayırseverim, ekmek yok, ateş yok. Zavallı bebeklerimin ateşi yok! Tek sandalyemin koltuğu yok! Kırık bir cam! Hem de bu havada! Eşim yatakta! Hasta!”
“Zavallı kadın!” dedi Mösyö Leblanc.
Jondrette ekledi: “Çocuğum yaralandı!”
Yabancıların gelişiyle şaşkına dönen çocuk, “genç hanımı” düşünmeye başlamış ve hıçkırmayı bırakmıştı.
“Ağla!” dedi Jondrette ona alçak sesle. Aynı zamanda ağrıyan elini sıktı. Bütün bunlar bir hokkabaz yeteneğiyle yapıldı. Küçük kız, yüksek sesle çığlıklar attı. Marius’ün düşlerinde “Ursule” dediği sevimli genç kız aceleyle ona yaklaştı.
“Zavallı, sevgili çocuğum!” dedi ona.
“Görüyorsun, güzel genç leydim…” diye devam etti Jondrette. “Kanayan bileğini! Günde altı santim kazanmak için bir makinede çalışırken kaza geçirdi. Kolunu kesmek gerekebilir.”
“Yok canım!” dedi yaşlı bey telaş içinde. Bunu ciddiye alan küçük kız, her zamankinden daha şiddetli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Eyvah ki ne eyvah! Evet, hayırseverim!” diye cevapladı baba. Jondrette, birkaç dakikadır “hayırsever”i tuhaf bir şekilde inceliyordu. Konuşurken sanki anılarını toparlamaya çalışıyormuş gibi ötekini dikkatle inceliyordu. Yeni gelenlerin çocuğa yaralı eliyle ilgili sorular sordukları bir andan yararlanarak birdenbire yatağında aptal ve kederli bir havada yatan karısının yanından geçti ve ona hızlı bir şekilde ama çok düşük bir tonda şunları söyledi:
“Şu adama bir bak!”
Sonra Mösyö Leblanc’a dönerek ağıtlarına devam etti:
“Görüyorsunuz efendim! Sahip olduğum tüm giysiler karımın iç çamaşırları! Ve hepsi üzerimde yırtıldı! Kışın ortasında bu hâldeyim! Paltom olmadığı için dışarı çıkamıyorum. Herhangi bir paltom olsa beni tanıyan ve beni çok seven Matmazel Mars’ı görmeye giderdim. Hâlâ Tour-des-Dames Sokağı’nda mı oturuyor, bilmiyorum bile. Biliyor musunuz efendim? İllerde birlikte oynadık. Onunla rolleri paylaştık. Célimene imdadıma yetişecekti efendim! Elmire, Bélisaire’e sadaka verirdi! Ama hayır, hiçbir şey! Ve evde metelik yok! Karım hasta, para yok! Kızım tehlikeli bir şekilde yaralandı, para yok! Karım boğulma nöbetleri geçiriyor. Yaşından kaynaklanıyor ve ayrıca sinir sistemi etkileniyor. Yardım almalı, kızım da! Ama doktor! Ama eczane! Onları nasıl ödeyeceğim? Bir meteliğe diz çökerdim, efendim! Sanatçıların indirgendiği durum budur. Ve biliyor musunuz güzel genç leydim ve siz, benim cömert koruyucum, biliyor musunuz; erdem ve iyilik yaydığınız o kiliseye kızımın her gün dua etmek için geldiğini ve orada sizi gördüğünü. Çünkü çocuklarımı dindar büyüttüm ben efendim. Tiyatroya gitmelerini istemedim. Ah! Ahmaklar! Onlara onur, ahlak ve erdem üzerine dersler okudum! Onlara sorun! Yaşamları, ailesiz olarak başlayıp halkla evlenerek biten mutsuz zavallılarınızdan değiller. Başta Matmazel Hiç Kimse, sonra da Madam Herkesin olurlar. Alın işte, durum bu! Fabantou ailesinde bunların hiçbiri yok! Onları erdemli bir şekilde yetiştirmek istiyorum, onlar dürüst ve güzel insanlar olacaklar ve kutsal adla Tanrı’ya inanacaklar! Peki efendim, değerli efendim, yarın ne olacağını biliyor musunuz? Yarın 4 Şubat günü, ölümcül gün, ev sahibimin bana izin verdiği son lütuf günü; bu akşama kadar kiramı ödemezsem yarın en büyük kızım, ateşli hasta olan eşim ve yaralı çocuğum, dördümüz de buradan çıkarılıp sokağa, bulvara; barınaksız hâlde yağmurda, karda dışarı atılacağız. İşte efendim. On iki aydır, bütün bir yıldır borçluyum! Yani altmış frank.”
Jondrette yalan söylüyordu. Bu sadece kırk frank ederdi ve Marius’ün dört aylık kirasını ödemesinin üzerinden altı ay geçmemişti. Mösyö Leblanc cebinden beş frank çıkardı ve masanın üzerine attı.
Jondrette en büyük kızının kulağına mırıldanacak zaman buldu:
“Alçak adam! Beş frangıyla ne yapabileceğimi sanıyor? Bu bana sandalyemin ve camımın değiştirilmesi için bile yetmez!”
Bu arada yaşlı adam mavi paltosunun üzerine giydiği büyük kahverengi paltoyu çıkarmış ve sandalyenin arkasına asmıştı. “Mösyö Fabantou.” dedi. “Benim yanımda sadece bu beş frank var ama şimdi kızımı eve götürüp bu akşam geri döneceğim. Bu akşam ödemeniz gerekiyor, değil mi?”
Jondrette’in yüzü tuhaf bir ifadeyle aydınlandı. Canlı bir şekilde cevap verdi:
“Evet, saygıdeğer efendim. Saat sekizde ev sahibimde olmalıyım.”
“Saat altıda burada olacağım ve sana altmış frank getireceğim.”
“Hayırseverim!” diye haykırdı Jondrette, heyecanla. Ve alçak bir sesle ekledi:
“Ona iyi bak, karıcığım!”
Yaşlı adam bir kez daha genç kızın koluna girmiş ve kapıya dönmüştü.
“Bu akşama kadar hoşça kalın dostlarım!” dedi.
“Saat altıda?” dedi Jondrette.
“Saat tam altıda.”
O anda, Jondrette’in büyük kızının gözü koltuğun üzerinde duran paltoya takıldı.
“Ceketinizi unutuyorsunuz efendim.” dedi.
Jondrette, kızına korkunç bir omuz silkme eşliğinde yok edici bir bakış fırlattı. Mösyö Leblanc geri döndü ve gülümseyerek ekledi:
“Unutmadım, bırakıyorum.”
“Ey koruyucum!” dedi Jondrette. “Yüce velinimetim, gözyaşlarına boğuluyorum! İzin verin, arabanıza kadar size eşlik edeyim.”
“Eğer dışarı çıkarsan…” diye yanıtladı yaşlı adam. “Bu paltoyu giy. Gerçekten çok soğuk.”
Jondrette’e bunun iki kez söylenmesine gerek yoktu. Aceleyle büyük kahverengi paltoyu giydi ve üçü de dışarı çıktı, Jondrette iki yabancının önünde yürüyordu.
X
Kiralık Araba Tarifesi: Saat Başına İki Frank
Marius bütün bu olanları izlemiş ancak işin sonunda yine de hiçbir şey anlamamıştı. Gözlerini genç kıza çevirmiş, virane eve adımını attığından bu yana sadece ona odaklanmıştı. Güzel kızın orada bulunduğu zaman boyunca Marius’ün aklı başından gitmişti. O, kıza bakmıyor; saten manto ile mor kadife bir şapkanın sınırladığı bir ışığa, sanki ilahi bir varlığa bakıyordu. Odanın ortasına gökten bir yıldız inmiş olsa Marius daha fazla şaşırmazdı. Güzel kız, onlara getirdiği paketi açıp yünlü giysilere ve battaniyelere dokunurken, hasta annesiyle konuşup yaralı kardeşini teselli etmeye çalışırken; Marius bütün o zaman boyunca kendisini onun sesine ve görüntüsüne bırakmış, ağzından çıkacak her sözü duymaya çalışmıştı çünkü âşık olduğu bu kızın sesini bile tanımıyordu aslında. Şu anda onun sözlerini duyabilmek için hayatını bile verebilirdi. Bu korkunç odanın içerisinde, tüm o yalancı yaratıkların arasında sevgilisini gördüğüne bir türlü inanamıyordu.
Onların çıktıklarını görünce Marius’ün ilk işi hemen peşlerine düşmek oldu, böylesi büyük bir tesadüf sonucu onu bulduktan sonra kesinlikle kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazırdı. Masanın üstünden yere indi ve şapkasını aldı. Tam elini tokmağa atmış, kapıyı açıyordu ki ansızın aklına takılan bir düşünceyle olduğu yerde donup kaldı. Koridor uzun ve merdiven de çok dikti. Jondrette konuşmayı çok seven birisi olduğundan yaşlı adamın henüz arabaya binmemiş olması muhtemeldi. Ve onu görecek olurlarsa adam yeniden izini kaybettirmek için ortadan yok olabilirdi. Ne yapması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu, beklemekten başka çaresi yoktu. Bununla birlikte araba çoktan gitmiş de olabilirdi. Marius epey şaşkındı ama karar alıp odasından çıktı. Koridor boştu, hızla merdivene koştu. Merdivende de kimse yoktu, basamakları dörder dörder indi. Yola çıktığında bir arabanın Petit-Banquier Sokağı’nın köşesini döndüğünü kederle fark etti. Marius, deli gibi arabanın peşinden koşmaya başladı. Caddenin kıvrımına vardığında kiralık arabanın Mouffetard Sokağı yokuşundan indiğini gördü ama çok uzaklaşmıştı, ona nasıl yetişecekti? Ardından koşmak olmazdı, arabadakiler kendisini tanırlardı, ihtiyar onu tanımakta hiç zorlanmazdı. Tam o anda, olağanüstü bir rastlantı sonucu bir başka kiralık arabanın yanından geçtiğini gördü. Arabaya atlamaktan başka yolu kalmamıştı, böylece hem güvenli hem de risksiz bir şekilde onları takip edebilirdi. Marius arabacıya işaret etti ve ona şöyle seslendi: “Arabanı bir saatliğine kiralamak istiyorum.”
Marius’ün üzeri pejmürde hâldeydi, kravatı bile takılı değildi; üzerindeki eski ceketinin düğmeleri kopuk, gömleğinin yakası da yırtıktı. Arabacı, Marius’e ilgiyle baktıktan sonra sol elini uzattı, baş ve işaret parmağını birbirine değdirip para işareti yaptı.
“Nedir?” diye sordu Marius.
“Parayı peşin alırım.” dedi arabacı.
İşte o zaman Marius cebinde sadece seksen santim olduğunu hatırladı: “Ne kadar?” diye sordu.
“İki frank”
“Dönüşte veririm.”
Adam tamamen umursamaz hâlde, bir ıslıkla La Palisse’in ezgisini çalarak kamçısını şaklatıp oradan uzaklaştı. Zavallı Marius, yirmi dört meteliği olmadığı için sevdiği kızın adresini öğrenemeyecekti. Ufku yeniden kararmıştı; mutluluğunu, sevincini, aşkını kaybediyordu. Sabah o fakir kıza verdiği beş frangı pişmanlıkla hatırladı. Beş frangı olsa kurtulacak, belki de yeniden doğacaktı. Büyük bir karamsarlıkla evine döndü. Aslında durum o kadar kötü değildi. Yaşlı hayırsever akşam altıda tekrar geleceğine söz vermişti. Marius bu kez ne yapar eder, onun izini yitirmezdi. Ancak kızı seyrederken öylesine kendinden geçmişti ki yaşlı adamın söylediklerini doğru dürüst duymamıştı. Tam merdivenleri çıkıyordu ki Jondrette’i gördü. O iyi adamın verdiği kalın ceket sırtında, serseri kılıklı biriyle konuşuyordu. Marius onun bir alçak olduğunu hemen anladı. Böyle adamlar suç işlemek için gündüzleri saklanıp geceleri ortaya çıkarlardı. Yağan karın altında, bir köşeye sinmiş bu görünümdeki iki adamı gören polis bile onları tutuklamak için gerekeni yapardı; bununla birlikte Marius onları belli belirsiz görmüştü. Kederden yanıp kavrulmasına rağmen bir anda aklına bir fikir geldi. Sanki Jondrette’in konuştuğu adamı bir yerlerden tanıyordu. O alçak suratlı adamı, bir gün Courfeyrac göstermiş ve onun Bigrenaille lakaplı Panchaud isimli büyük bir suçlu olduğunu da söylemişti. Daha sonraki yıllarda bu Panchaud, Bahar Çiçeği, Kolpacı, Gece Kuşu gibi adlarla cinayetler işleyecekti; şu sıralarda, henüz işinde ilk adımlarını atmasına karşın yine de tehlikeliydi. Günümüzde de haydutlar ve katiller arasında ismi hürmetle anılmaktadır. La Force Cezaevinin Aslanlı Çukur bölümünde, akşam karanlığında, mahkûmlar hâlâ ondan söz ederler. 1843’te otuz mahkûmun kaçış yolundaki kanalizasyon duvarında, kaçma teşebbüslerinden birinde kendi eliyle yazdığı PANCHAUD ismi görülebilir. 1832 yılında polis kendisini izlese de henüz aleyhinde yeterli kanıt bulunacak şekilde, tam manasıyla başlamamıştı.
XI
Sefilliğin Perişanlığa Yardım Teklifi
Marius yavaş adımlarla merdivenden çıktı, tam odasına giriyordu ki ardı sıra ayak sesleri duyarak başını çevirdi. Adamın büyük kızını karşısında görünce acısı bir kat daha arttı. Ona verdiği beş frangın büyük pişmanlığını yaşıyordu ve geri isteme olanağı da yoktu, ayrıca arkalarından gitmek için çok geç kalmıştı. Başka bir arabayı nasıl bulurdu? Aslında kız belki de parayı harcamıştı bile, ona geri vermezdi ki. Kıza biraz evvel gelen kişilerin adresini sormasının da bir anlamı yoktu çünkü nerede yaşadıklarını bilemezdi. Fabantou imzasıyla yazılı mektup, “Saint-Jacques-du- Haut-Pas Kilisesi’ndeki İyi Kalpli Mösyö’ye” hitaben yazılmıştı. Marius odasına girip kapısını kapatmak için itti fakat kapı kapanmadı, delikanlı bir elin kapıyı aralık tuttuğunu gördü.
“Ne var?” diye sordu. “Orada kim var?”
Jondrettelerin kızıydı bu.
“Yine mi siz?” diye sordu sabırsızlanarak Marius. “Ne istiyorsunuz?”
Kız dalgınca durdu, hemen karşılık vermedi. Henüz içeri girmemişti, kapıdaydı. Sabahki gibi kendinden emin, ukala değildi. Marius yarı aralık kapıdan, onun kederli göründüğünü fark etti. Genç adam haykırdı:
“Hadi ama artık konuşsanıza. Benden ne istiyorsunuz?”
Kızın fersiz gözlerinde sanki bir kıvılcım çakmış gibi parlama oldu:
“Mösyö Marius, çok kederli görünüyorsunuz, neyiniz var?”
“Benim mi?” dedi Marius.
“Evet, sizin.”
“Bir şeyim yok.”
“Bir sıkıntınız olduğu kesin!”
“Hayır!”
“Ben var diyorum!”
“Beni rahat bırakın!”
Marius kapıyı itti, kız onun elini tuttu. “Durun.” dedi kız. “Hata yapıyorsunuz. Size yardım etmek istiyorum. Siz çok iyi birisiniz, paranız olmadığı hâlde bu sabah bana beş frank verdiniz. Fakat siz bana derdinizi söylemiyorsunuz, oysa ben çok üzgün olduğunuzun farkındayım. Sizin üzülmenizi istemem. Size yardımcı olabilirim, benden ne istersiniz? Ama derdinizi söylemezseniz, size nasıl yardım ederim? Babama çok yardım ediyorum; mektup götürmeyi, evlere girip çıkmayı, adres aramayı, birinin ardından giderek kendimi göstermeden izlemeyi bilirim. Derdinizi anlatın, isterseniz gidip sizin adınıza konuşurum. Böylece her şeyi yoluna koyarız. Beni istediğiniz gibi kullanabilirsiniz.”
Birden Marius’ün aklına bir şey geldi. Hangi dalı hor görür insan, düştüğünü hissediyorsa? Jondrette’nin kızına doğru yaklaştı:
“Dinle.” dedi.
Kızın yüzünde bir mutluluk ifadesi gördü, kız onun sözünü kesti:
“Ah, benimle sen diye konuştunuz, bu hoşuma gitti.”
“Tamam.” diye yanıtladı. “Şu ihtiyarla kızını buraya sen getirdin, değil mi?”
“Evet.”
“Adreslerini biliyor musun?”
“Hayır.”
“Bir iyilik yap, bana onların adreslerini öğren.”
Az önce kızın mutlulukla parlayan gözleri soldu.
“Onların adresini mi öğrenmek istiyorsun?”
“Evet.”
“Onları tanıyor musunuz?”
“Hayır.”
“Demek öyle.” dedi kız, yine neşelenerek. “O kızı tanımıyorsun ama tanışmak istiyorsun değil mi?”
Biraz evvel “onlar” dediği kişiler, şimdi acı bir imayla “o”na dönmüştü.
Marius sordu:
“Bana yardım edecek misin?”
“Şu güzel matmazelin adresini mi istiyordunuz?”
Bu “güzel matmazel” deyiminde, Marius’ü huzursuz eden bir şey vardı. Hemen atıldı: “Fark etmez; babanın adresi, kızın adresi, adres olsun yeter bana.”
Kız ona aksice baktı: “Karşılığında ne vereceksiniz?” dedi.
“Ne istersen.”
“Ne istersem verir misiniz?”
“Evet.”
“Tamam, adresi öğrenir, size getiririm.”
Başını eğdi ve sonra seri bir hareketle kapıyı çarparak çıktı. Marius yalnız kalmıştı. Bir sandalyenin üzerine attı kendini, başını ellerinin arasına alıp düşünceye daldı. Sanki başı dönmüştü. Sabahtan beri gelişen olaylar gözlerinin önüne serildi. O meleğin görünüşü, kayboluşu, şu yoksul kızın kendisine önerisi; şimdi içine bir umut ışığı dolmuştu. Marius derin düşüncelerine tekrar daldı, sonra birden Jondrette’nin kaba sesini duyarak daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Adam yüksek sesle Marius için çok önemli olabilecek şu sözleri söylüyordu: “Ben sana eminim diyorum, onu görür görmez tanıdım.” Jondrette kimden söz ediyordu? Kimi tanımıştı? İhtiyarı mı? Demek Jondrette onu tanıyordu.
Marius genç kızı saran o sır perdesinin açılacağını ve onun kimliğini öğreneceğini düşündü. Kimdi o kız? Marius kimi seviyordu? Babası kimdi? Onları örten koyu karanlık dağılacaktı. Aman Tanrı’m! Tekrar masanın üzerine tırmandı ve gözetleme deliğine gözünü uydurdu. Jondrettelerin inini izlemeye başladı.
XII
Mösyö Leblanc’ın Verdiği Beş Frangın Gittiği Yer
Ailenin ve odanın manzarasında bir değişiklik yoktu. Sadece kadın ve kızları, gelen çıkını açmış; yün çorapları, yün bluzları, yün eteklikleri üzerlerine giymişlerdi. Yataklarının üzerlerini de o adamın getirdiği yeni battaniyelerle örtmüşlerdi. Jondrette dışarıdan yeni dönmüş olmalıydı. Kapının önünde nefes nefeseydi. Kızları şöminenin önünde yere oturmuşlardı. Büyük kız, kardeşinin yarasını temizliyordu. Kadın şiltenin üzerine yarı uzanmış, yüzünde büyük bir şaşkınlıkla kocasına bakıyordu. Jondrette çok neşeliydi. Odada geniş adımlar atarak bir aşağı bir yukarı dolanıyordu. Gözleri resmen ateş saçıyordu. Kocasının karşısında korkak görünen kadın nihayet sorma cesaretini buldu kendinde:
“Ne diyorsun, kesinlikle emin misin?”
“Kesinlikle! Sekiz yıl geçti ama!.. Ama onu görür görmez tanıdım. Ah! Onu hemen hatırladım. Nasıl olur? Sen onu gerçekten tanımadın mı?”
“Hayır.”
“Sana ona dikkatle bak demiştim. Aynı boy, aynı tavır, yüzü biraz daha yaşlanmış ama çok az. Böyle uzun yıllar yaşlanmayan insanlar vardır, nasıl ederler bilmem. Ses tonu dahi aynıydı. Tek fark, adamın kılığının daha iyi oluşu. Ah iblis, seni yakaladım, artık elimden kaçamazsın!”
Hemen sustu ve kızlarına: “Haydi çocuklar.” dedi. “Sizin duymanıza gerek yok!”
Kızlar babalarının söylediğini yapmak için yerlerinden fırladılar. Anneleri söylenecek oldu:
“Evet ama o yaralı eli?”
Jondrette:
“Açık hava iyi gelir.” dedi. “Haydi dışarı!”
Adamın itiraz kabul etmez bir tip olduğu belliydi. Kızlar sessizce çıktılar. Tam kapıdan çıkıyorlardı ki adam büyük kızının kolunu tuttu ve sözlerinin üstüne basa basa: “Saat tam beşte gelmiş olacaksınız.” dedi. “İkiniz de! Size ihtiyacım olabilir.”
Marius dikkatle içeriyi dinlemeye devam ediyordu. Karısıyla yalnız kalan Jondrette, odada dolaşmayı sürdürdü. Sonra bir ara üstündeki kadın bluzunun eteklerini pantolonun beline sokmaya çalıştı. Sonra birden, karısına döndü ve kollarını göğsünde birleştirip öfkeyle haykırdı:
“Bir şey daha söyleyeyim mi sana? O güzel hanım kim, anladın mı?”
“Güzel hanım mı? Nereden bileyim bunu?”
Marius artık emindi, şu sırada sevdiği kızdan söz ediyorlardı. Kaygıyla kulak kabarttı. Fakat ne yazık ki çok iyi duyamıyordu çünkü Jondrette eğilip karısının kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Sonra başını geriye attı ve yüksek sesle:
“Evet, kız da o!”
“O mu?”
Kadın nefret dolu bir sesle haykırmıştı.
“Evet, o. Ben ne dediğimi biliyorum.” dedi adam.
Kadının “Ne!” diye bağırırken öyle bir ses tonu vardı ki içinde şaşkınlık, kin, öfke ve büyük bir nefreti barındırıyordu. Bunu kelimelerle anlatmak çok zordu. Kocasının az önce kulağına fısıldadığı sözlerden sonra kadın zıvanadan çıkmıştı. Gerçi her zaman korkunç bir kadın olmuştu fakat ne de olsa anneydi. Şu anda anne olmaktan da çıkmış, canavarlaşmıştı.
“Olamaz!” diye bağırdı. “Benim kızlarım sefalet içinde. Üstlerine başlarına adam gibi giyecek bir şey bulamazlarken onun ipekli mantosu, kadife şapkası ve saten pabuçlarının olmasına aklın nasıl yatıyor? O çok şık giyimli bir hanımdı. Üzerinde hiç yoksa iki yüz franklık elbise vardı. Ayrıca bu genç kız çok güzel, hayır olamaz, bu kız o olamaz!”
“Sana ne diyorsam o. Birazdan sen de anlayacaksın ya!”
Kocasının bu kararlı ifadesine Madam Jondrette öfkeden morarmış yüzüyle yanıt verip korkunç gözlerini tavana çevirdi. O anda Marius, onu kocasından daha korkunç buldu. Kadın kaplan bakışlı dişi domuz gibiydi. Uğultulu bir sesle bağırdı: “Nasıl olur! Kızlarıma merhametle bakan şu güzel kız, o çirkin kız ha? Ah Tanrı’m! Tekmelerimle onun karnını deşmek için neler vermezdim!”
Şiltesinden kalktı ve burnundan soluyarak odanın ortasında durdu. Ağzı açık, yumrukları sıkılıydı. Daha sonra tekrar kendisini şiltenin üzerine attı. Adam, onu umursamadan dolanıp duruyordu. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra adam karısının önünde durdu ve az önce yaptığı gibi kollarını göğsünde birleştirip:
“Sana bir şey daha diyeyim mi?” diye sordu.
“Evet.”
“Beni dinle.” dedi boğuk bir sesle. “Bir altın madeni buldum sayılır, bundan böyle sorunumuz kalmayacak!”
Kadın şaşkınlıkla ona baktı, kocasının delirmiş olabileceğini düşünüyordu. Adam konuşmaya devam etti: “Bana bak, yıllardır parasızlıktan neler çektik; açlıktan, sefaletten mahvolduk. Isınacak ateş, yiyecek ekmek bulamadık. Artık ben de paralı insanlar gibi yaşamak istiyorum. Ölmeden önce bir milyoner gibi yaşamaya ne dersin?”
Kadın şaşkındı: “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. Adam başını salladı, göz kırptı ve bir köşede duran işportacı gibi sesini yükseltip: “Çok iyi bir planım var!” dedi.
Karısı telaşlandı: “Sus, bağırma bu kadar, yavaş ol. Bunun duyulmaması lazım!”
“Peh! Burada kim var ki? Komşumuz mu? Onun bir süre önce çıktığını gördüm. Hem burada olsa ne çıkar? Budalanın biri, ayrıca dediğim gibi gittiğini gördüm.”
Bununla birlikte karısının sözünü dinlemiş, sesini kısmıştı. Ama Marius yine de birkaç kelime duyabildi. Dışarıda yağan kar, arabaların seslerini kesiyordu; bu da genç adamın daha iyi duymasını sağladı.
Marius şunları duydu: “Dinle beni. O zengin adamı yakaladık, artık elimizde. Her şeyi ayarladım, dışarıda birileriyle konuşup anlaştım, arkadaşlar bize yardım edecekler. Adam akşam saat altıda şu paraları getirmeye gelince onu yakalarız. O saatte bizim aptal komşu da yemeğe gider. Madam Bougon kasabaya, bulaşık yıkamaya gidecek. Evde kimse kalmayacak. Komşu, gece on birden önce gelmez. Kızlar nöbet bekler, sen de bana yardım edersin, adamı içeri alırız.”
“Peki ama ya adam içeri girmezse ne olacak?” diye sordu kadın.
Jondrette, eliyle zafer işaret yaptı ve: “Kaygılanma.” dedi. “Ben onu hallederim!”
Sonra bir kahkaha attı. Marius ilk kez onun güldüğünü duyuyordu. Bu korkunç ve ürkütücü kahkaha genç adamı iliklerine kadar titretti.
Jondrette, ocağın yanı başındaki bir dolap kapağını açıp eski bir şapkayı başına geçirdi. “Ben şimdi çıkıyorum, daha önce görmem gereken adamlar var. Bak görürsün, her şey yoluna girecek. Her şeyi planladım! Birazdan dönerim. İyi iş yaptım, inan. Sen burayı bekle.”
Ellerini pantolonunun cebine atıp biraz dalgınca durdu ve sonra bağırdı: “Neyse, sersem beni tanımadı. Bu da bir talih. Beni tanısa bir daha geri gelmezdi. O zaman fırsat elimizden kaçardı; sakallarım sağ olsun, benim şu canım sakalım, güzel sakalım!”
Tekrar güldü, pencereye yaklaştı, kar hâlâ yağıyordu.
“Ne kötü bir hava.” diye homurdandı.
Ceketinin önünü kapattı:
“Bu benim için çok bol ama önemli değil. İyi ki ihtiyar bunu bana bıraktı. Aksi hâlde yarı çıplak sokağa çıkamazdım. Ah kader, sen nelere kadirsin!” Şapkayı gözlerinin üstüne kadar çekti ve çıktı. Sonra tekrar kapıda göründü, sinsi ve korkunç yüzünü içeri soktu: “Unutmadan! Ocağı sakın yakma!”
Karısının önüne ihtiyarın verdiği beş frangı attı: “Otuz meteliklik kömür al.”
“Tamam, kalanla da yiyecek bir şeyler alırım.”
“Sakın ha!”
“Neden?”
“Geri kalan parayı harcama!”
“Peki ama niye?”
“Çünkü benim yapacak alışverişlerim var.”
“Ne?”
“Yakınlarda bir hırdavatçı var mı?”
“Evet, Mouffetard Sokağı’nda var. Ne kadarlık alışveriş edeceksin?”
“Üç frank harcarım herhâlde.”
“Evet ama yiyecek için para kalmıyor.”
“Artık yemek sorunumuz kalmayacak. Yapacak çok daha değişik fikirlerim var.”
“Tamam hazinem, öyle olsun!”
Jondrette, bu sözlerden sonra kapıyı kapattı ve bu kez Marius onun koridordan geçerek merdivenlere gittiğini duydu. Tam o sırada, yakınlardaki Saint-Médard Kilisesi’ndeki çan çalmaya başladı.
XIII
Solus Cum Solo, In Loco Remoto, Non Cogitabuntur Orare Pater Noster[2 - (Lat.) Issız bir yerde, Pater Noster duasını okumayı istemiyor.]
Hayalci olmasına rağmen Marius, cesur ve güçlü bir yaradılıştaydı. Aslında içine kapanık olması onun insanlığını ve duygusallığını artırmış, hayata karşı öfkelenme duygusunu köreltmişti. Ancak yine de haksızlık karşısında bir yargıç gibi adil davranırdı. Fakat şu anda gördükleri kanını donduruyordu. O bir kaplumbağaya acır fakat bir yılanı kolaylıkla ezerdi. Komşularının yılandan bile kötü canavarlar olduklarını anlaması birkaç saniyesini aldı. “Şu alçakları ezmek gerekiyor!” diye düşündü. Aklına takılan sır iyice karmaşık hâle gelmişti. Parkta rastladığı o güzel kız ve ihtiyar babasıyla ilgili düşünceleri allak bullak olmuştu. Tek anladığı Jondrette’in onları tanımış olması ve adamdan faydalanmak istemesiydi. İhtiyara bir tuzak kuruluyordu ve onlar büyük bir tehlikeyle yüz yüzelerdi. Marius, Jondrette’in tasarılarına engel olmaya karar verdi. Genç adam, bir süre odada tek başına kalan kadına baktı. Kadın ocağın içinden bir şeyler çıkarmaya uğraşıyordu. Onun bir mangalı yaktığını gördü.
Genç adam ses çıkarmamaya çalışarak masanın üstünden indi. Peki ama nasıl davranacaktı? Başı belada olanlara haber ulaştırması ve onların bu virane odaya dönmelerine engel olması gerekiyordu. Bununla birlikte onların yerini bilmiyordu ve sadece kısa süreliğine karşılaşmalarının ardından onları Paris sokaklarında kaybetmişti. Oldukça tehlikeli olmasına karşın altıya kadar dışarıda bekleyerek önceden haber verebilirdi belki. Ama Jondrette’in suç ortakları onu görürlerdi. Onları kurtarmak bir yana, onların mahvolmalarına neden olabilirdi. Marius aklını kaçıracak durumdaydı; akşam saat altıda o iyi kalpli adam, kendisi için hazırlanan tuzağa düşecekti. Hem de ne tuzak! Kim bilir şu katiller ona ne yaparlardı? Yapılacak tek iş vardı. Marius seri bir kararla ceketini giydi, şapkasını başına taktı ve boynuna bir atkı alıp sessizce dışarı çıktı.
Petit-Banquier Sokağı’na saptı. Çok basık bir duvar boyunca yürüyor, kar iyice tuttuğundan ayak sesleri duyulmuyordu. Birden sesler duydu, sağa sola baktı ama kimseyi göremedi. Oysa sesler çok yakından gelmişti. Marius yürüdüğü duvarın arkasına bakmayı düşündü. Kendisine arkalarını dönmüş, sırtlarını duvara vermiş iki serseri gördü. Bunlar baş başa konuşuyorlardı. Marius o iki adamı da tanımıyordu. İçlerinden biri sakallıydı, üzerinde bir önlük vardı; diğeri gür saçlı biriydi, paçavralar içindeydi. Diğerinin başı açıktı, kıvırcık saçlarını kar kaplamıştı. Marius, biraz daha yaklaşıp kulak kesildi. Gür saçlı adam arkadaşını dirsekleyerek:
“Patron-Minette’dekiler işe karışırsa iyi olur.” dedi.
Sakallı o kadar emin görünmüyordu:
“Öyle mi sence?” diye sordu.
Darmadağınık saçlı olan tekrar konuştu:
“Her birimiz için beş yüz frank iyi bir anlaşma. En kötüsü beş ya da altı yıl yatmak. Haydi bilemedin on yıl yeriz.”
Diğeri kafasını kaşıyarak yanıtladı:
“Evet ama yakalanma ihtimalini düşünmeliyiz.”
“Bu işte hiçbir şey yanlış gitmeyecek, inan bana.”
Daha sonra konuyu değiştirdiler ve bir akşam önce tiyatroda izledikleri bir dramdan söz ettiler. Marius yürümeyi sürdürdü ve sonrasında bu korkunç serserilerin konuşmasının Jondrette’in planıyla ilgili olduğunu düşündü. Evet, sözünü ettikleri “iş” kesinlikle bu tuzak olmalıydı. Genç adam Saint-Marceau Mahallesi’ne kadar yürüdü ve önünden geçtiği ilk dükkâna uğrayıp karakolun yerini sordu. Pontoise Sokağı, Numara 14 tarif edildi. Marius oraya koşar adımlarla gitti. Bir fırının önünden geçerken on santime bir somun alıp yedi, akşam yemeğini yiyemeyeceğini biliyordu. Yolda giderken Tanrı’nın kendisi için çizmiş olduğu kadere şükretti. O sabah Jondrettelerin kızına o beş frangı vermese güzel kızla babasının arkasından arabayla gidecek, Jondrettelerin o korkunç tuzaklarından habersiz olacaktı. O zaman hem ihtiyar hem de kızı mahvolacaklardı.
XIV
Polisten Avukata İki Yumruk
Pontoise Sokağı, 14 numaraya vardığında birinci kata çıktı ve polis komiserini sordu. Bir memur, “Polis komiseri burada değil.” dedi. “Ama onun yerini alan bir müfettiş var. Onunla konuşmak ister misiniz? Aceleniz mi var?”
“Evet.” dedi Marius.
Memur kendisini bir odaya aldı. Orada uzun boylu ve iri kıyım biri, bir masanın ardında oturuyordu. Sobaya ellerini uzatan adamın dörtgen bir yüzü, ince dudakları, sert bir ağzı, epey gür ve kırlaşmış favorileri vardı. Adamın gözleri o kadar keskindi ki sanki bu bakışlarla kalbinin içindekileri bile öğrenmek istiyor gibiydi. Adamın güçlü ve sert görünümü Marius’ü ürkütemedi, onu Jondrette kadar tehlikeli bulmadı.
“Ne istiyorsun?” dedi Marius’e, “mösyö” eklemeden.
“Mösyö Komiser ile mi görüşüyorum?”
“O yok. Onun yerine ben buradayım.”
“Konu çok özel.”
“O zaman konuş.”
“Ve çok acil harekete geçilmeli.” “O zaman çabuk konuş.”
Sakin ve aynı zamanda korkunç görünümlü adam, karşısındakini korkutmakla birlikte ona güven de veriyordu. Marius olan biteni anlattı. Tanımadığı birinin tuzağa düşmek üzere olduğunu bildirdi. O kötü adamın oturduğu evin yan odasında bulunduğunu, kendisinin Avukat Marius Pontmercy olduğunu da ekledi. Tuzağı hazırlayan alçak adamın Jondrette isimli ne olduğu bilinmez bir hırsız olduğunu, adamın suç ortaklarının bulunduğunu, birkaç dakika önce Jondrette’in Panchaud isimli bir sabıkalıyla konuştuğunu gördüğünü söyledi. Jondrette’in kızları evin önünde nöbet tutacaklardı. Her şey akşam saat altıda olup bitecekti. Harabenin Hôpital Caddesi, Numara 50-52 adresinde, çok tenha bir yerde olduğunu da belirtti. Bu numarayı söylediğinde Müfettiş başını kaldırdı ve:
“Yani koridorun sonundaki odada mı?” dedi.
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Marius ve ekledi: “O evi tanıyor musunuz?”
Müfettiş bir an sessiz kaldı, sonra sobada çizmesinin topuğunu ısıtırken yanıtladı:
“Görünen o ki…” Dişlerinin arasında mırıldanarak ve Marius’ten çok kravatıyla konuşurmuş gibi devam etti:
“Patron-Minette’in bunda parmağı olmalı.”
Bu söz Marius’ü etkiledi.
“Patron-Minette.” dedi. “Aslında bu kelimenin telaffuz edildiğini duydum.”
Ve Müfettiş’e sokak duvarının arkasında, karın üzerindeki uzun saçlı adamla sakallı adam arasındaki diyaloğu tekrarladı.
“Petit-Banquier…” diye mırıldandı Müfettiş.
“Uzun saçlı adam Brujon olmalı ve sakallı olan Demi-Liard, takma adı Deux-Milliards.”
Göz kapaklarını tekrar indirmiş ve düşüncelere dalmıştı.
“Adı neydi, Peder’e gelince sanırım onu tanıyorum. İşte, ceketimi yaktım yine. Bu lanetli sobalarda her zaman çok fazla ateş olur. 50-52 numara. Gorbeau’nün eski mülkü.”
Sonra Marius’e baktı.
“Yalnızca o sakallı ve uzun saçlı adamı mı gördün?”
“Ve Panchaud.”
“Sinsi sinsi dolaşan küçük bir züppe görmedin mi?”
“Hayır.”
“Ya da Jardin des Plantes’daki file benzeyen büyük bir madde yığını?”
“Hayır.”
“Ya da eski bir kızıl kuyruk havasında olan bir serseriyi?”
“Hayır.”
“Dördüncüsüne gelince onu kimse görmüyor; yaverleri, kâtipleri ve çalışanları bile. Onu görmemiş olmanız şaşırtıcı değil.”
“Hayır. Bütün bu kişiler kimler?” diye sordu Marius.
Müfettiş cevap verdi:
“Ayrıca onların zamanı da değil aslında, o saatte iş yapmazlar.”
Tekrar sessizliğe büründü, sonra devam etti: “50-52. O yeri biliyorum. Ne yazık ki içeride gizlenecek olsak, hemen yakayı ele veririz. O zaman oyunlarını ertelerler. Zavallılar, o kadar kibirsizdirler ki kalabalık karşısında rol yapamazlar. Hayır, yağma yok, ben onların şarkı söylediklerini ve dans ettiklerini görmek isterim.”
Bu monolog sona erdi, Marius’e döndü ve bu sırada ona dikkatle bakarak sordu:
“Korkuyor musun?”
“Neyden?” dedi Marius.
“Bu adamlardan.”
“Sizden fazla değil!”
Bu polis ajanının henüz kendisine “Mösyö” demediğini fark etmeye başlayan Marius kaba bir şekilde karşılık verdi.
Müfettiş, Marius’e daha da dikkatle baktı ve ağırbaşlı bir ciddiyetle devam etti:
“Orada cesur ve dürüst bir adam gibi konuşuyorsun. Cesaret suçtan, dürüstlük otoriteden korkmaz.”
Marius onun sözünü kesti:
“İyi ama ne yapmayı düşünüyorsun?”
Müfettiş şu sözle yetindi:
“Kiracıların geceleri içeri girebilecekleri geçiş anahtarları var. Sende bir tane olmalı.”
“Evet.” dedi Marius.
“Senin için mi?”
“Evet.”
Müfettiş, “Ver onu bana.” dedi.
Marius yeleğinin cebinden anahtarını çıkardı, Müfettiş’e verdi ve ekledi:
“Tavsiyeme uyarsan içeriye güç kullanarak girmelisin.”
Müfettiş, Marius’e Voltaire’in ona bir tekerleme öneren taşralı bir akademisyene atabileceği gibi bir bakış fırlattı; tek bir hareketle kocaman olan ellerini pardösünün iki büyük cebine soktu ve “yumruk” denen türden iki küçük çelik tabanca çıkardı.
Sonra onları Marius’e göstererek hızlı bir şekilde sert bir tonda şöyle dedi:
“Al bunları. Evine git. Odana saklan ki dışarı çıkmış sanılasın. Doludur. Her biri iki mermi taşır. Nöbet tutacaksın, bana bildirdiğin gibi duvarda bir delik var. Bu adamlar gelecek. Onları bir süre kendi hâllerine bırak. İşlerin bir krize ulaştığını ve bunlara bir son vermenin zamanının geldiğini düşündüğünde ateş et. Daha erken değil. Gerisi beni ilgilendiriyor. Tavana, havaya bir atış; nerede olursa olsun. Her şeyden önce, sakın çok erken değil! Projelerini uygulamaya koymaya başlayana kadar bekle; sen bir avukatsın; doğru noktayı bilirsin.”
Marius tabancaları aldı ve ceketinin yan cebine koydu.
Müfettiş:
“Bu, görülebilen bir yumru oluşturur.” dedi. “Pantolon cebine koy.”
Marius tabancaları pantolonunun ceplerine sakladı.
“Şimdi.” diye devam etti Müfettiş. “Hiçbirinin kaybedecek bir dakikası kalmadı. Saat kaç? İki buçuk. Saat yedide miydi?”
“Saat altıda.” diye yanıtladı Marius.
“Çok zamanım var.” dedi Müfettiş. “Ama fazlasıyla değil. Sana söylediğim hiçbir şeyi unutma. Tak! Bir tabanca atışı.”
“Bende.” dedi Marius.
Ve Marius çıkmak için elini kapının koluna koyarken Müfettiş ona seslendi:
“Ha, bir şey daha söyleyeyim; yeni bir gelişme olacak olursa ya buraya gel ya da birini gönder. Müfettiş Javert’i arasınlar.”
XV
Jondrette Alışverişini Yapıyor
Birkaç dakika sonra, saat üç civarında Courfeyrac ile Bossuet, Mouffetard Sokağı’ndan geçiyorlardı. Kar iyice şiddetlenmişti, tipi gibi yağıyordu. Bossuet o sırada Courfeyrac’a şöyle diyordu: “Sanki göklerde beyaz kelebeklerin vebası başladı, bu karlar tıpkı ölü kelebekler gibi değil mi?” Sonra Bossuet, Marius’ü gördü. Genç adam oldukça tuhaf bir hâlde yokuşu çıkıyordu.
“Dur!” dedi Bossuet. “Marius orada.”
“Onu gördüm.” dedi Courfeyrac. “Onunla konuşmayalım.”
“Neden?”
“Çok meşgul.”
“Ne ile?”
“Havasını görmüyor musun?”
“Ne havası?”
“Birini takip eden bir adamın havası var.”
Bossuet, “Bu doğru.” dedi.
“Sadece bir kızın peşinde!” dedi Courfeyrac.
“Ama o kimi takip ediyor?”
“Güzel, çiçekli, boneli bir fahişe! O âşık.”
“Ama…” diye göz gezdirdi Bossuet. “Sokakta hiçbir fahişe ya da çiçekli bir bone görmüyorum. Etrafta bir kadın yok.”
Courfeyrac sıkılarak cevap verdi:
“Bir adamı takip ediyor çünkü!”
Aslında, gri bir şapka takan ve sadece sırtını görmelerine rağmen gri sakalı seçilebilen bir adam, Marius’ün yirmi adım kadar önünde yürüyordu. Bu adam, kendisi için tamamen yeni ve çok büyük olan bir palto giymişti; hepsi paçavralar içinde asılı ve çamurdan siyah olan ürkütücü bir pantolon vardı üzerinde.
Bossuet kahkahayı patlattı.
“Bu adam kim?”
“O?” diye karşılık verdi Courfeyrac. “O bir şair. Şairler, tüccarların tavşan postundan pantolonlarını üzerine, Fransa’nın Meclis üyelerinin paltolarını giymeye çok düşkündür.”
“Bakalım Marius nereye gidecek.” dedi Bossuet. “Adam nereye gidiyor bakalım, onları takip edelim mi?”
“Bossuet!” diye haykırdı Courfeyrac. “Meaux Kartalı! Sen müthiş bir vahşisin. Gerçekten de başka bir adamı takip eden bir adamı takip etmek istemiyorsun herhâlde!”
Marius, Jondrette’in Mouffetard Sokağı’na girdiğini görüp ardına takılmıştı. Jondrette izlendiğini fark etmeden yürümeyi sürdürdü. Marius bir ara onun Gracieuse Sokağı’ndaki çok döküntü bir kulübeye girip birkaç dakika kaldığını gördü. Adam tekrar Mouffetard Sokağı’nda yürümeyi sürdürdü. Köşedeki bir nalburun önünde durup içeri girdi ve Marius birkaç dakika sonra onu elinde bir paketle gördü. Adam kâğıda sarılı kocaman bir makası ceketinin cebine attı. Sonra sola sapıp Petit-Banquier Sokağı’na daldı. Marius artık adamı izlemeyi bıraktı. Çok isabetli davranmıştı çünkü Jondrette duvar önünde sakallı ve dağınık saçlı adamlarla buluşacaktı. Jondrette arkasına baktı, kimseyi görmeyince duvardan aşıp boş arsada yok oldu. Marius adamın yokluğunu fırsat bilip görünmeden eve girmenin doğru olacağını düşündü. Aslında tam vaktiydi. Akşamları şehre bulaşık yıkamaya giden Madam Bougon virane binanın giriş kapısını kilitlerdi. Marius anahtarını polise vermişti, bundan dolayı kapı kapanmadan odasına çıkması gerekiyordu. Karanlık çökmüştü. Marius koşarak virane binaya vardı, kapı henüz açıktı, sessizce basamakları çıktı ve odasına süzüldü. Bu koridorda birkaç boş oda vardı. Madam Bougon kapıları açık tutardı. Odalardan birinin önünden geçerken içeride sanki dört kişinin olduğunu sandı ama kendisini kimseye göstermemesi gerektiğinden dönüp bakmadı. Tam zamanında odasına girdi, az sonra Madam Bougon’un kapıdan çıktığını duydu. Evin giriş kapısı ardından kapandı.
XVI
1832 Yılında Moda Olan Bir İngiliz Şarkısının Sözleri
Marius, saatin beş buçuk olabileceğini düşünerek yatağının üzerine oturdu. Yarım saat sonra bir şeyler olacaktı. Karanlıklarda bir taraftan cinayetin bir taraftan adaletin ilerlediği iki gücü düşündü. Marius korkmuyordu ama birazdan olacakları düşündükçe titremesine engel olamıyordu. Önce tatlı bir rüya olarak başlayan gün, artık kâbusa dönüşüyordu. Delikanlı bütün bunların gerçekliğine inanmak için ellerini pantolon ceplerindeki tabancalara değdirdi. Kar kesilmiş, giderek parlayan ay bulutlardan çıkmıştı. Karın beyazlığına karışan ay ışığı odayı bir gün batımı havasına sokmuştu. Jondrettelerin odasında ışık vardı. Marius duvardaki çatlaktan kızıl bir parıltı gördü. Bir mum ışığı olduğunu sanmıyordu, ayrıca evde büyük bir sessizlik hâkimdi, hiç kıpırtı yoktu. Buz gibi ve çok koyu bir sessizlikten başka duyulabilen hiçbir şey bulunmuyordu. Işık olmasa Marius yandaki odanın bir mezar gibi göründüğüne yemin edebilirdi. Marius usulca çizmelerini çıkartıp yatağının altına itti. Birkaç dakika geçti. Marius, Jondrette’in döndüğünü duydu. Birden sayısız ses yükseldi. Aile reisi hariç bütün aile odada toplanmıştı ve sessizce bekleşiyorlardı. Adam içeri girdi:
“Benim.” dedi.
“İyi akşamlar baba.” diye bağırdı kızlar.
“Tamam mı?” dedi anne.
“Her şey birinci sınıf gidiyor.” diye yanıtladı Jondrette. “Ama ayaklarım feci üşüyor. Güzel! Giyinmişsin. İyi yapmışsın! Kendini sıcak tutmalısın.”
“Her şey dışarı çıkmak için hazır.”
“Sana söylediğimi unutma. Her şeyi kesinlikle yapacak mısın?”
“Merak etme.”
“Çünkü…” dedi Jondrette. Ve cümleyi yarım bıraktı. Marius onun masaya ağır bir şey koyduğunu duydu, muhtemelen satın aldığı makas olmalıydı.
“Bu arada…” dedi Jondrette. “Yemek yediniz mi?”
“Evet.” dedi anne. “Üç büyük patatesim ve biraz tuzum var. Onları pişirmek için ateşten yararlandım.”
“İyi.” diye karşılık verdi Jondrette. “Yarın seni yemeğe çıkaracağım. Ördek ve meze yiyeceğiz. Yemeği Onuncu Charles gibi yiyeceksin, her şey yolunda gidiyor!”
Sonra ekledi:
“Fare kapanı açık. Kediler orada.”
Sesini daha da alçalttı ve şöyle ekledi:
“Bunu ateşe koy.”
Marius maşa veya demir bir alet ile karıştırılan kömür sesi duydu, Jondrette devam etti:
“Kapının menteşelerini gıcırdamamaları için yağladınız mı?”
“Evet.” diye yanıtladı anne.
“Saat kaç?”
“Neredeyse altı. Yarım saat önce Saint-Médard’dan geldi.”
“Lanet olsun!” diye haykırdı Jondrette. “Çocuklar gidip izlemeli. Gel sen, burayı dinle.”
Bir fısıltı çıktı. Jondrette’in sesi tekrar duyulabilir hâle geldi:
“İhtiyar Bougon gitti mi?”
“Evet.” dedi anne.
“Komşumuzun odasında kimsenin olmadığına emin misin?”
“Bütün gün gelmedi ve sen de biliyorsun ki bu onun yemek saati.”
“Emin misin?”
“Elbette.”
“Yine de…” dedi Jondrette. “Orada olup olmadığına bakmanın bir zararı olmaz. Al kızım, mumu al ve oraya git.”
Marius elleri ve dizleri üzerine çöktü, sessizce yatağının altına girdi. Kapısının aralığından bir ışık fark ettiğinde kendini güçlükle gizlemişti.
“Baba!” diye bağırdı bir ses. “O burada değil.”
En büyük kızının sesini tanıdı.
“İçeri girdin mi?” diye sordu babası.
“Hayır.” diye yanıtladı kız. “Ama anahtarı kapıda olduğuna göre, dışarıda olmalı.”
Baba haykırdı:
“Yine de içeri gir.”
Kapı açıldı ve Marius, büyük kızın elinde bir mumla içeri girdiğini gördü. Sabah olduğu gibiydi, sadece bu ışıkta daha da iticiydi. Doğruca yatağın yanına gitti. Marius tarif edilemez bir endişeyle kıpırdamadan bekledi ama yatağın yanında duvara çivilenmiş bir ayna vardı ve adımlarını oraya yönlendiriyordu. Kız parmak uçlarında ilerleyerek aynada kendisine baktı. Yan odada, taşınan demir eşyaların sesi duyuluyordu.
Kız elleriyle saçlarını düzeltti ve gülümseyerek bir şarkıya başladı. Çatlak sesiyle o yılların son moda bir romansıydı söylediği:
Aşkımız koca bir hafta sürdü.
Ama mutluluk anları ne kadar kısa!
Yedi gün boyunca birbirimizi sevmek yetmedi!
Aşkımız sonsuza kadar sürmeliydi.
Bu arada Marius kaygılıydı. Kızın kendi nefesini duymasından korkuyordu. Kız pencereye yaklaştı ve dışarı baktı, yine yüksek sesle söylendi:
“Tanrı’m! Paris beyazlar içinde ne kadar çirkin.”
Aynanın önüne geçti ve kendisine bu kez profilden bakarak eliyle saçlarını kabarttı. Birden, yan odadan babanın sesi geldi: “Hey, ne yapıyorsun orada?”
Kız ayna karşısında durup seslendi: “Yatağın ve masanın altına bakıyorum. Kimse yok burada.”
“Aptal şey, hemen buraya gel, kaybedecek vaktimiz yok.”
“Bağırma, geldim. Şu evde hiçbir şeye vakit olmaz zaten.”
Kız başka bir şarkıya başlayıp, kapıyı ardından kapatıp gitti.
Beni terk ediyorsun zafer kazanmak için,
Üzgün kalbim takip edecek her yerde sizi.
Hemen sonra Marius, kızların çıplak ayaklarının sesini duydu. Babaları ardı sıra haykırıyordu: “Haydi, dikkat edin. Biriniz parmaklık önünde, diğeriniz Petit-Banquier Sokağı’nın başında dursun. Kuşkulu bir şey görür görmez hemen buraya dönün. Girişin anahtarını aldınız, değil mi?”
Büyük kız homurdandı: “Bu karda çıplak ayak dışarı çıkıyoruz!”
Babaları kaba sesle, neşeyle karşılık verdi: “Yarın ikinize de beğendiğiniz o uğur böceği rengindeki ayakkabılardan alırım.” dedi.
Kızlar hemen merdivenleri indiler. Birkaç saniye sonra kapanan kapının sesi duyuldu. Kızlar dışarıdaydı.
Evde Marius ile Jondrettelerden başka kimse kalmamıştı. Bir de Marius’ün az önce kısa süreliğine görebildiği o adamlar vardı.
XVII
Marius’ün Beş Frangının Harcandığı Yer
Marius artık gözetleme yerinin önüne geçme vaktinin geldiğini düşündü. Hemen masanın üstüne çıkıp gözünü deliğe uydurdu. Jondrettelerin odası oldukça tuhaf görünüyordu, sonunda o kızıl ışığın nereden geldiğini anladı. Bir şamdanda büyükçe bir mum yanıyordu ama kızıl ışık ondan gelmiyordu. Ocağın içindeki bir mangal her yeri kızıla boyamıştı. Bu, kadının sabahtan hazırladığı mangaldı. Marius mangala yerleştirilmiş olan büyük makası fark etti, Jondrette’in hırdavatçıdan satın aldığı makastı bu. Kapının hemen yan taraflarında, bir tarafta demir hurdaları ve zincir, diğer tarafta yumak hâlinde ipler bulunuyordu; bu hâliyle oda bir viraneden resmen bir hırdavatçıya dönüşmüştü. Mangaldan yükselen ısı, masanın üzerindeki mumun erimesine neden olmuştu. Şömine önünde eski bir fener duruyordu. Mangal, ocağın tam içine yerleşmiş olduğundan duman ocak bacasından çıkıyor ve içeriyi doldurmuyordu. Pencerenin kırık camından içeri süzülen ay ışığı, bu kızıl çöplüğü gümüşe boyamıştı. Kırık camdan giren temiz hava, odadaki kömür kokusunu dağıtmıştı.
Gorbeau harabesini size daha önceki bölümlerde zaten anlatmıştık; bu nedenle, Jondrettelerin karanlık ruhunun bir aynası sayılan bu boğucu odanın nasıl göründüğünü tahmin edebilirsiniz. Korkunç bir olaya, bir cinayete sahne olabilecek bir dekor hâkimdi artık burada. Paris caddelerinin en tenha köşesindeki evin koridorunun en dipteki odası, şimdi korkunç bir tuzağa ev sahipliği yapacaktı. Jondrette piposunu yakmış, kırık iskemleye ilişmiş, keyif çatıyordu. Karısı ise oturmuş, ona bir şeyler anlatıyordu. Marius, arkadaşı Courfeyrac gibi her şeyde komik bir yan bulsa kadının o şaşılası kılığı karşısında gülmekten kırılırdı. Kadın, başına eskiden kral muhafızlarının giydikleri uzun tüylü şapkalardan birini takmış; örme etekliğinin üzerine, aynı yünden bir şal almış ve sabahleyin kızının beğenmediği erkek ayakkabılarını yün çoraplarının üzerine geçirmişti. Jondrette’den şu ünlemi çıkaran kıyafetlerdi bunlar: “İyi! Giyinmişsin. İyi yapmışsın. Kendine bakmalısın tabii!”
Jondrette’e gelince kendisi için fazla büyük olan ve Mösyö Leblanc’ın verdiği yeni paltosunu çıkarmamıştı ve kostümü, Courfeyrac’ın şiirinde bir şairin idealini oluşturan o ceket ve pantolon karşıtlığını sunmaya devam ediyordu. Jondrette bir anda sesini yükseltti:
“Bu arada! Şimdi aklıma geldi. Bu havada bir arabayla gelecektir. Feneri yak, al ve merdivenlerden aşağı in. Alt kapının arkasında duracaksın. Arabanın durduğunu duyduğun an kapıyı açacaksın, anında yukarı gelecek, merdivenleri ve koridoru aydınlatacaksın ve o buraya girdiğinde yine merdivenlerden en hızlı şekilde ineceksin. Arabacıya ödeme yapacak ve onu göndereceksin.”
“Ya para?” diye sordu. Jondrette pantolonunun cebini karıştırdı ve ona beş frank verdi.
“Bu nedir?” haykırdı.
Jondrette gururla yanıtladı:
“Bu, komşumuzun sabah bize verdiği mangır.”
Ve ekledi:
“Biliyor musun? Buraya iki sandalye gerekiyor.”
“Ne için?”
“Üzerine oturmak için elbette.”
Marius, Jondrette’in bu yumuşak cevabını duyunca uzuvlarından soğuk bir ürperti geçtiğini hissetti. “Pardon! Gidip komşumuzdan alıp gelirim.”
Hızlı bir hareketle viranenin kapısını açtı ve koridora çıktı. Marius’ün kesinlikle komodinden inip yatağına uzanacak ve onun altına saklanacak zamanı yoktu.
“Mumu al.” diye bağırdı Jondrette.
“Hayır.” dedi. “Beni utandırır, sadece iki sandalye taşıyacağım. Ay ışığı yeter.”
Marius, Jondrette’nin karısının karanlıkta kilidine vuran ağır elini duydu. Kapı açıldı. Şok ve dehşetle olduğu yere çivilenmiş hâlde kaldı. Jondrette içeri girdi. Çatı penceresi, iki gölge blokunun arasından bir ay ışığı hüzmesinin girmesine izin veriyordu. Bu gölge bloklarından biri Marius’ün yaslandığı duvarı tamamen kaplamış durumdaydı. Böylece o duvarın içinde kaybolmuş gibiydi. Kadın içeriye baktı, Marius’ü görmedi, Marius’ün sahip olduğu tek mobilyası olan iki sandalyeyi aldı ve kapıyı ağır ağır arkasından kapatarak uzaklaştı.
Yeniden eve döndü.
“İşte iki sandalye.”
“Ve işte fener. Olabildiğince çabuk aşağı inin.”
Aceleyle itaat etti ve Jondrette yalnız kaldı. İki sandalyeyi masanın karşı taraflarına yerleştirdi, makası mangalın içinde çevirdi, şöminenin önüne bulaşıkları örten eski bir paravan koydu, sonra ip yığınının bulunduğu köşeye gitti ve bir şeyi incelemek ister gibi eğildi. Marius daha sonra şekilsiz bir kütle olarak gördüğü şeyin, ahşap basamakları ve onu tutturmak için iki kancası olan, çok iyi yapılmış bir halat merdiven olduğu gerçeğini anladı. Kapının arkasına yığılmış, eski demire karışmış bu merdiven, bazı büyük aletler ve gerçek demir kütleleri sabah Jondrette’in ininde yoktu; belli ki oraya öğleden sonra, Marius’ün ziyareti sırasında getirilmişti. Marius, “Bunlar uçtan uca marangozluk aletleri.” diye düşündü. Marius bu konuda biraz bilgili olsa, bunların hırsızların kullandığı gereçler olduklarını anlardı. Ocak, masa ve sandalyeler Marius’ün hemen karşısındaydı. Ocaktaki mangal görünmüyor, oda sadece mumla aydınlanıyordu. Masadaki en küçük nesne bile kocaman bir gölge olmuştu. Duvarın önündeki bir ibriğin verdiği gölge, duvarın büyük bir bölümünü kaplamıştı. Odada insanı ta iliklerine kadar donduran korkunç bir hava vardı. Jondrette piposunu sönmesine neden olacak kadar unutmuştu, bu da onun oldukça dalgın olduğunu gösteriyordu. Masanın başına geçip oturdu. Mum ışığı onun yüz hatlarını daha belirgince aydınlatmıştı. Somurtuyor, arada bir elini açıp kapatıyordu; sanki kendi kendisiyle giriştiği konuşmayı sürdürür gibi dudaklarını oynatıyordu. Yine böyle iç konuşmasının bitiminde masanın çekmecesini çekerek bir mutfak bıçağı çıkardı. Keskin yerinde parmağını gezdirip onu denedi. Daha sonra bıçağı tekrar yerine koydu. Marius de cebindeki tabancayı çıkardı ve tetiği kaldırdı. Bu arada silah bir tıkırtı çıkardı, Jondrette yerinde doğruldu:
“Kim var orada?” diye seslendi. Marius soluğunu tuttu. Jondrette bir süre daha kulak verdi ve gülerek şöyle söylendi: “Ne aptalım, duvardaki tahtalar çatırdamıştır.”
Marius elinde silahla beklemeye koyuldu.
XVIII
Marius’ün İki Sandalyesi Yüz Yüze
Birden oldukça uzaktan gelen bir çanın titreşimleriyle camlar zangırdadı. Kilisenin çanı saat altıyı haber vermişti. Jondrette her darbeyi başını sallayarak dinledi. Altıncıda eliyle mumunu söndürdü. Daha sonra odada dolanmaya başladı. Koridoru dinlemek için kulağını kapıya verdi, kendi kendine homurdandı: “Tanrı’m, umarım gelir. Ya gelmezse!” Daha sonra gelip sandalyesine çöktü. Henüz oturmuştu ki kapı açıldı. Madam Jondrette kapıyı açmış, müthiş bir şekilde gülümsüyordu.
“Girin efendim.” dedi.
“Girin, hayırseverim.” diye tekrarladı Jondrette, aceleyle ayağa kalkarak. Mösyö Leblanc kapıda göründü. Onu benzersiz şekilde saygıdeğer kılan bir dinginlik havası taşıyordu. Masanın üzerine dört altın koydu.
“Mösyö Fabantou.” dedi. “Bu sizin kiranız ve en acil ihtiyaçlarınız için. Gerisini bundan sonra biz hallederiz.”
“Tanrı size mukabele etsin, benim cömert velinimetim!” dedi Jondrette.
Ve hızla karısına yaklaştı:
“Arabayı hallet!”
Kocası bol bol selam verirken ve Mösyö Leblanc’a oturması için sandalye uzatırken o sıvıştı. Bir an sonra geri döndü ve kocasının kulağına şöyle fısıldadı:
“Hallettim.”
Sabahtan beri yağan kar, yerleri o kadar kaplamıştı ki arabanın tekerlek sesleri işitilmiyordu. Ne geldiğini duymuşlardı ne de gittiğini. Bu arada ihtiyar adam oturmuştu. Jondrette de karşısındaki sandalyeye oturdu. Okurun bir düşünce edinmesi için, manzarayı size biraz detaylıca anlatmak isteriz.
Tenha bir mahalle, dondurucu bir gece, Salpêtrière Mahallesi’nin karla kaplı bomboş arsaları, arada bir görünen gece fenerlerinin boğuk ışıkları; hiç kimsenin dışarıda olmadığı ıssız bir yerdi burası. Bütün bu sonsuzluklar arasında, Jondrettelerin işte o virane, tek bir mumun aydınlattığı odaları bulunuyordu. Odada yüz yüze oturan iki erkek. Sakin ve huzurlu ihtiyar, hain ve can alıcı Jondrette. Bir köşede dişi kurt gibi duran Madam Jondrette ve duvarın diğer tarafında tek bir kelimeyi kaçırmak istemeyen, bütün ruhunu göz ve kulaklarında toplamış, eli tetikte bekleyen Marius.
Marius biraz korkmuş olsa da kendi adına korkmuyor, içinden sürekli aynı sözleri tekrarlıyordu: “İstediğim anda o alçağı durdurabilirim. Onun adama zarar vermesini önleyebilirim.” Polislerin bir yerlerde pusu kurduklarını, ondan işaret beklediklerini biliyordu. Aynı zamanda ihtiyar ile Jondrette’in konuşmalarının kendisi için de iyi olacağını düşünüyordu.
Buna ek olarak, Jondrette ve Mösyö Leblanc arasındaki bu şiddetli karşılaşmanın, bilmek istediği her şeye biraz ışık tutacağını umuyordu.
XIX
Karanlık Derinliklerin İşgali
İhtiyar oturur oturmaz boş şiltelere bir baktı: “Zavallı küçük yaralı nasıl?” diye sordu.
Jondrette yürek yakıcı ama minnet dolu bir gülümseyişle:
“Ah, çok kötü velinimetim!” dedi. “Ablası onu pansuman için hastaneye götürdü. Birazdan dönerler.”
Yaşlı adam, tuhaf kılıklı kadına bir göz atıp: “Hanımefendiyi daha iyi gördüm.” dedi. Kapının önünde duran kadında sanki bir gözdağı ifadesi vardı.
Jondrette:
“Ah efendim, o ölüm hâlinde, ne var ki çok cesur olur kadınlar. O bir kadın değil, bir öküz gibidir âdeta.”
Bu sözlere duygulanan kadın, tuhaf bir gülüşle karşılık verdi:
“Siz bana her zaman iyi davranırsınız Mösyö Jondrette.”
İhtiyar, şaşkınlık içerisinde donup kaldı: “Jondrette mi? Oysa adınızın Fabantou olduğunu sanıyordum.”
Jondrette omuzlarını kaldırdı ve eşine imalı bir bakış attı: “Fa-bantou sahne ismim.” dedi. “Malum biz sanatçılar kendi adımızı fazla kullanmayız.”
Sonra yine sesini yumuşatarak devam etti: “Ah efendim.” diye başladı. “Şu zavallı sevgili ile çok mutlu olduk. Aslında bizi kurtaran da bu oldu ya. Sevgimiz de olmasa nasıl yaşardık? Güçlü kollarım var ama iş bulamıyorum. Acılar her yandan sardı. Bir ara kızlarıma bir meslek öğretmeye heveslendim. Evet, o çocukları çalıştırmayı göze aldım. Ama bunu bile başaramadım. Karton kutu yapımını öğretmek istemiştim. Fakat bunun için de malzeme gerekti. Üstelik günde sadece seksen santim kazanmak için buna değer mi? O kadarcık parayla kim geçinebilir? Kimse hâlimizi anlamıyordu. Oysa bir zamanlar böyle miydik? Bir zamanlar biz de varlıklıydık. O günlerden elimde kalan tek bir şey var: Eşsiz bir tablo. Aynı zamanda duygusal açıdan benim için vazgeçilmez. Bu paha biçilemez tabloyu, bu gözdemi bile elden çıkarmaya hazırım inanın.”
Jondrette aklına gelenleri böyle karman çorman anlatmayı sürdürürken Marius birden odanın karanlık bir köşesinde o zamana kadar fark etmediği bir adam gördü. Bu adam o kadar sessizce girmişti ki kapının açıldığını bile duymamışlardı. Yeni gelenin üzerinde mor bir fanila ile yamalı bir pantolon vardı. Suratı isten simsiyahtı. Kolları ve ayakları çıplak, boynu kalın, kolları dövmeliydi. Adam usulca şiltelerden birine oturdu. Kadının hemen arkasında durduğundan belirgince seçilemiyordu. Bakışları başka yöne çeviren bu tür bir manyetik içgüdüyle Mösyö Leblanc tıpkı Marius gibi irkilerek bakışlarını hemen adama çevirdi. Jondrette’in gözünden kaçmayan bir şaşkınlık hareketinden kendini alamadı.
“Ah, anlıyorum!” diye haykırdı Jondrette, bir hoşnutluk havasıyla paltosunun düğmelerini ilikleyerek. “Paltoma mı bakıyorsunuz? Bana iyi geldi! Biraz büyük ama yine de oldu!”
“Bu da kim?” diye sordu.
“O mu?” dedi sakince Jondrette. “Bir komşumuz, sorun yok efendim.”
Aslında bu komşunun suratı tekinsizdi fakat çok iyi kalpli bir adam olan ihtiyar, daha fazla uzatmadan ev sahibine döndü:
“Evet Mösyö Fabantou, ne diyordunuz?”
“Evet velinimetim ve yüce efendim, size diyordum ki…” diye karşılık verdi Jondrette dirseğini masaya dayayıp tıpkı yılan gibi bakan sinsi gözleriyle adamı süzerek. “Size, satılık olan tablomdan bahsediyordum.”
Kapıda bir ses oldu. İçeriye ikinci bir adam da girmişti ve Jondrette’nin yanına, yatağın kenarına oturdu. Adam sessizce girmeye çalışmış ama ihtiyar adam onu fark etmişti.
“Sorun yok.” dedi hemen Jondrette, ihtiyar adamı oyalamak için. “Onlar kiracılar, yan odalarda oturan işçi arkadaşlar, arada sırada uğrarlar. Evet ne diyordum, elimde kalan o eşsiz tablodan söz ediyordum. Durun hemen size göstereyim efendim, şuna bir bakın.”
Adam kalktı ve ters hâlde duvara dayadığı panoyu çevirdi. Bu loş aydınlıkta tabloya benziyordu. Jondrette resimle onun arasında dururken Marius bundan hiçbir şey çıkaramadı, sadece kaba bir leke ve yabancı tuvallerin, perde resimlerinin sert kabalığıyla boyanmış bir tür panayır afişine benzetti.
“Bu nedir?” diye sordu ihtiyar adam.
“Bir ustanın resmi, çok değerli bir tablo hayırseverim! İki kızıma ne kadar bağlıysam ona da o kadar bağlıyım, bana hatıraları çağrıştırıyor! Ama size söyledim, elimde tutamayacağım, o kadar zavallıyım ki ondan ayrılmak zorundayım.”
Belki tesadüf belki de tuhaf bir içgüdü diyelim, ihtiyar adam gözlerini odanın karanlık köşesine çevirdi. Orada dört adam daha gördü, içlerinden üçü yatağın üzerine oturmuştu. Hepsinin de kılıkları perişan, kolları çıplak, yüzleri kirden kapkaraydı. Yatağa uzanmış biri gözlerini kapatmış, uyuyor gibi yapıyordu. İçlerinden en ihtiyarıydı bu. Diğeri sakallıydı, ötekilerin de onlardan aşağı kalır yanı bulunmuyordu. Hiçbirinin ayağında ayakkabı yoktu, çorap giymişlerdi, bazıları da yalın ayaktı.
Jondrette, ihtiyarın onlara ilgiyle baktığını fark etti.
“Bunlar komşularım, bizim burada ateş yakıldığını duyup ısınmaya gelmişler. Efendim, bizimkiler gibi fakirhanelerde yardımlaşmak gereklidir; madenlerde çalıştıklarından yüzleri kapkara, siz umursamayın, hepsi de zararsız insanlardır. Hayırseverim siz buna bakın, şu tablomu satın alın. Sizden fazla istemem, siz ne kadar verirsiniz?”
İhtiyar, gözlerini Jondrette’in yüzüne çevirdi. Artık adamdan enikonu şüphelenmeye başlamıştı: “Evet ama bu meyhanelerin kapılarına asılan bir şey, belki yalnızca üç frank eder.”
“Cüzdanınız yanınızda mı? Bunun için bin frank vermeniz beni memnun ederdi.” dedi Jondrette, sevimli bir sesle konuşmaya çalışarak.
İhtiyar yerinden kalktı ve etrafını gözleriyle taradı. Soldaki pencerenin önünde Jondrette vardı. Jondrette, dört yabancıyla kapıyı tutuyordu. Adamlar yerlerinden bile oynamamışlar, sanki konuğu görmemişlerdi. Jondrette, yakınan bir sesle sürdürdü. Konuşurken sesi öyle acıklıydı ki bir ara ihtiyar, adamın yoksulluktan artık tamamen aklını kaçırmış olabileceğini düşündü.
“Eğer benim resmimi satın almazsanız, sevgili hayırseverim…” dedi Jondrette. “Çaresiz kalacağım, kendimi nehre atmaktan başka bir çözüm yolum da olmayacak. İki kızıma orta sınıf kâğıt kutu ticaretini, yeni yıl hediyeleri için kutu yapımını öğretmek istediğimi düşünüyorum da! Ah, ne zavallıyım! Bardakların düşmesini önlemek için ucunda tahta bulunan bir masa gerekli bu eve, bir sobaya da ihtiyacımız var, sonra o karton kutuların yapılabilmesi için farklı yapıştırıcılar, kâğıtlar, kartonu kesmek için makas ve bıçaklar, ayarlamak için bir kalıp, çelikleri çivilemek için bir çekiç, kerpeten; bunların hepsini ben nasıl alabilirim ki? Ve tüm bunlar günde dört santim kazanmak için! Günde on dört saat çalışmak zorundasınız üstüne üstlük! Ve her kutu, işçi kadının elinden on üç kez geçer kontrol amaçlı! Kâğıdın asla ıslak olmaması gerekiyor, üzerinde de tek bir leke dahi olmamalı. Yapışkanın düzgün sürülmesi için içerisinin sıcak olması lazım. Lanet olsun! Bütün bunları yapabilmek için para gerekiyor ve karşılığında sadece seksen santim alıyorsunuz. Bu parayla bir adam evini nasıl geçindirir?” Jondrette konuşurken kendisini gözlemleyen ihtiyar adama bakmıyordu bile. Mösyö Leblanc’ın gözü onun üzerinde, Jondrette’in gözü ise kapıdaydı. Marius, büyük bir dikkatle adamları izliyordu. İhtiyar adam, “Bu adam bir aptal mı?” diye geçirdi içinden.
Jondrette, sızlanma ve yalvarma düzeninin her türlü farklı tonlamasıyla iki ya da üç kez tekrarladı: “Bana kendimi nehre atmaktan başka bir şey kalmadı! Geçen gün bu amaçla Austerlitz Köprüsü’nün yanından nehre doğru üç basamak indim.”
Birden donuk gözleri korkunç bir parıltıyla aydınlandı, küçük adam kendisini topladı ve korkunç bir görünümle ihtiyar adamın üzerine yürüyerek gök gürültüsüne benzer bir sesle bağırdı: “Bunun konuyla alakası yok ama! Siz, beni tanıdınız mı?”
XX
Tuzak
Evin kapısı tekrar açıldı, mavi önlüklü ve yüzleri maskeli üç erkek daha içeri girdi. Siyah kâğıttan maskeler vardı yüzlerinde. Bunlardan biri zayıftı, elinde ucu demirli bir sopa tutuyordu; ikincisi iri yarı bir adamdı, o da sağ elinde demirden bir topuz tutuyordu; üçüncü adam ise ilki kadar zayıf olmasa da iri yarı, kasap gibi görünen adama nazaran daha zayıftı. O da elinde bir zindan kapısından alınma, büyük bir demir çubuk sallıyordu.
Görünüşe göre bu adamların gelişi Jondrette’in sabırsızlıkla beklediği bir durumdu. Onunla sopalı zayıf adam arasında hızlı bir diyalog başladı.
“Her şey hazır mı?” dedi Jondrette.
“Evet.” diye yanıtladı zayıf adam.
“Montparnasse nerede?”
“Yakışıklı başaktör, kızınızla sohbet etmek için durdu.”
“Hangisi?”
“En yaşlısı.”
“Kapıda bir araba var mı?”
“Evet.”
“Takım hazır mı?”
“Evet.”
“Atlar ne durumda?”
“Harika.”
“Sipariş ettiğim yerde mi bekliyor?”
“Evet.”
“İyi.” dedi Jondrette.
Mösyö Leblanc bir anda bembeyaz kesilmişti. Etrafına dikkatle bakmasına rağmen yine de korkmuş birine benzemiyordu. Durumu gözlemlediğinde sağlam bir tuzağın içine düşmüş olduğunu anlamış, masanın arkasına geçmişti. Az önce kendi hâlinde, hayırsever bir ihtiyar olan adam; bir anda sanki bir atlet gibi atik davranarak gardını almıştı. Sandalyesinin tahtasına elini gözdağı veren bir şekilde dayadı. Marius, böyle bir tehlike karşısında kılını oynatmayan bu yürekli ve güçlü ihtiyara tam anlamıyla büyük bir hayranlık duydu. Aslında sevdiğimiz kızın babası bizim için asla bir yabancı sayılmaz, öyle değil mi? Marius bu adamla bir taraftan da gurur duyduğunu hissediyordu. Jondrette’in maden işçileri diye tanıştırdığı üç adam köşedeki hırdavatlara eğilmiş, bir şeyler arıyordu. Biri eline bir kerpeten aldı, diğeri keser, üçüncüsü de bir kıskaç. Tek kelime etmeden kapıyı tuttular. Yatakta uyuklayan ihtiyar adam kısa bir süreliğine gözlerini açmış, Madam Jondrette ise sinerek onun yanına oturmuştu. Marius artık birkaç saniye sonra harekete geçme vaktinin geleceğini düşünüp sağ elini o deliğe doğru yükseltti, ateş etmeye hazır vaziyette beklemeye koyuldu. Jondrette yeni gelenle fısıldaşmasından sonra ziyaretçiye döndü ve iğrenç gülüşüyle sorusunu yineledi:
“Demek beni tanımadınız, öyle mi?”
Mösyö Leblanc öfkeli gözlerle doğrudan ona bakarak cevap verdi: “Hayır.”
O zaman Jondrette masaya yaklaştı, mumun üstüne eğilip o korkunç yüzünü ihtiyarın sakin yüzüne yaklaştırdı ve ısırmaya hazır bir yabani hayvan gibi şöyle bağırdı: “Adım Fabantou değil, Jondrette de gerçek adım değil. Benim adım Thénardier. Montfermeil’deki hanın sahibi. Anlıyor musun beni? Thénardier! Şimdi beni tanıdın mı?”
İhtiyar adamın alnından neredeyse belli belirsiz bir kızıllık geçti ve ne titreyen ne de normal seviyesinin üzerine çıkmayan bir sesle, alışılmış sakinliğiyle cevap verdi: “Hayır, öncesinden daha fazla tanımıyorum.”
Marius onun sözlerini duymadı. Onu o anda gören, ne kadar etkilendiğini anlardı. Genç adam bir anda yıkılmıştı. Jondrette, isminin Thénardier olduğunu söylediğinde Marius titremeye başlamış ve düşmemek için duvara dayanmıştı. O anda sanki gövdesinin bir kılıçla yarılmış gibi olduğunu hissetti. Daha sonra ateş açmaya hazır olan sağ kolunu yavaşça indirdi. Jondrette’in “Thénardier!” diye yinelemesinden sonra perişan olan Marius, az daha elindeki tabancayı düşürecekti. İhtiyar adamın tanımadığını söylediği Thénardier adını, Marius çok iyi tanıyordu. Bu isim babasının ona vasiyet olarak yazmış olduğu, bunca zamandır kendisi açısından kutsal kabul ettiği, o yazıyı günlerce yüreğinin üzerinde taşıdığı, çok önemli birisine aitti. Babasının son sözleri aklına geldi: “Thénardier isimli biri hayatımı kurtardı, oğlum onu bulsun ve ona elinden gelen iyiliği etsin.” Uzun zaman aradığı Montfermeil’deki o hancıyı nihayet bulmuştu. Ne yazık ki babasının kurtarıcısı bir yol kesiciden başka biri değildi. Marius’ün yıllarca aradığı, yardım etmek için uğraştığı adam; sadece bir hırsız değil, canavar ruhlu bir adamdı. Genç adam bu adamın şimdi bir cinayet planladığından kesinlikle emindi ve kaderinin ona oynadığı bu oyuna artık anlam veremiyordu. Babası ondan bu adama yardım etmesini istemişti. Oysaki zavallı Marius de dört yıldır bu borcu ödeyebilmek için sürekli olarak adamı aramıştı. Binbaşı Pontmercy’nin kurtarıcısı olan bu adam, işte bu son noktadaydı. Şimdi korkunç bir hazırlık içerisindeydi! Ve kime karşı, Ulu Tanrı’m! Ne ölüm! Kaderin ne acı bir darbesiydi bu böyle! Babası, tabutunun derinliklerinden ona bu Thénardier için elinden gelen tüm iyiliği yapmasını emretmişti ve Marius, dört yıl boyunca babasının bu borcunu ödemekten başka bir düşünceye kapılmamıştı; o sırada suç eyleminde olan bir haydudu adalete teslim etmek, yakalatmak üzereyken kader ona alaycı bir sesle, “Bu Thénardier!” diye bağırıyordu şimdi. Waterloo’da, mermiler arasında babasını sırtlayıp kurtaran bu adama Marius, tam borcunu ödeyeceği sırada onun ipe layık biri olduğunu öğreniyordu. Babasının borcunu böyle mi kapatacaktı? Marius allak bullak olmuş, ne yapacağını bilemez durumdaydı. Korkunç düşüncelerle boğuşuyordu. Marius bu haksızlığa nasıl alet olabilir, nasıl sessiz kalabilirdi? Bununla birlikte hancıyı polise teslim etmekle babasının anısına saygısızlık yapacağını düşünüyordu. Marius yaşadığı karmaşadan titremeye başladı, bir karar vermek zorundaydı. Ya sevdiği “Ursule’ünün” babasını kurtaracak ya da kendi babasına verdiği sözü tutarak minnet borcunu ödeyecekti. Elindeki silahı ateşleyecek olsa ihtiyar adam kurtulmuş olacak ancak Thénardier’nin hayatı kararacaktı. Ateş açmasa zavallı ihtiyar adamın başına neler gelebileceğini kestiremiyordu. Bir an evvel bir karar vermesi gerekiyordu ve hiç zamanı kalmamıştı. Bu arada Thénardier ziyaretçinin önünde dolanıp durmaya başlamıştı. Mumu kaptı, öyle hızla şöminenin üstüne bıraktı ki neredeyse fitil sönecekti. Daha sonra korkunç bir ifadeyle ihtiyara döndü ve tısladı:
“Oh, neyse ki sizi buldum iyiliksever efendim.” dedi Thénardier ve yine dolanıp durmaya devam etti. Öfkeden sesi korkunç çıkıyordu. “Siz Mösyö, eski püskü milyoner! Mösyö oyuncak bebek veren! Ah! Demek beni tanımıyorsun? Hayır; sekiz yıl önce 1823 Noel arifesinde Montfermeil’e, hanıma gelen sen değildin öyle mi? Fantine’in çocuğunu benden alan sen değildin? Tarla Kuşu’nu? Sarı paltolu sen değildin! Hayır! Bu sabah buraya geldiğin gibi elinde bir paket de yoktu değil mi? Söyle karıcığım, evlere paketler hâlinde yün çorap taşımak onun alışkanlığı olmuş herhâlde! Yoksa siz bir çamaşırcı mısınız milyoner efendim? Yoksullara dükkânda satılmayan malları veriyorsunuz. Demek beni tanımadınız, ne iş ama! Evet lakin ben sizi çok iyi tanıdım. Hanlara yoksul kılıklarla gelip insanı kandırmanın, eli açık davranarak kişilerin ekmek paralarını çekip almanın ne demek olduğunu size gösteririm. İnsanı mahvettikten sonra ona büyük gelen bir ceketle iki battaniye verip paçayı kurtardım sanıyorsun, seni hain çocuk kaçırıcısı seni!” Bir ara kendi kendine konuştu, kinini dağıtmak ister gibi homurdandı, sonra hıncını masadan alır gibi yumruklar indirdi ve: “Hele bir hâline bakın şunun!” dedi. Sonra yine öfkeyle konuşmasını sürdürdü:
“Geçmişte benimle oyun oynadın sen! Tüm talihsizliklerimin sebebi sensin! Bin beş yüz franga, benim sahip olduğum ve kesinlikle zengin insanlara ait olan, şimdiden çok para kazandıran ve hayatım boyunca yaşayabilecek kadar para almış olabileceğim bir kızı aldın elimden! O iğrenç handa kaybettiğim her şeyi telafi edecek bir kızdı, orada sürekli tartışma dışında hiçbir şey yoktu ve bir aptal gibi son paramı da yedim! Ah! Keşke evimde içilen tüm şaraplar, içenlere zehir olsaydı! Kusura bakma, şimdi hesaplaşma zamanı! O zamanlar kesinlikle benimle dalga geçtin, değil mi? Ormanda sopan vardı. Sen daha güçlüydün. Ama intikam zamanı diye bir şey var. Bugün kozları elinde tutan benim! İşin bitti dostum! Şimdi gülebiliyorum! Gerçekten, gülüyorum! Nasıl tuzağa düşürdüm seni? Ona bir aktör olduğumu, adımın Fabantou olduğunu, Matmazel Mars ve Matmazel Muche ile komedi oynadığımı, ev sahibimin yarın, 4 Şubat’ta ödeme almakta ısrar ettiğini ve paramın olmadığını söyledim; o da söylediklerimin hepsini yuttu! Aptal, aptal! Ve bana getirdiği dört sefil altınla yardım edeceğini sandı! Alçak! Yüz frangı bile verecek yüreğin yok! Ah, bir de o basmakalıp sözlerimi nasıl yuttu! Bu beni gerçekten çok eğlendirdi. Kendi kendime dedim ki: ‘Aptal! Gel, seni yakaladım! Bu sabah ayaklarını yalıyorum ama akşam kalbini kemireceğim!’ ”
İhtiyar adam onu sonuna kadar dinledi ama sustuğunda şöyle dedi: “Ne demek istediğinizi anlayamadım. Ben de aslında yoksul biriyim, öyle sandığınız gibi milyoner falan değilim. Herhâlde beni bir başkasına benzettiniz!”
Thénardier, kaba bir kahkaha patlattı: “Hâlâ yalan söylemeye devam ediyorsun. Gerçekten bu oyunu devam ettirmeye mi niyetlisin? Bana bak ihtiyar, hâlâ beni tanımadın mı?”
İhtiyar adam bunca küstahlığa rağmen bir an olsun nezaketi elden bırakmadı ve tuhaf bir tonlamayla yanıtladı: “Kusura bakmayın Mösyö, ben sadece karşımda bir haydut durduğunu görebiliyorum.”
Tuhaftır ancak canavarların kendilerine göre bazı davranış alışkanlıkları vardır ve kendilerine gerçeklerin söylenmesini asla hazmedemezler. Bu sözleri duyar duymaz Thénardier’nin karısı uzun zamandır oturduğu yatağın üzerinden bir hışımla kalktı, bu sırada kocası sanki sandalyeyi kıracakmış gibi eline aldı ve karısına “Olduğun yerde kal!” diye emrederek yeniden yaşlı adama döndü:
“Elbette sizin gibi zengin insanlar bizlere her zaman böyle haydut derler. Ben param olduğunu söylemiyorum, battım, sıfırı tükettim. Şu anda ne bir lokma ekmek ne bir ateş yakmak için kömür alabilecek param var. Meteliğe kurşun atıyorum ve hırsızlık yapıyorum. Bana ister haydut de ister başka bir şey, umurumda değil; üç gündür açım ben! Sizin gibi ayaklarımızda sıcak ayakkabılarımız, üzerimizde kürklerimiz yok bizim. Biz sizler gibi evlerinde hizmetçileri olan, her gün etle beslenen insanlar değiliz. Siz havanın soğuk olup olmadığını içerideki derecenizden öğrenirsiniz, bizse onu iliklerimize kadar yaşarız. Sonra sizin gibiler evlerimize gelip bu şekilde davrandığımız için bize haydut der ve bizi aşağılar. Ben de bir zamanlar zengin ve saygıdeğer bir adamdım, soyluydum, şehirli bir beyefendiydim, itibarım vardı benim ama sizin geçmişinizin hiç de öyle olduğunu sanmıyorum.”
Öfkeden yüzü resmen mosmor kesilmişti, bir süre susup sonrasında kapının önünde duran adamlara doğru bakarak: “Görüyor musunuz, utanmadan bir de kendisini haklı çıkarıp bana hakaret etmeye çekinmiyor.” dedi.
Sonra tekrar ihtiyar adama dönerek daha da coşkuyla konuşmasına devam etti: “Beni iyi dinleyin, hayırsever velinimetim! Ben öyle kimliğini saklayan, ne olduğu belirsiz biri değilim. Ben evlere girip çocukları kaçıran bir hırsız değilim. Ben eski bir Fransız askeriyim. Waterloo’da savaştım, hatta baron olan bir generalin hayatını bile kurtardım. Adam gerçi bana adını söyledi ama o lanet olası sesi, o kadar fersiz çıkıyordu ki sadece ‘Teşekkürler!’ dediğini duydum. Oysa bana teşekkür edeceğine ismini söylese daha iyi ederdi. En azından onu bulmama yardımcı olurdu. Şu gördüğünüz tabloyu o yaptı. Tablodaki kim biliyor musunuz? Benim o kişi, işte o generali taşıyorum sırtımda. David o kadar duygulanmıştı ki benim o kahramanlığımı sonsuza kadar sabitlemek istedi. Gördüğünüz gibi mermilere karşı siper olup onu kurtarıyorum. İşte bütün hikâye. Oysa adam da işe yaramazın biriydi. Bana ne yapmıştı ki? Fakat yine de kendi canımı hiçe sayarak onu kurtardım. Neyse, yeter artık, çok konuştuk, işimize dönelim! Bana para lazım, hem de çok para lazım! Ya bana bu parayı verirsin ya da seni burada öldürürüm.”
Marius biraz olsun kendisini toparlayabilmişti. Artık hiç kuşkusu kalmamıştı; bu, babasının vasiyetnamesinde yazılı olan adamdı. Ama şimdi de büyük bir öfkeyle titriyordu Marius, bu adam nasıl oluyordu da babası hakkında böylesine saygısızca konuşmaya cüret edebiliyordu? Bu adam kesinlikle aşağılık ve korkunç bir canavardı. İhtiyara satmak istediği, o “harika” diye nitelendirdiği, güya değerli olduğunu söylediği Ressam David’in yaptığı tablo ise okurumuzun tanıdığı o meyhane levhasıydı. Bunu kendisi çizmişti. Montfermeil’deki handan ayrılırken yanında taşımıştı o çirkin şeyi.
Marius deliğin önünde kimse olmadığından resmi iyice görebiliyordu artık; tozu dumana karışmış bir savaş meydanında, adamın biri sırtında bir yaralıyı taşıyordu. Bu Thénardier ile Pontmercy’nin yer aldığı resimdi. Marius bu resimde babasını canlı görür gibi oldu, ona göre bu bir meyhane levhası değildi. Bu, tekrar canlanan babasıydı. Bir mezar aralanıyor, bir hortlak dışarı süzülüyordu. Marius kalbinin deli gibi attığını duydu. Waterloo topları kulaklarında gürledi. Tablodaki gibi ağır yaralı, kanlar içindeki babasının resmine baktı; sanki onun da kendisine baktığını düşünüyordu o anda.
Thénardier biraz dinlendikten sonra ihtiyara dikti gözlerini ve kısık bir sesle: “Söyleyecek son bir sözün var mı? Ölmeden önce son sözlerini duyayım!”
Mösyö Leblanc hâlâ sakinlik ve sessizliğini korumaya devam ediyordu. Bu sessizliğin ortasında, çatlak bir ses koridordan bu kasvetli ortamda çınladı:
“Odun kırmak gerekiyorsa buradayım.” Bu, şimdi elinde bir kasap baltası tutan o iri yarı adamdı. Aynı anda devasa, kıllı ve kirli bir yüz kapıda belirdi; pis dişlerini göstererek korkunç bir kahkaha attı.
“Maskeni neden çıkardın sen?” diye bağırdı öfkeyle Thénardier.
“Eğlence olsun diye!” dedi korkunç adam.
İhtiyar adam birkaç dakikadır Thénardier’nin tavırlarını ilgiyle izliyordu. Kendi öfkesinin huzursuzluğuyla adam odanın içerisinde sürekli dolaşıyordu. Kendisine yardımcı olacak haydutların bulunması, silahsız birini tuzağa düşürme mutluluğu, bire karşı dokuz kişi olmanın sarhoşluğuyla kendinden geçmiş bir zafer edası vardı yüzünde. Baltalı adamla konuşmak için arkasını döndüğünde ihtiyar adam onun bu dalgınlığından faydalanmak istedi, bir tekmeyle sandalyeyi devirdi ve atak bir hareketle pencereye tırmandı. Camı açmak, dışarı atlamak, bir bacağını dışarı çıkarmak sadece birkaç saniyesini almıştı ve tam aşağıya atlamak üzereydi ki madenciler güçlü elleriyle adamı geri çektiler. Thénardier’nin karısı yaşlı adamı saçlarından yakalarken koridordaki diğer haydutlar da içeri koştu, yataktaki yaşlı haydut bile elindeki keserle onların yanında yerini aldı. Madencilerden birinin yüzü mumla aydınlanmıştı. Marius, Panchaud’yu tanıdı. Adam elindeki bir topuzu ihtiyarın başına doğru salladı. Marius artık bu kadarına dayanamadı. İçinden şunları geçirdi:
“Babam, beni affet!”
Tam tetiğe basıyordu ki Thénardier’nin sesi geldi: “Sakın ona zarar vermeyin!”
Kurbanın bu umutsuz girişimi Thénardier’yi çileden çıkarmak şöyle dursun, sakinleştirmişti. İçinde iki adam vardı sanki: Biri vahşi, diğeri ise hünerli olan. O ana kadar kıpırdamayan avın karşısında vahşi adam galip gelmişti, kurban mücadele edip direnmeye çalıştığında becerikli adam yeniden ortaya çıktı ve üstünlüğü ele geçirdi.
“Sakın ona zarar vermeyin!”
Bu tavrı, Marius’ün biraz daha beklemesi gerektiğini düşünmesine neden oldu. Kim bilir; belki şansı yaver gider, “Ursule’ünün” babasını kurtarır ve aynı zamanda bunu kendi babasının kurtarıcısını yakalatmak suretiyle yapabilirdi. Müthiş bir çatışma başladı, ihtiyar adam tek yumrukla yaşlı serseriyi yere devirdi ve elinin tersiyle üstüne çullanmak isteyen iki hırsızı da geriletti. Fakat arkada bekleyen dört haydut onu kıskıvrak yakalamış; ihtiyar adam, bu haydut sürüsünün altında ezilip kalmıştı.
Aralarından biri, onu en yakın yatağa yatırdı ve hareket etmesini önlemek için eliyle bastırmayı denedi. Hancı kadın hâlâ saçlarını çekiştiriyordu. Thénardier, “Sakın sen bu işe karışma!” dedi. “Şalını yırtacaksın.”
Dişi kurdun erkek kurda itaat etmesi gibi, Thénardier homurdanarak itaat etti.
“Şimdi!” dedi Thénardier. “Üzerini arayın dostlar!”
Mösyö Leblanc direniş fikrinden vazgeçmiş gibiydi. Onun üzerini aradılar. Üzerinde altı franklık deri bir kese ve mendilden başka hiçbir şey yoktu. Thénardier mendili kendi cebine koydu.
“Ne! Üzerinde cüzdan yok mu?” diye sordu.
“Hayır, saat bile yok.” diye yanıtladı madencilerden biri. Büyük anahtarı taşıyan maskeli adam, bir vantrilok sesiyle “Boş ver.”
diye mırıldandı. “O, sert bir yaşlı adam.” Thénardier kapının yanındaki köşeye gitti, bir demet ip aldı ve adamlara fırlattı.
“Yatağın ayağına bağla.” dedi.
Ve ihtiyar adamın yumruğunun darbesiyle odanın diğer ucuna uzanan ve hiç hareket etmeyen yaşlı adamı görünce ekledi:
“Boulatruelle öldü mü?”
“Hayır.” diye yanıtladı Bigrenaille. “Sarhoş sadece.”
Thénardier: “Onu bir köşeye sıkıştırın.” dedi.
Madencilerden ikisi, sarhoş adamı ayaklarıyla eski demir yığınının yanındaki köşeye itti.
“Babet.” dedi Thénardier, sopalı adama alçak bir sesle. “Neden bu kadar çok adam getirdin; onlara gerek yoktu.”
“Ne olmuş?” diye yanıtladı sopalı adam. “Hepsi içinde olmak istedi. Bu kötü bir sezon. Devam eden bir iş de yok.”
Serseriler onu sağlam bir şekilde, ayakları yerde, pencereden en uzak ve şömineye en yakın olan ucundan yatağın başına bağladılar. Son düğüm atıldığında, Thénardier bir sandalye aldı ve ihtiyar adamın tam karşısına oturdu. Thénardier artık kendisine benzemiyordu; birkaç dakika içinde yüzü dizginsiz bir şiddetten sakin ve kurnaz bir tatlılığa dönüştü. Marius, resmî hayattaki bir adamın o cilalı gülümsemesinde, bir an önce köpüren, neredeyse vahşi olan ağzını tanımakta güçlük çekti; bu fantastik ve ürkütücü metamorfoza hayretle baktı ve bir kaplanın, bir tilkiye dönüşümünü izledi.
“Mösyö…” dedi Thénardier. Elleriyle hâlâ adamları kendinden uzak tutmaya çalışan ihtiyar adamı durdurmaya çalışarak. “Biraz uzak durun ve beyefendiyle konuşmama izin verin.” dedi diğerlerine.
Hepsi kapıya doğru çekildi.
Devam etti:
“Mösyö, pencereden atlamaya çalışmakla yanlış yaptınız. Bacağınızı kırabilirdiniz. Şimdi, izin verirseniz, sessizce konuşacağız. Her şeyden önce, bütün bu süreç boyunca çığlık atmamanızdan dolayı teşekkür ederim.” Thénardier haklıydı, bu ayrıntı doğruydu. Marius de bu süre zarfında rahatlamıştı. İhtiyar adam sesini yükseltmeden birkaç kelimeyi zar zor telaffuz etmişti ve pencerenin yanındaki altı kabadayı ile mücadelesi sırasında bile en derin ve tekil sessizliğini korumuştu.
Thénardier devam etti:
“Tanrı’m! Hırsız var diye bağırmış olabilirdiniz ya da adam öldürüyorlar diye haykırabilirdiniz. Kendisine kötülük etmek isteyenleri gören birinin biraz yaygara koparmasından olağan ne olabilir? Ağzınızı bile bağlamamıştık. Gerekçesini anlatayım. Çünkü bu odada ne kadar ses yaparsanız yapın dışarı çıkmayacağını biliyorsunuz, burası bizim inimiz. Burada bomba patlasa bile dışarıdan zor duyulur. Fakat siz çıt çıkarmadınız. Bu cesaretiniz için sizi kutlarım fakat kafama takılan başka bir şey var. Neden imdat istenir? Kendisine yardıma gelinsin diye. Yardıma kim koşar? Polis. Fakat siz polisin gelmesini istemediğinizden ses çıkarmadınız. Demek polisle aranız iyi değil, tıpkı bizler gibi. Bu da saklamak istediğiniz bir şeylerin varlığı yüzünden. Bize gelince, aynı hâlde olduğumuz için sizinle çok iyi anlaşabiliriz.”
Thénardier bu sözleri söylerken sanki adamın düşüncelerini okumak istermiş gibi doğrudan ona bakıyordu. Bu arada konuşma tarzı da oldukça değişmişti, sanki az önceki hırsızın yerini rahiplik eğitimi alan sinsi bir patron almıştı. Marius de adamın bu olağan olmayan sessizliğinden kuşku duymuştu aslında ve Thénardier’nin sözleri de onu fazlasıyla şaşırtmıştı. Courfeyrac’ın ihtiyar olarak adlandırdığı, asıl ismini bile bilmediği bu ihtiyarın geçmişinde nasıl bir sır olabilirdi? Bununla birlikte ihtiyar adam iplerle sıkıca bağlı olmasına karşın hâlâ sakinliğini korumayı başarıyordu. Marius onun kederli ve gururlu yüzündeki ifadesine büyük saygı duyuyordu. Muhtemelen çelik gibi bir iradeye sahip biri olmalıydı. Thénardier sandalyesinden kalktı ve ocağa yürüdü. Ocağın önündeki o eski bölmeyi çekerek, kömürlerin üzerindeki mangalı çıkardı. Ateşte kor olmuş makas kıpkırmızı kesilmişti. Thénardier ihtiyar adamın karşısına geçip oturdu:
“Devam ediyorum o zaman.” dedi. “Bir anlaşmaya varabiliriz. Bu konuyu dostane bir şekilde düzenleyelim. Az önce sinirlenmekle yanılmışım, ne düşündüğümü bilmiyorum, çok ileri gittim, abartılı şeyler söyledim. Mesela milyoner olduğun için sana para, çok para, epey para istediğimi söyledim. Bu mantıklı olmaz. Tanrı’m, zenginliğine rağmen sizin de harcamalarınız vardır, kimin yok ki? Sizi mahvetmek istemiyorum, sonuçta açgözlü biri değilim. Ben, konum avantajına sahip oldukları için kendilerini gülünç duruma düşürmekten yararlanan insanlardan değilim. Neden, çünkü bazı şeyleri göz önünde bulundurabiliyorum ve kendimden bir fedakârlık yapıyorum. Ben sadece iki yüz bin frank istiyorum.”
Mösyö Leblanc tek kelime etmedi.
Thénardier devam etti:
“Şarabıma az su koymadığımı görüyorsun; çok ılımlıyımdır aslında. Servetinizin ne durumda olduğunu bilmiyorum ama paraya ihtiyacınız olmadığını biliyorum ve sizin gibi hayırsever bir adam bahtsız bir ailenin babasına kesinlikle iki yüz bin frank verebilir. Bu arada sizin zeki biri olduğunuz da belli. Bu akşam, bu kadar hazırlık yaptığınıza göre bu paradan daha azıyla yetinmeyeceğimi sezmişsinizdir. İki yüz bin frank, kesinlikle tüm bunlara değer. Bu önemsiz şey cebinizden çıkarsa, meselenin bittiğini ve artık korkmanıza gerek olmadığını garanti ederim. Bana şimdi diyeceksiniz ki: ‘Ama benim yanımda iki yüz bin frangım yok.’ Ah! Ben kesinlikle size zarar vermek istemiyorum. Sizden tek bir şey rica ediyorum. Size dikte edeceğim şeyi yazma nezaketini gösterin.”
Burada Thénardier biraz sustu ve sonrasında kelimelerin üstüne basa basa ve mangalın içindeki makasa bakarak sırıtıp devam etti: “Şimdi bana sakın yazı yazmayı bilmediğinizi söylemeyin, çünkü buna inanmam.” Yüzünde korkunç bir sırıtma vardı ve ihtiyarın bağlı olduğu yere masayı itti, kalemi hokkaya batırdı; yarı aralı duran ve içinde bir bıçağın parladığı çekmeceden bir kâğıt çıkardı. Kâğıdı adamın önüne bıraktı: “Yazın bakalım!” dedi.
Bağlı olan ihtiyar adam nihayet konuştu: “Bu şekilde nasıl yazabilirim? Bağlıyım.”
“Haklısınız, özür dilerim!” dedi Thénardier yine yüzünde o pis sırıtışla, “Sağ elinizi kullanıyorsunuz.”
Bigrenaille’e dönerek: “Beyefendinin sağ elini açın!” dedi.
Tutsağın sağ eli boş kalır kalmaz, Thénardier mürekkebe batırdığı kalemi ona verdi ve konuşmaya devam etti: “İyice anlayın, efendim, bizim elimizde, takdirimize bağlı olarak, hiçbir insan gücünün sizi bundan kurtaramayacağını ve nahoş aşırılıklara gitmek zorunda kalırsak gerçekten üzüleceğimizi anlayın. Ne adınızı ne de adresinizi biliyorum ama sizi uyarıyorum, yazacağınız mektubu taşımakla görevli kişi dönene kadar bağlı kalacaksınız. Şimdi yazmaya başlayın!” dedi.
“Ne?” dedi tutsak olan ihtiyar adam.
“Söyleyeceğim!”
İhtiyar, kalemi eline aldı. Thénardier ne yazılması gerektiğini söylemeye başladı:
“Kızım…”
Adam bir anda titredi ve bakışlarını Thénardier’ye yöneltti.
“Dilerseniz sevgili kızım da diyebilirsiniz.” dedi Thénardier. İhtiyar adam ses çıkarmadı. Thénardier devam etti: “Hemen gel…” Yine bir süreliğine sustu: “Ona nasıl hitap ediyorsan, öyle de yazabilirsin.” dedi.
“Kim?” diye sordu Mösyö Leblanc.
“Yani isterseniz küçük Tarla Kuşu da diyebilirsiniz.”
İhtiyar adam yine herhangi bir duygu belirtisi göstermeden cevap verdi: “Ne demek istediğinizi anlamıyorum.”
“Her neyse, devam et.” diye aksi bir tavırla karşılık verdi Thénardier ve dikte etmeye devam etti:
“Hemen buraya gel, sana acilen ihtiyacım var. Bu notu sana teslim edecek kişiye, seni bana getirmesi talimatı verildi, seni bekliyorum. Ona güvenebilirsin!” İhtiyar söylenenlerin hepsini yazmıştı. Thénardier hemen fikir değiştirerek: “Ah! Ona güvenebilirsin cümlesini silebilirsin, bu onu rahatsız edebilir. Hemen gel, yeterli olacaktır.” dedi. İhtiyar adam söylenileni yaptı ve o kelimeyi sildi.
“Şimdi de imzanızı atın!” dedi Thénardier. “Bu arada isminiz neydi?”
İhtiyar adam elindeki kalemi bıraktı ve Thénardier’ye şöyle bir soru yöneltti: “Kime yazıldı bu mektup?”
“Siz bunu çok iyi biliyorsunuz.” diye karşılık verdi Thénardier. “Daha önce de söylediğim üzere, sizin küçük hanımefendiye.”
Thénardier sanki bilinçli olarak kızın ismini söylemiyor, ona ya “Tarla Kuşu” ya da “küçük hanımefendi” diyordu. Elbette adamın gerçek ismini diğerlerinin öğrenmesine izin vermemek için bunu yapıyordu, gerçeği öğrenirlerse bu hiç onun menfaatine olmazdı. Gereğinden fazlasını öğrenmelerinin anlamı yoktu.
“Haydi imzanızı atın, isminiz nedir?”
“Urbain Fabre.” diye yanıt verdi ihtiyar adam.
Thénardier bir kedi ataklığıyla elini cebine atıp adamdan kaptığı mendili çıkardı ve muma yaklaşıp armalara baktı: “U.F. Urbain Fabre. Peki tamam, haydi imzanızı atın. U.F. olarak.”
Adam imzayı da attı.
“Kâğıdı katlamak için iki el gerek, verin ben katlayayım.” dedi Thénardier, alaycı bir sesle ve kâğıdı onun elinden aldı.
“Şimdi de adresi yazın. Matmazel Fabre. Sizin buralardan fazla uzaklarda oturmadığınızı biliyorum. Saint-Jacques Mahallesi civarında olduğunu tahmin ediyorum, sürekli sabah ayinlerine oraya gittiğinize göre ama sokağınızı bilmiyordum. İsminiz konusunda yalan söylemediğinize göre bana doğru adresi vereceğinize eminim.”
Tutsak bir an dalgınca durdu, sonra kalemi alıp yazdı: “Matmazel Fabre, Urbain Fabre’ın Evi, Saint-Dominique Sokağı, No. 17.”
Thénardier mektubu hızla adamın elinden çekip aldı ve heyecanla “Kadın!” diye haykırdı. Karısı koşup geldi, ona anlattı:
“İşte mektup. Ne yapacağını biliyorsun. Kiralık araba aşağıda. Hemen git ve kızı alıp dön.” dedi. Daha sonra elinde kasap baltası tutan adama dönüp: “Sen de onunla git. Arabanın arkasına oturursun. Onun yanından ne zaman ayrılacağını biliyorsun.” dedi.
“Evet.” dedi adam.
Adam baltasını bir kenara bırakıp kadının arkasından ilerledi. Kapıdan çıkıyorlardı ki Thénardier başını uzattı ve arkalarından seslendi: “Sakın ola o mektubu kaybetme. Üzerinde iki yüz bin frank taşıdığını da asla unutma.”
Karısının o korkunç boğuk homurdanması duyuldu: “Merak etme! Onu koynuma koydum!”
Bir an sonra, kamçı ve tekerlek sesleri duyuldu, hemen sonrasında da sesler kesildi.
“Çok iyi!” dedi Thénardier homurdanarak. “Hızlı ayrıldılar, bu hızla gidecek olurlarsa kırk beş dakika içerisinde dönmüş olurlar.”
Sandalyesine kuruldu ve ayaklarını ateşe uzatıp: “Ayaklarım dondu!” diye söylendi.
İçeride ihtiyar adam, Thénardier ve beş haydut dışında kimse kalmamıştı. Yüzlerini örten kara tutkal veya taktıkları maskelerden dolayı adamların bazıları kömürcülere bazıları zencilere bazıları da şeytanlara benzemişti. Hiçbirinde en ufak bir duygu belirtisi yoktu, acımasızca cinayet işlemeye hazır insanlardı, bunu bir görev olarak benimsemişlerdi. Onlar açısından gayet sıradan bir görevmiş gibi rahat hareketlerle odada dolaşıyorlardı. Thénardier ise bu sırada ayaklarını ısıtmakla meşguldü. Bağlı adam, yine düşüncelerine dalmıştı. Az önce büyük bir karmaşanın yaşandığı odada, şimdi mutlak bir sessizlik hâkimdi. Yarısına kadar yanmış mum, karanlık odayı iyi aydınlatıyordu. Mangaldaki kömürler de kararmaya başladığı için, canavar kafalarını andıran hırsız kafaları duvarlara ve tavana kötü gölgeler hâlinde yansıyordu. Bir köşeye serilip sızmış ihtiyarın horlaması dışında ses yoktu. Marius her an çoğalan bir kaygıyla bekliyordu. İhtiyarla kızını kuşatan sır giderek yoğunlaşıyordu. Thénardier’nin “hanımefendi” ya da “Tarla Kuşu” diye söz ettiği o kız da neyin nesiydi? Bu isim adamı hiç etkilememişti. Aksine o sakince, “Kimden söz ettiğinizi anlayamadım.” demişti. Bununla birlikte, mendil üzerindeki “U. F.” harfleri durumu aydınlatmıştı. Babanın adı Urbain Fabre olduğuna göre kızın adı kesinlikle “Ursule” değildi. Marius büyülenmiş gibi olduğu yerden ayrılamıyordu. Sinirlerine hâlâ hâkim olamıyor, bir türlü aklını toparlayamıyordu. Kendi kendine: “Eğer aradığım kız bu bahsi geçen ‘Tarla Kuşu’ ise bunu hemen anlarım, Thénardier’nin karısı birazdan onu buraya getirecek. İşte o zaman her şey ortaya çıkacak. Onları kurtarmak için kanımı son damlasına kadar seve seve akıtırım. Beni hiçbir şey durduramaz!” diye geçiriyordu aklından.
Böylece yarım saat geçti. Thénardier karanlık düşüncelere dalmış görünüyor, tutsakları ise hiç kıpırdamıyordu. Yine de Marius ara sıra ve son birkaç dakikadır tutsaktan hafif, boğuk bir ses duyduğunu sanıyordu. Thénardier hemen tutsağa seslendi:
“Bu arada Mösyö Fabre, size hemen söylemeliyim.” diye başladı konuşmasına. Bu birkaç kelime bir açıklamanın başlangıcı gibi görünüyordu. Marius dikkat kesildi.
“Karım birazdan dönecek, sabırsızlanmayın. Tarla Kuşu’nun gerçekten sizin kızınız olduğunu düşünüyorum ve bence onu elinizde tutmanız da oldukça doğal. Sadece beni biraz dinleyin. Karım sizin mektubunuzla gidip onun peşine düşecek. Karıma onun gibi giyinmesini söyledim, böylece genç hanımınız onu takip etmekte zorluk çekmesin. İkisi de arkada arkadaşımla birlikte arabaya binecekler. Bariyerin dışında bir yerde, çok iyi iki atın kullandığı bir araba var. Genç hanımınız ona götürülecek. Arabadan inecek, yoldaşım onunla birlikte diğer araca binecek ve karım buraya gelip bize ‘Bitti.’ diyecek. Genç hanıma gelince ona bir zarar gelmeyecek, araba onu sessiz kalacağı bir yere götürecek ve siz o küçük iki yüz bin frangı bana verir vermez size geri verilecek. Bana bir şey yapacak olursanız, Tarla Kuşu’nuza veda edersiniz.”
Tutsak adam bir hece bile söylemedi.
Bir duraklamadan sonra, Thénardier devam etti:
“Gördüğünüz gibi durum çok basit. Zarar verilmesini istemediğiniz sürece, kimseye bir şey olmayacak. Size işlerin nasıl yürüyeceğini söyledim. Hazırlıklı olasınız diye sizi uyarıyorum.”
Durdu. Tutuklu sessizliği bozmadı ve Thénardier devam etti:
“Karım dönüp bana ‘Tarla Kuşu yolda.’ derse sizi serbest bırakacağız ve siz de gidip evde uyumak için özgür olacaksınız. Görüyorsunuz ki niyetimiz kötü değil.”
Marius’ün aklından korkunç görüntüler geçti. Nasıl olurdu bu! Kaçırdıkları o genç kız geri getirilmeyecek miydi? O canavarlardan biri onu bir karanlığa mı götürecekti? Ama nereye? Ya ona bir şey olursa? Kızın, sevdiği kız olduğu açıktı. Marius kalbinin atmayı bıraktığını hissetti. Ne yapacaktı? Tabancayı boşaltmalı mıydı? Bütün o alçakları adaletin ellerine mi teslim edecekti? Ama baltalı korkunç adam, yine de genç kızdan uzakta olacaktı ve Marius, Thénardier’nin kanlı planının önemini anladığı sözleri üzerine düşündü:
“Beni tutuklarsanız yoldaşım, Tarla Kuşu’nun icabına bakar.”
Şimdi eli kolu sadece Binbaşı’nın vasiyetiyle değil; aynı zamanda kendi sevgisi yüzünden, sevdiğinin tehlikede olması yüzünden bağlıymış gibi hissediyordu. Zaten yarım saatten fazla süren bu ürkütücü durum her an çehresini değiştiriyordu. Marius, umut arayarak ve hiçbir şey bulamayarak en yürek parçalayıcı varsayımları art arda gözden geçirecek kadar güçlü bir düşünce fırtınasının içine düşmüştü. Düşüncelerinin kargaşası, mağaranın cenaze sessizliğiyle tezat oluşturuyordu. Bu sessizliğin ortasında merdivenin altındaki kapının açılıp kapandığı duyuldu. Tutuklu sanki kulak kabartmış gibi doğruldu.
Thénardier: “İşte burjuvazi.” dedi.
Thénardier’nin karısı kıpkırmızı, nefes nefese, yanan gözlerle aceleyle odaya daldığında ve aynı anda koca ellerini kalçalarına vururken haykırdığında kelimeleri güçlükle telaffuz etmişti:
“Yanlış adres!”
Onunla giden kabadayı arkasında belirdi ve baltasını yeniden eline aldı. Kadın konuşmaya devam etti:
“Orada kimse yok! Saint-Dominique Sokağı, No. 17, Mösyö Urbain Fabre yok! Onun kim olduğunu bile bilmiyorlar!”
Durdu, boğuldu, sonra devam etti:
“Mösyö Thénardier! O yaşlı adam sizi kandırdı! Siz gerçekten çok sabırlısınız! Ben olsaydım, canavarı en başta dört parçaya bölerdim! Ve eğer yalan söylediyse onu canlı canlı haşlardım! Konuşmak ve kızın nerede olduğunu, paralarını nerede tuttuğunu söylemek zorunda kalacaktır! İşleri böyle halletmeliydin! Erkeklerin kadınlardan biraz daha aptal olduğunu söylerken insanlar gerçekten çok haklıymış! 17 numarada kimse yok. Büyük bir araba kapısından başka bir şey yok orada! Saint-Dominique Sokağı’nda Mösyö Fabre yok! Tüm o atlar ve arabacıya verilen ücretten sonra, boşu boşuna yapıldı her şey! Hem kapıcı kadınla da konuştum; güzel, yiğit bir kadın ve onlar onun hakkında hiçbir şey bilmiyorlar!”
Marius, derin bir nefes aldı. O, Ursule ya da adını bilemediği sevgili; kurtulmuştu! Öfkeden delirecek gibi olan kadın, ağzı burnu köpükler içinde homurdanırken Thénardier yine masa başına oturmuştu. Bir zaman tek kelime etmeden bekledi. Sağ bacağını salladı, ocaktaki mangala çevriliydi o vahşi, korkunç gözleri. Sonra doğrudan ihtiyarla korkunç bir sesle konuştu:
“Yanlış adres ha! Peki bununla ne umuyordun alçak?”
İhtiyar adam, çınlayan bir sesle karşılık verdi: “Vakit kazandım!”
Birden uzandığı yerden silkindi, bütün ipleri çözmüştü. Yatağa sadece tek bacağından bağlıydı. O yedi adamın kendisine engel olmalarını önleyerek ocağa eğildi ve ardından tekrar doğruldu. Thénardier ve adamları ona korku dolu bir şaşkınlıkla baktılar. Adam korkunç ve görkemli bir şekilde, başının üstünde ateşte kızmış makası sallıyordu.
Çok daha sonraları Gorbeau harabesi cinayet planıyla ilgili açılan soruşturmada yerde ortadan ikiye bölünmüş, üstünde kabartmalar ve oymalar bulunan kocaman bir para bulundu. Bu para, kürek mahkûmlarının kaçmak için kullandıkları aletlerden biriydi. Şiir için argo metaforları neyse, harika bir sanatın bu iğrenç ve narin ürünleri de kuyumcular için odur. Kadırgalarda tıpkı Benvenuto Cellini[3 - İtalyan kuyumcu, heykeltıraş, yazar. (ç.n.)] kadar yetenekli olan mahkûmlar da vardı, tıpkı edebiyatta Villonlar[4 - François Villon, Fransız lirik şair. (ç.n.)] olduğu gibi. Kaçmak isteyen bu adamlar çoğu zaman kör bir bıçakla en büyük bozuk parayı ikiye bölüp onlar üzerinde bazı oyuklar açar, kesilen parçaları tekrar birbirine vidalarlardı. Kişi istediği anda vidayı sökebilir, oluşan bu küçük kutuya bir saat yayı yerleştirebilirdi; böylece ipleri ve demir çubukları rahatlıkla kesebilirlerdi. Gardiyan, tutuklunun sadece tek meteliği olduğunu sanır; onun özgürlüğünü elinde tuttuğunu bilmezdi. Bu olayda da yıllar sonra yapılan araştırmaların neticesinde Gorbeau harabesinin ortasında, yerde, ikiye bölünmüş böyle büyük bir para bulunacaktı. Yine aynı paranın içinde saklanabilecek küçük çelikten bir yayı vardı. Muhtemelen haydutlardan biri onu düşürmüştü. Marius’ün kısa bir süre önce duyduğunu sandığı o gürültü de bu paradan çıkmış olmalıydı.
Adamlar bir anda olup biten saldırının şaşkınlığını üzerlerinden atmış gibilerdi. “Sorun yok!” dedi Bigrenaille, Thénardier’ye. “Bacağından bağlı, o kadar kolay kurtulamaz elimizden. Onun bacağını kendi ellerimle bağladım, o iş bende!”
Bu arada tutuklu, sesini yükselterek bağırdı: “Siz hepiniz zavallısınız ama hayatım bunun için savunma zahmetine değmez. Beni konuşturabileceğinizi, yazmayı seçmediklerimi bana yazdırabileceğinizi, söylemeyi seçmediklerimi söyletebileceğinizi düşündüğünüz zaman büyük hata yaptınız!”
Sol kolunu sıyırıp dirseğine kadar açıkta bıraktı. “Bakın bakalım buraya!”
Bu arada kolunu uzattı ve kızmış makası koluna dayadı. Odayı yanık etin kokusu sardı, işkence odalarının iğrenç kokusu yayıldı her yere. Marius korkmuştu, başı döndü, yuvarlanmamak için duvara tutundu, adamlar da ürpermişlerdi. Kızgın demir çıplak kolunu dağlarken ihtiyar adamın yüzü bile değişmedi. Kinden uzak bakışını Thénardier’ye çevirdi; bedeninin verdiği büyük acı, sanki onu sakinleştirmişti. İhtiyar adam gür bir sesle bağırdı: “Zavallılar sizi! Benden korkmanıza gerek yok, zaten ben de sizden korkmuyorum!”
Daha sonra makası çıplak kolundaki yaradan çekip çıkarttı ve açık pencereden dışarı attı. Bu sırada karı koca baş başa vermişler, bir şeyler hazırlıyorlardı.
İhtiyar adam devam etti: “Bana istediğinizi yapabilirsiniz!”
Hırsızlardan biri onun yakasına sarıldı ve karnından konuşan soyguncu, elindeki büyük demir çubuğu başının üstünde sallayarak onu korkutmaya çalıştı. Thénardier masaya yaklaştı ve çekmeceyi açıp bıçağı aldı. Marius eli tetikte, duraksıyordu. Bir saatten bu yana vicdan muhakemesi yapıyor, aklı ihtiyar adamı kurtarmasını söylerken vicdanı babasının son arzusunu yerine getirmesini hatırlatıyordu ona. Karar verebilmek için son ana kadar bir tanık beklemiş ama şimdi kaybedecek zamanı kalmamıştı, bir an evvel karar vermesi gerekiyordu. Çünkü Thénardier elindeki bıçakla hamle yapmak için hazır bekliyordu. Marius yeniden titremeye başladı. Ay ışığı ayaklarının ucunda, masanın üzerindeki bir kâğıdı gümüşe boyamıştı. Bu kâğıdın üstünde iri harflerle şunlar yazılıydı: POLİSLER GELDİ.
Marius’ün aklında bir şimşek çaktı. İşte onun da beklediği işaret buydu. Hem ihtiyarı kurtarabileceği hem de Thénardier’yi yakalatmayacağı bir olanak çıkmıştı karşısına, böylece o haine kaçma şansı veriyordu. Hemen eğilip kâğıdı aldı ve delikten bir alçı parçası daha koparıp, kâğıdı alçıya sarıp odanın içine attı. Tam vaktinde davranmıştı çünkü Thénardier kararını vermiş, elinde bıçakla kurbanına yaklaşıyordu. Bir anda Thénardier’nin karısı irkilerek olduğu yerde haykırdı: “Yukarıdan bir şey düştü!”
Kadın eğilip kâğıdı kaptı ve kocasına uzattı, adam sordu:
“Bu da ne böyle?”
“Bilmiyorum, herhâlde pencereden gelmiş olmalı!” dedi kadın.
Thénardier aceleyle kâğıdı açıp okudu. “Bu bizim Éponine’in yazısı.” diye söylendi, aceleyle yaklaşan karısına bir işaret yaptı ve ona kâğıda yazılan satırı gösterdi, sonra alçak bir sesle ekledi:
“Hemen, hemen ip merdiveni pencereye getirin, adamı burada bırakıp canımızı kurtaralım.”
“Nasıl olur! Onun gırtlağını kesmeden mi gideceğiz?” diye sordu öfkeyle Thénardier’nin karısı.
“Buna zaman yok!”
“Nereden gideceğiz?” diye sordu Bigrenaille.
“Pencereden.” dedi Thénardier. “Éponine taşı bize oradan attığına göre demek orada kimsecikler yok, oradan hızlıca kaçabiliriz.”
Karnından konuşan adam, büyük demiri yere bıraktı ve ellerini başı üstünde tek kelime etmeden indirip kaldırdı. Bu bir işaretti. Adamı yakalayan haydutlar bıraktılar; bir anda ip merdiven, pencere dışına sarkıtıldı ve iki demir kancayla sıkıca tutturuldu. Bağlı adam olup bitenlerle ilgilenmiyordu, dua ediyor ya da derin derin düşünüyor gibi görünüyordu. Merdiven bağlanınca Thénardier karısına bağırdı: “Gel buraya, önce kadınlar!”
Kendisi de hemen onun arkasından pencereye koştu fakat tam bacağını dışarı atıyordu ki Bigrenaille onu ceketinin eteğinden yakaladı:
“Bu kadar hızlı değil, ihtiyar köpek, önce biz!” dedi. Haydutlar aynı anda: “Bizden sonra!” diye bağırdı.
“Çocuk gibisin!” diye haykırdı Thénardier. “Zaman kaybediyoruz. Polis peşimizde.”
“Tamam.” dedi haydutlardan biri. “O zaman aramızda kura çekelim, kazanan ilk olarak insin.”
Thénardier dehşete düşmüş bir hâlde haykırdı:
“Siz deli misiniz! Çıldırdınız mı? Neyin kavgasını yapıyorsunuz? Niyetiniz vakit kaybetmek mi? Ne kurası? Islak parmak, kısa çöp, isim yazmak mı! Şapkadan kâğıt çekelim o zaman!..”
“Benim şapkama ne dersiniz?” diye hemen arkalarından bir ses haykırdı. Aynı anda başlarını çevirdiler, kapıda Javert duruyordu. Şapkası elinde, gülümseyerek onları selamladı.
XXI
Kişi Her Zaman Mağdurları Tutuklayarak Başlamalıdır
Karanlık çökmek üzereyken Müfettiş Javert, ekibini Gorbeau’nun karşısındaki sokakta toplamış; ilk iş olarak da ortalığı kolaçan eden kızları yakalamaya karar vermiş ancak sadece Azelma’yı ele geçirebilmişti. Éponine bir biçimde elinden kaçmayı başarmıştı. Daha sonra Javert kulağı kirişte, tabanca sesini dinlemeye başlamıştı. Kiralık arabanın gelip gitmesi polisi çok rahatsız etmesine rağmen beklemeye devam etmişti. Haydutların hepsinin orada toplandığını anlamıştı. Cebinde Marius’ten aldığı anahtar vardı. Tam vaktinde içeri girmişti. Haydutlar köşede bıraktıkları silahlarını toplamak için atıldılar. Biri elinde topuzu, diğeri büyük demiri; kalanlar da keserleri, çekiçleri havada bekliyorlardı. Thénardier bıçağını salladı, karısı köşedeki büyük taşı aldı. Javert şapkasını başına taktı; kılıcı belinde, sopası kolunda, kollarını göğsünde birleştirip sakince odanın ortasına kadar yürüdü.
“Durun!” dedi sakince. “Pencereden kaçamazsınız, kapıdan çıkın. Daha rahat çıkarsınız. Siz yedi kişi, biz on beş kişiyiz. Boşuna kendinizi yormamanızı tavsiye ederim.”
Bigrenaille, beline takmış olduğu silahını hızlıca çıkarıp onu Thénardier’nin eline tutuşturdu:
“Dinle.” dedi. “O, Javert! Ben onu vurmaya cesaret edemem! Sen edebiliyorsan yap.”
“Neden olmasın!” diye yanıtladı Thénardier.
“Tamam, o zaman ateş et!”
Thénardier tabancayı aldı ve Javert’e nişan aldı. Ondan yalnızca üç adım ötede olan Javert, dikkatle ona baktı ve şunu söylemekle yetindi:
“Şimdi gel, ateş etme. Iskalayacaksın.”
Thénardier tetiği çekti. Tabanca ateş aldı ancak ıskaladı.
“Sana söylemedim mi!” diye haykırdı Javert.
Bigrenaille, sopasını Javert’in ayaklarına fırlattı.
“Sen iblislerin imparatorusun! Teslim oluyorum.”
“Peki, sizler?” Javert geri kalan kabadayılara sordu.
Cevap verdiler:
“Ee, biz de teslim oluyoruz.”
Javert, sakince tekrar başladı:
“Tamam; ben de öyle düşünmüştüm, siz iyi çocuklarsınız!”
Bigrenaille:
“Yalnızca tek bir şey istiyorum.” dedi. “O da hapisteyken tütünümden mahrum kalmamak.”
“Kabul edildi.” dedi Javert.
Ve arkasına dönüp seslendi:
“Şimdi gelebilirsiniz!”
Javert’in çağrısı üzerine ellerinde kılıç, sopa ve coplarla silahlanmış ajanlardan oluşan bir polis ekibi içeri girdi. Hırsızları köşeye sıkıştırdılar. Tek bir mumla zar zor aydınlatılan bu insan kalabalığı, mağarayı gölgelerle doldurdu. “Hepsini kelepçeleyin!” diye bağırdı Javert. “Hadi!”
“Hele bir yaklaşın bakalım!” Bir erkeğe ait olmayan ama kimsenin de asla “Bu, bir kadının sesidir.” diyemeyeceği bir ses haykırdı.
Thénardier’nin karısı, pencerenin köşelerinden birine yerleşmişti ve az önce bağıran da oydu. Polisler ve ajanlar geri çekildi. Şalını atmıştı ama şapkasını elinde tutuyordu; arkasında çömelmiş olan kocası, neredeyse atılan şalın altına gizlenmişti ve bir kaya fırlatma noktasında dev gibi bir kaldırım taşını başının üstüne kaldırırken vücuduyla onu koruyordu. “Dikkat!” diye bağırdı.
Hepsi koridora doğru koştu. Tavan arasının ortasında geniş bir açık alan açıldı. Thénardier’nin karısı kendilerinin yakalanmasına izin veren, boğuk ve gırtlaktan gelen aksanlarla mırıldanan kabadayılara bir bakış attı:
“Korkaklar!”
Javert gülümsedi ve Thénardier’nin gözleriyle yiyip bitirdiği açık alanda ilerledi.
“Yanıma gelme!” diye bağırdı. “Yoksa seni ezerim.”
“Ne muhteşem!” diye bağırdı Javert. “Senin erkek gibi sakalın var anne ama benim de kadın gibi pençelerim var.”
Ve ilerlemeye devam etti. Dağınık ve korkunç durumda olan Thénardier ayaklarını iyice birbirinden ayırdı, kendisini geriye attı ve kaldırım taşını Javert’in başına doğru fırlattı. Javert eğildi, taş onun üzerinden geçti, arkasındaki duvara çarptı, büyük bir sıva parçasını devirdi ve şimdi şans eseri neredeyse boş olan kulübenin üzerinde bir açıdan bir köşeye sıçrayarak Javert’in ayaklarının dibine düştü. Aynı anda Javert, Thénardier çiftine ulaştı. Koca ellerinden birini kadının omuzuna indirdi, diğerini ise kocanın kafasına.
“Kelepçeler!” diye bağırdı.
Polisler harekete geçti ve birkaç saniye içinde Javert’in emri yerine getirildi. Thénardier dişisi bunalıp kelepçeli ellerine ve yere düşen kocasının ellerine baktı, ağlayarak haykırdı: “Kızlarım!”
Javert: “Hapisteler.” dedi.
Bu arada ajanlar, sarhoş adamı kapının arkasında uyurken görmüşler ve onu sarsıyorlardı. Uyandı, kekeleyerek:
“Bitti mi Jondrette?” dedi.
“Evet.” diye yanıtladı Javert.
Elleri kolları bağlı ve kelepçeli altı haydut oracıkta bekliyordu; üçünün yüzü kömürden kararmış durumda, diğer üçünde ise maskeler vardı.
“Maskeleriniz kalsın.” dedi Javert.
Savaştan önce ordularını denetleyen bir Alman generalinin gururlu edasıyla onları inceledi. Üç adama şöyle seslendi: “İyi günler, Bigrenaille! İyi günler Brujon! İyi günler Deuxmilliards!”
Daha sonra üç maskeli adama dönerek elinde baltası olan adamı selamladı: “İyi günler, Gueulemer!” Sonrasında da kısa boylu adama döndü: “İyi günler, Babet!” Ve en sonda karnından konuşan adamı selamladı: “Selamlar, Claquesous.”
Tam o sırada haydutların şiltenin ayağına bağladıkları ihtiyarı gördü. Adam tek kelime etmemiş, başı eğik bekliyordu. Javert adamlarına: “Beyefendiyi çözün ve kimsenin buradan ayrılmasına izin vermeyin!” dedi.
Daha sonra masa başına görkemle kuruldu ve kalemi hokkaya daldırıp cebinden çıkardığı pullu bir kâğıda tutanak yazmaya başladı. Birkaç satır karaladıktan sonra gözlerini kaldırdı: “Adamların bağladığı şu ihtiyarı getirin bana.”
Polisler çevrelerine şaşkınca baktılar. Javert sabırsızlandı: “Tamam haydi, nerede o?”
Haydutların tutsak olarak bağladığı, Thénardier’nin hayırsever velinimeti, Mösyö Urbain Fabre, Ursule’ün ya da kızın babası, bir anda ortadan kaybolmuştu. Kapıda nöbetçiler vardı fakat pencere boştu. Javert tutanağı yazarken adam kargaşadan faydalanıp pencereden dışarı atlamıştı. Polislerden biri koştu, dışarıda kimseleri göremedi. İp merdiven hâlâ sarkıyordu. Javert dişleri arasından söylendi: “Lanet olsun! Bu partinin en değerlisi o olmalı!”
XXII
İkinci Ciltte Ağlayan Küçük Çocuk
Hôpital Bulvarı’ndaki evde bu olayların meydana gelmesinin ertesi günü, Austerlitz Köprüsü yönünden geliyormuş gibi görünen bir çocuk; yolun sağındaki yan sokaktan çıkıyor, Fontainebleau Kapısı yönüne doğru ilerliyordu. Karanlık bastırmak üzereydi. Zayıf ve solgun yüzlü çocuk; kışın bu en üşütücü gününde, paçavralar içerisinde, ayağında incecik bir pantolonla şarkı söylüyordu. Petit-Banquier Sokağı köşesinde bir çöp yığınına eğilmiş olan yaşlı bir kadın gördü ve köşedeki sokak fenerinin önünde ona çarparak homurdandı: “Merhaba! Ben de bunun çok ama çok büyük bir köpek olduğunu sanmıştım!” Bu son sözleri üstüne basarak söylemişti, kadın doğruldu ve öfke dolu bir sesle: “Lanet olası köpek!” diye homurdandı.
“Eğer eğilmemiş olsaydım şimdi senin tepene binerdim!”
“Ha! Ha! Bundan sonra yanılacağımı sanmıyorum!” diye bağırdı çocuk uzaklaşırken.
Öfkeden boğulan yaşlı kadın şimdi tamamen doğrulmuş ve fenerin kırmızı parıltısı, morarmış yüzünü tamamen aydınlatmıştı. Kırışıklıklara oyulmuş yüzü ve ağzının köşeleriyle buluşan kaz ayakları ile korkunç derecede yaşlı görünen bir kadındı. Vücudu karanlıkta kaybolmuştu ve sadece başı görünüyordu. Biri onun geceden gelen bir ışıkla oyulmuş bir çaresizlik maskesi olduğunu söyleyebilirdi. Çocuk onu inceledi.
“Madam.” dedi. “Beni memnun eden güzellik tarzına sahip değilsiniz.”
Sonra yoluna ve şarkısına devam etti:
Kral Coupedesabot
Avda,
Karga avında…
Bu üç dizenin sonunda durakladı. 50-52 numaranın önüne gelmiş ve kapının kilitli olduğunu fark edince çocuk, ayaklarından çok, giydiği yetişkin bir adamın ayakkabılarının hüneri ve kahramanca tekmelerle kapıya vurmaya başlamıştı. Bu arada Petit-Banquier Sokağı’nın köşesinde karşılaştığı çok yaşlı kadın; gürültülü çığlıklar atarak, abartılı hareketler yaparak hızla arkasından gelmişti.
“Bu ne? Bu ne? Tanrı’m! Kapıyı kırıyor! Evi yıkıyor.”
Tekmeler devam ediyordu. Yaşlı kadın ciğerlerini patlatırcasına bağırıyordu.
“Bugünlerde binalara böyle mi davranılıyor?”
Bir anda durakladı. Çocuğu tanımıştı. “Nasıl olur! Demek o küçük şeytan!” diye söylendi.
“Ah, bu bizim yaşlı kadın.” dedi çocuk. “İyi günler Bougon Ana. Büyüklerimi görmeye geldim.”
Yaşlı kadın yüzünü buruşturarak ve ne yazık ki karanlıkta boşa harcanan zayıflık ile çirkinlikten kaynaklanan harika bir nefret doğaçlamasıyla karşılık verdi:
“Burada kimse yok.”
“Peh!” dedi çocuk. “Babam nerede?” diye sordu.
“Force Cezaevinde.”
“Haydi ama! Ya annem?”
“Saint-Lazare Hapishanesinde.”
“Peki! Ya kız kardeşlerim?”
“Madelonettes Islahevinde.”
Çocuk başını, kulağının arkasını kaşıdı; Bougon Ana’ya baktı ve sadece “Ah!” diye hayıflanarak topuğunun üzerinde döndü; bir an sonra kapının eşiğinde kalmış olan yaşlı kadın onun duru, genç sesiyle şarkı söylediğini duydu. Kış rüzgârında karaağaçların altına daldığında ses hâlâ mırıldanıyordu:
Kral Coupedesabot avda,
Karga avında.
Ayaklığın altından geçenler,
Yarım frank ödediler ona.
SAINT-DENIS
PLUMET SOKAĞI’NDAKİ İDİL VE SAINT-DENIS SOKAĞI’NDAKİ EPİK
Birinci Kitap
Tarihe Dair Birkaç Sayfa
I
Güzel Kesim
Temmuz Devrimi ile doğrudan bağlantılı iki yıl olan 1831 ve 1832, tarihin en tuhaf ve çarpıcı devirlerinden birini oluşturur. Bu iki yıl, kendinden öncekiler ve sonrakiler arasında iki dağ gibi yükselir. Devrimci bir büyüklükleri vardır. Uçurumlar orada ayırt edilmelidir. Toplumsal kitleler, uygarlığın en büyükleri, üst üste binmiş ve birbirine bağlı çıkarların bir arada tuttuğu sağlam çıkar grubu, eski Fransız oluşumunun asırlık profilleri ve teoriler her an içlerinde belirip kaybolur. Bu görünümler ve kaybolmalar, hareket ve direniş olarak belirlenmiştir. Zaman zaman hakikatin, insan ruhunun o gün ışığının orada parıldadığı söylenebilir.
Alabildiğine kısıtlı ve bizden günbegün uzaklaşan bu önemli çağın karakteristik çizgilerini çekebilmek o kadar kolay olmayacaktır ancak bizler yine de bunu yaşayarak deneyimleyeceğiz.
Restorasyon; yorgunluğun, vızıltıların, uğultuların, uykunun, kargaşanın olduğu ve büyük bir ulusun bir duraklama yerine varmasından başka bir şey olmayan, tanımlanması zor ara evrelerden biriydi. Bu dönemler kendine özgüdür ve onları kâra dönüştürmek isteyen politikacıları yanıltmaktadır. Başlangıçta ulus, dinlenmekten başka bir şey istemez; tek bir şeye susamıştır: Barış. Tek bir amacı vardır: Küçük olmak. Bunun anlamı sükûnet isteğidir. Büyük olaylardan, büyük tehlikelerden, büyük maceralardan, büyük adamlardan; Tanrı’ya şükür, yeterince gördük, başımızın üstünde taşıdık. Sezar’ı Prusias ile ve Napolyon’u Yvetot Kralı ile değiştirdik. “Ne kadar iyi bir küçük kraldı!” Şafaktan beri yürüdük, uzun ve meşakkatli bir günün akşamına ulaştık; ilk değişikliğimizi Mirabeau ile ikinci değişikliğimizi Robespierre ile üçüncü değişikliğimizi ise Bonaparte ile yaptık, yıprandık. Her biri bir taht talep etti. Yorgun adanmışlık, yaşlanmış kahramanlık, doygun hırslar, yapılan servetler; arayan, talep eden, yalvaran kimseler neler istedi? Sığınak. Tek istedikleri buydu! Huzura, sükûnete, boş zamana sahip olmak; mutlu olmak. Ancak aynı zamanda bazı gerçekler ortaya çıktı, tanınmayı zorladı ve sırayla kapıları çaldı. Bu gerçekler devrimlerin ve savaşların ürünüdür; varlar, hep var olmuşlardır, kendilerini topluma yerleştirme hakları mevcuttur ve kendilerini oraya yerleştirirler; çoğu zaman gerçekler, hane halkının vekilharçları ve ilkeler için barınak hazırlamaktan başka bir şey yapmayan köleleri olur. Öyleyse siyaset felsefecilerine görünen şudur: Aynı zamanda yorgun insanlar dinlenmeyi talep ederken gerçekler de garanti talep eder. Teminatlar, gerçekler için aynıdır; insanlar için de geçerlidir. İngiltere’nin Stuartlardan istediği şey buydu; Fransa’nın da imparatorluktan sonra Bourbonlardan istediği şey buydu. Bu garantiler çağın gereğidir. Bunlara uyulmalıdır.
Prensler onlara bu gücü “verir” ama gerçekte onlara verilen imkânların gücüdür bu. Stuartların 1662’de şüphelenmediği ve Bourbonların 1814’te bir an bile göremedikleri derin ve bilinmesi yararlı bir gerçektir. Napolyon düştüğünde Fransa’ya dönen önceden belirlenmiş aile, ihsan edenin kendisinin olduğuna ve ihsan ettiğini tekrar geri alabileceğine inanmak gibi ölümcül bir basitliğe sahiptir; Bourbon Hanedanı’nın ilahi hakka sahip olduğu, Fransa’nın hiçbir şeye sahip olmadığı ve XVIII. Louis Tüzüğü’nde kabul edilen siyasi hakkın sadece ilahi haktan olduğu, Bourbon Hanedanı tarafından ayrıldığı ve nezaketle halka verildiği, Kral’ın yeniden kabul edeceği güne kadar hükmünün sürmesi gereken bir durum. Yine de Bourbon Hanedanı hediyenin yarattığı hoşnutsuzluktan, hediyenin ondan gelmediğini hissetmeliydi.
Bu ev on dokuzuncu yüzyıla kadar olduğu hâliyle kaldı. Ulusun her gelişimine huysuz bir bakış attı. Basit bir kelimeyle, yani popüler ve halkın gerçek üslubuyla dile getirirsek; somurttu. Halk bunu gördü. İmparatorluk bir tiyatro sahnesi gibi önünde sürüklendiği için güçlü olduğunu düşündü. Kendisinin aynı şekilde getirildiğini de Napolyon’u ortadan kaldıran o elde de yattığını algılayamadı. Kökleri olduğunu düşündü çünkü o geçmişti. Yanlıştı, geçmişin bir parçasını oluşturuyordu ama tüm geçmiş Fransa’ydı. Fransız toplumunun kökleri Bourbonlarda değil, uluslarda sabitlendi. Bu karanlık ve canlı kökler bir ailenin hakkını değil, bir halkın tarihini oluşturuyordu. Tahtın altı hariç her yerdelerdi.
Bourbon Hanedanı; Fransa tarihinin ünlü, şanlı ve kanlı bir düğümüydü ama artık kaderinin en önemli ögesi ve siyasetin temeli değildi. Bourbonlardan vazgeçilebilirdi, onlarsız da yaşanırdı, sonuç olarak tam yirmi iki yıl onlarsız yaşanmıştı. Bir ara bir kopuş olmuştu fakat Bourbonlar bunun ayrımında değillerdi. Bundan nasıl kuşkulanırlardı? Onlar zaten XVII. Louis’nin, 9 Thermidor’da ve XVIII. Louis’nin de Marengo Savaşı’nda ülkeyi idare ettiklerini sanıyorlardı. Tarihin başlangıcından bu yana hiçbir zaman prensler böylesine aymaz davranmamışlar, gerçekleri bu kadar ahmakça yok saymamışlardı. Bu önemli yanılgı, hanedanı, 1814’te kendi deyimiyle “bağışladığı” ayrıcalıklara bulaşmaya zorladı. Onların ayrıcalık dediği şeyin yengilerimiz olması ne acıydı, bizim çiğnediğimizi öne sürdükleriyse bizim kanuni hakkımızdı. Vaktin geldiğini sanan Restorasyon, kendisini Bonaparte’tan yukarıda bulup ülkede kökleri olduğuna inandı; daha doğrusu kendisini güçlü ve erişilmez bularak kararını verip darbeyi indirdi. Bir sabah Fransa’nın karşısına dikildi ve bağırıp çağırarak ulusun hakkını ve bireysel hakkı tanımadı. Ulusal egemenliğini ve yurttaşın özgürlük haklarını gasbetti. Diğer bir deyimle ulustan, ulusu oluşturan özelliği aldı ve yurttaşın yurttaşlık hakkını çiğnedi. “Temmuz Tüzükleri” denilen o ünlü yasaların temelleri işte böyle atıldı ve böylece Restorasyon’un çöküşü sağlandı. Tam vaktinde ve haklı olarak yıkıldı, bununla birlikte gelişime büsbütün karşı çıkmış sayılmayacağını da eklemeliyiz. Bu arada sayısız gelişmelere meydan verildi. Restorasyon’da ulus ılımlı tartışmalara girmeye ve barış içindeki bütünlüğe alıştı, bunu cumhuriyet zamanında yapamadığı gibi imparatorlukta da yapamamıştı. Özgür ve güçlü bir Fransa, Avrupa’nın diğer ülkeleri için korkutucu bir manzara oluşturdu. Robespierre’in döneminde ihtilal, Bonaparte döneminde top söz sahibi oldu. XVIII. Louis ile X. Charles döneminde ise söz sahibi olma sırası zekâdaydı. Rüzgâr dinmiş, meşale tekrar yakılmıştı. Huzurlu tepelerin zirvelerinde, zekâların arınmış ışığı yeniden parladı. On beş yıl, barış içinde ve ulusal alanlarda bu yüce ilkelerin hazırlıkları görüldü. 1830’a kadar dayanan bilgeler için çok eski, devlet adamları için çok yeni sayılan ilkeler; yasa karşısında eşitlik, vicdan özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü, hünerli kişilerin her türlü göreve atanma kolaylıkları bu dönemde sağlandı. Bourbonlar, kaderlerinin çarkından yeni bir uygarlık yaratmıştı. Bourbonların çöküşü, kendi yönlerinden değil ama ulus yönünden muhteşem bir yücelikle gelişti. Onların silinişleri, tarihe karanlık bir heyecan ekleyen o muhteşem yok oluşlardan değildi. Burada, ne I. Charles’ın görülmeye değer huzuru ne de Napolyon’un kartal gibi keskin görüşleri vardı. Taçlarını bıraktılar ve pırıltısını da ellerinde tutamadan hepsi çekip gitti. Bir bakıma felaketlerinin ihtişamını gösterme olanağını ellerinden kaçırdılar. Cherbourg yolunda X. Charles, yuvarlak bir masayı dörtgen biçiminde kestirirken devrilen krallığından çok, protokole önem verdiğini gösterdi. Bu davranış kendilerini seven ağırbaşlı adamları ve soylarını sayan sadık kişileri üzdü. O dönemin olağanüstü halkı en doğru hareketi yaptı. Bir sabah, bir krallık isyanıyla saldırıya uğrayan ulus; o kadar metanetle davrandı ki öfkelenecek zamanı bulamadı. Kendisini savundu, denetledi, her şeyi kendi yerine koydu; hükûmeti yasalara, Bourbonları da sürgüne yöneltti. Bütün karmaşalara bu şekilde son verildi. Bir zamanlar XIV. Louis’yi barındıran taht, ihtiyar Kral X. Charles’ın altından hiç fark ettirilmeden çekip alındı. Bir kişi değil, birkaç kişi de değil; Fransa, Fransa’nın tamamı, yenen ve yengisinden sarhoşa dönen bir Fransa, barikatlar gününden sonra, Guillaume du Vair’in şu sözlerini hatırlayıp ona göre harekete geçti: “Her zaman büyüklerin nimetlerinden faydalanmaya alışık, her şeyi kolay yoldan elde etmeye alıştırılan zavallı başarısız prenslerin yüzüne bakılmaması ne yazıktır! Krallarımın, özellikle de en zavallı olanlarının kaderi, benim tarafımdan her zaman büyük saygıyla yâd edilecektir.” Bourbonlar da giderken yanlarında saygınlıklarını götürdüler ama onlar için kimse üzülmedi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi onların felaketleri de kendilerinden yüce tutuldu.
Temmuz Devrimi’nin ardından tüm dünyada dostları ve düşmanları oldu. Birincisi sevinç ve coşkuyla ona doğru koştu; diğerleri, her biri doğasına göre sırtını döndü. İlk bakışta Avrupa prensleri, bu şafağın baykuşları; gözlerini kapadılar, yaralandılar, şaşkına döndüler ve gözlerini sadece tehdit etmek için açtılar. Anlaşılabilir bir korku, affedilebilir bir gazaptı bu. Bu garip devrim pek bir şok yaratmamıştı, yenilmiş krallığa ona düşman gibi davranma ve kanını dökme onurunu bile ödememişti. Her zaman özgürlüğün kendisine iftira etmesiyle ilgilenen despotik hükûmetlerin gözünde Temmuz Devrimi, zorlu olma ve yumuşak kalma hatasını üstlendi. Bununla birlikte buna karşı hiçbir şey denenmedi veya planlanmadı. En hoşnutsuzlar, en sinirliler, en titrekler onu selamladılar; bencilliğimiz ve kinimiz ne olursa olsun, insanın üzerinde çalışan birinin iş birliğine duyarlı olduğumuz olaylardan gizemli bir saygı doğar. Temmuz Devrimi, gerçeği deviren sağın zaferi oldu. Görkemle dolu bir dönemdi bu. Gerçeği devirme hakkı. 1830 Devrimi’nin parlaklığı, dolayısıyla yumuşaklığı da buradan gelir. Sağ muzafferin şiddete ihtiyacı yoktur. Hak, adil ve doğru olandır. Hakkın özelliği, ebediyen güzel ve temiz kalmasıdır. Olgu; tüm görünüşler için gerekli olduğunda, çağdaşlar tarafından en kapsamlı şekilde kabul edildiğinde bile yalnızca bir olgu olarak var oluyorsa ve yalnızca çok az doğruluk içeriyorsa ya da hiçbir şey içermiyorsa şaşmaz bir biçimde, zamanın akışı içinde deforme olmuş, saf olmayan, belki de canavarca bir duruma dönüşebilir. Asırlarca uzaktan bakıldığında gerçeğin ne kadar iğrenç bir hâle gelebileceğini bir çırpıda öğrenmek istiyorsa insan, bırakın Machiavelli’ye baksın. Machiavelli ne kötü bir dâhi ne bir iblis ne de sefil ve korkak bir yazardı; o kendi gerçeğinden başka bir şeyi ifade etmedi. Ve o sadece İtalyan gerçeği değil, o Avrupa gerçeğiydi; on altıncı yüzyılın gerçeğiydi. Korkunç görünür ve on dokuzuncu yüzyılın ahlaki düşüncesinin huzurunda öyledir de aslında ama bu hak ve gerçek çatışması, toplumun başlangıcından beri devam etmektedir. Bu düelloyu sona erdirmek, saf düşünceyi insani gerçeklikle kaynaştırmak; hakkın barışçıl bir şekilde gerçeğe, gerçeğin de doğruya nüfuz etmesini sağlamak, işte bilgelerin görevi budur.
II
Kötü Yama
Ancak şu kesinlikle unutulmamalıdır: Bilgelerin çabaları başka, sahtekârların gösterdikleri çabalar başkadır. 1830 İhtilali de işte bu yüzden başladığı gibi bitmiştir. Yapılan tüm eylemler yerle bir olunca bazı kendini uyanık sananlar bu başarısızlığı talan etmiştir. Çağımızda bile böylesi sahtekârlar kendilerini devlet adamı kisvesi altında tanıtmışlar hatta bu kelimenin sırf onların tutumu yüzünden bayağılaşmasına neden olmuşlardır. Ancak unutmayınız ki kurnazlığın ve hilenin olduğu yerde aşağılanma vardır. Bu aslında bir sorumluluktur, bu yüzden sahtekârlar denildiğinde zihni küçük olan kurnaz geçinenler aşağılanmış olur. Aynı biçimde, “devlet adamları” derken zaman zaman da “hainler” anlamı kullanılır. Bu türden açıkgözlerin sözlerine bakılacak olursa sözüm ona Temmuz İhtilali’ne benzeyen ayaklanmalar, kesik atardamarlara benzer; bunları hemen dikmek, bağlamak gerekir. Fazlasıyla vadedilen hak, sarsıntılara neden olur. Bu nedenle öncelikle sözü verilen hakkı korumak için devleti güçlendirmek gerekir. Özgürlük sağlandıktan sonra, yönetimi düşünmek kaçınılmazdır.
Bu durumda da aslında bilgeler ve kurnazlar birbirlerinden ayırt edilemezler, aralarındaki tek fark bilgelerin şüpheci olmalarıdır. Peki, bu noktada iktidara ne demeli? Öncelikle iktidar ne demek, ne anlama geliyor bunu sorgulamak lazım aslında! İkinci mesele bu iktidarın nereden kaynaklandığı sorunudur. Sahtekârlar bu karşı çıkmaları duymazdan gelerek hamlelerini sürdürmeye çalışırlar. Onların tek yapmak istedikleri artan yapılaşmalara karşı bir ihtiyaç maskesi takarak, ünlenen siyasetçilerin hain fikirlerine yönelerek, ihtilalden sonra bir ulusun ihtiyacı olabilecek hanedanlığı sağlamaktır. Özellikle eğer ulus monarşik yapılı bir ülkedeyse bu daha büyük bir önem taşır. Onlara göre ihtilalden sonra bu yolla barış sağlanır, ulus yaralarını sarar ve hanedanını onarmaya vakit ayırır. Onların görüşlerine göre bu sancılı bir süreçtir çünkü bir hanedanlık kolay kurulmaz! Çok zora düştüğünde herhangi bir deha sahibi kral olabilir çoğu zaman, bu tesadüfen ortaya çıkan talihli biri de olabilir; buna iki örnek ise Bonaparte ve Iturbide gösterilebilir. Öyle sıradan seçilen bir aileden bir hanedan yaratılmaz, mutlak surette sülalenin kökünün eskilere dayanması gerekir ama yüzyıllarda beklenmedik hasarlar oluşturmak imkânsız bir şeydir. “Devlet adamları” açısından bakacak olursak, her defasında bir isyandan sonra ortaya çıkan kralın özelliklerinin neler olması gerektiği sorunu ile yüzleşmek durumunda kalırlar. İhtilalci olabilir ve aslında böyle olması faydalıdır da. Özetle kendisinin bir isyana katılmış, orada cesaret göstermiş, elindeki baltayı ya da kılıcı sallamış olması gerekir bu seçilen kişinin. Bir hanedanın özellikleri nelerdir? Millî olmalı yani uzaktan devrimci ama yaptıklarıyla değil, benimsettirdiği düşünceleriyle ön planda olmalıdır. Hanedan köklü bir geçmişe, tarihe sahip olmalıdır; gelecekten türemeli, aynı zamanda güler yüzlü olmalıdır. Zaten bu durum anlatıldığında gerçekler bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. İlk devrimler sadece üstün buldukları birini başlarına getirmekle kalmışlardır, Cromwell ya da Napolyon ile yetinenler ve ikinci devrimler üsteleyerek Brunswick ya da Bourbon Hanedanlığını istemiştir. Bu hanedanlar tıpkı her fidesi yerlere kadar sarkan ve toprakta köklenerek yeni filizler veren incir ağaçlarına benzer. Bu ağaçların her bir dalı kendi başına hanedan olabilir, tek önemli olan husus o dalların halkın seviyesine kadar inebilecek alçak gönüllülüğe sahip olmasında yatmaktadır; hainlerin teorilerinin temeli de budur.
O büyük sanat burada yatar: ondan yararlananlar da onunla titresin diye başarının sesini felaket tonuna dönüştürmek, atılan her adımı korkuyla tatlandırmak, ilerlemeyi geciktirme noktasına geçiş eğrisini artırmak, o mühim hadiseyi köreltmek, coşkunun sertliğini kınamak ve azaltmak, tüm köşeleri ve kıvrımları kesmek, zafere dalmak, boğmak, dev insanları kefenlere sarmak ve çok hızlı bir şekilde gömmek, bu aşırı sağlığa bir diyet dayatmak, Herkül’ü nekahet dönemindeki birinin tedavisine sokmak, olayı amaca uygun hâle getirmek, fazla başarıya karşı tedbir almak, devrimi bir gölge ile süslemek… 1830, 1688’de İngiltere’ye uygulanan teori de zaten buydu. 1830, yarı yolda durdurulan bir devrimdi. İlerleme yarım kaldı. Şimdi mantık “neredeyse”yi bilmiyor, mum ışığının bile farkında olmuyordu. Peki, devrimleri yarı yolda kim durdurdu? Burjuvazi mi? Neden? Niye? Çünkü burjuvazi doyuma ulaşmış bir çıkardı. Dün iştahlıydı; bugün bolluk, yarın tokluk olacak diye düşündü. Napolyon’dan sonraki 1814 olgusu, 1830’da X. Charles’tan sonra yeniden üretildi. Burjuvazinin bir sınıfını oluşturmak için yanlış bir girişimde bulunuldu. Burjuvazi, basitçe halkın hâlinden memnun olan kısmını kapsıyordu. Burjuva, artık oturmak için zamanı olan adamdı. Koltuk ancak çok erken oturma arzusuyla insan ırkının yürüyüşünü durdurabilirdi. Bu genellikle burjuvazinin hatası oldu. Kişi bir hata işlediği için sınıf olmaz. Bencillik, sosyal düzenin bölümlerinden biri değildir.
Ayrıca bu süreçte bizim sadece bencil olmamız gerekmektedir. 1830 şokundan sonra milletin burjuvazi denen o kesiminin arzuladığı durum, kayıtsızlık ve tembellikle karışık, biraz da utanç içeren atalet değildi; düşlerin erişebildiği bir anlık unutkanlığı varsayan uyku da değildi; bu sadece duraksamaydı. Durmak, iki ilginç ve neredeyse çelişkili anlamdan oluşan bir kelimedir: Yürüyüşte bir birlik yani hareket, bir duruş yani istirahattir. Durmak, kuvvetlerin yeniden kurulmasıdır; uyanık ve silahlı bir hâl, nöbet tutan ve tetikte bekleyen tamamlanmış bir gerçekliktir. Durmak, dünün ve yarının savaşını gerektirir. 1830 ve 1848 arasındaki bölümdür. Burada muharebe dediğimiz şey ilerleme olarak da adlandırılabilir. O hâlde devlet adamlarının yanı sıra burjuvazi de bu “durmak” kelimesini dile getirecek bir adama ihtiyaç duymuştur. “Her şeye rağmen” dedirtecek; başka bir deyişle, geçmişin gelecekle bariz uyumluluğuyla bugünü güçlendiren, devrimi ve istikrarı simgeleyen bileşik bir bireysellik ortaya çıkmıştır. İşte tam bu dönemde, adı Louis Philippe d’Orléans olan uygun adam bulundu ve hazır durumda bekliyordu. 221’ler, Louis Philippe’i tahta çıkardı. Lafayette taç giyme törenini üstlendi. Bu devri cumhuriyetlerin en iyisi olarak nitelendirdi. Paris Belediye Konağı, Reims Katedrali’nin yerini aldı. Bütün bir tahtın yerine bir yarım tahtın bu ikamesi tamamen “1830’un işi” idi. Usta işi bitirdiğinde çözümlerinin muazzam kusuru ortaya çıktı. Bütün bunlar mutlak hakkın sınırları dışında gerçekleştirilmişti. Mutlak sağ haykırdı: “İtiraz ediyorum!”
Sonra, söylemesi korkunç karanlığa çekildi.
III
Louis Philippe
İsyanların kolu korkunç ama eli isabetlidir; sert darbeler ve irade burada tam yerinde bir tercih yapar. 1830 gibi tamamlanmamış, yozlaşmış, bozulmuş ve tali düzeyde kalmış bir devrim hâline gelse bile, kötü düşmemek için içlerinde yeterince aydınlık olan kutsal bir sezgi bulunur. Onları güneş tutulmalarına benzetebiliriz, bu karanlık süreç pek uzun sürmez çünkü bu kişiler tekrar aydınlanma umudundan asla vazgeçmezler. Yine de büyük konuşmayalım, devrimler de insanlar gibi yanılırlar. Burada, gerçekten çok ağır yanılmalar görülmüştür. Biz tekrar 1830 yılına dönelim. 1830 yoldan çıktı fakat buna talih demek gerekir. Kısa kesilen devrimden sonraki düzende krallar, krallıktan daha değerli çıkmıştır. Louis Philippe az bulunur türden bir adamdı. Tarih, babası için hafifletici nedenler elbette ki bulacaktı ancak o kesinlikle babasına hiç benzemezdi. Babası her ne kadar utanılacak biri olsa da Louis Philippe de o kadar beğenilesi niteliklere sahip, saygıdeğer bir prensti. Özel ve genel niteliklerin birçoğuna sahipti. Sağlığını, servetini, dış görünüşünü korur; işlerini özenli yapardı. Her anın değerini bilir ama bir yılın değerini ölçemezdi. Karısını aldatmayan, ölçülü, dingin, sakin ve sabırlı biriydi; gerçek anlamda sevecen ve iyi bir prensti. Sarayındaki uşaklar, burjuvalara Kral ile Kraliçe’nin yatak odasını göstermekle görevlendirilmişlerdi. Ailesinin büyüklerinin gayrimeşru ilişkilerini dahi çekinmeden sergilemeleri gibi Louis Philippe de karısıyla olan ilişkisini halka göstermenin faydalı olacağını düşünmüştü. Avrupa’da konuşulan dillerin neredeyse tümünü bilirdi ve bu da az bulunur bir nitelikti. Soyuna değer vermenin yanı sıra onları cevherlerine göre değerlendirmesini bilir, Orléans olmakla gurur duyar, Bourbonluktan hiç bahsetmezdi. Prenslik günlerinde, kraliyet ailesinin en asil birinci prensine uygun bir yücelikle davranmış ancak kral olarak tahtın başına geçtiği andan itibaren tam bir soylu gibi davranmayı benimsemişti. Halkın karşısında dağınık, aile çevresinde oldukça kibar konuşurdu. Eli öylesine sıkıydı ki bunu kanıtlayabilen olmasa da fazlasıyla pinti olduğu söylenirdi. Gerçekten çok istediği bir şey söz konusu olduğunda kesenin ağzını açmayı bilir ancak tutumlu olmayı severdi. Kültürlü olmanın yanı sıra edebî eserlere düşkün değildi, beyefendiydi ama şövalye ruhlu sayılmazdı; sıradan, huzurlu ve güçlü bir karakteri vardı. Ailesi ve hizmetindekiler kendisini deli gibi severlerdi. Çok hoş konuşur, herkes onunla sohbet etmekten büyük zevk alırdı. Doğru yoldan çıkmayan bir kraldı; her zaman mesafeli davranarak soğuk görünmesine karşın, kendisinin ilgisini çeken konularda lafazana dönüşürdü. Öyle planlı programlı, geleceği düşünerek hareket eden biri değildi ve ülkeyi anı yaşarak yönetmeyi tercih ederdi. Kin tutmadığı gibi minnet de etmezdi. Tahtın altında bağıran şu sır dolu “oy birliklerini bastırmak” için parlamentoyu çok ustaca kullanırdı. Kimi zaman dilinin ayarı olmazdı, çok açık sözlüydü ve bazen çok tedbirsizce davranırdı ancak bunu bile olağanüstü bir başarıyla gerçekleştirirdi. Çare bulmakta, çeşitli maskelerle asıl yüzünü göstermemekte de ustaydı. Avrupa’nın Fransa’sını korkuttuğu gibi Fransa’nın Avrupa’sını da korkuturdu. Vatanseverdi fakat ailesini vatanından daha çok severdi. Özgürlüğüne çok önem verir, kısıtlamalardan nefret ederdi. Louis Philippe gerçek anlamda dikkatli, özverili, düzenli ve çalışmaktan yılmayan, yorgunluk nedir bilmeyen, güçlü bir karakterdi. Zaman zaman kendi sözlerini yalanlar, çelişkiye düşerdi. Ancône’da Avusturya’ya karşı ukalaca davranmış, İspanya’da İngiltere’ye karşı çıkmıştı. Anvers’i bombalatıp Pritchard’ın anısına saygı göstermişti. Marseillaise marşını yürekten bir heyecanla, yüksek sesle okurdu. Güçsüzlüğe, yorgunluklara, güzellik ve ideal ilkelerine, boşuna cömertliklere, boş hayallere, kibir ve yalanlara hiç önem vermez, umursamazdı. Her açıdan kişisel bir cesareti vardı. Valmy’de general, Jemmapes’ta askerdi. Tahta çıktıktan sonra sekiz suikast atlatmış, asla pes etmemiş, sürekli gülümsemişti. Avrupa’nın sarsıntılarıyla kaygılanır, aklının ermediği büyük siyasal risklere atılmaktan çekinirdi. Bununla birlikte canını tehlikeye atmaktan hiç çekinmez fakat hiçbir zaman eserlerini feda etmezdi. Usta bir gözlem yeteneği olmasına karşın asla büyüklük taslamazdı. Kendisi açısından doğru kişiyi seçmeyi gayet iyi bilirdi. Aslında kişiyi değerlendirmek için öncelikle onu tanımak isterdi. Güçlü bir sağduyusu olmasının yanı sıra pratik bir kavrayış ve olgunluğa da sahipti. Zorlanmadan konuşurdu, neredeyse hiçbir şeyi unutmazdı. Bu özelliği Sezar, Büyük İskender ve Napolyon’la olan yegâne benzerliğiydi. Olayları, ayrıntıları, tarihleri, kişileri, soyadlarını hiç unutmazdı. Üst sınıftaki kişiler tarafından kolaylıkla benimsense de Fransa’nın alt katmanı onu pek bağrına basmazdı. Özetle, üstün ve kendine özgü biri olarak Fransa’nın kaygısına ve Avrupa’nın kıskançlıklarına rağmen bir güç yaratarak muhteşem bir kral oldu. Eğer zaferi sevseydi, zamanın üstün kişileri arasında yer alabilirdi. Fakat o sadece yararlı olanı önemsedi, şan ve şerefi her zaman elinin tersiyle itti.
Gençlik döneminde oldukça yakışıklı olan Louis Philippe, yaşlandığında da oldukça kibar ve ağırbaşlı bir beyefendiydi. Halka kendisini her zaman sevdirmeyi bildi. Aslında bir eksiği vardı, o da ihtişam. Kral olmasına rağmen hiçbir zaman taç giymediği gibi yaşlı bir adam olduğunda da beyaz saçlarla hiçbir zaman ortalarda görünmedi. Hâl ve hareketleri eski yönetimden yana olmasına karşın, alışkanlıkları yeni yönetimi yansıtırdı; genel anlamda 1830 yılına uygun bir karışımdan oluşan karakterdeydi. Louis Philippe, o dönem halkına sadece saltanatlı bir ara dönem oldu; her zaman için kullanılan eski imla ve konuşma şeklini korumayı bildi. Macaristan’la Polonya’yı epey severdi fakat “Palan-yalılar” diye yazar ve “Mocorlar” diye telaffuz ederdi. X. Charles gibi ordu üniforması giyer ve Napolyon gibi Legion d’Honneur nişanı taşırdı. Kiliseye nadiren uğrar, hiç ava çıkmaz, operaya da adım atmazdı. Papazlardan, at uşaklarından ve güzel dansözlerden hiç hoşlanmazdı. Çevresine saraylıları asla toplamazdı. Dışarı çıktığında şemsiyesini hep kolunun altında taşırdı. İçinde her meslekten bir şeyler taşırdı; biraz duvarcı, biraz bahçıvan, biraz da doktordu. Attan düşen bir seyisten kan almayı bilirdi. III. Henri nasıl kamasını almadan saray dışına çıkmazsa Louis Philippe de neşterini almadan dışarı çıkmazdı. Bugüne kadar birilerini iyileştirmek için kan akıtan bir kral hiç duymadıklarından, kral yancıları bu tuhaf kralı kendilerine alay meselesi yapmışlardı. Krallığı, hükümranlığı ve kendisini suçlayan unsurları olmak üzere tarihin Louis Philippe’de bulduğu kusurlardan üçünü saf dışı bırakmamız gerekir. Zorla el atılan demokratik hak, ikincil düzeyde bir değer hâline gelen ilerleme, kanla bastırılan sokak isyanları, ayaklanmaların askerî olarak cezalandırılması, kurşuna dizilen asiler, Transnonain Sokağı, askerî mahkemeler, gerçek ülkenin yasal ülke tarafından yok edilmesi, üç yüz bin ayrıcalıklıyla kazancı paylaşan hükûmet; bütün bunlar krallığın bu döneme kadar yürütmüş olduğu süreçlerdi. Geri çevrilen Belçika, kanla fethedilen Cezayir, tıpkı İngilizlerin Hindistan’da yaptıkları gibi uygarlıkla ilgisiz bir barbarlığın vücut bulmuş hâlleriydi. Abdülkadir’e güvensizlik, satın alınan Deutz ve intikamı alınan Pritchard, bunlar da saltanatın elinin olduğu işlerdendi.
Aslında onun hakkında belki de bazı hususlarda eksik kaldığımız yönler olmasına rağmen belirttiklerimiz doğrultusunda Kral’ın bariz olarak bazı suçları hafifletilebilirdi. Onun en büyük hatası Fransa adına fazlasıyla kibir yoksunu bir tavır benimsemesiydi. Peki bu durum nereden kaynaklanmaktaydı? Biraz da bu konudan bahsedelim şimdi. Louis Philippe bir kraldan çok, baba gibi davranan bir devlet adamıydı. Hanedan kurmak isteyen biri, her şeyden çekinir ve tedirgin edilmek istemez. Geçmişinde 14 Temmuz gibi talihli bir geleneği ve yine Austerlitz gibi şanlı bir zaferi olan halk, onun bu çekingenliğini işte bu yapısından dolayı küçümsüyordu. Bununla birlikte ilk kati görevi olan ulusuna sahip çıkmayı, genel anlamda halkına borçlu olduğu ödevleri gerçekleştirmek yerine; daha çok ailesine bağlı olması ve onlara olan düşkünlüğü, halk tarafından asla bağışlanamıyordu. Elbette ki ailesi onun bu sevgisine layık insanlardı; aralarında oldukça erdemli ve bilgili insanlar vardı, hatta öyle ki kimi zaman akrabalar arasında erdemler ve yetenekler bile yarıştırılıyor denilebilirdi. Louis Philippe’in kızlarından biri Prenses Marie d’Orléans, ailenin adını sanatçılar defterine yazdırmıştı. Tıpkı yıllar öncesinde yaşayan atalarından Charles d’Orléans’ın adını ozanlar arasına yazdırması gibi. Genç Prenses, ruhunu mermer bir heykele yansıtmış ve buna Jeanne D’arc ismini vermişti. Kral’ın oğullarından ikisi de o kadar üstün kimselerdi ki ünlü diplomat Metternich onlar için: “Bu prensler çok nadir yetenekleri olan, olağanüstü prenslerdir.” demişti.
Okuyucularımıza hiçbir şeyi abartmadan veya göz ardı etmeden, yalın bir dille Louis Philippe’in asıl karakterini yansıtmak istedik ve onu ne övmeye ne de yermeye gerek duyduk. İşte 1830 yılında bu özelliklerinin tümü, Louis Philippe için bir talih oldu. Hiçbir zaman bir bireyle bir olay arasında böyle bir uyum kurulmamıştır, biri diğerinin içine girmiş gibiydi ve cisimleşme gerçekleşti. Louis Philippe demek, insan biçimini alan 1830 yılı demekti. Üstelik, onu tahta yakıştıran bir özelliği daha vardı: Sürgün. O yurdunun dışına atılmış, yoksul ve serseri biri gibi yaşamış, geçimini emeğiyle sağlamıştı. Fransa’nın lüks içerisinde yaşayan zenginlerinden olan bu zat, sürgün edildiği dönemlerde İsviçre’de atını dahi satmak zorunda kalmıştı. Reichenau’da geçimini sağlamak için matematik dersleri vermiş; kız kardeşi Adélaide terzilik etmiş, nakışlarını satmıştı. Dumouriez’nin yoldaşı, Lafayette’in arkadaşı olmuştu. Jakoben Kulübünün üyesiydi. Mirabeau onun omuzlarını okşamış, Danton kendisine: “Genç adam!” diye seslenmişti. 93 yılında, henüz Mösyö de Chartres ismini taşıdığı günlerde, Konvansiyonun karanlık bir locasında oturmuş ve XVI. Louis’nin yargılanmasına seyirci olmuştu. Devrimin kahrolası öngörüleri hanedanlığını seçtiği Kral’la, Kral’ı ise kendisinin yönettiği hanedanlığıyla mahvettiğinden insanlık bu noktada tamamen göz ardı edilmişti. Meclis mahkemesinin o büyük fırtınasında, öfkeli halkın Kral’a yönelttiği sorular ve suçlamalar, ne diyeceğini bilemeyen Capet’nin perişanlığı, kraliyetin başının bu karanlık solukta sallanışı, suçlayanların ve suçlananın masumiyeti hiçbir suretle umursanmamıştı. Louis Philippe bütün bu yıkıntıları bir seyirci gibi izlemiş ve sonunda Tanrı’nın adaleti kadar şaşmaz olan halkın adaletine tanık olmuştu. İhtilalden edindiği izlenim unutulmayacak ölçüde etkili olmuş, bu sonsuz adaletin günün birinde gerçekleşmesi kendisinde saygıyla karışık bir korku duygusu yaratmıştı; bu durumdan öylesine etkilenmişti ki sürgün edilmeden önce bir tanık huzurunda Meclisin alfabetik listesindeki kurucu azaların isimlerini ezberinden okumayı bile başarmıştı.
Louis Philippe, karanlık tarafı olmayan bir “aydınlıklar kralı” oldu. Onun egemenlik sürdüğü yıllarda basın özgürlüğü olduğu gibi parlamento özgürlüğü, vicdan ve konuşma özgürlüğü vardı; Eylül Yasaları gayet açık ve anlaşılırdı. Aydınlığın ayrıcalıklar üzerindeki olumsuz etkilerini bilmesine rağmen tahtını sürekli aydınlıkta tuttu. İşte sırf bu yüzden tarih onun bu yönünü hiç unutmayacaktır. Sahneye çıkan bütün tarihî isimler gibi Louis Philippe de bugün insani vicdan tarafından yargılanmaktadır. Ancak henüz başlangıç aşamasında olan duruşmasının nihayetlendirilmesi için çok erkendir. Katı bir eleştirmen olan tarihçi Louis Blanc bile ilk yargısını bu konuda yumuşatarak ifade etmiştir. Louis Philippe aslında 221’ler ve 1830 yılı tarafından seçilmiş bir kraldı. Yani yarım bir Parlamento ile yarım bir devrim tarafından göreve getirilmişti. Yine de felsefenin ileri görüşüyle, biz onu mutlak demokrasi ile yargılamayı kendisine bir borç biliyoruz ve bu konuda dikkatli davranılması gerektiğini önemsiyoruz. Bu konuda ilk olarak kişisel hak gözetilmeli, sonra halkın hakkı mutlak suretle göz önünde bulundurulmalıdır. Bunlardan sonra Louis Philippe’i bir insan olarak inceleyecek olursak, onun tarihteki en iyi krallardan biri olduğunu da söylemek zorundayız. Onun tek suçu kral olmaktı aslında. Louis Philippe’den krallığını çekip alacak olursak, ondan geriye sadece insan kalacaktır. Ve gerçekten de hiç kimse onun insanlığı hususunda olumsuz bir şey söylemeyecektir.
Görevi başındayken çoğu zaman büyük sıkıntılar içerisinde Avrupa diplomatlarıyla tartıştığı uzun toplantı saatlerinin sonunda odasına çekildiğinde dinlenmek yerine kendisini yine dosyalara verir, dinlenmeyi ya da biraz uyumayı dahi düşünmeden çalışmaya devam ederdi. Elindeki dosyaları inceleyerek bir cinayet davasını araştırmakla, masum birini ipten kurtarmanın, Avrupalı diplomatlara meydan okumaktan daha iyi bir iş olduğuna inanırdı. Bir suçsuzu celladın elinden kurtarmak için Adalet Bakanı’yla tartışmadan çekinmez, kurbanlarını çekip almak için savcılarla sert biçimde kavga ederdi. Kral, savcılar için “hukuk soytarıları” derdi. Öyle anlar gelirdi ki kimi zaman incelediği dosyalar masasının üzerini doldurup taşırırdı. Hiçbirini ihmal etmez, önemli ya da önemsiz diye ayırmadan hepsini sırayla incelerdi. Mutsuzların canlarının kendi elinde olduğunu düşünmek onun için azaptı. Günün birinde, yine sözüne güvenilir ve az önce söz ettiğimiz o tanığa şöyle demişti: “Bu gece yedi can kurtardım.” Tahta gelmesinin ardından ilk yıllarda idam cezasını kaldırmış; onun ardından tekrar kurulan darağacı, Kral’a karşı gösterilen ilk terör eylemi niteliğini taşımıştı. İdamların infaz edildiği o Grève Meydanı yok olunca bu kez soylulara uygun olabilecek yeni bir idam meydanı kurulmuş, buna da “Saint-Jacques Kapısı” ismi verilmişti. Basit görüşlere sahip olan siyasi adamlar hemen yasal bir giyotine ihtiyaç duymuşlar, bunu şehirli soylularının tutucu tarafında olan Casimir Périer’nin bir tutkusunun gerçekleştirilmesi olarak kabullenmişlerdi. Louis Philippe, Beccaria’yı şöyle yorumlamıştı: “Keşke yara alsaydım, onu affederdim!” Bir seferinde ise bakanlarının isyanından bahsederek “O bağışlandı, bana sadece bunu dillendirmek kaldı.” demiş, tarihimizin en büyük kişilerinden biri olan politik bir tutuklu hakkında görüşünü bildirmişti. Louis Philippe; tıpkı bir aziz olarak nitelendirilen IX. Louis gibi uysal, halkına tutkuyla bağlı olan IV. Henri gibi vatansever ve gerçek anlamda çok iyi kalpli bir kraldı. İyiliğin değerinin bir inci kadar az görüldüğü o tarihte, iyi olmak gerçek anlamda büyük bir erdemdi. Louis Philippe kimi zaman oldukça sert bir dille eleştirilmiş ve suçlanmıştı ancak günümüzde artık toprağın bağrında yatan ve ruhlar âlemine katılan bu Kral’dan söz ederken adil davranmayı kendimize bir görev biliyoruz. Bu Kral’ı yakından tanımış birinin, hakkında tarih önünde tanıklık etmesi ve bu tanıklığın, ne olursa olsun tarafsız olması gerekir. Bir ölünün mezar taşına yazdığı yazı kesinlikle samimi olmalıdır, sürgündeki iki mezar için “Bu, diğerini pohpohladı.” denilmesinden pek de korkmamak gerekir.
IV
Temelin Altındaki Çatlaklar
Anlatmakta olduğumuz dram, Louis Philippe’in saltanatının başlangıcını saran trajik bulutlardan birinin derinliklerine nüfuz etme noktasındayken hiçbir belirsizliğin kalmaması gerektiğine inandığımızdan bu kitabın bu Kral’la ilgili bazı açıklamalar sunması zorunlu hâle gelmiştir. Louis Philippe devrimin gerçek amacından besbelli oldukça sapmış ancak o, Orléans Dükü, kişisel inisiyatif kullanmamıştır. Prens olarak doğmuştu ve kendisinin Kral seçildiğine inanıyordu. Bu görevi kendisine o vermemiş, onu zorla almamıştı; sadece şahsına teklif edilmiş ve o da kabul etmişti; yine de teklifin gerçeğe uygunluğuna ve kabulünün de göreve uygun olduğuna inanmıştı. Dolayısıyla onun mülkiyeti iyi niyetliydi. Şimdi vicdanen rahat bir şekilde söylüyoruz ki Louis Philippe tam bir iyi niyetle topraklarını sahiplenmiş ve demokrasi saldırılarında iyi niyetli olduğundan toplumsal çatışmaların boşalttığı terörün miktarı ne Kral’a ne de demokrasiye yükletilmiştir. İlkelerin çatışması, ögelerin çatışmasına benzer. Okyanus suyu, kasırga havayı, kral krallığı, demokrasi halkı korur; değişken olan monarşi mutlak olana, yani cumhuriyete direnir; toplum bu çatışmada kanar ama bugün onun acısını oluşturan şey daha sonra güvenliğini de oluşturacaktır ve her hâlükârda, savaşanlar suçlanmamalıdır; iki taraftan biri açıkça yanılıyordur; hak, Rodos Heykeli gibi aynı anda iki kıyıda bulunmaz, bir ayağı cumhuriyette diğeri krallıkta değildir çünkü bölünemez ve hepsi bir taraftadır fakat sapkınlık içinde olanlar öyle içtendirler ki kör bir adam, bir Vendéelinin kabadayı olmaması gibi bir suçlu olarak değerlendirilmez. O hâlde bu çetin çarpışmaları yalnızca olayların yazgısına yükleyebiliriz. Bu fırtınaların doğası ne olursa olsun, insan sorumsuzluğu bu konuda ana faktördür. Bu manzarayı sizler için tamamlayalım.
1830 hükûmeti çok zor bir hayat sürmüştür. Dün doğmuş, bugün savaşmak zorunda kalmıştır. Direnç hemen ertesi gün doğmuş, hatta belki de önceki akşam ortaya çıkmıştır. Aydan aya düşmanlık artmış ve gizlenmekten aşikâr hâle gelmiştir. Fransa dışında krallar tarafından pek kabul görmemiş olan Temmuz Devrimi, daha önce de söylediğimiz gibi, Fransa’da çeşitli şekillerde yorumlanmıştı. Tanrı, olaylardaki görünür iradesini insanlara gizemli bir dilde yazılmış karanlık bir metin olarak teslim etmiştir. İnsanlar hemen bunun tercümesini yapmış; çeviriler aceleci, yanlış, hatalarla, boşluklarla ve saçmalıklarla dolmuştur. Çok az akıl ilahi dili anlayabilir çünkü. En bilgesi, en sakini, en derini yavaş yavaş deşifre eder ve metinleriyle geldiklerinde görev çoktan tamamlanmış olur; halk, ortaya konan yirmi farklı çeviri arasında afallar. Geriye kalan her bir yorumdan bir parti, her yanlış yorumlamadan bir fraksiyon doğar ve her bir taraf tek başına doğru metne sahip olduğunu düşünür, her grup ışığa sahip olduğuna inanır. Gücün kendisi genellikle bir hiziptir. Devrimlerde akıntıya karşı çıkan yüzücüler vardır, onlar eski partilerdir. Tanrı’nın lütfuyla verasete sarılan eski partiler için devrimlerin başkaldırı hakkından doğduklarından, onlara karşı başkaldırmaya hakkı olduğunu düşünürler. Büyük hatadır. Çünkü bu devrimlerde isyan eden halk değil, kraldır. Devrim, isyanın tam tersidir. Zaman zaman bu hak, sahte devrimciler tarafından lekelenir ancak kirlenmiş de olsa, kanlanmış da olsa var olmayı sürdürür. Devrimler bir rastlantıdan değil de bir ihtiyaçtan ortaya çıkar. Bir devrim aslında heveslerin gerçekleşmesi demektir. Olması gerektiği için olmuştur. Eski yasal partiler, hatalı bir düşünce yürütme yüzünden 1830 Devrimi’ne karşı çıkmışlardı. Zırhın kusurundan ve ondaki mantık eksikliğinden devrimi en cılız yerinden vurmuşlardır. Onlar bu devrimde kraliyete saldırmış ve şöyle bağırmışlardır: “Devrim tamam ama krala ne gerek var?”
Aslında bu fitneciler hayli isabetli nişan alan körlerdir.
Bu çığlığı cumhuriyetçiler de yükseltmiştir ve onların bu çığlığı isyan niteliği taşıdığından anlamlıdır. Kralcılarda körlük sayılan şey, demokratlarda bir ileri görüş olarak görülmektedir. 1830 Devrimi halka verdiği sözde durmamış, buna öfkelenen demokrasi ona hesap sormuştur. Geçmişin saldırısıyla geleceğin saldırısı arasında Temmuz, can çekişmiştir. Bir yandan asırlık monarşiyle, diğer taraftan sonsuz hakla başı belada olan anı simgelemiştir bu can çekişme. Dışarıda artık devrim sayılmayan, bir monarşi hâline gelen 1830; Avrupa’ya ayak uydurmak ve barışı da savunmak zorundaydı. Aklıselime aykırı bir uyum, çoğu zaman bir savaştan bile daha pahalıya mal olmuştur. İşte bu yüzden de konuşmayan ancak sürekli kendi kendine söylenen bu gizli geçimsizlikten silahlı bir barış doğmuş, bu da uygarlığın en pahalı sahtekârlığı olmuştur. İlerleme aracılığıyla Fransa’ya itilen devrim, Avrupa’daki monarşileri tartaklamış; kendisinin ikinci kademede görülmesine sebebiyet vermişti. Bu arada ülkede halkın yoksulluğu, emekçilik, ücretler, eğitim, ceza, fuhuş, kadının kaderi, zenginlik, yoksulluk, üretim, tüketim, dağıtım, alım satım, para, kredi, sermaye hakkı, çalışma hakkı; bütün bu sorunlar artmış, birkaç kat yoğunlaşıp ağırlaşarak toplumu tehdit eder hâle gelmişti. Siyasi partilerin yanı sıra bir hareket daha belirmişti; seçkinler de halk gibi huzursuz olduğundan farklı biçimde ama onun ölçüsünde demokratik ve felsefi kaynaşma meydana geliyor, karışıklık oluşmasına neden oluyordu. Âlimler derin derin düşünürken alt katmanlar, devrimci akımların etkisiyle hastalıklı gibi titriyordu. Bu düşünürlerden bazıları kendi başlarına bazıları aileleriyle beraber ya da toplu hâlde, sakince ama derin derin toplumsal sorunları inceliyorlardı. Bu sakin madenciler sessizce yeraltı galerilerini bir volkanın temeline kazıyorlardı. Sarsıntılardan ve kimi zaman gördükleri alevli fırınlardan huzursuz bile olmuyorlardı. Bu adamlar sadece kendi mutluluklarıyla ilgilenerek haklar hakkındaki siyasi sorunları politikacılara bırakmışlardı. Para, ziraat, endüstri sorunlarını bir din yüceliğine çıkartmışlar; kısmen de olsa Tanrı’nın yardımıyla ancak genel anlamda insan eliyle kurulan uygarlıkta çıkarlar, canlı bir yasa yoluyla sıralanıp, topaklanıp, kaya gibi sert bir biçimde düzene sokulur hâle getirilebilmişti. Bu canlı yasa, ekonomistlerin sabırla inceledikleri bilimdi. Farklı isimler altında bir araya gelen bu insanlara genellikle “sosyalist” denilmektedir. Bu adamlar, bu taşı delip bundan insan eliyle insan huzurunun kaynaklarını ortaya çıkarmak için çalışırlar. Fransız İhtilali’nin duyurduğu insan hakkına, onlar kadının ve çocuğun hakkını da ekleyerek giyotinden savaş sorununa kadar çalışmaları sürekli aynı şekilde hallederlerdi. Farklı nedenlerle teorik açıdan sosyalizmin uyandırdığı sorunları şimdi burada tartışmanın yersiz olacağını düşünerek sadece sizlere göstermek istiyoruz. Sosyalistlerin önerdiği iktisadi fikirler, hayaller ve mistisizm bir kenara atılırsa iki önemli soruna odaklanılmıştır:
İlk sorun: Zenginlik oluşturmaktır.
İkincisi: Paylaşmaktır.
İlk sorun, çalışmayı kapsar.
İkincisi, ücreti.
İlk sorunda güçlerin kullanımı söz konusudur.
İkincisinde, zevklerin bölüşülmesi.
Güçlerin iyi kullanımından halk iktidarı doğar.
Zevklerin paylaşılmasından, bireysel mutluluk.
İyi bir dağıtım derken eşit dağıtım değil de haklı bir dağıtım demek istiyoruz aslında. Eşitlik ve adalet olarak bu iki özellik birleşince dışarıda halkın iktidarı ve içeride de bireysel mutluluk olunca, toplumsal refah zaten ortaya çıkmaktadır. Toplumsal refah demek, insanın mutluluğu demektir. Yurttaş özgür, ulus yüce olur. İngiltere bu iki meseleden birini çözmüştür. Olağanüstü biçimde zenginlik yaratmış ancak bunun dağılımını yapmayı pek iyi becerememiştir. Sadece tek yanlı olan bu çözüm, ülkeyi kaçınılmaz bir zıtlığa sürüklemiştir. Böylece bir tarafta muazzam bir zenginlik, diğer tarafta korkunç bir sefalet ortaya çıkmıştır: bazıları için bütün zevkler bazıları için bütün azaplar… Bazılarının zevklerinden diğerlerinin yoksulluğu doğmuş, halk yoksullaşmıştır. Ayrıcalık, tekel, feodalite, emekten kaynaklanır. Bu hatalı ve riskli durum, halk iktidarını, kamu gücünü yoksulluğun üzerine oturtur ve kişinin acılarından devletin büyüklüğünü oluşturur. Bu kötü kurulmuş büyüklük; içinde hiçbir ahlaki unsur taşımayan, somut unsurların toplamıdır. Komünizm ve ziraat yasaları sayesinde, ikinci sorunu çözebileceklerini düşünürler. Ancak orada da hataya düşer ve burada hem dağıtımı hem de üretimi öldürürler. Eşit bir paylaşım, çabayı yok eder yani artık kimse çalışmak istemez. Zenginliği öldürmek, onu paylaştırmak sayılmaz. Bu iki meselenin kesinlikle bir arada ele alınması ve ortak biçimde çözümlenmesi gerekir. Her iki çözüm birleştirilerek tek bir çözüm hâline getirilmelidir.
Bu iki sorundan sadece birini çözecek olursanız, Venedik gibi sahte bir gücünüz veya İngiltere gibi maddi bir iktidarınız olur. İşte o zaman, siz de kötü varlıklı bir ülke konumuna düşersiniz. Venedik’in yıkılması gibi ya bir şiddet eylemiyle mahvolur ya da İngiltere gibi batarsınız. Dünya da sizin düşmenizi ve ölmenizi hiç umursamaz çünkü dünya sadece bencillik olan, insanlık için bir erdemi ya da bir düşünceyi kapsamayan her şeyin düşüp ölmesine tepkisiz kalacak kadar umursamazdır. Bu noktada şu yorumu da yapmak isterim: Biz burada Venedik ya da İngiltere demekle ulusları değil, sadece toplumsal yapıları yargılamaya çalışıyoruz. Uluslar üzerine kurulu oligarşilerden söz etmek istiyoruz, burada kastettiğimiz kesinlikle ulusların kendileri değildir. Uluslara her zaman sevgi ve saygı duyarız. Venedik bir ulus olarak baştan dirilecek, tekrar doğacaktır. İngiltere aristokrasisi belki düşer ama ulus olarak İngiltere de ölümsüzdür, o da tekrar canlanacaktır. Bu açıklamadan sonra artık yeniden konumuza dönebiliriz.
Bu iki meseleyi çözmek için zengine cesaret verin ve yoksulu gözetin, yoksulluğu bitirin. Güçlünün güçsüzü ezmesini yasaklayın. Başaranı kıskanan, daha yolun yarısında olan kişilerin kıskançlığını dizginleyin. Ücreti işe göre, matematiksel ve adaletli şekilde düzenleyin. Eğitimi parasız ve zorunlu hâle getirip çocuğun yetişmesine katkıda bulunun. Bilimin insanlığın özü olmasına çalışın; kollar çalışırken zekâlar da boş durmasın, gelişsin. Aynı zamanda hem güçlü bir ulus hem de mutlu insanlardan mutlu aileler oluşturun. Mülkiyeti yıkarak değil, evrenselleştirip halka dağıtın; böylece her vatandaş mülk sahibi olabilsin. Çok kolaydır aslında bu durum, hatta iki kelimeyle dahi özetlenebilir; zenginliği de üretmeyi de paylaştırmayı bilmek gerekir. İşte o zaman, hem maddi hem de manevi yüceliğe erişip Fransa adını taşımaya hak kazanırsınız. Aldanan birkaç topluluk dışında sosyalizm böyle ifade etmiş kendisini; olaylara bu çözümü aramış, beyinlere bu düşünceleri vermek istemiştir. Bu fikirler, bu teoriler, bu listelemeler, devlet adamının filozofa önem verme ihtiyacı, fark edilen belirsiz gerçekler, hem eski dünyaya uygun hem de devrimci ilkelerle bağdaşan yeni bir politikanın yaratılması, Polignac’ı savunmak için Lafayette’in kullanıldığı bir durum, kaosun altında gelişimin ilerlemesini sezmek; odalar ve sokakları kişinin çevresinde dengelemek durumunda olduğu istekli yarışmalar, devrime duyulan inanç, bunlar tek bir yerde birleştirilmişti. Kesin ve üstün bir hakkın kabulü, ırkına bağlı kalma isteği, aile anlayışı, halka duyduğu gerçek saygı, kendi öznesi; bütün bunlar Louis Philippe’i düşündürürken aynı zamanda kaygılandırmıştır. Güçlü ve cesur olmasına rağmen zaman zaman omuzlarına yüklenen bu kral unvanının altında çoğu zaman ezildiği olmuş, bu durumu kaldıramadığı zamanlar yaşamıştır.
Ayaklarının altında bir parçalanma, bir dağılma hissetmiş ama yıkılmamıştır çünkü onun dönemi, Fransa’nın her zamankinden daha fazla Fransa olduğu dönemdir.
Temmuz İhtilali’nin üzerinden yirmi ay geçmiş, 1832 yılı gözdağı veren görüntüsüyle başlamıştı. Gölgeler arasında kaybolan halkın sıkıntısı, aç işçiler, son Condé Prensi, Parislilerin Bourbon-ları kovması gibi Nassauları kovan Brüksel, bir Fransa prensine önerilen fakat bir İngiliz prensine verilen Belçika, Nicolas’nın Rus öfkesi, arkamızda güneyin iki iblisi sayılan İspanya’da Ferdinand ve Portekiz’de Miguel, İtalya’da deprem, Bologna’ya el uzatan Metternich, Avusturya’yı Ancône’da zora düşüren Fransa, kuzeyde Polonya’yı tabutuna çivileyen lanet bir keser sesi, bütün Avrupa’da iki müttefik olan Fransa ile İngiltere’yi gözeten şüpheli görüşler; aslında her an ihanete hazır, eğileni itmeyi ve düşenin üzerine atılmayı bekleyen güvenilmez müttefik İngiltere; mahkemeye dört kelle vermemek için, Beccaria’nın ardına gizlenen Fransa Yüce Meclisi; Kral arabasında karalanan zambaklar; Notre Dame Kilisesi’nden alınan haç; değeri düşürülen Lafayette, sefil bir şekilde ölen Benjamin Constant; yönetimde güç kaybedip can veren Casimir Périer; krallığın her iki başşehrinde ortaya çıkan toplumsal, sosyal hastalık; Paris’te ve Lyon’da çıkan rezilce bir iç savaş; güneyde bağnazlık, batıda kargaşa; Vendée’deki Berry Düşesi, komplolar, isyanlar ve bütün bunlar sanki yeterli değilmiş gibi bir de kolera; işte düşüncelerin büyük bir kaos yaşadığı o büyük dünya…
V
Tarihi Oluşturan ve Tarihin Göstermediği Gerçekler
Nisan ayının sonlarına doğru her şey ağırlaşmıştı. Fermantasyon kaynama durumuna girdi. 1830’dan beri, burada ve orada çabucak bastırılan ancak her zaman yeniden patlak veren küçük kısmi isyanlar oluyordu, altta yatan büyük bir yangının işaretiydi hep bunlar. Korkunç bir şey hazırlanıyordu. Olası bir devrimin hâlâ belirsiz ve kusurlu bir şekilde aydınlatılmış olan özellikleri bir an içinde yakalanabilirdi. Fransa gözünü Paris’e dikmiş; Paris, Saint-Antoine Mahallesi’ne göz kulak oluyordu. Donuk bir parıltı içinde olan Saint-Antoine, patlamaya başlıyordu. Charonne Sokağı’ndaki şarap dükkânları, şarap dükkânlarına uygulandığında iki sıfatın birleşimi tekil görünse de ciddi ve fırtınalıydı. Hükûmet orada saf ve basit bir şekilde sorgulanıyordu. Orada insanlar savaşma ya da susma sorununu alenen tartışıyorlardı. Arka dükkânlarda işçilere ilk alarm sesiyle sokağa fırlayacaklarına ve “düşmanın sayısını saymadan savaşacaklarına” yemin ettiriliyordu. Bu nişana girince meyhanenin köşesinde oturan bir adam yüksek sesle, “Anladın mı? Yemin ettin!” diyordu. Bazen merdivenleri çıkıp birinci kattaki özel bir odaya gidiyorlar ve orada neredeyse masonik sahneler oynuyorlardı. Aralarına yeni katılanlara, hem kendilerine hem de aile babalarına hizmet etmeleri için yemin ettiriyorlardı. Formül buydu. Tuvaletlerde “yıkıcı” broşürler okunuyordu. O zamanın gizli bir raporuna göre, hükûmeti hor görüyorlardı. Aşağıdaki gibi sözler orada duyulabilir:
“Liderlerin isimlerini bilmiyorum. Biz insanlar iki saat öncesine kadar günü bilemeyeceğiz.”
Bir işçi de şöyle diyordu: “Üç yüz kişiyiz, her birimiz yarım frank bağışlayalım, bu da barut ve kurşun temin etmek için yüz elli frank yapar.” Bir diğeri, “Altı ay istemiyorum, iki ay bile istemiyorum. İki haftadan kısa bir süre içinde hükûmetle çatışacağız. Yirmi beş bin adamımızla onlarla yüzleşebiliriz.” Bir diğeri, “Geceleri uyumuyorum çünkü bütün gece mermi hazırlıyorum.” diyordu. Zaman zaman, “burjuva görünüşlü ve iyi paltolu” adamlar gelip utanç verici ve emredici edalarla en önemlileriyle el sıkışıp gidiyorlardı. Asla on dakikadan fazla kalmıyorlardı. Alçak sesle önemli açıklamalar yapılıyordu: “Konu olgunlaştı, mesele ayarlandı.” Orada bulunanlardan birinin ifadesini ödünç alırsak: “Orada bulunan herkes tarafından aynı şey mırıldanılıyordu.” Bir gün bir işçi bütün şaraphanenin önünde şöyle haykırmıştı: “Bizim silahımız yok!” Yoldaşlarından biri cevap verdi: “Askerler var!” Bir habere göre Bonaparte’ın İtalya’daki orduya yaptığı duyuru, gerçeğin farkında olmadan parodisini yapıyordu: “Ellerinde daha gizli nitelikte bir şey varken bunu birbirlerine iletmediler.” Söylediklerinden sonra gizlediklerini anlamak elbette kolay değildi. Bu buluşmalar bazen periyodik oluyordu. Bazılarında hiçbir zaman sekiz veya ondan fazla kişi mevcut değildi ve her zaman aynılardı. Diğerlerine dileyen herkes girer ve oda o kadar dolardı ki ayakta durmak zorunda kalırlardı. Bazıları oraya coşku ve tutkuyla giderdi, diğerleri işlerine doğru yola çıktıkları için uğrardı. Devrim sırasında olduğu gibi bu şarap dükkânlarının bazılarında yeni gelenleri kucaklayan vatansever kadınlar vardı.
Diğer etkileyici gerçekler gün ışığına çıkardı. Bir adam bir dükkâna girer, içer ve şu sözlerle yoluna devam ederdi: “Şarap tüccarı, devrim sana olan borcunu ödeyecek.”
Devrimci ajanlar, Charonne Sokağı’na bakan bir şarap dükkânına atandı. Oylama kepleriyle devam etti. İşçiler, Cotte Sokağı’nda ders veren bir eskrim ustasının evinde bir araya geldi. Tahta kılıçlar, bastonlar, sopalar ve flörelerden oluşan bir silah deposu oluşturuldu. Bir gün, flöreler kutularından çıkarıldı. Bir işçi: “Yirmi beş kişiyiz ama bana güvenmiyorlar çünkü bana bir makine gözüyle bakılıyor.” dedi. Daha sonra bu makine Quénisset oldu.
Planlanan şeyler giderek yayılıyor, her yeri sarıyordu. Kapısının önünü süpüren bir kadın, komşusuna şöyle diyordu: “Kaç gecedir mermi hazırlıyoruz.” Kent muhafızlarına seslenen bildirileri sokaklarda bağıra çağıra okuyorlardı. Bir bildiri şöyle imzalanmıştı: Burtot, şarap satıcısı.
Bir gün Lenoir Çarşısı’ndaki bir içki dükkânının karşısında, kapkara sakallı ve İtalyan ağzıyla konuşan bir adam, bir taşın üstüne çıkmış elindeki yazıyı coşkuyla okuyordu. Orada toplananlar alkışlıyorlardı. Halkı en fazla heyecanlandıran bölümler şöyleydi:
…Teorimiz engellendi, bildirilerimiz yırtıldı, ilancı arkadaşlarımız tutuklandılar. Pamuk üreticilerinin başına gelenler, çok sayıda kişinin aramıza katılmasını sağladı. Ulusların geleceği, karanlık saflarımızda hazırlanıyor. İşte şartlar: Etki ya da tepki, devrim ya da karşı devrim. Çünkü artık çağımızda miskinliğe ve uyuşukluğa yer yok. Ya ulus için ya da ulusa karşı, işte mesele bu. Bizi beğenmiyorsanız yıkın fakat o güne kadar ilerlememize yardım edin.
Bütün bunlar açıkça ve sesli olarak ifade ediliyordu. Daha da cesurca eylemlerden halk bile kuşkulanıyordu. 1832’nin 4 Nisan gününde oradan geçen bir yaya, bir taşın üstüne çıkmış ve avazı çıktığınca, “Ben Babeuf taraftarıyım!” diye haykırmıştı. Fakat bu, ahaliyi kuşkulandırmıştı çünkü Babeuf’ün ardından Gisquet’nin kokusu geliyordu. Oradan geçen biri: “Aşağılık mülkiyet! Solun muhalefeti korkak ve hain! Sağda olmak istediğinde devrim vaaz eder; yenilmekten kurtulmak için demokratik, savaşmak zorunda kalmasın diye Kralcıdır. Cumhuriyetçiler tüylü canavarlardır. Cumhuriyetçilere, emekçi sınıfların vatandaşlarına güvenmeyin.” Bir işçi: “Sus, casus yurttaş!” diye bağırdı. Bu ses çenesini kapatmaya yetti. Sır yüklü olaylar yaşanıyordu. Gün batımına doğru bir işçi kanal boyunda, şık giyimli birine rastlardı. O adam kendisine:
“Yurttaş, nereye böyle?” diye sorardı.
İşçi: “Mösyö, sizinle tanışma onuruna sahip olamadım henüz.” diye karşılık verirdi.
İyi giyimli adam ona şöyle derdi: “Evet ama ben seni çok iyi tanıyorum.” Sonra eklerdi: “Kaygılanma, ben komitenin adamıyım. Senin güvenilir biri olmadığını düşünüyorlar, dikkatli ol. Bir şey söyleyecek olursan, gözümüz üzerinde.” Daha sonra işçiyle el sıkışıp oradan ayrılırdı. Köşebaşlarında alesta duran polis sadece meyhanelerde değil, sokaklarda da alışılmadık konuşmaları not ediyordu. Bir dokumacı, ince işler yapan bir marangoza: “Listeye adını hemen yazdır.” diyordu.
“Neden?”
“Çünkü silahlar patlayacak bugünlerde.”
Sersefil kıyafetler içindeki iki yolcu, zenginlere olan düşmanlıklarını açıkça belirtiyorlardı:
“Bizi kim yönetiyor?”
“Mösyö Philippe.”
“Hayır, soylular.”
Onları “Elbette ki…” diyerek küçümsemek istemiyoruz; onlar sadece yoksullardı, açların da bazı hakları vardır. Bir başka gün, iki kişinin birbirleriyle şöyle konuştukları duyuluyordu. Biri diğerine: “Saldırı planımız kusursuz.” diyordu.
Trône Kapısı’nın sapağına çömelmiş dört kişi şöyle konuşuyordu: “Onun Paris’e bir daha girmemesi için her şeyi yapacağız.” Peki o kimdi? Korkutucu bir sır. Mahalledeki dedikodulardan anlaşıldığı kadarıyla, önemli liderler arka saflarda bekliyorlardı. Onların kararlara varmak için Saint-Eustache Sokağı’ndaki bir meyhanede buluştuklarından kuşkulanılıyordu. Mondétour Sokağı’nda yaşayan ve Terziler Yardımlaşma Derneği Başkanı olan Aug. isimli biri; diğer liderlerle Saint-Antoine arasında aracıydı. Fakat bu şefler hakkında fazla bilgi yoktu. Dahası, bu konuda söylenilen şu sözlerin etkisi hâlâ canlıdır. Sanıklardan biri, daha sonraları Mecliste kendisine sorulanlara, şu onurlu karşılığı vermişti:
“Liderleriniz kimler?”
“Kimseyi tanımıyorum, aslında kimseyi bir lider olarak görmedim.”
Bu kadar anlamlı fakat yine de belirsiz sözler, söylentiler dilden dile dolaşıyordu. Reuilly Caddesi’nde çalışan bir marangoz, yeni yapılan bir evin çevresindeki arsaya tahta paravanlar çakarken yerde bir mektup görmüştü. Üzerindeki sözler okunabiliyordu:
Değişik derneklere şubelerde yazılmaların önüne geçmek için komitenin önlem alması gerekir.
Ve not olarak şunlar eklenmişti:
Faubourg-Poissonniére Sokağı’nın 5 numaralı evinde, bir silahçının avlusunda beş-altı tüfek olduğunu öğrendik. Bizim bölümde hiç silah yok.
Bu yazıları bulan marangoz telaşlanmış ve mektubu komşularına göstermişti. Birkaç adım ileride, eline yine yırtık ve daha da manidar bir kâğıt geçti. Bu tuhaf belgelerin tarihî değerini düşünüp bunu aşağıda yayımlıyoruz:
Q/C/D/E
Bu listeyi yüreğinizle ezberleyin. Bunu yaptıktan sonra onu yırtın. Kabul edilen adamlara emirleri ilettiğinizde onlar da aynı şeyi yapacaklardır.
u og a' fe
Sağlık ve Kardeşlikle, L
Bu keşfin sırrına vâkıf olan kişiler, bu dört büyük harfin önemini ancak daha sonra öğrendiler. O dört harf Quinturions, Centurionlar, Décurionlar, Éclaireurs kelimelerine ve “u og a' fe” harflerinin anlamı bir tarih olarak 15 Nisan 1832 karşılık geliyordu. Her büyük harfin altında, çok karakteristik notların takip ettiği isimler yazılıydı:
Q. Bannerel. 8 tabanca, 83 fişek. Güvenli bir adam.
C. Boubiere. 1 tabanca, 40 fişek.
D. Rollet. 1 flöre, 1 tabanca, yarım kilo barut.
E. Tessier. 1 kılıç, 1 kargılık. Dakiktir.
Terreur. 8 silah. Cesurdur vb.
Aynı marangoz o boş arsada, üstü kurşun kalemle ama okunaklı biçimde şunların yazılı olduğu, yine gizemli bir liste bulmuştu:
Birlik. Blanchard: Abre-sec. 6.
Barra. Soize. Salle-au-Comte.
Kosciusko. Kasap-Aubry.
J. J. R.
Caius Gracchus.
Gözden geçirme hakkı. Dufond. Four.
Girondenlerin düşüşü. Derbac. Maubuée.
Washington. Pinson. 1 tüfek. 86 fişek.
Marseillaise.
Halkın egemenliği. Michel. Quincampoix. Kılıç.
Hoche.
Marceau. Platon. Arbre-sec.
Varşova. Tilly, “Populaire” çığırtkanı.
Bu listeyi bulan namuslu adam, hemen bunun anlamını çözdü: Bu liste, İnsan Hakları Örgütü’nün dördüncü yönetim dairesindeki üyelerinin listesiydi. Listede bölüm liderlerinin ad ve adresleri de vardı. Bugün artık bütün bu olaylar gece karanlığıyla kaplı olduğundan ve tarihe mal olduklarından, bunları yayımlamakta sakınca görmüyoruz. Bu arada, İnsan Hakları Örgütü’nün kuruluş tarihinin çok daha sonra olduğunu dikkate alırsak, bu bir taslak da olabilirdi. Bu arada kararlardan, sözlerden, yazılı belgelerden asıl yapılacaklar anlaşılmaya da başlanmıştı. Popincourt Sokağı’nda bir eskicide, bir dolabın çekmecesinde, yine aynı gri renkli yedi kâğıt parçası bulunmuştu. Bu kâğıtlar aynı renkli, dört köşeli kâğıtlardı. Bunlar da dörde katlanmıştı. Bu küçük kâğıtların üstündeki mermi biçimli bir kartta şunlar vardı:
Güherçile................................12 ons.[5 - Ons: Fransa’da 30,59 gram, İngiltere’de 28,349 grama denk gelen bir ağırlık birimi. (ç.n.)]
Kükürt.....................................2 ons.
Kömür.....................................21/2 ons.
Su...........................................2 ons.
Dolaba el konulduğunda çekmeceden ağır bir barut kokusu yükselmişti. Günlük çalışmasını bitirip evine dönen bir duvarcı, Austerlitz Köprüsü’ndeki bir bankta ufak bir paket unutmuştu. Bu paket karakola götürüldü, içinde iki bildiri bulundu. Bu bildiride Lahutiére imzası vardı, İşçiler Birleşin! isimli bir marş ve içi fişek dolu bir teneke kutu bulunmuştu. İçkilerini yudumlayan iki işçiden biri diğerine ne kadar terlediğini göstermek için elini ceketinin altına sokmasını istemişti. Arkadaşını yoklayan işçi, onun ceketinin içinde bir tabanca taşıdığını anladı. Père-Lachaise Mezarlığı’yla Trône Kapısı arasındaki tenha bir hendekte oynayan çocuklar, talaşlar ve çöpler arasında bir çuval bulmuşlardı. Çuvalda mermi kalıbı ve fişek yapmak için tahta bir torna, içinde barut tozları bulunan bir kutu ve eritilmiş kurşun izlerini taşıyan küçük bir tencere vardı. Bir sabah saat beşte, Pardon isimli bir yurttaş evinde fişek hazırlarken görüldü. Aynı adam, Barricade-Merry bölümüne üye olmuş, 1834 kalkışmasında öldürülmüştü. İşçilerin dinlendikleri vakitte, Picpus Kapısı ile Charenton Kapısı arasında, nöbetçilerin bulunduğu bir yolda, bir meyhane kapısının yanındaki iki duvar arasında iki adamın randevusu dikkati çekmişti. Onlardan biri ceketinin altından çıkardığı tabancayı arkadaşına veriyordu, tabancanın ıslandığını fark etti ve tabancayı tekrar doldurdu; kuru barut kattıktan sonra, birbirlerinden ayrıldılar. Daha sonraları Beaurbourg Sokağı’ndaki bir kalkışmada öldürülen Gallais isimli biri, evinde yedi yüz fişek ve yirmi dört tüfek mermisi bulunduğunu anlatarak caka satıyordu. Hükûmet günün birinde eline geçen bir bildiriden, bir mahallenin silahlandırıldığını ve iki yüz bin de fişekleri olduğunu öğrendi. Bir hafta sonra, otuz bin fişek dağıtıldı. İşin en tuhaf tarafı polisin bunlardan birine bile el koyamaması oldu. Ele geçirilen bir mektupta şunu okumuşlardı: Vakit yaklaştı, dört saat içinde seksen bin yurtsever silahlanacak.
Bütün bu politik isyanın yine de sakin geçeceğini söyleyebiliriz. Kaçınılmaz olan fırtına patlak vermek üzereydi. Henüz yer altında olan bu kalkışmada birçok tuhaflık vardı. Yaklaşan fırtınadan söz ediyordu herkes. Soylular bunu işçilerle tartışıyorlardı. Şu tür sözler ediliyordu: “Nasıl gidiyor gelmekte olan?” Bunu çok sıradan bir şey gibi soruyorlardı, tıpkı “Karınız nasıl?” der gibi. Moreau Sokağı’nda, bir mobilya taciri soruyordu: “Saldırı ne zaman?” Başka bir esnaf şöyle diyordu: “Çok yakında saldıracaklar, eminim. Bir ay önce on beş bin kişiydiniz, bugünse yirmi beş bin kişi oldunuz.” Esnaf tüfeğini veriyordu ve komşusu da hediye olarak yedi franga satmak istediği bir tabancayı isyancılardan birine uzatıyordu. Aslında ihtilal ateşi giderek harlanıyordu. Fransa’nın ve Paris’in her yerini sarmıştı bu ateş. Her yerde tek yürek atıyordu. Tıpkı insan bedeninde oluşan ve bazı iltihapların meydana getirdiği zarlar gibi gizli dernekler ülkenin her yerindeydi. Hem legal hem illegal olan, Halkın Dostları Örgütü’nden İnsan Hakları Derneği kurulmuştu. Bu dernek, bildirilerinden birine “Cumhuriyetin 40. Yılının Pluviôsa Ayı” tarihini atmıştı. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararlarına karşı çıkarak şubelerine daha sonra iptal edilecek isimleri vermekten çekinmiyorlardı. Şubelere şu isimleri vermişlerdi:
Mızraklar
Tehlike Çanı
Tehlike Topu
Frigyalı Başlığı
21 Ocak
Haytalar
Dilenciler
İleri Yürüyüş Robespierre
Seviye
Muvaffak Olacağız
İnsan Hakları Derneğinden, Hareket Derneğinin kurulması sağlanacaktı. Bunlar dernekten ayrılıp öne fırlayan sabırsız heveslilerden oluşan diğer birliklere yani asıl örgütlere katılmayı istiyorlardı. Üyeler, oraya buraya çekiştirilmekten şikâyet ediyorlardı. Örneğin, Galli Derneği ve Belediyelerin Örgütlenme Komitesi; Yayın İçin Özgürlük, Yayın ve Bireysel Özgürlük Derneği, Dolaylı Vergilere Karşı Halkın Eğitimi için örgütler… Daha sonra Eşit İşçiler Derneği de üç kısma ayrılıyordu: Eşitlikçiler, Komünistler ve Reformcular. Daha sonra Bastille Ordusu, bir onbaşının idaresindeki dört adam, bir çavuşun yönettiği on adam, bir teğmenin buyruğundaki yirmi kişi ve bir teğmenin emrindeki kırk kişiden oluşturuldu; orduda birbirlerini yakından tanıyan belki sadece on kişi çıkardı. Baştaki komitenin iki kolu vardı: Hareket Derneği ve Bastille Ordusu. Paris’teki dernekler diğer kentlerde kök salmışlardı. Lyon, Nantes, Lille ve Marsilya’nın da “İnsan Hakları” dernekleri vardı: Charbonnière ve Özgür Bireyler adlı dernekler; Aix’de de Congourde isimli bir dernek kurulmuştu, bu dernekten sizlere daha önce de bahsetmiştik.
Paris’te Saint Marceau Mahallesi de neredeyse Saint-Antoine Mahallesi kadar karışmış durumdaydı, okullar da mahalleler kadar karışıktı. Saint-Hyacinthe Sokağı’nda bir kahve, MathurinsSaint-Jacques Sokağı’ndaki Sept-Billards Meyhanesi, öğrencilerin lokalleri hâline gelmişti. Angers ve Aix’in Congourde’daki üyeleri ile birleşen ABC Dostları, değindiğimiz Kafe Musain’de toplanıyorlardı; bu gençler, zaman zaman da daha önce belirttiğimiz gibi Mondétour Sokağı’ndaki bir restoran olan Corinthe’de toplanırlar ancak bu toplantıları her zaman gizli yaparlardı. Diğer toplantılar herkese açıktı. Bir kovuşturmadan alınan şu diyalogdan, onların ne kadar cesur olduklarını görebilirsiniz:
“Bu toplantılar nerede yapılıyor?”
“Paix Caddesi’nde.”
“Kimin evinde?”
“Sokakta.”
“Orada hangi birimler vardı?”
“Sadece bir tanesi.”
“Hangisi?”
“Manuel birimi.”
“Lider kim?”
“Ben.”
“Siz hükûmete karşı çıkmak için çok gençsiniz, emirleri kimden alıyordunuz?”
“Merkez komiteden.”
Béford, Lunéville ve Epinal kalkışmalarından anlaşılacağı üzere, ordu da halk gibi karışmaya başlamıştı. Elli ikinci, beşinci, sekizinci, otuz yedinci ve yirminci süvari birliklerine güven duyuluyordu. Burgonya’da, güneydeki şehirlerde “Özgürlük Ağacı” dikiliyordu; bunlar aslında kırmızı başlıkları olan fenerlerdi. İşte durum böyleydi.
Konuyu anlatmaya başlarken söylediğimiz gibi, Saint-Antoine Mahallesi, içlerinde bu ayaklanmaya sabırsızlananların başında geliyordu; diğerlerine kılavuzluk edebilecek konumdaydı. Bir arı kovanı gibi kalabalık, karıncalar gibi çalışkan, cesur ve öfkeli bu mahalle, bir deprem heyecanıyla bekliyordu. Fakat bütün bu karmaşanın içerisinde bile herkes çalışmaya devam ediyordu. Evlerin çatı katlarında saklanan öyle acılar, öyle mahrumiyetler vardı ki bunları kelimelerle ifade etmek mümkün değildi. Bu tavan aralarında, aslında zekâ ile mahrumiyetin birbirlerine yaklaşmalarından felaketlerin doğabileceği nitelikte nadiren görülen dâhiler de yaşıyordu. Saint-Antoine Mahallesi’nin, ihtilallerin doğal olarak ortaya çıkardığı şekilde ticari krizin, iflasların, grevlerin ve işsizliklerin sonuçlarının hedefi olmasından dolayı başka sorunları da vardı.
Kalkışmalarda vurduğu darbenin dönüp kendisine gelebilme olasılığı olduğundan yoksulluk gerekçe ve etkiler oluştururdu. Gururlandıran özelliklerle dolu, içten içe kaynayan, hep çarpışmayı bekleyen, patlamalara hazır, daima öfkeli bir halk; parlamak için bir kıvılcım bekliyordu. Saint-Antoine Mahallesi, Paris kapılarındaki sıkıntıların ve düşüncelerin cephaneliğidir aslında. Daha önce okuduğumuz satırlarda da belirttiğimiz gibi, Saint-Antoine Mahallesi’nin meyhaneleri, tarihî bakımdan çok tanınan yerlerdir. Bu isyan günlerinde, sözler insanı şaraptan daha fazla sarhoş eder. Orada sanki geleceği gören ruhlar ve gelecek sezilir. Saint-Antoine Mahallesi’ndeki meyhaneler, tıpkı Roma’nın yedi tepesinden biri olan Mont-Aventin’de, büyücü kadının ini üzerinde yükselen ve gelenlere o derin nefesleri saçan meyhanelere benzer. Orada Ennius’un bahsettiği büyücünün meyinden içilir, yani Saint-Antoine Mahallesi aslında halkın bir nevi deposu gibidir. Devrimci sarsıntının açtığı çatlaklardan halkın egemenliği sızar. Belki bu egemenlik de arada bir hatalı davranır, herhangi bir kuruluş gibi yanılabilir ama bunlara karşın yüceliğinden hiçbir şey kaybetmez. Halkın egemenliği için Yunan mitolojisindeki o tek gözlü devden söz ederken kullanılan “lngens” adı da kullanılabilirdi. 93 yılında bile düşünülen tek şey vardı, o da Saint-Antoine Mahallesi’nden ya yabancı lejyonlar ya da cesur bir ordunun çıkmasıydı. Yabancı derken aslında bu kelimenin özünü de açıklamak gerekir. İhtilal kargaşasının ilk günlerinde, perişan olan o eski Paris’in üstüne yürüyen, öfkeli, vahşi, bağıran halk, elinde bir topuz ya da bir mızrakla her tarafa saldırıyordu; bu insanlar sadece baskının ve zulmün sona ermesini, kılıçların kınlarına sokulmasını, erkek için iş, çocuk için eğitim, kadın için sosyal anlayış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, herkese ekmek, herkese düşünme hakkı tanınmasını, dünyanın cennete dönüşmesini ve gelişmesini, insanlığın yükselmesini istiyorlardı. Bu kutsal kavramı, iyi ve güzeli, ilerlemeyi, gelişmeyi yürekten istiyorlardı. Ellerinde balta, yarı çıplak, paçavralar içerisinde darmadağın adamlar; resmen kükreyerek isteklerini dile getiriyorlardı. İşte onlara yabancı, belki de yadsınamaz biçimde vahşiler diyebilirdiniz. Barbarlara benzeseler de kurtarıcı olan bu kişiler; bu hakkı saldırarak, şiddetle insanoğlunun gözünü korkutarak, şiddetle tehdit ederek elde etmeye çalışıyorlardı. Yüzlerinde gecelerin maskesi vardı fakat ışıkla dileniyorlardı. Bir de onların karşılarında duran başka bir grup daha vardı: Saten işlemeli ve dantelli elbiseler içinde, beyaz tüylerle süslü, ellerinde sarı eldivenler, ipek çorap ve rugan pabuçlar giyinmiş bu kişiler mermer bir ocağın korunması için uysal bir sesle direnirlerdi. Bunlar Orta Çağ prensiplerinin, ilahi hakkın, cehaletin, tutsaklığın, idam cezalarının sürmesi için üsteliyorlardı ve kılıçtan, insanların diri diri yakılmalarından ve darağacından yanaydılar. Bize gelince seçme hakkımız olsa bu uygarlık vahşileriyle, barbarların uygarları arasında, muhtemelen bu barbar olan grubu tercih ederdik. Neyse ki insanoğlunun ne ileri ne de geri dönüşü mecburi olmadığından ne zorbalığı ne de şiddeti içerir, Tanrı’ya başka bir alternatif daha bulunmaktadır. Bizler elbette ki ilerlemeye taraftarız ancak bunu sükûnetle yapmayı istiyoruz. Ve düşünülecek olursa Tanrı da bunu sağlamaktadır zaten… Ne zorbalık ne de şiddet.
İlerleme yanlısıyız ama uysalca.
VI
Enjolras ve Teğmenleri
Enjolras, o günlerde muhtemel bir isyanı dikkate alarak gizlice bir araştırma girişiminde bulundu ve Kafe Musain’e gitti. Enjolras, konuşmasına gizemli bazı metaforlar yerleştirerek konuştu:
“Nerede durduğumuzu ve kime güvenebileceğimizi bilmemiz yerindedir. Savaşçılar gerekliyse sağlanmalıdır. Vuracak bir şeye sahip olmamız kimseye zarar veremez. Yolda boğalar varken yoldan geçenlerin boynuzlanma olasılığı, boğaların olmadığı zamana göre her zaman daha fazladır. Bu nedenle, sürü üzerinde biraz düşünelim. Kaç kişiyiz? Bu görevi yarına ertelemek söz konusu değil. Devrimciler her zaman acele etmelidir, ilerlemenin kaybedecek zamanı yoktur. Beklenmedik şeylere güvenmeyelim. Hazırlıksız yakalanmayalım. Yaptığımız tüm dikişlerin üzerinden geçmeli ve sağlam olup olmadıklarına bakmalıyız. Bu iş, bugün sonuçlanmalı. Courfeyrac, Politeknik Okulu öğrencilerini göreceksin. Dışarı çıkmak için onların günüdür. Bugün çarşamba. Feuilly; sen de Glacière’dekileri göreceksin, değil mi? Combeferre bana Picpus’a gideceğine söz verdi. Orada mükemmel birçok grup olacak. Bahorel, Estrapade’ı ziyaret edecek. Prouvaire, duvarcılarla konuşacak; bize Grenelle-Saint-Honoré Caddesi locasından haberler getireceksin. Joly, Dupuytren’in klinik dersine gidecek ve tıp fakültesinin nabzını tutacak. Bossuet mahkemede biraz dolaşacak ve genç hukukçularla konuşacak. Cougourde’un sorumluluğunu kendim alacağım.”
Courfeyrac: “Her şey tamam o zaman.” dedi.
“Hayır.”
“Başka ne var?”
“Çok önemli bir şey.”
“Nedir?” Courfeyrac sordu.
“Maine Kapısı.” diye yanıtladı Enjolras. Enjolras bir an derin düşüncelere dalmış gibi kaldı, sonra devam etti:
“Maine Kapısı’nda heykeltıraşların atölyelerinde mermerciler, ressamlar ve kalfalar var. Hevesli bir ailedir ancak soğumaya da eğilimlilerdir. Bir süredir onlara ne olduğunu bilmiyorum. Başka bir şey düşünüyorlar. Azimlerini kaybetmiş gibiler. Zamanlarını domino oynayarak geçiriyorlar. Birinin gidip onlarla biraz konuşmasına acilen ihtiyaç var ama kararlılıkla. Richefeu’de buluşuyorlar. Saat on iki ile bir arasında orada bulunacaklar. Bu küller bir parıltıya dönüşmelidir. Bu iş için genel olarak iyi bir adam olan o dalgın Marius’e güvenmiştim ama artık bize gelmiyor. Maine Kapısı için birine ihtiyacım var. Hiç kimsem yok.”
“Ya ben?” dedi Grantaire. “Ben varım.”
“Sen mi?”
“Ben.”
“Sen cumhuriyetçileri bilinçlendireceksin! İlke adına soğuyan yürekleri ısıtacaksın!”
“Neden?”
“Bunu yapabilir misin?”
Grantaire, “Bu yönde de becerilerim var.” dedi.
“Hiçbir şeye inanmıyorsun.”
“Sana inanıyorum.”
“Grantaire, bana bir hizmette bulunacak mısın?”
“Herhangi bir şey. Botlarını boyayayım mı? Ne istersen!”
“Pekâlâ, işlerimize karışma. Ayık kal sadece.”
“Sen bir nankörsün, Enjolras.”
“Maine’e gidecek adam sen misin? Yapabilirsin, öyle mi!”
“Ben Grès Sokağı’ndan inebilir, Saint-Michel Meydanı’nı geçebilir, Monsieur-le-Prince Sokağı’ndan sapıp Vaugirard Sokağı’na girebilir, Carmes Manastırı’nı geçebilir, Assas Sokağı’ndan dönebilirim. Cherche-Midi Sokağı’na ulaşmak, arkamda Conseil de Guerre’yi bırakmak, Vieilles-Tuileries Sokağı’ndan yürümek, bulvarı uzun adımlarla geçmek, Chaussee du Maine’i takip etmek, kapıyı geçmek ve Richefeu’ye girmek için yeterince bilgim var. Ben bunu hallederim. Ayakkabılarım buna müsait.”
“Richefeu’de buluşan şu yoldaşlar hakkında bir şey biliyor musun?”
“Pek değil. Biz birbirimize sadece senin gibi hitap ediyoruz.”
“Onlara ne söyleyeceksin?”
“Onlara Robespierre’den, Danton’dan bahsedeceğim. İlkelerden söz edeceğim.”
“Sen mi?”
“Ben. Ama buna pek güvenemiyorum. Başladığımda çok kötüydüm. Prudhomme okudum, Toplum Sözleşmesi’ni biliyorum. İkinci yılın anayasasını ezbere biliyorum. ‘Bir yurttaşın özgürlüğü, başka bir yurttaşın özgürlüğünün başladığı yerde biter.’ Beni vahşi mi sanıyorsun? Çekmecemde cumhuriyetin eski bir kâğıt parası var. İnsan hakları, halkın egemenliği, elbette! Hatta biraz Hébertist’im. Altı saat boyunca en mükemmel gevezeliği yapabilirim, izleyip gör.”
“Ciddi ol.” dedi Enjolras.
“Ben müthişim.” diye yanıtladı Grantaire.
Enjolras birkaç dakika düşündükten sonra kararlı bir işaret vererek: “Grantaire.” dedi ciddi bir tavırla. “Seni denemeye razıyım. Maine’e gideceksin.”
Grantaire, Kafe Musain’in çok yakınındaki mobilyalı pansiyonlarda yaşıyordu. Dışarı çıktı ve beş dakika sonra geri döndü. Eve Robespierre yeleği giymek için gitmişti. İçeri girerken “Kırmızı!” dedi ve dikkatle Enjolras’a baktı. Sonra enerjik avucuyla yeleğin iki kırmızı ucunu göğsünün üzerine koydu.
Ve Enjolras’a yaklaşarak kulağına fısıldadı:
“Rahatla.”
Kararlı bir şekilde şapkasını taktı ve gitti.
On beş dakika sonra, Kafe Musain’in arka salonu boşalmıştı. ABC Dostlarının hepsi Enjolras’ın kendilerine verdiği görevi yapmak için ayrılmışlardı. Kendisine en zor görev olan Cougourde’yu ayıran delikanlı, en son çıktı. Aix şehrinin Cougourde Topluluğu’ndakiler Paris’te olduklarında, şehir dışındaki tenha taş ocaklarında toplanırlardı. Enjolras, Issy Çayırı’na doğru gitti. Bu randevu yerine giderken Enjolras, durumu aklında inceliyordu. Olan bitenin ciddiliği apaçık ortadaydı. Bir tür toplumsal salgının belirtileri olan olaylar el altından ilerlerse en küçük bir kargaşa onlara engel olur, ilerlemelerini önlerdi. İşte böylesi şaşılacak olaylar harabeleri ve yeniden doğuşları oluşturur. Enjolras yaklaşan aydınlığın umut ışıklarını görebiliyordu, belki de bekledikleri vakit çoktan gelmişti. Halkın hakkına kavuşması ne kusursuz bir şey olurdu! Devrim, muhteşem bir şekilde Fransa’yı tekrar ele geçirecek ve dünyaya şöyle diyecekti: “Arkası yarın!” Enjolras her tarafta kaynayan kazanlardan mutluydu, artık Paris’in sokaklarına dağılmış hâlde bir sürü dostu vardı. Enjolras aklında Combeferre’in keskin felsefi konuşması, Feuilly’nin kozmopolit heyecanı, Courfeyrac’ın zindeliği, Bahorel’in acıtan alaylarıyla aynı zamanda her yerde tutuşacak bir kıvılcımı tasarlıyordu. Herkes işbaşındaydı, bu yüzden de emeklerinin mahsulünü kısa sürede alacaklarını da biliyorlardı. Sonra aklına bir anda Grantaire geldi. “Nasıl olsa Maine Kapısı yolumun üstünde, oradan birazdan geçeceğim. Richefeu’ye kadar uzanıp bakalım, Grantaire neler yapıyor. Buradan ayrıldığında çok iddialıydı, dilerim başarılı olur.” diye aklından geçiriyordu, yürümeye başladığında. Vaugirard Kilisesi’nin çan kulesinde saat biri çaldığında Richefeu’nün yerine geldi. Kapıyı iterek içeri girdi, her yer dumanlıydı, masalar sigara içenlerle doluydu. Tütünden kaynaklanan bu koyu duman altında, birbiriyle tartışan iki ses yükseliyordu. Grantaire’le, onun görüşlerini düşmanca gören birinin sesiydi bu. Grantaire lekeli ve dominolarla kaplı mermer bir masada oturuyordu. Kimi zaman yumruğunu mermere indiriyordu. Enjolras şu konuşulanları dinledi:
“Çift altı.”
“Dörtlü.”
“Domuz! Başka bir şeyim yok.”
“Sen öldün. Bir-iki.”
“Altı.”
“Üç.”
“Bir.”
“Bu benim hamlem.”
“Dört puan.”
“Fazla değil.”
“Senin sıran.”
“Çok büyük bir hata yaptım.”
“İyi yapıyorsun.”
“On beş.”
“Yedi tane daha.”
“Bu beni yirmi iki yapar.” (Düşünceli bir şekilde) “Yirmi iki!”
“Çift altıyı beklemiyordunuz. Başta koysaydım tüm oyun değişirdi.”
“Yine iki.”
“Bir.”
“Bir! Peki, beş.”
“Benim hiç yok.”
“Senin oyunundu sanırım?”
“Evet.”
“Boşluk.”
“Ne şansı var! Ah! Şanslısın! İki.”
“Bir.”
“Ne beş ne bir. Bu senin için kötü.”
“Domino.”
“Lanet olsun!”
İkinci Kitap
Éponine
I
Tarla Kuşu’nun Çayırı
Marius, tanık olduğu beklenmedik şeylere karşı neler yapması gerektiğini düşünmüştü. Fakat Javert ele geçirdiği adamları üç arabayla taşıyıp yıkıntıdan çıkar çıkmaz delikanlı da dışarı süzüldü. Saat gecenin dokuzuydu. Marius soluğu Courfeyrac’ın evinde aldı. Courfeyrac politik suçları yüzünden artık Quartier Latin’de kalmıyordu, Verrerie Sokağı’na taşınmıştı. Bu mahalle o yıllarda devrimcilerin çok sevdikleri bir yerdi. Marius, gelir gelmez arkadaşına: “Bu gece sende kalmaya geldim.” dedi. Courfeyrac, yatağındaki iki şilteden birini yere serdi ve ona “Burada yatarsın.” dedi.
Ertesi sabah saat yedide Marius, Gorbeau harabesine döndü. Madam Buogon’a kira borcunu ödedi; bir arabaya kitaplarını, yatağını, masasını, dolabını, iki sandalyesini yükledi ve adresini vermeden oradan ayrıldı. Javert öğleüzeri, Marius’ü bir gün önceki olaylar için sorgulamak üzere geldiğinde evde sadece Madam Bougon vardı. Marius yerini bildirmeden taşınmıştı. Kapıcı kadın da kendisine bunu söyledi. Madam Bougon da Marius’ün geceleri tutuklanan hırsızların suç ortağı olmasından kuşkulanıyordu. Mahalledeki diğer kapıcı kadınlarla bu konuda dedikodu yaparken şunları söylemişti: “Kimin aklına gelirdi ki bir kız kadar utangaç olan o delikanlının bu kadar kötü biri olacağı! Hiç aklıma gelmezdi.” Marius’ün bu telaşlı taşınma için iki nedeni vardı: İlk olarak toplumsal çirkinlik ve kötülüklerin bazılarına tanıklık etmişti. Zenginlikten bile çok kötü olan yoksulluğun, sefil yalancılığına şahit olmuştu. İkinci nedeni ise Thénardier’ye karşı açılacak davada tanıklık yapmak istemiyordu. Javert, ismini bile unuttuğu o delikanlının korkup kaçtığını ya da kim bilir, belki de kendisine haber verdikten sonra odasına dönmediğini düşündü. Yine de onu bulmak için uğraştı ama bir sonuç alamadı. Bir ay geçti, sonra bir ay daha, Marius hâlâ Courfeyrac’la birlikte yaşıyordu ve mahkeme salonlarının müdavimi olan stajyer bir avukattan, Thénardier’nin bir hücrede tutulduğunu öğrenmişti. Pazartesi günleri Marius, La Force Cezaevinin gardiyanına Thénardier’ye verilmesi için beş frank bırakıyordu. Artık parasız kalan Marius, bu parayı Courfeyrac’tan ödünç alıyor ve hayatında ilk kez birilerine borçlanmak zorunda kalıyordu. Onun her hafta aldığı bu para, beş frangı veren Courfeyrac için anlaşılması olanaksız bir şeydi. Her pazartesi bu parayı alan Thénardier de bunun kimden geldiğini bilmiyordu. Courfeyrac, sürekli olarak “Acaba bu parayı ne için harcıyor?” diye kendi kendine sormaktan vazgeçemiyordu. Marius yeniden korkunç acılar içerisinde kıvranmaya başlamıştı; ne yapması gerektiğini bilmiyor, kendisini bir çıkmazın içine düşmüş gibi hissediyordu. Bu dünyada tek gayesi ve tek umudu olan o iki kişiyi tam bulacağı sırada, kader yine onları ortadan yok etmişti. Bütün olan bitenin ardından, onlara ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Hatta onun bunca zamandır adını “Ursule” diye tahmin ettiği kızın gerçek adını dahi bilmiyordu. Ancak en azından “Tarla Kuşu” olarak bir lakabı olduğunu öğrenmişti. Yaşlı adamın polisle gerçekten başı belada olabilir miydi? Sonra birden Invalides Sokağı civarında gördüğü ihtiyar işçi geldi aklına, sanki o adamla Mösyö Leblanc aynı adamlardı. Belki de çok kahramanca davranışlarının yanı sıra şüphe çeken de bu adam tanınmamak için kılık değiştiriyor olabilirdi. Neden kaçıyordu acaba? Acaba gerçekten kızın babası mıydı? Thénardier’nin tanıdığını öne sürdüğü adam mıydı? Belki de Thénardier yanılmış olabilirdi. İşte bütün bunlar, cevabı zor sorulardı. Ancak yine tüm bunlar melek gibi görünen o genç kızın onun üzerinde bıraktığı etkiyi eksiltmiyor, Marius’ün ateşler içerisinde yandığı acılara düşmesine neden oluyor, gözlerinin ferini alıyor, yüreğini dağlıyordu. Aşkı dışında her şey silinmişti onun için. Aşkın bile o içgüdülerini, o ışıltılarını kaybetmişti. Aslında bizi yakan bu ateş, çoğu zaman dışarısı için faydalı olan ışıkları da yayar bize. Marius tutkunun o sessiz önerilerini de artık duymuyordu. Bundan sonra, artık o hiçbir zaman, “Şuralara gidip bir baksam mı?” diye bir soru sormuyordu kendisine. Ursule ismini veremeyeceği o güzel kız herhâlde bir yerlerde olmalıydı ama ondan hiçbir işaret bulamadığı için, Marius onu nerede araması gerektiğini bilmiyordu. Bütün hayatı, koyu bir sis ve keskin kararsızlık olarak iki kelimede toplanmıştı. Marius, bütün içtenliğiyle onu bir daha görebilmek istiyor fakat artık umut bile edemiyordu. Ayrıca yine o sefil hâllerine geri dönmüş, beş parasız kalmıştı. Bütün bu sıkıntılar arasında uzun zamandan bu yana bütün çalışmalarını ihmal etmiş, işlerini de kaybetmişti. Aslında büyük bir hata yapıyordu, bu şekilde kendisini daha büyük bir çıkmaza sokuyordu. Bu önüne geçilemeyen bir alışkanlık hâlini almıştı artık; doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Önemsiz dozlarda alınan bir sakinleştirici gibi biraz hayal kurmak da iyidir, işleyen bir zekânın zaman zaman azalmış olan ateşlenmesini geçirir ve beyinde uyandırdığı uysal ve taze bir arı düşüncenin sert kenarını yumuşatıp belirli yerlerde boşluklar yaratır, böylece düşüncelerin aralığını esneterek bütünleri birleştirirdi. Ancak daha ileri gidecek olursa uçurumun dibini boylardı. Düşünce zekânın emeğidir ama düş, zekânın zevkidir sadece. Düşüncenin yerine hayalleri koymak, insanı sonunda umutsuzluğa taşıyabilirdi ve daha öncesinden hatırlayacağınız üzere Marius, hayata atıldığı ilk dönemde de aynı hatayı yapmıştı. Sonra aşk, tutku geldi ve bir hayalin kucağından diğer hayalin kucağına atıldı. İnsan artık evinden sadece hayal kurmak için çıkarsa tembelleşir ve ulaşacağı tek yer mutlak karanlıktır. Çalışmadığı sürece para da kazanamıyor, böylece ihtiyaçları da her geçen gün artıyordu. Hayal kuran insan, özünde her zaman eli açık ve mahzundur ancak bu onun hayata tutunmasına korkunç bir engeldir. Böylesi bir hayatta iyi ile kötü iç içe girer. Uysallık kötüyse de eli açıklık sağlıklı ve iyi bir şeydir. Fakat yoksul, cömert ve asil olduğu hâlde çalışmayan bir insan mahvolmuş demektir. Gelirler azalır, ihtiyaçlar her geçen gün boyunu aşar. En namuslu ve en dayanıklı insanlar gibi en zayıf ve en kusurlular da bu lanetli boşluğa sürüklenir, bu boşluk da kesinlikle intihar ve cinayetin bulunduğu bir çıkmazda sona erer. Böyle bir insan sadece hayal kurmak için evden çıktığı bir gün, hayatına da son verebilir.
Aşırı hayalcilik, sadece Escousse ve Lebrasları yaratır. Marius gözlerini artık göremediği sevgiliye çevrili hâlde o yokuşu yavaş adımlarla iniyordu. Burada bahsettiklerimiz size tuhaf ve aşırı gelebilir ancak hepsi, kelimesi kelimesine doğrudur. Ortadan kaybolan birinin hatıraları insanı yakar kavurur, onu kesinlikle eritip tüketene kadar peşini bırakmaz. Marius’ün aklında fikrinde, gecesinde ve gündüzünde sadece o sevdiği kız vardı ve artık hiçbir şey düşünemeyecek durumdaydı. Eski giysisinin giyilemeyecek hâlde olduğunun, yenisinin eski bir paçavraya döndüğünün, gömleklerinin ve şapkasının eskidiğinin, ayakkabılarının parçalandığının hatta ve hatta bütün hayatının darmadağın olduğunun bile farkında olmadan sürekli olarak, “Keşke onu tekrar görebilsem!” diyerek oradan oraya savruluyordu. Kızın ona sevgiyle bakan bakışlarını bir kez olsun görmüştü en azından ve tek tesellisi de buydu. Genç kız, Marius’ün ismini bile bilmeden onun ruhunu tanımıştı ve kim bilir belki de şimdi bulunduğu yerde bile hâlâ kendisini sevmeyi sürdürüyordu. Marius onu nasıl düşünüyorsa belki o da kendisini düşünüyordu. Kimi zaman, her sevenin düşüneceği gibi, “Belki o da benim onu düşündüğüm gibi beni düşünüyordur.” diyerek kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Hemen sonrasında bu yanılgılara kendisi de inanmayarak başını sallardı fakat böyle düşündükten sonra ruhuna umuda benzeyen ışıkların saçıldığını hissediyordu. Bazen de “ona yazmak” adını verdiği bir eylemle, bazı geceleri büyük bir kederle bir deftere ona dair en derin duygularını yazıyordu. Tüm bu anlattıklarımızdan Marius’ün delirdiğini düşünmenizi istemeyiz, aksine o sadece yaşadığı büyük umutsuzluktan çalışma yeteneğini kaybetmişti. Bu duyguların etkisiyle aslında hiçbir şeyi dikkatinden kaçırmıyor, hiçbir şey onu yanıltmıyordu. Her an hayatın, insanlığın ve yazgının anlamına bir şeyler ekliyor; en derin acıların içerisinde bile kendisini mutlu hissediyordu. Günler günleri, haftalar haftaları takip ediyor; Marius artık gidebileceği bir yol olmadığını her geçen gün daha şiddetle hissediyordu. “Tanrı’m, onu bir daha asla göremeyecek miyim?” diye sürekli olarak kendi kendine soruyordu. Saint-Jacques Sokağı’na gelindiğinde, şehir kapısının ardından yüründüğünde, cadde içine girilerek sola dönüldüğünde; Santé Sokağı’na, sonrasında da Glacière’e çıkılıyordu. Küçük bir nehir olan Gobelins Deresi’nin kıyılarına gelmeden önce bir çayır görünüyordu. Burası, uzun bir kemer gibi Paris caddelerini sarıyordu ve bu caddelerin arasında insanın tek oturmak istediği yer Ruysdael idi. Yemyeşil çayırlık bir alan, iplerde kuruyan çamaşırlar, XIII. Louis zamanından kalma çatı katı pencereleriyle tuhaf bir şekilde delinmiş ve bahçıvanların oturdukları bir çiftlik olması; virane çitler ve söğütler altından huzur içinde akan bir dere, kadınların çamaşır yıkarken söyledikleri şarkılar, uzaklarda görünen Panthéon, Sağır-Dilsizler Yurdu, Val-de-Grâce ve daha ileride Notre Dame Kilisesi’nin sade manzarası ve bütün bunlardan yükselen muhteşem bir güzellik, insanı tam anlamıyla büyülüyordu. Ancak bu kadar güzel olmasına rağmen buralara pek kimse gelmez, sadece ara sıra birkaç at arabası gelip geçerdi. Marius bir gün yürüyüşü sırasında, o derenin kenarına geldi. O gün de rastlantıyla oradan biri geçiyordu. Marius manzaradan büyülenmiş bir hâlde, adama sordu: “Adı nedir buranın?”
“Tarla Kuşu, denir buraya.” dedi adam ve ekledi: “Efsaneye göre Ulbach burada Ivryli çoban kızı öldürmüş.”
Bu konuşmadan Marius’ün aklında kalan tek şey ise “Tarla Kuşu” ismi olmuştu. Hayalci biri çoğu zaman tek bir kelimenin etkisiyle donup kalır, düşüncelerin tamamı sadece o kelimenin üzerinde odaklanırdı. Tarla Kuşu ismi Marius’e sevdiği kızı hatırlatmıştı, zihninde artık onu Ursule diye yaşatmadığından ona böyle hitap ediyordu. “Dur.” dedi kendi kendine, bu gizemli yanlara özgü bir tür mantıksız sersemlikle. “Burası onun çayırı. Şimdi nerede yaşadığını biliyorum.”
Saçmaydı ama karşı konulamazdı.
Ve her gün Tarla Kuşu Çayırı’na gitmeye başladı.
II
Embriyo Olan Suçların Cezaevlerindeki Kuluçkası
Javert, başarmış olduğu işten memnun olmasına rağmen Gorbeau Evi’nde oluşan karmaşanın ardından şüpheli ve haydutları ele geçirmişti; elleri bağlı bulunan ve çok değerli olduğu belli olan adamı elinden kaçırmış olması onu kaygılandırıyordu. Ayrıca, Montparnasse da Javert’den kaçmıştı. O “şeytanın züppesi”ni yakalamak için başka bir fırsat beklenmeliydi maalesef. Aslında Montparnasse, bulvarın ağaçlarının altında nöbette dururken Éponine ile karşılaşmış ve babasıyla Schinderhannes yerine kızıyla Nemorin olmayı tercih ederek onu götürmüştü. Bunu yapması iyi olmuş, böylece özgür kalmıştı. Éponine’e gelince Javert onun yakalanmasına neden olmuştu, en azından bununla kendisini teselli ediyordu. Éponine, Les Madelonettes’te Azelma’ya katılmıştı. Ve nihayet, Gorbeau Evi’nden La Force’a giderken başlıca mahkûmlardan biri olan Claquesous da ortadan kaybolmuştu. Bunun nasıl gerçekleştiği bilinmiyordu; polis ajanları ve çavuşlar bunu kesinlikle anlayamamışlardı. Kendisini buhara çevirmiş, kelepçelerden sıyrılmış, arabanın yarıklarından sızmış ve kaçmıştı; tüm söyleyebildikleri, hapishaneye vardıklarında Claquesous’nun olmadığıydı. Bunda ya cinlerin ya da polisin parmağı vardı. Claquesous, sudaki bir kar tanesi gibi gölgelerin içinde erimiş miydi? Polis ajanlarının açık bir şekilde bu duruma göz yumması mı söz konusuydu? Bu adam düzen ve düzensizliğin ikili muammasına mı aitti? İhlal ve baskı ile eş merkezli miydi? Bu sfenksin ön patileri suçta ve arka patileri otoritede miydi? Javert bu tür tavizleri kabul etmeyen bir karaktere sahipti ve bu tür tavizlere karşı sert bir tavır takınırdı ama ekibinde kendisinden başka, belki de emniyetin sırlarına astları olmalarına rağmen ondan daha vâkıf olan başka müfettişler de vardı ve Claquesous o kadar kötü bir adamdı ki çok iyi bir ajan da olabilirdi. Yeraltı hayatının bütün inceliklerini bilen biri, hem hırsızlık hem de polis için çok uygundur. Bu tip katiller iki yanı keskin bıçaklara benzer. Yine de ne olursa olsun kaybedilen Claquesous bir daha bulunamadı. Javert de buna hem içerledi hem şaşırdı fakat öfkesi müthişti. Marius’e gelince Javert, ismini bile unuttuğu o avukatı o kadar önemsememişti. Aslında bir avukat nasıl olsa bulunurdu ama o adamın bir avukat olduğundan bile emin değildi ki! Soruşturma başlatılmıştı.
Yargıç, Patron Minette çetesinin bu adamlarından birinin gevezelik edeceğini umarak yakın bir yere koymamanın uygun olacağını düşünmüştü. Bu adam Petit-Banquier Sokağı’nın uzun saçlı adamı Brujon’du. Charlemagne Avlusu’nda serbest bırakılmıştı ve gözcülerin sıkı takibindeydi. Bu Brujon ismi aslında La Force Cezaevinin anılarındadır. Yeni Bina’nın avlusunda, “Aslanlı Çukur” isimli korkunç yerde; üstü lekelerle dolu, çatlaklarla, yarıklarla aşınmış, çatıya dek yükselen duvarda açılan paslı bir demir kapıdan eski günlerde düklerin sarayı olan La Force’un kilisesine geçilirdi. Solda çatılarla aynı hizaya gelen, La Force’un dük konutunun eski şapeline açılan paslı demirden eski bir kapının yanında; daha sonra haydutlar için bir yatakhaneye çevrilen, on iki yıl önce bir çiviyle kabaca taşa oyulmuş bir tür kale ve onun altında şu imza hâlâ görülebiliyordu:
BRUJON, 1811
1811’in Brujon’u, 1832’deki Brujon’un babasıydı. Okuyucunun Gorbeau Evi’nde bir anlığına yakaladığı Brujon; şaşkın ve kederli bir havaya sahip, çok kurnaz ve hünerli bir gençti. Yargıç; bu kederli havanın bir sonucu olarak onu Charlemagne Avlusu’nda, hapsinden daha yararlı olacağını düşünerek serbest bırakmıştı. Hırsızlar adaletin eline düştükleri için mesleklerine ara vermezler. Böyle önemsiz bir şey tarafından becerilerinin sönmesine de izin vermezler. Bir suçtan cezaevinde olmak, başka bir suça başlamamak için bir neden değildir. Salonda tek bir resmi olan, stüdyolarında yeni bir eser için her şeye rağmen emek veren sanatçılardır onlar. Brujon, hapishane yüzünden sersemlemiş görünüyordu. Bazen Charlemagne Avlusu’ndaki kantin penceresinin önünde, saat başı birlikte dururken veya şu sözlerle başlayan sefil fiyatlar listesine bir aptal gibi bakarken görülebilirdi: sarımsak, 62 santim ve sigara, 5 santim. Ya da zamanını titreyerek, dişlerini gıcırdatarak, ateşi olduğunu söyleyerek ve ateşliler koğuşundaki yirmi sekiz yataktan birinin boş olup olmadığını sorarak geçirdi. 1832 Şubat ayının sonlarına doğru o uyuklayan adam Brujon’un, kurumun ayakçıları tarafından kendi adı altında değil; üçü adına üç farklı komisyonun yürütüldüğü keşfedildi ve başgardiyanın dikkatini çeken fahiş bir harcama olan elli meteliğin tamamına mal oldu onların bu planı. Hemen araştırma yapıldı ve tutukluların oturma odalarında asılı fiyatlardan elli meteliğin şöyle dağıtıldığı öğrenildi: O üç siparişten biri, Panthéon’a on metelik; biri Valde-Grâce’a on beş metelik ve diğeri de Grenelle Kapısı’na yirmi beş metelik. Oysa Panthéon, Val-de-Grâce ve Grenelle Kapısı’nda azılı üç hırsız bulunuyordu. Bunlar Bizarro lakabını taşıyan Kruideniers, cezasını çekip serbest bırakılan bir forsa olan Glorieux ve Barre-Carosse idi. Bu adamların Patron Minette üyeleri olduğu düşünülüyordu; bu liderlerden ikisi, Babet ve Gueulemer yakalanmıştı. Evlere değil, sokakta kendilerini bekleyen kişilere gönderilen mesajların işlenen bir suçla ilgili bilgiler içermesi gerektiği varsayıldı. Başka kanıtlara da sahiplerdi, üç serseri yakalandı ve Brujon’un entrikalarından birinin açığa çıkarıldığına inanıldı. Bu önlemler alınmadan üç hafta önce, bir gece, Yeni Bina yatakhanesini kontrol eden bir gardiyan denetleme jetonunu kutuya atarken ki nöbetçilerin görevlerini yapıp yapmadıklarını kontrol etmek için bu yönteme başvururlardı, yatakhane penceresinden Brujon’un daha yatmamış olduğunu, yatağının üzerinde oturduğunu gördü. Bir kâğıda bir şeyler yazıyordu. Gardiyan içeri girdi, Brujon bir ay tecrit hücresine konuldu ancak yazdıklarını alamadılar. Polis bu konuda daha fazla bir şey öğrenmedi.
Ancak ertesi sabah Charlemagne Avlusu’ndan, “Aslanlı Çukur”un iki avluyu bölen çatısı üzerinden bir seyisin gönderildiği öğrenildi. Cezaevindekilerin dilinde “seyis” ismi verilen şey; “İrlanda’ya” atılmış, iyi yoğrulmuş bir ekmek parçasıdır. Bu da bir kelime oyunudur; yani “İngiltere’den İrlanda’ya” atılıyor, bir kıtadan diğerine atıldığı ima ediliyordu. Bu hamur topağı avluya düşüyor, eğer bir tutuklu alırsa hemen açıyor, içinde ismi yazılı bir tutukluya iletilecek bir pusula buluyor ve bunu alacak kişiye veriyordu. Bu bir gardiyanın ya da ispiyonculuk eden bir tutuklunun eline düşerse işte o zaman pusula polise iletiliyordu. Bu sefer atılan “seyis” yerini bulmuş, pusulanın yazıldığı kişi Patron Minette’in dört liderinden biri olan Babet’nin eline ulaşmıştı.
Notta şunlar yazılıydı: Babet! Plumet Sokağı’nda, parmaklıklı bir bahçede ekmek var. İşte Brujon gece bunları yazmıştı. Babet iş bilir, hünerli bir adamdı. Ne yapıp etti, üstünü arayanlardan pusulayı saklayıp Salpêtrière Cezaevindeki bir “kız arkadaşına” iletti, bu kişi pusulayı iyi tanıdığı Magnon isimli bir diğer kadına aktardı. Bu kadın ise okurlarımızın da Magnon ismiyle hatırlayacağı Mösyö Gillenormand’a şantaj yapan hizmetçi kadındı. Polis, Magnon isimli bu kadından kuşkulanıyordu; kadının Thénardierlerle ilişkisi vardı ve Madelonnettes Islahevinde kalan Éponine’i ziyaret ederek Salpêtrière ile Madelonnettes arasında bir ilişki kurabilirdi. Tam o sırada Thénardierlerin kızları aleyhinde yeterli kanıt olmadığından ve yaşlarının da küçük olmasından dolayı serbest bırakıldı. Éponine ile Azelma ıslahevinden çıktılar. Magnon, Éponine’i Madelonnettes Islahevinin çıkışında kapıda bekliyordu. Brujon’un Babet’ye yazdığı o pusulayı kıza vererek ondan bu işi aydınlatmasını istedi. Éponine; Plumet Sokağı’na gitti, sözü edilen parmaklıklı bahçeyi buldu, evi izledi, birkaç gün öylece bekledi. Daha sonra Clocheperce Sokağı’nda oturan Magnon’a bir bisküvi götürdü. Magnon bu bisküviyi Babet’nin Salpêtrière’de tutuklu olan metresine iletti. Cezaevlerinin o karanlık ve simgesel dilinde, bir bisküvi “ekmek yok” anlamına geliyordu. Ve bundan bir hafta sonra, biri sorguya giderken ve diğeri sorgudan dönerken, La Force Cezaevinin avlusunda Babet ile karşılaşan Brujon şöyle sordu: “Tamam? P. Sokağı’na ne oldu?”
“Bisküvi.” dedi Babet. Brujon’un planladığı bu suç da böylece sonuçsuz kaldı. Ancak bu durum Brujon’un programından tamamen farklı sonuçlar doğurdu. Okuyucu bunların ne olduğunu görecektir. Çoğu zaman bir ipi düğümlediğimizi sandığımızda bir başkasını bağlarız.
III
Mabeuf Baba’nın Gördükleri
Marius artık kimseyi görmeye gitmiyor ama bazen tesadüfen Mabeuf Baba ile karşılaşıyordu. Marius kiler merdiveni denebilecek, ışıksız, tepeden yürüyenlerin ayak seslerinin duyulduğu yerlere giden o hüzünlü basamaklardan yavaş yavaş inerken Mösyö Mabeuf de onun yanına iniyordu. Cauterets Çevresinin Florası artık hiç satılmıyordu. Austerlitz’in kötü bir manzaraya sahip küçük bahçesinde çivit otu üzerinde yapılan deneyler başarılı olmamıştı. Mösyö Mabeuf orada sadece gölgeyi ve nemi seven birkaç bitki yetiştirebiliyordu. Buna rağmen cesareti kırılmadı. Jardin des Plantes’da çivit otu denemelerini “kendi pahasına” yapmak için iyi bir fırsatla bir köşe elde etmişti. Bu amaçla Flora’nın bakır levhalarını rehine vermişti. Kahvaltısını iki yumurtaya indirdi ve bunlardan birini son on beş aydır maaşını ödemediği yaşlı hizmetçisine bıraktı. Ve çoğu zaman kahvaltısı tek öğünüydü. Artık çocuksu gülümsemesiyle gülmüyordu, asık suratlıydı ve ziyaretçi almıyordu. Marius oraya gitmeyi düşlememekle iyi etmişti. Bazen Mösyö Mabeuf’ün Jardin des Plantes’a giderken yolda olduğu saatte, yaşlı adam ile genç adam, Hôpital Bulvarı’ndan yan yana geçerlerdi. Konuşmazlar ve sadece kafalarını eğerek birbirlerini selamlamakla yetinirlerdi. Yürek parçalayıcı bir şey, sefaletin bağları kopardığı bir an mutlaka gelir! Bir zamanlar dost olan bu iki adam artık sadece yoldan geçerken tesadüfen karşılaştıkları birer tanıdık hâline dönüşmüştü. Kitapçı Royal ölmüştü. Mösyö Mabeuf artık kitaplarını, bahçesini ve çivit mavisini tanımıyordu; bunlar onun için mutluluk, zevk ve umudun üstlendiği üçlüydü. Bu, onun yaşamı için yeterliydi. Kendi kendine şöyle dedi: “Mavi toplarımı yaptığım zaman zengin olacağım, bakır levhalarımı rehinciden alacağım; aldatmaca, bol para ve gazete ilanlarıyla Flora’mı yeniden modaya sokacağım ve satın alacağım, Pierre de Médine’in Denizcilik Sanatı’nın ahşap oymalı, 1655 baskısının nerede olduğunu çok iyi biliyorum.” Bu arada, bütün gün çivit otu tarlası üzerinde çalışıyor, geceleri bahçesini sulamak ve kitaplarını okumak için eve dönüyordu. O çağda Mösyö Mabeuf neredeyse seksen yaşındaydı. Bir akşam tuhaf bir biçimde sanki bir hayalet gördüğünü düşündü. Henüz güpegündüz iken eve dönmüştü. Sağlığı giderek kötüleşen Anne Plutarque hasta ve yataktaydı. Yemek yemiş, üzerinde biraz et kalmış bir kemik ve mutfak masasının üzerinde bulduğu bir parça ekmeği almış, bahçesindeki bir sıranın yerini alan devrilmiş bir taş direğe oturmuştu. Bu sıranın yanında, meyve bahçelerindeki modaya uygun olarak, kiriş ve kalaslardan yapılmış çok harap bir tür büyük sandık, zemin katta bir tavşan kafesi, birinci katta bir meyve dolabı vardı. Aslında kafeste tavşan yoktu artık fakat meyve bölümünde geçen mevsimden kalan birkaç elma vardı. Mösyö Mabeuf gözlüklerini takmış ve çok zevk aldığı iki kitaptan birini okumaya koyulmuştu. Aslında bu kitaplar kendisini biraz huzursuz ediyordu. Küçüklüğünden bu yana ürkek bir yapısı olan bu ihtiyar adamın tuhaf batıl inançları bulunmaktaydı. Bu kitaplardan ilki Başkan Delancre tarafından yazılan İblislerin Vefasızlığı, diğeri ise Mutor de la Rubaudière’in Vauvert Şeytanları ve Bievre Cinleri’ydi. Cinler hakkındaki bu kitap, Mabeuf Baba’nın ilgisini fazlasıyla çekiyordu çünkü bulunduğu bahçede çok eski yıllarda küçük cinlerin yaşadığı söyleniyordu. Güneş ufuktan çekilmiş, gün batımı çökmek üzereyken bulunduğu yer gölgelerle dolmaya başlamıştı. Mabeuf Baba bir yandan elindeki kitabı okuyor, öte yandan bahçesindeki çiçeklere bakıyordu. Güzel bir ortanca, onun şu son günlerde en büyük tesellisiydi ama dört gün süren kızgın güneş ve rüzgâr o hoş ortanca bitkisini fazlasıyla soldurmuştu. Çiçeğin sapları bükülmeye, tomurcukları solmaya ve yaprakları dökülmeye başlamış; bir gün daha su verilmeyecek olursa kesinlikle tamamen solup gidecek hâle gelmişti. Mösyö Mabeuf, bitkilerin de tıpkı insanlar gibi ruhları olduğuna inanırdı. Bütün gün o çivit tarlasını çapalayan yaşlı adam çok yorgun olmasına rağmen kendisini zorlayarak yerinden kalkıp gözlüklerini ve kitabını taş bankın üzerine bıraktıktan sonra, bahçede bulunan kuyuya doğru giderek biraz su almaya niyetlendi. Kovanın halatını tutuyordu ama onu yerinden oynatıp aşağıya indirecek kadar gücü dahi kalmamıştı, biraz güç toparlayabilmek için o sırada başını yıldızlı gökyüzüne kaldırdı. Gece de gündüz gibi kurak geçeceğe benziyordu. İhtiyar adam kederle kendi kendine aklından şunları geçirdi: “Tanrı’m; her taraf yıldız dolu, tek bir bulut dahi yok, bir gözyaşı damlası kadar bile su yok.” Başını bir kez daha kuyuya indirip sonrasında tekrar gökyüzüne bakarak: “En azından bir çiy damlası bile yeter! Merhamet, ey yüce Tanrı’m!” diye hayıflandı. Kovayı çıkarmak için tekrar atıldı ama yapamadı. Tam o sırada birinin şöyle seslendiğini işitti: “Mabeuf Baba, bahçenizi sulayabilirim isterseniz!”
Sonra yapraklar arasında yabani bir hayvanın geçişine benzeyen bir ses duyuldu ve yaşlı adam çalıların arkasında, gözlerini doğrudan ona dikmiş duran zayıf bir kız olduğunu gördü. O bir kızdan çok, gün batımındaki gölge gibiydi aslında. Mabeuf Baba, neye uğradığını bilemeden ve kıza karşılık veremeden, kız kovayı kancadan indirmiş ve kuyuya daldırmıştı. Hemen sonra eski püskü kıyafetler içerisindeki bu hayalet gibi kız, çiçekleri sulayıp çevresine hayal saçmaya başladı. Kovanın yapraklarda çıkardığı o su sesi ihtiyara derin bir mutluluk veriyordu, sanki dökülen her bir su damlasında kendisi de serinliyordu. Artık ortancasının da mutlu olduğuna emindi. Kız ilk kovadan sonra bir kova su daha çekti, sonra bir üçüncü kovayla bütün bahçeyi hızlıca suladı.
Çiçekler arasında kara bir hayalet gibi oradan oraya koşturan bu kız, üzerindeki peleriniyle âdeta bir yarasaya benziyordu. Kız çiçekleri sulama işini bitirmiş, Mabeuf Baba’nın gözleri mutluluk yaşlarıyla dolmuştu; kızın saçlarını okşadıktan sonra, elini alnına koyup ona şöyle söyledi: “Tanrı seni korusun. Çiçekleri sevdiğine göre, sen bir melek olmalısın.”
“Hayır.” diye yanıtladı kız. “Ben şeytanım ama benim için hepsi aynı.”
Yaşlı adam onun cevabını beklemeden veya duymadan haykırdı:
“Bu kadar mutsuz ve fakir olmam, senin için hiçbir şey yapamamam ne yazık!”
“Bir şeyler yapabilirsin.” dedi kız.
“Ne?”
“Bana Mösyö Marius’ün nerede yaşadığını söyle.”
Yaşlı adam anlamadı. “Ne Mösyö Marius’ü?” dedi, cam gibi gözlerini kaldırdı. Kaybolmuş bir şeyi arıyor gibiydi.
“Eskiden buraya gelen genç bir adam.”
Bu arada, Mösyö Mabeuf hafızasını canlandırmaya çalışıyordu. “Ah! Evet!” diye haykırdı. “Ne demek istediğinizi anlıyorum. Bekleyin! Mösyö Marius, Baron Marius Pontmercy! Şeyde yaşıyor, daha doğrusu artık yaşamıyor… Ah, pekâlâ, bilmiyorum.” Konuşurken bir orman gülünün dalını koparmak için eğilmişti ve devam etti: “Bekle, hatırladım. Sık sık bulvardan geçer ve Glaciére, Croulebarbe Sokağı yönünde gider. Tarla Kuşu Çayırı’na. Oraya git. Onu kesinlikle orada bulursun.”
Mösyö Mabeuf doğrulduğunda artık kimse yoktu, kız ortadan kaybolmuştu. Kesinlikle çok korkmuştu.
“Gerçekten.” diye düşündü. “Bahçem sulanmasaydı, onun bir ruh olduğunu düşünürdüm.”
Bir saat sonra yatağındayken aklına geldi ve uykuya dalarken düşündüğü o karışık anda, denizi geçmek için balığa dönüşen o masalsı kuş gibi yavaş yavaş hayal kurmaya başladı. Derin uykuya dalmak üzereyken şaşkın bir şekilde kendi kendine şöyle dedi: “Aslında bu, Rubaudière’in cinler hakkında anlattıklarına çok benziyor. Bir cin olabilir miydi?”
IV
Marius İçin Bir Hayal
Mabeuf Baba’nın o hayaleti gördüğü günden birkaç gün sonra, bir pazartesi sabahı, Marius o günlerde Courfeyrac’tan yirmi frank borç almış, cebine bu parayı koymuş ve cezaevine gitmeden önce, her zamanki gibi Tarla Kuşu Çayırı’ndan geçmek için yolunu uzatmıştı. O, gezintinin kendisine çalışma isteği vereceğini düşünüyordu. Aslında artık sürekli böyle oluyordu. Yataktan çıkar çıkmaz genç adam kalemine sarılıyor ve kitabıyla bir beyaz kâğıdın önüne oturarak kendisini çeviri yapmaya hazırlıyordu. Çünkü o sıralarda kendisine gerçek anlamda önemli bir iş verilmişti. Fransızcaya çevirmesi için Alman savaşındaki bir çekişmenin, Gans ve Savigny’nin tartışmasını çevirmesini istemişlerdi. Eline Savigny’yi alıyor, bırakıyor; Gans’ı alıyor, birkaç satır okuduktan ve onu da bir kenara atmadan önce birkaç satır yazmak istiyor ama kâğıtla kendisi arasında bir yıldız görüyordu. Sonra kitabı bir kenara bırakıp yerinden kalkıyor: “Gidip biraz hava alayım, açık hava iyi gelir, dönünce çalışırım.” diyerek çalışmasını yarıda bırakıp doğrudan Tarla Kuşu Çayırı’na gidiyordu. Orada yıldızları görüyor ve geç saatlere kadar oyalanıyordu. Odaya geri geldiğinde yine kitaplarının başına dönüyor ancak tek bir satır dahi yazamıyordu. Beyninde kopan o iplikleri birbirine bağlaması mümkün değildi. Sürekli olarak kendi kendine, “Yarın bir daha çıkmayacağım, kesinlikle çalışmam engelleniyor.” diye söyleniyor ancak ertesi sabah kendisine hâkim olamayarak yine dışarı çıkıyordu. Aslında Courfeyrac’ın evinden çok Tarla Kuşu Çayırı’nda yaşıyordu. Gerçek adresi buydu: Santé Bulvarı, Croulebarbe Sokağı’nı geçince yedinci ağaç. O sabah yedinci ağaçtan inmiş ve Gobelins Çayı’nın korkuluklarına oturmuştu. Neşeli bir güneş ışığı, yeni açılmış ve parlak yapraklara nüfuz ediyordu. “Onun” hayalini kuruyordu. Ve düşünceleri bir siteme dönüşerek kendi üzerine düştü; aylaklığını, üzerine çökmekte olan ruh felcini ve artık güneşi bile göremeyecek kadar önünde her an daha da yoğunlaşan o geceyi hüzünle düşündü. Yine de bir monolog bile olmayan belirsiz fikirlerin bu acı verici kurtuluşunun karşısında, eylem onda çok zayıflamıştı ve artık umutsuzluğa kapılma gücü kalmamıştı. Bu melankolik emilme karşısında, dışarıdan gelen duyumlar ona ulaşıyordu. Arkasında, altında, ırmağın iki kıyısında çamaşırlarını döven Gobelinsli çamaşırcı kadınları ve başının üstündeki karaağaçlarda kuşların cıvıltısını ve şarkısını duyabiliyordu. Bir yanda özgürlüğün sesi, kanatları olan boş zamanın umursamaz mutluluğu; diğer yanda ise çalışmanın sesi kulaklarında çınlıyordu. Derin bir şekilde düşündüğü ve içinde sürekli tekrarladığı şey, iki neşeli sesti. Bir anda karamsarlığının ortasında, tanıdık bir sesin şöyle dediğini duydu:
“Şuraya bak! İşte burada!”
Gözlerini kaldırdı ve bir sabah kendisine gelen o sefil çocuğu, Thénardier kızlarının en büyüğü olan Éponine’i tanıdı; artık adını biliyordu. Söylemesi garipti ancak kız gitgide daha da fakirleşip güzelleşmişti. Çıplak ayaklı ve paçavralar içinde, odasına kararlı bir şekilde girdiği günkü gibiydi. Şimdi sadece paçavraları iki ay daha fazla eskimiş, üzerlerindeki delikler daha da büyümüş ve daha iğrenç bir hâle gelmişti: aynı sert ses, bronzlukla solmuş ve kırışmış aynı kaş; aynı özgür, vahşi ve kararsız bakışlar… Ayrıca yüzünde eskisinden daha fazla, tarif edilemez bir şekilde dehşete düşüren ve içler acısı bir şey vardı. Bu da onun görüntüsüne çok daha fazla sefillik katıyordu. Saçında çer çöp ve saman parçaları vardı, Ophelia gibi Hamlet’in çılgınlığının bulaşmasından delirdiği için değil; bir ahırın çatı katında uyuduğu için bu kadar darmadağın hâldeydi. Ve her şeye rağmen yine de çok güzeldi. Sen nasıl bir yıldızsın, ey gençlik! Bu arada, solgun yüzünde bir neşe izi ve gülümsemeyi andıran bir şeyle Marius’ün önünde durmuştu. Birkaç dakika konuşamayacakmış gibi bekledi.
“Yani sonunda seninle karşılaşabildim!” dedi uzun uzun. “Mabeuf Baba haklıymış, buradasın! Seni arayıp duruyordum! Sadece nerede olduğunu bilmek için sürekli seni aradım. Biliyor musunuz, bir ıslahevinde kaldım. On beş gün! Beni dışarı çıkardılar! Bana karşı hiçbir kanıt olmadığını ve dahası, tutuklanacak yaşta olmadığımı görünce bıraktılar beni. İki ay ortalarda yoktum ama ah, seni bulmak için sürekli oralarda dolandım! Demek artık orada yaşamıyorsun?”
“Hayır.” dedi Marius.
“Ah! Anlıyorum. O olaylar yüzünden. Hiç hoş olaylar değildi. Ama artık her yer temiz. Geri dönebilirsin! Neden böyle eski şapkalar takıyorsun? Senin gibi genç bir adamın güzel kıyafetleri olmalı. Biliyor musunuz Mösyö Marius, Mabeuf Baba sana Baron Marius diyor. Baron olduğun doğru, değil mi? Ama baronlar yaşlı adamlardır sanıyordum. Lüksemburg’a, güneşin en çok olduğu yer olan şatonun önüne giderler ve para karşılığı Quotidienne okurlar. Bir keresinde bu türden bir barona mektup taşımıştım. Yüz yaşından büyüktü. Söyle, şimdi nerede yaşıyorsun?”
Marius cevap vermedi.
“Ah!” diyerek devam etti kız konuşmasına. “Gömleğinde bir delik var. Senin için dikebilirim.”
Yavaş yavaş bulutlanan bir ifadeyle devam etti:
“Beni gördüğüne sevinmemiş gibisin.”
Marius sakinliğini korudu. Éponine bir an sessiz kaldı, sonra haykırdı:
“Ama yine de ben seni mutlu edebilirim!”
“Ne?” dedi Marius. “Ne demek istiyorsunuz?”
“Ah! Bana sen derdin.” diye karşılık verdi kız.
“Peki o zaman, ne demek istiyorsun?”
Dudaklarını ısırdı, sanki bir tür içsel çatışmanın kurbanıymışçasına tereddüt ediyor gibiydi. Sonunda bir karara varmış gibi görünüyordu.
“Tamam! O kadar hüzünlü görünüyorsunuz ki dayanamayıp söyleyeceğim, sizi mutlu görmek isterim. Ama söylediklerime güleceğinize ve mutlu olacağınıza söz verin. Ah, mutsuz Mösyö Marius, bana her istediğimi vereceğinizi söylemiştiniz!”
“Evet, sadece konuş!”
Genç kız gözlerini onun gözlerine çevirip:
“Adresi buldum.”dedi.
Marius sapsarı oldu, bütün kanı çekilmiş gibiydi: “Ne adresi?” dedi.
“Benden istediğiniz adresi!” Kız, kendisini konuşmaya zorlar gibi ekledi: “Adres. Ne olduğunu biliyorsunuz.”
“Evet.” diye kekeledi Marius.
“Şu genç bayanın.”
Bu kelime ağzından çıktı, derin bir iç çekti. Marius oturduğu korkuluktan fırladı ve dikkati dağılmış bir şekilde onun elini tuttu.
“Ah! Pekâlâ! Beni oraya götür! Söyle bana! Ne istersen sor! Nerede o?”
“Benimle gel.” diye karşılık verdi. “Sokağı ya da numarayı çok iyi bilmiyorum, buradan oldukça uzak ama evi iyi biliyorum, seni oraya götüreceğim.”
Elini geri çekti, bir gözlemcinin kalbini kırabilecek ama sarhoş ve kendinden geçmiş hâlde Marius’ü bile umursamayan bir tonda devam etti:
“Ah! Ne kadar da mutlusun!”
Marius’ün alnından bir bulut geçti. Éponine’i kolundan yakaladı:
“Bana bir şey için yemin et!”
“Yemin etmek!” dedi. “Bu ne anlama geliyor? Ne için! Yemin etmemi mi istiyorsun?”
Ve güldü.
“Baban! Söz ver bana Éponine! Bu adresi babana vermeyeceğine dair bana yemin et!”
Şaşkın bir havayla ona döndü.
“Éponine! Adımın Éponine olduğunu nereden biliyorsun?”
“Sana söylediğim gibi söz ver!”
Ama kız onu duymuyor gibiydi.
“Bu güzel! Bana Éponine dediniz!”
Marius aynı anda iki kolunu da kavradı.
“Ama Tanrı adına bana cevap ver! Sana söylediklerime dikkat et, bildiğin bu adresi babana söylemeyeceğine yemin et!”
“Babam!” dedi o. “Ah, evet babacığım! İçiniz rahat olsun. O tecritte. Ayrıca babamın umurunda bile değilim!”
“Ama bana söz vermiyorsun!” diye haykırdı Marius.
“Bırak beni!” dedi bir kahkaha patlatarak. “Beni nasıl sarsıyorsun! Evet! Evet! Buna söz veriyorum! Sana yemin ederim! Bu beni ilgilendirmiyor zaten! Babama adresi söylemeyeceğim. Orası! Bu doğru mu? Bu mu?”
“Hiç kimseye de söylemeyeceksin!” dedi Marius.
“Hiç kimseye.”
“Şimdi.” diye devam etti Marius. “Beni oraya götür.”
“Hemen mi?”
“Hemen.”
“Gelin. Ah! Ne kadar memnun olmuş!” dedi kız tekrar.
Birkaç adım sonra durdu.
“Beni çok yakından takip ediyorsunuz Mösyö Marius. İzin verin, devam edeyim ve öyleymiş gibi görünmeden beni takip edin. Sizin gibi hoş bir genç adam benim gibi bir kadınla görülmemeli.”
Hiçbir dil, o çocuk tarafından böyle telaffuz edilen o kelimede yatan şeyleri ifade edemez: bir kadın… Birkaç adım ilerledi ve sonra bir kez daha durdu, Marius da ona katıldı. Ona yan yan seslendi ve ona dönmeden:
“Bu arada bana bir söz vermiştin, biliyorsun?”
Marius cebini karıştırdı. Dünyada sahip olduğu tek şey, Thénardier’ye tahsis edilen beş franktı. Onları aldı ve Éponine’in eline verdi. Kız parmaklarını açtı, madenî paranın yere düşmesine izin verdi ve ona üzgün bir şekilde baktı.
“Senin paranı istemiyorum.” dedi.
Üçüncü Kitap
Plumet Sokağı’ndaki Ev
I
Sırrı Olan Ev
Geçen asrın ortalarına doğru, Paris Parlamentosunda bir daire başkanı, metresini herkesten gizlemek için yaptırmıştı burayı ve o çağlarda aristokratlar, büyük soylular metreslerini göz önünde tutmaktan çekinmezken şehirliler sevdiklerini gizlerlerdi. Bugünlerde Plumet Sokağı olarak anılan Saint-Germain Mahallesi’nde, eski Blomet Sokağı’nda yükseliyordu burası ve ayrıca konum olarak o zamanlar hayvan dövüşlerinin yapıldığı alana da çok yakındı.
Bu ev iki katlı bir köşkten oluşuyordu; zemin katta iki oda, birinci katta iki oda, merdivenlerden aşağıda bir mutfak, merdivenlerden yukarıda bir yatak odası, çatı altında bir çatı katı, caddeye açılan büyük bir kapısı ve önünde bahçesi olan bir binaydı. Bu bahçe yaklaşık bir buçuk dönüm büyüklüğündeydi. Yoldan geçenlerin görebildiği tek şey buydu ama köşkün arkasında dar bir avlu ve avlunun sonunda iki oda ve bir mahzenden oluşan alçak bir yapı, ihtiyaç hâlinde bir çocuk ve sütanneyi gizlemek için yapılmış bir tür müştemilat vardı. Bu bina arkadan, gizli bir yay tarafından açılan; uzun, dar, taş döşeli, dolambaçlı, iki yüksek duvarla çevrili, harika bir ustalıkla gizlenmiş ve kaybolan maskeli bir kapıyla bağlantılıydı. Bahçe çitleri ve ekili arazi arasındaydı, tüm köşeleri ve dolambaçları takip ettiği başka bir kapıyla sona eriyordu; yine bir çeyrek fersah ötede, neredeyse başka bir mahallede, Babylone Sokağı’nın ıssız ucuna açılan gizli bir kilitli kapısı vardı. Bu sayede Başyargıç içeri girerdi. Böylece onu gözetleyenler ve izleyenler bile adaletin her gün gizemli bir şekilde bir yerlere saptığını gözlemleyecek, Babylone’a gitmenin aslında Blomet Sokağı’na gitmek olduğundan asla şüphe etmeyeceklerdi. Akıllı arazi alıcıları sayesinde Yargıç, kendi mülkü üzerinde ve dolayısıyla müdahale olmaksızın gizli, lağım benzeri bir geçit yapabilmişti. Daha sonra bahçeler ve pazar bahçeleri için küçük parseller hâlinde, koridora bitişik arsalar satmıştı ve bu arsaların her iki taraftaki sahipleri, gözlerinin önünde bir parti duvarı olduğunu düşündüler; çiçek tarhları ve meyve bahçeleri içinde, iki duvar arasına döşeli şerit sarmal gizli geçitten hiç şüphelenmediler bile. Bu gizli yolu sadece kuşlar biliyordu. Geçen yüzyılın tarihçilerinin Başyargıç hakkında çok fazla dedikodu yapması muhtemeldir. Mansard taşından inşa edilmiş, Watteau tarzında lambri kaplı, içi modern, dışı eski moda, üçlü bir çiçek çitiyle çevrili köşk; aşk ve hâkimiyet kaprislerine yakışır bir şekilde ihtiyatlı, cilveli ve ciddi bir havaya sahipti.
Bu köşk ve bu gizli dehliz, bugün yoktur ancak on beş yıl öncesine kadar hâlâ dimdik ayakta durmayı başarmıştı. 1793’te, bir bakırcı burayı yıktırmak için satın almış fakat köşkün parasını tam ödeyemediğinden iflas etmişti. O günden bu yana evde kimse oturmuyordu. İlgisizlik sonucu giderek virane hâline gelmeye başladı; insanların hayat katamadıkları bütün o boş evlerin sonu, bu köşkün de makûs kaderi oldu. Köşk hâlâ o eski eşyalarıyla kiralanmayı ya da satılmayı bekliyor. Şu tenha Plumet Sokağı’ndan geçen on veya on beş kişi, paslı demir kapıda asılı bir ilandan bunu okurlardı. “Satılık ve Kiralık” levhası, 1810 yılından beri duruyordu.
Restorasyon’un bitimine doğru, yine oradan geçenler artık ilanın olmadığını gördüler ve köşkün ilk katındaki panjurların açık olduğunu fark ettiler. Evde artık birileri vardı. Pencerelerde hoş tül perdeler takılıydı, bu da evde bir kadının yaşadığını belli ediyordu. 1829 yılının Ekim ayında orta yaşı geçkin birisi, evi olduğu gibi kiralamıştı. Köşk derken o bahçeyi ve gizli dehlizden ulaşılan o iki odalı ekleri de bu mülkün içerisinde dâhil ediyoruz elbette. Dehlizin kapılarının kilitleri onarılmış, bazı tamiratlar yapılmış, avlunun aşınmış taşlarının yerine yenileri konulmuştu. Daha önce belirttiğimiz üzere köşk, eski yargıcın eşyalarıyla döşeliydi. Yeni kiracı, bu eski eşyaların da bir kısmını onartmış ve nihayet buraya yerleşmeye karar vermişti. Kimsenin dikkatini çekmeyecek biçimde, sanki kendi eski evine dönen birisi gibi ihtiyar bir adam, yanında genç bir kız ve yaşlı bir hizmetçi ile eve taşınmıştı. Komşulardan hiç ses çıkmadı çünkü komşuları yoktu. Bu kiracı, dostumuz Jean Valjean; genç kız ise Cosette idi. Hizmetçi kadın ise Jean Valjean’ın hastanede bulduğu ve yoksulluktan kurtardığı hastalıklı, kız kurusu, yaşlı bir kadındı. Bu üç özelliği, Jean Valjean’ın onu yanına almasını sağlamıştı. O evi Mösyö Fauchelevent ismiyle kiralamıştı. Tüm bu anlattıklarımızdan sonra herhâlde okurlarımız Jean Valjean’ı, Thénardier’den çok daha hızlı hatırlamıştır. Jean Valjean, Petit Picpus Manastırı’ndan niye ayrılmıştı? Neler olmuştu? Hiçbir şey olmamıştı aslında. Jean Valjean manastırda mutluydu, aslında o kadar mutluydu ki günün birinde vicdanı bu yüzden rahatsızlanmaya başladı. Her gün Cosette’i görüyor, ruhu her geçen gün bu çocuğu daha fazla benimsediğinden babalık sevgisinin içinde giderek geliştiğini hissediyordu. Kendi kendine Cosette’in kendisine ait olduğunu ve kimsenin onu alamayacağını söylüyordu. Günün birinde, Cosette’in rahibe olacağına ve bundan böyle o manastırın kendisi için olduğu gibi Cosette için de sürekli bir yuva olacağına inanmak istiyordu. Kendisi orada kalan günlerini geçirecek, Cosette orada büyüyecek, sonra Cosette orada ihtiyarlayacak ve Jean Valjean orada ölecekti; kısacası birbirlerinden asla ayrılmayacaklardı. Ancak bir süre sonra bu düşünceler onun aklını karıştırmış, vicdanen kendisini sorgulamaya başlamış ve bu şekilde dayatma bir yaşamla, farkında olmadan belki de kızının mutluluğunu çalmış olacağına inanmaya başlayınca başka çözüm yolları aramaya koyulmuştu. Kızının da kendi adına bir yaşam hakkı vardı ve ölmeden önce bunu kesinlikle bilmesi gerekiyordu. Ona sormadan böyle bir karara varmakla, belki onu hayatın acılarından korumuş oluyor ama belki de onu birçok mutluluktan da mahrum bırakıyordu. Onun saf duygularını böylesine kendince farklı bir hayata uyarlayarak, onun kaderiyle oynayarak böylece Tanrı’yı gücendireceğini düşünüyordu. Belki de Cosette hiç istemediği hâlde gönülsüzce rahibe olacak, günün birinde vazgeçtiği mutlulukları düşündüğünde kendisinden nefret edecekti! Bu son düşünce, onu diğer düşüncelerinden çok daha fazla altüst etti çünkü Cosette’in kendisini sevmekten vazgeçmesine kesinlikle katlanamazdı. Manastırdan ayrılmaya karar verdi.
Kararlıydı, kendi kendine üzülerek de olsa bunun zorunlu olduğunu söyledi. Buna karşı koyacak hiçbir şey bulamadı. Bu manastırda insanlardan uzak, gizli saklı geçirmiş olduğu beş yılın ardından, artık kimse tarafından tanınmayacağına ya da birilerinin onu yakalama girişiminde bulunmayacağına inanıyordu. Artık rahat rahat diğer insanların arasına çıkabilirdi. Bütün bu yıllar içinde çok yaşlanmıştı, onu bu hâliyle artık kim tanıyabilirdi ki? En kötüsünü dahi aklına getirip plan yapsa da her şeyin sadece kendi başına geleceğini biliyordu çünkü Cosette artık yeterince büyümüş ve kendisini kurtarmıştı, kimse ona karışamazdı. O bir zamanlar bir kürek mahkûmuysa kızın da manastırda kapalı kalarak yargılanmaya hakkı yoktu. Hem görevin karşısında, tehlikenin ne önemi vardı ki? Fakat yine de tedbiri elden bırakmayacak, ilgi çekmemek için önlemler almaktan elbette ki geri kalmayacaktı. Cosette’in eğitimine gelince neredeyse bitmiş sayılırdı. Jean Valjean bir kez karar verdikten sonra, bunu uygulamak için uygun bir fırsat kolladı ve beklediği fırsat da Fauchelevent Baba’nın ölmesiyle çok geçmeden ayağına geldi. Jean Valjean, Başrahibe’yle bir görüşme talebinde bulundu ve kardeşinin ölümünden sonra ona kalan önemsiz bir mirastan dolayı artık çalışmak istemediğini bildirdi. Manastırdan ayrılacak ve kızını da götürecekti ama Cosette kararlaştırdıkları gibi rahibe olmayacağı ve karşılıksız eğitilmiş olduğundan, manastıra yapacağı beş yılın karşılığı olan beş bin franklık bir bağışın kabul edilmesini rica etti. İşte böylece Jean Valjean oradan ayrıldı. Manastırdan ayrılırken hiç kimseye emanet edemediği o küçük bavulu da kolunun altında tutuyordu. Anahtarını üzerinde taşıyordu. Cosette onun içindekileri çok merak ediyor, bavuldan yayılan o naftalin kokusu kızın çok hoşuna gidiyordu. Bu noktada kısa bir bilgi daha vermek isteriz, Jean Valjean o valizinden ölünceye kadar hiç ayrılmadı ve nereye giderse gitsin her zaman odasının bir köşesinde muhafaza etti. Taşındığında yanında götürdüğü tek şey bu oldu. Cosette onunla bu konuda şakalaşır ve bu bavula “vazgeçilmeyen” ismini vererek “Baba, onu gerçekten çok kıskanıyorum.” derdi. Elbette Jean Valjean ilk dışarı çıktığı anda çok endişelendi; Plumet Sokağı’ndaki evi, Ultime Fauchelevent adıyla tutarak hemen buraya taşındı ama önlem amacıyla Paris’te farklı yerlerde iki daire daha kiraladı. Böylece uzun zaman aynı yerde kalmasına gerek kalmıyor, gerekli gördüğü zamanlarda yer değişikliği yapabiliyordu. Yıllar önce Javert’in elinden mucizevi biçimde kurtulduğu o geceki gibi dikkatsiz davranmak istemedi, her zaman o kadar talihli olamazdı. Bu birbirlerinden oldukça uzak iki ayrı mahallede bulunan iki daire aslında çok sade ve yoksul döşenmiş evlerdi. Biri Ouest Sokağı’nda, diğeri daha da sefil görünümlü olan l’Homme-Armé Sokağı’ndaydı. Buralarda bir ya da bir buçuk ay kalır, Cosette’i yanında götürür, hizmetçi kadını yanına almazdı. Orada işlerini kapıcılara gördürür, kendisine bir emekli havası verirdi. İşte bu sayede, iyi yürekli bu yaşlı adamın polisten kaçmak için Paris’te üç ayrı evi vardı.
II
Jean Valjean Muhafız Alayında
Zamanının büyük bir bölümünü Plumet Sokağı’ndaki o evde geçirirdi ve orada kendisine aşağıda anlatacağımız düzende bir hayat ayarlamıştı: Cosette ve hizmetçi köşkte kalırlardı. Cosette pencere ve kapıları yağlı boyalı güzel yatak odasında yatar, yaldızlı mobilyalarla döşeli oturma odasında oyalanır, duvarları antika halılarla kaplı ve geniş koltukları olan kocaman salonda kalırdı. Bahçe de ona aitti. Jean Valjean, genç kızın odasına kareli perdelerle süslü, ayaklı bir somya satın almış ve antikacı Gaucher Ana’dan aldığı bir İran halısını ayak ucuna serdirmişti. Bu eski zaman mobilyalarının sadeliğine bir renk, bir ifade katmak için Cosette’in salonunu çeşitli biblolarla süsletmişti: küçük bir dolap, bir kitaplık, ciltli kitaplar, yazı takımı, kurutma kâğıdı, sedef kakmalı dikiş masası, Japon porseleninden yapılma güzel bir tuvalet takımı… Yatak perdeleri gibi kırmızı fon üzerine üç renkli kareli perdeler, birinci katın pencerelerinden sarkıyordu. Giriş katının perdeleri ise çiçek desenli, kalın dokuma kumaştandı. Her odaya birer ocak da yerleştirdiğinden böylece kış ayları geldiğinde ev gayet güzel ısıtılabiliyordu. Jean Valjean ise dipteki avluda dehlize açılan o iki odada yaşardı. Taşınabilir bir karyola, ince bir yatak, tahta bir masa, iki hasır iskemle, bir sürahi, bir tahta rafta birkaç kitap; bütün eşyaları bundan ibaretti. Ah, elbette bir de o asla yanından ayırmadığı bavulunu unutmayalım. Odada şömine olmadığından içerisi hiç ısıtılmazdı. Yemeklerini Cosette’le yerdi ve kendi tabağına sadece bir dilim kara ekmek koydurturdu. Eve taşınıp hizmetçi kadını işe aldığında onunla şöyle konuşmuştu: “Genç bayan evin hanımıdır.” Hizmetçi şaşkınca “Peki ama siz efendim?” diye sorduğunda şu yanıtı almıştı: “Ben efendiden daha öteyim, ben babayım.” Manastırda ev işleri yapmayı öğrenen Cosette, evin yönetimini severek üstlenmişti. Neredeyse her gün Jean Valjean, Cosette’i dışarı çıkarıp onunla yürüyüşler yapmayı âdet edinmişti. Onu Lüksemburg Bahçesi’ne götürür, en tenha yollardaki banklarda otururlar, her pazar Saint-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi’ndeki sabah duasına giderlerdi; kilise oldukça uzak olduğundan bu onlar açısından güzel bir gezinti sayılıyordu. Ayrıca kilise SaintJacques-du-Haut-Pas Mahallesi’nde bulunduğundan ve çok fakir bir mahalle olduğundan, Jean Valjean orada zavallılara gönlünce sadaka dağıtma olanağı bulmuş; Thénardier, mektubunda işte bundan dolayı kendisine “Saint-Jacques Kilisesi’nin Hayırsever Beyefendisi’ne” diye yazmıştı! Baba, çoğu zaman Cosette’i de yoksulları ziyarete götürürdü. Hiçbir ziyaretçi Plumet Sokağı’ndaki eve girmezdi; hizmetçi pazara çıkar, alışverişi yaparak eve dönerdi. Jean Valjean çevredeki bir çeşmeden içecek sularını taşırdı. Odun ve şarabı Babylone Sokağı’na yakın kapının iç kısmındaki kaya kaplı bir oyukta korurlardı. Bir zamanlar bu oyuk, Yargıç için bir mağara işlevi görmüştü. Aynı sokağın dış duvarında gazeteler ve mektuplar için bir posta kutusu asılıydı. Fakat Plumet Sokağı’nda yaşayan o üç kişi dışarıdan gazete ve mektup almadıkları için bu kutu sürekli boş kalırdı. Bir zamanların çapkın adamına sevgililerinden gelen mektupları taşıyan ve koruyan o posta kutusuna artık sadece vergi tahsildarlarının tebligatları ve muhafız alayının bildirileri atılıyordu çünkü evin sahibi Mösyö Fauchelevent, muhafız alayında bir nöbetçiydi. 1831 yılında yapılan sayım sonrasında hakkında yapılan araştırma neticesinde Picpus Sokağı’ndaki manastırdan alınan o iyi referans, valiliğe yeterli görünmüş ve Jean Valjean’ın bu nedenle ulusal bir görev almasını sağlamıştı. Bu nedenle, yılda üç-dört kez Jean Valjean bu ulusal üniformasını üzerine giyer ve görevinin başına geçerdi. Böylece en azından insan içine çıkma fırsatı yakalayabiliyor ve az da olsa yalnızlığını paylaşma imkânı buluyordu. Jean Valjean artık altmış yaşını doldurmuştu ve yasal olarak emekli olabilirdi. Ancak hâlâ dış görünüşüyle daha genç gösteriyor ve görevinden de ayrılmayı hiç düşünmüyordu. Aslında onun başçavuşa açıklamalar yapmaya, Lobau Kontu’yla tartışmaya niyeti yoktu. O kimliğini herkesten gizliyor; adını, yaşını, her şeyi saklıyordu. Ayrıca yukarıda belirttiğimiz gibi o, gönüllü bir nöbetçiydi. Vergilerini ödeyen herhangi bir vatandaşa benzemek, onlardan biri olmak, bundan böyle onun tek gayesiydi. Tek bir amacı vardı, o da içten içe bir melek gibi yaşamını sürdürmeye devam etmek ancak dışarı çıktığında soylu biri gibi görünmek. Size bu noktada kısa bir detay daha vermek isteriz. Jean Valjean, Cosette’le dolaşmaya çıktığında anlattığımız gibi şık giyinir ve emekli bir subaya benzerdi. Fakat genelde akşam vakitlerini seçerek kendi başına çıktığında üzerine sıradan bir işçi kıyafeti giyerdi ve o gür beyaz saçlarıyla yüzünün yarısını kapatan bir şapka takardı. Bunu neden yapıyordu? Kibirsiz olduğundan mı, önlem almak için mi? Herhâlde böyle yapmakla her ikisini de uygulamış oluyordu. Cosette, babasının bu tuhaf davranışlarına artık alışmış olduğundan buna hiç tepki göstermezdi. Hizmetçi kadın ise Jean Valjean’a o kadar derin bir sevgi ve saygıyla bağlıydı ki onun kutsal bir kişiliği olduğunu düşünür, yaptığı her şeyin doğru olduğuna inanarak onu sorgulamazdı. Hatta bir seferinde Jean Valjean’ı uzaktan gören bir kasap ona şöyle demişti: “Efendiniz çok tuhaf biri.” Kadın ise ona şöyle karşılık vererek ağzını kapatmıştı: “O bir azizdir!”
Jean Valjean, Cosette ve hizmetçi kadın, üçü de sadece Babylone Sokağı’na açılan kapıyı kullanırlardı. Pencere parmaklığından bakmak şartıyla onları görebilmek mümkündü. Kimse onların Plumet Sokağı’nda oturduklarını düşünemezdi. Bu parmaklık ve demir kapı, sürekli kapalı olurdu. Jean Valjean ilgi çekmemek için bahçeyi olduğu gibi bırakmıştı. Belki de bunu yapması bir hataydı.
III
Foliis Ac Frondibus[6 - (Lat.) Yapraklar arasında. (ç.n.)]
Yarım asırdan fazla bir süre kendi hâline bırakılan bahçe, olağanüstü ve büyüleyici hâle gelmişti. Kırk yıl önce yoldan geçenler, taze ve yemyeşil derinliklerinde sakladığı sırlardan şüphe duymadan ona bakmaktan vazgeçtiler. O çağın birden fazla hayalperestinin, düşüncelerinin ve gözlerinin; bu eski, asma kilitli, bükülmüş, sendeleyen, iki yeşil ve yosun kaplı sütuna sabitlenmiş, garip bir şekilde anlaşılmaz bir eski moda alınlık ile taçlandırılmış parmaklıkları arasına gizlice girmesine izin vermişti. Bir kenarda taş bir sıra zamanla yosun bağlamış ve yer yer harabe birkaç heykel, duvarda ise yağmur ile kardan kararmış ve çürüyen tahta kafesler görünürdü. Bahçe üzerinde artık ne çiçek tarhları ne de çimenlik alanlar bulunuyordu, bahçenin arasında dolaşılan yollar bile yabani bitkilerle kaplıydı, her yerde ısırgan otları bitmişti. Her ne kadar bakımsız görünse de bu bahçede her şey, yaşama sevincinin o ilahi gayretini gösteriyordu. Doğal gelişme burada egemenlik sürüyor, ağaçlar dikenlere eğiliyor, dikenler ağaçları resmen kucaklıyordu. Yerlerde sürünen bitkiler havalanarak yukarıdaki bitkilere sarılıyor, rüzgârda dalgalanan bitkiler yosunlu topraklara eğiliyordu. Burada bitkiler derin ve sıkıca birbirlerine sarılmış, ayrılmamak üzere tutunmuşlardı. Burası artık bir bahçe değil, büyük bir çalılıktı; yani bir orman gibi içine girilmesi zor, bir şehir gibi kalabalık; bir yuva gibi titreşen, bir kilise gibi loş; bir demet çiçek gibi hoş kokulu, bir mezar gibi ücra ve bir topluluk gibi canlıydı.
Floréal’de[7 - Fransız takviminin sekizinci ayı. (ç.n.)] kapısının arkasında ve dört duvarı içinde özgür olan bu muazzam çalılık, gizlice filizlenme işine girerdi; yükselen güneşte titrer, neredeyse kozmik aşkın nefeslerini içen ve nisanın öz suyunu hisseden bir hayvan gibi damarlarında yükselir, kaynar ve muazzam harika yeşil buklelerini rüzgâra sallardı; rutubetli toprağa, tahrif edilmiş heykellere, köşkün ufalanan basamaklarına, hatta ıssız sokağın kaldırımına serpilmiş yıldız gibi çiçekler, inci gibi çiy, doğurganlık, güzellik, hayat, neşe, parfüm gibi kokular salınırdı etrafa. Öğle vakti bin beyaz kelebek oraya sığınırdı ve o canlı yaz karının gölgede pullar hâlinde döndüğünü görmek ilahi bir manzaraydı. Orada, yeşilliğin o neşeli gölgelerinde, bir masum ses kalabalığı ruha tatlı bir şekilde konuşur ve cıvıltıların söylemeyi unuttuğunu uğultu tamamlardı. Akşam, bahçeden hülyalı bir buhar çıkar ve bahçeyi sarar; bir sis örtüsü, sakin ve semavi bir hüzün kaplardı onu; hanımeli ve gündüzsefalarının baş döndürücü kokusu, nefis ve ince bir zehir gibi her yerinden fışkırırdı; dallar arasında uyuklarken ağaçkakanların ve kuyruksallayanların son haykırışları duyulurdu; kuşların ve ağaçların kutsal yakınlığını hissederdiniz; gündüz kanatlar yaprakları sevindirir, gece ise yapraklar kanatları korurdu. Kışın çalılık kapkara olurdu; su damlatır, dallar kurur, titrer ve evi biraz görülebilir hâle getirirdi. Dallardaki çiçekler ve çiçeklerdeki çiy yerine sarı yapraklarda oluşan soğuk, kalın örtüde salyangozların uzun gümüşi izleri görünürdü ama herhangi bir biçimde, herhangi bir açıdan, her mevsimde; ilkbahar, kış, yaz, sonbaharda bu küçücük çit, melankoli, tefekkür, yalnızlık, özgürlük, insanın yokluğu, Tanrı’nın mevcudiyeti her yerden ve her zaman fışkırmaya devam ederdi ve paslı eski kapı, “Bu bahçe bana ait.” der gibiydi. Varennes Sokağı’nın o muhteşem ve klasik konaklarının iki adım uzakta yükselmelerine, Invalideslerin kubbesinin biraz ileride görünmesine, çevre caddelerden arabaların hızla geçmelerine rağmen yine de Plumet Sokağı gayet tenha ve sessizdi. Devrimin gelip geçmesi, burada bir zamanlar oturanların ölmeleri, eski servetlerin batması, yokluk, kırk yıldan uzun süre terk edilen bu ayrıcalıklı yerin eğrelti otları, aslankuyrukları, baldıranlar, civanperçemleri, yüksük otları, açık yeşil yapraklı devasa bitkiler, böcekler; bütün bunlar yeniden bu vahşi bahçeye dönmüş, onu ele geçirmişlerdi. Bu geri dönüş, toprağın derinlerinden fışkırıp dört duvar arasında vahşi bir yücelik sağlamış ve insanoğlunun sıradan düzenlenmelerinden hoşlanmayan doğaya ve karıncaya olduğu gibi kartala da istediğini yaptıran doğanın yayıldığı yerde, Paris’in bu ücra sokağındaki şu küçük bahçede yeterince gelişmiş ve burada Yeni Dünya’nın el değmemiş ormanlarının havasını yansıtmaya başlamıştı. Aslında herkes, hiçbir şeyin küçük olmadığını, doğanın o derin kavramı içindeki her şeyin ne kadar derin ve engin olduğunu bilir; felsefi olarak hiçbir doyurucu sonuca varılmasa da nedenler gibi sonuçlar sınırlanmasa da izlemeyi seven ve düşünen biri birliğe varmak için dağılan bu güçler karşısında sarhoşa döner. Bulutlara şiddet uygulanır, yıldızın ışıması güle yarar, hiçbir düşünür akdikenlerin kokularının yıldızlara faydalı olduğunu inkâr edemez. Bir molekülün katettiği mesafeyi kim hesaplayabilir? Sonsuz büyükle sonsuz küçük karşılıklarının metcezirini, nedenlerin uçurumlardaki yankılarını, yaradılışın çağlarını kim tam olarak bilir? Un ve peynirlerde oluşan o küçük kurdun bile önemi vardır; küçük bir büyük, büyük bir küçüktür aslında. Güneşten tutun da çiçeklerin içindeki küçük böceklere kadar kimse kimseyi küçümsemez, her birinin diğerine ihtiyacı vardır çünkü. Aydınlık, dünya kokularını göklere verirken ve gece, uyuyan çiçeklere yıldız özlerini dağıtırken doğa her zaman ne yaptığını gayet iyi bilir. Uçan her kuşun ayağında sonsuzluğun ipliği vardır. Bir solucanın doğuşu, Socrates’in yücelişi ölçüsünde önemlidir. Teleskobun bittiği yerde, mikroskop başlar. Hangisinin daha güçlü bir görüşü olabilir? Bu noktada seçim sizin! Bir küf, çiçeklerden oluşan bir öbektir; bir bulutlanma, yıldızların kıyametidir. Akıl olayları ile madde olaylarının çözümlenemez karışımıdır; ögeler ve prensiplerin iç içe geçişi bu şekilde birleşir, çoğalır, birbirlerine bağlanır ve böylece somut evrenle soyut evreni aynı ışığa çıkarırlar. O geniş kozmik değişmelerde evrensel yaşam, bilinmeyen ölçülerde gelir gider; her şeyi akımların görünmez sırrında yuvarlar, her şeyi kullanır, ne bir hayali ne de bir uykuyu kaybeder. Şuraya küçük bir canlı serper, buraya bir yıldız atar, titreyerek sallanır ve yılan gibi kıvrılarak ışıktan bir güç ve düşünceden bir element yaratır. Ortaya çıkmadan her şeyi eritir. Sadece geometrik bir söz olan “benlikten” başka, her şeyi atoma dönüştürerek Tanrı’nın eliyle çiçeklendirir. Tanrı’nın en tepedekinden en aşağıda olana kadar bütün çalışmaları, baş döndürücü bir sistem karanlığında birbirine bağlıdır. Bu şekilde göklerdeki kuyruklu yıldız dolaşımı, bir damla suyun kaynamasına bağlanır ve akılla yapılmış bir makine, ilk motoru bir yavru sinek ve son tekerleği Zodyak olan devasa bir düzen içinde döner durur.
IV
Kapının Değişimi
Görünüşe göre eski zamanlarda ahlaksız sırları gizlemek için yaratılan bu bahçe, dönüşmüş ve iffetli sırları barındırmaya uygun hâle gelmişti. Artık çardaklar, begonvil alanları, tüneller veya mağaralar yoktu; her şeyin üzerine bir perde gibi düşen muhteşem, dağınık bir karanlık hâkimdi. Bu karanlık bahçe artık bir cennete çevrilmişti. Hangi tövbe unsurunun bu geri çekilmeyi sağlıklı kıldığını söylemek mümkün değil. Bu çiçekçi kız şimdi çiçeklerini ruhlara sunuyordu. Bu cilveli bahçe önceden kesinlikle tehlikeye atılmış, şimdi iffetli ve alçak gönüllü hâline geri dönmüştü. Bir bahçıvanın yardım ettiği bir başsavcı, kendisini Lamoignon’un devamı sanan iyi bir adam ve onun Lenôtre’un bir devamı olduğunu düşünen bir başka iyi adam onu çevirmiş, kesmiş, karıştırmış, süslemiş ve kahramanlık unsuru bir abide hâline getirmişti; doğa onu bir kez daha ele geçirmiş, gölgeyle doldurmuş ve aşk için düzenlemişti.
Ayrıca bu yalnızlıkta aşka oldukça hazır bir kalp vardı. Aşkın sadece kendisini göstermesi gerekiyordu; onun burada yeşillik, çimen, yosun, kuşların görünümü, yumuşak gölgeler, çalkantılı dallardan oluşan bir tapınağı ve tatlılıktan, inançtan, samimiyetten, umuttan, özlemden ve yanılsamadan oluşan bir ruhu vardı.
Cosette, daha çocukken manastırdan ayrılmıştı; on dört yaşından biraz daha büyüktü ve tam da nankörlük yapabilecek yaştaydı. Gözleri dışında güzelden çok, sade bir görünüme sahip olduğunu daha önce söylemiştik. Çirkin bir yüzü yoktu ama aynı zamanda beceriksiz, zayıf, ürkek ve cesurdu; kısacası yetişkin bir küçük hanımefendiydi artık. Eğitimi bitmiş yani ona din, hatta ve hepsinden önemlisi bağlılık öğretilmişti, sonra da “tarih”. Yani manastırda, coğrafyada, gramerde, havarilerde, Fransa krallarında, biraz müzikte, biraz çizimde vb. gerekli olan tüm bilgilerin eğitimi verilmişti ama diğer tüm açılardan bakıldığında tamamen cahildi; bu ise onun gibi genç bir kız için büyük bir çekicilik ve tehlikeydi elbette. Bir genç kızın ruhu karanlıkta kalmamalıdır; daha sonra, karanlık bir odada olduğu gibi orada çok ani ve çok canlı seraplar oluşur. Gerçeklerin sert ve doğrudan ışığıyla değil, yansımasıyla nazikçe ve gizlice aydınlanmalıdır bu saf ve el değmemiş kalp. Çocuksu korkuları dağıtan ve düşmeleri önleyen, yararlı ve zarif, sade bir yarı ışık. Annelik içgüdüsünden, bakirenin anılarından ve kadının deneyimlerinden oluşan bu yarı ışığın nasıl yaratılacağını ve nelerden oluşması gerektiğini bilen, o hayranlık uyandıran sezgiden başka bir şey yoktur. Bu içgüdünün yerini hiçbir şey tutamaz. Bir genç kızın ruhunun oluşmasında dünyadaki bütün rahibeler bir anne kadar değerli değildir. Cosette’in annesi yoktu. Sadece çoğul olarak birçok annesi olmuştu. Jean Valjean’a gelince o gerçekten de tam bir sevecenlik, tam bir babacanlık örneğiydi ama o sadece yaşlı bir adamdı ve bu tür konularda hiçbir şey bilmiyordu.
Şimdi bu eğitim işinde, bir kadını hayata hazırlamanın bu vahim meselesinde, masumiyet denen o engin cehaletle savaşmak için hangi bilim gereklidir? Hiçbir şey genç bir kızı tutkulara manastır gibi etkili hazırlayamaz.
Manastır, düşünceleri bilinmeyene doğru çevirir. Bu şekilde kendi üzerine atılan kalp, taşamayacağı için kendi içinde aşağı doğru çalışır ve genişleyemediği için derinleşir. Bu nedenle vizyonlar, varsayımlar, olasılıklar, romansların ana hatları, macera arzusu, fantastik yapılar, tamamen zihnin içsel belirsizliğinde inşa edilmiş binalar ve açık kapılar izin verir vermez tutkuların derhâl bir yer buldukları kasvetli ve gizli meskenler, kendileri için gizemli kapılarını bu saf ruhlara sunar. Manastır, insan kalbini yenmek için tüm yaşam boyunca sürmesi gereken bir sıkıştırmadır.
Cosette manastırdan ayrıldığında Plumet Sokağı’ndaki evden daha tatlı ve tehlikeli bir şey bulamamıştı. Özgürlüğün başlamasıyla birlikte yalnızlığı yine de devam etmişti, kapalı bir bahçe ama buruk bir yalnızlık vardı hayatında; zengin, şehvetli ve mis kokulu bir doğa; manastırdakiyle aynı rüyalar ama genç adamların bakışları ile parmaklıkların arkasından açılan yeni ve farklı bir dünya! Yine de oraya vardığında tekrar ediyoruz, o daha hâlâ bir çocuktu. Jean Valjean, bu bakımsız bahçeyi ona verdi. “Onunla ne istersen yap.” dedi ona. Bundan büyük bir zevk alan Cosette; tüm öbekleri ve taşları söküp bahçeyi kötü otlardan temizledi; içinde hayal kuracağı zamanı beklerken işte bu bakımsız bahçeyle oyalandı. Bu bahçeyi, çimenlerin arasında ayaklarının altında bulduğu böcekler için severken başının üstündeki dalların arasından görebileceği yıldızlar için de seveceği günü bekledi.
Sonra babasını yani Jean Valjean’ı tüm ruhuyla, iyi adamı kendisine sevgili ve çekici bir arkadaş yapan masum bir evlatlık tutkusuyla sevdi. Mösyö Madeleine’in iyi bir okuma alışkanlığı olduğu okurlarımız tarafından hatırlanacaktır. Jean Valjean bu alışkanlığından hiçbir zaman vazgeçmedi; kendisini, kendiliğinden geliştirdiği gerçek ve alçak gönüllü bir zihnin gizli zenginlikleri ile belagatine sahip olarak çok iyi bir sohbet arkadaşı da olmuştu. Nezaketini süsleyecek kadar kelimelerinin keskinliğini korudu; aklı kaba bir biçimde işlese de kalbi pamuk kadar yumuşak bir ihtiyar adamcık hâline geldi. Lüksemburg Bahçesi’ndeki konuşmaları sırasında, okuduklarından ve ayrıca çektiklerinden yola çıkarak ona her şeyin açıklamasını yaptı. Onu dinlerken Cosette’in gözleri belli belirsiz şaşkınlıkla açıldı. Bu basit adam her ne olursa olsun Cosette’in yüreğinde yeterince büyük bir yere sahipti; onun bütün özelliklerini, olduğu hâliyle seviyordu genç kız.
Bahçesinde kelebekleri kovaladıktan sonra nefes nefese yanına gelir ve “Ah! Nasıl da koştum ve yoruldum!” der, babasının yanına otururdu. Jean Valjean da onu alnından öperdi. Cosette bu iyi yürekli adama hayrandı. Her zaman onun peşindeydi. Jean Valjean’ın olduğu yerde mutluluk da vardı. Jean Valjean ne köşkte ne de bahçede yaşıyordu; taş döşeli arka avluda, çiçeklerle dolu duvardan ve hasır koltuklarla döşenmiş küçük kulübesinde, önünde püsküllü basit sandalyelerin durduğu ve goblen perdelerin asılı olduğu büyük oturma odasında zaman geçirmekten daha fazla zevk alıyordu. Jean Valjean zaman zaman da bu çok sevdiği biricik kızını kızdırmaktan da hoşlanırdı:
“Kendi odanıza gidin! Beni biraz yalnız bırakın!” derdi. Kızı da babasının odasına geldiğinde çok zarif olan o sevimli ve şefkatli azarlamayla ona naz yaparak babacığının durumunu düzeltmeye çalışırdı: “Baba, odanızda çok üşüyorum; neden burada bir halınız ve bir sobanız yok?”
“Sevgili çocuğum, benden daha iyisini hak eden ve başının üstünde bir çatısı bile olmayan o kadar çok insan var ki.”
“O zaman neden odamda yanan bir soba ve gerekli olan her şey var?”
“Çünkü sen bir kadın ve bir çocuksun.”
“Ah! Erkekler soğukta mı yaşamalı yani, hasta olmak için mi?”
“Bazı erkekler diyelim.”
“Bu iyi, buraya o kadar sık geleceğim ki ateş yakmak zorunda kalacaksınız.”
Sonra yine tatlı nazlarına devam ederdi: “Baba, neden böyle korkunç bir ekmeği yiyorsunuz?”
“Çünkü kızım…”
“Tamam, eğer siz onu yiyorsanız ben de ondan yerim sadece.”
İşte o zaman Jean Valjean biricik kızına kıyamaz ve Cosette’in siyah ekmek yemesini engellemek için o da onunla birlikte beyaz ekmek yemek zorunda kalırdı. Cosette’in çocukluğuna dair kafasını karıştıran bir anısı vardı. Hiç tanımadığı annesi için sabah akşam dua ediyor, bazı düşünceler sürekli olarak aklına takılıyordu. Thénardierler bir rüyada iki iğrenç figür olarak onun karşısına çıkıyordu. Bir gün, bir gece, bir ormana su getirmeye gittiğini ve Paris’ten çok uzakta olduğunu hatırlıyordu. Bir uçurumda yaşamaya başlamış ve onu bu uçurumdan Jean Valjean kurtarmış gibi geliyordu sürekli ona. Çocukluğu; çevresinde kırkayaklardan, örümceklerden ve yılanlardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir zamanın kötü duygularını uyandırıyordu onda. Akşam uykuya dalmadan önce düşüncelere daldığında Jean Valjean’ın kızı ve onun, kendisinin babası olduğu konusunda net bir fikri olmadığı için annesinin ruhunun o iyi adama geçtiğini ve bu adamın bedeni üzerinden onun yanına geldiğini, hatta yanında oturduğunu düşünürdü. Oturunca yanağını onun beyaz saçlarına yaslar ve sessizce gözyaşı dökerek kendi kendine: “Belki de bu adam benim annemdir.” derdi.
Cosette, manastırda büyümüş bir kızın derin cehaleti içerisinde -annelik, bakire bir kız için de kesinlikle anlaşılmaz olduğundan-düşüncelerinde mümkün olduğunca annesine az yer vermeye çalışarak aklındaki karışıklıkları sonlandırmaya uğraşıyordu. Annesinin adını bile bilmiyordu. Kendisine sorduğunda Jean Valjean, ona sadece bir sessizlikle karşılık veriyordu. Sorusunu tekrar ederse gülümsüyordu. Bir kez daha ısrar edip soracak olursa o zaman ihtiyar adamın gülümsemesi yerini gözyaşlarına bırakıyordu. Jean Valjean’ın bu sessizliği Fantine’i hâlâ düşüncelerinin arasında saklamaya devam etmesindendi. Sağduyu muydu bu, yoksa saygı mı? Bu ismi kendininkinden başka bir anının tehlikelerine teslim etme korkusu muydu?
Jean Valjean, Cosette’le küçüklüğünden beri annesi hakkında konuşmaya istekliydi; genç bir kız olduğunda bunu yapması imkânsız hâle gelmişti. Artık cesaret edemiyormuş gibi geliyordu ona. Cosette yüzünden miydi? Yoksa Fantine yüzünden mi? Bu gölgenin Cosette’in düşüncesine girmesine izin verdiği için belli bir dinî dehşet hissediyor ve kaderlerine bir üçüncüyü yerleştirmek istemiyordu. Bu gölge onun için ne kadar kutsalsa ondan o kadar korkulması gerektiğinin de farkındaydı. Fantine’i düşündüğü zamanlarda sessizliğin içinde boğulduğunu hissediyordu. Karanlıkta, parmağı dudaklarında gibi görünen bir şeyi belli belirsiz algılayabiliyordu. Jean Valjean bilinçsizce baskıya mı boyun eğiyordu? Ölüme inanan bizler, bu gizemli açıklamayı reddedecek kişilerden değiliz aslında. Fantine’in adını Cosette için bile telaffuz etmenin imkânsızlığı bundandı işte. Bir gün Cosette ona şöyle dedi:
“Baba, dün gece rüyamda annemi gördüm. İki büyük kanadı vardı. Annem hayatı boyunca neredeyse bir azize gibi yaşamış olmalı.”
“Hem de mutlu bir azize gibi.” diye yanıtladı Jean Valjean.
Bu cevabıyla Jean Valjean mutluydu. Cosette onunla dışarı çıktığında yüreğinin enginliğiyle gururlu ve mutlu bir şekilde onun koluna yaslandı. Jean Valjean böylesine ayrıcalıklı, yalnızca kendisiyle tamamen tatmin olmuş bir şefkatin tüm bu kıvılcımları karşısında kalbinin sevinçle eridiğini hissetti. Zavallı adam titredi, meleklerin sevinciyle dolup taştı; bunun tüm yaşamı boyunca süreceğini kendinden geçmiş bir şekilde kendine ilan etti; böylesine parlak bir mutluluğu hak etmek için gerçekten yeterince acı çekmediğini kendi kendine söyledi ve ruhunun derinliklerinde Tanrı’ya, bir zavallı olarak, bu masum varlık tarafından sevilmesine izin verdiği için teşekkür etti.
V
Gül, Bir Savaş Makinesi Olduğunu Algılar
Bir gün Cosette, aynasını eline alıp baktığında şaşkınlıkla şöyle dedi: “Gerçekten mi?” Kendi görüntüsü gerçek anlamda hoşuna gitmiş, bu durum ona tuhaf bir sevinç vermişti. O güne değin yüzünün nasıl göründüğüyle ciddi anlamda ilgilenme gereği görmemişti. Gerçi aynada kendisini görürdü ama alıcı gözle hiç bakmazdı. Hem kendisine sürekli çirkin olduğunu söylemişlerdi. Sadece Jean Valjean ona: “Hayır, sen kesinlikle çirkin değilsin.” demişti. Bu nedenle çirkin olduğuna inanmış, çocukluğun o uysallığı ile de bu düşüncelerle büyümüştü. Fakat aynası da ona babası gibi çirkin olmadığını söylüyordu. Genç kız, o gece sabaha kadar gözünü kırpmadı. “Ben gerçekten güzel miyim? Güzel olmak garip bir duygu olmalı!” diye düşünüyordu. Manastırda güzellikleriyle ilgi çeken arkadaşlarını düşündü ve kendi kendini, “Acaba ben de manastırdaki kızlar kadar güzel olabilir miyim?” diye sorguladı. Ertesi sabah aynasına koştu ve yeniden düşünmeye başladı. “Ah, böyle bir fikre nasıl kapıldım acaba?” diye söylendi. “Aslında hiç de güzel değilim.” O gece iyi uyumamıştı; gözleri yorgun, yüzü solgundu. Bir gece önce güzel olduğunu düşünmek onu fazlasıyla coşturmuş ancak sabah olduğunda yeniden kendisine baktığında çirkin olduğunu düşünerek kedere kapılmıştı. Sırf bu yüzden on beş gün boyunca aynasına sırtını dönüp saçlarını taradı. Akşamları yemekten sonra, ya salonda halı dokur ya da manastırda öğrendiği bazı şeyleri yapardı. Jean Valjean da onun yanında oturup kitabını okurdu. Bir seferinde başını kaldıran genç kız, babasının kendisine kaygılı gözlerle baktığını gördü ve bu duruma çok şaşırdı. Başka bir gün sokakta yüzünü görmediği, hızla yanından geçen birinin şöyle konuştuğunu duydu: “Güzel kız ama kıyafetleri ne kadar kötü!”
Cosette ise “Peh, kesinlikle beni kastetmiyorlardı; kıyafetlerim gayet güzel ama ben çirkinim.” diyerek söylenilen sözleri umursamamıştı. O sırada başında pelüş şapka ve üzerinde manastır giysisi olan siyah yünden elbisesi vardı.
Sonunda bir gün bahçedeyken, zavallı yaşlı hizmetçinin şöyle dediğini duydu: “Cosette’in ne kadar güzel büyüdüğünü fark ettiniz mi efendim?” Cosette babasının cevabını duymadı ama Toussaint’in sözleri içinde bir tür kargaşaya neden oldu. Bahçeden kaçtı, odasına koştu, aynaya baktı -kendisine bakmayalı üç ay olmuştu- ve bir çığlık attı. Kendisini gördüğünde gözleri kamaşmıştı, gerçekten güzel ve hoş görünüyordu, hizmetçi kadın ve aynasıyla aynı fikirde olmaktan kendini alamadı. Bedeni biçimlenmiş, teni beyazlamış, saçları canlanmış ve mavi gözlerinde alışılmadık bir ihtişam parlamıştı. Güzelliğinin bilinci, gün ışığının aniden ortaya çıkması gibi bir anda üzerine çöktü; hizmetçi kadın gibi başkaları da bunu fark etmişti; yoldan geçenin bahsettiği kişi, kendisiydi. Artık bundan hiç şüphesi yoktu. Kendisini bir kraliçe sanarak yeniden bahçeye indi. Kış olmasına rağmen kuşların şarkı söylediğini duyduğunu, gökyüzünün yaldızlı olduğunu, ağaçların arasındaki güneşi, çalılıklardaki çiçekleri; dikkati dağılmış, vahşi, tarif edilemez bir zevkle gördüğünü hayal etti. Jean Valjean, kendi tarafında derin ve tanımlanamaz bir baskı hissediyordu. Aslında bir süredir Cosette’in tatlı yüzünde her gün daha da parlayan güzelliği büyük bir kaygıyla seyrediyordu. Herkese gülümseyen şafak onun için karanlıktı. Cosette, aslında güzelliğinin uzun süredir farkında değildi. Ama daha ilk günden, yavaş yavaş yükselen ve genç kızın bütün bedenini saran o beklenmedik ışık, Jean Valjean’ın ruhunda uzun zamandır büyük endişelere sebebiyet veriyordu. Mutlu yaşamlarında bir değişiklik olduğunu hissediyordu. O kadar mutlu bir yaşamdı ki onların bu yaşadığı, bir şeyleri bozma korkusuyla hareket etmeye cesaret edemiyordu. Her türlü sıkıntıdan geçmiş, kaderin yaralarıyla hâlâ kanlar içinde olan ve neredeyse bir aziz hâline gelen bu adam; kadırgaların zincirini yıllardır beraberinde sürükledikten sonra, yakasını yasanın elinden kurtaramadığı için her an yakalanıp erdeminin karanlığından güpegündüz ayıplanacak olan bu adam, görünmez ama ağır belirsiz sefalet prangalarını asıl şimdi ruhunun en derinlerinde hissediyordu. Bu adam her şeyi kabul etmiş, her şeyi bağışlamış ve yalnızca Tanrı’dan, insandan, yasadan, toplumdan, doğadan, dünyadan bir şey istemişti: Cosette’in onu sevmesini! Cosette sadece onu sevmeye devam edebilirdi! Tanrı’nın, bu çocuğun yüreğinin sadece ona bağlı ve onunla kalmasını engellemesini istemiyordu hiç! Cosette tarafından yiğit bir baba olarak sevilen bu ihtiyar adam; onun sevgisiyle iyileştiğini, dinlendiğini, yatıştırıldığını, faydalarla dolu olduğunu, ödüllendirildiğini, taçlandırıldığını hissediyordu. Cosette’in bu hâlinden tamamen mutluydu ve kimsenin bu mutluluğun arasına girmesini istemiyordu! Ona, “Daha iyi bir şey ister misin?” diyen olsa “Hayır.” diye cevap verirdi. Tanrı ona şöyle sorabilirdi: “Cenneti ister misin?” ve o şöyle cevap verirdi: “Ben zaten oradayım.” Bu durumu etkileyebilecek her şey, yüzeyde de olsa onu yeni bir şeyin başlangıcı gibi ürpertiyordu. Bir kadının güzelliğinin ne anlama geldiğini kendisi de hiçbir zaman tam olarak bilmemişti ama içgüdüsel olarak bunun korkunç bir şey olduğunu hissediyordu. Yanında, gözlerinin önünde, her zamankinden daha muzaffer ve harikulade çiçek açan bu güzelliğe, o çocuğun masum ve ürkütücü alnına, evsizliğinin, yaşlılığının, sefaletinin derinliklerinden dehşetle bakıyordu. Kendi kendine şöyle dedi: “Ne kadar güzel! Peki, bana ne olacak?” Üstelik onun şefkatiyle bir annenin şefkati arasındaki fark da burada yatıyordu işte. Onun ızdırapla gördüğünü, bir anne sevinçle seyrederdi.
Genç kızın değişimindeki ilk belirtilerin ortaya çıkması uzun sürmedi. Kendi kendine söylenmesinin ertesi günü: “Kesinlikle güzelim!” dedi Cosette ve sonrasında kıyafetlerine dikkat etmeye başladı. Yoldan geçenin sözlerini hatırladı: “Güzel ama kötü giyimli.” Yanından geçip giden bir kehanetin nefesi, kalbine daha sonra atılması gereken iki mikroptan birini yerleştirdikten sonra yok olmuştu. Ama aşk başka bir durumdu. Güzelliğine olan inançla, tüm kadınsı ruh onun içinde giderek daha da enginleşiyordu. Yünlü kıyafetlerinden ve pelüş şapkalarından utanç duymaya başladı. Babası onu istekleri konusunda hiçbir zaman reddetmemişti. Başörtüsü, cübbesi, mantosu, çizmesi, manşeti, moda olan şeyler, renk bilimi; Parisli kadını böylesine çekici, çok derin bir şey yapan bilimi hemen edinmişti ve bu durum gerçekten çok tehlikeli bir hâl almaya başlamıştı. Bir aydan kısa bir süre içinde, Babylone Sokağı’nda Thebaid’deki küçük Cosette, Paris’in yalnızca en güzel kadınlarından biri değil, aynı zamanda en iyi giyinen kadınlardan da biriydi. Bu, çok daha fazlası anlamına geliyordu. Yoldan geçen kişi ile karşılaşmak, onun ne diyeceğini görmek ve ona bir ders vermek istiyordu.
Gerçek şu ki her bakımdan büyüleyiciydi ve Gérard’dan bir bone ile Herbaut’tan bir bone arasındaki farkı muhteşem şekilde ayırt edebiliyordu artık. Jean Valjean bu yıkımları endişeyle izliyordu. Emeklemekten, en fazla yürümekten başka bir şey yapamayacağını hissetmesine rağmen Cosette’in üzerinde kanatların filizlendiğini açıkça görebiliyordu. Bazı küçük özellikler, bazı özel gelenekler Cosette tarafından algılanamıyordu; mesela bir anne, ona genç bir kızın damasko bir elbise giymeyeceğini söylerdi ancak onun böyle akıl danışacağı kimsesi yoktu. Cosette siyah damasko elbisesi, mantosu ve beyaz krep bonesiyle dışarı çıktığı ilk gün neşeli, ışıltılı, pembe, gururlu, göz kamaştırıcı bir tavırla Jean Valjean’ın kolunu tuttu. “Baba.” dedi. “Beni bu kıyafetle nasıl buluyorsun?”
Jean Valjean, kıskanç bir adamın acı sesine benzeyen bir sesle cevap verdi: “Büyüleyici!” Yürüyüşleri sırasında her zamanki gibiydi. Eve döndüklerinde Cosette’e sordu: “Diğer elbiseni ve şapkanı tekrar giymeyecek misin, ne demek istediğimi anlıyor musun?”
Bu konuşma Cosette’in odasında gerçekleşmişti. Cosette, bir kenara kaldırmış olduğu öğrenci kıyafetlerinin asılı olduğu dolaba döndü. “İşte orada.” dedi babasına. “Baba, bununla ne yapmamı istiyorsun? Ah hayır, sakın aklına bile getirme! O korkunç kıyafetleri bir daha asla giymeyeceğim. Kafamda o makine gibi şey varken kendimi deli bir kadın gibi hissediyorum.”
Jean Valjean derin bir iç çekti. O andan itibaren, şimdiye kadar her zaman evde kalmak isteyen ve “Baba, ben burada seninle daha çok eğleniyorum.” diyen Cosette artık hep dışarı çıkmak istiyordu. Aslında haklıydı da. Güzel bir yüze ve zarif bir kostüme sahip olan biri, bunları sergilemezse kime ne faydası olurdu ki? Ayrıca Cosette’in arka bahçeyle ilgilenme hususunda aynı hevese sahip olmadığını fark ediyordu Jean Valjean. Artık bahçenin dışını tercih ediyor ve parmaklıkların önünde bir ileri bir geri dolaşmaktan hoşlanıyordu. Bu konuda çekinceleri olan Jean Valjean ise bahçeye hiç adım atmıyor, tıpkı bir yavru köpek gibi arka bahçesine saklanıyordu. Cosette, güzel olduğu bilgisini kazandıktan sonra bunun farkında olmama zarafetini kaybetmişti. Enfes bir zarafettir aslında bu çünkü içtenlikle artan güzellik tarif edilemez ve hiçbir şey, cennetin anahtarını farkında olmadan elinde tutarak yürüyen göz kamaştırıcı ve masum bir yaratık kadar sevimli değildir. Ama içten bir zarafetle kaybettiğini, dalgın ve ciddi bir çekicilikle kazanıyordu. Gençliğin, masumiyetin ve güzelliğin neşesiyle dolu bütün kişiliği, muhteşem bir melankoli soluyordu.
Marius, aradan altı ay geçtikten sonra onu bir kez daha Lüksemburg Bahçesi’nde gördü.
VI
Savaş Başladı
Kendi gölgesindeki Cosette, tıpkı Marius gibi ateş almaya hazır durumdaydı. Kader; esrarengiz ve ölümcül sabrı ile hepsi tutkunun fırtınalı elektriğiyle dolu olan ve çürüyen bu iki varlığı, iki bulutun şimşek yüklü olması gibi aşk yüklü bu iki ruhu, yavaş yavaş birbirine çekti ve alev alan bulutları birbiriyle çarpıştırdı. Aşk romanlarındaki bakışmalara dair öyle çok şey söylendi ki aslında artık bu konuda kelimelerin ne kadar kifayetsiz kaldığının herkes farkında. Bugünler, iki insanın yalnızca bakışlarının birleştiği günlerdi ama birbirlerine âşık olduklarını söylemeye kimse cesaret edemiyordu. Aralarında bu kıvılcımı çakmak için karşılaşan iki ruhun sarsıntısından daha doğal ne olabilirdi ki? Cosette hiç farkında olmadan Marius’ün aklını başından alan o bakışla baktığı anda, Marius de hiç farkında olmadan genç kızı coşkulandıran bir bakışla bakmıştı. Cosette uzun zamandır delikanlının farkındaydı ve içgüdüsel olarak her karşılaştıkları anda fırsat kollayarak genç delikanlıyı incelemişti. Marius’ün kendisini çirkin bulduğu günlerde bile kız onu alımlı buluyordu. Fakat kendisini umursamayan bu genç adama ilk rastladığı günlerde o da fazla ilgi göstermemiş, yine de onun saçlarının gürlüğünü ve ışıltısını, gözlerinin ifadesini, dişlerinin beyazlığını fark etmekten geri kalmamıştı. Marius arkadaşlarıyla konuşurken onu dinleyen genç kız, onun ses tonundan da hoşlanmış; yürürken biraz eğik durmasına rağmen yine de uyumlu yürüdüğünü, davranışlarının nezaketini, hiç de serseri bir tavrının olmadığını, tüm bedeninden tatlı ve gururlu bir asalet fışkırdığını, yoksul görünmesine karşın çok havalı olduğunu düşünmüştü. Bakışlarının karşılaştığı anda hissettikleri o tarifsiz duyguları gözleriyle birbirlerine söyledikleri gün, Cosette önce şaşırarak hiçbir şey anlamamıştı. Akşam, babasıyla Ouest Sokağı’ndaki evlerine geldiğinde derin düşüncelere dalmış ve bunun sonrasında Jean Valjean eski alışkanlıklarına dönerek altı hafta kalmak için Cosette’le buraya gelmişti. Genç kızın ertesi sabah ilk yaptığı iş, parkta görmüş olduğu o gizemli delikanlıyı düşünmek olmuş; uzun süre varlığından bile habersiz görünen o umursamaz adamın bu ilgisinden hiç de hoşlanmamıştı. Hatta o kibirli, yakışıklı genç adamın ilgisi onu öfkelendirmişti bile. İçten içe ona karşı gizli bir savaş gütmeye başlayarak bundan inanılmaz bir haz aldı ve sonunda ondan intikam almayı bile düşündü. Güzelliğini hissettiği günden başlayarak artık elinde çok güçlü bir silah vardı. Kadınlar böylesi zamanlarda her zaman dişiliklerini kullanmazlar mıydı zaten? Marius’ün onca zaman boyunca yaşamış olduğu kalp çarpıntılarını, umutsuzluklarını ve çektiği acıları okurlarımızın hepsi hatırlıyordur. O kıza ilgi duymaya başladığı andan itibaren artık ona yaklaşmaya çekinmiş, önünden bile geçmeyerek uzaktaki bir bankta oturmuştu hep. İşte Cosette’i asıl öfkelendiren şey de bu olmuş ve hatta bir gün babasına şöyle demişti: “Baba, bu tarafa doğru yürüyelim.” Delikanlının kendisine yaklaşmadığını fark eden genç kız, kendisi yaklaşmaya kararlıydı. Zaten hep böyle olmamış mıdır? Bir delikanlıda aşkın ilk işareti çekingenliktir, buna karşılık genç kız aşkta fütursuzca küstahlaşır.
Cosette’in o günkü bakışı Marius’ün aklını başından almış, buna karşılık Marius’ün bakışı da genç kızı altüst etmeyi başarmıştı ve ilk kez o günden sonra birbirlerine âşık olmaya başlamışlardı. Cosette’in kapıldığı ilk duygu açıklanamaz bir hüzün olmuş ve bir gün içerisinde sanki ruhu kararmıştı. Artık kendi ruhunu bile tanıyamayacak hâle gelmişti, aslında genç kızların ruhları safi neşeden oluşan kar taneleri gibidir ve aşkın ateşi onları yakmaya başladığı anda hızlıca erimeye mahkûmdur. Cosette bugüne kadar aşkın ne olduğunu hiç duymamıştı. Bu yüzden de nasıl davranılması gerektiğini bilmiyordu. Manastırda aşk kelimesi kesinlikle geçmezdi. Kitaplarında ve müzik defterlerinde aşk kelimesi yerine başka bir kelime kullanılırdı. Aslında yaşı daha büyük kızlar bu kelimeyi bilirdi ama Cosette oradan ayrıldığında çocuk sayılırdı. Bu nedenle, genç kız gönlüne dolan o duyguyu isimlendiremiyor ve tutulmuş olduğu bu duygunun tuhaflığını çözmeye çalışıyordu. Bunun iyi mi, kötü mü, yararlı mı, tehlikeli mi, öldürücü mü, sonsuz mu, gelip geçici mi, yasal mı, yasak mı olduğunu sürekli olarak zihninde ölçüp biçiyor; hiçbir anlam veremese de sevdiğinin ayrımına varabiliyordu. Biri ona şunları diyecek olsa: “Ama siz geceleri uyumuyorsunuz. Bu kesinlikle yasak! Yemek de yemiyorsunuz, bu tehlikeli; kalbiniz daralıyor, çarpıntınız var! Bu kesinlikle olmamalı! Yeşillikler arasında bir yürüyüşün sonunda siyahlara bürünmüş biri belirdiğinde kızarıp solgunlaşıyorsunuz. Ama bu çok korkunç!” Bu konuda kesinlikle hiç tecrübesi olmayan kız, bu sözlerden de bir şey anlamaz ve muhtemelen şöyle bir karşılık verebilirdi: “Hakkında bilgi sahibi olmadığım bir şeyden dolayı nasıl suçlanabilirim? Bir şey bilemediğim için yapabileceğim bir şey yok!” Karşısına çıkan aşk tam da onun yapısına uygun bir aşktı. Bu uzaktan bir bağlanma, bir yabancıya karşı duyulan büyük ve ilahi bir hayranlıktı. Gençliğin gençliğe zuhuruydu, gecelerin rüyasının romana dönüşmesine rağmen bir rüya olarak kalmasıydı, özlenen hayalet sonunda belirdi ve ete kemiğe büründü ama henüz ne adı ne hatası ne yeri ne kusuru ne de zorunluluğu vardı. Tek kelimeyle uzak ve ideal aşk, cisim kazanmış bir hayaldi. Daha yakın ve elle tutulur bir karşılaşma, henüz manastırın abartılı sislerine yarı yarıya dalmış olduğu bu ilk aşamada Cosette’i tedirgin edebilirdi. Çocukların ve rahibelerin tüm korkuları bir arada onun ruhunda vücut bulmuş hâldeydi. Beş yıl boyunca içine nüfuz ettiği manastırın ruhu, kişiliğinden yavaş yavaş buharlaşma sürecindeydi ve etrafındaki her şeyi titretiyordu. Bu durumda o bir sevgili değildi, hatta bir hayran bile değildi, o bir vizyondu. Marius’e çekici, parlak ve imkânsız bir şeymiş gibi tapmaya kendini adadı. Aşırı masumiyet, aşırı cilve ile sınırlandığından, ona tüm samimiyetiyle gülümsedi. Her gün sabırsızlıkla yürüyüş saatini bekliyordu. Marius’ü orada buldu, kendini tarifsiz bir şekilde mutlu hissetti ve tüm samimiyetiyle Jean Valjean’a şunları söylediğinde tüm düşüncesini dile getirdiğini düşündü:
“Şu Lüksemburg Bahçesi ne kadar güzel!”
Marius ve Cosette karanlıkta birbirlerine benziyorlardı. Birbirlerine hitap etmediler, selam vermediler, birbirlerini tanımadılar; birbirlerini gördüler ve bir diğerinden milyonlarca fersahla ayrılmış gök yıldızları gibi birbirlerine bakarak yaşadılar. Böylece Cosette yavaş yavaş bir kadın oldu; güzelliğinin bilinciyle ve aşkından habersiz olarak gelişip güzel ve sevgi dolu bir varlığa dönüştü. Bilgisizliği onu cilveli kıldı üstelik.
VII
Kalpler Birleşiyor
Bütün durumlarda kendince devreye giren içgüdüler vardır. Yaşlı ve sonsuz doğa ana, Jean Valjean’a gizlice Marius’ün varlığını fısıldadı ve onun ürpermesine neden oldu. Aslında net olarak bir şey göremiyor ya da bilmiyordu ancak etrafında gelişen tuhaf bir durumun farkına varıyor ve etrafını saran gölgelerin hareketlerini takip ediyordu sadece. İçten içe yeni bir hayat şekillendirirken bir taraftan başka bir şeylerin yıkılmaya yüz tuttuğunu hissediyordu. Marius ise Tanrı tarafından doğal bir içgüdü ile uyarılmış olduğundan kızın babasına karşı her zaman temkinli davranmaya çalışıyordu. Ona görünmemeye uğraşıyor, yine de Jean Valjean zaman zaman onu fark ediyordu. Marius’ün alışık olmadık ve acemi tavırları, ne kadar temkinli davranmaya çalışsa da daha fazla dikkat çekiyordu. Artık eski günlerde olduğu gibi onların yakınına sokulmuyor, önlerinden yürümüyor, uzaklarda oturuyor ve sanki onların hiç farkında değilmiş gibi davranmaya çalışıyordu. Mesela elinde bir kitap vardı ama okuyor muydu? Kim için böyle okur gibi yapıyordu? Önceleri yıpranmış bir giysiyle parka gelen delikanlı, artık sürekli yeni elbiseler giyiyordu. Gözleri çok değişikti, eldiven giyiyordu, kısaca belirtmek gerekirse neler olduğuna anlam veremese de Jean Valjean o delikanlıdan bütün içtenliğiyle nefret ediyordu. Ne olduğunu tam olarak bilmemesine rağmen yine de bu duyguyu açık etmemesi gerektiğini düşündüğünden Cosette duygularını belli etmiyordu. Bu süre zarfında bir anda Jean Valjean’ın zihninde bir şimşek çaktı, “Yoksa Cosette’in süse düşkünlüğüyle, şu delikanlının sürekli yeni elbiselerle gelme düşkünlüğü arasında bir bağlantı olabilir mi?” diye düşünmeye başladı. Elbette tesadüf olabilirdi ancak gerçekten çok tuhaf ve tehlikeli bir tesadüftü bu. Düşüncelerini biricik kızına hiç belli etmedi ancak bir gün daha fazla dayanamayarak felaketini hemen öğrenmek isteyen birinin arzusuyla: “Ne küstah bir delikanlı şuradaki öyle!” dedi.
Bir yıl önce, henüz küçük bir kız olan Cosette ise ona şöyle karşılık verdi: “Ah, o mu? Bence gayet samimi görünüyor!” Kalbinde Marius’ün aşkıyla on yıl sonra ustalaşmış bir genç kadın olarak ise şöyle diyebilirdi: “Küstah evet, ayrıca çok da itici!” Ancak o sırada hiç bilmediği aşk duygusuyla sarmalanmış olan genç kızın dudaklarından, kendisini bile şaşırtan bu yanıt çıkmıştı. “Ah, ne aptalca davrandım!” diye düşündü Jean Valjean. Sonrasında büyük bir acıyla ve kendi kendine öfkelenerek “Kız onun farkında bile değil; şimdi ben, onu düşünmesine neden olacağım!” diye geçirdi içinden. Ah, eskilerin sadeliği! Ah, çocukların derinliği! O taze yılların acı ve sıkıntılarının, ilk aşkla ilk engeller arasındaki canlı çatışmaların yasalarından biri; genç kızın kendisini hiçbir tuzağa düşürmemesi ve bu tuzağa genç adamın düşmesidir. Jean Valjean, Marius’e karşı sessiz ve derin bir savaş açtı. Delikanlı, tutkusu ve toyluğu yüzünden bunların farkında bile değildi. Adam parka geliş vaktini, oturduğu yeri değiştirdi; mendilini bankta unuttu, yollara serptiği bütün bu soru işaretlerine Marius “Evet!” karşılığını verdi. Cosette ise görünürdeki ilgisizliği ve huzurlu kaygısızlığını korumayı sürdürdü. Bunu öylesine ustaca yapmıştı ki sonunda Jean Valjean, “Bu serseri Cosette’e deli gibi âşık ama Cosette onun varlığından bile haberdar değil!” diye bir sonuca vardı. Yine de içini kederli bir titreme sardı. Her an Cosette aşka yakalanabilir, birilerini sevebilirdi. Sonuç olarak tüm aşklar da tıpkı böyle kayıtsızlıklarla başlamaz mıydı? Cosette sadece bir kez babasını endişelendiren bir hata yaparak üç saat boyunca oturdukları yerden kalktıkları sırada, “Şimdi mi gidiyoruz?” diye sordu. Jean Valjean, Cosette’in şüphelenmemesi ve durumdan farklı çıkarımlarda bulunmaması için alışkın oldukları park gezintilerini sürdürmeye devam etti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/viktor-mari-gugo/sefiller-ii-cilt-69429514/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Fahişe kolejleri, dolandırıcılar, dilenciler, mahalle oyuncuları. (ç.n.)
2
(Lat.) Issız bir yerde, Pater Noster duasını okumayı istemiyor.
3
İtalyan kuyumcu, heykeltıraş, yazar. (ç.n.)
4
François Villon, Fransız lirik şair. (ç.n.)
5
Ons: Fransa’da 30,59 gram, İngiltere’de 28,349 grama denk gelen bir ağırlık birimi. (ç.n.)
6
(Lat.) Yapraklar arasında. (ç.n.)
7
Fransız takviminin sekizinci ayı. (ç.n.)