Sefiller I. Cilt
Victor Hugo
Bir ülkede meydana gelen her türlü değişim, toplumu derinden etkiler ve her bireyin yaşamına ayrı ayrı nüfuz eder. Değişimin yankıları nüfuz ettiği her bireyde farklı bir karşılık bulur ve kimileri yücelip göklere taşınırken kimileri yeryüzünde insan eliyle inşa edilmiş cehennemlere mahkûmdur. Fransız Devrimi, işte tam da böyle köklü bir dönüşümün aracısıdır. Yeryüzü mahkûmlarının göklere ulaşabilmesi ise ancak kolayca göğe çıkmışların aşağı eğilerek yardım ellerini uzatmalarıyla mümkün olacaktır. Victor Hugo, Sefiller’de Fransız Devrimi’nin topluma yansıyan tüm etkilerini; gökyüzünü olduğu gibi yeryüzünü, çiçekli bahçelerini olduğu gibi yer altı çukurlarını, kendi idealinde geliştirdiği düzen ile birleştirerek gözler önüne serer. Ana karakteri Jean Valjean, bu yolculukta çamurlu çukurları da bulutların üzerindeki saadet tarhlarını da okur için tecrübe eder. Victor Hugo, iyiye ve doğruya yönelik atılan her adımın kişiyi gökyüzüne yaklaştıracağını ve kişi bu denli yaklaşmışken bir yardım elinin mutlaka kendisine uzatılacağını bilir. Jean Valjean’a uzatılan el, şimdi Sefiller’in satırlarında yüzünü göğe dönmüş olan okurlarına uzatılmaktadır. "İnsan ne kadar isteyebilirse o kadar yok etmek istiyorum insanoğlunun yazgısını; köleliği mahkûm ediyorum, yoksulluğu kovuyorum, bilgisizliği okutuyorum, hastalığı tedavi ediyorum, geceyi aydınlatıyorum ve kine, düşmanlığa düşmanım. İşte ne olduğum ve işte 'Sefiller'i niçin yazdığım. Düşünceme göre 'Sefiller' temelinde kardeşlik ve çatısında ilerleme olan bir kitaptan başka bir şey değildir. Şimdi yargılayın beni." Victor Hugo
Victor Hugo
SefillerI. Cilt
Victor Hugo, 26 Şubat 1802’de Fransa’nın Besançon kentinde Joseph Leopold Sigisbert Hugo ve Sophie Trebuchet’nin oğlu olarak dünyaya geldi. O ve iki ağabeyi, Abel ve Eugène, anneleriyle Fransa’nın Paris kentinde yaşarken bir general ve Avellino Valisi olan babaları ise İtalya’da yaşıyordu. Hugo’nun annesinin, Fransız hükûmetinin düşmanı olan General Victor Fanneau Lahorie ile özel bir dostluğu vardı. Onun, evlerinde saklanmasına izin vermişti. Bu sırada o da ailenin erkekleri için öğretmenlik yaptı. Çocuklar babalarını görmek için sık sık seyahat ediyordu. Bu seyahatler onların eğitimlerinde kesintilere neden oluyordu. Küçük bir çocuk olan Hugo, şiir yazmaya özel bir ilgi duyuyordu. On iki yaşındayken Victor ve erkek kardeşleri Pension Cordier’de bulunan bir okula gönderildi. Orada farklı ekolleri inceleme fırsatı buldular, boş zamanlarını şiir ve oyun yazarak geçirdiler.
Victor on beş yaşındayken Académie Française tarafından düzenlenen şiir yarışmasını kazandı ve ertesi yıl da Académie des Jeux Floraux’un yarışmasında yine birinci oldu. Şair olarak ünü hayatının erken dönemlerinde gelişti.
1822’de Hugo, annesinin vefatıyla sarsıldı. Bundan bir buçuk yıl sonra ise çocukluk aşkı Adéle Foucher ile evlendi. Çiftin dört çocuğu oldu. Paris’teki apartmanları, romantizm akımının hırslı yazarlarının buluşma yeri hâline geldi. 1822’de Hugo da ilk imzalı kitabını yayımladı.
1824’te Hugo’nun birkaç arkadaşı Muse Française adlı bir grup kurdu. Hepsi neoklasizmden (mantıklı, açık ve düzenli yazıya değer verilen Antik Yunan ve Roma stillerine dayanan bir yazı stili) sıyrılmaya çalışan genç yazarlardı. 1826’da Hugo, neoklasizmi reddeden bir kitap yayımladı.
1826 ve 1827 yılları, Hugo ve onun şiirinin destekçisi olan bir grup genç romantiğe verilen isim olan Cénacle için başarılı yıllardı. Ona “şairlerin prensi” demişlerdi. Arkadaşlarının desteği ve tavsiyeleri ile Hugo, romantizmin temellerini attı. Bu inançla, Ekim 1827’de yayımlanmayan oyununa Cromwell’in ön sözünde yer verildi. İncil, Homeros ve William Shakespeare onun benimsediği yeni edebiyat akımının ilham kaynakları oldu.
1831’de Hugo, Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok tanınan eseri, Notre Dame’ın Kamburu romanını yayımladı. Bunda, Notre Dame Katedrali’ni ve karakterlerini yaratarak geç Orta Çağ’ın gerçek ruhunu aktarmayı hedefledi. 1831’de Hugo, en güzel şiir koleksiyonlarından biri olan Les Feuilles d’automne’yi yayımladı. Hugo bir kez daha özel konular hakkında yazdı. Onu depresyona sokan sadece yaşlanıyor olması değildi. Şairin muazzam bencilliğinden ve çocuklarından bıkmış karısı da Hugo’yu oldukça yıpratıyordu.
Hugo, karısının onu reddetmesinden kaynaklanan yalnızlığı nedeniyle, genç oyuncu ve aynı zamanda bir hayat kadını olan Juliette Drouet’ye âşık oldu. Onu kurtarmayı kendine görev bildi. Borçlarını ödedi ve tüm hayatını tamamen ona odaklanmış olarak geçirmeye çalıştı.
Temmuz monarşisinin gelişiyle, Hugo zengin ve ünlü oldu; on beş yıl boyunca Fransa’nın resmî şairi sayıldı. Bu dönemde, üç oyun da dâhil olmak üzere çeşitli yeni eserler ortaya koydu.
Önceleri kralcı düşünceyi destekleyen Hugo, Fransa’daki 1848 Devrimi’nin başını çektiği olaylar sırasında Katolik, kral yanlısı eğitime başkaldırıp cumhuriyetçiliği ve özgür düşünceyi desteklemeye başladı.
1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclis’e giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü. Victor Hugo, 22 Mayıs 1885’te seksen üç yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hâkim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebî figür değil, aynı zamanda Fransa’da üçüncü cumhuriyete ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Gömüleceği Panthéon’a kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı.
Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da önemli olan pek çok yere onun adı verildi.
Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.
Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).
ÖN SÖZ
Toplum tarafından ilan edilen, dünya medeniyetinin ortasında yapay cehennemler yaratan ve ilahi kadere insan yazgısı unsurunu ekleyen, hukuka, örf ve âdetlere göre durumları lanetleme kararlarının alınması var olduğu sürece; yüzyılın üç büyük sorunu olan, yoksulluk neticesinde erkekliğin yozlaşması, kadınların açlıktan düşkünlüğe uğraması, çocukların cehalet yüzünden gelişememelerine dair sorunlar çözülmediği sürece; dünyanın herhangi bir yerinde sosyal olarak boğulma mümkün olduğu sürece; başka bir deyişle, dünyada cehalet ve sefalet var olduğu sürece, elinizde tuttuğunuz Sefiller gibi eserlerin büsbütün faydasız olabileceği düşünülemez.
HAUTEVILLE EVİ, 1862
FANTINE
Birinci Kitap
Sadece Adil Bir Adam
I
Bay Myriel
Yetmiş beş yaşlarında, yaşlı bir adam olan Bay Charles François Bienvenu Myriel; 1815 senesinde Digne’nin piskoposuydu, 1806’dan bu yana Digne’deki bu görevinde bulunmaktaydı.
Bu ayrıntının hikâyemizle doğrudan bağlantısı olmasa dahi, sırf tüm hususlarda doğru açıklamalar yapabilmek adına bazı detayları burada zikretmek, onun burada piskoposluğa geldiği zaman hakkında çıkan söylentileri belirtmek faydalı olacaktır. Doğru ya da yanlış, insanlar hakkında söylenenler, yaşamlarında ve her şeyden önce kaderlerinde ne yaptıkları kadar önemli bir yer tutmaktadır. Bay Myriel; Aix Parlamentosu Meclis Üyesi olan, saygın bir din adamının oğluydu. Parlamenter ailelerde yaygın bir gelenek olduğu üzere, babası; vârisi olarak oğlunu on sekiz ya da yirmili yaşlarında evlendirmişti. Ancak bu evliliğin yanı sıra, Charles Myriel’in kendisinden söz edilmesini sağlayacak başka şeyler yaptığı da söylentiler arasındaydı. Oldukça kısa boylu olmasına rağmen düzgün yapılı, zarif, kibar ve zeki bir adamdı; hayatının ilk bölümünün tamamını dünyevi işlere ve çevresindekilerle arkadaşlık etmeye adamıştı.
O dönem devrim ortaya çıktığında olaylar birbiri ardını kovalamış; parlamentoya mensup aileler kovulmuş, köşeye sıkıştırılmış, aileleri dağıtılmıştı. Devrimin en başında, Bay Charles Myriel; İtalya’ya göç etti. Orada, karısı uzun süredir mücadele ettiği göğüs hastalığından dolayı vefat etti. Çocukları yoktu. Acaba, bundan sonrasında Bay Myriel’in başına neler geldi? Eski Fransız toplumunun yıkılışı, ailesinin dağılması, uzaktan dehşet içinde bakan mültecilere daha da yıldırıcı gelen 1793 senesinin trajik sahneleri, belki de ona çok daha endişe verici görünmüş; onda, dünyadan elini eteğini çekerek yalnız başına yaşama isteğini doğurmuş olabilir miydi? Yoksa o gizemli ve korkunç darbelerden biri servetine ve varlığına inse hiçbir suretle sarsılmayacak bir adamı bir anda altüst eden şey, eğlenceli ve sevgi dolu hayatını sürdürürken bunların başına gelmesi olabilir miydi? Bu konuda kimse bir fikir yürütemezdi ancak bilinen tek bir şey vardı, o da İtalya’dan döndüğünde bir rahip olduğuydu.
1804 senesinde Bay Myriel, Brignolles’in rahibiydi. Geçen yıllar içerisinde oldukça olgunlaşarak yaş almıştı ve hâlâ yalnız yaşıyordu.
Taç giyme dönemiyle ilgili olarak, göreviyle alakalı bir mesele nedeniyle (bunun tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyordu) Paris’e gitti. Cemaatine yardım istemek için gittiği diğer güçlü kişiler arasında Kardinal Fesch de vardı. Bir gün İmparator, amcasını ziyarete geldiğinde holde beklemekte olan saygıdeğer rahip, onunla karşılaştı. Kendisini büyük bir merakla izleyen ihtiyar adamı fark eden Napolyon, hemen yanındakilere dönerek şöyle dedi:
“Bana dikkatle bakan bu ihtiyar adam da kim?”
“Efendim.” dedi Bay Myriel. “Siz ihtiyar bir adama bakıyorsunuz, bense büyük bir adama bakıyorum. Her ikimiz de bundan faydalanabiliriz.”
O akşam İmparator, Kardinal’e bu yaşlı rahibin kim olduğunu sormuşken bir süre sonra Bay Myriel, Digne’ye piskopos olarak atandığını öğrenince duruma şaşırıp kalmıştı.
Acaba, Bay Myriel’in daha önceki hayatına dair anlatılan hikâyelerde ne derece hakikat payı vardı? Bunu kimse bilemiyordu. Devrimden önce, çok az aile Myriel ailesi ile tanışma fırsatı bulmuştu. Bay Myriel, konuşanın çok ancak düşünenin az olduğu küçük bir şehre yeni gelen insanların başına gelenlerin aynısını yaşamak zorunda kaldı. Piskopos olmasına rağmen tüm yaşanılanlara da katlanmak zorundaydı. Ama sonuç olarak, kim ne derse desin onun hakkında anlatılanların tümü gevezelik, söylenti, tahmin ve Güneylilerin ifade ettiği gibi palavralardan ibaretti.
Bununla birlikte, dokuz yıllık piskoposluk görevi ve Digne’de ikamet etmesinin ardından, başlangıçta küçük şehirlerdeki, bu küçük insanları meşgul eden tüm hikâyeler ve rivayetler tamamen unutulmaya yüz tutmuştu. Hiç kimse ne onlardan bahsetmeye ne de hatırlamaya cesaret edebiliyordu.
Bay Myriel, Digne’ye; kendisinden on yaş küçük ve yaşlı bir kız kurusu olan, kız kardeşi Matmazel Baptistine ile birlikte gelmişti.
Daha öncesinde Bay Myriel’in hizmetçisi olan, şimdi ise hem Matmazel Baptistine’in oda hizmetçiliğini hem de piskoposun kâhya kadınlığını yapan, yalnız başına yaşayan Madam Magloire da onlarla birlikte yaşıyordu.
Matmazel Baptistine; uzun boylu, solgun, zayıf ve narin bir kadındı. “Saygıdeğer” kelimesinin tabiri caizse tam anlamıyla vücut bulmuş hâliydi. Ancak yine de bir kadının “saygıdeğer” olması için anne olması gerekiyordu. O hiçbir zaman güzel bir kadın olmamıştı ancak sürekli olarak gerçekleştirdiği bir dizi dinî faaliyetten ibaret olan yaşamı, sonunda ona bir tür nur ve ışıltı kaplı bir yüz bahşetmiş; yıllar içerisinde yaşı ilerledikçe iyiliğin güzelliği denilebilecek bir ifadeye sahip olmuştu. Gençliğinde zayıflık olarak nitelendirilen, yaşlılığında saydamlığa dönüşmüştü ve bu saydamlık, onun bir melek gibi görünmesini sağlıyordu. O, bir bakireden çok daha yüksek bir ruha sahipti. Bedeni sanki bir gölgeden yapılmış gibiydi, gövdesi ancak cinsiyetini ortaya koyabilecek kadar dikkat çekiciydi; sanki bir tür nurla çevrelenmiş küçücük bir maddeydi, iri gözleri sürekli olarak önüne bakardı ve ruhu sanki sadece onun yeryüzünde kalmasını sağlayan bir vesile niteliğindeydi.
Madam Magloire; ufak tefek, şişman, akça pakça bir kadındı. Şişman olmasına rağmen oldukça hareketliydi. Bir an olsun yerinde durmaz, bir taraftan koşuşturmaktan diğer taraftan astımı yüzünden sürekli nefes nefese kalırdı.
Buraya geldiğinde Bay Myriel, resmî kararnamelerin gerektirdiği biçimde büyük bir tantanayla karşılanarak piskoposlar için ayarlanmış büyük konağa yerleştirilmişti. Belediye başkanı ve başkan, onu ilk ziyaret edenler olmuştu. O da ilk olarak kumandan ve valiyi ziyaret etmişti.
Yerleşme işleri bittikten sonra küçük şehir, yeni gelen piskoposlarının neler yapacağını beklemeye başlamıştı.
II
Bay Myriel, Monsenyör Bienvenu Oluyor
Digne’nin piskoposluk konağı, hastane ile bitişikti. Konak oldukça büyük ve güzel bir yapıydı. Geçen yüzyıl başlarında, Paris İlahiyat Fakültesinden mezun olan ve 1712 senesinde Simore rahipliği ve Digne şehrinin piskoposluğunu yapan Bay Henri Puget tarafından inşa edilmişti. Bu konak tam anlamıyla piskoposlara yakışır bir ikametgâhtı. Piskoposun yaşadığı daireler, oturma odaları, diğer odalar; hepsi eski Floransa tarzında kemerler altında, etrafını saran yürüyüş yollarıyla çok geniş ana avlu, muhteşem çiçeklerle süslenmiş bahçeleri ve ağaçlarıyla görkemli bir havaya sahipti. Zemin katta yer alan ve doğrudan bahçeye açılan muhteşem yemek odasında Bay Henri Puget, 29 Temmuz 1714’te büyük bir ziyafet vermişti. Bu ziyafete Başpiskopos Charles Brulart de Genlis, Embrun Prensi, Grasse Piskoposu, Kapuçin Antoine de Mesgrigny, Saint Honore de Lerins Rahibi, Fransa Vaizi Philippe de Vendôme, Venedik Piskoposu François de Berton, Glandeve Piskoposu Cesar de Sabran de Forcalquier ve Kral’ın din görevlisi olan Senez Piskoposu Jean Soanen katılmıştı. Bu yedi muhterem şahsiyetin portreleri konağın duvarlarını süslüyordu ve unutulmaz bir tarih olan 29 Temmuz 1714, beyaz mermerden bir masanın üzerine altın harflerle kazınmıştı.
Hastane; küçük bir bahçesi olan, tek katlı, alçak ve dar bir binaydı. Gelişinden üç gün sonra Piskopos, hastaneyi ziyaret etti. Ziyaret sona erdiği sırada, Müdür’den gelip kendisine evine kadar eşlik etmesini rica etti.
“Sayın Hastane Müdürü.” dedi ona. “Şu anda burada kaç hastanız var?”
“Yirmi altı, efendim.”
“Evet, ben de öyle saydım.” dedi Piskopos.
“Yataklar.” diye devam etti Müdür konuşmasına. “Birbirine çok yakın.”
“İşte, bunu ben de fark ettim.”
“Odalarımız maalesef oldukça küçük ve içeriyi havalandırmak da oldukça güç.”
“Ben de aynı şeyi düşündüm.”
“Ayrıca, güneşli havalarda dışarı çıkan hastalarımız için bahçemiz de oldukça küçük.”
“Ben de kendi kendime aynı şeyi söylüyordum.”
“Salgın durumunda, mesela bu yıl ateşli tifüs salgınını ve iki yıl öncesinde de başka bir salgın hastalığı yaşadık. Bazen burada hasta sayısı yüze kadar çıktı. Bu durumlarda ne yapacağımızı bilemiyoruz.”
“Bu durum benim de aklıma takıldı.”
“Ne yapmamızı önerirsiniz, efendim?” dedi Müdür. “Başımızın çaresine bakmak zorunda kalıyoruz.”
İkili arasındaki bu konuşma, zemin kattaki muhteşem yemek odasında gerçekleşmişti. Piskopos bir anlığına sessiz kaldı, sonra birden Hastane Müdürü’ne dönerek şöyle dedi:
“Beyefendi, sizce bu salon tek başına kaç yatak alır?”
“Bu yemek odası mı efendim?” diye haykırdı Müdür şaşkınlıkla. Piskopos yemek salonuna şöyle bir göz attı, sanki gözleriyle ölçüp biçiyor ve kendince hesaplamalar yapıyordu.
Kendi kendine konuşuyormuş gibi, “Burası en az yirmi yatak alır.” dedi. Sonra sesini yükselterek:
“Durun, Müdür Bey, size söyleyeceklerim olacak. Belli ki burada bir yanlışlık var. Siz otuz altı kişi, beş-altı küçük odası olan bir yerde kalıyorsunuz. Biz üç kişilik bir aile ise altmış kişinin rahatlıkla sığacağı bir evdeyiz. Size söylüyorum, bu işte kesinlikle bir yanlışlık var. Bu evde sizin, sizin bulunduğunuz yerde ise bizim kalmamız lazım. Siz bana kalacak yeri gösterin ve hepiniz buraya geçin.”
Ertesi gün otuz altı zavallı hasta Piskopos’un konağına, Piskopos ise doğrudan hastaneye taşınmıştı.
Devrim yüzünden bütün hayatı altüst olan Bay Myriel’in hiç malı mülkü yoktu. Kız kardeşinin kişisel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için, yıllık beş yüz franklık bir geliri vardı. Bay Myriel’e ise, “piskopos” sıfatı karşılığında devlet tarafından on beş bin frank maaş ödeniyordu. Bay Myriel, hastaneye geçtiği günden itibaren gelirinin nasıl harcanacağını, bir daha değişmemek üzere şöyle belirledi. Burada size kendi el yazısı ile yazmış olduğu notları aktarıyoruz:
EVİMİN GİDERLERİNİN DÜZENLENMESİ HAKKINDA ALDIĞIM NOTLAR:
Küçük Papaz Okulu için ............................... 1.500 frank
Cemaat toplantıları için ................................100 frank
Montdidier Lazaristleri için ...........................100 frank
Paris’teki yabancı cemaatler için seminer ....200 frank
Kutsal Ruh Toplantısı için .............................150 frank
Kutsal Topraklar’ın dinî kurumları için .........100 frank
Hayırsever annelik dernekleri için ................300 frank
Arles’teki için ekstra ......................................50 frank
Cezaevlerinin iyileştirilmesi için ...................400 frank
Mahkûmların kurtarılması ve yardım edilmesi için .......................................... 500 frank
Borçları nedeniyle hapsedilen aile babalarını kurtarmak için ................................ 1.000 frank
Cemaatime mensup yoksul öğretmenlere yardım için ................................................ 2.000 frank
Alpler’deki halka açık tahıl ambarları için ....100 frank
Digne ‘deki Monosque ve Sisteron’daki yoksul kızların eğitimi için Kadınlar Birliğine ................ 1.500 frank
Yoksullar için ................................................6.000 frank
Kişisel harcamalarım için .............................1.000 frank T
OPLAM ........................................................15.000 frank
Gördüğünüz üzere, harcama listesini yukarıdaki şekilde hazırlayan Bay Myriel, onu “evimin giderleri” olarak adlandırmıştı ve Digne’de görev yaptığı süre boyunca bu listeyi hiçbir zaman değiştirmedi.
Bu düzenleme Matmazel Baptistine tarafından tam bir boyun eğişle kabul edildi. Bu dindar kadın, Bay Myriel’i hem ağabeyi hem de piskoposu olarak görüyordu; onun açısından tabiatı bakımından hamisi, kilise açısından ise üstü konumundaydı. Onu sadece seviyor ve ona büyük saygı duyuyordu. Bay Myriel onunla konuştuğunda başını eğerek her şeyi kabul ediyor, harekete geçtiği zaman ise tam bağlılığını göstererek ona yardım ediyordu. Bu konuda küçük de olsa homurdanan tek kişi, hizmetçileri Madam Magloire idi. Bay Piskopos ona gelir olarak sadece bin frank ayırmıştı, bu da Matmazel Baptistine’in yıllık bin beş yüz frank gelirine ek olarak bin frank gelir elde etmelerini sağlıyordu. Bu iki yaşlı kadın ve Piskopos, işte bu gelirle yaşamlarını idame ettiriyorlardı.
Ve yine de bir köy papazı Digne’ye geldiğinde Madam Magloire’ın katı kuralları ve Matmazel Baptistine’in akıllı ev idaresi sayesinde Piskopos, hanesinde misafirini ziyadesiyle düzgün ağırlamanın yollarını bulabiliyordu.
Piskopos, Digne’ye gelmesinden yaklaşık üç ay sonra şöyle dedi:
“Yine de bütün bunlara rağmen herkesten çok daha sıkışık durumdayım!”
“Ben öyle düşünmüyorum!” diye hemen araya girdi Madam Magloire. “Monsenyör, şehirdeki arabasının masrafları ve piskoposluğa bağlı çevre illere yolculukları için bakanlığın kendisine borçlu olduğu ödeneği bile talep etmedi. Eski günlerde bunu almak, piskoposlar için bir gelenekti.”
“Doğru!” diye haykırdı Piskopos. “Çok haklısınız Madam Magloire.”
Böylece talebini yaptı.
Bir süre sonra bakanlık konseyi, bu talebi dikkate alarak ona şu başlık altında yıllık toplam üç bin franklık ödemeyi kabul etti: Bu ödenek, taşıma masrafları, pastoral ziyaret masrafları için Piskopos Myriel’e verilecektir.
Bu elbette ki kasabalılar arasında büyük bir infial yarattı. İmparatorluğun bir senatörü ve Beş Yüzler Konseyi’nin eski bir üyesi olan, Digne şehrinin yakınlarında kendisine muhteşem bir senatörlük ofisi sağlanmış eski Din Bakanı Bay Bigot de Preameneu’ye hemen konuyla ilgili oldukça öfkeli ve gizli bir not içeren mektup yazdılar. Bu özgün satırları aşağıda sizler için alıntılıyoruz:
Taşıma masrafları için ödenek mi? Nüfusu dört bin kişiden az olan bu küçük şehir için böylesi bir masrafa gerek var mı? Yolculuk masrafları mı? Bu yapılacak geziler, kimin işine yarayacak ki? Sonra, bu dağlık kısımlarda nasıl bir gezi yapılabilir ki? Yol bile yok. Burada at haricinde kimse başka türlü yolculuk yapamaz. Durance ile Chateau-Arnoux arasındaki köprüden ancak kağnılar geçebiliyor. Bu rahiplerin hepsi paragöz ve açgözlüdür. Bu adam ilk geldiğinde üzerimizde iyi bir intiba bırakmıştı. Şimdi tıpkı diğerleri gibi davranıyor; illa onun da bir arabası ve faytonu olmalı, tıpkı eski piskoposlar gibi lüks eşyalara sahip olmalı. Ah, tıpkı tüm yobazlar gibi, bu da aynı! İmparator bizi bu siyah şapkalı hergelelerden kurtarana kadar, hiçbir şey yolunda gitmeyecektir, Bay le Comte. Kahrolası Papa! (Bu sırada Roma ile işler de karışmak üzereydi.) Şahsen ben, tam anlamıyla Kayzer yanlısıyım vesaire vesaire…
Öte yandan, Madam Magloire bu duruma çok seviniyordu. “Çok iyi.” dedi Matmazel Baptistine’e. “Monsenyör sonunda aklını başına topladı, ne de olsa kendisini de düşünmek zorunda. Bütün gelirini zaten hayır işlerine adamış durumda. Şimdi en azından bizim için ayırabileceği üç bin frank olacak! Nihayet!”
Aynı akşam Piskopos, kız kardeşine aşağıdaki ödemeleri içeren bir not daha yazdı:
TAŞIMA VE GEZİ MASRAFLARI
Hastanedeki hastalara et suyuna çorba ikram etmek için ...................................................................... 1.500 frank
Aix’teki yardımseverler için .......................... 250 frank
Draguignan’daki Anneler Derneği için ..........250 frank
Sokakta kalanlar için ................................... 500 frank
Yetimler için .................................................. 500 frank
TOPLAM ........................................................ 3.000 frank
Bay Myriel’in bütçesi işte bu şekilde düzenlenmişti.
Piskoposluk ödenekleri, dinî idareler, özel vaftizler, vaazlar, kutsanmalar, kilise veya şapellerde kıyılan nikâhlar ve diğer masraflar konusuna gelince bunları da zenginlerden aldığı bağışlardan karşılıyordu ve bu hususta kendisi yoksullara karşı ne kadar hakkaniyetli davranıyorsa zenginlerden para alma hususunda da aynı itinayı göstermekten kesinlikle geri kalmıyordu.
Bir süre sonra, parasal olarak yapılan bağışlarda artışlar olmaya başladı. Parası olanlar da olmayanlar da Bay Myriel’in kapısını çalıyordu. Kimi ona para bağışlarken kimi de istemeye geliyordu. Bir yıldan kısa bir süre içerisinde Piskopos; her türlü derdin dermanı, her sıkıntıyı çözüme ulaştıran iyilik eli oldu. Elinden hatırı sayılır miktarlarda paralar gelip geçiyordu ama hiçbir şey onu mütevazı hayatını sürdürmekten alıkoymuyor, yaşam tarzında en ufak bir değişiklik gözlemlenmiyordu. İhtiyacı olandan daha fazlasına elini sürmüyordu.
Dünyevi isteklerden öylesine uzaktı ki! Aşağı tabakalarda, yukarıdakilerin kardeşliğine karşılık çok daha büyük sefalet yaşandığından her gelen bağış, tabiri caizse daha alınmadan önce yerini bulmuş oluyordu. Kurak topraklarda ortaya çıkan bir su kaynağı gibiydi; eline ne kadar çok para geçerse geçsin, kendisine ait hiç parası olmuyordu. Çünkü başkalarına yardım edebilmek için her zaman kendi ceplerini bile boşaltıyordu.
Piskoposlar için özel olarak seçilmiş vaftiz adları ve pastoral mektuplarının başlıklarında kullanacakları bir lakapları olurdu. Kırsal kesimlerdeki yoksullar ona karşı besledikleri büyük sevgiden ve onun şefkatli tavırlarından dolayı, aralarında Piskopos için özel bir isim belirlemişlerdi ve ona, Monsenyör Bienvenu (Hoş geldiniz) dışında başka bir şekilde hitap etmiyorlardı. Biz de onları örnek alıp bundan sonrasında kendisini bu şekilde anacağız. Üstelik Piskopos da kendisine bu şekilde hitap edilmesinden dolayı çok mutlu oluyordu.
“Bu ismi beğendim.” diyordu. “Bienvenu, Monsenyör kelimesinin anlamını daha da yüceltiyor.”
Burada tasvir etmeye çalıştığımız portrenin gerçekliği hususunda herhangi bir iddiamız olamaz ancak orijinaline benzediğini söylemekle yetineceğiz.
III
İyi Bir Piskoposa Zorlu Bir Piskoposluk
Piskopos, her ne kadar seyahat masraflarını başka bağışlar için kullanmış olsa da yine de pastoral ziyaretlerini gerçekleştirmekten geri kalmıyordu. Digne şehrinin piskoposu olmak çok yorucuydu. Bu şehrin çevresi, düz ovadan ziyade fazlasıyla dağlık alanla çevriliydi; daha önce bahsettiğimiz üzere neredeyse hiç yol yoktu. Buna rağmen bu küçük şehre bağlı, otuz iki papaz, kırk bir papazlık makamı ve iki yüz seksen beş yardımcı şapel bulunmaktaydı. Bütün bunları ziyaret etmek oldukça büyük bir işti.
Yine de Piskopos bütün bu işlerin üstesinden gayet iyi geliyordu. Yakın çevresine yürüyerek düzlük yollu kasabalara faytonuyla ve dağlık alanlardaki bölgelere de eşek üzerinde gidiyordu. İki yaşlı kadın da her zaman ona eşlik ediyordu. Şayet çok meşakkatli bir yolculuk olacak ise Piskopos, ziyaretleri kendi başına gerçekleştiriyordu.
Piskopos bir gün eski bir piskoposluk şehri olan Senez’e gitti. Cebinde doğru dürüst parası kalmadığından bu yolculuğu mecburen eşekle yapmak zorunda kaldı. Şehrin belediye başkanı onu karşılamaya geldiğinde Piskopos’un eşekten inişini şaşkınlıkla izledi. Şehrin bazı ileri gelenleri onun hâline gülüyorlardı.
“Mösyö Belediye Başkanı.” dedi Piskopos. “Sizi ve vatandaşlarınızı şaşırttığımı görebiliyorum. Yoksul bir din görevlisinin İsa Mesih’in kullandığı bir hayvana binmesini çok kibirli buluyorsunuz. Ama sizi temin ederim, bunu kibirden değil; zorunluluktan yapmak zorunda kaldım.”
Bu geziler esnasında her zaman kibar ve hoşgörülü davranırdı; vaaz vermekten ziyade sohbet edercesine konuşmayı tercih ederdi. Kendisine iletilen şikâyetler karşısında çok yakınlarda daha kötü şartlar altında yaşayanları örnek vermeyi yeğlerdi. Çevre kasabalardaki insanların birbirlerine nasıl yardımcı olduklarını anlatırdı. Yoksullara karşı oldukça kötü davranan kantonlara şöyle açıklamada bulunuyordu:
“Briancon halkına bir bakın! Yoksullara, dullara ve yetimlere; tarlalarını herkesten üç gün önce biçme hakkı veriyorlar. Evleri harap durumda olanlara karşılıksız olarak yardım ederek onlar için evlerini yeniden inşa ediyorlar. Bu nedenle onların toprakları Tanrı tarafından kutsanmıştır. Tam bir asırdır, aralarından tek bir katil dahi çıkmamıştır.”
Toprağı verimsiz olan, çok fazla kâr gütmeye ve hasat hırsına sahip olan köylerde ise şunları anlatıyordu:
“Embrun halkına bakın! Hasat mevsiminde bir baba hasta ve âciz durumdaysa, oğlu askerde ve kızları şehirde çalışmak zorundaysa, onlar için yardım kendi cemaatlerinden geliyor. Pazar ayininden sonra köyün bütün sakinleri -erkekler, kadınlar ve çocuklar- o zavallı adamın tarlasına giderek onun hasadını kaldırıyor, samanını ve tahılını ambarlarına taşıyor.”
Para ve miras konusunda fikir ayrımına düşen ailelere ise şunları söylüyordu:
“Devolny’nin dağlık bölgelerinde yaşayanlara bir bakın, oralar elli yılda bir bülbül sesinin duyulduğu tamamen vahşi bir bölgedir. Ah, işte o bölgede bir aile babası öldüğünde evin delikanlıları para kazanmak için başka bölgelere giderler; mirası ise kendilerine uygun koca bulabilmeleri için kız kardeşlerine bırakırlar.”
Mahkemelere taşınmaya alışmış ve bu durumdan zevk alan çiftçilerin kendilerini damgalı evrakla mahvettiği kantonlarına ise şöyle diyordu:
“Queyras Vadisi’nde yaşayan şu iyi yürekli köylülere bir bakın! Neredeyse üç bin kişilik bir nüfusa sahipler. Tanrı’m! Küçük bir cumhuriyet gibi! Ama orada ne bir hâkim ne de bir mübaşir var. Onların bütün işlerini belediye başkanı hallediyor. O; bu köylülerin vergilerini bölüştürür, her birinden vicdani kanaatine göre vergi alır, boş yere tartışmalara mahal vermeden mirasları adil biçimde bölüştürür, davalar hakkında hüküm verir. Ve tüm cemaati ona itaat eder çünkü onlar açısından bu kişi adil bir adamdır.”
Okula öğretmen bulamayan köylülere de yine aynı bölgeden örnekler veriyordu:
“Onların bu hususla nasıl başa çıktıklarını biliyor musunuz?” diyordu. “Bir düzine bacası tütemeyecek kadar küçük olan köyler, bir öğretmen tutabilecek durumda olmadığından vadide yaşayanların hepsi bir araya gelip bir öğretmen tutuyor ve onun maaşını ödüyorlar. Böylece o öğretmenler sırayla köyleri dolaşarak ders veriyorlar. Onları yolculukları esnasında görmüştüm. Şapkalarına yazı yazmaya mahsus tüy kalemlerden takıyorlar. Sadece okuma öğretenlerin tek bir tüy; okuma ve hesap yapmayı öğretenlerin iki tüy; okuma, hesap ve Latince öğretenlerin üç tüy taktıklarını gördüm. Ama cahilliğin kesinlikle mazereti olamaz! Siz de tıpkı Queyraslılar gibi yapabilirsiniz!”
İşte böyle hem sevecen hem de babacan sohbetler gerçekleştirirdi. Köylülerden ya da civar şehirlerden bulabileceği örnek kalmadığında ise doğrudan İsa Mesih’in sözlerini kendi hitabet sanatıyla bir araya getirerek onlara, düşündürücü vaazlar sunardı. Söylediklerinden her zaman emin olduğundan karşısındakileri de her zaman ikna edebiliyordu.
IV
Sözlere Uyan İşler
Konuşması her zaman neşeli ve cana yakındı. Hayatını onunla paylaşan iki yaşlı kadınla kendisini her zaman aynı kefeye koyardı. Güldüğünde tıpkı bir okul çocuğunun neşesini yansıtırdı. Madam Magloire ona “Haşmetli Majesteleri” demekten hoşlanırdı. Bir gün Piskopos, koltuğundan kalktı ve bir kitap aramak için kütüphanesine geçti. Aradığı kitap, kütüphanesinin üst raflarından birindeydi. Elbette Piskopos’un boyu da fazlasıyla kısa olduğundan kitaba ulaşamadı. “Madam Magloire!” diye seslendi. “Bana bir sandalye getirebilir misiniz? Haşmetim maalesef o rafa kadar uzanmama izin vermiyor.”
Bir seferinde, uzak akrabalarından biri olan Kontes de La Lo; üç oğlunun geleceğiyle ilgili “beklentileri” hakkında onunla konuşmak üzere ziyaretine geldi. Çok yaşlı ve ölmek üzere olan, böylece doğal olarak oğullarının mirasçı olacağı birçok akrabası vardı. Üç oğlunun en küçüğüne, büyük teyzesinden yüz bin franklık bir gelir kalacaktı; ikinci oğlu amcası vesilesiyle Dük unvanını miras alacaktı; en büyük oğluna ise dedesinin asilzadeliği miras kalacaktı. Piskopos, bu masumane ve mazur görülebilir annelik tasalarını sessizce dinlemeye alışmıştı. Yine böyle bir sohbet esnasında Madam Lo, tüm bu miras durumunu ve oğulları hakkında beklentilerini bir kez daha ayrıntılarıyla anlattığı sırada, Piskopos’un düşüncelere daldığını fark etti. Anlattıklarını yarıda keserek merakla sordu:
“Tanrı’m, kuzen! Ne düşünüyorsunuz böyle?”
“Bir anda aklıma gelen bir sözü düşünüyordum.” diye yanıtladı Piskopos sakince. “Sanırım Aziz Augustine söylemişti: ‘Umutlarınızı mirasına konamayacağınız kimselere bağlayın.’ ”
Başka bir zamanda ise kırsal kesimden bir asilzadenin vefat haberini bildiren kartı aldığı ve kartın üzerinde adama ait bütün unvanların ve lakaplarının yazılı olduğunu görünce “Ölüme giderken sırtını bunlarla sağlama alıyor demek!” diye haykırmıştı. “Acaba ölümden sonrasında unvanların hiçbir anlamı olmadığını, kibirli lakaplarının mezar taşı üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığını insanoğlu ne zaman anlayacak?”
Her zaman tatlı bir alaycılıkla ancak ciddiyetindeki anlamı gizleyen nazik bir üslupla konuşurdu. Kutsal haftalardan birinde, Digne şehrine genç bir papaz ziyarete gelmişti. Hoşgörülü ve oldukça konuşkan genç bir adamdı. Vaazının konusu tamamen insanların başkalarına acımaları üzerineydi. Kendi görüşlerine göre en korkunç şekilde tasvir ettiği cehennemden kaçınmak ve her zaman ulaşmak için arzu edilen cennet mekânını kazanmak adına zenginlere, fakirlere yardım etmeleri hususunda açıklamalarda bulunmuştu. Dinleyiciler arasında kumaş tüccarlığı yapmış ve bu işlerden oldukça zengin olmuş, eli sıkı Bay Geborand adında eski bir tüccar da vardı. Bay Geborand’ın hayatı boyunca bir fakire sadaka verdiği görülmemişti. Ancak genç papazın yapmış olduğu bu vaazın ardından, her pazar, kilisenin kapısından çıkarken fakir kadınlardan altısına bir miktar para bölüştürdüğü görüldü. Bir gün Piskopos, onu yine bu sadakayı ihsan ederken görmüş ve kız kardeşine gülümseyerek “Bay Geborand verdiği üç pulla cenneti satın almaya çalışıyor.” demişti.
Bir hayırseverlik söz konusu olduğunda bunu geri çevirmemek adına her zaman elinden geleni yapıyor ve bu gibi durumlarda karşısına çıkan hiçbir güçlükten yılmıyordu. Bir seferinde, şehrin büyük toplantı yerlerinden birinde yoksullar için yardım topladığı sırada; orada hem aşırı Kralcı hem de aşırı Voltaireci olmakla geçinen, aşırı zengin ve açgözlü, yaşlı bir adam olan Chamtercier Markisi de bulunuyordu. Böylesi hasis insan türleri gerçekten de yaşıyordu. Piskopos ona doğru yaklaşarak koluna dokunmuş, “Bana bir şeyler vermeniz gerekiyor Bay Marki.” demişti.
Marki soğuk ve duygusuz bir sesle, “Benim de para verdiğim fakirlerim var, Mösyö.” diye karşılık vermişti.
“O zaman, o fakirlerinizi bana verin.” diye yanıtlamıştı Piskopos.
Bir gün katedralde şu vaazı vermişti:
“Sevgili kardeşlerim, iyi yürekli dostlarım, Fransa’da sadece üç penceresi olan yüz binlerce köylü evi var; sadece tek bir penceresi, bir kapısı ya da hiç penceresi olmayan insanlarımızın sayısı ile milyonları bulabilir. Bunun tek nedeni ise kapı ve pencerelerden vergi alınmasıdır. Zavallı ailelerin, yaşlı kadınların ve küçük çocukların bu haneler içinde yaşamak zorunda kaldıklarını ve ortaya çıkabilecek kötü durumları, hastalıkları bir düşünün! Ne yazık ki! Tanrı insanlara hava veriyor ama kanun bunu satmaya kalkıyor. Kanunu elbette ki bu konuda suçlamıyorum ancak Tanrı’yı da kutsuyorum. Isére’de, Var’da, Alplerin her iki kısmında, Hautes ve Basses’te köylülerin bir el arabası dahi yok; gübrelerini erkekler sırtlarında taşımak zorunda kalıyor; mumları yok, reçineli meşaleleri yok, evlerini aydınlatmak için zift içine batırılmış ip parçalarını yakıyorlar. Dağlık Dauphine bölgesinde de durum hiç farklı değil. Altı aylık ekmekleri yemek zorunda kalıyorlar, bunları ancak kurutulmuş inek tezeklerinde pişiriyorlar. Kış geldiğinde bu ekmekleri ancak baltayla kesip yiyebiliyorlar ve onları yenilebilir hâle getirmeden yirmi dört saat önce ıslatmak zorunda kalıyorlar. Kardeşlerim, lütfen merhamet gösterin! Etrafınızdaki sefilliğin, ızdırabın farkına varın ve onlara yardım edin!”
Piskopos büyük şehirde doğduğundan Güneylilerin lehçesine kolayca aşinalık gösterebiliyordu. Halk arasında onların lehçeleriyle konuşarak daha sıcak bir sohbet ortamı sağlıyordu. Bu tarzı da onu dinleyenlerin çok hoşuna gidiyor, böylece halkın tüm kesimiyle kolayca iletişime geçmesine vesile oluyordu. İster sazdan inşa edilmiş bir kulübe olsun ister bir dağ evi isterse bir konak; Piskopos her yerde kendisini rahat hissediyor, hiçbir ortamda yabancılık çekmiyordu. Bütün dillere uyum sağladığı gibi, bütün kalplere hitap etmesini de çok iyi biliyordu.
Hiçbir zaman insan ayrımı yapmıyor; ister asilzade olsun isterse alt sınıftan biri, hepsine eşit davranmaktan çekinmiyordu. Hiçbir şeyi aceleye getirmiyor, her konuda ince eleyip sık dokuyordu. Her zaman, “Hatanın başladığı yer neresi?” diyerek incelemelerine başlıyordu.
Yüzündeki tatlı tebessümüyle, kendisinin bile bir zamanlar günahkâr olduğunu söylemekten çekinmiyor; ihtiyaç hâlinde idare edebilmek için sebat edilmesi gerektiğine inanıyor, dinî konularda asla yobazlık ve taassuba düşmüyordu. Bu konudaki düşüncelerini de şu şekilde açıklıyordu:
“İnsan, hem yükü hem de cazibesi olan bir bedene sahiptir. Onu beraberinde sürükler ve ona boyun eğer. Bu yüzden onu dikkatlice izlemeli, bedenin isteklerine baş eğmemeli ve ancak son noktada onun söylediklerini yerine getirmeli insan. Böylesi bir itaatte bile bazı kusurlar olabilir ancak bu şekilde işlenen kusurların günahı olmaz; bu, sadece bir düşüştür ve ancak duayla sona erebilecek bir diz çöküştür.
Aziz olmak bir istisnadır, dürüst bir insan olmaksa kural. İsterseniz düşün, günah işleyin, zayıflık gösterin ama her zaman dik durun ve dürüst olun.
Mümkün olduğunca en az günah işlemek, insanın kanunudur. Hiç günah işlememek ancak meleklerin hayalidir. Yeryüzünde bulunan her mahlukat günah işlemeye mahkûmdur. Günah, yer çekiminin sadece farklı bir biçimidir.”
Bu sözlere insanların hemen öfkelendiğini ve bağırmaya başladığını görünce, “Ah! Ah!..” dedi gülerek. “Görünüşe göre bu, tüm dünyanın işlediği büyük bir günahtır. İşte bu korkmuş, isyan edenler ve öfkelenenler de sadece ikiyüzlülerdir.”
Toplumun en ağır yüklerini omuzlarında taşıyan kadınlara ve yoksullara karşı da her daim hoşgörülüydü. “Kadınların, çocukların, âcizlerin, yoksulların ve cahillerin günahı; onların babalarının, efendilerinin, güçlülerin, zenginlerin ve bilgelerin günahlarıdır.” derdi.
Ayrıca bu konuda yine şöyle konuşurdu: “Cahillere mümkün olduğu kadar çok şey öğretin; toplum, bedava eğitim vermeye gücü yetmediğinden bu durumdan sorumludur. Toplum, yarattığı bu karanlığı aydınlatmakla sorumludur. Günah karanlıkta işlenir. Suçlu, günahı işleyen değil; karanlığı yaratandır.”
Olayları yargılama hususunda, görüldüğü üzere Piskopos’un kendine has bir tarzı vardı; onun bütün bu kıyaslamalarını İncil’den alıntıladığından şüpheleniyordum.
Bir gün, görülecek olan bir ceza davasının hazırlık aşamasının başladığına dair söylentiler duydu. Zavallı bir adam, elinde avucundakini sonuna kadar kullanarak karısına ve çocuğuna bakmaya çalışmış, sonunda onlara olan sevgisinden kalpazanlık yapmak zorunda kalmıştı. O devirde kalpazanlığın cezası idamdı. Kadın, kocasının ilk basmış olduğu sahte paraları kullanırken yakalanmıştı. Lehine hiçbir kanıt bulunamadığından tutuklanmıştı. Bu parayı sevgilisinden aldığını söylemesi aslında yeterli olabilecek, itirafı sayesinde kendisini kurtarabilecekti. Ancak kadın ısrarla hiçbir şey söylemiyor, durumu inkâr ediyordu. Bunun üzerine yargıç, kadını itiraf ettirmek için başka yollara başvurmuştu. Sevgilisinin onu aldattığı hikâyesini uydurarak kurnazca kadına sunulabilecek vesikalar hazırlatmıştı. Böylece talihsiz kadın, sevgilisinin onu aldattığına ikna olmuştu. Bunun üzerine kıskançlıktan çileden çıkarak sevdiği adamı suçlamış, her şeyi kanıtlarıyla ortaya çıkararak itirafta bulunmuştu.
Adam tam anlamıyla mahvolmuştu. Kısa süre içerisinde suç ortağıyla birlikte Aix’te yargılanacaktı. Etraftakiler bütün olan biteni anlatıyor, her biri yargıcın zekâsı karşısında heyecanını belli edercesine yorumlarda bulunuyordu. Kıskançlığı devreye sokarak gerçeğin büyük bir gazapla patlamasını, intikam duygusuyla gerçekleri ortaya çıkarmasını övgüyle anlatıyorlardı. Piskopos bütün bu konuşmaları sessizce dinliyordu. En sonunda şöyle sordu:
“Bu adam ve kadın nerede yargılanacak?”
“Ceza Mahkemesi’nde.”
“Peki, mahkemenin başı, yargıç nerede yargılanacak?” diye devam ettirdi sorusunu.
Digne şehrinde trajik bir olay meydana gelmiş, bir adam cinayetten idam cezasına mahkûm edilmişti. Zavallı bir adamdı, tam olarak eğitimli olmasa da cahil bir adam da değildi. Kasabalarda pazarcılık, kimi zaman da halk ozanlığı yapan birisiydi. Küçük şehirde bu olaya ilgi oldukça büyüktü. Mahkûmun idamı için belirlenen günün arifesinde, hapishane papazı hastalanmıştı. Suçluya son anlarında eşlik etmesi için bir din adamına ihtiyaç vardı. Rahibe başvurmuşlar ancak ondan da ret cevabı almışlardı. Açıklama olarak da: “Bu benim meselem değil. Bu nahoş görevle ve o dağlıyla hiçbir ilgim yok, üstelik sağlığım da yerinde değil. Ayrıca orası benim görev bölgemde değil.” demişti. Bu cevap, “Rahip haklı, burası onun değil benim sorumluluğumda.” diyen Piskopos’a iletildi.
Derhâl hapishaneye, mahkûmun yanına giderek ona adıyla hitap edip elinden tuttu ve onunla konuştu. Bütün gününü onunla geçirdi, yemek yemeyi ve uyumayı dahi unutarak bu mahkûmun ruhu için Tanrı’ya dua etti. Konuşmaları sırasında ona en yüce hakikatleri, basit bir biçimde dile getirdi. Sadece mahkûmu son yolculuğunda kutsamak için orada bulunan Piskopos; ona karşı hem bir baba hem bir kardeş hem de bir dost gibi davranıyordu. Ona elinden geldiğince tüm hakikatleri anlatıyor, cesaret veriyor ve teselli etmeye çalışıyordu. Adam, çaresizlik içerisinde ölümünü bekliyordu. Ölüm onun açısından korkunç bir uçurum gibiydi. Ölümün eşiğinde duran mahkûm, bu korkunç karanlığa dehşet içinde bakıyordu. Kesinlikle duruma karşı kayıtsız kalacak cehalette değildi. Az sonra yaşayacağı durumun şoku, onu bizim hayat dediğimiz gerçekten sıyırmış ve gölgeler arasındaki gizemli karanlığın içine atmıştı. Bu ölümcül gediklerin arasından sürekli olarak dünyanın ötesine bakmaya çalışıyor ancak görebildiği sadece karanlık oluyordu. Piskopos, bir şekilde onun ışığı görmesini sağlıyordu.
Ertesi gün zavallıyı almaya geldiklerinde Piskopos hâlâ oradaydı. Ona eşlik ederek mor cübbesi ve boynunda piskoposluk haçıyla, iplerle bağlanmış suçlunun yanında yürüyordu.
Onunla birlikte arabaya bindi, darağacına çıkarken bile mahkûmu yalnız bırakmadı. Bir önceki gün büyük karanlıkların içine düşmüş olan mahkûm, şimdi sanki mesut bir insanmış gibi gülümsüyordu. Artık ruhunun kendisiyle barıştığını ve Tanrı’ya kavuşmanın özlemini hissediyordu. Piskopos onu kucakladı ve tam giyotinin bıçağı düşmek üzereyken ona şöyle dedi:
“İnsanın öldürdüğünü Tanrı ölümden diriltir, hemcinslerinin reddettiğini Tanrı karşılar. Dua edin, inanın, hayata girin; Tanrı oradadır.” Darağacından indiğinde bakışlarında insanların saygıyla bir adım geri çekilmelerine neden olan bir ifade vardı. Bu saygının onun solgunluğundan mı, yoksa üzerine çökmüş olan sükûnetinden mi kaynaklandığını kimse tanımlayamıyordu. Gülümseyerek sarayı gibi gördüğü mütevazı evine döndüğünde kız kardeşine: “Az önce piskoposluk görevimi yerine getirdim.” dedi.
En yüce şeylerin genellikle en az anlaşılan şeyler olmasından, kasabada Piskopos’un bu davranışı hakkında da “gösteriş yapıyor” diyen insanlar vardı. Ancak bu söylentiler sadece salonlarla sınırlı kalan yorumlardandı. Mukaddes işlerde asla kötülük düşünmeyen inançlı halk, Piskopos’un bu davranışından duygulanmış; ona karşı büyük hayranlık besliyordu.
Piskopos’a gelince bir darağacında idama şahit olmak onu derinden etkilemiş ve yaşanılanların etkisinden kurtulabilmesi çok uzun zaman almıştı.
Aslında, heybetiyle meydana dikilmiş ve hazırlanmış olan giyotin onun üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. İnsan, giyotini kendi gözleriyle görmedikçe ölüm cezasına karşı belli bir kayıtsızlık gösterebilir; karar verildiği sırada cezayı telaffuz ederken evet ya da hayır demekten kaçınmayabilirdi. Ancak böyle bir durumla karşılaşmış bir insanın o anda yaşadığı büyük şok sonrasında, bir daha böyle bir karar verileceği zaman kişi kesinlikle lehte ya da aleyhte karar verme hususunda zorlanırdı. Bazıları bu durumda giyotinden yana çıkarken bazıları da onun kesinlikle kaldırılması gerektiğini ileri sürerdi. Giyotin, yasanın tam anlamıyla somutlaşmış hâliydi; buna intikam denilebilirdi, tarafsız değildi ve sizin de tarafsız kalmanıza izin vermezdi. Onu gören, titremelerin en şiddetlisiyle sarsılırdı. Bütün toplumsal soruların sorgulama noktası, bu doğrayıcı bıçağın ucuna odaklanırdı. Darağacı bunun sadece görsel olarak tasviriydi. Darağacı, bir yargıçla bir marangozun yarattığı korkunç bir canavardı. Darağacı tahta, demir ve iplerden yaratılmış; sanki sebep olduğu ölülerle beslenen bir şeytanın vücut bulmuş hâliydi.
Sanki ne karanlık bir inisiyatife sahip olduğunu bilmeyen bir varlıkmış gibi görünüyordu ancak bu darağacı sadece demir, tahta ve iplerden oluşan cansız bir varlık değildi; onun irade sahibi olduğu bile söylenebilirdi. Bu mekanizmanın duyduğunu, gördüğünü, dinlediğini ve sanki olup bitenlere katıldığını bile söyleyebiliriz. Darağacı, celladın suç ortağıydı; kan içerek ve insan eti yiyerek beslenmesini sağlardı. Darağacı yargıç ve marangoz tarafından üretilmiş bir canavardı. Yol açtığı tüm ölümlerden oluşan korkunç bir canlılıkla yaşıyormuş gibi görünen, şeytani bir ruhtu.
Bu nedenle arkasında bıraktığı izlenim çok korkunç ve derin oluyordu; infazı takip eden gün ve sonraki günlerde, Piskopos kendisini çok zor toparlayabildi. O korkunç infaz anının geçici dinginliği kaybolduktan sonra, toplumsal adaletsizliğin hayaleti ona eziyet etmeye başlamıştı. Genel olarak yaptığı tüm işlerden büyük bir memnuniyetle dönen Piskopos, bu sefer kendisini bir suç işlemiş gibi hissediyordu. Zaman zaman kendi kendine konuşuyor ve kısık sesle mırıldanıyormuş gibi davranıyordu. Bir akşam kız kardeşi onun kendi kendine şu şekilde konuştuğuna şahit oldu:
“Bu işin bu kadar korkunç olabileceğini düşünmemiştim. İnsanlığın yasasını görmeyecek kadar tanrısal işlerle uğraşmak ise büyük hatadır. Ölüm, yalnızca Tanrı’ya aittir. İnsanlar bu bilinmeyen şeye hangi hakla dokunabiliyorlar?”
Zaman geçtikçe elbette bu izlenimler zayıfladı ve sonunda yok oldu. Bununla birlikte, daha sonrasında Piskopos’un yine de darağacının kurulduğu yerlerden geçmekten kaçındığı gözlemlendi.
Bay Myriel her an, hasta ve ölmek üzere olan kişilerin başucuna çağrılabilirdi. En büyük görevinin ve yapması gereken en önemli işin bu olduğunu asla göz ardı etmezdi. Dul ve yetim ailelerin onu çağırmalarına bile gerek yoktu; o, bu ziyaretleri zaten canıgönülden yapardı. Sevdiği karısını kaybetmiş bir eşin, çocuğunu kaybetmiş bir annenin, kocasını kaybetmiş yaslı bir kadının yanında uzun saatler boyunca oturup onları teselli etmekten memnuniyet duyardı. Ne zaman susması ve ne zaman konuşması gerektiğini gayet iyi bilirdi. Ah, o gerçekten takdire şayan bir din adamıydı! Acıları unutturarak onları yok etmeye değil, insanların umutlarını yeniden büyütmeleri ve yüceltmelerine yardımcı olmaya çalışırdı. Şöyle derdi:
“Ölülere karşı tutumunuza dikkat edin. Yok olan bir şeyi düşünmek beyhudedir. Dikkatlice ona bakacak olursanız, sevdiğinizin göğün en yükseklerinde yaşayan bir ışık olarak yükseldiğini görebilirsiniz.”
İnancın, insanı güçlendirdiğini biliyordu. Bu yüzden de çaresiz insanlara, umudunu kaybederek mezar taşlarına bakan kişilere, bakışlarını göklere çevirmelerini ve o kişilerin artık huzur bulduklarını söyleyerek kederlenmemeleri hususunda onları teselli ediyordu.
V
Monsenyör Bienvenu Cübbelerini Çok Uzun Süre Giyerdi
Bay Myriel’in özel hayatı da genel anlamda çalışma hayatından pek de farklı değildi. Digne kasabasının Piskoposu’nun yaşadığı gönüllü yoksulluğu yakından gören herhangi biri, bu duruma ciddi anlamda şaşırırdı.
Bütün ihtiyarlar ve çoğu düşünürlerde olduğu gibi, o da çok az uyurdu. Bu uykuları ise her zaman kısa ama derin uykular olurdu. Sabah bir saat kadar kestirir, sonrasında ya kilisede ya da kendi evinde günlük ibadetini yerine getirirdi. İbadetini tamamladıktan sonra, süte batırdığı bir dilim çavdar ekmeğiyle kahvaltısını yapardı. Sonra, işlerini halletmeye koyulurdu.
Bir Piskopos olarak çok meşgul bir adamdı. Her gün genellikle Piskoposluk Sekreterliği tarafından getirilen bir yığın evrak işini halleder, neredeyse her gün başpapaz ile görüşmeler gerçekleştirirdi. Cemaati ile yapması gereken görüşmeler, dua kitapları, piskoposluk ilmihâlleri, güncel kitaplar gibi incelemesi gereken büyük bir kilise kütüphanesi; yazılması gereken evraklar, hazırlanması gereken vasiyetnameler, günah çıkarma ibadetleri, belediye başkanlarının uzlaştırma işleri; büro ve idari yazışmalarla bir taraftan devlet, bir taraftan Vatikan’ın verdiği binlerce işle mücadele etmek zorundaydı.
İşleriyle ilgili bu binlerce ayrıntıdan, ofis işleri ve kısa notların alınmasından sonra kendisine ne kadar zaman kalıyorsa onları da öncelikle muhtaçlara, hastalara ve mazlumlara ayırırdı. Bütün bu işlerin ardından kendisine vakit kalacak olursa o zaman da ya bahçesiyle ilgilenir ya da kitap okuyarak bir şeyler yazmakla meşgul olurdu. Bu, her hâlükârda zahmetli olan iki türlü çalışma hayatı için de tek bir söz söylerdi: “Akıl bahçedir.”
Gün ortalarına doğru eğer hava güzelse dışarı çıkar ve kırları ya da yakın kasabaları dolaşarak yoksul evlerini ziyaret ederdi. Tek başına, gözleri yere eğik, derin düşüncelere dalmış hâlde, elindeki bastonundan destek alarak yürürdü. Üzerinde mor cübbesi, ayağında mor çorapları ve ağır ayakkabıları, başında üç büyük altın rengi püskülün sallandığı şapkasıyla ağır aksak adım atardı.
Ziyaret ettiği her yerde büyük bir bayram havasıyla karşılanırdı. Varlığının sıcak ve ışıltılı bir yanı olduğu söylenebilirdi. Çocuklar ve ihtiyarlar, güneş gibi parlayan Piskopos’un geldiğini gördüklerinde kapı önlerine çıkarlardı. Piskopos onları, onlar da Piskopos’u kutsardı. Kasabada herhangi birinin ihtiyacı varsa ona hemen o kişinin evini gösterirlerdi.
Orada burada durarak çocuklarla konuşur, annelerine gülümserdi. Parası olduğu zaman yoksulları ziyarete giderdi, artık parası kalmadığında ise bu sefer zenginleri ziyaret ederdi.
Cübbesini çok uzun süre giydiği ve kimsenin bunu fark etmesini istemediği için, şehre ziyarete gittiği zamanlarda her zaman mor pelerinini giyerdi.
Ancak yaz aylarında bu kıyafet onu fazlasıyla rahatsız ederdi. Eve döndüğünde akşam yemeğini yerdi, bu yemeğinin de kahvaltısından pek farkı yoktu. Akşam saat sekiz buçukta, Madam Magloire sofrada Piskopos’un ve kız kardeşinin arkasında durarak onlara çorbalarını servis ederdi. Yemekleri her zaman işte bu kadar sade olurdu. Bununla birlikte, Piskopos’un akşam yemeği için eğer önemli misafirleri olacaksa Madam Magloire, Monsenyör için gölden tutulan mükemmel balıklar veya dağlardan gelen lezzetli av etleriyle mükellef bir sofra hazırlamaktan da kaçınmazdı. Her ziyarete gelen misafir, onlar açısından ziyafet anlamı taşır ve Piskopos bu duruma itiraz etmezdi. Bu istisnalar dışında, yemek düzenleri zeytinyağı ve çeşitli sebzelerin kaynatılmasından oluşan çorbadan ibaretti. O yüzden “Piskopos, misafirle yemiyorsa Trappist[1 - Trappistler, zamanlarının çoğunu oruç tutarak geçirirler.] keşişleriyle yiyor.” denirdi kendisi için.
Akşam yemeğinden sonra Matmazel Baptistine ve Madam Magloire ile yarım saat sohbet eder, sonrasında kendi odasına çekilir, bazen bir deftere bazen de eline geçirdiği bazı kâğıtlar üzerine düşüncelerini yazardı. O, tam anlamıyla bilgili bir edebiyat adamıydı. Arkasında oldukça ilginç konulara sahip olan beş-altı el yazması bırakmıştı. Bu eserler arasında, Tevrat’taki Yaradılış bölümündeki Başlangıçta Tanrı’nın ruhu sular üzerinde salınıyordu. ayeti hakkındaki yazısı ve bu ayeti, farklı üç ayrı tercümesi ile karşılaştırması yer alıyordu. Bu cümle Arapça tercümede “Tanrı’nın rüzgârları esiyordu.”, Filavius Joseph’in tercümesinde “Yukarıdan gelen bir rüzgâr yeryüzünde esiyordu.” ve Keldani bilgini Onkeleson’un tercümesinde “Tanrı’dan gelen bir rüzgâr, suların yüzeyine esiyor.” şeklinde yer alıyordu. Başka bir eserinde ise elinizde tutmuş olduğunuz bu eserin yazarının büyük amcası olan Ptolemais Piskoposu Hugo’nun teolojik eserini inceliyor ve geçen yüzyılda Barleycourt takma adı altında yayımlanmış olan eserlerden birçoğunun bu Piskopos’un kaleminden çıkmış olduğu gerçeğini ortaya koyuyordu.
Kimi zaman okumasının ortasında, elindeki kitap her ne olursa olsun, bir anda derin düşüncelere dalıyor ve bu düşüncelerden ancak sayfaların kenarına birkaç kelime yazmak için irkilerek kendisini toparlıyordu. Bu satırların, onları içeren kitapla çoğu zaman hiçbir bağlantısı olmuyordu. Örneğin, şimdi bile önümüzde, Myriel tarafından okunmuş ve sayfalarının kenarına notlar yazmış olduğu Amerika’daki Amiraller, Clinton ve Cornwallis ile Lord Germain’in Mektuplaşmaları isimli bir kitap duruyor. İşte o notlarda şunlar yazılı:
Ah, sen yücelerin yücesi!
Din adamları, sana her şeye gücü yeten;
Makkabiler sana Yaratıcı;
Efeslilere yazılan mektup sana özgürlük;
Baruh sana sonsuzluk;
Zebur sana bilgelik ve gerçeklik;
Yuhanna sana ışık;
Kralların kitapları sana Rab;
Kutsal Kitap sana Yaradan;
Levililer sana kutsallık;
Ezra sana adalet;
Tekvin sana Tanrı;
Ve insanlar sana Babamız diyor
Ama Süleyman sana Rahmet diyor,
bu isimlerin en güzeli de onun bulduğu isimdir.
Gece saat dokuza doğru iki kadın, uyumak için birinci kattaki odalarına çekilir ve onu sabaha kadar zemin katta yalnız bırakırlardı.
Bu noktaya geldiğimizde Digne Piskoposu’nun yaşadığı hane hususunda kesin bilgiler vermemiz gerekiyor.
VI
Onun Evini Kim Koruyordu?
Yaşadığı ev, daha önce de söylediğimiz gibi zemin kat ve üst kattan oluşuyordu. Zemin katta üç oda, birinci katta üç oda ve üst katta da bir çatı katı vardı. Evin arka kısmında çeyrek dönüm büyüklükte bir bahçe vardı. İki kadın birinci katı kullanıyorlar, Piskopos ise alt katta yaşıyordu. Sokağa doğru bakan birinci oda, onun yemek odası olarak kullandığı odaydı. İkinci odayı yatak odası ve üçüncü odayı da vaaz odası olarak kullanıyordu. Vaaz odasından çıkabilmek için, yatak odasından; oradan çıkabilmek için de yemek odasından geçmek gerekiyordu. Vaaz odasının köşesinde yatılı kalacak misafirler için ayrılmış, yatak konulabilecek bir yer vardı. Piskopos, burayı bazı işleri görüşmek için Digne’den gelen din adamlarını ağırlamak için kullanıyordu.
Hastanenin daha önce eczane olan kısmı, eve eklenen ve bahçeye bitişik küçük bir ek bina olarak mutfak ve kilere dönüştürülmüştü. Ayrıca bahçede eskiden hastanenin mutfağı olarak kullanılan ve şimdi Piskopos’un iki ineğinin beslendiği bir ahır bulunuyordu. İnekler her sabah ne kadar süt verirlerse versinler, elde edilen sütün yarısı hastanede yatan hastalara gönderiliyordu. Bunu verirken de her zaman, “Vergilerimi ödüyorum.” diyordu.
Yatak odası hatırı sayılır derecede büyüktü ve kötü havalarda odayı ısıtması oldukça zor oluyordu. Digne’de odun son derece pahalı olduğundan ahırda tahtalardan, kapalı bir hücre yaptırmaya karar vermişti. Böylece şiddetli soğuk havalarda gecelerini “kış salonu” adını verdiği, kendi inşa ettiği bu hücrede geçiriyordu.
Bu kış salonunda, tıpkı yemek odasında olduğu gibi beyaz ahşaptan kare bir masa ve dört hasır koltuktan başka mobilya yoktu. Yemek odasında bir de pembe boyalı eski bir büfe bulunuyordu. Piskopos; beyaz örtüler ve dantellerle düzgün bir şekilde kapatılmış benzer bir büfeyi, vaaz odasında minber olarak kullanıyordu.
Digne şehrinin zengin ileri gelenleri, tövbekâr kadınları ve azizeleri, Monsenyör’e güzel bir minber almak için kendi aralarında para toplamışlar; Piskopos ise bu paraları almış ve yoksullara dağıtmıştı. “Benimki mihrapların en güzeli.” diyordu: “Tanrı’ya şükreden ve teselli bulan mutsuz kişilerin ruhuna hitap etmesi yeterli.”
Vaaz odasında, dua etmek için iki hasır sandalye bulunuyordu; aynı tip sandalyeden bir adet de yatak odasına yerleştirilmişti. Olur da vali ya da komutan, alayındaki askerlerle ya da küçük ilahiyat okulundan birkaç öğrenci kabul ettiği, kalabalık yedi ya da sekiz kişilik bir grupla ziyarete geldiğinde evin tüm odalarında ve kış salonunda bırakılmış olan bu hasır sandalyelerin hepsi yemek odasına getiriliyordu. Bu sayede misafirlerin oturabilmesi için on bir sandalye toplanmış oluyordu. Oda, her bir misafir için yeniden düzenleniyordu.
Bazen ziyaretçi grubu on iki kişi olduğunda Piskopos, durumu kurtarabilmek ve mahcubiyetini giderebilmek için kışın şöminenin önünde duruyor; yazın ise bahçede dolaşmayı tercih ediyordu.
Vaaz odasının, gece yatıya gelenler için ayrılmış olan küçük yatak odasında da bir hasır sandalye vardı. Ancak hasırları öylesine yıpranmıştı ki sağlam üç bacağı olan bu sandalye ancak duvara dayalı hâlde kullanılabiliyordu. Matmazel Baptistine’in kendi odasında eski yaldızlı kumaşla kaplanmış, üzeri çiçekli kadife kumaştan çok büyük bir ahşap sandalyesi vardı lakin merdivenler çok dar olduğundan bu eve taşındıkları sırada bu sandalyeyi birinci kata ancak balkondan çıkarmak zorunda kalmışlardı. Bu nedenle bu sandalyenin aşağıda düzenli olarak kullanılması mümkün değildi.
Matmazel Baptistine’in en büyük hayali, akaju renginde ve gül desenli kadife oturma odası takımı satın alabilmekti. Ama şu an için bu en az beş yüz franga mal oluyordu. Beş yıl boyunca bu hayalini gerçekleştirebilmek için kenara ancak kırk iki frank ve on santim[2 - Bir frangın yüzde birine karşılık gelen para birimi. (y.n.)] atabilmiş olduğundan sonunda bu hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Zaten, kim bütün hayallerine kavuşabiliyordu ki?
Aslında Piskopos’un yatak odasını, hepiniz kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz. Yeşil başlığıyla demirden bir hastane yatağını aydınlatan ve bahçeye bakan dar bir penceresi vardı. Yatağın hemen arkasında bir perde asılıydı, bu perde açıldığı anda ortaya bir insanın zarif alışkanlıklarını dışa vuran birkaç tuvalet eşyası ortaya çıkıyordu. Bu odada biri şömineye yakın iki kapı vardı. Kapılardan şömineye yakın olan vaaz odasına, kitaplığın yakınındaki kapı ise yemek odasına açılıyordu. Kitaplık; cam kapaklı, kitaplarla dolu, büyük bir dolaptı. İçinde hiçbir zaman ateş yanmayan mermer şöminenin ön tarafında, piskoposların eski lükslerinden sayılan altın suyuna batırılmış varaklı zincirler sarkıyor; iki tarafında bir çift demir ızgara duruyordu. Şöminenin baca kısmında ise yaldızları düşmüş, ahşap bir çerçeve içerisinde eski püskü bir kadife zemin üzerine sabitlenmiş, gümüşü çoktan aşınmış, demirden bir haç asılıydı. Cam kapaklı büyük kitaplığın hemen yanında, üzerinde bir hokka ile karışık kâğıt yığınları ve kalın ciltlerden oluşan kitapların bulunduğu büyük bir çalışma masası vardı. Masanın önünde ise yine hasırdan, kollu bir sandalye duruyordu. Vaaz odasından alınan iskemle de yatağın önüne yerleştirilmişti.
Yatağın iki kenarında, duvara asılı, oval çerçeveli iki portre vardı. Bu portrelerden biri, üzerlerindeki yazıtlardan anlaşılacağı üzere ünlü din adamlarından Aziz Claude Piskoposu Rahip Chaliot ve diğeri de Agde’nin Başpapazı, Grand-Champ Rahibi, Chartes Piskoposluğundan Rahip Torteau’ya aitti. Piskopos, hastanedeki hastaların ardından burayı yatak odası olarak kullanmaya başladığında bu portreleri orada bulmuş ve yerlerinden çıkarmamıştı. Sonuçta onlar da birer din adamı ve aynı zamanda bağışlayıcı Tanrı’nın elçileriydi; bu da Piskopos’un onlara saygı duyması için yeterli bir nedendi. Bu iki kişi hakkında bildiği tek şey, birinin piskoposluğunu Kral’ın yanında devam ettirmesi gerektiği; diğerinin de onun yerine 27 Nisan 1785’te atanmış olmasıydı. Madam Magloire bu resimleri, tozunu almak için duvardan indirdiği sırada Piskopos; resmin arkasında küçük bir kâğıda yazılmış ve zamanla sararmış olan yazıda bu ayrıntıları keşfetmişti.
Penceresinde kaba pamuklu, antika bir perde asılıydı. Öylesine eskimişti ki tam ortasında şerit şeklinde bir yırtık oluşmuştu. Madam Magloire yeni bir perde almanın masrafından kaçınmak için onu tam ortasından büyük bir çizgi hâlinde dikmek zorunda kalmıştı. Sonunda bu dikiş, perde üzerinde büyük bir haç işaretinin oluşmasına neden olmuştu. Piskopos ise sık sık buna dikkat çekerek, “Bu ne hoş oldu böyle!” derdi.
Evin istisnasız tüm odaları, kışlalar ve hastanelerde olduğu gibi beyaz badanalıydı. Bununla birlikte son yıllarda Madam Magloire, temizlik yaptığı sırada Matmazel Baptistine’in odasındaki duvar kâğıtlarının altında renkli resimler olduğunu keşfetmişti. Çünkü hastane olmadan önce bu ev, burjuvaların eski Meclis binasıydı. Bu nedenle de aslında oldukça lüks bir dekorasyona sahipti. Odaların zemini tamamen kırmızı tuğladan döşemeydi ve bu tuğlalar her hafta düzenli bir biçimde ovalanarak siliniyordu. Piskopos’un izin verdiği tek lüks buydu. “Bu lüksün fakirlere hiçbir zararı dokunmuyor.” diyordu.
Bununla birlikte, daha önceki hayatında sahip olduğu altı gümüş bıçak ve çatal ile bir çorba kepçesini hâlâ elinde tuttuğunu da itiraf etmek gerekirdi ki kaba keten kumaşların içinde sarılı duran bu takımı parlatmak da Madam Magloire’ın her gün zevkle yaptığı işlerden biriydi. Yaşamı hakkında bu kadar detaydan bahsettikten sonra, Digne şehri Piskoposu’nun “Gümüş takımla yemek yemekten çok zor vazgeçebilirim.” dediğini de bildirmemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Bu çatal bıçak takımına, büyük teyzesinden miras kalan iki büyük masif, gümüş şamdanı da eklemeliyiz. Bu şamdanların üzerine her zaman birer mum dikiliyor ve şamdanlar genellikle Piskopos’un şöminesinin üzerinde yerini alıyordu. Madam Magloire, akşam yemeğine gelecek misafir olduğunda iki mumu yakarak şamdanları yemek masasının üzerine koyuyordu.
Piskopos’un odasında, yatağının başucunda, Madam Magloire’ın her gece bu altı gümüş çatal bıçağı ve kepçeyi kilitlediği küçük bir dolap vardı ancak anahtarı kilidin üzerinden asla çıkarılmazdı.
Bahsettiğimiz tuhaf yapılar tarafından oldukça bozulmuş olan bahçe, dört yolla ayrı ayrı kısımlara bölünmüştü. Beşinci bir yol da beyaza boyanmış dört duvar boyunca uzanıyordu. Yollar arasında kalan bu dörde ayrılmış toprak parçalarında Piskopos’un çiçek fideleri bulunuyordu. Üçünde Madam Magloire sebze fidelerini yetiştiriyordu, dördüncüye ise Piskopos sadece çiçek fideleri dikmişti. Bahçenin orasında burasında birkaç meyve ağacı da vardı. Madam Magloire, kimi zaman Piskopos’a takılarak şöyle derdi:
“Monsenyör, her şeyden fayda elde etmeye çalışan sizin gibi biri, nasıl oluyor da oraya işe yaramaz çiçekler ekebiliyor; sebze yetiştirmeniz daha iyi olmaz mıydı?”
“Madam Magloire…” diye karşılık veriyordu neşeyle Piskopos. “Yanılıyorsunuz. Güzellik de fayda kadar faydalıdır.” Kısa bir duraksamanın ardından da hemen ekliyordu: “Belki ondan bile daha faydalıdır.”
Bu küçücük toprak parçası bile, Piskopos’u neredeyse kitapları kadar meşgul ediyordu. Orada bir ya da iki saat geçirmeyi, çiçekleri budamayı, toprağı çapalayıp yeni tohumlar ekmeyi çok seviyordu. Ayrıca bir bahçıvanın görmek istemeyeceği böceklerle de dosttu. Üstelik botanik konusunda bilgi sahibi olduğunu da iddia etmezdi. Çiçeklerinin hepsini eşit derecede sever, onları kesinlikle bir bilgi konusu hâline getirmezdi. Elbette ki bu konudaki bilginlere sonsuz saygısı vardı ancak o, çiçekleri incelemekten ziyade sevmeyi tercih ederdi. Bilgili insanlara karşı büyük saygı duyardı ancak cahillere karşı duyduğu saygı bundan çok daha fazlasıydı ve kendi edinmiş olduğu cahilce tecrübelerini takip ederek çiçek tarhlarını her yaz akşamı yeşile boyanmış teneke bir saksıyla sulardı.
Evin kilitlenebilecek tek bir kapısı dahi yoktu. Söylediğimiz gibi, yemek odasının kapısı doğrudan kiliseye açılıyordu; eskiden bu kapının üzerinde birkaç kilit ve sürgü vardı. Ancak Piskopos buraya taşındıktan sonra, o sürgülerin demirlerini söktürmüş ve bu kapı artık hem gece hem de gündüz, sadece kapı mandalı dışında başka bir şeyle kapatılmamıştı. Herhangi bir saatte yoldan geçen birinin yapması gereken tek şey, o kapıyı itmekti. İlk başlarda, evin iki kadını aslında kapının en azından geceleri kilitlenmesi için ısrarcı olmuştu ancak Digne şehrinin Monsenyörü, “Sizi mutlu edecekse odanıza sürgüler taktırın.” cevabını vermişti onlara. Sonunda onlar da onun duyduğu güveni paylaşmışlar ya da en azından paylaşıyormuş gibi davranarak bu hususta tartışmayı sona erdirmişlerdi. Ancak Madam Magloire yine de bu durumdan korkmaya devam ediyordu. Piskopos’a gelince onun düşüncesini İncil’in bir sayfasının kenarına yazmış olduğu üç satırda açıkça belirtmiş olduğunu görebilirsiniz:
İkisi arasındaki fark şudur: Hekimin kapısı asla kapanmamalıdır, rahibin kapısı ise her zaman açık olmalıdır.
Tıp Biliminin Felsefesi adlı başka bir kitabın sayfasına ise şu notu düşmüştü: Ben de onlar gibi bir nevi doktor değil miyim? Benim de hastalarım var; onların bana gönderdiği, benim de talihsizlerim dediğim hastalarım var.
Yine başka bir sayfaya şöyle not düşmüştü: Sizden sığınacak bir yer isteyene kim olduğunu sormayın. Barınağa ihtiyacı olan kişinin en çok rahatsız olduğu şey, kendi adıdır.
Tesadüfen bir gün, Couloubroux ya da Pompierry vaazlarının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, Piskopos’un misafiri olan rahiplerden biri muhtemelen Madam Magloire’ın endişelerinin de etkisinde kalarak kapıyı açık bırakmanın tedbirsizlik olup olmadığını ve içeri girmeyi seçecek birinin insafına kalacağı için, bu kadar az korunaklı evde bir felaketin yaşanmasından korkup korkmadığını sordu. Piskopos, hafifçe onun omuzuna dokunarak: “Tanrı evi gözetmiyorsa kulunun evi nasıl koruduğunun bir önemi yoktur.” dedi ciddiyetle, sonrasında ise başka şeylerden konuşarak sohbetini sürdürdü.
“Bir albayın cesareti varsa rahiplerin de kendilerine göre cesaretleri vardır.” derdi her zaman. “Ama bizimki daha sakin olmalıdır.”
VII
Kravat
Hikâyenin bu noktasında aşağıda anlatacağımız olay, Digne Piskoposu’nun nasıl bir adam olduğunu tüm açıklığıyla ortaya çıkaracaktır.
Ollioules boğazlarını istila eden Gaspard Bes çetesinin yok edilmesinden sonra, çetenin bir üyesi olan Kravat adlı haydut, askerlerin elinden kaçarak dağlara sığınmıştı. Bu haydut, Gaspard Bes’in geride kalan haydutları ile birlikte bir süre Nice’de saklandı; sonrasında bu haydut Piedmont’a gitti ve sonra birden Fransa’da, Barcelonette civarında yeniden ortaya çıktı. Önce Jauziers’de, sonrasında Tuiles’de görüldü. Joug-de-l’Aigle mağaralarında saklandı; Ubaye ve Ubayette vadilerinden mezralara ve köylere doğru indi.
Hatta Embrun’a kadar ilerledi, geceleri kiliselere girerek o mekânların kutsal eşyalarını dahi yağmalıyordu. Kırsal bölgede gerçekleştirdiği yağmalamalarla, halkı mahvediyordu. Peşine bir tabur jandarma gönderilmesine rağmen her defasında kaçmayı başarıyordu. Kaçmayı çok iyi beceriyordu ancak kimi zaman fazlasıyla cesur davranarak çatışmayı da biliyordu. Yine de cesur ama zavallı biriydi.
İşte bu haydudun etrafa salmış olduğu dehşetin ortasında Piskopos, Digne şehrinde göreve başlamıştı. Chastelar köylerine yaptığı ziyaretler esnasında, Belediye Başkanı onu karşılamaya geldi ve kendisine eşlik etmesini rica etti. Bu sırada Belediye Başkanı, Kravat adlı bu haydudun Arche kasabasına kadar bütün dağlık bölgeye hâkim olduğunu açıkladı ve o bölgelere yapılacak ziyaretlerin çok tehlikeli olduğu hususunda Piskopos’u uyardı. Bu ziyaretlerden vazgeçmesi gerektiğini ileterek yanına üç-dört jandarma verse dahi, bunun kesinlikle işe yaramayacağını belirtti.
“Ben de zaten tam da bu yüzden, yalnız gitmek niyetindeyim.” dedi Piskopos.
“Bu konuda ciddi değilsiniz, değil mi Monsenyör!” diye haykırdı Belediye Başkanı.
“Hem de o kadar ciddiyim ki bana kesinlikle tek bir jandarmanın dahi eşlik etmesini istemiyorum ve bir saat içerisinde de yola çıkacağım.”
“Gidecek misiniz?”
“Gideceğim.”
“Tek başınıza mı?”
“Tek başıma.”
“Monsenyör, bunu sakın yapmayın!”
“O taraftaki dağlık bölgede…” diye cevabına devam etti Piskopos. “Üç yıldır görmediğim, buradan daha büyük olmayan küçük bir topluluk var. Oradaki köy halkı tam anlamıyla namuslu ve iyi yürekli insanlar. Her biri güttüğü otuz keçinin sadece bir tanesine sahiptir. Çeşitli renklerde çok güzel yün iplikler yapar ve altı delikli küçük flütlerle o dağlık bölgede eğlenirler. Onlara da zaman zaman gidilip Tanrı’dan bahsedilmesi gerekir. Korkak bir piskopos hakkında neler söyleyebileceklerini tahmin edebiliyor musunuz? Eğer oraya gitmezsem hakkımda neler söylerler?”
“Peki haydutlar ne olacak, Monsenyör?”
“Haklısın.” dedi Piskopos. “Onları da göz önünde bulundurmak zorundayım. Haklısın. Orada onlarla da karşılaşabilirim. Onlara da Tanrı hakkında güzel sözler söyleyebilirim, buna onların da kesinlikle ihtiyacı vardır.”
“Ama Monsenyör, orada bir grup haydut var. Onlar tıpkı bir kurt sürüsü gibidir!”
“Mösyö le Maire, belki de İsa beni bu kurt sürüsünü gütmem için görevlendirmiştir. Tanrı’nın insana nasıl yollar sunduğunu kim bilebilir ki?”
“Sizi soyacaklardır, Monsenyör.”
“Hiçbir şeyim yok ki.”
“Sizi öldürebilirler.”
“Dualar mırıldanarak önlerinden geçen, benim gibi ihtiyar bir din adamını mı öldürecekler? Peh! Ne elde edecekler ki?”
“Ah, Tanrı’m! Ya onlarla karşılaşacak olursanız?”
“Yoksullarım için onlardan sadaka istemeliyim o zaman.”
“Gitmeyin, Monsenyör! Tanrı aşkına size yalvarıyorum! Hayatınızı riske atıyorsunuz!”
“Mösyö le Maire…” dedi Piskopos sakince. “Bütün mesele bu mu? Ben bu dünyaya kendi hayatımı korumak için değil, ruhları korumak için geldim.”
Piskopos’a yola çıkması için izin vermek zorunda kaldılar. Yanına sadece ona rehberlik yapması için bir çocuk verdiler, böylece Piskopos yola koyuldu. Bu konudaki inatçı tutumu bütün bölgede kulaktan kulağa yayılmış ve büyük bir şaşkınlığa neden olmuştu.
Yanına ne kız kardeşini ne de Madam Magloire’ı almıştı. Dağlık bölgeyi katırlarla aşarak haydutlarla da karşılaşmadan sonunda sağ salim “iyi yürekli köylülerin” bulunduğu köye ulaştı. Orada yaklaşık iki hafta kadar kaldı, vaazlar verdi. Tanrı’nın sofrasında onlarla birlikte yemek yedi, onlara öğretilerden bahsetti, tavsiyelerde bulundu. Ayrılma zamanı yaklaştığında orada büyük bir dinî tören düzenlemeye karar verdi. Köy Papazı’na da bundan bahsetti. Ama bunların yapılabilmesini sağlayacak dinî kıyafetler ve kutsal malzemeler yoktu. Sadece birkaç dantel parçası, eski püskü şamdan, birkaç eski pabuç haricinde yoksul köy halkının sunabileceği hiçbir şey yoktu.
“Peh!” dedi Piskopos. “Hiçbir şeye gerek yok. Biz kürsümüzden dinî törenimizi yapacağımızı halkla paylaşalım, Papaz Efendi. Su akar yolunu bulur.”
Çevredeki kiliselerden ve köylerden malzeme arayışına başladılar. Bu alçak gönüllü cemaatlerin tümü bir araya gelecek olsa bir kilise korosunu düzgünce giydirmeye yetecek kıyafet toplayamazlardı, elde edecekleri eşyalar yeterli olmayacaktı.
Onlar bütün bu sorunlarla meşgulken kimsenin adını dahi bilmediği iki atlı süvari, köye gelerek Piskopos’a verilmek üzere büyük bir sandık bıraktı. Sandık açıldığında içinden; altın ipliklerle bezenmiş bir piskopos kıyafeti, elmaslarla süslenmiş bir piskopos asası ve muhteşem başpiskoposluk haçları çıktı. Tüm bu kıymetli malzemeler, bundan bir ay önce Notre Dame d’Embrun Kilisesi’nin hazinesinden çalınan papalık kıyafetleriydi. Sandıkta şu sözlerin yazılı olduğu bir not da vardı: Kravat’tan Monsenyör Bienvenu’ye.
“Size su akar yolunu bulur, demedim mi?” dedi Piskopos. Sonra gülümseyerek ekledi: “Bir papaz cübbesiyle yetinen kuluna, Tanrı işte böyle bir başpiskopos cübbesini gönderir.”
“Monsenyör.” diye mırıldandı Papaz, gülümseyerek başını geriye attı. “Acaba, Tanrı mı yoksa şeytan mı?”
Piskopos kararlı bir şekilde Papaz’a baktı ve ciddi bir tavırla: “Tanrı!” dedi.
Chastelar’a dönerken insanlar yol boyunca onu görebilmek için merakla dışarı çıktılar. Chastelar’daki rahibin evinde kendisini bekleyen Matmazel Baptistine ve Madam Magloire’ın yanına giderek kız kardeşine şöyle dedi: “Eh! Haklıymışım değil mi? Zavallı bir papaz, dağlarda yaşayan zavallı cemaatinin yanına elleri boş gitti ama dolu olarak döndü. Ben sadece Tanrı’ya inancıma güvenerek yola çıktım ama görüyorsunuz, bir katedral hazinesini geri getirdim.”
O akşam yatmadan önce de şu şekilde konuştu: “Hırsızlar ve katillerden asla korkmayalım. Bunlar bizim dışımızdan gelen önemsiz tehlikelerdir. Biz, asıl kendi içimizden korkalım. Ön yargılar, gerçek hırsızlar ve kötülükler, gerçek katillerdir. Asıl büyük tehlike içimizdedir. Bunun yanında başımızı veya cüzdanımızı tehdit eden tehlikenin ne önemi olabilir ki? Bizler sadece ruhumuzu tehdit edenleri düşünelim.”
Sonra kız kardeşine dönerek şöyle devam etti: “Kardeşim, hemcinslerine karşı tedbir almak din adamlarının görevi değildir. Hemcinslerimiz bunu yapıyorsa ancak Tanrı buna izin veriyorsa yapıyor demektir. Bizler bir tehlikenin yaklaştığını düşündüğümüzde sadece dua edelim. Ancak bu duayı kesinlikle kendimiz için değil, aksine hemcinslerimizin günaha girmemesi için edelim.”
Her hâlükârda, Piskopos’un hayatı pek hareketli geçiyordu. Bu anlattıklarımız, elbette ki sadece bizim bildiklerimizdi; biz, onun hep aynı şeyleri yaparak yaşamını sürdürdüğünü gördük. Yılının hiçbir günü, gününün hiçbir saati birbirine benzemiyordu.
Embrun Katedrali’nin “hazinesine” ne olduğu konusunda ise açıkça cevap verebilmemiz pek mümkün değil. Tüm bu eşyaların çok kıymetli ve hırsızların çalmalarına gayet uygun malzemeler olduğu aşikârdı. Ama sonuç olarak çalınmışlardı ve ait oldukları yerde değillerdi. Bu hazine macerasının yarısını tamamlamıştı. Bu yüzden de hırsızlığa yeniden mahal vermemek adına, onları yoksullar uğruna harcamak da gayet mümkündü. Ancak bu konuda ne yapıldığına dair açık ve net bir bilgimiz olmadığını daha önce de belirtmiştik. Sadece Piskopos’un evrakları arasında, bu konuyla ilgisi olabileceğini düşündüğümüz ve bu terimlerle ifade edilen oldukça belirsiz bir not bulundu: Burada önemli olan, bu eşyaların kiliseye mi yoksa hastaneye mi geri götürülmesi gerektiği hususunda karar vermektir.
VIII
İçtikten Sonra Felsefe
Yukarıda daha önce sözü geçen Senatör; vicdan, inanç, adalet, görev gibi engel yaratan şeylere hiç aldırmadan kendi yolunu çizmiş, akıllı bir adamdı. Hayatı boyunca amacına ulaşmak için yoluna çıkan bütün engelleri, çıkarları doğrultusunda bir kez olsun geri adım atmadan bertaraf etmiş, doğruca hedefine yürüyen biriydi.
Başarılarından dolayı kendisiyle gurur duyan eski bir savcıydı. Bu başarılar, zaman içerisinde onun karakterini de yumuşatmış gibiydi. Hiçbir şekilde kötü bir adam değildi; elindeki tüm küçük birikimlerini oğulları, damatları, akrabaları ve hatta arkadaşlarına yardımcı olmak amacıyla paylaşmaktan kaçınmaz, hayatı her zaman iyi tarafından görmeye çalışırdı. Diğer her şey ona çok aptalca görünürdü. Çok zeki bir adamdı ve kendisini Epikuros’ün bir müridi olarak düşünecek kadar da eğitimliydi. Gerçekte ise Pigault-Lebrun’un vücut bulmuş hâliydi. Sonsuzluk ve ölümsüzlük gibi söylenen şeylere gülüp geçer: “Bunlar tamamen papazların uydurmasıdır.” derdi. Hatta kimi zaman onu dinleyen Bay Myriel bile onun bu tavırlarına gülerdi.
Bir seferinde, şehrin Emniyet Müdürü’nün vermiş olduğu yarı resmî bir ziyafette, yemeklerin içeriğini şimdi hatırlamıyorum, Bay Myriel ve bu bahsi geçen senatör bir araya geldiler. Tatlı esnasında fazlasıyla neşelenen ancak yine de o mükemmel ağırbaşlı duruşunu elden bırakmayan Senatör şöyle söyledi:
“Eh, Piskopos Efendi, neden sohbet etmiyoruz? Bir senatörle bir piskoposun birbirine göz kırpmadan bakması zordur. Biz ikimiz de birer falcıyız aslında. Size bir itirafta bulunmak isterim. Benim de kendime has bir felsefem var.”
“Haklısınız.” diye yanıtladı Piskopos. “İnsan felsefe yapınca uykuya dalar. Siz de şu anda mor bir yatak üzerinde bulunuyorsunuz, Senatör.”
Senatör bu sözlerden cesaret alarak konuşmasına devam etti: “Mantıklı olalım efendim.”
“Şeytani fikirlere sahip olmak daha iyi.” dedi Piskopos.
“Size şunu söylemek isterim ki…” diye devam etti Senatör. “Marquis d’Argens, Pyrrhon, Hobbes ve M. Naigeon hiç de ahlaksız değildir. Kitaplığımda, kenarları yaldızlı ciltlerle kaplattığım, bu filozoflara ait tüm kitaplara sahibim.”
“Sizin gibi.” diye araya girdi Piskopos.
Senatör konuşmaya devam etti:
“Diderot’dan nefret ederim; o bir ideolog, itirafçı ve bir devrimcidir. Özünde Tanrı’ya inanan bir kişidir ancak kesinlikle Voltaire’den daha bağnazdır. Diğer taraftan Voltaire’in Needham’la alay etmiş olması büyük hatadır. Çünkü Needham’ın yandaşları onlara Tanrı’nın işe yaramazlığını kanıtlamıştır. Bir kaşık dolusu un ezmesinin içindeki bir damla sirke, yaradılışın sırlarını açıklar. Damlanın ve kaşığın çok daha büyük olduğunu varsayalım, o zaman dünyanın bütün sırlarına sahipsiniz demektir. İnsan bir yılan balığı gibidir. O zaman ebedî bir Tanrı’ya neden ihtiyaç duyulsun ki? Tanrı’nın yaradılış hipotezi beni yoruyor, Piskopos. Akılları boş, sığ insanlar yetiştirmekten başka bir işe yaramıyor. Benim bu bahsi geçen yüce Tanrı ile işim olmaz, canı cehenneme! Beni huzur içinde bıraksın, onun yokluğu beni daha rahat ettiriyor. Ayrıca günahlarımdan kurtulabilmek için cüzdanımı boşaltacak denli ahmak olmadığımı da size itiraf edecek kadar sağduyulu biriyim. Son noktaya kadar feragat ve fedakârlığı vaaz eden İsa’nızı da hiç umursamıyorum. Bence bu kesinlikle açgözlü bir adamın dilencilere tavsiyesidir. Feragat, ne için? Kurban etmek, hangi son için? Bir kurdun başka bir kurdun menfaati uğruna kendisini kurban ettiğini hiç duymadım. Bu yüzden de doğa kanunlarına bağlı kalalım. Bizim üstün bir servetimiz olsun. Diğer insanlar burnunun ucundan ötesini göremiyorsa üstün olmak neye yarar ki? Neşeyle yaşayalım. Hayat her şeye değer. Bir insanın başka bir yerde, yukarıda ya da aşağıda, bir geleceği olabileceği felsefesinin tek bir kelimesine dahi inanmıyorum. Ah! Bana tavsiye edilen feragat ve fedakârlığa göre yaşayacak olursam, yaptığım her şeye dikkat edeceksem; iyi ve kötü, haklı ve haksız, günah ve sevap üzerinde beynimi sımsıkı bu düşüncelere bağlayacak olursam, neye yarar ki? Ölümünden sonra mükâfatını veya cezasını alacağım için mi? Ne zaman? Ölümden sonra mı? Ah, ne güzel bir hayal! Ölümden sonra beni yakalayabilecek kişinin çok zeki biri olması gerekir. Ölümden sonrasında artık kimse hesap soramaz, toz olup gideriz. Kendimize karşı dürüst olalım Peder: İyi ya da kötü diye bir şey yoktur, her şey sadece bir avuç topraktan ibarettir. Gerçeği araştırmak, bu gerçeği bulabilmek için hiçbir şeyden sakınmamak, işte bunun için mücadele edelim. Ne ikiliyiz ama! Haydi sonuna kadar araştıralım! Gerçeğin izlerini sürmeliyiz; bunun için toprağın nimetlerinden faydalanmalı, o gerçeği kazıp ortaya çıkarmalıyız. İşte ancak o zaman zevk ve tat alabiliriz. Ancak o zaman güçlenebilir, o zaman gülebiliriz. Ölümsüzlük, Piskopos; bir yalandan ibarettir, bir başkasının o ölen kişinin eşyalarını beklemesinden başka bir şey değildir. Ah! Ne inanılmaz bir vaat. Eğer böyle olmasını istiyorsanız siz buna inanın! İnsanoğlu ne çok şeye sahip değil mi? Bizler aslında sadece ruhlardan ibaretiz, sırtlarında mavi kanatları bulunan ve vadesi geldiğinde melekler gibi uçup gidecek olan ruhlarız. İnsanların ruhları olduğunu ve ruhların kanatlarını çırparak yıldızdan yıldıza uçacağını da söyleyen din adamları değil midir? Çok iyi. Demek ki bizler birer yıldız çekirgesi olacağız. Sonra da Tanrı’yı göreceğiz öyle mi? Boş laf! Cennete dair bütün bu anlatılanlar safsatadan ibaret! Tanrı anlamsız bir canavardır. Bunları elbette ancak dostlar arasında fısıldayabilirim. Dünyayı cennet düşüncesine kurban etmek, bir gölge uğruna elimizdeki avı kaçırmaya benzer. Hiç kimse sonsuzluğun budalası hâline gelmemeli! Ben o kadar budala değilim. Ben yokluktan başka hiçbir şey değilim. Ben kendime tam anlamıyla ‘Yokluğun Kontu’ diyorum. Doğmadan önce var olmuş muydum ki? Hayır. Peki, ölümden sonra var olacak mıyım? Hayır. Neyim ben? Bir organizmada toplanan toz parçasından başka bir şey değil. Bu dünyada benim ne gibi bir görevim olabilir ki? Seçimlerim tamamen bana ait; ya acı çekerim ya da hayatın tadını çıkarırım. Yoklukta bile acı çekebilir insan. Peki, zevk beni nerelere götürebilir? Yine yokluğa ama en azından kendi adıma zevk almış olurum. Bu yüzden ben, seçimimi yaptım. Bir insan ya yer ya da yenir. Ben yiyen taraf olacağım. Ot olmaktansa diş olmak evladır. İşte benim felsefem de budur. Ondan sonrası zaten boş, nereye götürülürsem götürüleyim, mezarcı orada. Sonuç olarak hepimizin gideceği yer aynı, hepimiz o büyük deliğin içine düşeceğiz. İşte bu da kaçış noktasıdır. Ölüm sadece ölümdür, inanın bana. Bu konuda bana farklı bir şey söyleyecek birine ancak gülerim ben. Ben o palavraların hiçbirine kulak asmam, bunlar sadece cahillerin ve zavallıların inandıkları masallardan ibarettir. Onların bu masallara inanmaktan başka hiçbir şeyleri yoktur. Mezarın ötesindeki hiçlikten başka hiçbir şeyleri yoktur ellerinde. İster Sardanapalus, ister Vincent, istersen Paul ol; bunun hiçbir önemi yok. İşte gerçek budur. Bu yüzden hayatı iyi geçirmeye bakmak lazım. Benliğinize sahip olduğunuz sürece onu kullanmayı bilmelisiniz. Gerçekte Piskopos, ben size sadece kendi felsefem ve filozoflarım olduğunu söylemek istiyorum. Bu yüzden de kendimi bu tür saçmalıklara kaptıramam. Elbette sefiller için de bir şeyler olmalı; yalın ayak dilenciler, bıçak bileyenler ve sefil zavallılar için. Onların da bütün bu efsanelere, kuruntulara, ruh, ölümsüzlük, cennet ve yıldızlar gibi safsatalara inanmaları sağlanmalı. Ancak onlar bu boş lafları yutarlar. Bunu kuru ekmeklerinin üzerine sürerek katık yaparlar. Elinde avucunda hiçbir şeyi olmayanın sadece Tanrı’sı vardır. Sahip olabileceği yegâne servet bu olacaktır. Buna elbette ki hiçbir itirazım yok ancak ben, Bay Naigeon’ın tarafındayım. Geri kalan halk da Tanrı’yı tutsun.” Bu sözlerin sonrasında Piskopos ellerini çırptı.
“Söylenmek istenen söylendi.” diye haykırdı. “Bu materyalizm ne kadar mükemmel ve gerçekten, ne harika bir şeydir! Her isteyen buna sahip olamaz. Ah! Ona sahip olan kişiler Caton gibi sürgünlere düşmez, Etienne gibi öldürülmez, Stephen gibi taşlanmaz ya da Jeanne d’Arc gibi diri diri yakılmaz. Bu takdire şayan materyalizmi elde etmeyi başaranlar, sorumsuzluklarının tadını çıkarırlar ve hayatta karşılaştıkları her şeyi; iyi ya da kötü kazanılmış tüm güçleri, ihanetleri, vicdanın lezzetli kapitülasyonlarını, tüm bunların hepsini hazmettikten sonra mezara girebileceklerini düşünürler. Ne kadar uygun bir son! Bunu sırf sizin için söylemiyorum, Senatör. Yine de siz ve sizin gibi düşünenleri tebrik etmemek de elde değil. Sizin gibi büyük zenginler, gütmüş olduğunuz bu ince ve zevkli felsefeye sadece sizin gibi zenginlerin erişebileceğini kabul ediyorsunuz ve kabullendiğiniz bu hayatın mükemmel zevklerini kendi aranızda sınıflandırıyorsunuz. Bu felsefe ancak çok derinlerden ve sadece bu kalıplara has kişiler tarafından benimseniyor. Ama sizler iyi huylu efendiler olduğunuz için, Tanrı’ya inancı sağlam olan yoksul insanların ve zavallıların inanmasına da mâni olmuyorsunuz. Siz sofralarınızda kestaneli ördek kızartması yediğiniz zaman, yoksullar nasıl hindi kızartması ile yetiniyorsa böyle inançları olmasını da mazur görüyorsunuz.”
IX
Kız Kardeşin Bakış Açısıyla Erkek Kardeş
Devletin özel kuruluşu hakkında bir fikir vermek ve Digne Piskoposu’nun ev hayatının nasıl olduğunu; iki aziz kadının eylemlerini, düşüncelerini, hatta dişil içgüdülerini kullanarak onun istek ve niyetlerine nasıl boyun eğdiklerini; alışkanlıklarını ve amaçlarını yerine getirmesi hususunda onu nasıl desteklediklerini anlatabilmek için, çok fazla konuşma zahmetine girmeden Matmazel Baptistine’in çocukluk arkadaşı Vikontes de Boischevron’a yazdığı mektubu siz okurlara sunmayı uygun bulduk. İşte elimizdeki o mektup:
Digne, 16 Aralık 18..
Sevgili Dostum,
Sizden bahsetmediğimiz bir gün dahi geçmiyor. Bu artık bizim âdetimiz hâline geldi ama bunu yapmamızın başka bir nedeni daha var. Madam Magloire geçenlerde tavanların ve duvarların tozunu aldığı sırada bazı keşifler yaptı; şu anda beyaz badanalı olan duvarlardaki antika kâğıtları yırttığında kendi odalarımızda, sizin tarzınızdaki bir şatoyu süsleyen şeyler gördük. Madam Magloire sonrasında bütün kâğıtları çıkardı. Altlarından resimler çıktı. Yıkadıktan sonra çarşafları sermek için kullandığımız, içinde mobilya bulunmayan oturma odamın yüksekliği dört buçuk metre ve genişliği de beş buçuk metre, tavanı daha önce boyanmış ve sizinki gibi kirişli. Burası hastaneye dönüştürüldüğünde üzeri badanayla kapatılmış. Ve içerideki ince ahşap işleri tıpkı büyükannelerimizin dönemindekilere benziyor. Aslında bu odayı görmenizi çok isterdim. Madam Magloire; duvarların üzerine yapıştırılmış en az on kat kalınlıkta kâğıtların altında, iyi durumda olmasalar da çok hoş görülebilecek bazı resimler keşfetti. Teması Telemakhos’un Minerva tarafından şövalye ilan edilmesini, başka bir resimde ise şimdi adını unuttuğum bahçelerde gezinmesini tasvir ediyor. Kısacası hepsinde Romalı kadınların portreleri var. Size bunu nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Burada, duvarlarımda bir sürü Romalı kadın ve erkekler; onlara ait resimler (burada okunaksız bir kelime var) bulunuyor. Madam Magloire hepsini güzelce temizledi; bu yaz boyunca üzerlerindeki bazı hasarları da onaracak ve tamamını yenileyip vernikledikten sonra, odam gerçek bir müze hâline gelecek. Ayrıca çatı katının bir köşesinde eski moda iki ahşap konsol da buldu. Onları yeniden verniklemek için bizden karşılığında her birine altı frank, iki kron istediler ama elbette bu parayı yoksullara vermek çok doğru olur; ayrıca ikisi de çok çirkin, ben daha çok maun ağacından yapılma yuvarlak konsolları tercih ederim. Her zamanki gibi mutluyum. Kardeşim de çok iyi. Sahip olduğu neyi var neyi yoksa yoksullara ve hastalara veriyor. Oldukça zor geçiniyoruz. Kış mevsimi çok soğuk geçiyor ve gerçekten eksikliklerini tamamlamamız gereken çok şeye ihtiyacımız var. Evimizin neredeyse rahat biçimde ısındığını ve aydınlatıldığını söyleyebiliriz. Bunların ne harika nimetler olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Kardeşimin kendine has alışkanlıkları var. Onunla konuşmaya çalıştığımızda bize bir piskoposun böyle olması gerektiğini söylüyor hep. Düşünebiliyor musunuz, evimizin kapısını bile asla kilitlemiyor. İçeriye kim girerse girsin, kardeşimin odasında hemen kendisine bir yer bulabiliyor. Geceleri bile hiçbir şeyden korkmuyor. Söylediğine göre bu, onun bir çeşit cesaretiymiş.
Ne benim ne de Madam Magloire’ın onun için herhangi bir korku duymasını istiyor. Kendisini her türlü tehlikenin içine atmaktan çekinmiyor ve bizim bunun farkında olmamızdan sanki hoşlanıyor. Onu anlamayı öğrenmemiz gerekiyor.
Yağmur çamur demeden yollara düşüyor, kışın bile yolculuk yapmaktan geri kalmıyor. Ne şüpheli yollardan ne tehlikeli karşılaşmalardan ne de geceden hiç korkmuyor.
Geçen yıl haydutların hâkimiyet kurduğu topraklara bir başına gitti. Bizi bile yanına almadı. İki hafta boyunca ortalarda yoktu. Sağ salim geri döndü. Herkes onun öldüğünü sanırken o, gayet iyi durumdaydı ve “Bakın, bu da benim soyulma şeklim!” dedi. Sonra, haydutların ona hediye ettiği Embrun Katedrali’nin kutsal hazinesiyle dolu sandığını açtı.
Ama yine de bu sefer onu biraz olsun azarlamaktan geri duramadım. Bunu yaparken de kimse duymasın diye onunla araba yoldayken konuştum.
İlk başlarda, onu durdurabilecek hiçbir tehlike yok diyordum kendi kendime. Ama zamanla bu duruma alıştım. Hatta Madam Magloire’a bile artık ona itiraz etmemesi konusunda uyarılarda bulundum. Kendisi nasıl uygun görüyorsa o şekilde hayatına devam ediyor. Ben de Madam Magloire’ı yanıma alıp odama geçiyor, onun için dua ediyor ve uyuyorum. İçim çok rahat çünkü ona bir şey olacak olursa benim de öleceğimi biliyorum. Hem kardeşim hem de piskoposumla birlikte Tanrı’nın huzuruna çıkmış olacağım. Madam Magloire, ihtiyatsızlık olarak nitelendirdiği onun bu tür eylemlerine çok daha zor alışıyor. Ama nihayetinde durumu o da kabullenmiş hâlde. Birlikte dua ediyoruz, birlikte titriyoruz ve birlikte uykuya dalıyoruz. Eğer içeriye bir şeytan girecek olsa istediği her şeyi yapabilir. Sonuç olarak, bu evde korkacak ne var ki zaten? Her zaman yanımızda bizden çok daha güçlü biri var. Şeytan buradan geçebilir ama Tanrı her zaman bizim yanımızdadır.
Artık, kardeşimin niyetlerini açıklaması için bana bir şeyler söylemesine gerek yok. Onu konuşmadan da anlayabiliyorum ve kendimizi Tanrı’nın kutsal ellerine emanet ediyoruz. Ruhu böylesine büyük Tanrı inancıyla dolu bir adam için yapılacak başka bir şey de yok.
Faux ailesi hakkında benden bilgi istemiştiniz, ben de kardeşimle bu hususu konuştum. O her şeyi bilir ve onun hatıralarının ne kadar zengin olduğunu siz de çok iyi bilirsiniz. Bu aile gerçekten de Caen Generalliğine bağlı çok eski bir Norman ailesiymiş. Beş yüz yıl önce Roul, Jean ve eski asilzadelerden olan Thomas de Faux tarafından kurulmuş soylu bir aile. Ailenin son ferdi Guy-Etienne-Alexandre imiş, bir alay komutanıymış ve Bretagne süvarisinin başıymış. Kızı Marie-Louise, Fransız muhafız albayı ve ordunun generali Dük Louis de Gramont’un oğlu Adrien Charles de Gramont ile evlenmiş. Soy isimleri Faux, Fauq ve Faoucq olarak yazılıyormuş.
Sevgili dostum, bu vesileyle sizden aziz akrabanız Mösyö Kardinal’in dua ederken bizleri de unutmamasını rica edeceğim. Sevgili Sylvanie’ye gelince sizinle geçirdiği vakti detaylıca bana yazdığı için çok müteşekkirim. O çok iyi bir insandır, sizin isteklerinize göre çalışır ve sizi çok sever.
Söylemek istediklerimi dile getirdim. Sizin aracılığınızca Sylvanie’nin gönderdiği hatıranız bana sağ salim ulaştı ve beni çok mutlu etti. Sağlığım o kadar kötü değil ancak yine de her geçen gün biraz daha zayıflıyorum. Kâğıtlarım bittiği için, burada mektubuma son vermek zorundayım. Bütün iyi dileklerimi sizlere sunuyorum.
Baptistine
Not: Büyük yeğeniniz de bu arada gayet sağlıklı. Yakında beş yaşında olacağını biliyor musunuz? Dün, dizlikleri olan, at sırtında geçen birini gördü ve “Dizlerinin üzerindeki nedir?” diye sordu. Gerçekten büyüleyici bir çocuk! Küçük kardeşi, eski bir süpürgeyi bir araba gibi odanın içinde sürüklüyor ve “Deh, deh!” diye bağırıyor.
Aslında bu mektuptan da anlaşılacağı üzere bu iki kadın; evin erkeğinin isteklerini gayet net bir biçimde kavrayarak, o sahip oldukları özel dehalarıyla Piskopos’un yaşam tarzına uyum sağlayarak onun hayatına katılmışlardı. Digne Piskoposu, yüzünden asla eksik etmediği tebessümü ve açık sözlü ruh hâliyle, hiçbir zaman kendinden şüphe duymadan büyük, cesur ve muhteşem işler yapıyordu. Kadınlar, onun yaptığı bu işleri titreyerek ve korkuyla izliyor ama yine de ona engel olmak için bir eylemde bulunmuyorlardı. Bazen Madam Magloire ilk başta duruma itiraz ediyor ama ne öncesinde ne de sonrasında asla ısrarcı davranmıyordu. Herhangi bir eyleme giriştiğinde Piskopos çalışmaya başladıktan sonra bu iki kadın, ona tek bir kelime dahi söylemiyordu. Bazı anlarda, daha bundan bahsetmeye fırsat bulamadan yaptığı işin yüceliğinin ne boyutta olduğunun kendisi bile farkında değilken kadınlar, onun ne yapmak istediğini hemen anlayarak destek oluyordu. Bu iki kadın, Piskopos’un arkasından giderek onun gibi davranan iki gölgeyi andırıyorlardı. Ona hiç fark ettirmeden hizmet ediyor ve ortadan kaybolmaları gerektiğinde hiçbir şey söylenilmesine gerek duymadan ortadan kayboluyorlardı. Takdire şayan bir içgüdü inceliğiyle, belli kaygıların da sınırlandırılabileceğini anlıyorlardı. Sonuç olarak, onun tehlikede olduğuna inandıklarında bile onu rahat bırakabilecek kadar anlayış göstermeyi başarıyor ve kendilerine hâkim olabiliyorlardı. Onu, Tanrı’ya emanet ediyorlardı.
Üstelik Baptistine, az önce arkadaşına yazdığı mektupta da belirttiği üzere, kardeşi ile birlikte öleceğini söylüyordu. Madam Magloire ise bunu dillendirmiyor ancak biliyordu.
X
Piskopos Bilinmeyen Bir İşin Peşinde
Önceki sayfalarda sözü edilen mektubun tarihinden bir süre sonra, Piskopos bütün kasabayı şaşkına düşüren, o haydutlarla dolu dağlara yaptığı tehlikeli yolculuktan çok daha şaşırtıcı ve tehlikeli bir işe girişti.
Digne kasabasının yakınlarında yaşayan yalnız bir adam vardı. Hemen belirtelim ki bu adam Konvansiyonun eski bir üyesiydi ve adı “G.” idi.
Konvansiyon Üyesi G. Digne’nin küçük dünyasında, hakkında korkunç hikâyeler anlatılan ve kendisinden fazlasıyla korkulan biriydi. Böyle bir insanı gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Bu insanların birbirlerine “vatandaş” dedikleri günden bu yana bu adama karşı nefret besliyorlardı ve yaşadığı bölgede ne bir dostu ne de bir tanıdığı vardı. Bu adam, oradaki halk tarafından neredeyse bir canavar olarak görülüyordu. Kral’ın ölümü için dahi oy kullanmamıştı. Etrafındakilere yarı kralmış gibi bir tutum sergiliyordu. Korkunç bir adamdı. Nasıl olmuş da böylesi bir adam, yaptığı eylemler sonucunda yüce mahkeme önüne hiç çıkarılmamıştı? Onun ille de kafasının kesilmesine gerek yoktu ancak kesinlikle sürgün edilmeliydi. Sırf başkalarına örnek olması adına bu yapılmalıydı. Ayrıca söylentilere göre, onun bir ateist olduğu söyleniyordu.
Acaba G. vahşi bir akbaba olabilir miydi? Eğer yalnızlığındaki gaddarlık unsurları yargılanacak olsaydı, buna cevap “evet” olabilirdi. Kral’ın ölümü için oy kullanmadığından sürgün kararnamelerine dâhil edilmemiş ve Fransa’da kalabilmişti.
Şehirden kırk beş dakika uzaklıkta, herhangi bir başka mezra ya da yoldan uzakta, çok vahşi bir mezranın ortasında yaşıyordu. Kimse tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu. Yaşadığı söylenilen bölgede bir tür in, bir delik, bir sığınak bulunuyordu. Ne bir komşusu ne de yolundan geçen herhangi biri oluyordu. O, vadinin orta kısımlarında yaşadığından oraya giden yol, otların altında kaybolmuştu. Yörede, oradan sanki bir celladın meskeniymiş gibi söz ediliyordu.
Bununla birlikte Piskopos; bu konuda aynı görüşte değildi ve zaman zaman Konvansiyonun eski üyesinin bulunduğu vadideki ağaç öbeklerine bakarak, onun meskeni olduğunu tahmin ettiği bir noktaya odaklanarak, düşüncelere dalar ve şöyle derdi: “O sadece çok yalnız bir adam.”
Ve zihninin derinliklerinde kendi kendine: “Ona bir ziyaret borçluyum.” diye tekrarlardı.
Ama kabul edelim ki ilk bakışta gayet doğal gibi görünen bu fikir, bir an düşündükten sonra ona tuhaf, imkânsız ve neredeyse tiksindirici gibi geliyordu. Yine de Piskopos kendisini sorumlu hissetmekten alıkoyamıyordu. Onu ziyaret etmeyi düşünse de bunun halk üzerinde yapacağı kötü etkiyi hesaplayarak bu düşüncesinden vazgeçiyordu.
Bununla birlikte, “Koyun uyuz diye çoban ürkmemelidir.” sözünü de kendisine hatırlatmaktan geri kalmıyordu. Ne koyun ama! Piskopos’un aklı karışmış durumdaydı. Bazen onu ziyaret etmek için yola koyuluyor, sonra vazgeçerek geri dönüyordu.
Sonunda bir gün, Konvansiyonun eski üyesinin kulübesinde onunla birlikte yaşadığını söyleyen genç bir çoban; efendisinin ölüme yakın derecede hasta olduğunu ve bir doktor aradığını söyledi. Hemen kasabada söylentiler yayıldı; yaşlı adamın ölmek üzere olduğu, felç geçirdiği ve bir gece daha yaşayacak durumda olmadığı dilden dile anlatıldı. Bazıları bunları anlatırken sonunda “Tanrı’ya şükür!” demeyi de ihmal etmedi.
Bunu duyar duymaz Piskopos değneğini eline aldı; daha önce bahsettiğimiz gibi, o eski püskü cübbesini üzerine geçirerek yola koyuldu.
Piskopos, bu insan uğramaz, tenha yere ulaştığında güneş neredeyse batmak üzereydi. Bahsi geçen adamın ininin yakınlarında olduğunu fark ettiğinde heyecanlandığını hissetti. Bir hendekten geçti. Deve dikenlerinin üzerinden atladı, bir çitin üzerinden geçti ve bakımsız bir çayırlık alana girdi. Büyük bir cesaretle birkaç adım attı ve birden çorak arazinin sonunda, yüksek bir tepenin ortasındaki mağarayı gördü. Aslında kasaba halkı onun evini mağara olarak nitelendirirken haksızlık etmişlerdi. Adamın yaşadığı yer; hemen önünde asma çardağı bulunan, temiz görünüşlü, alçak tavanlı, sıradan bir köy kulübesinden başka bir şey değildi.
Kapının hemen yanında, eski bir tekerlekli sandalyede, gülümseyerek yüzünü güneye dönmüş ak saçlı bir adam oturuyordu.
Adamın hemen yanında genç bir çoban dikiliyor, elindeki kaptan ihtiyar adama süt içiriyordu.
Piskopos onları izlerken yaşlı adam konuştu: “Teşekkür ederim.” dedi. “Başka bir şey istemiyorum.” Böylece yine güneşe doğru gülümsemeye devam ederken çocuk, onu dinlenmesi için yalnız bıraktı.
Piskopos ona doğru ilerledi. Yürürken çıkardığı sesler yüzünden, yaşlı adam başını ona doğru çevirdi. Yüzünde, arkasında upuzun bir ömür bırakmış olan bir insanın hâlâ hissedebileceği büyük bir şaşkınlık ifadesi vardı.
“Buraya geldiğimden bu yana, ilk kez biri ziyaretime geliyor. Siz kimsiniz efendim?”
Piskopos hemen cevapladı: “Adım Bienvenu Myriel.”
“Bienvenu Myriel mi? Bu ismi duymuştum. Halkın ‘Hoş Geldiniz Monsenyör’ dedikleri kişi, siz misiniz?”
“Benim.”
Yaşlı adam yüzünde hafif bir tebessümle konuşmaya devam etti:
“Bu durumda, siz benim piskoposumsunuz?”
“Öyle de denilebilir.”
“İçeri girin, efendim.”
Konvansiyonun eski üyesi, Piskopos’a elini uzattı ancak Piskopos kendisine uzatılan eli tutmadı. Yine de şu sözleri söylemekten kendisini alamadı:
“Hakkınızda yanlış bilgilendirildiğimi görmekten memnun oldum. Bana hiç de hasta gibi gelmediniz.”
“Monsenyör.” diye yanıtladı yaşlı adam sakince. “Sonunda şifa bulacağım.” Bir süreliğine durdu ve “Üç saat sonra öleceğim.” diye ekledi. Sonra yine devam etti:
“Hekimlikten biraz anlarım, son saatlerin nasıl geçtiğini de bilirim. Dün sadece ayaklarım buz gibiydi, bugün ise soğukluk dizlerime kadar yükseldi, şimdi de belime doğru yükseldiğini hissediyorum, kalbime ulaştığında da her şey bitecek. Güneş ne kadar güzel, değil mi? Buraya son defa onu görmek için çıktım. Benimle konuşabilirsiniz, sizi bile dinleyecek durumdayım. Ölmek üzere olan bir adamı ziyaret etmekle ne iyi etmişsiniz. Bu anıma tanık olacak birinin olması çok iyi. Şu anda tam olarak, gün doğumuna kadar yaşamayı çok isteyen ama bunun mümkün olmayacağını bilen, yaşayacak sadece iki-üç saati olan bir adamın yanındasınız. O vakit geldiğinde çoktan gece çökmüş olacak. Her şeyin sonunda bunların ne önemi var ki? Ölmek, gayet basit bir olaydır. Bunun için kişinin ışığa ihtiyacı yoktur. Bırakın nasıl olursa olsun. Yıldızların altında da ölebilirim.”
Yaşlı adam çoban gence döndü:
“Git yat, dün bütün gece uyanıktın, yorgunsun.” Çocuk, kulübeden içeriye girdi. Yaşlı adam onu gözleriyle takip etti ve kendi kendine konuşuyormuş gibi ekledi: “O uykudayken ölmeliyim. İkimiz de sanki uyuyormuşuz gibi olur. Sadece benimki, çok uzun bir uyku olacak.”
Piskopos, olması gerektiği gibi, onu kayıtsızlıkla dinlemişti. Tanrı’nın onun ölümünde bir ayrıcalık tanımayacağını düşünüyordu. Ayrıca onun inançsızlığı yüzünden öfkeliydi de. Bu kayıtsızlığının bir nedeninin de öfkesi olduğu inkâr edilemez bir gerçekti. Ayrıca kendisine her zaman Monsenyör diye hitap edilmesine alışkın olan Piskopos, ihtiyar adamın ona bu şekilde hitap etmemesinden dolayı da sinirlenmiş; ona karşılık verirken “vatandaş” dememek için kendisini çok zor tutabilmişti. Genel anlamda doktorlar ve papazlarda pek görülmeyen, onda ise hiç alışık olmadığımız soğuk gurur duygusunun bir anlığına da olsa esiri olmuştu. Sonuç olarak bu adam, bir Konvansiyon üyesiydi. Halkın temsilcisi, dünyanın güçlülerinden biriydi. Piskopos, hayatında ilk kez şiddetli biçimde duyguları ve mantığı arasında sıkıştığını hissediyordu.
Bununla birlikte Konvansiyon Üyesi, aslında tüm konuşmalarında gayet samimiydi; kısa bir süre sonra ölüp toza dönüşmenin eşiğinde olan birinin alçak gönüllülüğünü yaşadığı aşikârdı.
Piskopos, kendi görüşüne göre toplumdan soyutlanmış bu adamın durumunu sorgularken merakını da genel anlamda dizginlemeye çalışıyor; bu adamı küstah ve terbiyesiz bulduğundan ona bir ders de vermek istiyordu. Konvansiyon Üyesi, onda bir şekilde yasanın hatta hayırseverlik yasasının dışında olduğu izlenimini uyandırıyordu. G. denen bu adamdaki en şaşırtıcı olan durum ise, ölümle burun buruna olduğunu söylemesine rağmen fiziksel olarak bedeninden sağlık fışkırmasıydı. Devrim esnasında Piskopos, bu tür adamlara çok rastlamıştı. Tıpkı bu yaşlı adam gibi, ölüm onların da umurlarında olmazdı. Sonuna çok yakın olmasına rağmen bu tür adamlar her zaman kuyruğu dik tutmayı bilirlerdi. Berrak bakışlarında, kararlı seslerinde, omuzlarının güçlü hareketlerinde ölümü dahi şaşırtacak bir şeyler vardı. Müslümanların ölüm meleği dediği Azrail bile onun canını almaya gelse yanlış kapıya geldiğini düşünerek geri dönerdi. G. ölüyordu çünkü kendisi böyle olmasını istiyordu. Acısında bile bir özgürlük vardı. Sadece bacakları hareketsizdi. Gölgelerin onu sımsıkı tuttuğu yer de orasıydı. Ayakları soğuk ve ölüydü ama başı, yaşamın tüm gücüyle hayattaydı ve ışık dolu görünüyordu. Ölecek olmasına rağmen G. hava karardıkça Doğu masallarında anlatıldığı gibi üstü etten, altı mermerden heykellere benziyordu.
Orada bir taş vardı ve Piskopos bunun üzerine oturdu. Söze başlaması ani oldu.
“Sizi tebrik ederim.” dedi, azarlarcasına bir ses tonuyla. “Ne de olsa Kral’ın ölümü için her şeye rağmen oy kullanmadınız.”
Konvansiyonun eski üyesi, Piskopos “her şeye rağmen”i üstüne basa basa söylerken iğneleyici anlamı fark etmemiş gibiydi. Cevap verirken yüzündeki tebessüm de tamamen kaybolmuştu.
“Beni bu kadar tebrik etmeyin, efendim. Ben bir zorbanın ölümü için oy verdim.”
Yaşlı adamın ses tonundaki sertlik, Piskopos’u hayrete düşürmüştü.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Piskopos.
“İnsanı bir zorba yapan şeyin cehalet olduğunu söylemek istiyorum. Ben, işte o zorbalar yaratan cehaletin sona ermesi için oyumu kullandım. Ben sadece bu zorba cehaletin üzerine kurulmuş olan krallığın sona ermesini istedim, bilim ve irfan yolunda kurulacak bir krallığın doğmasına vesile olmak istedim. Bana göre insan sadece bilim tarafından yönetilmelidir.”
“Peki, ya vicdan?” diye ekledi Piskopos.
“Aynı şey. Vicdan, içimizde sahip olduğumuz doğuştan gelen bilimin miktarıdır aslında.”
Monsenyör Bienvenu, kendi açısından pek yeni olan bu bakış açısını büyük bir şaşkınlıkla dinliyordu. Konvansiyon Üyesi konuşmasına devam etti:
“Ben, XVI. Louis’nin infaz edilmesine hayır dedim çünkü bir insanın başka bir insanı öldürme hakkının olmadığını düşünmekteyim. Bu yüzden de onun sürgün edilmesine taraf oldum. Zorbalığın; yani kadın için fuhuş, erkek için kölelik ve çocuk için gecenin bitmesine taraf oldum. Ben cumhuriyet için oy verirken kardeşlik, uyum, bilgelik ve aydınlık için oy verdim. Ben sadece ön yargıların ve hataların yıkılmasına yardımcı oldum. Eski dünyanın yıkılmasına biz sebep olduk ve o eski dünya, o sefalet vazosu, insan ırkını altüst ederek çok daha neşeli ve zevkli bir vazo hâline geldi.”
“Karışık bir zevk.” dedi Piskopos.
“Sıkıntılı bir zevk diyebilirsiniz ve bugün, geçmişin o kutsal 1814 denen ölümcül dönüşünden sonra yok olan bir sevinç! İşimizi tamamlamadık, bunu kabul ediyorum. Bütün gücümüzle eski düzeni ortadan kaldırmaya çalıştık, kısmen de olsa bunu başarabildik. Ancak fikirleri tamamen bastıramadık. Suistimalleri yok etmek yeterli değildi sonuç olarak, düzenlerle birlikte ahlak kurallarını da değiştirmemiz gerektiğini bilmeliydik. Yani demek istediğim, nihayetinde değirmen tamamen yıkıldı ancak onu çalıştıran rüzgâr olduğu hâliyle orada kaldı.”
“Sizler yıktınız. Bu yıkımla birlikte bir şeyleri değiştirmiş olduğunuz da aşikâr ancak gazapla yapılan yıkımın sonunda ortaya çıkan değişikliklerin geleceğine güvenmek doğru değildir.”
“Haklının da zorba bir yanı vardır, Piskopos; dürüstlüğün zorbalığı, ilerlemenin en temel ögesidir. Her durumda ve ne söylenirse söylensin, Fransız Devrimi, İsa’nın gelişinden bu yana insan ırkının atmış olduğu en önemli adımdır. Bu adım belki tamamlanmamış olabilir ancak gerçek anlamda kutsaldır. Bilinmeyen tüm toplumsal nicelikleri özgür bırakmış; ruhları yumuşatarak, sakinleştirerek ve yatıştırarak aydınlatmış; uygarlık dalgalarının dünya geneline yayılmasını sağlamıştır. Halkı kölelikten kurtarmıştır. Fransız Devrimi, insanlığın kutsanmasıdır.”
Piskopos, kendisini mırıldanmaktan alamadı: “Öyle mi? 93’ü mü kastediyorsunuz?”
Konvansiyon Üyesi, neredeyse ölünün dirilişini hatırlatan bir hareketle koltuğunda doğruldu ve ölmekte olan bir adamın bezgin sesiyle konuşmaya devam etti:
“Ah, işte asıl konuya geldiniz; 93 olayı! Ben de sizden bunu duymak istiyordum. Bu 93 olayı, bin beş yüz yıldır biriken karanlığın arkasından gelen bir aydınlıktır; bin beş yüz yılın sonunda patlamıştır. Bu büyük aydınlanmadan böylesine küçümser bir tavırla bahsetmeniz haksızlıktır.”
Piskopos, itiraf etmese de içinin bir anda irkildiğini fark etti. Yine de konuşmak için toparlandı ve ona şöyle bir cevap verdi:
“Yargıç, adalet hakkında konuşuyorsa bir din adamı ancak daha yüce bir adaletten başka bir şey olmayan merhamet adına konuşur. Bir patlamanın, aydınlanmanın da hata yapmaması gerekir.”
Ve doğrudan Konvansiyon Üyesi’ne bakarak: “Peki, ya XVII. Louis?” diye ekledi.
Konvansiyon Üyesi elini uzatarak, Piskopos’un kolunu tutarak, heyecanla konuşmaya başladı: “XVII. Louis, bu konuya bir bakalım. Kimin için ağlamak istersiniz? Masum bir çocuğun ölümü için mi? Çok güzel, bu durumda gelin birlikte ağlayalım. Yoksa bir kraliyet çocuğu için mi ağlamak istersiniz? Benim için bunun da bir önemi yoktur. Bu konuda size kısa bir bilgi vermek isterim. Bana göre Cartouche’un küçük ve masum bir çocuk olan kardeşinin Grave alanındaki darağacında, sırf Cartouche’un kardeşi olmak suçundan dolayı sallandırılmış olmasıyla; aç ve susuz ölüme terk edilen masum bir çocuğun Temple Şatosu’nda, tek suçu XV. Louis’nin torunu olması nedeniyle infaz edilmesi arasında hiçbir fark yoktur.”
“Monsenyör.” dedi Piskopos. “Bu isimleri aynı cümlenin içerisinde kullanmanızdan hiç hoşlanmadım.”
“Cartouche mu? Yoksa XV. Louis mi? Hangisi için itiraz ediyorsunuz, sizce hangisi suçsuzdur?”
Anlık bir sessizlik hâkim oldu. Piskopos geldiğine neredeyse pişman olmak üzereydi ancak yine de belli belirsiz ve garip bir şekilde sarsıldığını hissediyordu. Konvansiyon Üyesi konuşmaya devam etti:
“Ah, Monsenyör Papaz, siz dürüstlüğün kabalığını sevmiyorsunuz. Oysaki İsa bu dürüstlükler üzerine temelini kurmuştur. Kutsal asası ile Temple’i boşaltmış, mucizeler dağıtan değneği dürüstlüğün amansız dağıtıcısı olmuştur. ‘Peşimden gelin!’ diye bağırdığında, hiç kimse arasında ayrımcılık yapmamıştır. Barabbas’ın Dauphini ile Hirodes’in Dauphini’ni bir araya getirdiğinde utanmamıştır. Masumiyet, Monsenyör, özel bir asalettir. Masumiyetin yüceliğinin olması gerekmez, o tıpkı zambaklar gibi bulunduğu yerde kendisini belli eder.”
“Bu doğru.” dedi Piskopos alçak sesle.
“Ben buna itiraz ediyorum.” diye devam etti Konvansiyon Üyesi G. “Bana XVII. Louis’den bahseden sizsiniz, bu yüzden sorularıma cevap vermeniz gerekir. Kim olurlarsa olsunlar; masumlar, tüm şehitler, tüm çocuklar, alçaklar ve yüceler için ağlar mısınız? O zaman size katılırım. Ancak bu durumda, size söylediğim gibi 93’ten daha gerilere giderek gözyaşlarımızı XVII. Louis’den başlayarak dökmeliyiz. Benimle birlikte halkın sefil çocukları için ağlayacak olursanız, ben de sizinle birlikte kral çocukları için ağlayacağım.”
“Ben hepsi için ağlarım.” dedi Piskopos.
“Eşit oranda mı?” diye haykırdı Konvansiyon Üyesi G.
“Eğer bu hususta dengenin şaşması gerekiyorsa o zaman tercihinizi sefil halktan yana yapmalısınız çünkü onlar çok daha uzun süredir acı çekiyorlar.”
Başka bir sessizlik daha hüküm sürdü. Bu sessizliği ilk bozan Konvansiyon Üyesi oldu. Birisini sorgularken alışkanlık olarak yaptığı gibi, kendisini dirseğinden destek alarak dikleştirdi. Yanağını başparmağıyla işaret parmağının arasına aldı ve ölüm ızdırabının tüm etkisiyle dolu bir bakışla Piskopos’a seslendi. Sesi, sessizliğin içerisinde sanki büyük bir patlama olmuş gibi yankılandı.
“Evet, efendim; bu insanlar gerçekten çok uzun zamandır acı çekiyorlar ve siz sanki bundan habersizmiş gibi davranarak karşıma çıkıyor, beni sorguya çekiyor ve XVII. Louis’nin ölümünün neredeyse insanlık dışı olduğu hususunda bana ahkâm kesiyorsunuz. Bu konuda kesinlikle haksızsınız. Buralara geldiğimden bu yana, gördüğünüz bu kulübede bir başıma yaşıyorum. Asla dışarı çıkmadım, kimseyi rahatsız etmedim ve bana yardım eden gördüğünüz o çocuktan başka kimseyi de görmedim. Sizi tanımıyorum ancak namınız bana bir şekilde ulaştı. İsminiz insanlar tarafından ne nefretle anılıyor ne de sizin yüksek faziletlerinizden bahsediliyor. Kaldı ki bu düşüncelerin hiçbirini de umursamıyorum. Zeki bir adamsınız ve halka karşı kendinizi merhametli bir adam gibi empoze etmenin pek çok yolunu da biliyorsunuz. Ayrıca geldiğinizde arabanızın sesini duymadım, beni şaşırtmak için hiç şüphe yok ki onu; şurada, koruluğun arkasındaki yolda bırakmış olmalısınız. Dediğim gibi, ben sizi tanımıyorum. Bana piskopos olduğunuzu söylediniz ancak bu bana sizin ahlaki kişiliğiniz hakkında hiçbir bilgi vermiyor. Kısacası sorumu tekrarlıyorum: Kimsiniz siz? Bir piskopos, yani başka bir deyişle bir kilise prensi; gayet güzel geliri olan, keyfi yerinde, işi tıkırında, şu yaldızlı rahat adamlardan birisiniz. Digne Piskoposu olarak aylık on beş bin frank sabit gelir, on bin frank masraf ödemesiyle toplam yirmi beş bin frank alan, İsa adına saraylarda yaşayan, emrinde hizmetkârları olan, en güzel yemekleri yiyen, en nefis şarapları içen, arabalarla yolculuk yapan bir adamsınız! Sağlam gelir, saraylar, atlar, hizmetçiler, iyi sofralar ve hayatın tüm zevkli nimetlerinden faydalanan bir başrahipsiniz. Hazların en büyüğünü, güzelliklerin en derinini, rahatlıkların en kaygısızını yaşayabilecek durumdasınız. İşte tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda kulübeme gelerek merhamet duygusunun içsel ve temel değeri konusunda beni aydınlatamazsınız. Bana gerçek kişiliğinizi gösterin. Kiminle konuşuyorum ben? Kimsiniz siz?”
Piskopos başını eğdi, sakince cevap verdi: “Ben sadece küçük ve mütevazı bir solucanım.”
“Arabası olan bir solucan mı?” diye sordu Konvansiyon Üyesi, dişlerinin arasından. Şimdi roller değişmişti, kibirli olma sırası ihtiyar adama geçmiş ve Piskopos onu alttan almaya başlamıştı.
Piskopos en yumuşak sesiyle cevap verdi:
“Öyle olsun, efendim. Ama bana lütfen bana şunu açıklar mısınız? Birkaç adım ötedeki ağaçların arkasında duran arabam, yaşadığım hayatın zenginliği, cuma günleri yediğim yemeklerin iyiliği; yirmi beş bin frank gelire, saraya ve uşaklara sahip olmam ile 93 yılının acımasız devrimi arasında nasıl bir ilişki var? Dünya nimetlerinden yararlanmakta olmam, bu olayda merhamet unsuru olduğunu ya da aynı şekilde merhamet ve doğruluğun bende bulunmadığını kanıtlar mı?”
İhtiyar adam, sanki bir sis tabakasını süpürmek istermiş gibi elini alnının üzerinden geçirdi.
“Size cevap vermeden önce…” dedi. “Beni bağışlamanızı rica ediyorum. Az önce bir hata yaptım, efendim. Benim evimdesiniz, misafirimsiniz, size karşı nazik davranmam gerekirdi. Benim fikirlerim üzerine tartışıyorsunuz ve ben de size karşı hakkımı savunmak için argümanlarımı sunmakla yetiniyorum sadece. Size ikramda bulunacağıma, zenginliğinizi bir suç gibi yüzünüze vuruyorum. Ancak bunu sadece, bence kutsal olan bazı şeylerden saygısızca söz etmenizden dolayı yaptım. Artık bu şekilde konuşmayacağıma sizi temin ederim.”
“Teşekkür ederim.” dedi Piskopos, G. konuşmasına devam etti.
“Şimdi tekrar konumuza dönelim ve benden öğrenmek istediğinize gelelim. Nerede kalmıştık? Bana ne demiştiniz? O, 93 olayının acımasız bir devrim olduğu mu?”
“Acımasız, evet.” dedi Piskopos. “Marat’nın giyotini okşaması hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Peki, ya siz Bossuet’nin Protestanları şarkı söyleyerek ezişi hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Bu cevap oldukça sertti, terbiyeli fakat kesin bir tavırla konuya damgasını vurmuştu. Piskopos bu soru karşısında irkildi, buna bir cevap veremiyordu ve Bossuet’nin bu şekilde anılması onu rahatsız etmişti. Zaten en iyi akılların garip bir mantığı vardır ve kimi zaman bu kişiler kutsal belledikleri bazı görüşlere saygısızlık gösterildiğinde kendilerini yaralanmış hissederler.
Konvansiyon Üyesi artık nefes nefese kalmaya başlamıştı. Son nefeslerin verdiği ızdırap nefes almasını engelliyor, konuşmasını güçleştiriyordu; yine de gözlerinde mükemmel bir ruh berraklığı vardı. Konuşmaya devam etti: “Hâlâ kendimi iyi hissediyorum, bu yüzden de hâlâ şundan bundan konuşabiliriz. Bir bütün olarak ele alındığında devrim, insanlığın büyük çapta ayaklanışıdır ve ne yazık ki 93 olayı bir savunmadır. Bunun acımasız olduğunu düşünüyorsunuz, efendim. Peki ama krallık idaresi içinde merhamet unsuru bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Carrier bir hayduttur, peki siz Maontrevel’i ne sıfatla anacaksınız? Fouguier-Tainville bir serseridir, buna karşılık Lamoignon-Baville hakkında sizin görüşünüz nedir? Maillard korkunçtu ama Saulx Tavannes’e ne demeli? Duchene tam anlamıyla merhametsizdi ama buna karşılık ihtiyar Letellier sizce ne tür bir vahşiydi? Jourdan-CoupeTete bir canavardı ama Marquis de Louvoise ondan binkat daha kötü bir canavardı. Efendim; Efendi Arşidüşes ve Kraliçe Marie Antionette için üzgünüm; 1685 yılında, Büyük Louis devrinde bir anneye yapılan işkence yüzünden de çok üzgünüm; bu zavallı kadın yarı çıplak hâlde bir direğe, zavallı bebeği ise karşısındaki başka bir direğe bağlanmıştı. Zavallı bebek açlıktan ölürken Kral’ın adamları kadına tekrar Katolik olursa bebeğini kurtarabileceğini söylüyordu. Kadıncağızın tek suçu Protestan olmaktı. Göğsü sütle, yüreği acıyla kabardı bu kadının; bebek ise açlık ve annesinden ayrılmasının acısıyla ağladı, acı çekti. Cellat kadına, bir anneye ve bir hemşireye ‘vazgeç’ dedi, ona bebeğinin ölümü ile vicdanının ölümü arasında seçim yapma hakkı verdi. Tantalos’un bir anneye uyguladığı bu işkence hakkında ne düşünüyorsunuz? Şunu kesinlikle unutmamalısınız, efendim; Fransız Devrimi’nin varoluş nedenleri vardır. Bu yüzden de gelecekte yarattığı acımasızlık bağışlanacak, dünya onun sertliğini hoş görecektir. En korkunç darbelerden, insanoğlu adına aydınlık doğmuştur. Susmam gerekiyor. Artık öleceğimi hissediyorum.”
Piskopos’a bakmayı bırakan Konvansiyon Üyesi, düşüncelerini şu sakin sözlerle sonlandırdı:
“Evet, ilerlemenin acımasızlıklarına devrim deniyor. Bunlar sona erdiğinde ise şu gerçek kabul edilir; insan ırkına sert davranılır, zorbalık edilir fakat bu zorbalıklar sayesinde devrim başarı ile sonuçlanır ve insanlık ilerler.”
Konvansiyon Üyesi, artık Piskopos’un en derinlerindeki tüm siperlerini art arda fethettiğinden hiç şüphe duymuyordu. Ancak buna rağmen tereddütleri vardı. Monsenyör Bienvenu yine de tam anlamıyla onun gibi düşünmediğini belirtmek için şu açıklamayı yaptı:
“Tanrı’ya güvenmeden ve onun kutsal yardımlarından faydalanmadan ilerleme olmaz. Ateist olan, insan ırkı için kötü bir liderden başka bir şey değildir.”
Halkın eski temsilcisi buna cevap veremedi, korkunç bir titreme nöbetine kapılmıştı. Gökyüzüne doğru bakıyordu ve gözleri buğulanmaya başladı. Morarmış yanaklarından gözyaşları süzüldü ve gözleri derinliklere daldığı sırada, neredeyse kekeleyerek oldukça kısık sesle, kendi kendine şöyle dedi:
“Ah sen! Sen en yücesin! Bir tek sen varsın!”
Piskopos tarif edilemez bir şok yaşadı. Bir duraklamanın ardından yaşlı adam, parmağını göğe kaldırdı ve şöyle dedi:
“Sonsuzluk işte tam karşımda. Sonsuzluğun eğer bir kişiliği olmasaydı, insan sınırsız olurdu; başka bir deyişle var olmazdı. İşte ben buradayım. Sonsuzluğun benliği Tanrı’dır.”
Ölmekte olan adam, sanki birini görmüş gibi bu son sözleri yüksek sesle ve kendinden geçmenin ürpertisiyle söylemişti. Konuşmaya başladığında gözleri kapalıydı. Bu çaba onu fazlasıyla yormuştu. Kendisine bırakılan birkaç saati bir anda yaşadığı belliydi. Söyledikleri onu ölüme daha da yaklaştırmıştı. O en büyük an, yaklaşıyordu.
Piskopos da bunu anlamıştı, buraya bir rahip olarak gelmişti ve görevini yapmalıydı. Adama karşı duyduğu aşırı soğukluk, şimdi yerini aşırı duygu boşalmasına bırakmıştı. O kapalı gözlere baktı; kırışıklarla dolu, yaşlı ve buz gibi eli avucunun içine aldı ve ölmekte olan adamın üzerine eğildi.
“Bu artık Tanrı’nın saatidir. Boşuna tanışmış olsaydık, bunun üzücü olacağını düşünmüyor musunuz?”
Konvansiyon Üyesi, yeniden gözlerini açtı. Yüzünde, yer çekiminin damgasını vurmuş olduğu karışık, karanlık bir ifade vardı.
“Piskopos.” dedi, muhtemelen gücünün azalmasından çok, ruhunun saygınlığından kaynaklanan bir yavaşlıkla. “Hayatım her zaman inanç, doğruyu arama ve tefekkürle geçti. Vatanım beni hizmete çağırdığında ve devlet işleriyle uğraşmamı emrettiğinde altmış yaşındaydım. Onların taleplerine boyun eğdim. Vatanıma hizmet ederken başarısız olduğum da söylenemez; zorbalıkları yok ettim, hak ve ilkeler ilan ettim ve yeni kurallar koydum. Topraklarımız işgal edildiğinde vatanımı savundum, Fransa tehdit edildiğinde göğsümü siper ettim. Ben zengin değildim, aksine fakir bir adamdım. Devletin hazinesinin başına getirildim, hazinenin kasaları o kadar değerli taşlarla doluydu ki altın ve gümüşün ağırlığı altında çatlamak üzere olan duvarları desteklemek zorunda kaldık. Ancak asla fırsatlardan faydalanmayı düşünmedim. Elimin altında fırsat olmasına rağmen akşamları karnımı yarım franga, l’Arbre-Sec Sokağı’ndaki yemeklerle doyurdum. Mazlumlara her zaman yardım ettim, acıları teselli ettim. Kimi zaman çalışmalarım sırasında kiliseye de zarar verdiğim oldu. Ancak bunu sadece ülkemin yaralarını sarmak için kullandım. İnsan ırkının ileriye, ışığa doğru yürüyüşünü her zaman destekledim ve bazen ilerlemeye karşı da acımadan direndim. Fırsat bulduğumda kendi düşmanlarımı, sizin din adamlarınızı bile korudum. 1793’te, Peteghem Manastırı’nın papazlarını ölümden kurtardım. Bana rakip olanları bile doğruluk uğruna korudum. Gücüm ölçüsünde görevimi elimden geldiğince layıkıyla yerine getirmeye çalıştım. Sonrasında beni mahvetmeye çalışanlar oldu; takip edildim, zulme uğradım, alay edildim, küçük görüldüm, lanetlendim, yasaklandım. Aradan uzun yıllar geçti, ak düşen saçlarıma rağmen birçok insanın beni küçümseme hakları olduğunu düşündüklerinin bilincindeyim. Ancak beni mahvetmeye uğraşan, kendi mutluluğu uğruna hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen cahil halktır. Yine de hiç kimseden nefret etmiyorum, onları oldukları hâlleriyle kabul ettim ve iç huzuru yalnızlıkta buldum. Şimdi seksen altı yaşında, ölümün eşiğindeyim. Benden ne istiyorsunuz?”
“Sizi takdis etmek istiyorum.” dedi Piskopos ve diz çöktü.
Piskopos başını tekrar kaldırdığında ihtiyar adamın yüzü hareketsizdi. Ömrü nihayet bulmuştu.
Piskopos, yeniden evine dönerken yaşadığı büyük kederden derin düşüncelere dalmıştı. Bütün geceyi dua ederek geçirdi. Ertesi sabah bazı cesur ve meraklı kişiler Konvansiyon Üyesi G. hakkında ondan bilgi almak istediğinde onlara sadece gökyüzünü işaret etmekle yetindi.
O andan itibaren tüm çocuklara ve acı çekenlere karşı şefkatini ve yardımlarını iki katına çıkardı.
Ancak “o zavallı ihtiyar G.” ile ilgili herhangi bir ima ya da açıklamada bulunmamasından dolayı, onun bu ziyareti konusunda çeşitli söylentiler yayılmaya başladı. O ruhun önünden geçişinin, o büyük vicdanın onunkine yansımasının; onun kemale yaklaşmasında bir şey ifade etmediğini kimse söyleyemezdi. Bu “dinî ziyaret”, doğal olarak tüm küçük yerel zümrelerde farklı yorumlara da sebebiyet verdi.
“Ölmekte olan böylesi bir adamın başucu, bir piskopos için gerçekten uygun bir yer midir? Beklenen bir dönüşüm olmadığı aşikâr. Bütün bu devrimciler gericidir. Bu yüzden neden oraya gitme gereği duydu ki? Orada görülecek ne vardı? Herhâlde şeytan tarafından ele geçirilmiş olan bir ruhu görmeyi çok merak etmiş olmalı.”
Bir gün kendisini ruhani sanan küstah, dul bir kadın onunla şu şekilde konuşmuştu: “Monsenyör, kırmızı takkenizi giyeceğiniz büyük gün ne zaman gelecek acaba?”
İşte bu sözler son damla olmuş, Piskopos daha fazla kayıtsız kalamayarak şu şekilde cevap vermişti: “Ah! Ah! Kırmızı gerçekten önemli bir renktir. Bazı kimseler, şapka olduğunda ona saygı gösterirken takke olduğunda hor görürler.”
XI
Bir Kısıtlama
Monsenyör Bienvenu için “felsefi bir piskopos” ya da “vatansever bir ulusçu” sonucunu çıkarmak, tüm bu olaylar göz önünde bulundurulduğunda sadece kendimizi kandırmak olurdu. Konvansiyon Üyesi G. ile görüşmesi sonrasında, büsbütün köşesine çekilmiş; daha yumuşak ve sakin bir adam hâline gelmişti. Hepsi bu.
Monsenyör Bienvenu’nün politika ile de uzaktan yakından hiçbir alakası olmamıştır. İşte burası, Monsenyör Bienvenu’nün benimsemiş olduğu tavrın ve değişiminin, o dönemin olaylarına tutumunun ne olduğunu çok kısaca belirtmenin tam yeridir.
Bu yüzden şimdi birkaç yıl geriye gidelim.
Bay Myriel’in piskoposluğa yükseltilmesinden bir süre sonra, İmparator onu diğer birçok piskoposla birlikte İmparatorluğun Baronu unvanına layık görmüştü. Herkesin bildiği üzere; 1809 senesinde 5 Temmuz’u, 6 Temmuz’a bağlayan gece Papa tutuklanmıştı. Bu vesileyle Bay Myriel, Napolyon tarafından doksan beş Fransız ve İtalyan piskoposu ile birlikte Paris Meclisinde toplanmaya çağırılmıştı. Bu Meclis, Notre Dame’da kuruldu ve ilk kez 15 Haziran 1811’de Kardinal Fesch başkanlığında toplandı. Bay Myriel de bu toplantıya katılan doksan beş piskopostan biriydi. Ancak sadece bir oturumda ve üç veya dört özel konferansta hazır bulundu. Bu esnada inanılmaz bir şey oldu. En süslü tören elbiseleriyle Paris’e gelmiş olan şahsiyetler, Piskopos’un kılıksızlığını ileri sürerek onun toplantılara girmemesi için karar aldılar. Onun hızlıca kasabaya geri dönmüş olması, Digne halkını meraklandırmış; bu konuyla ilgili doğrudan sorguya çekilmişti. Onlara durumu olduğu gibi anlatıp, yoksul bir papaz olmaktan ileri gidemeyeceğini söyleyerek, şunları ifade etmişti:
“Onları utandırdım. Benim yüzümden içerideki havanın bile kokusu değişti. Ben onlara açık bir kapı etkisi yarattım.”
Başka bir konuşma esnasında ise: “Ne bekliyordunuz ki? O beyefendiler birer prens. Bense sadece fakir bir köylü piskoposuyum.” dedi.
Gerçek şu ki onun durumu diğerlerini rahatsız etmişti. Orada bulunduğu sırada, ileri gelen bir din adamının evine misafir olmuş; evin zenginliğine ve ihtişamına iğrenerek bakarak, rivayete göre ev sahibine şunları söylemişti:
“Ne güzel saatler! Ne güzel halılar! Her şey ne kadar canlı! Bu, büyük sorunlara sebebiyet veriyor olmalı. Ben kulaklarımda çınlayan, ağlayan sefillerin seslerini duyarken tüm bu zenginliklere sahip olamazdım. Tüm bu zenginlikleri gördükçe kulaklarımda şunlar çınlıyor: ‘Aç olan insanlar var! Üşüyen insanlar var! Sefil insanlar var! Zavallı yoksullar var!’ ”
Bu arada, onun lükse karşı duymuş olduğu bu nefretin, öyle akıllıca bir nefret olmadığını da belirtmek isteriz. Onun bu nefreti sanata olan nefreti de içeriyordu. Bununla birlikte din adamlarının törenleri, temsilleri ve bu törenlerle bağlantılı olanlar dışında sağlanan tüm lüks ona göre yanlıştı. Ona göre tüm bu lüks yaşantı, hayırseverlik alışkanlıklarını bastırıyor gibi görünüyordu. Zengin bir rahip ona göre bir çelişkiydi çünkü. Gerçek bir rahip fakirlere yakın olmalıydı. Bu kadar zenginliğin ve şaşaanın içerisinde yaşayan bir din adamı; dışarıdaki insanların tüm ızdırapları, bütün o yaşadıkları talihsizlikleri ve sefaletleriyle gece gündüz nasıl meşgul olabilirdi ki? Kendi benliği onların durumunu anlayabilecek durumda değilken onların seviyesine nasıl inebilirdi? Onlar açısından sıcak bir ateşin önünde ısınmaya çalışan bir zavallıyı hayal etmesi mümkün müydü? Bir fırında çalışıp ne yanmış saçları ne kararmış tırnakları ne bir damla ter ne de yüzünde zerre bir damla kül olmayan bir ırgat düşünebilir miydi? Rahipte de özellikle piskoposta da ilk hayırseverlik kanıtı, yoksulluk olmalıydı. İşte Digne Piskoposu’nun düşünceleri de böyleydi. O sonuç olarak böyle bir adamdı. Ancak onun bazı hassas noktalarda “çağının fikirleri” dediğimiz şeyler üzerinde kafa yorduğunu da söyleyemeyiz.
O zamanın teolojik tartışmalarında çok az yer aldı ve kilise ile devletin karıştığı konularda sessizliğini korudu ancak onu fazlasıyla baskılamış olsalardı, kesinlikle onun Vatikan Kilisesi’nden yana taraf tutacağı ortaya çıkacaktı. Onun bir portresini ortaya çıkardığımızdan ve hakkında hiçbir şeyi gizlemek istemediğimizden, Napolyon iktidarı kaybettiğinde aleyhinde yapılan nümayişlere katılmaktan kendisini alamadığını da eklemek zorundayız. 1813’ten başlayarak tüm düşmanca tezahürlere bağlı kalmış ya da manifestoları alkışlamıştır. Elba Adası’ndan dönüşünde, oradan geçerken onu görmeyi reddetmiş ve yüz gün boyunca piskoposluk bölgesinde İmparator için halka açık dualar edilmesi hususunda emretmekten kaçınmıştır.
Bay Myriel’in kız kardeşi Matmazel Baptistine haricinde, biri general ve diğeri vali olan iki erkek kardeşi daha vardı. Her ikisine de düzenli bir şekilde mektup yazmayı ihmal etmezdi. Cannes’da karaya çıkma döneminde şehrin alay komutanı olan kardeşine karşı, bin iki yüz adamın başında, İmparator’u sanki kaçmasına izin vermek isteyen bir kişiymiş gibi takip etmesinden dolayı oldukça mesafeli davranırdı. Ancak emekli olduktan sonra Paris’te yaşamaya devam eden, eski vali olan diğer erkek kardeşi ile yazışmaları hâlihazırda sevecenliğini korumaktaydı.
Elbette ki Monsenyör Bienvenu’nün de politik görevleri vardı. Ancak o, kesinlikle doğruluk, şefkat ve merhametten başka bir şey düşünmüyor; aynı derecede önemli olan insanlık görevini ihmal ediyordu. Bu yüzden de aslında, böyle bir adamın herhangi bir siyasi görüşü benimsememesi gayet iyiydi. Anlatımımızda herhangi bir hata olmaması için şunu da açıklığa kavuşturmamız gerektiğini düşünüyorum:
“Siyasi görüşler” denilen şeyi, büyük ilerleme arzusuyla günümüzde her cömert aklın temeli olması gereken yüce inancı; asla vatanseverlik, demokratiklik ve insancıl olmakla karşılaştırmıyoruz. Bu kitabın konusuyla yalnızca dolaylı olarak bağlantılı olan sorulara derinlemesine girmeden önce basitçe şunları ifade etmek istiyoruz: Monsenyör Bienvenu bir Kralcı ve buna bağlı olarak farklı bakış açılı biri olmasaydı, bu dünyanın kurgularının ve nefretlerinin üzerinde, insani şeylerin fırtınalı değişimleri üzerinde, hakikat, adalet ve hayırseverlik gibi bu üç saf ışığın doğrultusunda, belirgin bir şekilde ayırt edilebilen o sakin tefekkürden yüz çevirmiş olmasaydı, onun açısından çok iyi olacaktı.
Yine de Tanrı’nın Monsenyör Bienvenu’yü siyasi bir makam için yaratmadığını kabul etmekle birlikte, onun hak ve özgürlük adına protestosunu, gururlu muhalefetini, her şeye gücü yeten Napolyon’a karşı adil ama tehlikeli direnişini anlayışla karşılamalı ve takdir etmeliyiz. Ancak insan ne kadar faziletli ve olgun olursa olsun, mantığın bir zaaf olarak göreceği kimi duygulara da yer verebilirdi kafasında. Bizler sadece tehlike söz konusu olduğunda mücadele etmeyi severiz ve her hâlükârda ilk savaşçılar, sonun yok edicileri olma hakkına sahiplerdi. Refahta inatçı bir savunucu olmayan kişi, yıkım karşısında da suskunluğunu korumalıdır. Başarının ispiyoncusu, düşüşün tek meşru celladı olur. Bize gelince bizler, Tanrı müdahale edip vurduğunda sadece olayı akışına bırakırız. 1812 senesi bizleri silahsızlandırmaya başlamıştır. 1813’te bu suskun yasama organının, felaketin cesaretlendirdiği sessizliğin korkakça ihlali; yalnızca büyük bir öfke oluşmasına sebebiyet vermiştir. Ve 1814’te ihanet eden mareşalleri, bir cepheden diğerine geçerken tanrılaştırdıktan sonra aşağılayan Senatonun huzurunda alkışlamak suç ilan edilmiş, ayaklarını kaybeden ve putlarına tüküren o putperestlik karşısında baş çevirmek bir görev hâline gelmişti. 1815’te en büyük felaketler yaşandığında Fransa; onların uğursuz yaklaşımı karşısında ürperdiğinde, Waterloo’nun Napolyon’un önünde açıldığını belli belirsiz fark edebildiğinde; ordunun ve halkın, kaderin mahkûmlarına kederli alkışında gülünç hiçbir şey yoktu ve zorbalığa her türlü toleransı verdikten sonra Digne Piskoposu’nunki gibi bir kalp, büyük bir ulusun ve büyük bir adamın kucaklamasının sunduğu görkemli ve dokunaklı özellikleri tanımayı başarmamalıydı belki de.
Bu istisnalar dışında her şeyde adil, dürüst, doğru, akıllı, alçak gönüllü, ağırbaşlı, yardımsever ve iyi yürekli bir adamdı Piskopos. O hem bir rahip hem bir bilge hem de çok güzel bir insandı. Kabul etmek gerekir ki az önce onu kınadığımız ve neredeyse şiddetle yargılamaya meyilli olduğumuz siyasi görüşlerde bile, belki burada konuşan bizden çok daha hoşgörülü bir insandı.
İmparator tarafından bulunduğu konuma atanmış bir kapıcı vardı. Austerlitz’deki Onur Lejyonu üyesiydi, kartal kadar bir Bonapartist olan eski muhafızların eski bir subayıydı. Bu zavallı adam, zaman zaman yasanın daha sonra kışkırtıcı konuşmalar olarak damgaladığı düşüncesizce yorumları da ağzından kaçırmıştı. Onur Lejyonu grubu ortadan kaldırıldıktan sonra, onların haçını takmak zorunda kalmamak için, söylediği gibi subaylık kıyafetlerini dahi asla giymedi. Duvarına büyük bir delik açmasına rağmen Napolyon’un kendisine vermiş olduğu çarmıhtan, imparatorluk heykelini tamamen dinî sebeplerle kaldırmış ve yerine hiçbir şey koymamıştı. “Üç çatallı amblemi kalbime takmaktansa ölmeyi tercih ederim.” demişti.
XVIII. Louis ile yüksek sesle alay etmekten hoşlanırdı. “İngiliz tozluklarındaki gutlu yaşlı yaratık!” derdi. “Bırakın kuyruğuyla kendisini Prusya’ya götürsün.” En nefret ettiği iki şeyi, Prusya ve İngiltere’yi aynı lanette birleştirmekten mutluydu. Bunu öylesine sıklıkla yapıyordu ki yerini kaybediyordu. Şimdi buradaydı; evinden kovulmuş, karısı ve çocukları ile sokakta kalmıştı. Piskopos onu yanına çağırmış, nazikçe yapmış olduğu hatalardan dolayı azarlamış ve kiliseye tören asasını taşıyan kişi olarak atamıştı.
Dokuz yıl boyunca Monsenyör Bienvenu; Digne kasabasında her türlü şefkatli tavrıyla, herkese kendisini saydırtmıştı. Napolyon’a karşı davranmış olsa bile bu tutumu bağışlanmıştı. İmparator’una son derece bağlı olan, şahsiyetsiz kasabalı; onu sevmediği gün gibi ortada olan Piskopos’u bağrına basmıştı.
XII
Monsenyör Bienvenu’nün Yalnızlığı
Bir piskoposun etrafı neredeyse her zaman genç ve tecrübesiz din adamlarıyla çevrilidir. Tıpkı bir generalin genç subaylardan oluşan bir toplulukla olması gibi. Büyüleyici Aziz Francois de Sales’in bir yerlerde toy rahipler dediği şey de budur. Her meslekte durum böyledir, büyük rütbeli kişilerin huzurunda acemi yeni yetmeler her zaman el pençe divan durur. Yükselmeleri için bunun şart olduğunu hepsi bilir. Kendi adalet terazisi olmayan hiçbir servet yoktur. Geleceği arayanlar, bu yüzden şimdiki durumlarını kabullenmektedir. Her metropolün kendi memurları olduğu gibi, piskoposların da her dediklerini yapan bir genç papazlar ordusu vardır. Bu gençler, o monsenyörün bir dediğini iki etmez; ondan alacakları bir takdir sözü için hiçbir şeyi esirgemez ve hiçbir şeyden kaçınmazlardı. Bir piskoposu mutlu etmek, bir alt diyakoz için birinin ayağını üzengiye sokmasıyla eş değerdir. Bu yolda yürürken ihtiyatlı olunmalıdır, onların arasında da gözleri kamaşanlar olabilir.
Hükûmetin başka kurumlarında büyük mevkiler olduğu gibi, kilisede de farklı mevkiler vardır. Onların bu noktada gözlerini kamaştıran şeyler, papaz başlıklarıdır. O mevkilere sahip olmak demek; aslında bir anda bütün kapıların size açılması, zengin olmanız ve birdenbire yüce bir kişiliğe dönüşmeniz anlamına gelmektedir. Bu kişiler genellikle zengin, iyi donanımlı, becerikli, dünya tarafından kabul görmüş, dua etmeyi elbette ki bilen ama aynı zamanda daha fazlasını yapabilen, kendi şahıslarına menfaat sağlamakla uğraşan kişilerdir. Kutsallık ve diplomasi arasındaki bağlantıları gayet iyi sağlayabilen kişilerdir bunlar. İşte, sayılan tüm bu özelliklere sahip olmak, kilisede yükselebilmek için şarttır. Ah, o mevkilere yaklaşanlar ne mutludur! Etkili kişiler olduklarından, piskoposluk onurunu beklerken etraflarında çalışkanlar, ayrıcalıklı olanlar ve memnun etme sanatından anlayan tüm gençler; başdiyakozlarda, papazlıklarda ve katedrallerde her zaman bu kişilerin yakınında olmayı amaçlarlar. Çünkü o üst mertebeye erişmiş olan din adamları, kendileri ile birlikte çömezlerine de fayda temin edip onların da bir an önce yükselmelerini sağlarlar. Aslında onların bu durumunu güneş sistemine de benzetebiliriz. Din büyüklerimiz de üzerlerindeki ihtişamlı kıyafetleriyle birer yıldıza benzemez mi? Onların refahları perde arkasında gizlenmiş, güzel küçük terfilere dönüşmüştür. Patronun piskoposluğu ne kadar büyükse çömezin ilerlemesi de o kadar hızlı olur. İşte Vatikan’a giden yol, böyle bir yoldu. Nasıl başpiskopos olunacağını anlayan bir piskopos, nasıl kardinal olunacağını bilen bir başpiskopos, sizi tıpkı bir Meclis üyesi gibi yanında taşırdı.
Fakir, alçak gönüllü ve inzivaya çekilmiş olan Monsenyör Bienvenu’yü bu din adamlarından saymak yersiz olurdu aslında. Sonuç olarak çevresinde tek bir genç ve yükselmek isteyen papaz bile yoktu. Paris’te olduğu dönemde bile kimse onun eteğine tutunmak için davranmamıştı. Geleceği için onu basamak olarak kullanacak tek bir kişi dahi çıkmamıştı. Tek bir filizlenen hırs, yapraklarını gölgesinde bırakma aptallığına düşmemişti. Çünkü onun gibi sadece sevgiye, merhamete, şefkate inanan ve bu inancına göre davranan bir adamın, hiç kimsenin haksız yere yükselmesine çalışmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Monsenyör Bienvenu’nün altında büyümenin imkânsızlığını o kadar iyi anlamışlardı ki onun görevlendirdiği genç rahipler ilahiyat okulundan ayrılır ayrılmaz Aix ya da Auch başpiskoposlarına başvuruda bulunarak hemen bulundukları konumdan ayrılmaya çalışırlardı. Kısacası, dediğimiz gibi bu insanların da hırsları vardı. Fedakârlık nöbetinde yaşayan bir aziz, tehlikeli bir komşudur. Size bulaşarak tedavi edilemez bir yoksulluğu, ilerlemede yararlı olan eklemlerdeki bir ankilozu ve kısacası, istediğinizden daha fazla vazgeçmeyi iletebilir ve bu bulaşıcı erdemden kaçınılır her zaman. İşte Monsenyör Bienvenu’nün yalnızlığı da bu yüzdendir. Bizler karanlık bir toplumun ortasında yaşamaktayız. Başarı ise yozlaşmanın yamacından damla damla düşen bir derstir.
Geç de olsa başarının kokmuş, yıpratılmış bir erdem olduğu söylenebilir. Bu yıpranmış toplumun içinde başarı sağlamak ise kimi eskimiş, değerini tamamen kaybetmiş ahlak kurallarına uymakla mümkündür.
Başarının yetenekli tek bir kopyası vardır: Tarih. Juvenal ve Tacitus bu konuda şunları ifade etmiştir: Günümüzde resmî olarak hizmete girmiş olan bir felsefe, başarı cübbesini üzerine giymiş ve gerekli girişi yapmıştır. Refah kapasitesinin savunulması teorik olarak başarılmıştır. Piyangodan kazandıysanız, siz zeki bir adamsınız. Zafer kazanana saygı gösterilmelidir. Ağzında gümüş kaşıkla doğan, yaşamı boyunca şanslıdır. Şayet şanslıysanız, dünyanın geri kalan her şeyine sahip olursunuz. Mutlu olursanız, insanlar sizin mükemmel olduğunuzu düşünür. Yüzyılın görkemini oluşturan beş-altı büyük istisna dışında, çağdaş hayranlık basiretsizlikten başka bir şey değildir. Işıltılar altındır.
Tüm bu göz alıcı tavsiyeler, başarı için duyulan hırs; Bienvenu tüm bunlara uymayı reddettiği içindir ki yükselmeyi aklından bile geçirmemiştir. O; bütün bu ışıltılı sözlere, zenginliklere ve fırsatlara uymaktansa hiç yaşamamayı tercih etmiştir. Onun hayatı boyunca tek istediği şey, doğru hükümler vermek olmuştur.
XIII
Neye İnanıyordu
Ortodoksluk açısından Digne Piskoposu’nun görüşlerini açıklamaya gerek duymuyoruz. Böyle bir adamın huzurunda kendimizi saygıdan, büyük huşu içinde bulduğumuzu söylememiz yeterli olacaktır. Bir adama dürüst diyebilmemiz için, vicdanı ile davranışları arasında bir bağ kurmak gereklidir. Ayrıca belirli vasıflar bahşedilmiş kişileri, insan erdeminin tüm güzelliklerinin gelişimini, bizler ancak inançla kabul ederiz.
Acaba o, bu dogma ya da gizem hakkında ne düşünüyordu? Vicdanın iç muhakemesinin bu sırlarını sadece ruhların çıplak girdiği mezarlar bilebilirdi. Emin olduğumuz tek bir nokta vardı, o da inancın zorluklarının onun mücadelesinde hiçbir zaman ikiyüzlülüğe dönüşmediğiydi. Güneş asla balçıkla sıvanamaz…
İşte o da tıpkı güneş gibi, kendi gücünün ölçüsüne inanıyordu ve sıklıkla “Ben yalnız Tanrı’ya bağlıyım.” diye haykırmaktan kaçınmıyordu. Ayrıca her daim fakirlere yardım etmesi, onlara kuvvet vermesi, vicdani olarak rahatlamasını ve “Tanrı sizin yanınızdadır.” diyerek etrafındaki sefillerin de vicdanen güçlenmesini sağlamıştır.
Dikkat etmemiz gereken nokta, Piskopos’un inancının dışında ve ötesinde aşırı bir sevgi duygusuna sahip olmasıdır. Piskopos’un en büyük kusuru olarak uhrevi şeylerden önce; insancıl, hayati şeylere olan bağlılığı ve bu bağlılığı gizlemeyişi gösteriliyordu. Aslında o, tam anlamıyla insanla ilgili olan her şeyi seviyordu. Ne de özenilecek büyük bir kusurdu bu böyle? Onunki, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanları aşan ve zaman zaman onlara bağlı eşyalara kadar uzanan dingin bir hayırseverlikti. Hiç kimseyi küçümsemeden yaşayan biriydi. Tanrı’nın yarattıklarına karşı her zaman hoşgörülüydü. Her insan, içimizdekilerin en iyisi bile mutlak surette yüreğinin derinliklerinde düşüncesiz bir sertlik taşırdı. Ancak Digne Piskoposu, birçok rahibe özgü olan o sertlikten dahi hiçbir suretle nasibini almamıştı. Brahman’a kadar hiç gitmemişti ancak Vaiz’in şu sözlerini gayet net bir biçimde benimsemiş olduğu aşikârdı: “Hayvanların ruhlarının nereye gittiğini kim bilebilir ki?” Görüntülerin çirkinliği, içgüdülerin biçimsizliği onu hiçbir zaman rahatsız etmez, öfkesini uyandırmazdı. Kutsal ruhlar ona dokunmuş, böylece onun uhrevi bir varlık olmasını sağlamıştı. Dış görünüşe asla önem vermediği tüm davranışlarından belliydi. O ruhen hayatın sınırlarını, nedenini, açıklamasını veya bahanelerini aramak için düşüncelerinin derinliklerine dalmıştı. Bazen Tanrı’ya, vermiş olduğu cezaları hafifletmesi için dua ediyordu. Kaosun doğada hâlâ var olan kısmının gazaba uğramaması için varoluşun yazılmış olduğu parşömeni deşifre eden bir dil bilimcinin gözüyle tekrar tekrar inceliyordu. Dalmış olduğu düşünceler kimi zaman onun tuhaf sözler söylemesine neden oluyordu. Bir sabah bahçesinde dolaşıyor, yalnız olduğunu düşünüyordu ama kız kardeşi tıpkı bir gölge gibi onun arkasından yürüyordu. Piskopos bir anda olduğu yerde durdu, yerdeki bir şeye dikkatlice baktı; büyük, kapkara, kıllı ve korkunç bir örümcekti baktığı şey. Kız kardeşi onun şöyle dediğini duydu: “Zavallı yaratık! Bu onun suçu değil ki!..”
Bu neredeyse ilahi, çocukça nezaket sözlerinin kime, nasıl bir zararı olabilirdi ki? Çocuk gibiydi ama onun bu yüce çocuksuluğu Aziz Francis d’Assisi’ye ve Marcus Aurelius’a özgü kutsal bir saflığa sahipti. Bir gün bir karıncaya basmamak için ayağını bile burkmuştu bu nahif adam. İşte bu kadar hakkaniyetli yaşayan bir insandı. Bazen bahçesinde bile uyuyakalırdı ve bunu eşi benzeri olmayan bir nimet sayardı kendisine.
Monsenyör Bienvenu’nün gençlik yıllarında aslında oldukça öfkeli biri olduğuna dair söylentiler vardı. Hatta rivayetlere göre eskiden fazlasıyla gururlu da bir adammış. Onun evrensel güzelliği; doğanın bir içgüdüsünden çok, yaşam aracılığıyla yüreğine sızmış ve yumuşaklığını zamanla, düşüne düşüne kazanmış. Sizce de böylesi daha değerli değil midir? Çünkü bir karakterin oluşumunda, tıpkı kayalarda olduğu gibi, su damlalarının oluşturduğu delikler olabilir. İşte bu delikler asla silinemez ya da yok edilemez.
1815’te, daha önce de söylediğimiz üzere, yetmiş beşinci doğum gününe ulaştı Piskopos. Ancak dış görünüş olarak altmıştan fazla görünmüyordu. Uzun boylu birisi değildi, oldukça da tombuldu ve bu durumla mücadele edebilmek için uzun yürüyüşler yapmayı severdi. Adımları hâlâ oldukça sağlam olmasına karşın yaşlılıkla birlikte hafif kamburu çıkmıştı. Bu özelliğini belirterek elbette ki herhangi bir şeyi ima etmiyoruz. Sonuç olarak onun bu özelliğinden kimseye zarar gelmezdi. XVI. Gregory de seksen yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen dimdikti ve dudaklarından hiç eksik olmayan bir tebessümü de vardı. Ancak bu durum yine de onun berbat bir piskopos olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Monsenyör Bienvenu’ye halk arasında insanlar “Güzel Baş” diyorlardı. Gerçekten de güzeldi ancak çok sevimli olmasından dolayı, güzelliği ikinci plana atılıyordu.
Onun cezbedici özelliklerinden biri olan ve daha önce sözünü ettiğimiz o çocuksu neşesiyle konuştuğunda insanlar, onun yanında kendisini rahat hissediyor ve sanki tüm benliklerine neşe yayılıyordu. Sağlıklı ve ışıldayan yüzü, ilerlemiş yaşına rağmen bembeyaz olan dişleriyle dinç bir adamdı; gülümsemesi bu yüzden karşısındakileri rahatlatıyordu, tertemiz bir ifadesi vardı bu gülümsemenin. İşte onun bu tertemiz ifadesi “o iyi bir adam” denilmesine neden oluyordu, onun başını kolayca bir çocuğunkine benzetebilirdiniz. Hatırlanacağı üzere, Napolyon için de aynı şey söylenirdi. İlk bakışta bir çocuk gibi görünen İmparator; aslında birkaç saat yanında kaldıktan sonra, üstünlüğünü ortaya koyan, karşısındakini etkileyen bir nitelik kazanıyordu. Beyaz bukleleriyle daha muhterem bir görüntüye sahip olan geniş ve ciddi ifadeli alnı, konuşmaları esnasında ona daha ruhani bir etki veriyordu. Bu görüntüsüyle etrafa yaydığı bu iyilik parıltısı, gülümsemeyi bırakmadan kanatlarını yavaşça açan, tebessüm eden bir meleği gördüğünde insanın hissedebileceği tüm duyguları aynı anda yaşatıyordu. Piskopos’a karşı işte tüm bu özelliklerinden dolayı büyük bir saygı duyuyorlardı. Bu, ifadesi pek mümkün olmayan türden, insanın yavaş yavaş içine nüfuz eden, yüreğine kadar dokunan ve karşısında düşüncenin artık sadece yumuşak kalmayacak kadar yüce olduğunu; güçlü, iyi denenmiş ve hoşgörülü ruhlardan birine sahip olduğunu hissettiren türde bir saygıydı.
Gördüğünüz üzere tüm bu anlatılanlar, onun şahsiyetine dair yeterince bilgi elde etmemizi sağlıyor. İyilik, fazilet, dinî törenler, fakirlere yardım, sefillere teselli, misafirperverlik, vaazlar… İşte bunların tümü, onun günlük hayat meşgaleleriydi. Tam anlamıyla dopdolu demek doğru bir ifade olacaktı; kesinlikle Piskopos’un günü, sabah kalktığı andan gece yatana kadar güzel sözler, temiz duygular ve iyi davranışlarla doluydu. Bununla birlikte soğuk veya yağmurlu havalar dışında, iki kadın odalarına çekildiklerinde Piskopos bahçeye çıkar, bir veya iki saat hem düşünür hem de dolaşırdı. Bunu yapamadığı gecelerde ise gününü tamamlanmamış sayardı. Ona göre geceleri gökyüzünü ve yıldızları seyrederek Tanrı’yı düşünmek, felsefi konular hakkında fikir üretmek, bu düşüncelerle kendini uykuya hazırlamak bir ibadetti. Bazen iki ihtiyar kadın hâlâ uyanıksa gecenin ilerleyen saatlerinde, onun hâlâ bahçede gezindiğini duyarlardı. O sıralarda Piskopos kendisi ile yalnız kalarak yüreğini ve zihnini gerektiği kadar temiz ve açık kılmaya çalışmakla uğraşır, kendisini gözden geçirir; takımyıldızlarının bariz ve Tanrı’nın görünmez görkemiyle de harekete geçerek yüreğini bilinmeyene dair düşüncelere açardı. Böyle anlarda yıldızlı gecenin ortasında mutlak fazilete ulaşmak ister, bunun için çırpınırdı. Yaradılışın evrensel ışıltısının ortasında coşkuyla yüreğindekileri dışarı dökerken tek düşüncesi, insanın Tanrı’sının huzurunda nasıl yücelebileceği olurdu. Tanrı’ya duyduğu hayranlığın kendisini tabiata daha da yakınlaştırdığına inanırdı; sebepler üzerinde pek fazla düşünmez, sadece sonuçlara bağlanmakla yetinirdi. İşte bu, ruhların uçurumları ile evrenin uçurumlarının gizemli değişimiydi!
Tanrı’nın büyüklüğünü ve varlığını, geleceğin sonsuzluğunu ve içinde barındırdığı gizemi, sonsuz geçmişin çok daha büyük gizemlere sahip olduğunu, gözlerinin altında tüm duyularına işleyen sonsuzluğu ve anlaşılmaz olanı anlamaya çalışarak düşüncelere dalardı. Tanrı’yı incelemez, kendisini onun büyüsüne kaptırırdı. Maddeye görünümleri ileten güçleri doğrulayarak açığa çıkaran; birlik içinde bireysellikler, genişlikte orantı, sonsuzda sayısızlık yaratan ve ışık yoluyla güzellik üreten atomların o muhteşem bağlantılarını düşünürdü. İşte tüm bu bağlantılar onun düşünce âleminde, tıpkı yaşam ve ölüm gibi, durmadan kurulur ve çözülürdü.
Sırtını solmaya yüz tutmuş bir asma dalına yaslayarak tahta bir sıraya oturur, meyve ağaçlarının cılız ve bodur silüetlerinin arasından yıldızlara bakardı. Çok düzgün ekilmemiş, yaşadıkları yapı yıpranmış olsa da sahip oldukları bu çeyrek dönümlük arazi onun için çok değerliydi ve tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Çok az boş zamana sahip olan, hayatını sürekli çeşitli uğraşlarla geçiren; boş zamanını gündüz, bahçesi ve gece, tefekkür arasında bölen bu ihtiyar adamın başka neye ihtiyacı olabilirdi ki? Bu küçük bahçesinde, göklerin bahçesinin üzerine tavan yaptığı bu dar alan onun Tanrı ile iletişimini sağlaması için yeterli değil miydi? Aslında şu dünyada sahip olabileceği her şey elinde mevcuttu, bunun ötesinde arzulanacak ne kalmıştı ki? İçinde dolaşabileceği küçük bir bahçe, hayal edebileceği uçsuz bucaksız bir gökyüzüne sahipti. Bahçesi onun için kutsaldı, en az kilise kadar kutsaldı, burası ona yetiyordu; yeryüzündeki çiçekleri ve gökyüzündeki tüm yıldızlar ona aitti, başka da bir isteği yoktu zaten.
XIV
Ne Düşünüyordu
Son bir söz daha…
Bu tür ayrıntılar, özellikle şu anda ve şimdi moda olan bir ifadeyi kullanacak olursak Digne Piskoposu’na belirli bir “panteist” ifade veriyordu. Bazen yalnız ruhlarda ortaya çıkan ve orada bir biçim alıp dinin yerini alıncaya kadar büyüyen, kendi asrımıza has olan bu şahsi felsefelerden birini benimsediği kanaatine varabiliyordu insanlar. Monsenyör Bienvenu’yü tanıyan kişilerden hiçbirinin, kendisinin böyle bir şey düşünmeye yetkili olduğunu aklına getirmediği hususunda ısrarcıyız. Bu adama böylesine ruhani bir parlaklık veren tek şey, onun yüreğiydi. Bilgeliği oradan yükselen ışıktan kaynaklanıyordu.
Bir sisteme bağlı değildi ama birçok amacı vardı. Belirsiz spekülasyonlar insanın aklını karıştırırdı. Ancak hayır, o kesinlikle zihnini kıyamet düşünceleri ile mahvedecek türden bir adam değildi. Papazlar cüretkâr olabilirdi ancak piskoposlar çekimser olmak zorundaydı. Bu nedenle de bir bakıma, korkunç büyük beyinlerin çözmesi gereken bazı sorunları çok önceden dile getirmekten mutlak surette çekinirdi. Dinî düşüncelere yaklaşmakta olan gizemli, kutsal bir korku vardır; işte tam da o kasvetli eşiğe yaklaştığınızda içinizden bir ses, size asla oradan içeriye girmemenizi söyler. Oraya girenlerin vay hâline!
Söz konusu böyle bir durumda, soyutlamanın ve saf spekülasyonun aşılmaz derinliklerinde, tabiri caizse tüm dogmaların üzerinde onun gibi dehalar, fikirlerini Tanrı’ya sunardı. Onların duaları cüretkâr biçimde büyük tartışmalara neden olurdu. Onların hayranlığı sorgulanırdı. Sınırlarını zorlayanlar, heyecan ve sorumlulukla dolu olanlar için buna doğrudan doğruya din diyebiliriz işte.
İnsan düşüncesinin kesinlikle sınırı yoktur. Kendi başına aldığı riskler ve tehlikelerin altında, benliklerinin göz kamaştırıcı etkisini analiz ederek zihinlerinin derinliklerine inerlerdi. Bu düşünceler ve muhteşem bir tepki ile tabiatı bile büyülediğini söyleyebilirdik. Bizi çepeçevre saran bu büyük evren ancak bizden aldıklarını geri verebilirdi; elbette tüm bu düşüncelerin sınırlarını aşan, ufkunun sınırları olmayan kişiler de vardı. Hayalleri ufkunun eşiğinde, mutlaklığın doruklarını açıkça algılayabilen ve sonsuz zirvelerin korkunç vizyonuna sahip olan insanlardı onlar. Monsenyör Bienvenu bu adamlardan biri değildi, hatta o bir dâhi de değildi. Swedenborg ve Pascal gibi bazı çok büyük adamların bile delirdiği bu yüceliklerden korkardı o. Elbette bu güçlü dehaların akıllarında onları deli eden bu soruların kendilerine has eşsiz cevapları da vardı ve bu çetin yollardan ancak bu suretle ideal mükemmelliğe yaklaşabilirlerdi. Piskopos’a gelince onun hiçbir zaman böyle bir dileği olmamıştı, o sadece kısa yolu seçerek kayıtsız şartsız İncil’e inanma yolunu seçmişti.
O sadece üstlenmiş olduğu kutsal görevini layıkıyla yerine getirmeye çalışan bir adamdı, faziletli ve mütevazı idi. Olayların karanlık dalgasını dağıtacak hiçbir gerçek dışı ışığı yansıtmayı tercih etmezdi. Halka hiçbir suretle ne bir falcı ne de bir büyücü gibi görünmek istedi. Hiçbir zaman sahte alevlerin ışığını halkın duyguları üzerinde yoğunlaştırmaya çalışmadı. Bu alçak gönüllü ruh sadece sevdi, Tanrı’sına büyük bir aşkla bağlandı, hepsi buydu.
Dua etmeyi insanüstü bir özlemin tesiriyle yüksek sesle ifade etmek istemiş olabilirdi ancak insan, nasıl gereğinden fazla sevemezse aynı şekilde gereğinden fazla da dua edemezdi. Eğer metinlerin ötesinde dua etmek bir tutkuysa o zaman Aziz Teresa ve Aziz Jerome de geleneklere ters insanlar olmalıydı.
O, inleyen ve kefaret ödemek zorunda kalan zavallılara yöneldikçe evreni uçsuz bucaksız bir hastalık olarak görüyordu; her yerde ateşi hissedebiliyor, ızdırabın sesini duyabiliyor ve her yerde acı çekenleri görebiliyordu. Ancak asla asıl meseleyi çözmeye çalışmadan sadece onların bu yaralarını sarmak için uğraşıyordu. Yaratılmışların yaşadıkları korkunç ızdırapların görüntüsü onda zamanla belli bir hassasiyet oluşturmuş, yüreğini yumuşatmıştı; bu yüzden de kendisini sadece benliğini bulmaya, etrafındaki sefillere ve zavallılara şefkat göstermeye, kederlileri en iyi şekilde teselli etmeye adamıştı. Her gününü var olan teselli ve kurtarmanın yollarını arayarak geçiriyordu işte bu, nadir bulunabilecek iyi yürekli Piskopos.
Sürekli olarak altını çoğaltmak için çabalayan insanlar vardı. Ancak bu yüce ruhlu adam, sadece merhametin çoğalması için çaba sarf ediyordu. Zihninde evrensel sefaletten başka bir düşünce yoktu. Her yerde hüküm süren; kaynağını evrenin acılarından, bitip tükenmek bilmeyen sefilliği çevresindeki acılardan alanlar için iyilik her zaman bir fırsattır, diye düşünürdü. Birbirini sevmek, vaazlarında her zaman bunu tekrarlardı. Mutlak iyilik duygusunun bu olduğuna inanırdı, zaten başkaca bir dileği de yoktu. Hayatının bütün gayesi sadece bu düşüncelerden ibaretti. Bir gün kendisinin bir “filozof” olduğuna inanan o adam, daha önce bahsettiğimiz Senatör, Piskopos’a şunları söyledi:
“Sadece dünyanın gözlerimizin önüne serdiği şu manzaraya bir bakın, herkes birbiriyle savaşıyor; en güçlü olan, en fazla zekâya sahip olan. Bu duruma bakılacak olursa sizin herkese söylediğiniz ‘birbirinizi sevin’ doktrini, sizce de biraz saçmalık gibi görünmüyor mu?”
“Eh.” diye yanıtladı Monsenyör Bienvenu, adamın sözlerine itiraz etmeye gerek duymadan. “Eğer bu durum bir saçmalıksa incinin kendisini istiridyeye mahkûm etmesi gibi, ruhun da kendisini istiridye kabuğunun içine hapsetmesi gerekmektedir.” İşte tıpkı söylediği gibi, o da kendisini gerçekten bu inanışın içine kapatmış, yaşamını bu şekilde sürdürmeye devam ediyordu. Bundan kesinlikle çok mutlu olduğu da söylenebilirdi, bir taraftan insanı çeken ve kafasını bulandıran esrarlı soruları bir kenara itmeyi başarmış; diğer taraftan tertemiz, sade bir yaşantı kurabilmişti. İnsanın zihnini yoran bu tür konulara kafasını hiç yormamıştı. Kader, iyi ve kötü, varlığa karşı olmanın yolu, insanın vicdanı, hayvanın düşünceli uyurgezerliği, ölümdeki dönüşüm, mezarın içerdiği varoluşların tekrarı, ardışık aşkların inatçı “ben”e anlaşılmaz aşılanması, öz, töz, Nil ve Ens, ruh, doğa, özgürlük, zorunluluk; insan zihninin devasa başmeleklerinin eğildiği sorunlar, uğursuz karanlıklar; Lucretius, Manou, Saint Paul, Dante’nin şimşek çakan gözleriyle, sonsuzluğa sabit bakışıyla orada yıldızların parlamasına neden oluyormuş gibi görünen korkunç uçurumlar…
Her şeye rağmen Monsenyör Bienvenu; sadece gizemli soruların dış görünüşünü, onları incelemeden ve kendi zihnini bunlarla meşgul etmeden hafızasına kazıyan ve kendi ruhunda karanlığa karşı büyük saygı besleyen bir adamdı.
İkinci Kitap
Düşüş
I
Bir Yürüyüş Gününün Ardından
1815 Ekim ayının başlarında, gün batımından yaklaşık bir saat önce, yaya olarak yolculuk yapan bir adam; küçük Digne kasabasına girdi. O anlarda pencerelerinde ya da kapılarının eşiklerinde olan birkaç kasaba sakini, endişeli gözlerle adamı izledi. Yolcunun perişan hâli ve sefil kıyafetleri kasaba halkını şaşırtmıştı. Hayatının baharında, orta boylu, oldukça sağlam ve iri yapılı bir adamdı. Yaklaşık kırk altı-kırk sekiz yaşlarında olabilirdi. Deri siperlikli sarkık bir şapka yüzünü kısmen gizliyordu. Güneş ve rüzgârdan kavrulmuş yüzünden ter damlaları süzülüyordu. Boynundan küçük bir iğne ile birbirine tutturulmuş yakalı, kaba, sarı keten gömleğinden kıllı göğsü görünüyordu. Boynunda tıpkı ip gibi kalmış, eski bir kravat vardı. Altına giymiş olduğu mavi pantolonun her tarafı delikler ve kabaca yapılmış yamalarla doluydu. Sırtına geçirmiş olduğu, yeşil kumaştan yapılma eski püskü, yine deliklerle dolu bir ceket vardı. Sefil durumdaki bu garip adamın tek yeni görünen şeyi, fazlasıyla dolu olan çantasıydı. Elinde, yürürken destek aldığı büyük, budaklı bir sopa vardı. Ayakları ise öyle kötü durumdaydı ki her tarafı yırtılmış olan postallarından leş gibi olmuş hâlde görünüyordu.
Sıcak hava, ter, yürüyerek yapılmış uzun yolculuğun bütün tozu, bu sefil adamı daha ne kadar iğrenç bir hâle getirebilirdi, bilemiyorum. Saçları oldukça kısa tıraş edilmiş ve bir süredir kesilmediğini gösterecek biçimde artık biraz uzamaya başlamıştı.
Buralarda onu kimse tanımıyordu. Belli ki buralardan tesadüfen geçen bir yolcuydu. Acaba nerelerden geliyordu? Güney yönünden, belki de deniz kıyısında bir yerlerden geliyordu. Yedi ay önce Cannes’dan Paris’e giderken İmparator Napolyon’un geçişine tanıklık etmiş olan caddeden Digne kasabasına girmişti. Yaya olarak geldiği, atmış olduğu yorgun adımlarından açıkça belli oluyordu. Şehrin aşağısında yer alan antik pazar kasabasının bazı kadınları, onun Gassendi Bulvarı’nın ağaçlarının altında durduğunu ve gezinti yolunun sonundaki çeşmeden kana kana su içtiğini görmüştü. Belli ki çok susamıştı, çeşmenin başına eğildiğinde yapacak başka hiçbir işi olmayan çocuklar onun her hareketini takip ediyorlardı.
Poichevert Sokağı’nın köşesine ulaştığında sola döndü ve adımlarını belediye binasına doğru yöneltti. İçeriye girdi ve yaklaşık on beş dakika sonunda tekrar dışarı çıktı. Kapının yanındaki, daha önce General Drout’nun 4 Mart tarihinde korkmuş Digne halkına Juan Savaşı’nın ilanını okumak için çıktığı taş sırada oturan jandarmayı, başındaki o sefil kasketi ile selamladı ve yürümeye devam etti. Jandarma, adamın selamına karşılık vermek yerine; ardından uzun süre şaşkınlıkla onu izledi ve sonrasında arkasını dönüp belediye binasından içeri girdi.
O zamanlarda, Digne kasabasında Croix-de-Colbas adlı güzel bir han vardı. Bu han, Grenoble’da Üç Yunus Hanı’nı işleten ve Guides’da hizmet eden başka bir Labarre ile kurduğu ilişki nedeniyle kasabada saygın bir adam olan Jacquin Labarre adında birine aitti. İmparator’un karaya çıkması sırasında, Üç Yunus Hanı’yla ilgili olarak ülke çapında birçok söylenti yayılmıştı. General Bertrand’ın arabacı kılığına girerek ocak ayında oraya sık sık geziler yaptığı, askerlere şeref haçları ve vatandaşlara bir avuç altın dağıttığı da söylentiler arasındaydı. Gerçekte ise İmparator, Grenoble’a girdiğinde vilayetin hanına yerleşmeyi kabul etmemiş: “Burada tanıdığım yiğit bir adamın evine gidiyorum.” deyip belediye başkanına teşekkür ederek Üç Yunus’ta kalmıştı. Üç Yunus Hanı’nın sahibi olan Labarre’nin namı çevreye öylesine yayılmıştı ki onun muhteşem etkileri kilometrelerce uzaktaki başka bir Labarre olan Croix-de-Colbas Hanı’nın işine yaramıştı. Kasabada onun için, “Bu adam Grenoblelı adamın kuzeni oluyormuş.” söylentileri yayılmıştı.
İşte kasabaya giriş yapmış olan bu sefil görünümlü adam da belediye binasından sonra adımlarını doğrudan bu hana yönlendirmişti. Kapıdan içeri girer girmez mutfağa daldı. İçerideki bütün sobalar yakılmış, şöminede büyük bir ateş neşeyle parlıyordu. Aynı zamanda hanın başaşçısı da olan mülk sahibi, içeride büyük bir ziyafet veriyordu. Yüksek sesli konuşmalar, kahkahalar, bitişik binada arabacıların atlarıyla meşgul olmalarından dolayı oluşan gürültü arasında adam; mükemmel bir akşam yemeğinin hazırlıklarıyla meşguldü. Bu şekilde şehirden şehire yolculuk eden tüm gezginler gayet iyi bilir ki hanlarda düzenlenen böylesi ziyafetler pek kıymetlidir. Ateşin üzerinde nar gibi kızaran keklikler ve şişman yaban tavuklarının kokusu her yeri sarmıştı. Ocağın üzerinde Lauzet Gölü’nden yakalanmış iki büyük sazan balığı ve Alloz Gölü’nden yakalanmış büyük bir alabalık pişiyordu.
Kapının açıldığını ve yeni birinin girdiğini gören han sahibi, gözlerini ocaktan kaldırmadan:
“Bir şey mi istediniz, efendim?” diye sordu.
“Yiyecek ve kalacak bir yer.” dedi adam.
“Bundan kolay ne var.” diye yanıtladı han sahibi. Tam bu sırada da başını kaldırarak içeriye giren adama baktı ve hemen ardından da “Bedelini ödediğiniz sürece.” diye ekledi. Adamın görüntüsünden, yüzünün ifadesi anında değişmişti.
Adam, gömleğinin cebinden büyük bir deri kese çıkardı ve “Benim param var.” dedi.
“O zaman hizmetinizdeyiz.” diye yanıtladı han sahibi.
Adam kesesini yeniden cebine koydu, sırtındaki çantasını indirip kapının yanında duvara dayadı ve sopasını elinde tutmaya devam ederek ateşe yakın alçak bir tabureye çöktü. Digne, dağlık bölgeye çok yakın konumda olduğundan ekim ayında akşamları hava oldukça soğuk olurdu.
Hanın sahibi bir taraftan işleriyle uğraşırken bir taraftan da yeni gelen adamı sürekli göz hapsinde tutuyor, onu dikkatlice süzüyordu.
“Yemek kısa süre içerisinde hazır olur mu?” diye sordu adam.
“Birazdan hazır olacak.” dedi hancı.
Yeni gelen, arkası dönük ateşin önünde ısınırken değerli hancı Jacquin Labarre cebinden bir kurşun kalem çıkardı, sonra pencerenin yanındaki küçük bir masanın üzerinde duran eski bir gazetenin ucunu yırttı. Yırtmış olduğu beyaz kâğıdın köşesine iki satır not yazdı, mühürlemeden katladı ve sonra kâğıdı hem hanın garsonluğunu hem de kendisinin hizmetçiliğini yapan küçük bir çocuğa verdi. Hancı, çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı ve çocuk koşarak handan dışarı fırlayıp belediye binasına doğru gözden kayboldu.
Sefil yabancı, olan bitenin farkında değildi. Bir kez daha: “Yemek kısa süre içinde hazır olur mu?” diye sordu.
“Birazdan hazır olacak.” oldu, yine hancının cevabı.
Bu sırada çocuk elinde başka bir kâğıtla geri dönmüştü. Hancı, cevap bekleyen biri gibi sabırsızlıkla kâğıdı açtı. Dikkatlice orada yazanları okudu, başını salladı ve bir an için düşüncelere daldı. Sonra endişeli gözlerle ateşin başında ısınmaya çalışan sefil adama baktı ve ona doğru bir adım attı.
“Sizi kabul edemem, efendim.” dedi adama.
Adam oturduğu yerde hafifçe kıpırdandı.
“Ne! Size ödeme yapamayacağımdan mı korkuyorsunuz? Paranızı peşin olarak ödememi ister misiniz? Param var, dedim size.”
“O yüzden değil.”
“Neden peki?”
“Paranız var…”
“Evet.” dedi adam.
“Ama benim size verecek odam yok.” dedi hancı.
Sefil adam sakince konuşmaya devam etti:
“Ahırda da yatabilirim.”
“Yapamam.”
“Neden?”
“Ahırda atlar var, orada da hiç yer yok.”
“Daha iyi ya!” diye karşılık verdi adam. “Benim için sıkıntı olmaz, bir saman balyasının üzerine kıvrılırım. Yemekten sonra duruma bir bakarım.”
“Size yemek de veremem.”
Ölçülü ama sert bir tonda yapılan bu açıklama, sonunda adamı çileden çıkarmıştı. Oturduğu yerden doğruldu.
“Ah! Saçmalık! Açlıktan ölmek üzereyim. Güneş doğarken yürümeye başladım, on iki mil yol katettim. Parasını öderim. Yemek istiyorum.”
“Size verecek hiçbir şeyim yok.” dedi hancı.
Adam bir kahkaha patlattı ve etrafındaki ocaklara ve şömineye baktı:
“Hiçbir şey ha! Bunlar ne peki?”
“Onların hepsinin sahibi var.”
“Kimmiş sahipleri?”
“İçerideki misafirler.”
“Kaç kişi var içeride?”
“On iki.”
“Burada yirmi kişiye yetecek yemek var.”
“Tamamını aldılar ve parasını da peşin ödediler.”
Adam tekrar sakince yerine oturdu ve sesini yükseltmeden: “Bir handayım, açım ve kalacağım.” dedi.
Bunun üzerine hancı, adama doğru eğilerek kulağına boğuk bir sesle: “Git buradan!” dedi.
Bu sırada yolcu öne doğru eğilmiş, elindeki sopasıyla şöminedeki ateşi karıştırıyordu; hızlıca hancıya doğru döndü ve tam hancıya cevap vermek istediği sırada adam ona öfkeli bir ifadeyle bakarak, konuşmasına bile fırsat vermeden alçak sesle ekledi:
“Dur! Yeterince konuştuk, seni tanıyorum. Adın Jean Valjean. Sana kim olduğunu da söylememi ister misin? İçeri girdiğin andan itibaren şüphelendim senden, belediyeye haber gönderdim ve bana gönderilen cevap işte buydu. Okuyabiliyor musun?”
Bunu söyler söylemez de handan belediye binasına, belediye binasından da az önce hana geri gelen kâğıdı tamamen açarak yabancıya doğru sertçe uzattı. Adam yazılanlara kısa bir göz attı. Hancı bir süre bekledikten sonra yeniden konuştu:
“Ben herkese karşı kibar davranırım. Ama sen buradan defol git!”
Adam başını öne eğdi, yere bıraktığı çantasını aldı ve tek kelime bile söylemeden hanı terk etti.
Ana cadde üzerine yürümeye karar verdi. Canı çok sıkılmıştı, kendisini aşağılanmış gibi hissediyordu. Hızlı adımlarla evlerin arasından geçti. Bir kere dahi arkasına dönüp bakmış olsa hancının içerideki tüm konuklara ve sokaktan geçen bütün insanlara sefil adamı gösterip onlara bir şeyler anlattığını da görebilir ve o insanların gözlerindeki korku ve şüpheye şahit olarak gelişinin hızla tüm kasabaya yayılacağını tahmin edebilirdi.
Bunlardan hiçbirini görmedi. Sefil ve hakaret görmüş bir insan, asla arkasına bakmayı düşünmezdi. Çünkü her zaman için onları takip eden kötü kaderin farkında olurdu bu kişiler.
Böylece zavallı adam; bir süre hiç durmadan yürüdü, hiçbir yerini bilmediği kasabanın rastgele sokaklarında dolaştı, genellikle üzgün insanlarda olduğu gibi kaderinden dolayı o da kendi yorgunluğunu unutmuştu. Ancak karnı öylesine açtı ki bu açlık acısı keskin bir şekilde sürekli olarak kendisini hissettiriyordu. Gece çökmek üzereydi ve bir an evvel kendisine sığınacak bir yer bulmak zorundaydı. Ne yapabileceğini görmek için etrafına bakındı.
Sonuç olarak kasabadaki güzel hanların onu kabul etmeyeceklerinin farkındaydı, artık ya mütevazı bir ailenin yanına sığınacak ya da salaş bir tavernaya gidecekti.
Tam bu sırada, bulunduğu sokağın sonunda parlayan bir ışık olduğunu gördü; alaca karanlığın içerisinde demir kirişten sarkan bir çan ve altındaki meyhane tabelasını fark etti. Hızlıca oraya doğru ilerledi.
Burası sıradan, basit bir meyhaneydi: Chaffaut Sokağı’nda bulunan küçük bir meyhane.
Sefil adam bir süre dışarıda durdu, sonra yaklaşarak pencereden içeriye göz attı. Masaların üzerinde küçük fenerlerin bulunduğu, şöminesinde nefis bir ateşin yandığı mekânı bir süre seyretti. İçeride içen birkaç adam vardı. Meyhaneci şöminenin önünde kendisini ısıtıyordu. Şöminenin üzerindeki demire asılı bir kaptan alevlerin üzerine damlayan kabarcıklar vardı.
Aynı zamanda bir nevi han da olan bu meyhanenin iki giriş kapısı vardı. Biri doğrudan sokağa bakıyordu, diğeri ise arka tarafta gübre dolu küçük bir avluya açılıyordu. Yolcu, sokak kapısından girmeye cesaret edemedi; bu yüzden de avludan içeri girerek, arka kapıya giderek bir süre kapının önünde bekledi. Sonra daha fazla dayanamayarak çaresizlikle sürgüyü kaldırdı ve kapıyı açtı.
“Kim o gelen?” diye bir ses yükseldi.
“Yemek ve kalacak yer isteyen biri.”
“İyi. Hem yemek hem de yatak var.”
Yolcu içeri girdi. İçkilerini yudumlayan adamların hepsi ona doğru döndü. Bir yandan içerideki fenerler, diğer taraftan ateş onun yüzünü aydınlatıyordu. Çantasını sırtından indirdiği sırada herkes onu izliyordu.
Meyhaneci: “Ateşe doğru yaklaş. Tencerede yemek pişiyor. Gel ve kendini biraz ısıt, yoldaş.” dedi.
Jean Valjean ateşin yanına oturdu. Yorgunluktan perişan hâldeki ayaklarını ateşe doğru uzattı, tencereden etrafa yayılan mis gibi yemek kokusunu içine çekti. İyice aşağıya çekmiş olduğu şapkasının altında saklamaya çalıştığı yüzünden her şey okunabiliyordu; sefalet, yorgunluk ve açlıktan yaşadığı ızdırap, diğer dokunaklı tüm ifadelerine karşın bariz biçimde görünen gurur, üstüne üstlük oldukça sağlam bir yapıya sahip olmasına rağmen yaşadığı büyük bitkinlik… Yaşadığı tüm bu karmaşık duygular, adamın üzerinde garip bir tezatlık oluşturuyordu; mütevazılıkla başlayan görüntüsü büyük bir güçle sona eriyordu. Kirpiklerinin altındaki gözleri, çalıların altındaki bir ateş gibi parlıyordu.
Tam zavallı adam biraz ısınmaya başlamıştı ki masada oturan adamlardan biri dikkatlice onu süzmeye başladı. Chaffaut Sokağı’ndaki meyhaneye girmeden önce atını Labarre’in ahırına bağlayan balıkçılardan biriydi o. Tesadüfen o sabah Bras d’Asse arasında, yolda bu sefil ve pislik içindeki adamla karşılaşmış, neredeyse korkarak ondan uzaklaşmıştı. Adamın adını şu anda hatırlamıyorum. Sanırım Escoublon’du. Onunla karşılaştığında yorgunluktan bitap düşmüş olan yolcu, kendisiyle birlikte yürümesinde bir sıkıntı olup olmayacağını sormuştu; balıkçı ise ona karşılık vermek yerine adımlarını iki katı hızlandırarak tek kelime söylemeden yanından uzaklaşmıştı. Biraz önce handan sefil adamın kovulmasını izlemiş ve sonrasında etraftakilerin tüm konuşmalarını dinlemişti. Oturduğu yerden meyhaneciye belli belirsiz bir işaret yaptı. Doğruca onun yanına giden meyhaneciye, kısık sesle birkaç kelime söyledi. Jean Valjean ise bu sırada yine düşüncelere dalmış hâlde oturmaya devam ediyordu.
Meyhaneci şömineye doğru döndü ve birden elini adamın omuzuna koyarak: “Hemen buradan git.” dedi sertçe.
Yabancı ona doğru dönerek, nazikçe: “Ah! Siz de mi biliyorsunuz?” dedi son bir çabayla.
“Evet.”
“Handan da kovmuşlardı beni.”
“Ve buradan da kovuluyorsun.”
“Nereye gitmemi istersiniz?”
“Başka bir yere.”
Jean Valjean bastonunu ve çantasını alarak sessizce meyhaneden çıktı.
Dışarı çıktığı sırada, onu handan bu yana takip etmeyi sürdüren ve buradan da kovulacağından emin oldukları açıkça görünen çocuklar ona taş attı. O da öfkeyle sopasını sallayarak çocukları dağıttı.
Tekrar yürümeye başladı, bu sırada bir hapishanenin önünden geçti. Hapishanenin kapısında bir zile bağlı demir bir zincir asılıydı, bir anda aklına gelen fikirle kapıyı çaldı.
“Kapıcı efendi.” dedi, içeri girdiğinde kibarca şapkasını çıkararak. “Bu gecelik burada kalmama izin verebilir misiniz?”
Kapıcı sertçe yanıt verdi: “Hapishane bir han değil. Kendini tutuklatacak olursan burada kalabilirsin.” Sonra da hemen kapıyı yeniden kapattı.
Bahçeler arasında birçok küçük evin sıralandığı bir sokağa girdi. Bazıları sadece sokağa neşeli bir görünüm kazandıran çitlerle çevriliydi. Bu bahçelerin ve çitlerin ortasında, penceresinden ışık sızan tek katlı küçük bir ev gördü. Meyhanede olduğu gibi, camdan içeriye baktı. İçeride baskılı pamuklu kumaşlarla kaplı bir yatak, bir köşesinde bir beşik, birkaç tahta sandalye ve duvarda asılı çift namlulu bir silah bulunan beyaz badanalı büyük bir oda vardı. Odanın ortasında bir masa bulunuyordu. Bakır bir gaz lambası, kaba beyaz ketenden yapılmış masa örtüsünü, gümüş gibi parıldayan ve şarapla dolu kalaylı sürahiyi ve kahverengi, dumanı tüten çorba kâsesini aydınlatıyordu. Bu masada kırk yaşlarında, neşeli ve açık yüzlü, dizlerinin üzerinde küçük bir çocuğu sallayan adam oturuyordu. Hemen onların yakınlarında küçük bir bebeği emziren genç bir kadın vardı. İçeridekilerin hepsi gülümsüyordu.
Sefil yabancı, bu sıcacık ve sakinleştirici yuva karşısında bir an duraksadı. Bu manzaranın onun içinde ne yangınlar kopardığını ancak kendisi söyleyebilirdi. Bu neşeli evin büyük ihtimalle konuksever olacağını, bu kadar çok mutluluğun olduğu bir yuvada biraz olsun merhamet duygusunun da barınacağını düşündü.
Çekinerek de olsa cılız bir vuruşla camı tıklattı ama onu duymadılar. Bir sefer daha cama vurdu.
Bu sefer kadın sesi duymuştu çünkü onun kocasına, “Sanırım biri kapıyı çalıyor.” dediğini duydu.
“Hayır.” diye yanıtladı kocası.
Yabancı bir kez daha cama vurdu. Bu sefer kocası ayağa kalktı, lambayı eline aldı ve kapıya gitti.
Uzun boylu, yarı köylü yarı zanaatkâr gibi görünen bir adamdı. Önünde sol omuzuna kadar uzanan ve üzerinde çekiç, kırmızı bir mendil, bir barut kutusu ve ceplerinden her türlü nesnenin fırladığı, büyük deri bir önlük vardı. Başını geriye doğru atarak ilerledi, önü genişçe açılmış ve arkaya doğru kaymış gömleği, bembeyaz geniş boynunu ortaya çıkarmıştı. Kalın kirpikleri, gür simsiyah bıyıkları, çıkık gözleri ile geniş bir yüze sahipti; tüm bu özellikleriyle gerçek bir toprak adamı olduğu anlaşılıyordu.
“Özür dilerim, efendim.” dedi yabancı. “Parasını ödemek karşılığında bana bir tas çorba ve şu bahçedeki barakanın köşesinde uyuyacak bir yer verir misiniz? Lütfen, bunu yapabileceğinizi söyleyin. Parasını vereceğim.”
“Sen de kimsin?” diye sordu ev sahibi.
“Ben Puy-Moisson’dan yeni geldim. Bütün gün yürüdüm. On mil yol katettim. Lütfen, eğer parasını ödersem bana yardım eder misiniz?”
“Olabilir tabii.” dedi adam şaşkınlıkla. “Parasını ödeyeceksen neden olmasın. Ama neden hana gitmiyorsun ki?”
“Yer yokmuş.”
“Ah! Bu imkânsız. Bugün ne bir pazar ne de bir şenlik var. Labarre’ye gittin mi?”
“Evet.”
“Ne oldu peki?”
Yolcu utanarak cevap verdi:
“Bilmiyorum. Beni kabul etmediler.”
“Chaffaut Sokağı’ndaki meyhaneye gittin mi?”
Yabancı daha utanarak:
“Onlar da kabul etmediler.” diye kekeledi.
Adamın yüzünde bir şüphe ifadesi belirmişti, yabancıya tepeden tırnağa baktı ve birdenbire bir tür ürpertiyle haykırdı: “Sen o adam mısın?”
Yabancıya yeniden şüphe dolu bir bakış attı, üç adım geri giderek lambayı masanın üzerine bıraktı ve duvardan silahını aldı.
“Sen o adam mısın?” dediği sırada kadın ayağa kalkmış, iki çocuğunu kollarının arasına alarak alçak sesle mırıldanıyordu. Korkmuş gözlerle yabancıya dehşet içinde bakarak hemen kocasının arkasına sığınmıştı.
Elbette bütün bunlar, kişinin kendi kendine hayal etmesi gerekenden çok daha kısa bir süre içerisinde gerçekleşti. Adam, sanki karşısında bir yılan varmış ve midesi bulanıyormuş gibi yüzünü ekşiterek karşısındaki adama bakıyordu ve silahını yabancıya doğru doğrultarak:
“Çek git buradan!” diye haykırdı.
“Tanrı aşkına, en azından bir bardak su verin.” dedi yabancı.
“Ancak silahımdan bir kurşun alırsın!” dedi adam nefretle.
Sonra büyük bir öfkeyle kapıyı kapattı ve Jean Valjean adamın içeriden iki büyük sürgüyü de çektiğini duydu. Hemen ardından da pencerenin kepenkleri kapandı ve pencereye karşı yerleştirilmiş bir demir çubuğun sesi duyuldu dışarıdan.
Soğuk gece enikonu kendisini hissettirmeye, Alplerden de soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı. Sokağın bittiği köşede, bahçelerle çevrili çimenlik bir alanda, bir tür kulübe gibi görünen küçük bir yapıya rastladı. Tahta çitin üzerinden kararlılıkla tırmandı ve kendisini bahçeye attı. Kulübeye doğru yaklaştı, kapısı çok alçaktı ve kapı olarak sadece dar bir aralık vardı. Yol çalışması yapan işçilerin malzemelerini koydukları türden yapıları andırıyordu. O sırada bu kulübenin de kesinlikle bir yol işçisinin kulübesi olduğunu düşündü ama soğuktan ve açlıktan dolayı öylesine bitap durumdaydı ve öylesine acı çekiyordu ki en azından kendisini soğuktan koruyabilecek bir sığınak bulduğu için şükrediyordu. Bu tür kulübeler geceleri genellikle boş olurdu. Bu nedenle yüzüstü yere uzanarak, sürünerek kulübeden içeri girdi. En azından içerisi biraz olsun sıcaktı ve içeride biraz olsun rahat yatmasını sağlayacak bir saman yığını vardı. Bir an için kendisini sanki bir yatağa uzanmış gibi hissetmişti. Öylesine yorulmuştu ki hareket edecek gücü kalmamıştı. Sonra yanında taşıdığı çantasını bir yastık olarak kullanmak için şekil vermeye çalışırken bir anda olduğu yerde donup kaldı. Tam karşısında bir çift korkunç göz ona bakıyor ve vahşi bir hırlama duyuluyordu. Kulübenin girişinde, karanlıkta kocaman bir köpeğin başı görünüyordu. Girdiği yer bir köpek kulübesiydi.
Ne o köpekle ne de onun sahibiyle mücadele edecek gücü kalmıştı. Sopasını aldı, çantasını kendisine kalkan yaptı ve üzerindeki neredeyse paçavraya dönmüş kıyafetlerinin daha fazla yırtılmasına müsaade etmemek için, mümkün olduğunca sakin hareketlerle kulübeden çıktı.
Aynı şekilde bahçeyi de terk etti ancak köpeğin kendisine hamle yapmaması için geri geri ilerlemesi gerekiyordu, bu yüzden sopasından da destek alarak çiti araladı.
Herhangi bir sıkıntı yaşamadan çitlerin arasından geçtikten sonra, kendisini bir kez daha sokakta, tek başına, sığınağı olmadan, başının üzerinde bir çatısı olmadan, o saman yatağından ve hatta o sefil köpek kulübesinden bile kovulmuş hâlde yolda buldu. Yol kenarındaki bir taşın üzerinde oturmak yerine neredeyse düştü ve yoldan geçen biri onun bu sırada, iniltileri arasında, “Ben bir köpek dahi olamıyorum!” diye bağırdığını duydu.
Kısa bir süre sonra yeniden ayağa kalktı ve yürümeye devam etti. Tarlalarda kendisine barınacak bir yer sağlayabilecek bir ağaç ya da samanlık bulmayı umarak etrafta dolaşmaya başladı.
Bir süre böyle başı öne eğik yürümeye devam etti. Tüm insanlardan uzaklaştığını hissettiği bir yerde gözlerini kaldırdı ve etrafına bakındı. Bir arazi üzerindeydi. Önünde, hasattan sonra balyalar hâlinde toplanarak istiflenmiş, anızlarla kaplı alçak tepelerden biri vardı.
Etraf kapkaranlıktı. Bu sadece gecenin karanlığı da değildi, tepenin üzerinde duruyormuş gibi görünen ve tüm gökyüzünü dolduran yoğun bulut tabakalarından kaynaklanan bir karanlıktı. Bu arada, ay yükselmek üzereyken ve zirvede hâlâ alaca karanlığın parlaklığından bir kalıntı varken bu bulutlar gökyüzünün zirvesinde bir tür beyazımsı kemer oluşturmuş ve buradan bir ışık parıltısı toprağa düşmüştü.
Çok şiddetli bir rüzgâr esmeye, şimşekler çakmaya başlamış ve böylece yeryüzü, özellikle uğursuz bir etki yaratan gökyüzünden daha iyi aydınlatılır hâle gelmişti. Kasvetli, ıssız, korkunç ve karanlık bir geceydi. Arazide ya da tepelerin bulunduğu kısımlarda ise sarsılan ve titreyen solmuş bir ağaçtan başka hiçbir şey yoktu.
Jean Valjean, elbette ki insani şeylerin gizemli yönlerine duyarlı olan o hassas zekâ ve ruh alışkanlıklarına sahip olmaktan çok uzak bir adamdı. Yine de böyle bir gecede korkmamak, ümitsizliğe kapılmamak hiç kolay değildi. Bir an olduğu yerde hareketsiz kaldıktan sonra, her ne olursa olsun geceyi şehirde geçirmesi gerektiğine karar vererek kararlı adımlarla geri döndü. Doğanın insanlara düşmanca göründüğü anlar vardı ve o, bu havada böylesine ıssız bir yerde kalmak istemiyordu.
Hızlı adımlarla yürümeye başladı, Digne’nin kapıları kapatılmıştı. Dinî savaşlar sırasında kuşatmalara devam eden Digne kasabası, 1815’te hâlâ yıkılmış kare kuleleri olan eski surlarla çevriliydi. Jean Valjean, bu surların arasında oluşan bir gedikten geçerek tekrar şehre girdi.
Saat gece sekiz olmalıydı. Sokakları tanımadığı için rastgele yürümeye devam etti.
Önce Hükûmet Konağının, ardından da Papaz Okulunun önünden geçerek Katedral Meydanı’na ulaşmıştı. Öfke dolu gözlerle kiliseye bakarak yumruğunu savurdu.
Bu meydanın köşesinde, İmparatorluk Muhafızları adına Elba Adası’ndan getirilen ve Napolyon’un bizzat dikte ettirdiği duyuruların ilk kez orada basıldığı bir matbaa vardı.
Yorgunluktan bitkin düşmüş ve artık hiçbir umudu kalmamıştı. Böylece matbaanın kapısının önünde duran taş bir sıraya uzandı.
O sırada, adamın taş sıranın üzerine uzandığını fark eden yaşlı bir kadın, kiliseden çıktı. “Orada ne yapıyorsun, dostum?” diye seslendi.
Jean Valjean sert ve öfkeli bir şekilde karşılık verdi: “Gördüğün gibi hanımefendi, yatıyorum.” Aslında imalı bir şekilde hanımefendi dediği o kadın, Markiz de R.’den başkası değildi.
“Bu bankta mı?” dedi şaşkınlıkla kadın.
“On dokuz yıl boyunca tahta bir zemin üzerinde yattım.” dedi adam. “Bugün de bir taş üzerinde yatayım, ne çıkar.”
“Asker miydin?”
“Evet hanımefendi, bir askerdim.”
“Neden hana gitmiyorsun?”
“Çünkü param yok.”
“Yüce Tanrı’m!” dedi Markiz de R. “Çantamda sadece birkaç santimim var.”
“Hepsini bana ver.”
Adam onun elindeki birkaç santimi aldı. Markiz de R. konuşmaya devam etti: “Bu kadarcık para senin handa kalmanı sağlamaz ama sen yine de şansını bir dene. Belki işe yarar. Geceyi bu şekilde taş üzerinde geçirmen imkânsız. Üşümüşsün ve belli ki açsın. Birileri mutlaka sana acıyıp yatacak yer verecektir.”
“Bütün kapıları çaldım.”
“Ah, öyle mi?”
“Her yerden de kovuldum.”
Hanımefendi şefkatle adamın koluna dokundu ve ona sokağın diğer tarafındaki küçük, alçak bir evi, Piskopos’un evini işaret etti.
“Bütün kapıları çaldın mı?”
“Evet.”
“Peki, o kapıyı çaldın mı?”
“Hayır.”
“Git, o kapıyı çal.”
II
Kuşku Bilgeliğe Giden Yol
O akşam Digne Piskoposu, gün boyu kasabada yaptığı gezintiden sonra, geç saatlere kadar odasına kapanmış; bir süreden beri yazmakta olduğu kitap üzerinde çalışıyordu. Bu kitapta, papazlarla doktorların görevleriyle ilgili önemli hususları dikkatle derliyordu. Kitabını iki bölüme ayırmıştı: İlk bölümde hepsinin görevlerini en ince detaylarına kadar ele alıyor, ikinci bölümünde ise her bireyin ait olduğu sınıfa göre görevlerini ayrıştırıyordu. Bu görevlerin hepsi, kendi alanlarında büyük görevlerdi. Her zamanki gibi sevgiden ve yardımlaşmadan söz ederek Aziz Matta’nın gösterdiği; Tanrı’ya karşı görevler (Matta, VI), kişinin kendine karşı görevleri (Matta, V, 29-30), komşuya karşı görevleri (Matta, VII, 12) ve hayvanlara karşı görevleri (Matta, VI, 20-25) olarak bu konuyu dört farklı gruba ayrıştırıyordu. Piskopos bu görevlerin yanı sıra, başkaca görevlerin farklı yerlerde belirtildiğini ve reçete edildiğini de gördü. Romalıların hükümdarlarına ve tebaalarına yazılan dizelerde yargıçlara, eşlere, annelere, genç erkeklere, Aziz Petrus tarafından yazılmış olan birçok nasihat vardı. Efesliler yazıtlarında kocalara, babalara, çocuklara ve hizmetkârlara nasihatlerde bulunuyordu. İbraniler ise yazıtlarında inananlara, bakirelere ve azizlere yer veriyordu. O ise tüm bunları bir araya getirerek büyük bir özenle, binbir emekle yazıyor; yorulmadan muazzam bir zahmetle saatlerce bu eser üzerinde çalışıyordu.
Saat sekizde hâlâ çalışmalarıyla meşguldü; dizlerinin üzerinde büyük bir kitapla, küçük kare kâğıtlara bir hayli zahmetle bir şeyler yazarken Madam Magloire, her zamanki gibi yatağın yanındaki dolaba koymuş olduğu gümüş eşyaları almak için içeri girdi. Piskopos, onun odaya girmesiyle akşam yemeğinin hazırlandığını ve kız kardeşinin yemek için onu beklediğini fark etti. Kitabını kapattı, masasından kalktı ve yemek odasına geçti.
Yemek odası; (daha önce de dediğimiz gibi) sokağa açılan bir kapısı ve bahçeye açılan bir penceresi olan, şömineli, dikdörtgen bir odaydı. O içeriye girdiği sırada Madam Magloire, aslında masaya son dokunuşları yapıyordu. Bu işleri yaparken de Matmazel Baptistine ile sohbet ediyordu. Masanın üzerinde bir lamba vardı; masa ise hemen şöminenin yanı başına yerleştirilmişti. Odun ateşi, etrafa tatlı bir sıcaklık yaymıştı.
Her ikisi de altmış yaşın üzerinde olan bu iki kadını insan kendi kendine kolayca tasavvur edebilirdi. Madam Magloire kısa boylu, etine dolgun, hayat dolu bir kadındı; Matmazel Baptistine ise onun aksine narin, zayıf, çelimsiz, erkek kardeşinden biraz daha uzundu. O gece üzerine bir zamanlar Paris’ten satın aldığı ve o zamandan bu yana da benimsediği 1806 modası pudra rengi ipek bir elbise giymişti. Bütün bir sayfanın anlatmaya yetmediği bir fikri tek bir kelimeyle dile getirme erdemine sahip olan kaba ifadeleri kullanacak olursak Madam Magloire, tam bir köylü ve Matmazel Baptistine tam bir hanımefendi edasına sahipti. Madam Magloire başına beyaz kapitone bir şapka geçirmiş, sahip olduğu tek mücevher olan kadife bir kurdele üzerine takılmış altın bir Jeannette haçı olan broşunu boynuna bağlamıştı. Kaba, siyah yünlü kabaran bir elbise vardı üzerinde; kısa kollu, kırmızı ve yeşil kareli pamuklu kumaştan bir önlük beline yeşil bir kurdele ile bağlanmıştı. Ayaklarında Marsilyalı kadınların giydikleri sarı çoraplar ve kalın ökçeli ayakkabıları vardı. Matmazel Baptistine’in elbisesi ise 1806 model, ince belli, korseli, kabarık etekli ve karpuz kolluydu; önü tamamen düğmelerle kapatılmıştı. Kır saçlarını, bebek peruğu olarak bilinen kıvırcık bir peruk altına gizlemişti. Madam Magloire zeki, hayat dolu ve sevecen bir kadındı; ağzının iki köşesi eşit olmayan bir şekilde kalkıktı ve alt dudağından daha büyük olan üst dudağı ona oldukça huysuz ve buyurgan bir görünüm kazandırıyordu. Monsenyör ona karşı sakin davrandığı sürece, onunla saygı ve sükûnetle konuşarak kararlı biçimde itirazlarını ifade eder ama ne zaman ki Monsenyör sinirlenecek olsa hiç sesini çıkarmadan ona itaat ederdi. Matmazel Baptistine ise kesinlikle onu uyaracak biçimde konuşmaya gerek duymazdı. Kendisini Piskopos’a koşulsuz şartsız itaat etmeye ve onu sadece mutlu etmeye adamıştı. Genç kızlık döneminde dahi pek güzel biri olmamıştı. İri, mavi ve çıkık gözleri, uzun ve kemerli bir burnu vardı ama tüm çehresi ve tüm kişiliği en başta da belirttiğimiz gibi tarif edilemez bir iyilikle yüceltilmişti. Her zaman kibar bir bayan olmuştu. Ancak imanı, hayırseverliği, etrafına dağıttığı umut ve ruhunun güzelliği onun dış görünüşüne ilahi bir ışıltı vermişti. Tabiat onu bir kuzu, din ise onu bir meleğe dönüştürmüştü. Zavallı aziz bakire! Kaybolan tatlı hatıralar!
Matmazel Baptistine o akşam piskoposluk konutunda olanları o kadar sık anlattı ki şu anda yaşayan ve en küçük ayrıntıları hâlâ hatırlayan birçok kişinin olduğuna eminim.
Piskopos yemek odasından içeriye girdiğinde Madam Magloire oldukça neşeli bir biçimde konuşuyordu. Matmazel Baptistine’e kendisinin ve Piskopos’un da aşina olduğu bir konuda nutuk çekiyordu. Sorun ise yine giriş kapısındaki kilitle ilgiliydi.
Konuşmalardan anlaşılacağı üzere Madam Magloire, akşam yemeği için erzak temin etmeye gittiğinde kasabada kulağına çalınan söylentilerden bahsediyordu. İnsanlar kötü görünümlü, pislik içerisinde etrafta dolaşan birisinden bahsetmiş; kasabaya şüpheli bir serserinin geldiğini ve o gece eve geç dönmek zorunda kalacak kişilerin tatsız karşılaşmalara maruz kalabileceklerini anlatmışlardı. Üstelik idari sebeplerden dolayı, polis şu sıralar kasabadaki düzenle pek ilgili değilmiş. Aklı olan insanların polis gibi davranarak kendilerini korumaları, evlerini usulüne göre düzgünce kilitlemeleri ve kapılarını her zaman itinayla kapatmaları gerektiğini özellikle Piskopos’un duyacağı biçimde yüksek sesle anlatıyordu Madam Magloire.
Madam Magloire bütün olan biteni büyük bir hararetle anlatmıştı. Ancak Piskopos çok soğuk olan odasından, daha yeni yemek odasına girdiğinden onun anlattıklarını pek dinlememişti. Ateşin önünde durdu, ısındı ve sonra yeniden düşüncelere daldı. Madam Magloire, anlattıklarının özellikle duyması gereken kişi tarafından hiç dinlenilmediğini fark edince sözlerini tekrarladı. Kardeşini her zaman memnun etmeye kendini adamış olan Matmazel Baptistine, dostunun kırılmasını istemediğinden çekinerek de olsa kardeşine şu soruyu sorabilmişti:
“Madam Magloire’ın ne dediğini duydunuz mu kardeşim?”
“Bir şeyler duydum ama hiçbir şey anlamadım.” diye yanıt verdi Piskopos. Sonra sandalyesinde yarım dönerek ellerini dizlerinin üzerine koydu ve kolayca neşelenen, aşağıdan ateşin ışığıyla aydınlanan samimi yüzünü yaşlı hizmetçi kadına doğru kaldırıp gönlünü almak istercesine: “Haydi, konu neymiş bakalım? Nedir mesele? Etrafımızdaki büyük tehlike neymiş?” dedi.
O zaman Madam Magloire, gerçeği farkında olmadan biraz abartarak tüm hikâyeyi yeniden anlatmaya başladı. Görünüşe göre korkunç, çıplak ayaklı bir serseri, bir tür tehlikeli dilenci o anda kasabadaydı. Konaklamak için Jacquin Labarre’ın evine gelmişti ama Labarre onu içeri almaya yanaşmamıştı. Gassendi Bulvarı’ndan geldiği ve karanlıkta sokaklarda dolaştığı görülmüştü. Korkunç yüzü olan bir darağacı kuşu…
“Gerçekten mi?” dedi Piskopos.
Bu sorgulama ifadesi, Madam Magloire’ı konuşmasını devam ettirmesi için daha da cesaretlendirmişti. Piskopos’un bu konu yüzünden hafiften telaşlandığını, onun merakını çekmiş olduğunu düşünerek zafer edasıyla:
“Evet, Monsenyör. Durum kesinlikle bu. Bu gece bu kasabada bir tür felaket olacak. Herkes aynı şeyi söylüyor. Üstüne üstlük, polis de şu sıralar bu tür işlerle uğraşmıyor (bunun da faydalı bir tekrar olacağını düşünmüştü). Sonuç olarak burası da dağ başı, geceleri sokaklarda ışık bile yok. Birisi dışarıda! Gerçekten de korkunç birisi ve söylüyorum size Monsenyör, Matmazel Baptistine de benimle aynı görüşte…”
“Ben öyle bir şey söylemedim.” diye araya girdi Matmazel Baptistine. “Ben her zaman ağabeyimin söylediğine güvenir, o ne derse sadece onu yaparım.”
Madam Magloire sanki bu sözleri hiç duymamış gibi konuşmasına devam etti:
“Biz bu evin hiç güvenli olmadığını söylüyoruz. Monsenyör, eğer izin verirseniz gidip çilingir Paulin Musebois’ya kapıların eski kilitlerini değiştirmesini söylemek istiyorum. Kilitlerimiz çok eski ve bu sadece anlık bir iş. Dışarıdan gelecek bir kişinin, sadece mandalı kaldırarak kapıyı açabilecek olması düşüncesi bile yeterince korkunç. En azından sadece bu gece için kapıları kilitlememiz gerekiyor, Monsenyör. Üstelik sizin her gelene ‘Gir!’ deme alışkanlığınız da var. Ayrıca gecenin bir yarısı, hepimiz uykudayken birisinin izin istemesine bile gerek yok. Yüce Tanrı’m, korkunç!”
İşte tam bu sırada, kapı şiddetli biçimde çalınmıştı.
“Girin!” dedi Piskopos.
III
Pasif İtaatin Kahramanlığı
Kapı açıldı.
Hem de sanki biri onu enerjik ve kararlı bir şekilde itmiş gibi hızlı bir hareketle ardına kadar açıldı.
Bir adam içeri girdi.
Zaten hepimiz bu adamı tanıyoruz. Kendisine sığınacak bir barınak arayan o yabancıdan başkası değildi bu.
Yabancı içeri girdi, bir adım ilerledi ve kapıyı arkasında açık bırakarak durdu. Çantası omuzunda, sopası elinde, gözlerinde cüretkârlığın yanı sıra korkunç bir yorgunluk ve çaresizlik ifadesiyle karşılarında duruyordu. Şöminenin ateşi yüzünü aydınlatıyordu, gerçekten korkunç görünüyordu.
Madam Magloire çığlık atabilecek gücü bile bulamadı kendisinde. Titredi ve ağzı korkudan açılmış bir hâlde ayağa kalktı.
Matmazel Baptistine arkasını döndü, içeriye giren adamı görür görmez bir anda dehşet içerisinde irkildi; sonra başını yavaşça tekrar şömineye doğru çevirerek kardeşini izlemeye başladı ve onun yüzündeki sakinliği görünce bir kez daha derinden sakinleşerek rahatladı. Piskopos da başını kaldırmış, sakince adama bakıyordu.
Yeni gelene ne istediğini sormak için ağzını açtığında adam; iki eliyle sopasına dayanarak, bakışlarını yaşlı adama ve iki kadına yöneltip, Piskopos’un söze girmesine fırsat vermeden yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Bakın, benim adım Jean Valjean. Bir kürek mahkûmuyum. Zindanlarda on dokuz yıl geçirdim. Dört gün önce özgürlüğüme kavuştum ve memleketim olan Pontarlier’e gitmeye çalışıyorum. Toulon’dan ayrıldığımdan bu yana dört gündür yürüyorum. Bugün neredeyse on iki mil kadar yol katettim. Bu akşam bu taraflara geldiğimde bir hana gittim ve belediye binasında gösterdiğim sarı pasaportum yüzünden beni geri çevirdiler. Gittiğim yerde o pasaportu göstermek zorundaydım. Bir hana daha gittim. Her iki yer de bana ‘gitmemi’ söyledi. Beni kimse içeri almadı. Hapishaneye gittim, gardiyan bile beni kabul etmedi. Bir köpek kulübesine girdim, köpek beni ısırdı ve sahibi beni oradan kovaladı. Herkes benim kim olduğumu biliyordu. Açık havada, yıldızların altında uyumaya niyetlendim; tarlalara gittim ama zifirî karanlıktı ve gök gürlüyordu. Yağmur yağacağını düşünerek en azından bir kapı aralığı bulabilirim umuduyla yeniden kasabaya döndüm. Yonder Meydanı’nda, taş bankın üzerinde uyumaya niyetlendim ancak oraya gelen iyi niyetli bir kadıncağız bana sizin evinizi gösterdi. ‘Git, onun kapısını çal.’ dedi, ben de buraya geldim. Neresidir burası? Bir han mı işletiyorsunuz? Param var, ödeme yapabilirim. On dokuz yıl boyunca zindanlarda emeğimle kazanıp yüz dokuz frank ve on beş santim biriktirdim. Ödeme yapabilirim. İnanın bana, param var. Çok yorgunum, yürüyerek on iki mil katettim ve çok açım. Burada kalmama izin verir misiniz?”
“Madam Magloire.” dedi Piskopos sakince. “Masaya bir tabak daha ilave edelim.”
Adam üç adım ilerledi ve masanın üzerindeki lambaya doğru yaklaştı. “Durun.” diye devam etti konuşmasına, belli ki karşısındakiler anlattıklarını tam olarak anlayamamışlardı. “Bakın, beni duydunuz değil mi? Ben bir kürek mahkûmuyum. Zindanlardan geliyorum.” Cebinden büyük bir sarı kâğıt çıkardı ve açtı. “İşte pasaportum, gördüğünüz gibi rengi sarı. İşte bu kâğıt parçası benim her yerden kovulmama neden oluyor. Okumak ister misiniz? Okumayı biliyorum. Zindanlarda öğrendim. Okuma yazma öğrenmek isteyenler için orada bir okul da vardı. Bakın, bu pasaportta şunlar yazıyor: Jean Valjean, salıverilmiş bir mahkûm. Doğduğu yer ki bu sizi ilgilendirmiyordur, bu hapishanede on dokuz yıl geçirdi. Hırsızlıktan beş yıl hapse mahkûm edilmiş, dört kez kaçmaya teşebbüs ettiğinden cezası on dört yıl uzatılmıştır. Çok tehlikeli bir adamdır. İşte, her şey burada yazıyor. Herkes beni bu yüzden kovuyor. Beni kabul edecek misiniz? Burası bir han mı? Bana yiyecek bir şeyler ve bir yatak verebilecek misiniz? Ahırınız varsa orada da kalabilirim.”
“Madam Magloire.” dedi Piskopos yine sakince. “Misafir yatağına yeni çarşaf ve yorgan koyun.” İki kadının ona nasıl sessizce itaat ettiklerini size daha önceleri de açıklamıştık.
Madam Magloire, kendisine verilen talimatları yerine getirmek için odadan ayrıldı. Piskopos, adama doğru dönerek: “Oturun efendim, ısının biraz. Birazdan yemek yiyeceğiz ve siz yemeğinizi yerken yatağınız da hazırlanmış olur.”
Bu sırada adam neler olup bittiğini anladı. Yüzünün çaresizlik dolu, sert ifadesi yerini şaşkınlığa bıraktı; sevinçten gözleri parladı. Delirmiş gibi neşeyle kekelemeye başladı:
“Gerçekten mi? Nasıl yani? Kalmama izin verecek misiniz? Beni kovmayacak mısınız? Ben bir mahkûmum! Bana efendim dediniz! Bütün insanlar bana ‘Git buradan seni köpek!’ derken siz kabul mü ediyorsunuz? Sizin de beni kovacağınızdan emin olduğumdan hakkımdaki tüm gerçeği söyledim. Ah, Tanrı’m, buraya gelmemi söyleyen kadın ne iyi yürekliymiş! Şimdi yemek yiyebileceğim! Diğer herkes gibi çarşafları serilmiş gerçek bir yatakta yatacağım. Gerçek bir yatakta uyumayalı on dokuz yıl oldu! Ne kadar merhametlisiniz! Ne kadar iyi insanlarsınız! Kesinlikle karşılığını ödeyeceğim. Affedersiniz Monsenyör, sayın hancı isminiz nedir? Ne kadar isterseniz o kadar öderim. Siz iyi bir adamı sınız. Siz bu hanın sahibisiniz, değil mi?”
“Ben…” diye yanıtladı Piskopos. “Burada yaşayan bir papazım.”
“Bir papaz!” dedi adam kendi kendine. “Ah, ne iyi yürekli bir papazsınız! O zaman benden para da almayacaksınız sanırım. Siz şu büyük kilisenin papazısınız, öyle değil mi? Çok iyi! Ben gerçekten tam bir aptalım! Şapkanızı fark etmedim.”
Konuşmaya devam ederken adam sırt çantasını ve elindeki sopasını bir köşeye bıraktı, pasaportunu cebine koydu ve oturdu. Matmazel Baptistine kaçamak bakışlarla onu izledi. Adam konuşmaya devam etti:
“Siz gerçekten çok insancılsınız Monsenyör, beni kesinlikle aşağılamadınız. Çok iyi bir papazsınız, hiç de kibirli değilsiniz. Size para vermeme gerek yok, değil mi?”
“Hayır.” dedi Piskopos. “Paranızı kendinize saklayın. Ne kadar paranız vardı? Yüz dokuz frank mı demiştiniz?”
“Ve on beş santim.” diye ekledi adam. “Yüz dokuz frank ve on beş santim. Peki, bu parayı ne kadar zamanda biriktirdiniz?”
“On dokuz yıl.”
“On dokuz yıl!..”
Piskopos derin bir iç çekti.
Adam konuşmaya devam etti: “Paranın neredeyse tamamı hâla elimde. Dört günde sadece yirmi beş santim harcadım. Grasse’da bazı vagonların boşaltılmasına yardım ederek de para kazandım. Papaz olduğunuzu söylediniz, kaldığım zindanlarda da bir papaz vardı. Hatta bir gün oraya bir piskopos geldi. Monsenyör diyorlardı ona. Marsilya’daki başpiskopos imiş. Onun söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Affedersiniz, bunu çok kötü ifade ettim ama bu tür konular bana çok uzak! Bizlerin nasıl insanlar olduğunu bilirsiniz. ‘Zindanın ortasında bile dua edebilirsiniz.’ diyordu. Başında altından yapılma sivri bir şey vardı, gün ortasında parlak ışığın altında ışıldıyordu. Gaz lambasıyla aydınlatılmış odada hepimiz onun üç tarafına sıralanmıştık. Çok iyi göremiyorduk. O ise konuşmaya devam ediyordu ama konuştukları bizden çok uzaktı ve onu dinlemiyorduk. İşte bizim piskopos olarak düşündüğümüz kişi böyle biriydi.”
Adam konuşmasını sürdürürken Piskopos gidip ardına kadar açık olan kapıyı kapatmıştı.
Bu sırada Madam Magloire yemek odasına geri dönerek masanın üzerine gümüş yemek takımını yerleştirdi.
“Madam Magloire.” dedi Piskopos. “Onları mümkün olduğunca ateşin yakınına koyun.” Sonra misafire dönerek “Alplerde gece rüzgârları oldukça serttir. Üşümüş olmalısınız, efendim.” dedi.
Nazik ve sevecen tavrıyla efendim dediği her seferinde, adamın yüzü mutlulukla aydınlanıyordu. Monsenyör, bir mahkûm için çölde kendisine sunulmuş bir bardak su kadar değerliydi. Alçak gönüllülük, gerçekten dikkate alınması gereken bir özlemdi.
“Bu lamba çok kötü ışık veriyor.” dedi Piskopos.
Madam Magloire onun ne demek istediğini hemen anlamıştı ve Monsenyör’ün yatak odasına giderek dolaba yerleştirdiği iki gümüş şamdanı aldı ve yakılmış hâlde masanın üzerine koydu.
“Sayın Piskopos…” dedi adam. “Siz ne kadar iyi bir adamsınız, beni hiç küçümsemediniz. Evinize kabul ettiniz. Benim için mumlar yaktınız. Size her şeyi anlatıp nereden geldiğimi söylememe rağmen bana çok büyük bir iyilik yapıyorsunuz.”
Onun yakınında oturan Piskopos, nazikçe adamın eline dokundu. “Bana kim olduğunuzu söylemenize gerek yoktu. Burası aslında benim evim değil, aksine İsa Mesih’in evidir. Bu kapı, içeriye girenlerin kim olduklarıyla değil; nasıl bir kederde olduklarıyla ilgilenir, Tanrı’nın evidir. Acı çekiyorsunuz, aç ve susuzsunuz; bu yüzden de Tanrı’nın evine hoş geldiniz. Bana teşekkür etmenize ve sizi evime kabul ettiğim için minnettar olduğunuzu söylemenize gerek yok. Sığınacak bir yuvaya ihtiyacı olandan başka kimseye yer yoktur burada. Yoldan geçen herkese hep aynı şeyi söylüyorum, burası benden çok sizlerin evidir. Buradaki her şey sizindir. Adınızın ne olduğunu, kim olduğunuzu bilmeme gerek yoktur. Ayrıca, siz bana söylemeden önce de ben kim olduğunuzu biliyordum zaten.”
Adam şaşkınlıkla gözlerini Piskopos’a yöneltti. “Gerçekten mi? Bana ne denildiğini biliyor muydunuz?”
“Evet.” diye yanıtladı Piskopos. “Bir ‘kardeştir’ denildi.”
“Durun, Saygıdeğer Monsenyör.” diye haykırdı adam. “Buraya girdiğimde öylesine acıkmıştım ki! Ancak siz öylesine iyi yüreklisiniz ki artık bana neler olduğunu anlayamıyorum. Bana karşı insanca tutumunuz açlığımı unutturdu.”
Piskopos şefkatle ona baktı ve şöyle dedi: “Çok mu acı çektiniz?”
“Ah, üzerimde kırmızı mahkûm kıyafetleri, ayak bileklerimde prangalar, uyumak için sadece sert bir tahta, soğuk zindanlar, hükümlüler, dayaklar, zincire vurulmalar, tek kişilik rutubetli hücreler, hastalıklar, ayaklarıma bağlanılan ağır ve kalın zincirler, korkunç bir zaman… Köpekler, köpekler bile benden çok daha mutludur! On dokuz yıl! Kırk altı yaşındayım ve bunca çileli yılın ardından, işte bu sarı pasaportun sahibiyim.”
“Evet.” diye devam etti Piskopos. “Gerçekten çok acı çektiğiniz bir yerden geldiniz. Dinleyin. Cennette, tövbe eden bir günahkârın gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü, yüzlerce masum adamın çehresinden daha büyük bir memnuniyetle karşılanır. Bunca acı çekmenize rağmen yine de o insanlara karşı kin duymayın, onlardan nefret etmeyin. Siz de merhamet edilmeyi hak ediyorsunuz. İyi niyetli ve sabırlı davranacak olursanız, hepimizden çok daha değerli bir insan olursunuz.”
Bu arada Madam Magloire akşam yemeğini hazırlamıştı. Su, yağ, ekmek ve tuzla yapılan bir çorba, biraz domuz pastırması, biraz koyun eti, incir, taze peynir ve büyük bir somun çavdar ekmeği. Piskopos’un masasına, misafir günlerine mahsus bir şişe eski şarap da eklenmişti.
Piskopos’un yüzü, konuksever tabiatlara özgü o neşeli ifadeyle aydınlandı. “Haydi, yemeğe geçelim!” dedi coşkuyla. Bir yabancı onunla yemek yerken âdeti olduğu üzere, adamı sağına oturttu. Son derece naif ve insancıl olan Matmazel Baptistine, onun solunda yerini aldı.
Piskopos öncelikle bir yemek duası yapılmasını istedi, sonrasında âdeti olduğu üzere çorbayı ilk önce misafirine ikram etti. Adam büyük bir iştahla yemeye başladı.
Piskopos, birden durarak “Bana öyle geliyor ki bu masada eksik bir şey var.” dedi.
Madam Magloire, aslında gerekli olduğu üzere masaya sadece üç takım çatal ve kaşığı yerleştirmişti. Ancak Piskopos akşam yemeklerinde misafiri olduğu zaman, mutlak surette masaya altı gümüş takımın yerleştirilmesini isterdi. Bu, onun açısından tamamen masumane bir gösterişti. Bir nevi lüksün zarif görüntüsü olan bu takımlar, onun yoksul hanesinde sahip olduğu en büyük eğlencesiydi.
Madam Magloire; onun bu sözüyle ne demek istediğini hemen anlamış, tek kelime etmeden dışarı fırlamış ve kısa bir süre sonra Piskopos’un kastettiği geri kalan üç takım gümüş çatal kaşık ile geri dönerek onları masanın üzerine simetrik olarak yerleştirmişti.
IV
Pontarlier’nin Peynir Fabrikaları ile İlgili Ayrıntılar
Şimdi o masada geçenler hakkında sizlere bir fikir vermek adına, Matmazel Baptistine’in Matmazel Boischevron’a yazdığı mektuplardan birinden, hükümlü ile Piskopos arasındaki konuşmanın ustaca bir incelikle anlatıldığı pasajı aktarmak istiyorum.
…Bu adam sofrada kimsenin yüzüne bakmıyordu. Büyük bir açgözlülükle yemeğini yemeye odaklanmıştı. Ama yemekten sonra şöyle dedi: “Tanrı’nın bahşettiği Saygıdeğer Monsenyör, hazırlamış olduğunuz bu yemekler benim açımdan elbette ki yeterli ancak yemek yememe izin vermeyen o arabacıların sizden çok daha mükellef bir sofraya sahip olduklarını söyleyebilirim.” Aramızda kalsın ama bu sözleri beni gerçekten sinirlendirmişti. Kardeşim ona şöyle cevap verdi: “Onlar benden çok daha yorgun olduklarındandır.” “Hayır.” diye yanıtladı adam. “Onların daha fazla parası olduğu için. Siz fakirsiniz, bunu açıkça görebiliyorum. Hatta belki de bir papaz bile değilsinizdir. Yoksa sadece bir köy papazı mısınız? Ah, şayet Tanrı adaletli olsaydı, sizin kesinlikle bir papaz olmanız gerekirdi!”
“Yüce Tanrı adaletli olmaktan çok daha fazlasıdır.” dedi ona kardeşim. Sonra hemen ekledi: “Mösyö Jean Valjean, Pontarlier’ye mi gidiyorsunuz?”
“Oraya gitmek zorundayım.”
Adam sanırım buna benzer bir şey söylemişti. Sonra şöyle devam etti: “Yarın gün ağardığında yeniden yola koyulmalıyım. Yolculuk çok güç oluyor. Geceler ne kadar soğuksa gündüzler de bir o kadar sıcak oluyor.”
“Güzel topraklara gidiyorsunuz.” dedi ona kardeşim. “Devrim sırasında ailem dağıldığında ben de önce Franche-Comte’a sığınmıştım ve bir süreliğine orada çalışarak nafakamı çıkardım. Güçlü ve sağlıklı bir adamdım. Orada yapabileceğim çok iş vardı. Birinin sadece o işlerden birini seçmesi gerekiyordu. Orada kâğıt fabrikaları, tabakhaneler, içki fabrikaları, petrol fabrikaları, büyük ölçekli saat fabrikaları, bakır fabrikası; dördü Lod, Chatillon, Audincourt ve Beure topraklarına kurulmuş en az yirmi demir dökümhanesi vardı. Bu elbette ki kabul edilebilir büyüklükte iş olanağı sağlıyordu.”
Kardeşimin bahsettiği isimlerin bunlar olduğunu söylerken yanılmadığımı düşünüyorum. Tam bu sırada, onunla konuşmayı bırakarak bana döndü: “Sevgili kız kardeşim, orada bizim akrabalarımız yok mu?” dedi.
Ben de cevapladım: “Bazı akrabalarımız vardı, hatta eski zamanlarda Pontarlier kapılarına bakan Yüzbaşı Lucenet de bizim akrabamızdı.”
“Evet.” diyerek devam etti kardeşim. “Ama 1793’te hiç akrabamız yoktu. İnsanların kendi başının çaresine bakması, hayatını kazanmak için bizzat çalışması gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Pontarlier topraklarında tam olarak nereye gidiyorsunuz, Mösyö Valjean? Orada gerçekten büyük ve güzel peynir fabrikaları vardır. Büyüleyici bir endüstriye sahiptir, kardeşim. Meyvelik dedikleri peynir mandıraları bulunmaktadır.”
Sonra kardeşim, bir taraftan adamı yemek yemeye teşvik ederken diğer taraftan büyük bir dikkatle ona Pontarlier’deki peynir fabrikaları hakkında açıklamalar yapıyordu. Bu fabrikaları iki sınıfa ayırmıştı: Zenginlere ait olan ve her yaz üç ila dört ton peynir üreten, kırk veya elli ineğin bulunduğu büyük fabrikalar ve daha fakirlere ait olan mandıralar. Bunlar ineklerini ortak kullanan ve hasılatı paylaşan dağ köylüleriymiş. Her hissedar, ineklerin başına bir kâhya bırakırmış. Onlar da peynir yapma zamanı olan nisan ayının sonuna kadar her gün, günde üç sefer süt sağar; aldıkları sütü de iki liste üzerinde işaretlerlermiş.
Yemeklerden yedikçe adamın giderek gücünü geri kazandığını görebiliyordum. Kardeşim, oldukça pahalı olmasına karşın o güzel Mauves şarabından misafirine bolca ikram ediyordu. Kardeşim bütün bu ayrıntıları, sizin de aşina olduğunuz o rahat neşesiyle anlatıyor; konuşması arasında bir taraftan da bana iltifatlar yağdırıyordu. Sohbeti sırasında sık sık o peynir imalathanelerine geri dönerek misafirine, aslında onun açısından en uygun tavsiyenin de kendisi açısından en uygun sığınacak yerin de orası olduğunu ima ediyordu. Bu konuda bir şey, beni fazlasıyla etkilemişti. Bu adam gerçekten de tam olarak sana anlattığım gibi biriydi. Eh, bu arada ne yemek sırasında ne de tüm akşam boyunca kardeşimin bu adama kendisinin kim olduğunu söylememesi de gözümden kaçmamıştı. Bu konuda ona tek bir kelam dahi etmemişti. Onun yerinde başka birisi olsa misafirinin karnını doyurduktan sonra ona küçük küçük vaazlar vermekten çekinmez, mahkûmu bir din adamı sıfatıyla etkilemeye çalışarak ona neler yapması konusunda tavsiyelerde bulunurdu. Böylesi talihsiz bir adamla karşılaşan biri, onu gelecekte daha iyi davranması için teşvik edebilir; bedenini olduğu kadar ruhunu da beslemek ve ona, ahlak dersi ve öğütleriyle terbiye edilmiş bir parça sitem ya da biraz merhamet bahşetmek için bu fırsatı kesinlikle kullanabilirdi. Kardeşim ise ona ne tam olarak nereden geldiğini ne de geçmişinde neler yaşadığını sormuştu. Çünkü adam geçmişinde büyük hatalar yapmıştı ve kardeşim ona, bunu hatırlatabilecek her şeyden kaçınıyor gibi görünüyordu. Hatta Pontarlierlilerin çok rahat yaşadığını, onların Tanrı’nın talihli kulları olduklarını söylediği zaman, adamın bundan kırılabileceğini düşünerek sözlerini kısa kesti.
Kardeşimin düşüncelerini zihnimde tartarak onun yüreğinden geçenleri anladığımı sanıyorum. Adı Jean Valjean olan bu adam çok talihsiz ve çok acı çekmiş bir kimseydi. Kardeşim ise en iyisinin onu geçmişine dair düşüncelerden uzaklaştırmak olduğunu ve ona gayet doğal davranarak diğer insanlardan hiçbir farkı olmadığına inandırmak için elinden geleni yapıyordu. Şefkat ve acımak da böyle hareket etmemizi gerektirmiyor muydu zaten? Vaazdan, ahlak dersi vermekten, kinayelerden uzak duran bu ince duruşla, yüreği acıyla dolu bir kimseyi avutmaya çalışmak, bir fakire sadaka vermekle eş değer değil miydi? Bir insanın acılarına dokunmamak gerekir sevgili dostum, kardeşim de bunları düşünüyor ama her hâlükârda size şunu söyleyebilirim ki içinde beslediği tüm bu düşüncelerini bana yansıtmamak için çabalıyordu. Adamın buraya gelmesinden itibaren, sonuna kadar ona her zaman başkalarına davrandığı gibi davranıyor; bu Jean Valjean’ı sanki karşısında Mösyö Gedeon ya da Prevost varmış gibi ağırlıyor; diğer tüm papaz arkadaşlarına yemek veriyormuş gibi onunla sıcak sohbetler ediyordu.
Yemeğin sonlarına doğru, incir yemeye başladığımız sırada kapı çaldı. O, bahsi geçen Gerbaud, kucağında bebeğiyle içeri girdi. Kardeşim bebeği alnından öptü ve Rahibe Gerbaud’ya vermek üzere bana emanet etmiş olduğu on beş santimi, kadına vermek için benden aldı. Adam bu sırada etrafındaki hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Artık konuşmayı da bırakmıştı ve çok yorgun görünüyordu. Zavallı Gerbaud ayrıldıktan sonra, kardeşim misafire doğru dönerek: “Çok uykunuz gelmiş olmalı.” dedi. Madam Magloire bu sırada hemen masayı topladı. Bu artık bizim, misafirin dinlenebilmesi için odalarımıza çekilmemiz anlamına geliyordu; ikimiz de odalarımıza çıktık. Bu sırada odamda bulunan karaca postunu misafire vermesi için Madam Magloire’ı bir aralık aşağıya gönderdim. Geceleri çok soğuk oluyor buraları, bu onu en azından sıcak tutardı. Kardeşim Almanya’dayken bu postu ve masada kullandığım fil dişi saplı küçük bıçağı Tuna Nehri’nin yakınlarında bulunan Tottlingen’den getirmişti. Bu postun artık iyice eskimiş ve kıllarının dökülmeye başlamış olması ne yazık…
Madam Magloire hemen geri döndü. Çarşafları astığımız oturma odasında dualarımızı ettik ve sonrasında birbirimize tek kelime etmeden kendi odalarımıza çekildik.
V
Huzur
Monsenyör Bienvenu, kız kardeşine iyi geceler diledikten sonra masadaki iki gümüş şamdandan birini aldı; diğerini misafirine verdi ve şöyle dedi: “Mösyö, sizi yatacağınız odaya götüreyim.”
Adam onu takip etti.
Daha önceden anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi ev öyle düzenlenmişti ki girintinin bulunduğu dua alanına girmek veya oradan çıkmak için Piskopos’un yatak odasını geçmek gerekiyordu.
O, bu odaya geçerken Madam Magloire da gümüş takımları yatağın başucundaki dolaba koyuyordu. Bu, onun her akşam yatmadan önce yaptığı son göreviydi.
Piskopos, konuğunu odasına yerleştirdi. Onun için tertemiz bir yatak hazırlanmıştı. Adam mumu küçük şifonyerin üzerine koydu.
“Tamam.” dedi Piskopos. “Şimdi size iyi geceler dilerim. Yarın sabah yola çıkmadan önce ineklerimizden size bir bardak ılık süt ikram edeceğim.”
“Teşekkürler, Papaz Efendi.” dedi adam.
Her ne kadar bu sözleri tamamen barışçıl duygularla telaffuz etmiş olsa da birdenbire öylesine bir hareket yapmıştı ki şayet iki aziz kadın onun bu hareketini görmüş olsalardı mutlak surette dehşete kapılırlardı. O anda bu adama böyle bir hareket yapması için neyin ilham verdiğini, bizim açımızdan bugün bile açıklamak çok zor. Acaba bir uyarıda mı bulunmak istemişti, yoksa bir tehdit mi savurmak niyetindeydi? Yoksa kendisinin bile farkında olmadığı bir tür içgüdüsel dürtüye mi boyun eğiyordu? Birden yaşlı adama doğru döndü, kollarını önünde kavuşturdu ve vahşice bir bakışla âdeta haykırırcasına şunları söyledi:
“Ah! Gerçekten mi? Beni evinizde kendinize bu kadar yakın tutuyorsunuz demek?”
Sonra bir süre durdu, canavarca bir şeylerin gizlendiği korkunç bir kahkaha attı:
“Bunu iyice düşündünüz mü? Benim bir katil olmadığımı nereden biliyorsunuz?”
Piskopos sakince yanıtladı:
“Bu, Tanrı’yı ilgilendiren bir meseledir.”
Sonra gayet ciddi bir tavırla, dua eden ya da kendi kendine konuşan biri gibi dudaklarını kıpırdatarak sağ elinin iki parmağını kaldırdı ve misafirini takdis etti. Sonrasında başını çevirmeden ve arkasına bile bakmadan kendi yatak odasına geçti.
İçerideki misafir odasını, duvardan duvara çekilen büyük bir perde ayırıyordu. Piskopos, odasına geçerken arkasından perdeyi de çekti ve sonrasında perdenin önünde diz çökerek kısa bir dua etti. Kısa bir süre sonra da odasından bahçeye çıkarak bir süre yürüdü. Gezintisi esnasında tefekkür ederek kendi kendine mırıldanmaya devam ediyordu. Kalbi ve ruhu, Tanrı’nın geceleri açık kalan gözlere gösterdiği o büyük ve gizemli düşüncelere dalmıştı tamamen.
Adama gelince aslında o kadar yorulmuştu ki güzel, bembeyaz çarşafların keyfini bile sürememişti. Mahkûmların alışık olduğu tavırla, mumu bir üfleyişte söndürmüş; giyinik hâliyle kendisini yatağa atarak hemen derin bir uykuya dalmıştı.
Piskopos, bahçesinden odasına geri döndüğünde gece yarısı olmuştu. Birkaç dakika sonra ise küçük evde herkes çoktan derin bir uykuya dalmış bulunuyordu.
VI
Jean Valjean
Gece yarısı Jean Valjean uyandı.
Jean Valjean, Brie’nin fakir bir köylü ailesinden geliyordu. Çocukluğunda okuma yazma dahi öğrenmemişti. Gençlik dönemine yaklaştığında Faverolles’de ağaç budama ustalığını icra etmişti. Annesinin adı Jeanne Mathieu, babasının adı ise Jean Valjean ya da Vlajean idi. Muhtemelen bir lakap ya da “Voila Jean”[3 - İşte Jean.] kelimesinin kısaltılmış hâliydi.
Jean Valjean, öyle pek de neşeli ve sevecen bir insan değildi ancak yine de çok karamsar olmayan ve düşünceli bir mizaca sahipti. Bununla birlikte, genel olarak Jean Valjean’ın içinde gizli bir şeylerin uyuduğu belli oluyordu. Annesini ve babasını çok erken yaşta kaybetmişti. Annesi, gerektiği gibi ilgilenilmediğinden zehirli sütten hayatını kaybetmişti. Kendisi gibi ağaç budama ustası olan babası ise ağaçtan düşerek ölmüştü. Jean Valjean’ın elindeki tek yakını, erkek ve kız yedi çocuğu olan ve çok erken yaşta dul kalan ablası olmuştu. Jean Valjean’ı işte bahsettiğimiz o ablası büyütmüştü. Kadının kocası erken yaşta öldüğünde ise Jean Valjean onun çocuklarına babalık etmiş ve ablasının yanına sığınmıştı. Ablasının kocası öldüğünde yedi çocuğun en büyüğü henüz sekiz, en küçüğü ise bir yaşındaydı.
Jean Valjean o sıralarda yirmi beş yaşındaydı. Çocuklarla babalarıymış gibi ilgilenerek ablasına onların yetiştirilmesinde destek olmuştu. Hayata karşı fazlasıyla kalender ve tembel bir duruşu olmasına karşın ablasına yardımcı olmayı bir görev olarak kabullenmişti. Böylece gençliği çok az kazanç ve zorlu işlerle geçti. Kendi memleketinde olmasına rağmen hiçbir zaman dost edinemedi, nazik bir kadın arkadaşla bile tanışma olanağı olmadı. Âşık olacak zamanı bile bulamadı.
Geceleri yorgun ve bitap hâlde eve döner, hiçbir şey söylemeden yemeğini yerdi. Kız kardeşi Jeanne, yemek yedikleri sırada genellikle yemeğin en iyi kısmını -biraz et, bir dilim domuz pastırması, lahananın göbeği gibi- çocuklarından birine vermek için kâsesinden alırdı. Jean Valjean ise başı masaya eğik, uzun saçları önündeki tabağa doğru dökülerek gözlerini gizler; etrafında olup biteni hiç algılamıyor ve buna izin veriyormuş gibi bir tavır takınırdı. Faverolles’de, Valjean’ın sazdan kulübesinden çok uzakta olmayan sokağın diğer tarafında, Marie-Claude adında bir çiftçinin karısı vardı. Valjean gibi çocuklar da her zaman açlık çekerlerdi. Kimi zaman anneleri adına Marie Claude’dan bir litre süt ödünç almaya gider, bir çitin arkasına ya da bir ara sokağa girerek sürahiye doldurttukları sütü aceleyle içmeye çalışırlardı. O kadar aç olurlardı ki küçük kızlar sütü içerken boyunlarından aşağıya, önlüklerine dökerlerdi. Anneleri çocukların bu yaramazlıklarını öğrenecek olsa onları kesinlikle çok ağır biçimde cezalandırırdı. Jean Valjean ise bu durumun farkında olduğundan çocuklar, annelerinden dayak yemesinler diye gizlice Marie Claude’a süt paralarını öder; böylece yeğenlerinin cezalandırılmasını önlemiş olurdu.
Ağaçların budanma mevsimi geldiğinde Jean Valjean, günde on sekiz metelik kazanırdı. Sonra hasat zamanı geldiğinde saman toplama ve ardından her türlü angarya işe koşar, çiftliklerde bulabildiği tüm işlerde üç santime çalışırdı. Bu konuda gerçekten de elinden geleni yapardı. Ablası da çalışıyordu ama yedi küçük çocukla ne kadar kazanabilirdi ki? Onlar gerçek anlamda yavaş yavaş yok edilen, tüm hayatları sefaletle sarmalanmış bir grup kederli insan topluluğundan başka bir şey değildi. Çok sert bir kış bastırmıştı. Jean’ın bir işi yoktu. Aile ekmek alacak para dahi bulamıyordu. Evet, gerçekten de evde bir lokma ekmek dahi yoktu. Yedi çocuk, hepsi açtı!
Bir pazar akşamı, Faverolles’deki Kilise Meydanı’nda fırıncı Maubert Isabeau yatmaya hazırlandığı sırada, dükkânının kepenkli cephesinde büyük bir gürültü duydu. Bir yumruk darbesiyle açılan delikten kolunu içeriye uzatan hırsızı görebilecek kadar hızlı biçimde içeri koştu. İçeriye uzanan kol, bir somun ekmek kapıp elini çekti. Isabeau aceleyle dışarı çıktı, hırsız var gücüyle kaçıyordu. Isabeau peşinden koştu ve onu yakalamayı başardı. Hırsızın elindeki somun fırlayıp yere düşmüştü. Kırık camdan ekmeği dışarı çekerken kolu kesilmişti ve o anda hâlâ kanamaya devam ediyordu. Bu, Jean Valjean’dan başkası değildi.
Bu olay 1795’te gerçekleşti. Jean Valjean; gece vakti gasp, hırsızlık ve meskûn bir haneye girmek suçlarından dönemin mahkemelerinin huzuruna çıkarıldı. Dünyada belki de herkesten çok iyi kullanmayı becerdiği bir silahının olması ve o dönem avcılıkla uğraşması, davasında onun aleyhine kullanıldı. O dönemlerde kaçak avcılara dair çok büyük ön yargı vardı ve onları kaçakçılarla bir tutarlardı. Bu nedenle Jean Valjean da kendi topluluğu arasında kötü bir kimse olarak kabul edilmişti. Yine de şu noktada bir durumu daha belirtmek isterim ki o dönemlerde sıradan avcılar ve kasabaların korkunç katilleri arasında hâlâ büyük bir uçurum söz konusuydu. Onlara göre kaçak bir avcı ormanda yaşar, bir kaçakçı ise dağlarda veya denizlerde hayatını sürdürürdü. Şehirler, yozlaşmış adamlarla dolu olduğundan vahşi insanlar yaratırdı. Onların görüşüne göre dağlar, denizler, ormanlar vahşi insanların ortaya çıkmasına neden olurdu; onların yaşantısı şiddeti geliştirirdi ancak yine de bu, insanların çoğu zaman insani yönlerini yok etmezdi.
Jean Valjean yargılama sonucunda suçlu bulundu. Kanunlarda şartlar açıktı. Bizim medeniyetimizin korkunç an ve durumları vardı. İşte yargılama sonucunda hükümlerin verildiği anlar da bunlardan biriydi. Ah, toplumun geri çekildiği ve duyarlı bir varlığın onarılmaz bir şekilde terk edilmesinin tamamlandığı işte o an, ne kadar da uğursuz bir andı! Jean Valjean, kadırgalarda beş yıl forsalık yapmaya mahkûm edildi.
22 Nisan 1796’da, İtalya ordusunda general olan Buona-Parte tarafından Motenotte Zaferi’nin kazanıldığı Paris’te ilan ediliyordu. Aynı gün Bicétre’den yola çıkan büyük bir kadırga da zincire vurulmuş mahkûmları taşıyordu. Jean Valjean da o mahkûmların arasındaydı. Hapishanenin şimdi neredeyse seksen yaşında olan eski gardiyanlarından biri; avlunun kuzey köşesinde, dördüncü sıranın sonunda zincirlenmiş talihsiz zavallı mahkûmu gayet mükemmel biçimde hatırlıyordu. O da diğerleri gibi yerde oturuyordu. Durumunun korkunç olması dışında, etrafında olan biteni pek algılamış gibi görünmüyordu. Sürekli olarak derin düşüncelere dalıyor, başına gelenlere bir çözüm bulmaya çalışıyor, bulamadıkça da daha fazla bunalıma giriyordu. Çekicin sert darbeleriyle, demir pranganın başının arkasına perçinlenmesi sırasında çaresizlik içinde ağlıyor; hıçkırıkları neredeyse boğulmasına neden oluyor, konuşmasını engelliyordu; zaman zaman sadece “Faverolles’de ağaç budama ustasıydım ben.” demeyi başarıyordu. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederek sağ elini kaldırıyor ve yedi kez yavaş yavaş indiriyordu. Boynuna geçirilen zincirli pranganın ağırlığı altında ablasını ve yedi zavallı çocuğunu, onların nasıl giyineceğini, beslenmek için ne yapacaklarını düşünerek kahrından mahvoluyordu.
Toulon’a doğru yola çıktı. Yirmi yedi günlük bir yolculuktan sonra, bir yük arabası üzerinde, boynunda prangayla oraya vardı. Toulon’a vardıklarında üzerlerine kırmızı mahkûm elbiseleri giydirildi. Hayatını oluşturan her ne varsa, adı bile orada silindi; o artık Jean Valjean değildi. Ona 24.601 numarası verildi, böylece sadece numaradan ibaret bir varlığa dönüştü. Ablasına ne olacaktı? Yedi çocuk onsuz ne yapacaktı? Onlarla kim ilgilenecekti? Kökünden tamamen kesilmiş olan o genç ağacın üzerinde kalan bir avuç yaprak, şimdi ne yapacaktı?
Hep aynı hikâyeydi işte. O zavallı canlılar, Tanrı’nın yarattığı o sefiller artık tamamen desteksiz, rehbersiz; sığınacakları bir kucakları, güvenecekleri bir omuzları olmadan oradan oraya savrulacak, kim bilir belki de her biri bambaşka yönlere dağılacak, çaresizliğin verdiği biçarelikle o soğuk puslu hayatın içinde kaybolacaklardı. İnsan ırkının karanlık yollarında o biçareler, arka arkaya kasvetli gölgeler gibi yok olacaklardı. Önce memleketleri onları terk edecekti. Köyleri olan yerin saat kulesi onları unutacak, kendi insanları bile onları umursamayacaktı. Kürek mahkûmu olarak geçirdiği birkaç senenin ardından Jean Valjean bile onları unuttu. Yüreğindeki o kanayan büyük yarası artık kabuk bağlamıştı. Hepsi bu kadardı. Toulon’da geçirdiği süre boyunca ablasından sadece bir kez haber alabildi. Sanırım bu, tutsaklığının dördüncü yılının sonlarına doğruydu. Haberin kendisine hangi kanallardan ulaştığını bilmiyorum. Onun memleketinden, ailesini tanıyan biri ablasını Paris’te görmüştü. Rue du Gindre’ın arka sokaklarında, Saint-Sulpice’in yoksul sokaklarının birinde çocuklarının en küçüğü olan oğluyla birlikte yaşıyormuş. Diğer altı çocuğa ne olmuştu acaba? Belki ablası bile onlara ne olduğunu bilmiyor olabilirdi. Her sabah ciltlerini diktiği 3 no.lu Sabot Sokağı’ndaki matbaaya giderek çalışıyormuş. Sabahın altısında -kış aylarında, gün doğmadan zifirî karanlıkta- orada olması gerekiyormuş. Matbaa ile aynı binada bir okul varmış ve yedi yaşındaki küçük oğlunu bu okula gönderiyormuş. Ama matbaada saat altıda işbaşı yaptığından ve okul saat yedide açıldığından, çocuk bir saat boyunca okulun avlusunda beklemek zorunda kalıyormuş ve özellikle kış aylarında, dondurucu soğukta beklemek çocuğu çok zorluyormuş. Çocuğun ayak bağı olduğunu söylediklerinden, matbaaya da girmesine izin verilmiyormuş. Sabah diğer işçiler yanından geçtiklerinde, bu zavallı küçüğün kaldırım kenarında donmuş vaziyette oturduğunu, çoğu zaman hâlâ karanlık olduğundan derin bir uykuya daldığını ve kimi zaman da iki büklüm hâlde titrediğini görüyorlarmış. Ancak hiçbirinin elinden yapacak bir şey gelmiyormuş. Bu yüzden de ona acıyarak yanından geçip gidiyorlarmış. Yağmur yağdığında orada yaşayan yaşlı kadınlardan bir kapıcı; ona acıdığından içeride sadece bir şilte, bir sehpa ve iki tahta sandalyenin olduğu küçük kulübesine alıyormuş onu ve böylece küçük çocuk en azından daha az üşüyerek tıpkı kedi yavrusu gibi bir köşede uyuyakalıyormuş. Saat yedide okul açıldığında o da sınıfına gidiyormuş. Jean Valjean’a anlatılanların hepsi bu kadardı. Bu duydukları karşısında içindeki ateş yeniden alevlenmişti. Bir anda zihninde şimşekler çakmış, sanki sevdiği şeylerin kaderine birdenbire bir pencere açılmış ve sonrasında bir anda bütün düşünceleri kapanmıştı. O zamandan sonra bir daha onlar hakkında hiçbir şey duymadı. Bir daha kendisine ablası hakkında kimse bilgi vermedi. Onları bir daha hiç göremeyecekti, bir daha hiçbir yerde karşılaşamayacaktı ve bu acıklı tarihin devamında artık onları tamamen yitirecekti.
Mahkûmiyetinin dördüncü yılının sonuna doğru Jean Valjean, kaçma girişiminde bulundu. Yoldaşları, o kederli yerde her zaman olduğu gibi ona yardım etti ve o da kaçmayı başardı. Eğer özgür olmak; avlanmak, her an başını çevirerek arkasını kollamak, en ufak bir seste titremek, yoldan geçen birinden, havlayan bir köpekten, dörtnala koşan bir attan, çalan bir saatten, görülebildiği için günden, göremediği için gecenin karanlığından korkmaksa iki gün boyunca tarlalarda özgürce dolaştı. İkinci günün akşamında ise yakayı ele verdi. Otuz altı saat boyunca ne yemek yedi ne de uyudu. Kaçtığı için cezası üç yıl uzatılmış, bu yüzden mahkûmiyeti sekiz yıla çıkmıştı. Altıncı yılın sonunda yine daha fazla dayanamayarak bir kaçma girişiminde daha bulundu ancak kaçışını tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Yoklama esnasında kayıptı. Silahlar ateşlenmiş ve gece devriyesi hemen aramaya girişerek onu, henüz yapım aşamasında olan bir geminin kadırgasının altına gizlenmiş hâlde yakalamıştı. Muhafızlara direnmişti ancak çabası nafileydi. İçindeki kaçma ve isyan duygularını bastırması mümkün olmuyordu. Olan olmuştu artık, bu sefer mahkeme onun cezasının beş yıl daha uzatılmasına ve iki yıl boyunca çift pranga taşımasına karar verdi. Ama o yılmak bilmiyordu, on üç yılın sonunda yine kaçma girişiminde bulundu ancak bunda da başarısız oldu ve bu yeni girişimi yüzünden cezasına üç yıl daha eklendi. On altıncı yılın sonunda son bir girişimde daha bulundu ancak kaçışından yaklaşık dört saat sonra tekrar yakalanmayı başararak kaçak olduğu dört saat için bir üç yıl daha ceza aldı. Cezası en son aldığı mahkûmiyeti ile on dokuz yılı buldu. Sonunda Ekim 1815’te serbest bırakıldı. O zindanlara 1796 senesinde, sadece bir dükkânın camını kırıp içeriden bir somun ekmek çaldığı için girmişti.
Burada kısa bir parantez açmak gerek. Bu kitabın yazarı, cezai sorunlar ve kanunlar tarafından lanetleme üzerine yaptığı çalışmalarda, bir somun ekmeğin çalınmasının bir insanın kaderini değiştirerek felaketine neden olduğuna ikinci kez yer vermektedir. Onun eserlerindeki karakterlerden Claude Gueux da tıpkı Jean Valjean gibi bir somun ekmek çalmıştı. İngiliz istatistikçilerinden biri de Londra’daki her beş hırsızlıktan dördünün sadece açlık sebebiyle yapıldığını kanıtlıyordu.
Jean Valjean hapishaneye hıçkırıklar içerisinde ağlayarak, korku ve acıdan titreyerek girmişti ancak bezgin, kayıtsız bir hâlde ve tamamen duygusuz olarak çıkmıştı. Umutsuzluk içerisinde o zindanlardan içeriye adım atmış, büyük bir karamsarlıkla dışarı çıkmıştı. Kim bilir o zindanlarda bu adamın ruhuna neler olmuş, orada neler çekmişti?
VII
Umutsuzluğun Sebebi
Onu anlatmaya devam edelim.
Toplumun kişilere nasıl davranması gerektiğini kararlaştırması için öncelikle onlara bakması gerekir çünkü onları yaratan kendisidir.
Daha önce de dediğimiz gibi Jean Valjean cahil bir adamdı ama kesinlikle aptal değildi. Doğal bir ışık onun yolunu aydınlatıyordu. Mutsuzluk, acı çekme duygusu bu tür insanların gözlerini açar; her zaman ve bu zihinlerde var olan az miktarda gün ışığını artırır. Yediği dayaklar, prangalar, hücre cezaları, sıkıntılı durumlar içinde kadırgaların yakıcı güneşinin altında, mahkûm olarak kendisine verilen tahta bir yatak üzerinde bu adamın uğradığı haksızlıklar onun çok daha iyi düşünen bir insan olmasını sağlamış; her türlü acıya katlanırken onu durmaksızın düşünmeye sevk etmişti. Sürekli olarak kendisini muhakeme içinde bulmuştu. Kendi mahkemesini kurmuş ve hayatını gözden geçirerek yine kendi kendisini yargılamaya başlamıştı.
Artık haksız yere cezalandırılan masum bir adam olmadığı gerçeğini kabul etti. Aşırı ve ayıplanacak bir davranışta bulunduğunu kendi kendine itiraf etti; eğer o bir somun ekmeği dükkân sahibinden istemiş olsaydı muhtemelen reddedilmeyecekti. Her hâlükârda sebat etmesinin ve emeğinin karşılığında kazanacağı nafakasını beklemesinin onun hayrına olacağını biliyordu. Bu noktada, kendi kendini sorguladığı anlarda cevapsız kalan tek bir soru vardı: “Aç insan sebat edebilir miydi?” Aslında bu, pek de cevapsız kalabilecek bir soru değildi. Her şeyden önce, herhangi birinin kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölmesi çok ender rastlanılan bir durumdu. Ayrıca, neyse ki ya da ne yazık ki demek daha doğru olacaktı; insan doğası öyle yaratılmıştı ki hem ahlaki hem de fiziksel olarak ölmeden önce gerçek anlamda büyük acılar çekebilecek güce sahipti. Zaten sırf bu nedenden dolayı sabırlı olması gerekirdi. O zaman, ablasının o zavallı çocuklarına daha fazla faydası olurdu. O gerçek anlamda bir zavallıydı; toplumun şiddet dolu tasmasından yakalayarak kuvvetini denemeye çalışan, hırsızlık yaparak düştüğü sefaletten kurtulabileceğini düşünen bir aptaldı. Her hâlükârda sefaletten hırsızlık yaparak kurtulacağını düşünmüş bir budalaydı ve kötü bir kapıyı seçmiş, o kapıdan içeriye sadece rezillik girmişti. Kısacası çok büyük bir hata yapmıştı.
Sonra yine kendisini sorgulamaya başladı…
Şu fâni dünyada tek kusurlu kişinin kendisi olup olmadığını sorguladı. İlla önemli biri olmasına gerek yoktu, bir işçi olarak çok çalışabilecek güce sahipti ancak işsiz kalmıştı. Çalışkan bir adamdı ve bir işe sahip olsaydı o zaman ekmek çalmasına da gerek kalmayacaktı. Ayrıca sefillikten hırsızlıkla kurtulması imkânsızdı. Aksine insan çok daha sefil bir duruma düşüyordu. Suçlunun işlediği suçla cezanın orantısı, karşılığında ödemiş olduğu bedelden çok daha yüksek oluyordu. Şayet onu cezalandıran kanun haksızlık etmişse o zaman büyük bir suç işlemiş olmalıydı. En hassas teraziler bile işlemiş olduğu suç ile ödemiş olduğu kefaretin dengesini sağlayamazdı. Verilen bu ceza onun işlemiş olduğu suçtan aklanmasını sağlayabilir miydi ya da durumu tersine çevirerek suçluyu aklayıp bir anda ceza verenleri suçlu hâle getirebilir miydi? Suçlunun mağdura, borçlunun alacaklıya dönüşmesi, kanunun kesinlikle onu ihlal eden kişinin tarafına geçmesi; mümkün müydü?
Kaçma girişimlerinin art arda ağırlaştırılmasıyla on dokuz yıla uzatılarak karmaşık hâle gelen bu ceza; güçlünün güçsüze duyduğu bir tür öfke, toplumun bireye karşı işlediği bir suç, her gün yeniden işlenen bir işkence, bir eziyet olarak sonuçlanmamış mıydı? Toplum en ufak suçlara böyle ağır cezalar vermek yerine kendisini yoklasa, yanlışlıklarını arasa, bazı suçları sevgi ve merhametle karşılasa daha hakseverce davranmış olmaz mıydı, diye sorguladı kendisini. Nasıl oluyordu da bir toplum, zavallı fakir bir adamı kusurları ve fazlalıkları arasında bu denli ezebiliyor, iş ve nafaka eksikliği nedeniyle neredeyse sonsuza kadar hapsedebiliyordu?
Kaderin cilvesiyle dağıtılan adalette, en az donanıma sahip olan ve dolayısıyla dikkate en çok layık olan kişilerin tam olarak böyle davranmadığı bu toplum içerisinde en zavallı olan mahluklar, en sefil olanlardı.
Uzunca bir süre kendi kendine sorduğu bu sorulara cevaplar vererek toplumu yargılamış ve kınamış, sonunda toplumu mahkûm etmişti. En büyük suçlu oydu.
Çektiği tüm acılardan onu sorumlu tutuyordu ve kendi kendine sürekli olarak bir gün bunun hesabını sormaktan çekinmeyeceğine dair yeminler ediyordu. İşlemiş olduğu büyük suça rağmen sebep olduğu zarar ile kendisine verilen zarar arasında kesinlikle bir denge olmadığına inanıyordu. Her ne kadar suç işlemiş olsa da kendisine kesinlikle büyük adaletsizlik yapıldığı sonucuna varıyordu.
Öfke bir taraftan aptalca, bir taraftan da saçma bir duyguydu; insanı haklıyken haksız bir duruma düşürebilirdi. Bunu ölçmenin de herkesin yapabileceği bir şey olmadığının farkındaydı. Ancak Jean Valjean, yine de öfkeyle çileden çıktığını hissedebiliyordu.
Üstüne üstlük bu insan topluluğu bugüne kadar ona zarar vermekten başka bir şey yapmamıştı. Bugüne kadar karşısına çıkan insanlardan adalet kılıfı altında öfke ve nefret görmekten başka bir şey elde etmemişti. İnsanlar hayatı boyunca ona sadece onu yaralamak için dokunmuşlardı. Onların her teması, bir yumruk gibi tepesine inmişti.
Bebekliğinden bu yana ne annesinden ne de ablasının yanında yaşadığı dönemde etrafındaki insanlardan bir dostane söz, nazik ve şefkatli tek bir bakış görmüştü. Tüm hayatı boyunca çekmiş olduğu acılardan dolayı yavaş yavaş hayatın bir savaş olduğu inancını benimsemiş ve nihayetinde bu savaşta fethedilenin kendisi olması kararına varmıştı. Elinde nefretinden başka silahı yoktu. Tüm mahkûmiyet hayatı boyunca o nefretini bilemeye ve çıktıktan sonra da onu her zaman yanında taşımaya karar verdi.
Toulon’da hükümlüler için rahipler tarafından kurulan bir okul vardı. Keşişler tarafından bu okulda, cahil olmalarına rağmen okuma yazma öğrenmek isteyen mahkûmlara en gerekli bilgiler öğretilmekteydi. Jean Valjean da aklını kullanmaya ve kendisini eğitmeye karar verdi. Kırk yaşında okuma yazmayı ve hesap yapmayı öğrendi. Eğitimi geliştikçe, bilgisi arttıkça, nefretinin de daha fazla güçlendiğini hissediyordu. Öğrendiği her şeyi kötülük yolunda kullanacaktı. İşte bu, bilgi ve zekânın kötülüğe köle olmasının en büyük örneğiydi.
Bunu söylemesi çok üzücü ama mutsuzluklara ve acılara sebep olan toplumu yargıladıktan sonra, onları mahkûm ettiğinde toplumu yaratan Tanrı’yı da yargılayarak kendisine göre kutsal adaleti de suçlayacaktı.
Böylece, on dokuz yıllık işkence ve köleliğinin ardından, onun ruhu hem yükseldi hem de düştü. Tüm benliğine bir taraftan ışık girip yolunu aydınlatırken diğer taraftan karanlık, gözlerine çöktü. Aslında gördüğünüz üzere, Jean Valjean doğuştan kötü yürekli bir adam değildi. Sürgüne mahkûm edildiğinde bile hâlâ yüreğinde iyilik kırıntıları taşıyordu. Ancak o zindanlardan içeri girdikten sonra kötüleşmeye başladığını hissetti. İşte orada çirkin kaderinden; kendisini mahkûm eden yargıçları, toplumu, kiliseyi sorumlu tutmaya başladı. Bu noktada yanılgıya düştüğünde vicdanı ona yardımcı oluyordu.
İnsan doğası böyle düştüğü zamanlarda gerçekten tamamen değişebilir miydi? Tanrı tarafından iyi yürekli yaratılan bir insan, başka insanlar tarafından kötü yapılabilir miydi? Toplumu suçladığı zamanlarda, kötü bir insan olmaya yöneldiğini hissediyor; kutsal adaleti reddederken de içinin boşaldığını duyabiliyordu. Ruhu, tüm bu olan bitenin üstesinden gelebilir miydi? Kaderi kötü olduğu zaman, o da kötüleşebilir miydi?
Orantısız bir mutsuzluğun baskısı altında, çok alçak bir kubbenin altındaki kolon gibi kalp, şekilde bozulabilir miydi? Bu bozulma neticesinde düzeltilmesi mümkün olmayan büyük sakatlanmalar ya da hasarlar ortaya çıkabilir miydi? Her insanın ruhunda, özellikle Jean Valjean’ın ruhunda; bu dünyada bozulmayan, diğerinde ölümsüz olan, iyiliğin geliştirebileceği, harlanıp tutuşturabileceği ve ona dönüştürebileceği bir ilk kıvılcım, ilahi bir unsur yok muydu?
Sonuna kadar her fizyoloğun muhtemelen “hayır” cevabını vereceği çok ciddi ve çetrefilli bir soruydu bu. Oldukça basit ve yalın bir adam olan Jean Valjean’ı, Toulon zindanlarında dinlenme saatlerinde görmüş olanların, pranga zincirlerini sürüye sürüye hem yürüyüp hem de düşüncelere dalışını izleyenlerin “Kesinlikle doğruluk yoktur.” dememesi imkânsızdı. İnsanı gazapla karşılayan, medeniyet tarafından mahkûm edilen ve cennete şiddetle bakan yasaların paryası, bu sefil adamın yıllarca zihninde çarpıştırdığı düşüncelerdi.
Elbette -kesinlikle gerçeği gizlemek için bir girişimde bulunmuyoruz- onu inceleyen bir ruh bilimcinin bulacağı tek şey, yok edilmesi imkânsız bir sefaletten başka bir şey olmayacaktı. Muhtemelen yasaları koyan kanun yapıcılar bile bu sefil adamın düşmüş olduğu duruma acır ancak ona yardımcı olmak için parmağını bile kıpırdatmazdı. Bu bedbaht ruhun içerisinde gördüğü karanlık mağaralardan bakışlarını hemen başka bir yöne çevirir; cehennemin kapılarındaki Dante gibi yine de Tanrı’nın parmağının sahip olduğu ilahi adalet sözcüğünü, alnında yazılı olan bir damla umudu, bu varoluşun bedeni bir hamlede silerdi.
Ruhunu tam anlamıyla çözümlemeye çalıştığımız Jean Valjean’ı biz, okuyanlara yeterince açıkça anlatabildik mi, bilemiyoruz. Acaba Jean Valjean, bütün bu yaşanmışlıkların ve oluşumlarının ardından, ahlaki sefaletini oluşturan tüm unsurları açıkça algılayabilmiş miydi? Oluşum sürecinde neler yaşadığını tüm gerçekliğiyle görebilmiş miydi? Bu kaba ve eğitimsiz adam, uzun yıllar boyunca ruhunun iç ufkunu oluşturan kasvetli yönlere kademeli olarak tırmandığı ve indiği fikirlerin ardışıklığının tamamen net bir algısını; bu ümitsiz, karanlık, manen çökmüş durumunu kendisine açıklayabiliyor muydu? İçinde olup bitenlerin ve orada işleyen her şeyin bilincinde miydi? Jean Valjean’da, yaşadığı onca talihsizlikten sonra bile orada hâlâ çok fazla belirsizliğin kalmasına engel olamayacak kadar büyük cehalet bulunuyordu. Bazen ne hissettiğini kendisi de tam olarak bilmiyordu. Jean Valjean önceleri kendisinden nefret ediyor olsa da artık tamamen gölgelerin arasında olduğundan, gölgeler yüzünden acı çektiğinden, kesinlikle onu takip eden bu karanlık gölgelerden nefret ediyordu. Kör bir adam ve bir hayalperest gibi el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak bu gölgelerle birlikte yaşamayı alışkanlık hâline getiriyordu. Artık yaşama zevkini tamamen kaybetmişti, içinde baş edemediği büyük gazap ve ızdırap sürekli kötülük yapmasını istiyordu. Önü korkunç derecede karanlıktı. Arada uzaklarda bir ışık beliriyor, sanki yolunu aydınlatmaya hazırlanıyormuş gibi görünürken bir anda kaybolarak onu tam anlamıyla büyük bir karamsarlığın içine gömüyordu. Gerçekten de artık ne yapması gerektiğini bilmiyordu, zihni karışıyor ve kendi karanlığının içinde kayboluyordu. Acımasız olanın, yani vicdanını tamamen kaybeden birisinin yüreğinde baskın gelen bu tür acıların en büyük özelliği; sonunda o insanı yavaş yavaş, aptalca bir değişimle vahşi bir hayvana hatta belki de korkunç bir canavara dönüştürmesiydi.
Jean Valjean’ın ardışık ve inatçı kaçış girişimleri, yasanın insan ruhu üzerindeki bu garip davranış işleyişini kanıtlamak için tek başına yeterliydi işte. Jean Valjean’ın bu girişimleri ne kadar yararsız ve aptalca olsalar da karşısına ne kadar fırsat çıkarsa çıksın, daha önceki deneyimlerinden sonucunu hiç düşünmeden duygularına yenilerek hayvani içgüdüleriyle hareket etmesine neden olmuştu. Kafesini açık bulan bir kurt gibi aceleyle kaçışı seçmişti. İçgüdüleri ona “Kaç!” diyor, mantığı ise “kalmasını” telkin ediyordu. Ama vahşi düşünceleri ve baskın çıkan kötülük duygusu onu öylesine ayartıyordu ki sonunda mantığı tamamen kaybolmuş, varoluşunda içgüdülerinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Canavarlar her zaman tek başına hareket ederdi. Tekrar yakalandığında yaşadığı tüm işkenceler ve acılar, onu sadece daha da vahşi hâle getirmekten başka bir işe yaramıyordu.
Bu noktada anlatmamız gereken çok önemli bir ayrıntı daha vardı. Jean Valjean, bedensel olarak öylesine sağlam bir yapıya sahipti ki hükümlüler arasında hiçbirinin kendisine yaklaşamadığı büyük bir fiziksel gücü vardı. Kaldıramayacağı hiçbir şey yoktu, en ağır yükleri bile taşıyabilirdi. Gücü neredeyse dört iri yarı adama eş değerdi. Hapishanedeki arkadaşları inanılmaz ağırlıkları kaldırabilmesinden dolayı ona “Vinç Jean” lakabını takmışlardı. Bir seferinde Toulon’daki belediye binasının balkonu tamir edildiği sırada, balkonu destekleyen kolonlardan biri gevşemiş ve Valjean o kolonun yerine geçerek işçiler gelene kadar balkonu desteklemişti.
İri ve güçlü olmak, bulunduğu yerde en büyük üstünlüktü. Çünkü mahkûmlar arasında böylesine büyük bir güce sahip olan kişilerin zindandan kaçması çok kolaydı. Bu tür mahkûmlar bedenlerini kuvvetlendirmek için her gün idman yaparlardı. Dikey bir yüzeye tırmanmak ve neredeyse hiçbir iz düşümünde görünmeyen destek noktaları bulmak, Jean Valjean için çocuk oyunuydu. Sırtının ve bacaklarının gerginliği sayesinde, dirsek ve topuklarıyla pürüzsüz taşın üzerinde duvara belli bir açı vererek sanki sihirli bir şekilde üçüncü kata kadar yükselebilirdi. Hatta bazen hapishanenin çatısına bile bu şekilde ulaşabiliyordu.
Çok konuşkan biri değildi, çok nadiren gülerdi. Yılda bir veya iki kez, o mahkûmun bir iblisin kahkahasının yankısı gibi olan o hüzünlü kahkahasını kendisinden koparmak için aşırı bir duygu yüklemesi gerekiyordu. Sürekli olarak düşüncelere dalar, sanki korkunç bir şeyin sürekli olarak tefekkür edilmesiyle meşgul gibi görünürdü.
Eksik bir doğanın ve ezilmiş bir zekânın sağlıksız algılarına karşı korkunç bir şeyin üzerinde durduğunun, kafası karışmış bir şekilde bilincindeydi. İçinde süründüğü o karanlık ve solgun gölgede, boynunu her çevirdiğinde ve bakışını kaldırmaya çalıştığında, bir şeyden müthiş derecede korkuyor; dehşet ve öfke karışımı bir duyguya kapılıyordu. Bu duygu onun uykularını kaçırıyor, üzerine kâbus gibi çöküyor ya da tepesinde yükseliyordu. Ana hatları gözünden kaçan ve onu dehşete düşüren şey, uygarlık dediğimiz o harikulade piramitten başka bir şey değildi. Yasalar, ön yargılar, insanlar ve eylemler; tüm bunların üzerinde onu, insanlara karşı büyük bir haksızlık olarak görüyordu. Onu kaynayan ve biçimsiz bir yığının içinde, kimi zaman yakınında kimi zaman çok uzaklarda, bazen erişemeyeceği sofralarda, canlı biçimde aydınlatılmış bir grubun içinde, tek bir ayrıntı olarak görüyordu. Bu tür konuları öylesine çok düşünüyordu ki düşünceler onu büsbütün eziyor, hayal ile gerçek arasında bir yere sürükleniyordu. Olası tüm talihsizliklerin dibine düşmüş ruhlar, artık kimsenin bakmadığı o arafların en diplerinde kaybolmuş mutsuz insanlar, yasanın azarladığı bu insan toplumunun tüm ağırlığını üzerlerinde hissederlerdi. İşte o da bu insan toplumunun tüm ağırlığını çok ürkütücü biçimde üzerinde hissediyordu. Bu durumlarda Jean Valjean, etrafındaki her şeyi unutarak sadece düşüncelere dalıyordu. Değirmen taşının altındaki darı tanesinin düşünceleri olsaydı, kuşkusuz Jean Valjean’ın düşündüğüyle aynı şeyi düşünürdü.
Tüm bu yaşadıklarının sonunda hayaletlerle dolu gerçekler, gerçeklerle dolu hayaller neredeyse tarif edilemez bir tür içsel durum yaratmıştı. Zaman zaman mahkûm olduğu fikrinden tamamen uzaklaşır, etrafındaki her şeyi unutarak düşüncelere dalardı. Aynı anda hem eskisinden daha olgun hem de sıkıntılı olan mantığına isyan ettiği zamanlar da olurdu. Başına gelen her şey ona saçma geliyordu, onu çevreleyen her şey ise imkânsız görünüyordu. Kendi kendine bunun bir rüya olabileceğini söylüyordu. Ondan birkaç adım uzaktaki gardiyanlara baktığında onları sanki bir hayaletmiş gibi tasvir ediyordu. Sanki o hayaletler, kendisine gelmesi için sopasıyla dürterek onu uyandırıyordu.
Görünür anlamdaki gerçek doğanın varlığı, onun açısından sanki yok gibiydi. Jean Valjean açısından ne güneş ne güzel yaz günleri ne parlak gökyüzü ne de taze nisan sabahları sanki yokmuş gibiydi. Onun ruhunu aydınlatabilmek için gerekli olan temiz havayı nereden bulduğunu gerçekten bilmiyordum.
Sonuç olarak durumu özetlememiz gerekirse az önce özet hâlinde bahsettiğimiz ve kimi zaman olumlu sonuçlara sebebiyet verebilecek şeyler; Toulon’un heybetli mahkûmu, Faverolles’ün zararsız ağaç budayıcısı Jean Valjean’ın on dokuz yıl boyunca, zindanlarda kendisini farklı açılardan şekillendirmesine neden olmuş, böylece iki tür kötü eyleme muktedir hâle gelmişti. İlk olarak, maruz kaldığı kötülüğe karşı misilleme niteliğinde sergilediği plansız, atılgan, tamamen içgüdüsel kötülük benliğini sarmış; ikinci olarak ise yaşamış olduğu tüm bu talihsizliklerin sonunda bilinçli olarak tartışılan ve önceden tasarlanmış kötücül eylemlerini yanlış fikirlere kapılarak kabullenmişti. Kasıtlı olarak tüm benliğiyle benimsediği kötücül eylemleri; akıl yürütme, irade ve azim duygularıyla üç ardışık aşamadan geçiyordu. Her an harekete geçirmek için hazır durumda olan nefreti, nefsinin yaşadığı acılardan doğan öfkesi, yıllar boyunca yaşadığı derin aşağılanma duygusu; onun iyilere, masumlara ve adalete karşı tepki göstermesine neden oluyordu. Tüm düşüncelerinin çıkış noktası, tıpkı varış noktasında olduğu gibi insanoğluna karşı beslediği büyük nefretti. Tanrısal inançlarının tümüyle zayıflamış olması nedeniyle, bunca yılın ardından kim olursa olsun bazı canlılara zarar vermek için aralıksız ve acımasız bir arzu duyuyor; topluma, insanlığa ve yaratılışa karşı büyük nefretini bu arzularıyla besliyordu. İşte bütün bunların sonunda, Jean Valjean’ın pasaportuna işlenen “Çok tehlikeli bir adamdır.” yaftası; onun, içi kin ve kötülük dolu bir varlık olarak yeniden doğmasına neden olmuştu. Geçirdiği on dokuz yılın ardından içindeki iyilik duyguları tamamen kurumuştu. Kalp kuruduğunda insanın tüm duygularını belirgin hâle getiren gözler de kururdu. Hapishaneden ayrıldığında gözyaşı dökmeyeli on dokuz yıl olmuştu.
VIII
Dev Dalgalar ve Gölgeler
Denizde bir adam var!
Bunun ne önemi var ki? Geminin durmaya hiç niyeti yok. Rüzgâr esiyor. O kasvetli geminin takip etmek zorunda olduğu bir rotası var, gelip geçiyor.
Denize düşen adam kayboluyor, sonra yeniden ortaya çıkıyor, dalıyor, tekrar yüzeye çıkıyor; boğulmamak için çabalarken bağırıyor, kollarını uzatıyor ama kimse onun sesini duymuyordu. Kasırga altında titreyen gemi tamamen kendi işine odaklanmış, yolculuğuna devam ediyordu. Yolcular, denizde boğulmak üzere olan adamı görmüyorlardı bile; zavallının kafası, engin denizin ortasında, korkunç dalgaların arasında bir su damlasından başka bir şey değildi. Derinlerden gelen çaresiz imdat çığlıkları kesiliyordu. Bu geçen gemi, bir hayal olabilir miydi? Çılgına dönmüş gözlerle gemiye bakıyordu. Gemi sanki geri çekiliyor, kararıyor, küçülüyordu. Şimdi denizin tam ortasındaydı, başı dönüp denize düşene kadar o da geminin yolcularından biriydi ve diğerleriyle birlikte o geminin güvertesindeydi. Tıpkı diğer yolcuların olduğu gibi o da aynı haklara sahip yaşayan bir adamdı. Peki, şimdi ne olmuştu? Kaymış, düşmüş ve her şey sona ermişti.
O muazzam denizin içindeydi. Ayaklarının altından kayıp gidecek bir toprak parçası dahi kalmamıştı. Rüzgârın parçalayıp savurduğu dalgalar onu korkunç bir şekilde kuşatmıştı, gücü giderek azalıyordu. Devasa dalgalar onu sürekli olarak yutmaya çalışıyordu. Ne zaman denizin derinliklerine batsa gecenin karanlık uçurumlarını görüyordu. Korkunç ve bilinmeyen bitkiler onu yakalıyor, ayaklarına dolanarak sanki onu kendilerine doğru çekiyordu. Artık denizin derin bir uçuruma dönüştüğünün, köpüklü dalgaların bir parçası olduğunun bilincindeydi. Dalgalar onu birinden alıp diğerine doğru fırlatırken acı dolu bir çabayla nefes almaya çalışıyordu. Korkunç okyanus onu boğmak için hiddetle saldırıyor, sanki amansız bir düşmana dönüşüyordu. Buna rağmen yine de mücadele etmeye devam ediyordu. Kendisini o azgın sulara karşı savunmaya çalışıyor, sürükleniyor, batıyor, çıkıyor ve her şeye rağmen yüzmeye çalışıyordu. Çok korkuyordu ancak bu engin denize karşı kim tek başına savaşabilirdi ki?
Peki ama gemi neredeydi? Çok uzaklarda, ufkun soluk gölgelerinde zar zor görünüyordu.
Rüzgâr bütün şiddetiyle esmeye devam ediyor ve köpüklü dalgalar bütün takatini bedeninden çekip alıyordu. Gözlerini yukarıya doğru kaldırdığında görebildiği yalnızca kopkoyu bir karanlık oluyordu. Ölüm sancılarının ortasında, denizin muazzam çılgınlığına tanık oluyordu. Deniz sanki kudurmuş bir canavarı andırıyordu; dünyanın sınırlarının ötesinden geliyormuş gibi garip sesler duyuyor, kulakları uğulduyor ve nasıl korkunç bir bilinmezliğe doğru ilerlediğinin bilincine varıyordu.
Gökyüzünde süzülen kuşları görebiliyordu. Sanki tüm dertlerinden kurtulmuş melekler gibi uçuyorlardı. Kuşlardan ona nasıl bir zarar gelebilirdi ki? Onlar sadece uçar, ölenlerin ardından leşleri parçalamak için aşağılara inerlerdi.
O iki sonsuzluğun içinde, okyanusun ve gökyüzünün arasına aynı anda gömüldüğünü hissediyordu; biri onun mezarı, diğeri ise kefeni olacaktı.
Gece çökmüştü, saatlerdir yüzüyordu ve gücü artık tükenmek üzereydi. İçinde insanların dolu olduğu o gemi gözden kaybolalı çok uzun zaman olmuştu, bu korkunç alaca karanlığın içerisinde yapayalnız kalmıştı. Batıyor, çıkıyor, sertleşen ve kramplar giren bedenini suyun üzerinde tutmaya çalışıyor; korkunç dalgaların altında onu bekleyen karanlığın giderek yaklaştığını hissediyordu.
Artık etrafında insanlar yoktu. Peki ama Tanrı neredeydi?
Bağırıyordu: “İmdat! İmdat!”
Hâlâ çaresizlikle bağırmaya devam ediyordu.
Ne gökyüzünde ne engin denizde, hiçbir şey yoktu.
Sonsuz deniz, korkunç dalgalar, yosunlar, kaya parçaları, sanki etrafındaki tüm dünya onun sesine karşı sağır olmuştu. Bitmesi için fırtınaya yalvarıyordu ancak Tanrı’nın belirlediği sarsılmaz fırtına yalnızca sonsuz olana itaat ederdi.
Karanlık, sis, o büyük yalnızlık, fırtınalı ve anlamsız kargaşalı deniz, o vahşi suların belirsiz kıvrımları dört bir yanını sarmıştı. Korku ve yorgunluktan nefesi kesiliyordu. Merhametsiz ve duygusuz bir karanlık etrafını sarıyordu. Öldükten sonra cesedini o karanlık denizde hangi balıkların yiyeceğini düşünüyordu. Dipsiz soğuk sanki onu felç ediyordu. Elleri kasılıyor, kapanıyor ve sonra sanki hiçliği kavramaya çalışıyormuş gibi yukarı uzanıyordu. Rüzgâr, bulutlar, kasırga ve şu işe yaramaz yıldızlar! Ne işe yararlardı ki? Çaresiz adam artık pes ediyordu. O kadar yorulmuştu ki ona seslenen ölümün çağrısına kulak veriyor ve direnmiyordu. Kendisini ve tutunmaya çalıştığı hayatı bıraktı, sonra sonsuza dek yutulacağı karanlık suların derinliklerine inmeye başladı.
Ah, merhametsiz ve amansız, katı yürekli toplum! Ah, kaybedilen insanlar ve onlar gibi kaybolan ruhları! Kanunların akmasına izin verdiği her şeyin içine düştüğü okyanus! Yardım elinin uzanmamasının korkunçluğu! Ah, o ahlaki ölüm!
Ah, o korkunç ahlaki deniz; suçsuz, temiz ve masum kimseleri nasıl da amansız karanlıklarına çekiyorsun! Sefaletin enginliği olan deniz…
Ruh da tıpkı o denizin dibine yutulan insan gibi bir cesede dönüşüyor. Peki, kaybolan bu ahlak ve adaleti kim yeniden canlandıracak?
IX
Yeni Sorunlar
Hapishaneden ayrılacağı sırada, “Artık özgürsün!” dediklerinde Jean Valjean, işittiği bu sözlerin imkânsız olduğunu düşünerek duyduklarına inanamadı. Sonra içini aydınlatan bir ışığın, yaşayanların gerçek ışığının bir anlığına kendisini sardığını hissederek heyecanlandı. Ancak içindeki bu umut ışığının sönmesi pek uzun sürmedi. Jean Valjean’ın gözleri özgürlük fikriyle kamaşmıştı. Yeni bir hayatın kapılarının açılacağına inanıyordu. Ancak eline tutuşturulan sarı pasaportun ne tür bir özgürlük sağladığını çok çabuk öğrendi.
Büyük bir acıyla kuşatıldı. Zindanlarda kaldığı süre boyunca kazancının sadece yüz yetmiş bir frank olduğu hesaplanmıştı. Yani hayatında yeni hiçbir şey olmayacağını çok hızlı kavramış; ona lütfedilen bu özgürlüğün de yamalı bir özgürlük olduğunu kısa sürede anlamıştı. On dokuz yıl boyunca, pazar günleri ve bayramlarda mecburen dinlenmesi gerektiğinden gelirinden yaklaşık seksen frank kesilmiş; hak ettiğinden çok daha az bir ödeme yapılmıştı kendisine. Tüm hesaplamalar yapılıp vergiler düştükten sonra alacağının yüz dokuz frank, on beş santim olduğu tespit edilmişti. Nasıl bir hesaplama yapıldığını anlayamayan Jean Valjean bir kez daha haksızlığa uğratılmış, kelimenin tam anlamıyla soyulmuştu diyebiliriz.
Özgürlüğünün ertesi günü, yürüyerek Grasse’a geldiğinde portakal çiçeği parfümü üreten bir fabrikanın önünden geçerken balyaları boşaltan bazı işçiler gördü. Çalışmak istediğini söyledi. Sıkıntılı bir iş olmasına rağmen onu işe aldılar. Hemen çalışmaya koyuldu. Zekiydi, sağlam yapılıydı, hünerliydi, elinden gelenin en iyisini yapıyordu; ustası ondan gayet memnundu. Tam bu sırada oralardan geçen bir jandarma, onun dış görünüşünü beğenmediğinden evraklarını istedi. Ona sarı pasaportunu göstermek zorunda kaldı. Bunu yaptıktan sonra da Jean Valjean işini yapmaya devam etti. Kısa bir süre önce, orada çalışan işçilerden birine günlük yevmiyenin ne kadar olduğunu sormuş, otuz sent olduğunu öğrenmişti. Akşam olduğunda ertesi gün yeniden yola koyulması gerektiğinden parfüm fabrikasının sahibinden günlük hakkını ödemesini istedi. Fabrika sahibi ona tek kelime dahi etmeden sadece on beş sent ödedi. Bu duruma hemen itiraz etti.
“Sana bu kadar yeter.” dedi fabrika sahibi. Jean Valjean’ın hakkını bırakmaya niyeti yoktu, ısrarla hakkını istedi.
“Yeniden hapishaneye dönmek mi istersin?” diye karşılık verdi adam, öfkeli biçimde ona bakarak.
İşte, hayat ona yine adil davranmamıştı; yine soyulduğunu hissediyordu.
Belli etmedi ama çok öfkelendi. Toplum, devlet ve insanlar el birliği ederek onun hakkını yemeye kararlıydı belli ki. Onun sadece bir kez hırsızlık etmiş olmasına karşın, etrafındaki tüm insanlar onu defalarca soyuyordu.
Özgürlük, kurtuluş değildi. İnsan zindanlardan kurtulabilirdi ancak toplumun prangalarından kurtulması mümkün olamazdı.
Grasse’de başına işte bunlar gelmişti. Digne’ye geldiğinde de insanların onu nasıl karşıladıklarını gördük zaten.
X
Uyanan Adam
Katedralin saati gece yarısı saat ikiyi gösterdiğinde Jean Valjean uyandı.
Onu uyandıran şey ise yatağının çok rahat olmasıydı. En son rahat bir yatakta uyumasının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmişti ve üzerini değiştirmemiş olmasına rağmen gayet rahat ve huzurlu bir uyku çekebilmişti.
Dört saatten fazla uyumuş, bütün günün yorgunluğunu üzerinden atmıştı. Dinlenmeye saatler ayırmayı bırakalı çok uzun yıllar olmuştu.
Gözlerini açarak etrafını saran karanlığa baktı, sonra tekrar uyumak niyetiyle gözlerini yeniden kapattı.
Gün içerisinde birçok karmaşık duyguyu bir arada yaşayan ve zihni düşüncelerle dolu bir kişi, bir kez uyandı mı daha da uyuyamazdı. Uyku böylesi insanlar açısından, geldiğinden çok daha kolay kaçardı. İşte, Jean Valjean’a olan da buydu. Tekrar uykuya dalması mümkün olmayınca yeniden düşünmeye başladı.
Gecenin bu saatinde, yorgun adam; daldığı düşüncelerden bunalmaya başlamıştı. Zihninde tam anlamıyla karanlık bir kafa karışıklığı vardı. Bütün geçmişini gözünün önünden geçirdi. Bu zavallı adamın başına neler gelmiş, ne ağır felaketlerden çıkmıştı. İçinde bütün duyguları orantısız biçimde büyüyor, kendisini sanki bu çamurlu ve tehlikeli düşünce havuzunun içerisinde kaybolmuş gibi hissetmesine neden oluyordu. Aklına birçok düşünce geliyordu ancak onu bütün duygularından arındıran ve sürekli olarak diğer düşüncelerden uzaklaştırarak baskın çıkan tek bir düşünce, beynini bir kurt gibi kemiriyordu. Sizi merakta bırakmadan hemen bu düşünceyi aktaracağız: Madam Magloire’ın o gece masaya yerleştirmiş olduğu altı takım gümüş çatal ve kaşık…
Bu altı takım gümüş parçası onu resmen ele geçirmişti. Oradaydılar. Hemen birkaç adım ötesinde. Bulunduğu odaya ulaşmak için yan odadan geçtiği sırada, yaşlı hizmetçi kadının onları yatağın başucundaki küçük dolaba yerleştirdiğini görmüştü. Bu dolabı dikkatlice hafızasına kaydetmişti: Yemek odasından girerken hemen sağda. Çok sağlam ve değerli görünüyorlardı. Ve hepsi antika gümüş parçalardı. Satmaya kalksa en az iki yüz frank ederlerdi: On dokuz yıl boyunca biriktirdiğinin iki katı. Elbette devlet onu bu şekilde soymamış olsaydı, daha fazla kazanacağı da doğruydu.
Bir saat boyunca, yattığı yerde zihni ile vicdanı arasında büyük bir savaş verdi. Saat üçü vurduğunda gözlerini yeniden açtı, birden yattığı yerden doğrularak ve kolunu odanın köşesine doğru uzatarak, el yordamıyla sırt çantasını aldı. Sonra usulca bacaklarını yatağın kenarından sallandırıp neredeyse hiç farkında olmadan doğrulup oturdu.
Bir süre bu hâlde oturarak düşüncelere daldı. Herkesin derin bir uykuya dalmış olduğu o evde, karanlıkta bu şekilde düşünen birini gören kişi, onun kesinlikle iyi bir şeyler planlamadığını anlardı. Hızla eğildi, ayakkabılarını çıkardı ve yatağın yanındaki hasır sandalyenin üzerine usulca koydu; sonra yine uzunca bir süre hareketsiz hâlde oturarak düşünmeye devam etti.
Yukarıda belirttiğimiz o korkunç düşünceler beyninde durmadan dönüp duruyor, yapmakla yapmamak arasında bocalıyordu. Sonra nedenini bilmeden birdenbire aklına zindandaki başka bir mahkûm olan, pamuklu askılı pantolonu, ekose gömleğiyle Brevet geldi.
Bu şekilde düşüncelere dalmış hâlde bir yarım saat daha oturdu, şayet saatin sesini duymamış olsaydı belki de gün ağarana kadar bu hâlde oturup kalabilirdi. Saatin vuruşu ona “Hadi bakalım!” der gibi gelmişti.
Kalktı, bir an yine tereddüt ederek etrafı dinledi; evde tam bir sessizlik hâkimdi, sonra usulca dümdüz yürüdü ve pencereye doğru bir bakış attı. Rüzgârın sürüklemiş olduğu büyük bulutlar yok olmuş, dolunay tüm görkemiyle ortaya çıktığından gecenin karanlığını kırmıştı. Bu elbette ki onun işine de çok yarayacaktı çünkü kör karanlıkta hareket etmesi çok zordu. Bir insanın yolunu görmesini sağlamaya yetecek kadar ışık sağlayan dolunay, kimi zaman gelip geçen bulutlarla karanlığa gömülse de onun içeride rahatça hareket etmesini sağlamaya yetiyordu. Jean Valjean, pencerenin kenarına vardığında etrafı yeniden inceledi. Parmaklıklar yoktu, pencere doğrudan bahçeye açılıyordu ve sadece basit bir kancayla kapatılmıştı. Usulca pencereyi açtı ancak soğuk ve keskin bir hava aniden odaya dolunca hemen tekrar kapattı. Pencerenin arkasından dikkatlice bahçeyi inceledi. Tırmanması oldukça kolay, alçak, beyaz bir duvarla çevriliydi. Bahçenin uzak köşesinde, düzenli aralıklarla yerleştirilmiş ağaçların tepelerini algıladı; bu da duvarın bahçeyi ağaçlarla kaplı bir caddeden veya patikadan ayırdığını gösteriyordu.
Tüm bu incelemeleri yaptıktan sonra, kararlı adımlarla yatağına geri dönerek sırt çantasını açtı; içini karıştırarak bir şeyler çıkarıp yatağın üzerine koydu. Ayakkabılarını çantanın gözlerinden birine yerleştirdi, her şeyi yeniden toparlayarak çantasını omuzuna attı, şapkasını takarak siperliğini gözlerinin üzerine indirdi, sopasını alarak usulca onu pencerenin kenarına dayadı. Sonra yatağa geri dönerek oraya bırakmış olduğu nesneyi kararlılıkla eline aldı. Elindeki şey, bir ucu mızrak gibi sivriltilmiş kısa demir bir çubuğu andırıyordu. Gecenin o karanlığında, elinde tutmuş olduğu o demir parçasının ne için tasarlanmış olduğunu tahmin etmek pek de güç olmamalıydı.
Gündüz vakti olsa onun madencilerin kullandığı bir tür kazma olduğunu fark etmek mümkündü. O dönemlerde hükümlüler Toulon’u çevreleyen yüksek tepelerden taş çıkarmak için bu aletleri kullanırlardı. Bu alet genellikle masif demirden yapılır ve alt uç kısmında bir topuz ile sonlanır, bu sayede kayaları kırmaları kolaylaşırdı.
Demir parçasını sağ eline aldı; nefesini tutarak usulca, bildiğiniz üzere hemen yan taraftaki Piskopos’un yattığı bitişik odanın kapısına yöneldi. Bu kapıya vardığında onu aralık buldu; Piskopos, kapıyı kapatmamıştı.
XI
Neler Yaptı?
Jean Valjean etrafı dinledi. Tek bir ses dahi yoktu.
Kapıyı itti.
Parmaklarının ucunda yürüyerek hafifçe, içeri girmek isteyen bir kedinin sinsi ve huzursuz yumuşaklığıyla ilerledi.
İtmiş olduğu kapı usulca açıldı, kapı aralığını biraz daha genişletti; sessizce hareket ediyordu.
Kısa bir anlığına bekledi, sonra kapıyı tam olarak açtı.
Sessizce ilerlemeye devam etti. Kapı artık onun geçmesine müsaade edecek kadar açıktı. Ancak hemen kapının arkasında bulunan masa, rahat hareket etmesine engel olacak bir açıyla orada duruyordu.
Jean Valjean ne pahasına olursa olsun, açıklığı daha da genişletmesi gerektiğinin farkındaydı.
Hareket etmeye karar vererek kapıya bir öncekinden daha güçlü biçimde yüklendi. Ancak bu sefer kötü yağlanmış olan kapının menteşesinden, sessizliğin ortasında aniden boğuk ve uzun bir gıcırtı patladı. Jean Valjean bu gıcırtıdan ürktü. Menteşenin gıcırtısı, kıyamet günü üflenecek olan borunun keskin ve ürkütücü sesi gibi kulaklarında çınladı. Bu ses ona öylesine şiddetli gelmişti ki menteşenin canlandığını, birdenbire evdeki herkesi uyandıracak korkunç bir varlığa dönüşerek âdeta köpek gibi havladığını canlandırdı gözünde. Olduğu yerde titreyerek donup kaldı ve ayak parmaklarının ucundan, duruşunu değiştirerek topuklarının üzerine bastı. Şakaklarındaki atardamarların iki demir çekiç gibi attığını duyabiliyor ve nefesi, sanki göğsünden bir mağaradan çıkan rüzgârın kükremesiyle çıkıyormuş gibi geliyordu. O sinir bozucu menteşenin korkunç gürültüsünün, bir depremin şoku gibi tüm haneyi rahatsız etmemesi ona imkânsız görünüyordu; şimdi gıcırtıyı duymuş olan yaşlı adam ayağa fırlayacak, iki yaşlı kadın çığlıklar atarak aşağıya inecek, gürültüleri duyan etraftaki insanlar yardıma koşacak, en fazla on beş dakika içerisinde kasabada büyük bir kargaşa kopacak ve jandarma duruma el koyacaktı. Bir anda aklının başından gittiğini düşündü.
Olduğu yerde tıpkı bir tuzdan heykel gibi donup kalmıştı, hareket etmeye cesaret dahi edemiyordu. Aradan birkaç dakika geçti. Kapı artık ardına kadar açılmıştı. Sonunda yandaki odaya bakmaya cesaret edebildi. Yaşlı adam hiç kıpırdamamıştı. Usulca içeriyi dinledi. Evin içerisinde de tek bir hareket yoktu. Paslı menteşenin çıkardığı ses kimseyi uyandırmamıştı.
İlk tehlike anını sorunsuz atlatmıştı ancak içinde korkunç bir kargaşa hüküm sürmeye devam ediyordu. Buna rağmen geri adım atmadı. Kaybettiğini düşündüğü anlarda bile asla geri adım atmamıştı. Artık tek düşüncesi, bir an önce aklındaki eylemi bitirmekti. Bir adım daha atarak odadan içeri girdi.
Muhteşem bir sükûnete sahip olan odada, ay ışığının altında masanın üzerine saçılmış kâğıtlar, kapağı açık ve taburenin üzerine yığılmış ciltli kitaplar, giysilerle dolu bir koltuk, gölgeli köşeler ve beyazımsı noktalar açıkça seçilebiliyordu. Jean Valjean, mobilyalara çarpmamaya özen göstererek ihtiyatla ilerledi. Odanın diğer ucunda uyuyan Piskopos’un düzenli ve sakin nefesini duyabiliyordu.
Bir anda olduğu yerde durmak zorunda kaldı çünkü yatağın yanına düşündüğünden çok daha hızlı ulaşmıştı.
Doğa, kimi zaman sanki aklımızı başımıza toplamak istermiş gibi etkilerini ve güçlerini üzerimize yönlendirerek eylemlerimizi gerçekleştirmemize engel olmaya çalışırdı. İşte şimdi de böyle bir an yaşanıyordu, son yarım saat içerisinde gökyüzünü büyük bir bulut kütlesi kaplamıştı. Jean Valjean yatağın önünde durduğu anda, bu bulut kütlesi sanki kasıtlı biçimde aralanmış ve uzun pencereden içeriye düşen bir ışık hüzmesi Piskopos’un solgun yüzünü aydınlatmıştı. Yaşlı adam büyük bir huzur içerisinde uyuyordu. Alplerin soğuğundan dolayı, kollarını bileklerine kadar kaplayan kahverengi yünden bir giysi içinde, neredeyse tamamen giyinik hâlde yatağında yatıyordu. Yüzük şeklinde piskoposluk mührünü taşıyan sağ eli yorganın üzerinde duruyor; sakin yüzünü, rahat ve huşu dolu bir tebessüm süslüyordu. Bütün yüzü belli belirsiz bir tatmin, tevazu ve iç huzurla aydınlanıyordu. Bu bir tebessümden çok daha fazlası, ilahi bir ışıltıydı sanki. Görünmez bir ışığın tarif edilemez yansımasını alnının üzerinde taşıyordu. Adil olanın ruhu, uykuda sanki gizemli bir cenneti seyrediyor gibiydi. Ve o cennetin yansıması, Piskopos’un bütün bedenine çökmüştü. Orada yatan yaşlı adam, adil ve vicdanlı olmasından dolayı huşu içinde uyuyordu.
Ay ışığı hüzmesi, deyim yerindeyse bu içsel parlaklığın üzerine bindiği anda, uyuyan Piskopos büyük bir ihtişam içinde görünüyordu. Gökyüzündeki o ay, o uyuyan doğa, o titremeyen bahçe, o kadar sakin olan ev, o saat, an, sessizlik; bu adamın saygıdeğer huzuruna ağırbaşlı ve anlatılmaz bir nitelik katıyordu ve o beyaz saçlar, o kapalı gözler, her şeyin umut ve güvenden ibaret olduğu o yüz, o yaşlı adamın başı, sahip olduğu huzurlu bebek uykusu, etrafa bir nevi dingin ve görkemli hava veriyordu. Orada bu şekilde, huşu içerisinde uyuyan bu yaşlı adamda; kendisinin bile farkında olmadığı, gerçek anlamda ilahi bir etki vardı.
Jean Valjean ise ona nazaran sanki karanlık bir gölge gibiydi; elinde tuttuğu demir nesneyle, bu ilahi ışık saçan adamdan korkarak hareketsizce duruyordu. Bugüne kadar hiç böylesini görmemişti. Onu asıl korkutan bu güven duygusuydu. Karşısında insanüstü bir manzara vardı; o tam anlamıyla kötülüğün eşiğine gelmiş bir canavar, yaşlı adam ise vicdanına güvenerek huzurla uyuyan bir adalet timsali.
Öylesine yüce bir kişilikti ki bu karşısındaki yaşlı adam, evinde eski bir kürek mahkûmunu misafir ediyor olmasına rağmen gayet derin bir uykuya dalabiliyordu.
İçinden geçenleri bırakın kendisine, hiç kimseye anlatabilecek durumda değildi. Bu yatağın başında cesaret ve saflık ile zorbalık karşı karşıya kalmıştı. Adamın yüzünden bile hiçbir şeyi kesin olarak ayırt edebilmek mümkün değildi. Bir tür bitkin şaşkınlıktı yaşadığı. Sadece ona bakarak öylece kalakalmıştı. Peki ama gerçek düşünceleri nelerdi? Burada tam anlamıyla ilahi bir durum söz konusuydu. Kesin olan tek şey ise bu adamın varlığının onu fazlasıyla etkilediğiydi. Ne tür duygular yaşadığını bile adlandırabilecek durumda değildi.
Gözünü bir an olsun yaşlı adamdan ayıramıyordu. Tavrından ve ahvali ruhiyesinden çıkarılabilecek tek şey, garip bir kararsızlıktı. İki uçurumun arasında kalmıştı. İnsanın içinde kendini kaybettiği ve yine kurtardığı, bir nevi araftaki uçurum arasında tereddüt ettiği söylenebilirdi. O anda karşısında duran bu ilahi adamın, aynı anda hem kafasını ezmeye hem de elini öpmeye hazır görünüyordu.
Birkaç dakika sonra sol kolu yavaşça alnına doğru kalktı ve şapkasını çıkardı, sonra yine aynı düşünce ile kolu geri düştü. Jean Valjean bir kez daha düşünmeye başladı. Şapkası sol elinde, sopası sağ elinde, darmadağın saçları başının etrafına dağılmış, öylece düşüncelere daldı.
Piskopos, bu korkunç bakışın altında derin bir huzur içinde uyumaya devam ediyordu.
Ayın parıltısı, kollarını her ikisine de uzatıyormuş gibi görünen baca parçasının üzerindeki haçı; biri için kutsama, diğeri için af ile karışık bir şekilde görünür kıldı.
Jean Valjean o anda kendine gelerek şapkasını başına geçirdi, sonra Piskopos’a bakmadan yatağın yanından hızla geçerek dosdoğru onun başucundaki dolaba yürüdü. Sanki kilidi zorlamak zorunda kalacakmış gibi düşünerek elindeki nesneyi kaldırdı, anahtarın üzerinde olduğunu görerek kapağı açtı; karşısına çıkan ilk şey, gümüş eşya sepeti oldu. İçindekileri hızla kaptı, hiçbir önlem almaya gerek duymadan ve gürültü çıkıp çıkmayacağını umursamadan odayı uzun adımlarla arşınladı. Kapıya ulaşarak doğrudan kendi odasına yürüdü, sopasını ve tüm eşyalarını alarak açtığı pencerenin pervazından atlayıp bahçeye geçti. Bir kaplan gibi bahçe duvarını aşarak var gücüyle oradan kaçtı.
XII
Piskopos Çalışmaları
Ertesi sabah gün doğarken Monsenyör Bienvenu, bahçesinde geziniyordu. Madam Magloire tam bir şaşkınlık içerisinde ona doğru koştu.
“Monsenyör, Monsenyör!” diye bağırdı. “Saygıdeğer Piskopos, gümüş sepetin nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye haykırdı.
“Evet.” diye yanıtladı Piskopos, sakince.
“Yüce İsa bizi kutsasın!” diye devam etti yakınmaya yaşlı kadın. “Onlara ne olduğunu bilmiyorum, yerinde yok.”
Piskopos, ayağının ucuyla çiçek tarhının içindeki sepeti işaret ederek Madam Magloire’a gösterdi.
“İşte burada.”
“Ama!..” dedi kadın şaşkınlıkla. “Bunun içinde hiçbir şey yok! Peki, gümüşlere ne oldu?”
“Ah!..” dedi Piskopos. “Sizi bu kadar endişelendiren gümüşlere ne olduğu mu olmalı? Ama ben onların nerede olduğunu bilmiyorum.”
“Tanrı’m, yüce Tanrı’m! Çalınmış! Dün gece burada kalan o adam, onları çalmış olmalı.”
Göz açıp kapayıncaya kadar Madam Magloire, yaşlı adamın yatak odasının arkasındaki girintiye koşup misafiri kontrol ederek yeniden Piskopos’un yanına dönmüştü. Bu sırada Piskopos eğilmiş; sepetin üzerine düşmüş olan, kırılan çiçeklerinden birkaçını iç çekerek inceliyordu. Madam Magloire’ın çığlığıyla ayağa kalktı.
“Monsenyör, adam yok! Gümüşleri de çalıp gitmiş!”
Bu haykırışın ardından gözleri köşedeki pul pul dökülmüş, ayak izlerinin olduğu bahçe duvarına takıldı. Duvarın kenar pervazı kırılmıştı.
“Bakın! İşte, oradan kaçıp gitmiş. Duvardan atlayıp kaçmış. Ah Tanrı’m, ne korkunç bir durum! Gümüşlerimizi çalmış!”
Piskopos bir an sessiz kaldı, sonra ciddi bir tavırla gözlerini kaldırarak Madam Magloire’a nazikçe şöyle dedi:
“Peki, her şeyi bir kenara bırakalım, o gümüş eşyalar gerçekten bizim miydi?”
Madam Magloire’ın resmen dili tutulmuştu. Başka bir sessizlik anı yaşandı, sonra Piskopos yine konuşmaya devam etti:
“Madam Magloire, uzun zamandır o gümüşleri kullanıyor olmamız haksızlıktı. Onlar zaten fakirlere aitti. O adam kimdi? O da zavallı, yoksul bir adamdı.”
“Yüce Tanrı’m!” diye haykırdı bir kez daha Madam Magloire. “Ben ne kendimi ne de kız kardeşinizi düşünüyorum. Bizim için fark etmez. Ama Monsenyör, siz onları seviyordunuz, şimdi nasıl yemek yiyeceksiniz?”
Piskopos büyük bir şaşkınlıkla ona baktı.
“Ah, hadi ama. Kalaylı çatal kaşık diye bir şey yok mu?”
Madam Magloire mutsuzca omuzlarını silkti.
“Kalay çok kötü kokar.”
“O zaman biz de demir çatal ve kaşıklar kullanırız.”
Madam Magloire imalı bir tavırla yüzünü buruşturdu.
“Demirin de kötü bir tadı vardır.”
“Pekâlâ.” dedi Piskopos. “Tahta olanları kullanırız biz de.”
Birkaç dakika sonra, Jean Valjean’ın önceki akşam oturduğu masada kahvaltı ediyordu. Monsenyör Bienvenu, kahvaltısını yaparken hiçbir şey söylemeyen kız kardeşine ve ağzının içinde sürekli homurdanmaya devam eden Madam Magloire’a bakarak neşeyle şunları söyledi: “Bir tas sütün içine bir parça ekmek batırmak için gerçekten de ister gümüş olsun isterse tahta, ne çatala ne de kaşığa ihtiyaç var.”
Bu duruma artık daha fazla dayanamayan Madam Magloire, nihayet kendisini tutamayarak patladı: “Gerçekten çok güzel bir fikirdi.” dedi kendi kendine homurdanarak. “Böyle bir adamı eve almak gerçekten iyi bir fikirdi! Bir de onu kendinize en yakın konuma yerleştirdiniz! Siz onu misafir ettiniz, peki o ne yaptı? Hırsızlıktan başka hiçbir şey! Ne şans ama! Ah, yüce Tanrı’m! Bunları düşünmek bile insanı ürpertiyor!”
Ağabey ve kız kardeş tam masadan kalkmak üzereyken kapı çaldı.
“Girin.” dedi Piskopos sakince.
Kapı açıldı ve üç jandarmanın yaka paça yakaladığı Jean Valjean içeri girdi.
Grubun komutanı gibi görünen başka bir jandarma kapının yanında duruyordu. En son içeri o girdi ve askerî bir selam vererek Piskopos’a doğru ilerledi.
“Monsenyör.” dedi.
Bu söz üzerine, morali bozuk ve bunalıma girmiş görünen Jean Valjean, şaşkın bir tavırla başını kaldırdı.
“Yüce Tanrı’m, sadece bir papaz değil Monsenyör’müş.” diye mırıldandı kendi kendine.
“Sus!” diye emretti jandarma. “O, Monsenyör Piskopos’tur.”
Bu arada, Monsenyör Bienvenu yaşının izin verdiği ölçüde hızlı davranmaya çalışarak Jean Valjean’a doğru ilerledi.
“Ah! İşte buradasınız!” diye haykırdı neşeyle Jean Valjean’a bakarak. “Sizi gördüğüme çok sevindim. Çünkü giderken almayı unuttuğunuz şeyler var burada, size gümüşlerle birlikte karşılığında iki yüz frank daha alabileceğiniz şamdanları da almanızı söylemiştim. Neden onları da yanınıza almadınız?”
Jean Valjean gözlerini kocaman açarak Saygıdeğer Piskopos’a hiçbir insan dilinin açıklayamayacağı bir ifadeyle baktı.
“Monsenyör.” dedi jandarma komutanı. “O zaman bu adamın bize söyledikleri doğru mu? Gece karanlığında kaçar gibi koşarak gittiğini görünce konuyu araştırmak için onu yakalamıştık. Bu gümüşleri bulduk…”
“Ve size…” diyerek araya girdi Piskopos gülümseyerek. “Geceyi birlikte geçirdiği yaşlı bir papazın onları verdiğini mi söyledi? Durumun nasıl göründüğünün farkındayım. Ve siz de onu alıp buraya getirdiniz öyle mi? Bu, büyük bir hata!”
“Bu durumda…” diye kekeledi komutan. “Gitmesine izin mi vermeliyiz?”
“Elbette.” diye yanıtladı Piskopos.
Böylece jandarmalar Jean Valjean’ı serbest bıraktı.
“Serbest bırakıldığım doğru mu?” dedi, neredeyse anlaşılmaz bir sesle ve sanki uykusunda konuşuyormuş gibi.
“Evet, serbestsin, anlamıyor musun?” dedi jandarmalardan biri öfkeyle.
“Dostum.” diye konuşmaya devam etti Piskopos. “Gitmeden önce, işte şamdanlarınız. Alın onları da.”
Şöminenin üzerindeki iki şamdanı aldı ve Jean Valjean’a uzattı. İki kadın hiçbir şey söylemeden, hiçbir tepki göstermeden, Piskopos’u mahcup edebilecek hiçbir bakışta dahi bulunmadan olup biteni seyrediyordu.
Jean Valjean’ın bütün bedeni titriyordu. İki şamdanı mekanik hareketlerle ve uyuşmuş hâlde aldı.
“Şimdi.” dedi Piskopos. “Huzur içinde gidebilirsiniz. Bu arada, gelirken buraya bahçeden girmenize de gerek yok. Sokak kapımız her daim misafirlerimize açıktır. O kapı ne gündüz ne de gece üzerindeki o mandal haricinde başka hiçbir şeyle kapatılmaz.”
Sonra jandarmaya dönerek: “Sizler gidebilirsiniz beyler.” dedi. Böylece jandarmalar evden ayrıldı. Jean Valjean düşmüş olduğu durumdan dolayı neredeyse bayılmak üzereydi. Piskopos ona doğru yaklaştı ve alçak sesle şöyle dedi:
“Bu parayı dürüst bir adam olmak için kullanacağınıza söz verdiğinizi asla unutmayın.”
Söz verdiğine dair hiçbir şey hatırlamayan Jean Valjean’ın dili tutulmuştu. Piskopos bunları söylerken kelimeleri özellikle vurgulamıştı. Ciddiyetle konuşmasına devam etti:
“Jean Valjean, kardeşim, artık siz kötülükten çok iyiliğe yakınsınız. Bundan böyle artık vicdanınızı satın almış bulunuyorum. Onu karanlık ve düşmüş olduğu cehennem çukurundan çıkarıp Tanrı’nın merhametine sunuyorum.”
XIII
Küçük Gervais
Jean Valjean, o gün kaçarcasına kasabayı terk etti. Fark etmeden ayakları geri gidiyor olsa da önüne çıkan her türlü yolda hızlıca ilerledi. Bütün sabah boyunca hiçbir şey yememiş olmasına rağmen hiç açlık hissetmeden öylece dolaşmaya devam etti. Duyguları yine karışmıştı. İçinden yükselen korkunç bir öfkenin bilincindeydi ancak bu öfkenin kime karşı olduğunu kestiremiyordu. Piskopos’un gerçek anlamda onun vicdanına dokunduğu inkâr edilemezdi. Karşılaştığı ve yaşamının son yirmi yılında edindiği kötülük duygusuna karşı, bugün yaşamış olduğu bu anlar, onun kalbini yumuşatmış olabilir miydi? Bu ruh hâli onu fazlasıyla yormuştu. Dehşetle, talihsizliğin yarattığı adaletsizliğin ona verdiği ürkütücü sükûnetin içinde kaybolmak üzere olduğunu algıladı. Nasıl davranması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu. Bu belirsizlik onu şaşırttığından jandarmaların onu tutuklamış olmalarını diliyordu, böylece en azından bu tür karmaşık duyguları yaşamamış olacaktı.
Mevsim kabul edilebilir ölçüde ilerlemiş olsa da şurada burada bulunan çit sıralarında hâlâ geç kalmış birkaç çiçek vardı. Yürüyüşü sırasında içinden geçerken kokuları ona çocukluğunun anılarını hatırlatıyordu. Bu anılar onun için dayanılmazdı, aklına gelmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Bütün gün boyunca böyle biçare hâlde, dile getirmediği düşüncelerin arasında boğuldu.
Çakıl taşları ve toprağın üzerine uzun gölgelerin düştüğü akşam saatine doğru Jean Valjean, yorgunluktan bir çalının arkasına sinerek ıssız ovanın ortasında bir yere oturdu. Ufukta görebildiği Alplerden başka hiçbir şey yoktu. Uzaklarda bir köye dair bir emare bile bulunmuyordu. Jean Valjean, Digne kasabasından üç fersah uzakta olabilirdi. Birkaç adım ötesinde ovayı kesen bir patika, çalılıkların arkasından uzanıyordu. O, bütün o duygu karmaşasının arasında düşüncelere daldığı sırada, neşeli bir sesle birisinin şarkı söylediğini duydu.
Başını çevirip baktığında bunun on yaşlarında küçük bir çocuk olduğunu gördü. Savoyardlı çocukların söylediği türden bir çocuk şarkısını söylüyordu. Pantolonunda delikler olan, sefil görünümlü ancak yine de neşeli ve kibar çocuklardan biriydi.
Çocuk durmadan aynı şarkıyı tekrar ediyor, bu sırada yürümeyi bırakıyor ve elindeki muhtemelen bütün serveti olan birkaç bozuk parayla oynuyordu. Bu paranın arasında bir de kırk sent olduğunu fark etti.
Jean Valjean’ın orada olduğunun farkında olmayan çocuk, çalılıkların yanında durdu ve o zamana kadar büyük bir hünerle avucunun içinde oynadığı bir avuç dolusu bozuk parayı havaya fırlattı. Bu sefer bozuk paraların arasından kırk sent elinden düşerek Jean Valjean’a ulaşana kadar çalılıklara doğru yuvarlandı.
Jean Valjean hemen ayağını o paranın üzerine koydu. Bu sırada kaybettiği parasını arayan çocuk, onu fark etti. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden ona doğru yürüdü. Bulundukları yerde tamamen yalnızlardı, göz alabildiğine ovada ya da patikada kimsecikler yoktu. Tek ses, göklerin uçsuz bucaksız yüksekliğinde uçan bir kuş sürüsünün minik, cılız çığlıklarıydı. Çocuğu olduğundan daha da güzel gösteren akşam güneşi, Jean Valjean’ı büsbütün korkunçlaştırıyor; ortaya garip bir çiftin çıkmasına neden oluyordu.
“Efendim.” dedi küçük çocuk, saf cehalet ve masumiyetten oluşan o çocuksu güvenle. “Param?”
“Adın ne senin?” dedi Jean Valjean.
“Küçük Gervais, efendim.”
“Git buradan.” dedi Jean Valjean.
“Efendim.” dedi çocuk tekrar. “Paramı geri verin.”
Jean Valjean başını önüne eğdi ve cevap vermedi.
Çocuk tekrar: “Param efendim.” dedi.
Jean Valjean’ın gözleri yere sabitlenmişti. “Param, azıcık param!” diye ağladı çocuk. “Bir parçacık gümüş param!”
Jean Valjean sanki onu hiç duymuyormuş gibi davranıyordu. Çocuk onu hırkasından yakalayarak sarstı. Aynı zamanda, Jean Valjean’ın parasının üzerine koymuş olduğu demir ökçeli ayakkabısını kaldırmaya çalışıyordu.
“Paramı istiyorum, bana kırk sentimi geri ver!”
Çocuk ağlamaya başladığında Jean Valjean, başını kaldırdı. Hâlâ olduğu yerde durmaya devam ediyordu. Kederli gözleriyle çocuğu süzdü. Sonra elini sopasına attı ve korkunç bir sesle: “Kimsin sen?” diye bağırdı.
“Benim, efendim.” diye yanıtladı çocuk. “Küçük Gervais! Benim! Bana kırk sentimi geri vermenizi istiyorum! Lütfen ayağınızı çekin, efendim!”
Bir süre sonra, çocuk olmasına rağmen öfkelendi ve onu korkutmak istermiş gibi üzerine yürüyerek bağırmaya başladı:
“Haydi ama ayağını çeker misin? Çek şu ayağını yoksa kötü olacak!”
“Ah! Sen hâlâ burada mısın?” dedi Jean Valjean ve birden hâlâ ayağı paranın üzerindeyken doğruldu ve ekledi: “Gelip kendin almak ister misin?”
İri yarı adamın birden karşısında dikildiğini gören çocuk, korkudan titremeye başlamış ve birkaç dakikalık sersemlikten sonra, ağlamaya bile cesaret edemeden arkasını dönüp kaçmıştı.
Nefesi kesilene kadar ağlayıp koşmayı sürdürdü, sonrasında arkasına baktı ve ağlamaya devam etti. Jean Valjean düşmüş olduğu düşüncelerin arasından onun hıçkırıklarını duyabiliyordu. Birkaç dakika sonra çocuk ortadan kayboldu. Güneş, artık enikonu batmıştı.
Gecenin karanlık gölgeleri yavaş yavaş Jean Valjean’ın etrafına çöküyordu. Bütün gün hiçbir şey yememiş, ayrıca üşümeye de başlamıştı.
Olduğu yerde dikilip kalmış, gözleri bir şişe kırığının üzerinde öylece duruyordu. Derin ve uzun bir nefes alarak gerindi. Dikkatle etrafını inceledi. Bir anda titremeye başladı, akşam soğuğunu daha yeni yeni hissediyordu.
Şapkasını sıkıca başına yerleştirdi, uyuşmuş hareketlerle hırkasının düğmelerini iliklemeye çalıştı. Bir adım ilerledi ve sopasını almak için durdu. O anda ayağını kaldırınca yerdeki toprağa gömülü o gümüş bozuk parayı gördü. Bir anda şaşkınlıkla irkildi. “Bu da ne?” diye mırıldandı dişlerinin arasından. Üç adım geriledi, bakışlarını ayağının bastığı noktadan bir anlığına dahi ayırmadan sanki karanlıkta parlayan şey üzerine perçinlenmiş açık bir gözmüş gibi, şok içerisinde ona bakarak olduğu yerde donup kaldı.
Birkaç dakika sonra kıvranarak gümüş sikkeye doğru fırladı. Küçük çocuğun elinden zorla almış olduğu bu gümüş para, sanki ona belli bir işaret veriyormuş gibiydi. Eğilip parayı yerden aldı. Saklanacak bir yer ararmış gibi çevresindeki dümdüz boşluğa baktı, gözlerini ufkun tüm noktalarında gezdirdi. Orada, sığınak arayan korkmuş bir vahşi hayvan gibi dimdik durarak titriyordu.
Hiçbir şey göremedi. Karanlık bastırıyordu, içinde garip duyguların korkunç karmaşası yaşanmaktaydı. İnledi, bir anda aklı başına gelmişti.
“Ah!” diye hayıflandı ve hızla çocuğun kaybolduğu yöne doğru yola koyuldu. Otuz adım kadar sonra durdu, etrafına baktı ama kimseyi göremedi. Sonra tüm gücüyle bağırdı:
“Küçük Gervais! Küçük Gervais!” Durdu ve bekledi. Cevap yoktu. Etrafında sadece koyu bir karanlık ve sessizlik hâkimdi. Bakışlarının kaybolduğu bir karanlıktan ve sesini yutan korkunç bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu.
Buz gibi bir kuzey rüzgârı esiyor, rüzgârın etkisinden eğilip bükülen ağaçlarda kendi iç âlemini görüyordu. Ağaçların ince dalları; kovalanan suçlulara, ezilmiş insanlara benziyordu. Ürktü onlardan, adımlarını sıklaştırdı. Sonra koşmaya başladı. Zaman zaman duruyor, çevresindeki sessizliği yırtan garip bir sesle “Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırıyordu.
Elbette, çocuk onun bu korkunç sesini duymuş olsaydı paniğe kapılır ve kendisini ona göstermemek için mümkün olduğunca gizlenirdi. Ancak çoktan oralardan uzaklaşmıştı.
At sırtında ilerleyen bir rahip gördü, ona doğru giderek şöyle dedi: “Rahip efendi, buradan geçen bir çocuk gördünüz mü?”
“Hayır.” dedi, rahip.
“Küçük Gervais adında biri.”
“Ben kimseyi görmedim.”
Cüzdanından iki adet beş frank çıkararak rahibe verdi. “Rahip efendi, bunu yoksullarınıza dağıtın. Rahip efendi, o küçük bir çocuktu, yaklaşık on yaşlarında. Sanırım elinde bir torba vardı, bir düşünseniz, onu gerçekten görmediniz mi?”
“Görmedim.”
“Küçük Gervais? Buraya yakın köylerden birinde yaşıyor olmalı. Onu tanıyor musunuz?”
“Belki de yabancı biridir, dostum. Tanımıyorum böyle birini. Buralardan gelip geçen biri olmalı. Onlar hakkında hiçbir şey bilmeyiz.”
Bunun üzerine çılgınca ekledi Jean Valjean: “Rahip efendi, beni tutuklayın. Ben bir hırsızım.” dedi. Rahip, atını mahmuzladı ve telaşlı bir biçimde oradan kaçıp uzaklaştı. Jean Valjean ilk gittiği yöne doğru koşmaya devam etti. Etrafına bakıyor, ara sıra küçük çocuğun adını bağırarak ilerlemeye devam ediyordu. Kimi gölgeleri insanlara benzeterek ümitleniyor, sonra yeniden kedere kapılıyordu. Sonunda bir üç yol ağzına gelerek durdu. Ay, dümdüz ovayı aydınlatıyordu. Bakışlarını uzaklara yönlendirdi ve “Küçük Gervais! Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırdı. Çığlığı sisin içinde hiçbir yankı dahi bulmadan yitip gitti. Bir kez daha “Küçük Gervais!” diye mırıldandı ama bu sefer zayıf ve neredeyse anlaşılmaz bir sesle… Bu onun son çabasıydı; sanki görünmez bir güç, kötü vicdanının ağırlığı, onu birdenbire ezmeye başlamıştı. Bacaklarında takat kalmadığını hissetti, yorgunluktan büyük bir taşın üzerinde yığıldı. Yumrukları başının üzerinde, yüzü dizlerine kapanmış: “Ben bir zavallıyım!” diye haykırdı.
Ve sonunda, yüreği daha fazla bu yaşananlara dayanamadığından ağlamaya başladı. On dokuz yıldan bu yana ilk kez ağlıyordu.
Jean Valjean, onu Piskopos’un evinden ayrıldığında gördüğümüz gibi, o ana kadar düşündüğü her şeyden uzaklaştı. İçinde olup bitenlere teslim olamazdı. O, kötü bir adam olmak istiyordu. “Jean Valjean, kardeşim, artık siz kötülükten çok iyiliğe yakınsınız. Bundan böyle artık vicdanınızı satın almış bulunuyorum. Onu karanlıktan ve düşmüş olduğu cehennem çukurundan çıkarıp Tanrı’nın merhametine sunuyorum.” Yaşlı adamın meleksi hareketlerine ve nazik sözlerine karşı bile kendisini hissizleştirmişti.
Durmadan yaşlı adamın bu sözleri aklına geliyordu. Bu yüce iyiliğe, içimizdeki kötülüğün kalesi olan gurura karşı çıkıyordu. O din adamının onu affetmesinin, içindeki iyilik duygularını harekete geçiren en büyük ve en çetin saldırı olduğunun belli belirsiz bilincindeydi; bu merhamet duygusuna direnmeyecek olursa içindeki bütün kötülüklerin sona ereceğini biliyordu. Eğer şimdi buna boyun eğecek olursa bunca yıl boyunca diğer insanların eylemlerinden dolayı vicdanını dolduran öfke ve nefretten vazgeçmek zorunda kalacaktı. Onu fetheden iyilik duygusu yüzünden kötü kalamayacaktı ama o, kötü bir adam olmak istiyordu. İşte o anda, onun kötülüğü ile vicdanının derinliklerindeki asıl Jean Valjean’ın iyi yüreği arasında muazzam ve nihai bir mücadele başlamış oldu.
Bu aydınlanmanın sarhoşluğuyla yoluna devam etti. Bitkin gözlerle yürümeye devam ederken Digne kasabasında yaşamış olduğu maceranın acaba ne gibi sonuçlar doğuracağının farkında mıydı? Yaşamın belirli anlarında vicdanı uyaran ya da zorlayan tüm o gizemli mırıltıları anlayabiliyor muydu? Sersem gibi olmuştu, beyni zihnindeki büyük kavgadan uğulduyordu, artık onun için bir orta yol kalmamıştı. İçinden bir ses, sağduyusu olmalıydı, iyi yürekli olma zamanının geldiğini, aksi hâlde deyim yerindeyse sefillerin en sefili olarak öleceğini söylüyordu. İyi yürekli bir melek mi yoksa kötü biri olarak kalıp canavar olmak mı istiyordu, karar vermeliydi.
Burada yine bir şeyi sorgulamamız gerekiyor, o da Jean Valjean’ın iç dünyasında olup bitenleri nasıl bir gözle gördüğünü. Talihsizlikler, elbette ki daha önce de söylediğimiz üzere zekâsı gelişmiş kişilerin önemli sonuçlar elde etmesini sağlayabilirdi. Jean Valjean’ın ise burada belirttiğimiz her şeyi çözebilecek durumda olup olmadığı şüpheliydi. O sadece bu duyguların etkisi altında kalabilirdi ve bu etkilerin ona gerçek anlamda acı verdiği de doğruydu. Piskopos, onu mahkûmiyet denen o karanlık ve biçimsiz durumdan çıkarırken vicdanına dokunarak şaşkına çevirmişti. O ise bu şaşkınlıktan kurtulmaya çalışıyor, kurtulmayı başaramadıkça da öfkeleniyor, huysuzlaşıyor, iyiliğin varlığını kabullenmek istemiyordu. İyilik, saflık ve ışık dolu bir yaşamın parlaklığı onun titremesine ve korkmasına neden oluyordu. Artık bu dünyada tam olarak nerede olduğunu kestiremiyordu. Güneşin doğuşunu ansızın gören bir baykuş gibi, mahkûmun gözleri de kamaşmış ve âdeta erdemle kör olmuştu.
Kesin olarak bildiği tek şey, şüphe duymadığı tek şey, artık aynı adam olmadığıydı. Bu kadar kısa süre içerisinde nasıl da böylesine değişebilmişti? Piskopos, bunu hiç dillendirmemiş olmasına rağmen yegâne sebebiydi, bunu kesinlikle biliyordu. İşte bu duyguların etkisi altında kalarak bu etkiden kurtulabilmek için Küçük Gervais’nin parasını çalmıştı. Neye yaramıştı? Bunu kesinlikle açıklayamıyor, büyük bir pişmanlık yaşıyordu. İçindeki kötülük dürtülerinin etkisiyle kazanmış olduğu güç duygusu onu mutlu etmiyordu. Basitçe şunu söyleyebilirdik ki o anda o parayı çalan aslında Jean Valjean değil; onu kuşatan kötülük duygularıyla hareket eden, şimdiye kadar duyulmamış düşüncelerin arasında mücadele ederken alışkanlık ve içgüdüleriyle bu paraya el koyan, içindeki canavardı.
İşte bu duyguların pişmanlığı sonucunda yeniden kendine geldiğinde yaptığı hareketin korkunçluğunu idrak ederek büyük bir vicdan azabı yaşamıştı Jean Valjean. Bu nedenle, öylesine korku dolu bir iniltiyle geri çekilmişti. O çocuğun parasını çalarak ne kadar kötü olduğunu, vicdanının ne kadar taşlaşmış olduğunu kanıtlamak istemişti ama artık anlıyordu ki direnmesi nafileydi, onun yüreği değişmişti.
Her ne olursa olsun, yapmış olduğu bu son şeytani eylemin etkisi üzerinde büyük izler bırakmıştı. Zihninde taşıdığı o büyük kaosu birdenbire darmadağın etmiş, yüreğinin bir tarafına karanlığı diğer tarafına aydınlığı yerleştirmişti. Birdenbire iyi ve kötüyü birbirinden muhteşem bir ustalıkla ayırt edebilen bir adama dönüşmüştü. Zihninde gerçeğe dair büyük bir pencere açmayı başarmıştı. O, artık tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuştu. Bu yüzden de şimdi tüm etkilerden arınıp parasını geri vermek üzere çocuğu bulmaya çalışmalıydı. Ancak bunun ne kadar imkânsız olduğunu da çaresizlikle fark etti. Yine, “Ne kadar sefilim!” diye hayıflandı. Neler olduğunu şimdi tüm açıklığıyla idrak ediyordu. Kendisini gözünün önüne getiriyor, gördüklerinden iğreniyordu. Artık bir hayaletten başka bir şey değilmiş gibi görünüyordu. Önünde etten ve kandan oluşan, iri yarı, kılıksız, çok güçlü bir adam duruyordu ve aynı adam zavallı, ufacık bir çocuğun parasını zorla, onu korkutarak elinden almıştı. Jean Valjean; çantası başkasından çaldığı bir sürü eşya, zihni korkunç bir nefret, yüreği ise intikam duygusuyla dolu bir adamdı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi aşırı mutsuzluk onu, kuruntulu bir hayalperest hâline dönüştürmüştü. Tüm bu duygular onun doğasında vardı. Jean Valjean gözünün önünde canlanan o şeytani yüzden korktu. O, kesinlikle bu adam olamazdı. Dehşete kapıldı, kendisini çığlık çığlığa bağıracakmış gibi hissediyordu.
Zihni, hayallerinin gerçekliği emecek kadar derin olduğu şiddetli ama yine de mükemmel derecede sakin anlarından birini yaşıyordu. Böylece iç dünyasını adamakıllı gözden geçirmiş oluyordu. İçinde, en derinlerde, gizli bir yerde önce bir meşale sandığı ışığı buldu. Vicdanına daha dikkatle baktığında bu ışığın yavaş yavaş büyük bir güçle aydınlandığını ve sonunda da bunun Piskopos’un aydınlık yüzü olduğunu anladı. Vicdanı, şimdi bu iki adamı; Piskopos’u ve Jean Valjean’ı sırayla mukayese ediyordu. İstemeden de olsa onun aydınlık yüzünden büyülendi. Piskopos, gözlerinde büyüyüp parladıkça Jean Valjean’ın zihnindeki tüm diğer hayalleri ezip geçiyordu; Jean Valjean, bu görüntüyü zihninden çıkarıp atamıyordu. Kendisini ondan üstün görebilmeyi ne kadar çok isterdi oysa ki! Bir süre sonra artık bir gölgeden başkası değildi, bir anda her şeyi unuttu. Zihninde sadece hayran hayran baktığı Piskopos’un yüzü kaldı ve bu sefil adamın tüm ruhunu, muhteşem bir ışıltıyla doldurdu.
Hiç farkında bile olmadan Jean Valjean, yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir kadından bile zayıf durumda, bir çocuktan daha fazla korkarak yakıcı gözyaşlarına boğuldu. Ağladıkça içindeki tüm kirli duygular yıkanmaya, ruhuna gün ışığı gibi temiz duygular nüfuz etmeye başlamıştı. Olağanüstü, hem büyüleyici hem korkutucu nurlu bir ışıkla tüm zihni ve bedeni sanki o gözyaşlarının altında yıkanıyordu.
Geçmişini, yapmış olduğu ilk hatayı, bunun karşılığında ödemek zorunda kaldığı uzun kefareti, planladığı o kötülük dolu intikam planlarını düşündü; utanılacak, ders alınacak şeylerdi bütün bunlar. Bir çocuktan çalmış olduğu o kırk santim; bundan sonra onun yapacağı son korkakça, son sefil eylem olacaktı.
Kaç saat bu şekilde ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Yalnız, o sıralar oradan geçen yalnız bir arabacı vardı ve bizi ilgilendirecek bir şeye tanık olmuştu. Dediğine göre bir sabah perişan kılıklı bir adam; Piskopos’un ikametgâhı olan eve giderek Monsenyör Bienvenue’nün kapısına çökmüş, dua ediyormuş ve arabacı, daha önce bu adamı hiç görmemiş.
Üçüncü Kitap
1817 Yılında
I
1817 Yılı
1817, XVIII. Louis’nin gururunu kaybetmeyen belirli bir kraliyet güvencesiyle, saltanatının yirmi ikinci yılını sürdürdüğü dönemdir. Bu, M. Brugiere de Sorsum’un meşhur olduğu yıldır. Pudra ve sorguç denilen saç modelinin geri geleceğini uman tüm berberler dükkânları maviye boyamış, üzerine zambak çiçekleri çizmişti. Kont Lynch’in her pazar, Saint-Germain-desPrés Kilisesi’nde meclis üyesi giysileri, uzun burnu ve heybetli görünümüyle kendisine ayrılan yerde oturduğu zamanlardı. Kont Lynch’in parlak hareketi, 12 Mart 1814’te Bordeaux Belediye Başkanı olarak şehri biraz çabuk d’Angoulême Dükü’ne teslim etmesiydi. 1817’de moda, dört ile altı yaş arası çocuklara Eskimo başlıklarına benzeyen şapkalar taktırıyordu. Fransız ordusunun üniforması beyazdı, lejyonlar bulundukları bölgenin adıyla anılıyordu. Napolyon, St. Helena’daydı ve İngiltere yeşil giysiyi reddettiği için eski giysilerini çevirtiyordu. 1817 senesinde Pelligrini şarkı söylemiş, Matmazel Bigottini dans etmiş; Potier’nin hüküm sürdüğü bu dönemde, Odry henüz daha ortaya çıkmamıştı. Matmazel Saqui, Forioso’nun yerini almıştı. Fransa’da hâlâ Prusyalılar yaşamaya devam etmiş, M. Delalot önemli bir konuma getirilmişti. Meşruiyet, Pleignier’in, Carbonneau’nun ve Tolleron’un önce elini, sonra kafasını keserek kendisini göstermişti. Başmabeyinci olan Prens Talleyrand ve Maliye Bakanı Papaz Louis; çok iyi anlaşarak bu anlaşmalarının sonucunda 14 Temmuz 1790’da, Champ de Mars’da federasyon kitlesini kutsamıştı. Talleyrand bunu piskopos olarak söylemiş, Louis ona diyakoz olarak hizmet etmişti. Yine 1817’de, aynı Champ de Mars’ın ara sokaklarında çimenlerin arasında çürümeye yüz tutmuş, maviye boyanmış, yaldızların düştüğü kartal ve arı armalarının bulunduğu iki büyük silindir ortaya çıkmıştı. Bu silindirler, iki yıl öncesine kadar İmparator’un Champ de Mai’deki[4 - Napolyon tarafından, mayıs ayındaki sürgün dönüşünde Champ de Mars alanında toplanmış olan meclis.] platformu destekleyen sütunlardı. Sonrasında Gros-Caillou yakınlarında kamp kuran Avusturyalıların kamplarının kavurucu alevleriyle orada burada paslanmaya terk edildiler. Bu sütunlardan biri yaşanan büyük yangınlarda yok edilmişti. Champ de Mai’nin haziran ayında Champ de Mars’da toplanmış olması dikkate değer bir noktaydı. O yıl ayrıca iki şey daha moda hâline geldi: Voltaire topu ve enfiye kutusu. Kardeşinin başını koparıp Çiçek Pazarı’nın havuzuna fırlatan Dautun’nun yaptığı da ister istemez akıllardan çıkmıyordu. Chaumareix’yi rezillik ve Gericault’yu şanla kaplamaya mukadder olan o ölümcül fırkateyn Medusa’dan haber alınamaması nedeniyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı endişe duymaya başlamıştı. Albay Selves, Süleyman Paşa unvanını almak için Mısır’a gidiyordu. La Harpe Sokağı’ndaki Thermes Sarayı, bir bakır dükkânı olarak hizmet ediyordu. Hotel de Cluny’nin sekizgen kulesinin platformunda, XVI. Louis dönemindeki Deniz Astronomu Messier için bir gözlemevi olarak hizmet etmiş olan küçük tahta kulübesi hâlâ görülebiliyordu. Düşes Duras, hâlâ gök mavisi satenle kaplı odasında, üç-beş dostuna basılmamış olan, Ourika adlı kitabını okuyordu ve Louvre Sarayı’nın duvarlarından “N” harfi, ustalıkla kazınıyordu. Austerlitz Köprüsü’ne ise Kral Bahçesi adı verilmişti.
XVIII. Louis ise Horace okuyarak vakit geçiriyor, nasıl olup da Napolyon ve Mathurin Bruneau’yu yok edeceğini düşünüyor, bu iki adamın varlığı onun fazlasıyla canını sıkıyordu. Ünlü Fransız akademisyen ise ödül yerine üzerinde çalışma yoluyla elde edilen mutluluk yazılı kâğıtları dağıtıyordu. M. Bellart ise resmen aynı akademiye konuşmacı olarak atanmıştı. Onun gölgesinde, kendisini Paul-Louis Courier’nin alaylarına adamış, geleceğin büyük avukatlarından Broe’nun palazlandığı görülüyordu. Madam Cottin, Claire d’Albe ve Maled Adel isimli başyapıtlarıyla dönemin başyazarı ilan edilmişti. Enstitü, Akademisyen Napolyon Bonaparte’ı üye listesinden çıkarmıştı. Bir kraliyet nizamnamesi ile Angouléme’nin heykeli denizcilik okulunun önüne dikilmiş; Dük d’Angouléme, yüksek amirallik nişanesi ile bir liman kentinin niteliklerini açıkça belirlemiş, onun sayesinde monarşik ilke bir yara almaktan korunmuştur. Bakanlar Kurulunda Franconi’nin tanıtım afişlerini süsleyen ve kalabalığın, sokak çocuklarını çeken gevşek ip performanslarını temsil eden vinyetlerin hoş görülüp görülmeyeceği sorusu tartışılmıştı. Agnese’nin yazarı, köşeli yüz hatlarına sahip ve yanağında bir siğil olan M. Paer; Marquise de Sasenaye’nin Rue Ville-l’Evéque’deki küçük özel konserlerini yönetmeye başlamıştı. Bütün genç kızlar, Edmond Géraud’nun sözleriyle Saint-Avelle Münzevisi’ni söylemişti. Café Lemblin, Bourbonları destekleyen Café Valois’e karşı İmparator için ayaklanma başlatmıştı. Arka planda sinsice Louvel’i inceleyen Duc de Berry, Sicilya’nın bir prensesiyle evlenmişti. Madam Staël bir yıl önce vefat etmiş, korumalar Matmazel Mars’ı kovmuşlardı. O dönem yayımlanan bütün büyük gazeteler küçülmeye gitmek zorunda kalmış, biçimleri kısıtlanmış olsa da özgürlüklerine kimsenin mâni olmasına izin vermemişlerdi. Anayasada hiçbir değişim olmamıştı. Satışları düzgün giden dergilerde ahlaksız gazeteciler, 1815 sürgünlerine lanetler yağdırmıştı. David’in yetenekleri yok olmuş, Arnault’nun zekâsı tükenmiş, Carnot dürüst olmaktan çıkmış, Soult hiçbir savaşı kazanamamaya başlamış, Napolyon’un artık bir deha olmadığı aşikâr hâle gelmişti. Bir sürgün mahkûmuna postayla gönderilen mektupların kendisine çok nadiren ulaştığını kimse bilmiyor çünkü polis onları engellemeyi dinî bir görev olarak görüyordu. Bu durum aslında yeni bir gerçek de değildi, Descartes sürgünde bundan fazlasıyla yakınmıştı. David’in Belçika basınında kendisine yazılan mektupları alamamasından dolayı hoşnutsuzluğunu belirtmesi, Kralcı basının gözünden kaçmayarak alay meselesi hâline gelmişti. Bu iki adamı birbirinden ayıran uçurum; katliam ya da seçmenlerden, düşmanlardan ya da müttefiklerden, Napolyon ya da Buonaparte demelerinden geçiyordu. Tüm aklı başında insanlar, “Tüzük’ün Ölümsüz Yazarı” soyadını taşıyan Kral XVIII. Louis tarafından devrim çağının sonsuza dek kapatıldığı konusunda hemfikirdi. Pont-Neuf platformunda, IV. Henri heykelini bekleyen kaide üzerine “Redivivus” kelimesi kazınmıştı. Bu esnada, Thérèse Sokağı, no 4’te yaşayan M. Piet; monarşiyi pekiştirmek için çalışma yapmakla meşguldü. Sağın liderleri ile ciddi bir konjonktürde “Bacot’ya yazmalıyız.” diyorlar; MM. Canuel, O’Mahony ve De Chappedelaine bir araya gelip Monsenyör’ün de onayıyla, deniz kıyılarının koşullarını belirleyecek kanun taslağını hazırlıyorlardı. L’Épingle Noire ise bu süre zarfında sadece kendi bölgesinin planlarını hazırlamakla meşguldü. Delaverderie, Trogoff’la görüşme hâlindeydi. Bir dereceye kadar liberal olan M. Decazes o dönem hüküm sürüyordu. Chateaubriand her sabah, pantolonun altına geçirdiği terlikleri, gri saçlarının üzerine düğümlediği fuları, bir aynaya sabitlenmiş gözleri ile ve eksiksiz bir dişçi aletleri setini yaymış hâlde, no. 27 Saint-Dominique Caddesi’ndeki penceresinin önünde duruyor; hemen önünde, sekreteri M. Pilorge’a göre monarşiyi dikte ederken büyüleyici olan dişlerini temizliyordu. Eleştiriler o dönem oldukça güçlü konumdaydı. M. de Féletz edebî eserlerini A harfiyle, M. Hoffman ise Z harfiyle imzalıyordu. Charles Nodier ise Thérése Aubert’i kaleme alıyordu. O dönem boşanmalar yasaklanmıştı. Aristo’nun derslikleri kendilerine artık kolej demeye başlamıştı. Yakaları altın bir zambakla süslenmiş kolejliler, Roma Kralı adına birbirleriyle savaşıyordu. Süvarilerin albayı olan M. Duc de Berriy’den çok daha iyi bir görünüme sahip olacak biçimde üniforma giyerek her yerde portresini sergileyen M. Duc D’Orléans, kraliyet karşıtı askerler tarafından Majesteleri Madam’a ihbar edilmişti. Paris şehri, geçersiz kılınan kubbesini her ne pahasına olursa olsun yeniden parlatıyordu. Dönemin ciddi mevki sahibi adamları, öyle ya da böyle M. de Trinquelague’nin ne yapacağını sorguluyor; M. Clausel de Montals, M. Cluasel de Coussergues ile çeşitli noktalarda fikir ayrılıklarına düşüyor; M. de Salaberry artık başarılı olamıyordu. Komedyen Molière’in sahneye koyamadığı, Akademi’nin üyesi olan Komedyen Picard; alınlığındaki harflerin kaldırılmasının hâlâ İmparatoriçe Tiyatrosu’nun açıkça okunmasına izin verdiği Odeon’da, İki Philibert’i sahneye koymayı başarmıştı. İnsanların çoğu ya Cugnet de Mantarlot’nun yanında yer alıyor ya da ona karşı çıkıyordu. Fabvier hizipçi, Bavoux devrimci olarak görülüyordu. Liberal Pélicier Kitabevi, Voltaire’in bir baskısını şu başlıkla yayımladı: Akademi Üyesi Voltaire’in Eserleri. Usta editör: “Bu, alıcıları çekecek.” diyerek başlığını savunuyordu. Genel kanı, M. Charles Loyson’un yüzyılın dâhisi olacağıydı; kıskançlık yavaş yavaş onu kemirmeye başlamıştı, bu da bir nevi zafer işaretiydi, bunun hakkında dizeler yazılıyordu:
“Loyson, kaçarken bile ayaklarının varlığını hisseder.”
Kardinal Fesch istifa etmeyi reddediyordu; Amasie Başpiskoposu M. de Pind, Lyon Piskoposluğu’nu yönetiyordu. İsviçre ile Fransa arasında Dappes Vadisi’yle ilgili tartışma, Yüzbaşı’nın, ardından General Dufour’un da hamle yapması konusunda dikkatini çekmeye başlamıştı. Görmezden gelinen Saint-Simon, bir gün yüce bir unvana yükselmenin hayalini kuruyordu. Bilim Akademisi’nde, gelecek nesillerin asla unutmayacakları büyük bir matematikçi olan Fourier, eğitimin ilk adımlarını atıyordu; bir tavan arasında bu genç adam, gelecek nesillerin onu her zaman anacağı kuramları üzerine çalışıyordu.
Fransa’da yeni yeni nam salmaya başlayan İngiliz ozan Lord Byron iz bırakmaya başlıyordu; Millevoye’nin bir dizesi, Byron’u Fransa’ya şu terimlerle tanıtıyordu: “Lord Byron adında biri.”
David d’Angers, mermer üzerinde çeşitli çalışmalarını sürdürüyordu. Rahip Caron, Feuillantines’in çıkmaz sokağında düzenlenen özel bir ilahiyatçılar toplantısında, Félicité-Robert adında, sonradan Lamennais adını alacak olan, meçhul genç bir rahipten övgüyle bahsediyordu.
Pont Royal’dan Pont XV. Louis’ye kadar Tuileries pencerelerinin önünden akan Seine Nehri’nde isli bir duman çıkartan makine, gürültü ve uğultuyla gidip geliyordu; pek bir işe yaramayan bir mekanizma parçasıydı aslında; bir çeşit oyuncak gibiydi, “hayalperest bir mucidin boş hayali” diye nitelendirilen bir buharlı gemiydi. Parisliler bu icadı “işe yaramaz” diye nitelendiriyor, kayıtsızca karşılıyorlardı.
Bir darbeyle Enstitü’nün reformcusu, sayısız akademisyenin, tüzüklerin ve üye gruplarının seçkin yazarı M. de Vaublanc, onları bu yüksek konumlara getirip yoktan var ettikten sonra, kendisi buna erişemiyordu. Saint-Germain Mahallesi ve Marsan Çiftliği de dindarlığı nedeniyle M. Delaveau’nun polis şefi olmasını istiyorlardı. Dupuytren ve Récamier Tıp Okulunun amfisinde tartışmaya giriyor, İsa Mesih’in ilahiliği konusunda birbirlerini yumruklayacak hâle geliyorlardı. Cuvier, bir gözü Tevrat’ın “Tekvin” bölümünde, diğer gözü doğada, fosilleri metinlerle uzlaştırarak, Mastodonlara Musa’yı övdürüp o kaba dindarlara yaranmaya çalışıyordu. Parmentier’in anısının takdire şayan yetiştiricisi M. François de Neufchâteau, pomme de terre’in[5 - (Fr.) Patatesin.] “parmentière” olarak telaffuz edilmesi için binlerce çaba sarf edip duruyor ama hiçbir suretle başarılı olamıyordu. Eski piskopos, eski konvansiyon üyesi, eski senatör Rahip Grégoire, kralcıların tartışma yazılarında “Hain Grégoire” tanımına dönüşmüştü. Kullandığımız bu “dönüşmüştü” deyimi, M. Royer Collard tarafından bir neolojizm olarak kınanmasına karşın, yeni bir sözcük olarak bildirilmişti.
Iéna Köprüsü’nün üçüncü kemerinin altında, iki yıl önce Blücher’ın köprüyü havaya uçurmak için açtığı mayın deliğini kapatsın diye konulan taşı, renginin beyazlığından tanımak hâlâ mümkündü. Bir adam, Artois Kontu’nun Notre Dame’a girdiğini görünce yüksek sesle: “Şeytan! Bonaparte ve Talma’yı kol kola Bel Sauvage’a girerken gördüğüm zamanı hasretle anıyorum.” dediği için mahkemeye veriliyordu. Kışkırtıcı sözler savuranlar için altı yıl tutukluluk veriliyordu. Hainler rahatça sokaklarda dolaşabiliyordu; savaş arifesinde düşmanın safına geçen adamlar, ödüllerini hiçbir zaman gizlemiyorlar, gün ortasında, zenginlik ve haysiyet kinizmi içinde küstahça ve hiç utanmadan kasılarak sokaklarda dolaşıyorlardı. Ligny ve Quatre-Bras’dan asker kaçakları ahlaksızlıklarının yüzsüzlüğü içinde, paralı ihanetlerinin kötü düzeninde, monarşiye bağlılıklarını en açık şekilde sergilemekten çekinmiyorlardı.
Bütün bunlar 1817 yılı içerisinde gerçekleşerek kafa karıştıran, saçma sapan havada uçuşan ve unutulan olayların bütünüydü. Tarih de zaten neredeyse tüm bu ayrıntıları, bu olayları sonsuza kadar içerisinde barından bir olaylar silsilesi değil miydi? Yine de yanlış ya da önemsiz denilen ayrıntılar dahi hiçbir önemi olmadığı düşünülse bile, insanoğlu için önemliydi. Sonuç olarak yüzyılların fizyonomisini oluşturan şey, yine yılların fizyonomisidir.
Bu yılın en güzel hikâyesi ise Parisli dört öğrencinin oynadıkları güzel bir komedi olmuştur.
II
Çifte Dörtlü
Toulouse, Limoges, Cahors ve Montauban adlı dört Parisli öğrenciydi onlar; Paris’te okuyan öğrencilere, Parisli denirdi o dönem.
Bu öğrencilerin her biri sıradan gençlerdendi. Herkes tarafından bilinen, benzer yüzlere sahiplerdi. Sanki rastgele insanlar arasından seçilen dört sıradan gençten ibaretlerdi. Ne iyi ne kötü ne bilge ne cahil ne dâhi ne de aptal; sadece yakışıklı, yirmili yaşlarının başında, akılları bir karış havada dört delikanlı. Paris’teki gençlere o dönemlerde Oscar adı verilirdi, bizim için onlar da dört Oscar’dı.
“Onun için Arabistan’ın güzel kokularını yakın!” diye haykıracak derecede romantik gençlerdi. Onları mutlaka görmeliydiniz! İnsanlar yeni yeni kendilerini geliştirmeye başlamış, İskandinav ve Kaledonya zarafetini benimsiyorlardı. Saf İngiliz stili ancak daha sonraları hâkim olacaktı ve Arthurların ilki Wellington, Waterloo Savaşı’nı henüz kazanmıştı.
Birbirleriyle çok yakın olan bu dört Oscar, kendilerini şöyle adlandırmışlardı: Toulouselu Félix Tholomyès, Cahorslu Listolier, Limogeslu Fameuil ve Montaubanlı Blachevelle. Doğal olarak, her birinin birer metresi de vardı. Blachevelle, İngiltere’den gelme olduğundan bu adı taşıyan Favourite ile birlikteydi; Listolier, takma adını bir çiçekten alan Dahlia ile beraberdi; Fameuil, Joséphine’in bir kısaltması olan Zéphine’e körkütük âşıktı. Tholomyès; güneş gibi güzel, parlak saçları nedeniyle Sarışın olarak adlandırılan Fantine’le birlikteydi.
Favourite, Dahlia, Zéphine ve Fantine; gençliklerinin baharında, işçi olarak çalışan genç kadınlardı. Her biri de güzel, kıvrak, çekici dört genç kadındı. Entrikalardan biraz rahatsızlardı ama yine de yüzlerinde emeğin dinginliğini ve ruhlarında kadının ilk düşüşünde hayatta kalan o dürüstlük çiçeğini koruyorlardı. Kendi aralarında, kızların en küçüğüne “Genç”; kendilerinden üç yaş büyük olan, yirmi üç yaşındaki Fantine’e “İhtiyar” diyorlardı. Hiçbir şeyi gizlememek adına ilk üçü, hâlâ ilk yanılsamalarında olan Sarışın Fantine’den daha deneyimli, daha umursamaz ve hayatın kargaşasında daha da özgürleşmiş genç insanlardı.
Dahlia, Zéphine ve özellikle Favourite hakkında çok fazla şey söylenebilirdi. Henüz yaşları çok ilerlememiş olsa da hepsinin evvelce başka sevgilileri olmuştu. Özellikle de Favourite; Adolph, Alphonse ve Gustave adında üç erkekle daha yakınlaşmıştı. Oynaşmayı seven bir kızdı. Hem fakir hem de oynaşmayı seven biri olmak çok kötü bir durumdu. Bu tür kadınlar birinin üzüntüsünü diğeri ile hafifletmeye çalışırdı ama her ikisi de aynı yola sürüklerdi insanı. Onlar bahtsız kadınlardı. Yaşadıkları düşüşler ve sonrasında taşlanmalarının nedeni de işte bu düşmüş oldukları yanılgılardı. Kusursuz ve erişilmez olan her şeyin görkeminde boğulurlardı. Ne yazık! Ya bu bakire kızlar açsa ne olacaktı? Onlar, kendilerine vadedilenlere kanıp her şeyi yaparlardı.
İngiltere’de doğmuş olan Favourite; Dahlia ve Zéphine ile tanışmış, çabucak onlarla kaynaşmıştı. Hayatının çok erken dönemlerinde kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmişti. Babası bekâr, yaşlı bir matematik profesörüydü. Acımasız bir adamdı ve yaşına rağmen ders vermek için çalışmaya devam eden bir palavracıydı. Bu profesör, gençlik döneminde dışarıda dolaşırken genç bir kadının eteğinin bir yere takıldığını görerek yardımına koşmuş, bu tesadüfi karşılaşma sonucunda genç kıza âşık olmuştu. Sonuç olarak da bu aşkın meyvesi olan Favourite dünyaya gelmişti. Babasıyla zaman zaman sokakta karşılaşır, tamamen kayıtsız bir şekilde onunla konuşurdu. Bir sabah uyandığında kaldığı daireye bir kadın gelmiş ve ona: “Beni tanıyor musun Matmazel?” diye sormuştu.
“Hayır.” diye cevap vermişti genç kız ona.
“Ben senin annenim.”
Genç kız bu duruma şaşırıp kalmış; bu sırada yaşlı kadın evde bulduğu yemeklerle karnını doyurarak sonra da yanında getirdiği, sahip olduğu tek şey olan şilteyle kızın yanına yerleşmişti. Bu huysuz ve dindar yaşlı anne, Favourite ile hiç konuşmamıştı. Saatlerce tek kelime etmeden orada oturmuş, kahvaltı etmiş, neredeyse dört kişinin yiyebileceği yiyecekleri bir akşamda tüketmişti. Kızı hakkında kötü konuşup sabahtan akşama kadar komşuları gezerek onu çekiştiren bir kadındı.
Dahlia’nın hayatına bir göz atacak olursak bu genç kızın en güzel yeri elleri ve tırnaklarıydı. Öyle ki elleri bozulacak diye korkusundan, çalışacağı yerlerde onun bunun metresi olmaktan çekinmezdi. Başka türlü tırnaklarını nasıl güzel tutabilirdi ki? Ancak erdemli kalmak isteyen biri, ellerine acımazdı.
Zéphine’e gelecek olursak, Fameuil’yi kibarca “Evet, efendim.” deme şekliyle fethetmişti. Kibarlığı ve hanımefendi davranışları en önemli özelliklerindendi ve o da bu özellikleriyle istediğini her zaman elde etmeyi başarıyordu.
Bilgi ve felsefe iki ayrı şeydir. Yaşamlarını sürdürme felsefesini başaran bu üç genç kadından Favourite, Zéphine ve Dahlia felsefe; Fantine ise bilgiden yanaydı. Onların gayet serbest hayatlarına karşılık Fantine oldukça mazbut bir kadındı.
Güzeldi, Tholomyès’i gerçek anlamda büyük bir aşkla seviyordu. Süleyman bunu görse sevginin, bilgeliğin bir parçası olduğunu söylerdi. Aşk konusunda Fantine’in sadece tek bir aşkının varlığını ve aşkına sadık genç bir kadın olduğunu söylemekle yetineceğiz. Dördünün arasında yalnızca o, tek bir kişi tarafından sevilip sevmeyi tercih eden biriydi.
Fantine, tabiri caizse insanların küllerinden yeniden çiçek açan varlıklardan biriydi. Toplumsal gölgenin en akılalmaz derinliklerinden çıkmış olmasına rağmen alnında anonim ve bilinmeyenin işaretini taşıyor, anne ve babasının kim olduğu bilinmiyordu. Anne ve babasını hiç tanımamıştı. Adına sadece Fantine denmişti. Neden Fantine, bunu kimse bilmiyordu. Asla başka bir ismi de olmamıştı. Fakirlikle olgunlaşmış bir kızdı, doğduğu dönemde Direktuvar İdaresi hüküm sürüyordu. Bir soyadı yoktu; bir ailesi, bir vaftiz adı, bağlı olduğu bir kilise yoktu. Çok küçük bir çocukken, sokakta çıplak ayak koştuğu sırada birisi onun durumuna acıyarak yanına alıp büyütmüştü. Yağmur yağdığında bulutlardan dökülen yağmur damlalarının altında ıslanmaktan çok hoşlandığı için bu ismi almış olabilirdi. Ona Küçük Fantine deniyordu. Kimse de bundan fazlasını bilmiyordu. Bu insan canlısı, hayata işte bu vesileyle girmişti. On yaşındayken Fantine, bulunduğu kasabayı terk ederek yakın kasabalardaki çiftliklere çalışmaya gitmişti. On beş yaşında, daha fazla kazanmak için Paris’e gelmişti. Fantine, gerçekten güzel bir kadındı ve elinden geldiğince saf kalmayı başarmıştı. Bembeyaz dişleri olan çok güzel bir sarışındı. Çeyizi olarak altın ve incilerini bizzat üzerinde taşıyordu; altınları başından aşağı dökülüyor, incileri gülümseyen dudaklarından ortaya çıkıyordu. Yaşamını idame ettirmek için çok çalışıyordu. Hem ruhundaki hem de yüreğindeki açlığı dindirmek için âşık oldu. Tholomyès’e körkütük âşıktı.
Onunki sadece bir aşk değil, aynı zamanda tutkuydu. Latin mahallesinin öğrencileri ve sokağın kalabalığı onların aşklarının şahidi oldu. Fantine, ilk başlarda çok utandığından Tholomyès’ten kaçtı; kaçan kovalanır misali bir durum yaşandı aralarında. Aslında onu görmeye can atıyor olsa da kendisini çekmesini bildi. Ancak sonunda aşk galip geldi. Blachevelle, Listolier ve Fameuil’nin yanında en büyükleri Tholomyès’ti. Dört gencin arasında en zeki olan da oydu.
Tholomyès, genç yaşına rağmen yaşlı bir yüze sahipti. Ancak dört gencin arasında en zengin olan da oydu; dört bin franklık bir geliri vardı, dört bin frank! Sainte-Geneviève dağ kasabalarında müthiş bir servet. Tholomyès; otuzlu yaşlara yakın olmasına rağmen hızlı çökmüş, kendisine doğru dürüst bakmamıştı. Yüzünde kırışıklıklar vardı, dişlerinin bazıları dökülmüştü ve kendisinin de sürekli üzüntüyle bahsettiği üzere, başının arkasında yavaş yavaş kelleşmeye başlayan bir kısım vardı. Bu hâliyle otuzdan ziyade, kırklı yaşlarının üzerinde görünüyordu. Midesi de sağlam değildi ve bir gözüne hastalık bulaştığından sürekli yaşarıyordu. Ama bunların hiçbiri umurunda değildi; dişleriyle alay etmeyi, saçlarına gülüp geçmeyi, ağlayan gözlerine sürekli gülmeyi hayat felsefesi olarak benimsemişti. Kısacası sefalet yüzünden vaktinden önce çökmüştü. Yaşlılık alametleriyle birlikte şehveti de artmıştı, birçok güldürüler ve sayfalar dolusu şiirler yazmıştı. Vaudeville’de reddedilmiş bir sürü eseri bulunuyordu. Tüm bunlara ilave olarak, zayıfların gözünde çok büyük bir güç olan her şeyden son derece şüphe duyan bir karaktere sahipti. Olgun tavırları ve çökmüş yüz hatları nedeniyle grubun liderliği görevini üstlenmişti.
Bir gün Tholomyès, diğer üçünü bir kenara çekerek şöyle dedi:
“Fantine, Dahlia, Zéphine ve Favourite’e geçen yıl bir sürprizimiz olacağını söylemiştik, biliyorsunuz. Onlara bu konuda ciddi anlamda da söz vermiştik. Sözümüzde durmadığımızdan temcit pilavı gibi sürekli bu durumu burnumuza sokuyorlar, sürekli olarak bana ‘Tholomyès, sürprizinizi ne zaman ortaya çıkaracaksınız?’ diye sorup duruyorlar. Aynı zamanda ailelerimiz de bize bu konuda yazıyor ve her iki taraf da bizi baskılıyor. Bu yüzden de bence zamanı geldi, sözümüzde durarak artık onlara bekledikleri sürprizi hazırlayalım.”
Bunun üzerinde Tholomyès sesini alçaltarak o kadar neşeli bir şey söyledi ki dört kafadar aynı anda coşkulu bir şekilde sırıtarak onu alkışladı ve Blachevelle: “İşte ben buna fikir derim!” diye haykırdı.
Bulundukları yerden ayrılıp dumanlı bir kahveye girdiler, gizli konuşmalarının geri kalanını orada tamamladılar. Ve bir sonraki pazar günü için sevgililerini davet etmeye karar vererek oradan ayrıldılar.
III
Dörde Dört
Bugünlerde, kırk beş yıl öncesinin öğrencilerinin o ülkede nasıl yolculuk yaptıklarını hayal etmek zordur. Paris’in banliyöleri artık hiç de eskisi gibi değildir, çevredeki yaşamın fizyonomisi son yarım yüzyılda tamamen değişmiş; o zamanlarda tarlaların bulunduğu yerler, yerini trenlere bırakmıştır. Küçük sandalların yerini vapurlar almaya başlamış, insanlar eskiden Saint-Cloud’dan bahsederken bugünlerde Fécamp’tan konuşmaya başlamıştır. 1862 senesinde Paris, artık Fransa’nın önemli şehirlerinden biri hâline gelmiştir. İşte bahsetmiş olduğumuz o dört çift de o sırada yaşanabilecek tüm taşra çılgınlıklarını birlikte yaşamıştır.
Tatil dönemi başlıyordu ve sıcak, oldukça güneşli bir yaz günüydü. Önceki gün, yazmayı bilen tek kişi olan Favourite, dördü adına Tholomyès’e şunları yazmıştı: Mutluluktan kendimizi dışarı atmanın tam zamanı. Bu yüzden de hepsi sabahın beşinde kalktılar. Sonra bir arabaya binerek Saint-Cloud’a gittiler, kurumuş şelaleye bakarak bir ağızdan haykırdılar: “Su akarken kesinlikle çok güzel görünüyordu!” Havuzu seyredip bir süre oyalandıktan sonra Tête-Noir’da kahvaltı ettiler; büyük havuzun etrafında, ağaçların altında havuza yüzük atma oyunu oynadılar. Diogenes’in fenerine çıktılar, Pont de Sevres’in rulet tesisinde makaron için kumar oynadılar, Pateaux’da çiçek topladılar; etrafta mutlu mesut dolaşarak, elmalı turta yiyerek mükemmel bir gün geçirdiler.
Genç kızlar sanki kafeslerinden kaçmış bülbüller gibi neşeyle şakalaşıp gevezelik ediyorlardı. Ne güzel şeydi gençlik, bunu sonuna kadar yaşıyorlardı. Zaman zaman genç delikanlılara küçük dokunuşlar yapıyorlardı. Gülüyor, konuşuyor, tazeliklerin keyiflerini çıkarıyorlardı; tıpkı yavru kuşlar gibiydiler. Ah, kim olursanız olun, siz de gençlik yıllarınızı hatırlamıyor musunuz? Sizler de başınızda esen kavak yellerinin sarhoşluğuyla, çayır çimen dolaşıp her şeye sevinmez miydiniz? Gülerek, yağmur altında sevdiğiniz kadının elini tutarak yokuş aşağı hiç koşmadınız mı? Yanınızdaki sevgiliniz “Ah, yeni pabuçlarım! Ne hâle geldiler!” deyip hayıflanmasına rağmen sizinle birlikte koşmaya devam etmedi mi?
Hemen şunu belirtelim ki bu gülen ve neşeyle dolaşan gençlerin tek eksikleri o an yağacak olan bir yağmurdu ve öylesine eğlenceye dalmış durumdaydılar ki Favourite’in anaç sesi onları durdurdu:
“Patikalarda sürünen bir dolu sümüklü böcek var; çocuklar, yağmur geliyor!”
Kızların hepsi o anda, en kederli insanı bile neşelendirecek kadar güzeldi.
Ne tesadüftür ki o dönemlerin ünlü şairlerinden olan M. le Chevalier Labouisse da o gün Saint-Cloud’daydı; ağaçların altında dolaştığı sırada, sabah on sularında onların oradan geçtiğini görmüş ve genç kızları eski Yunan güzellik ilahelerine benzetecek kadar onlardan etkilenmişti. “Gerçekten o tanrıçalardan olacak kadar güzeller, sadece bunların çok daha fazlalıkları var.” diye aklından geçirmişti.
Favourite bugün gerçekten bir çocuk gibiydi; yirmili yaşlardaki üç arkadaşının yanında en büyükleri olmasına karşın yeşilliklerin arasından ilk önce o koşuyor, hendeklerin üzerinden atlıyor, dikkati dağılmış olmasına karşın etrafta koşuşturarak genç bir dişi ceylan gibi yanındaki kızların eğlencelerine başkanlık ediyordu. El ele tutuşmuş olan Dahlia ve Zéphine, tıpkı bir Rönesans tablosunu andırıyorlardı ve belki de bunun gayet farkında oldukları için daha güzel olduklarını da bildiklerinden, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Zéphine ve Dahlia saçlarını topuz şeklinde toplamışlardı.
Listolier ile Fameuil, birkaç adım onlardan ileride gidiyor ve Fantine’e profesörleri, Mösyö Delvincourt ile Mösyö Blondeau arasındaki farkı anlatmaya çalışıyorlardı. Blachevelle ise sanki bu pazar gezintilerine, Favourite’in güzel şalını taşımak için çıkıyormuş gibi onu hiç elinden bırakmıyordu. Bunda elbette ki onun Favourite’e olan aşkının da büyük payı vardı.
Tholomyès, etrafına topladığı bir grubu, bir şeyler anlatarak güldürüyordu. Çok neşeliydi ama yine de gücünün farkındaydı. Üzerindeki başlıca süsü; örgülü bakır telden kayışları olan, fil ayağı desenli bir bastondu. Elinde iki yüz frank değerinde sağlam bir sigaralık taşıyordu ve her şeyine özen gösterirken ağzında puro denen tuhaf şeyi de tutmayı ihmal etmiyordu. Onun açısından herhangi bir şeyi beğenebilmesi pek güçtü, pahalı zevkleri vardı ve bunların en başında da puro içmek geliyordu.
“Bu Tholomyès gerçekten tuhaf bir adam!” diye konuştu diğerleri saygıyla. “Hayret bir şey! Bu ne enerji böyle!”
Fantine’e gelince onu seyretmek, büyük bir zevkti. O gün öylesine mutluydu ki bembeyaz dişlerini her an gösterecek biçimde kahkahalar atıyordu. Uzun beyaz iplerle dikilmiş olan hasırdan şapkasını başında taşımaktansa elinde taşımayı tercih ediyordu. En ufak bir esintide dağılmaya müsait, kolayca çözülebilen gür, dalgalı saçlarını sürekli sıkıca bağlaması gerekiyordu; söğüt ağaçlarının altında tıpkı bir peri kızı gibi görünüyordu. Pespembe narin dudakları büyüleyici kıvrımlara sahipti. Dudaklarının şuh biçimde yukarı kalkmış köşeleri, uzun, gölgeli kirpikleri karşısındaki insanı etkileyecek derecede muazzam bir güzelliğe sahipti. Sade ancak bir o kadar da zevkli giyinmişti; elbisesi narin bedeninin bütün hatlarını meydana çıkarıyor, ayakkabılarının atkıları devrin modasına uygun bir şekilde bileklerinde birleşiyordu; elbisesinin üzerine Fransız ipeğinden yapılmış leylak renginde ince bir ceket giymişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ondan çok daha özgür davranan diğer üçü, kişiliklerinin verdiği etkiyle olacak, açık saçık yazlık elbiseler giymişlerdi; elbiselerini ve şapkalarını süsleyen çiçekler, kendilerinden daha güzel değildi. Ancak onların bu cüretkâr kıyafetlerinin yanında Sarışın Fantine’in saflığı, şeffaflığı, masumluğu ve aynı anda hem gizemli hem de açıkça sergilemekten çekinmediği suskunluğu, nezaketin cezbedici bir lütfu gibi görünüyordu. İnce ve duygulu bir göze göre o, üçünden de çok daha güzel ve alımlıydı. Yaşamda da genel olarak durum böyle değil midir? En bilge insan; herkes tarafından, en güzel olmasına rağmen hep en sade olarak görülmemiş midir?
Onun sahip olduğu bu güzelliği tarif etmek güçtü. Masmavi gözleri, uzun kirpikleri, ufacık elleri ve ayakları, bembeyaz teni, bileklerinde yer yer belli olan morumsu damarları, kıvrak bedeni ile tam anlamıyla genç ve taze bir güzellikti; hafifçe dolgun olan yüzü, çehresinin çok daha çocuksu görünmesine neden oluyor, onu büsbütün çekici hâle getiriyordu. Öylesine yapmacıksız tavırları vardı ki gören onun muazzam bir terbiyeyle yetişmiş olduğunu düşünürdü. Şayet kibar bir ailenin kızı olarak ünlü davet ve salonlarda salınmış olsaydı nice yazarların adına methiyeler düzeceğine, onu tanrıçalara benzeteceğine hiç şüphe yoktu.
Fantine, çok güzel bir genç kadındı ve bunun farkında bile değildi. Böylesine muhteşem görünmesine karşın o sadece zavallı bir işçi kızdı. Tanrı vergisi güzelliği de onun sahip olduğu tek süsüydü. Nereden geldiği bilinmiyor olsa da geçmişi gölgelerin ardında kalan bu genç kadın, safkan zarafetten oluşuyordu. Her türlü dış ve iç güzellikleri kendisinde toplamış, müstesna bir varlıktı.
Fantine’in ne kadar neşeli olduğundan bahsetmiştik ancak bir o kadar da mütevazıydı.
Onu dışarıdan dikkatle inceleyen bir gözlemci; yaşının, mevsimin ve yaşadığı aşkın vermiş olduğu sarhoşlukla, karşı konulmaz bir çekingenlik ve alçak gönüllülük timsali olduğunu söyleyebilirdi. Biraz aklı karışmış gibi de görünüyordu. Onun için söylenebilecek tek bir gerçek vardı: Tholomyès’in metresi olduğu. Ancak gözlerinde hiç değişmeyen ve karşısındaki insanları pek az yanıltan o kutsal bakire bakışı, yüzünden hiç kaybolmuyordu; yaşadığı aşk, onu hiçbir suretle kirletmemişti.
Birdenbire yüzünü kaplayan ciddi ve neredeyse katı saygınlık ifadesi; yaşadığı neşenin bir anda yok olmasına, düşüncelere dalmasına neden olsa da hiçbir zaman dış görünüşünde tuhaf ve rahatsız edici bir ifade olmuyordu. Tanrıçaları dahi kimi zaman kıskandıracak bir duruşa sahipti. Alnı, burnu, çenesi, her şeyiyle bütün olarak orantılı çehresinin etrafa yaydığı dinginlik onun gerçek kişiliğini temsil ediyordu. Dudaklarının kenarındaki masum kıvrımları, karşısındaki insanı bir anda aşka düşürecek kadar çekici ve cezbediciydi bu iffet abidesi güzel genç kadının.
Aşk; hatalarla dolu bir yoldur, her zaman da böyle olmuştur. Fantine ise hataların üzerinde yüzen masumiyetin vücut bulmuş hâlidir.
IV
Tholomyès, Mutluluktan Bir İspanyol Şarkısı Söylüyor
Tatilin başladığı o gün çok güzeldi. Sanki tüm doğa da bu gençlerle birlikte tatil yapıyor ve gülüyordu. Saint-Cloud’un çiçek tarhları havayı mis gibi kokularıyla dolduruyordu. Seine’den gelen hafif rüzgâr, yerlerdeki bütün yaprakları havalandırıyor; rüzgârda sallanan yasemin ağaçlarının dallarından arıların vızıltıları duyuluyordu. Çayırlıklardaki civanperçemleri, yoncalar ve yulaf başaklarının üzerini kelebekler süslüyor; Fransa Kralı’na atfedilmiş yemyeşil bahçelerinden kuş cıvıltıları yükseliyordu.
Güneşin ışıltılarına, tarlaların, çiçeklerin, ağaçların yemyeşil göz kamaştıran manzarasına dört neşeli çiftin gülen gözleri eşlik ediyordu.
Bu cennet gibi bahçelerin arasında durmaksızın gülüyor, çeşitli maskaralıklar yapıyor, yerlerde yuvarlanıyor, birbirleriyle şakalaşıyor, bütün günün keyfini çıkarıyorlardı. Bir tek Fantine çekimser duruyordu; biraz önceki canlılığı sanki kaybolmuş, üzerine tuhaf bir durgunluk çökmüştü. “Her zaman aklın karışmış gibi bakıyorsun.” dedi Favourite, onun bu durumunu fark edince.
Aşk böyle bir şeydir işte. Mutlu çiftlerin hayata ve doğaya karşı en derin çağrısıdır aşk; her şeyden, her dokunuştan, her bakıştan gözlere aktarılır. Bir zamanlar, tarlaların ve ormanların içinde özellikle âşıklar için yaratılmış, sonsuza dek birlikte olmaya karar vermiş ve birbirlerini çok seven çiftlerin yüreklerini aydınlatan bir perinin var olduğu söylenirmiş. Bu peri sayesinde bahar geldiğinde insanların yüreğinde o tatlı kıpırtılar başlarmış. Tüm asilzadeler, yoksullar, saraylılar, kasaba halkı; dediklerine göre hepsi bu perinin tebaasıymış. Güler, eğlenir, avlanır ve bu perinin dokunuşlarıyla insanlar gerçekleşen aşkın parıltısıyla ne büyük değişime uğrarmış! İşte, bizim gençler de şimdi bu nimetlerden faydalanıyorlardı. Fırsat buldukça kırlara koşuyor, güneşin altına serilerek konuşup koklaşıyor, birbirlerine tatlı sözler söyleyerek aşkın en güzel zamanlarını birlikte yaşıyorlardı. Güzel kadınlar işte böylesi muhteşem aşklara kendilerini teslim ediyorlar, yaşadıkları aşkın asla bitmeyeceğini düşünüyorlardı. Filozoflar, şairler, ressamlar ise bu coşkuları gözlemliyor ve bundan ne çıkaracaklarını bilemez hâlde şaşkına dönüyorlardı. Cythera bu anlarda kendinden geçer, Watteau kendi kendine hayıflanır, Pleblerin ressamı Lancret sanki masmavi gökyüzüne doğru uçmuş gibi aşağıdaki âşıkları izler, Diderot ise bütün aşk şiirlerine ilham olması için kollarını âşıklara açardı.
Kahvaltıdan sonra dört çift; Hindistan’dan yeni gelen, adı şu anda hafızamızdan tamamen silinmiş olan, o dönemde tüm Paris’i Saint-Cloud’a çeken bir bitkiyi görmek için Kral Meydanı olarak adlandırılan yere gittiler. Uzun saplı, tüylü, yapraksız ve iplik kadar ince sayısız dalları olan, minik milyonlarca beyaz tomurcukla kaplı tuhaf ve sevimli bir çalıydı gördükleri. Çiçeklerle süslenmiş bu çalı şekillendirilerek budanmıştı. Her zaman büyük bir meraklı kitlesi onu görmeye geliyordu.
Tholomyès çalıyı gördükten sonra, “Şimdi sizlere eşeğe binmeyi öneriyorum.” dedi neşeyle. Eşeklerin sahibiyle belli bir fiyatta anlaştılar ve böylece Vanvres’den yola çıkarak Issy’ye dönmeye karar verdiler. Issy’de tuhaf bir olay meydana geldi.
O zamanlar Bourguin’e ait olan gerçek millî park, tamamen açıktı. Kapılardan geçtiler, mağaralara girip eğlendiler, ünlü ayna dolabının gizemli küçük etkilerini denediler, etrafta görülebilecek ne varsa her yeri büyük bir neşeyle ziyaret ettiler. Bernis Papazı tarafından kutsanarak iki kestane ağacının arasına kurulmuş salıncakta sallandılar.
Birbiri ardına bu güzellikleri salıncakta sallayan delikanlılar, uçuşan etekleriyle kızların kahkahalarını büyük bir zevkle izliyor; kızlar ise zevkten dörtköşe, geçirdikleri zamanın keyfini çıkarıyorlardı. Tam bu sırada Tholomyès o güne kadar hiç yapmadığı bir şey yaparak, muhtemelen iki ağaç arasına kurulmuş bir salıncakta sallanan güzel bir kızdan ilham alınarak bestelenmiş bir İspanyol şarkısını mırıldanmaya başladı:
Ben Badajozluyum,
Aşk beni çağırıyor;
Alev alev yanar gözlerim,
Sana ait tüm ruhum;
Her şeyi göze alıyorum,
Kendimi sana bırakıyorum.
Fantine onun sesini duyar duymaz sallanmayı bırakmıştı. Kimse onun bu şekilde bir şarkı söylemesini beklemiyordu, Fantine ise bu durumdan oldukça rahatsız olmuştu. “Bu şekilde keyifsiz davranmandan hoşlanmıyorum.” dedi Favourite, durumdan huysuzlaşan Fantine’e.
Eşekleri sahiplerine teslim ettikten sonra, yeni zevkler keşfettiler. Seine’de sandalla gezintiye çıktılar, kimisi artık biraz oturup dinlenmek istediğinden sohbet etmek için Passy’de karaya çıktılar. Okuyucunun hatırlayacağı üzere, o sabah saat beşten bu yana ayaktaydılar ama Favourite yerinde duramıyor, içi içine sığmıyordu. “Ah ama bugün pazar, yorgunluk diye bir şey yok! Pazar günü kimse yorulamaz.” diye bağırdı neşeyle.
Bunun üzerine dört çift, saat üçe doğru mutluluktan sarhoş olmuş hâlde, o zamanlar Beaujon’un tepelerini kaplayan Champs-Élysées ormanlarını aşarak dağların eteklerine tırmanmaya başladılar.
Zaman zaman Favourite neşeyle haykırarak: “Peki ya sürpriz, sürpriziniz ne olacak?” diye mızmızlanıyordu.
“Sabırlı olun.” diye yanıtlıyordu Tholomyès.
V
Bombarda’da
Yorgun hâlde dağlardan indikten sonra, karınları acıktığından akşam yemeğini düşünmeye başladılar; sonunda biraz bitkin durumda olan sekiz kişilik ışıltılı grup, Champs-Élysées’de oldukça ünlü olan, Delorme Meydanı’ndan tabelası görülen Bombarda Meyhanesi’ne girdiler.
Sonunda içeride cumbalı oturma alanlarıyla, büyük ama salaş bir salondan içeriye girdiler (pazar günü olması nedeniyle kalabalığa katlanmak zorundaydılar). İçerideki iki pencereden iskele ve nehrin ötesini izleyebilecekleri bir manzara hâkimdi; camlardan muhteşem akşam güneşinin hüzmeleri süzülüyordu; birinin üzerinde erkek ve kadın şapkalarından ve bir çiçek dağından oluşan diğer misafirlere ait, diğerinde ise dört çift tabak, bardak ve kadehlerin yerleştirilmiş olduğu iki masa vardı; neşeyle hazır olan masanın çevresine oturdular. Şarap ve yemek istediler, masanın üzerinde sanki düzen içerisinde düzensizlik hüküm sürüyordu. Molière, “Masanın altından birbirlerini çimdikleyerek, itişip kakışıp tekmeleyerek gülüyorlardı.” diye şikâyet bile etmişti onları.
Sabahın beşinde başlayan o keyifli tatil gününün, öğleden sonra dört buçukta geldiği nokta buydu. Güneş batmak üzereydi ve onların karnı çok açtı.
Güneş ışığı ve insanlarla dolu Champs-Élysées’nin meşhur tozu, iki yandaki at heykellerini sanki canlıymış gibi gösteriyordu. Pazar kalabalığının içerisinde bu sokaklarda yürümek artık bir mesele idi. Sürekli arabalar gidip geliyordu. Muhteşem muhafızlardan oluşan bir bölük, başlarında komutanlarıyla Neuilly Bulvarı’ndan aşağıya doğru iniyordu. Batan güneşin altında hafif pembemsi görünen beyaz bayrak, Tuileries’nin kubbesi üzerinde dalgalanıyordu. Bir grup insan, Kral lehine şarkılar söylüyor; Kral Hassa Alayı, borazanlarıyla çalışıyordu. Birçoğu 1817 yılında iliklerinden çıkarmayı henüz tamamen bırakmadıkları beyaz ve gümüşi zambak broşlarını takıyordu. Bir kez daha VX. Louis Meydanı, mutlu ziyaretçilerin kalabalığı altında boğulmuştu. Küçük kızların oluşturduğu korolar, yoldan geçenlerin arasında, insanların alkışları altında o zamanlar ünlü Bourbon havası olan şarkıları neşeyle söylüyorlardı:
Ghent’teki babamızı bize geri verin,
Babamızı bize geri verin.
Banliyölerde, pazar düzeninde, bazen burjuvalar gibi büyük meydan ve Marigny Meydanı’na dağılmış bazen de zambaklarla süslenmiş caddelerde insanlar halkalar şeklinde halay çekerek dans ediyor ve tahta atların üzerinde dönüyorlardı; diğerleri kafayı çekmekle meşguldü; etraftan kahkahalar yükseliyordu. Her yerde büyük bir mutluluk, büyük bir neşe hâkimdi. Tartışmasız bir barış ve Kral’a gösterilen derin sadakat zamanlarıydı; Angeles Polis Şefi’nin Paris’in banliyöleri konusunda Kral’a sunduğu özel bir raporun şu satırlarla sona erdiği dönemdi:
Yapılan tüm incelemelerin sonucunda, her şey göz önünde bulundurulacak olursa Majesteleri; bu insanlardan endişe duyulmasına gerek yoktur. Kediler kadar ehlileşmiş ve sadıklardır. Halk, taşrada huzursuz olmasına rağmen Paris’te durum böyle değildir. Majesteleri, buradaki insanların hepsi iyi insanlardır. Buradaki halk sizin tarafınızdadır. Başkent Paris halkının korkulacak bir tarafı yoktur. Bu şehrin nüfusunun son elli yılda küçülmüş olması dikkat çekicidir, banliyölerin nüfusu hâlâ devrim zamanında olduğu kadar azdır. Burada herhangi bir tehlike yoktur. Kısacası buradakiler sadece uyumlu ayaktakımından oluşmaktadır.
Aslında ne kadar yanılıyordu Angeles Polis Şefi; oradaki kedi gibi olan halkın, aslana dönüşmesinin mümkün olmadığını düşünerek ne büyük yanılgıya düşüyordu. Çünkü bu kesinlikle gerçekleşebilmektedir ve Paris halkının yarattığı mucize de zaten burada yatmaktadır. Üstelik Kont Anglès’nin bu kadar küçümsediği bu kedi gibi halk, eski cumhuriyetlerin kurulmasına neden olabilecek kadar cesaret gösterebilmiştir. Kedi tasviri aslında onların gözünde özgürlüğün vücut bulmuş hâliydi. Sanki Pire’nin Minerva Aptera’sına bir aksesuar görevi görüyormuşçasına Korint’teki halk meydanında devasa bronz bir kedi heykeli duruyordu. Restorasyon döneminin saf polisi, aslında Paris halkı hakkında Kral’a fazlasıyla tozpembe bir tablo çiziyordu; aslında sanıldığı kadar masum bir ayaktakımı değildi onlar.
Yunanlar için bir Atinalı neyse, Fransızlar için de Parisli oydu; kimse açgözlü değildi, kimse onlardan daha rahat uyuyamaz, kimse onlardan daha açık yürekli ve tembel olamazdı. Unutkandı ancak kimi şeyleri de çok iyi hatırlardı; yine de onlara pek güvenilmezdi, her türlü işe anında hazır olur ama sonunda şan şöhret olduğu zaman tanınmaz hâle gelir, her türlü acımasızlığı yapmaya muktedir olurdu. Onun eline bir demir parçası verin, size 10 Ağustos’u tekrarlasın; ona bir silah verin, Austerlitz’i yaratsın. O kesinlikle Napolyon’un desteği, Danton’un kaynağıdır. Memleket meselesi diye yazar, özgürlük meselesi diyerek kaldırımları sökerdi. Aman dikkat! Gazap dolu saçları destansıydı, üzerindeki kıyafeti onun içinde yanan yangınını örter gibiydi. Aman dikkat edin! Caudine Forks’un eline geçen ilk Rue Grenetat’ı yaratırdı. Zamanı geldiğinde o Parisli, dimdik ayağa kalkmasını bilirdi; korkunç bakışları düşmanlarına yönelir, nefesi bir fırtınaya dönüşür, o zarif göğüslerinden Alp Dağları'nı darmadağın edebilecek kadar güçlü kasırga koparmasını bilirdi. Bu kediye benzetilen Paris’in banliyö halkı, silahlarını eline aldığı zaman devrimleriyle Avrupa’yı fethedebilirdi. Şen şarkılar söylemek, en gözde eğlencesiydi. Parisliysen, bunu bütün dünya bilirdi! Daha iyi bildiği ise sustuğunda XVI. Louis’yi tahtından indirdiği ve bunu dünyaya Marseillaise’i söyleyerek bildirmesiydi.
Anglès’nin raporunun kenarına bu notları ekledikten sonra, biz yine elbette ki dört çiftimize geri döneceğiz. Dediğimiz gibi, akşam yemeği bitmişti.
VI
Birbirlerine Hayran Oldukları Bölüm
Aşkın hâkim olduğu o masada ziyafet kurulmuş, sohbetler ediliyor, neşeyle kahkahalar atılıyordu; o anki mutlulukları daha fazla artırılamazdı. Fameuil ve Dahlia şarkılar mırıldanıyordu. Tholomyès içmeye devam ediyor, Zéphine kahkahalar atıyor, Fantine gülümsüyor; Listolier, Saint-Cloud’dan satın aldığı tahta bir trompeti çalıyordu.
Favourite, şefkatle Blachevelle’e bakarak şöyle dedi: “Blachevelle, sana tapıyorum.”
Bu sözler karşılığında Blachevelle ona şu soruyla karşılık verdi: “Favourite, peki ben seni sevmeyi bıraksaydım ne yapardın?”
“Ah!” diye haykırdı Favourite. “Ah! Bunun sakın şakasını bile yapma! Eğer beni sevmeyi bırakacak olursan senin peşini bırakmazdım; seni mahveder, parçalar, suya atar, tutuklatırdım.”
Bu sözler karşılığında gururu okşanan Blachevelle, şehvetli ve kendini beğenmiş bir gülümsemeyle ona baktı. Favourite, konuşmasını devam ettirdi: “Evet evet, seni polise verirdim! Ah! Kendimi kesinlikle kontrol edemezdim! Mahvolurdum!”
Blachevelle bu sözlerden mest olmuş hâlde, kendisini oturduğu sandalyede geriye doğru atarak gururla gözlerini kapadı. Dahlia, yemek yedikleri sırada, kargaşanın ortasında Favourite’a alçak sesle şöyle dedi: “Şu Blachevelle’e gerçekten tapıyorsun, öyle değil mi?”
“Ben mi? Ondan iğreniyorum.” diye yanıtladı Favourite onu, aynı tonda. Çatalını yüzüne doğru tutarak: “Çok açgözlü. Ben, evimin karşısındaki o küçük adamı seviyorum. O gerçekten çok hoş ve genç bir adam, tanıyor musun onu? Usta bir aktör olduğu hemen fark edilebilir. Ben aktörleri çok severim. Eve gelir gelmez annesi onun için hemen, ‘Ah, Tanrı’m, yine bütün huzurum gitti.’ diye haykırıyor. O da neşeyle ona koşup ‘Canım benim, attığın taşlar başımı yarıyor.’ diyor. Eve girdikten sonra bağıra çağıra şarkılar söylüyor; ne bileyim, dans ederek bir sürü gürültü çıkarıyor; merdivenlerin dibinden dahi sesi duyuluyor! Bir avukatın ofisinde şimdilik saçma sapan sözler yazarak günde yirmi sent kazanıyor. Aslında Saint Jacques’de eski bir devrimcinin oğlu. Ah, o gerçekten çok iyi biri. Bana öyle tapıyor ki bir seferinde krep yapmak için hamur hazırladığım sırada bana, ‘Matmazel, pastayı eldivenlerinizden yapın da ellerinizle birlikte yiyeyim.’ dedi. Bu tarz şeyleri ancak bir sanatçı söyleyebilir. Ah, o gerçekten çok iyi biri. Ben sadece o küçük adamı aklımdan atmak için burada rol yapıyorum. Boş versene, Blachevelle’e ona taptığımı söyleyerek yalan söylüyorum. Ah, hem de nasıl güzel yalan söylüyorum!”
Bir süre duraksadıktan sonra Favourite konuşmasına devam etti: “Üzgünüm Dahlia. Bütün yaz boyunca yağmurdan başka hiçbir şey yoktu, rüzgâr da beni öfkelendiriyor, hiç dinmiyor. Blachevelle çok cimri biri, insanlar yemekten başka hiçbir şey düşünmüyor. Burada, içinde bir yatak olan odada yemek yiyoruz ve bu beni hayattan tiksindiriyor.”
VII
Tholomyès’in Bilgelikleri
Bu arada, bazıları şarkı söylerken diğerleri bir ağızdan uğuldayarak konuşuyorlardı. Artık masada gürültüden başka bir şey yoktu. Tam bu sırada Tholomyès araya girdi.
“Rastgele ve bir ağızdan konuşmayalım arkadaşlar!” diye haykırdı. “Ziyafetin tadını kaçırmayalım. Çok fazla doğaçlama zihni aptalca boşaltır, konuşmadan önce sözlerimizi tartalım. Akan bira köpürmez. Acele etmeyin beyler, işin zevkine vararak anın tadını çıkaralım. Her şeyi ağırdan alın, yavaş yavaş yiyelim yemeklerimizi, aceleye lüzum yok ki. Baharı bir düşünsenize, acele davranacak olsa şeftali ve kayısı ağaçlarının hâli nice olurdu? Aşırı coşkunluk, güzel akşam yemeklerinin zarafetini ve neşesini öldürür. Rahat olalım beyler! Grimod de la Reynière de Talleyrand’la aynı şekilde düşünüyor.”
Grubun içinden, bu sözlerin üzerine bir isyan sesi yükseldi:
“Bizi rahat bırak, Tholomyès.” dedi Blachevelle.
“Kahrolsun hainler!” diye haykırdı Fameuil.
“Bombarda, Bombance ve Bamboche!” diye bağırdı Listolier.
“Pazar günü daha bitmedi.” diye yakındı Fameuil.
“Hâlâ ayığız.” diye ekledi Listolier.
“Tholomyès!” dedi Blachevelle. “Tanrı aşkına, rahatımı[6 - Mon calme.] izle.”
“Bundan sonra sana Marquis de Montcalm diyelim o zaman.” diye karşılık verdi Tholomyès.
Bu vasat söz oyunlarının sonunda, sanki havuza atılan bir taşın yarattığı etki gibi masada, sessizlik hâkim oldu. Herkes bu imalı şakanın ne anlama geldiğini düşünüyordu çünkü Marquis de Montcalm o zamanlar çok ünlü bir Kralcıydı.
“Dostlarım!” diye haykırdı Tholomyès, sözlerinin doğurduğu bu etkiden memnun, büyük bir başarıya ulaşmanın verdiği güvenle konuşmasına devam etti: “Kendinize gelin. Söylemiş olduğum bu sözler, kelime oyunları sizi kırmasın. Sadece şakaydı söylediklerim. Şaka bir tortu gibidir, göklerde uçuşan kelimelerin yere bıraktıkları bir tortu. Kelimeler elbette ki uçar gider, tortu ise çöktüğü yerde kalır. Ben özellikle zekice yapılan bir şakaya her zaman saygı duyarım. Zira şaka nerede olursa olsun konmuştur bir yere ama akbaba göklerde uçmaya devam eder. Sonuç olarak şunu bir düşünün; bütün yücelikle adlandırdığımız güzellikler, şaka sonucu meydana gelmiştir. Şaka kesinlikle hakaretten uzaktır. Değerleri oranında onu onurlandıralım, bu yüzden altında başka bir şey aramayalım. İnsanlığın en yücesi, en kutsal olanı, en çekicisi ve belki de insanlığın dışında kalanlar bile şaka yapmışlardır. Yüce İsa Mesih, Aziz Petrus’a; Yüce Musa, İshak’a; Eschlyus Polynices, Kleopatra Octavius’a şakalar yapmıştır. Şunu da sakın unutmayın, Kleopatra şakasını Aktium Savaşı’ndan önce yapmıştır ve güzel Toryne şehrinin oluşmasıyla bu savaş sona ermiştir. Yani Yunanca bir isim olan bu güzel şehri bile bir şakaya borçluyuz. Bunları söyledikten sonra, biraz önce söylediklerime geri dönüyorum. Tekrar ediyorum kardeşlerim, tekrar ediyorum; aşırı taşkınlığa, şamataya, gürültüye lüzum yok; her şeyin bir yeri olduğu gibi neşenin de şakalaşmanın da bir yeri ve zamanı var. Şimdi beni dinleyin: Ben Anphiarus’un sağduyusuna ve Sezar’ın tüysüzlüğüne sahibim. ‘Her şeyin olduğu gibi şakanın da bir ölçüsü vardır.’ demiştim. Elmalı turtaya bayılıyorsunuz, değil mi hanımlar? Ama onda bile aşırıya kaçmamalısınız. Elbette tatlı yemenin bile bir yolu yordamı vardır. Oburları oburluk cezalandırır. Hazımsızlık ise Tanrı tarafından midesini idare edemeyenlere verilmiş bir cezadır. Ve şunu sakın unutmayın; her şeyin, bize zevk versin ya da vermesin, aşkımızın dahi dolabilen bir midesi vardır. İşte bu yüzden, midenin gereksiz yere doldurulmaması, sınırlarının zorlanmaması için atacağımız adımların ölçüsünü belirlemek gerekir. Gereken yerde, gerektiği zaman insan kendisini durdurmayı bilmelidir. Bilge olan kişi, belirli bir anda kendisini nasıl tutması gerektiğini bilen adamdır. Bu konuda bana güvenin. Çünkü tüm deneyimlerim bu durumun gerçekten böyle olduğunu bana kanıtlamış ve ben de bu şekilde hep başarılı olmuşumdur. Üzerinde düşünülmeye, yorumlanmaya ve çözülmeye değer bir olayla tamamen değersiz bir olayı kolayca ayırt edebilirim ben. Çünkü doktor olmak için Roma’da Munatius Demens, babasını öldüren adamı sorguya çekerken ben de işkencenin nasıl yapılacağına dair bir tez yazmıştım. Bu yüzden de arzularınızın ölçülü olmasını tavsiye ediyorum sizlere. Adımın Félix Tholomyès olduğu kadar iyi biliyorum bu durumu. Saati geldiğinde kahramanca karar alıp Sylla veya Origenbe gibi gerektiği anda cesurca noktayı koyabilene ne mutlu!”
Favourite, onun bu sözlerini büyük bir dikkatle dinlemişti. “Félix.” dedi. “Ne güzel bir isim! Bu ismi çok severim! Latince mutlu anlamına geliyor.”
Tholomyès sözlerine devam etti:
“Sevgili dostlarım, beyler ve bayanlar! Sizler de her zaman mutluluğun doruklarında yaşamak, aşkı geliştirerek en yüce noktasına taşımak ve cesurca aşkınıza sahip çıkmak istemez misiniz? Bunu sağlamanın yolu çok basit! Limonata içmek, insan gücünü aşacak kadar çalışmak, son noktasına kadar ağır yükler taşımak, ölümüne çalışmak; uyumayın sevgili dostlarım, uyumayın! Azotlu içecekler için, haşhaş yaprağını kaynatıp suyunu için, bunu sıkı bir perhizle perçinleyin, kendinizi aç bırakın ve belinize ottan kuşaklar sararak, soğuk banyolar hem de kurşun banyoları alarak losyonlar ve oksikratlar ile yaşamınızı teşvik edin.”
“Ben bir kadını tercih ederim.” dedi Listolier.
“Kadın mı?” diye devam etti Tholomyès. “Onlara güven olmaz. Bir kadının kararsız yüreğine teslim olanın vay hâline! Kadınlar hain ve nankördür dostum. Yılandan nefret eder bu yaratıklar çünkü kıskanırlar yılanı, yılan kadar ustaca kandıramazlar zira insanoğlunu.”
“Tholomyès!” diye bağırdı Bachevelle. “Sarhoşsun sen!”
“Ah, hem de nasıl.” dedi Tholomyès.
“O zaman çok mutlu olmalısın.” diye devam etti Blachevelle.
“Merak etme, mutluyum zaten.” diye yanıtladı Tholomyès.
Ve bardağını yeniden doldurarak ayağa kalktı.
“Şarap şerefine! Nunc te, Bachhe, canam![7 - Şimdi, Bacchus; senin için şarkı söyleyebilirim!] Affedersiniz hanımlar, bu İspanyolca idi. Bunun kanıtı da şöyledir: Şarap fıçısının büyüklüğü her yerde farklıdır. Mesela Kastilya arrobası on altı litredir, Alicante cantarosu on iki litre, Kanarya adalıların almudesi yirmi beş, Balear Adaları’nın cuartini yirmi altı ve Deli Petro’nunki otuz litredir. Yaşasın Büyük Çar ve çok yaşasın ondan da büyük olan fıçısı! Hanımlar, dostunuzun vereceği tavsiyeye uyun; hiçbir şey kusursuz değildir. Aşkın en büyük kusuru hata yapmaktır. Bir aşk ilişkisi, dizlerinin üzerinde ovalamaktan nasır olan elleriyle bir İngiliz hizmetçisi gibi çökerek kendini güçsüz göstermekle yapılmaz. Hiçbir şey kusursuz olmadığı gibi kusursuz aşk da yoktur. Hatalar, insani unsurlardır; aşk da hata yapmak demektir. Hanımlar, ben hepinize tapıyorum. Ah, Zéphine, ey Joséphine; yüzünü kırışıklıklar basmaya başlamış, eski güzelliğini yavaş yavaş kaybediyorsun. Ancak yine de bu kırışıkların altında bile gören gözler için büyük bir anlam yatıyor. Favourite’a gelince ey periler ve ilham perileri! Kıskanır onun güzelliğini. Bir gün Blachevelle, Guérin-Boisseau Sokağı’ndaki dereden geçerken bacaklarını gösteren, beyaz çorap giymiş güzel bir kız görür. İşte bu kızın görüntüsüne ilk görüşte âşık olan da Blachevelle’in kendisidir. Âşık olduğu kişi, Favourite’dan başkası değildir. Ah Favourite, İyonyalı güzeller kadar güzel olan kadın, dudakların tıpkı Euphorion adında eski bir ressamın portrelerinde yer verdiği Yunan tanrıçalarınınki kadar dolgun. Şimdilerde bu ressam yaşıyor olsaydı, senin o dudaklarını resmetmek için yalvarıyor olurdu; sen de dudaklarının güzelliği ile bütün dünyaya ün salardın. Elmayı Venüs gibi kabul etmek için ya da Havva gibi yemek için yaratıldın, güzellik seninle başlar. Az önce bahsettiğim Havva’ya atıfta bulunuyorum, onu yaratan sensin. Güzel kadın, benim ismimi çok sevdiğini söyledin. Şimdi seninle senli benli konuşmaktan vazgeçiyorum çünkü şiirden düzyazıya geçiyorum. Biraz önce benim adımı sevdiğinden bahsediyordun. Bu beni gerçekten etkiledi ama kim olursak olalım isimlere güvenmeyelim. Onlar insanı yanıltabilirler. Benim adım Félix ancak anlamı gibi hiç de mutlu değilim. Kelimeler yalancıdır. Bize verdikleri işaretleri körü körüne kabul etmenin anlamı yok. Mantar için Liège,[8 - (Fr.) Mantar.] eldiven için Pau[9 - Deri.] yazmak bir hata olur. Bayan Dahlia, sizin yerinizde olsam ismimi Rosa olarak değiştirirdim. Çünkü bir çiçekte koku ne kadar önemliyse kadında da akıl o kadar önemlidir. Fantine için de birkaç kelam etmek isterim. Göklerde uçuşan bir hayalperesttir; düşünceli, utangaç, dalgın bir insandır; bu peri kızı tıpkı bir rahibe kadar masumdur, çekingendir, yanılsamalara sığınır, şarkı söyler, dua eder ve ne olduğunu çok iyi bilmeden masmavi gökyüzüne bakan bir hayalettir. Onun dünyası renklidir, tazecik çiçeklerle doludur, onun cennet gibi hanesi kendine has kapalılığa sahip olan iç açıcı bir bahçeye benzer. Ah Fantine, sadece şunu bil! Ben, Tholomyès, tamamen bir yanılsamayım ama sen güzel sarışın kadın, beni duymuyorsun bile! Senin adına gelince tatlılık, tazelik, gençlik, neşeli sabah güneşi gibi senin adın papatya ya da inci olmalıydı; ey Doğu’nun en güzel kadınından daha güzel olan Fantine! Hanımlar, size ikinci bir tavsiyem daha olacak; sakın evlenmeyin, evlenmek belki de hiç kalkamayacağınız bir hastalığa benzer, bu riskten kaçının. Ama ah! Neler söylüyorum ben? Sözlerimi boşa harcıyorum. Evlilik konusunda kızlar çaresizdir ve biz bilge adamların tüm söyleyebilecekleri, yelek yapımcılarının ve kunduracıların elmaslarla süslenmiş koca hayalini kurmalarına engel olamaz. Öyle olsun ama güzellerim, şunu sakın unutmayın; çok şeker yiyorsunuz. Ey kadın, tek bir kusurun var; o da çok şeker yemek. Bembeyaz dişleriniz bu şekerden mahvolur. Tıpkı tuz gibidir şeker de. Şeker, tüm tuzlar arasında en çok kurutandır. Damarlardaki kanı emer; dolayısıyla pıhtılaşmaya, kanın katılaşmasına neden olur. Dolayısıyla akciğerlerde tüberküloza ve sonrasında ölüme neden olur. Bu nedenle kızlar şeker tüketimini sınırlandırmalısınız, şeker yemediğiniz takdirde çok yaşarsınız. Şimdi size gelelim erkekler; beyler, hiçbir pişmanlık yaşamadan gönlünüzü kaptırmaya çekinmeyin. Kim olursa olsun sevin, aşkta dostluk yoktur; güzel kadının olduğu yerde onu elde etmek için her şey mübahtır. Güzel bir kadının olduğu yerde kavga eksik olmaz, güzel bir kadın bariz bir mücadeledir. Tarihin tüm büyük savaşları bir kadın etekliği tarafından belirlenmiştir. Romulus, Sabinleri; William, Sakson kadınlarını; Sezar, Romalı kadınları kaçırmıştır. Sevilmeyen bir adam, diğer adamların metresleri üzerinde bir akbaba gibi uçar. Ben kendi adıma, kadınsız erkeklere Napolyon’un savaşlarda askerlerine söylediğini tekrarlıyorum: ‘Askerler; sizin her şeye ihtiyacınız var, düşmanın ise her şeyi var.’ ”
Tholomyès bir süre durakladı.
“Biraz nefes al, Tholomyès.” dedi Blachevelle.
Aynı anda, Listolier ve Fameuil tarafından desteklenen Blachevelle de düşünceli bir hâle bürünmüştü. İçkinin vermiş olduğu sarhoşluk, yanlarındaki güzel kızların varlıklarıyla kendinden geçmiş hâlde bir şarkının sözlerini mırıldanmaya başladı. Bu şarkı ayrıca grubun, Tholomyès’in nutkuna yanıt verdiği beyit niteliğini taşıyordu:
Bir baba hindi çok ciddi,
Etrafındakilere paralar verdi,
Ustalar ustası Clermont-Tonnerre,
Aziz John Günü’nde papa olabilirdi
Ama bu iyi yürekli Clermont bir papa olamazdı
Çünkü daha bir rahip bile değildi.
İşte o zaman yaktı kavurdu onun gazabı
Saçtığı tüm paraları iade edildi.
Bu, Tholomyès’in doğaçlama yorumlarını sonlandırmaya yetmemişti. İçkisini yenileyip bardağını bir dikişte boşalttıktan sonra, bardağını bir kez daha doldurup yeniden konuşmaya devam etti:
“Bilgeliğin canı cehenneme! Tüm söylediklerimi unutun. Hazımsızlığı bir tarafa bırakalım, yemeğin zevkine varalım. Neşe için kadeh kaldırıyorum, hepiniz neşeli olun. Bırakın gülelim, eğlenelim, dans edelim. Sevincimizi derinlerde yaşayalım. Yaşasın içki! Dünya harika bir elmas. Ben çok mutluyum. Kuşlar cıvıl cıvıl. Her yerde bayram havası var! Bülbüller neşeyle şakıyor, her yer yemyeşil, yazı selamlıyor! Ey Lüksemburg! Ey Madam Sokağı ve Observatoiere’in Georgics Meydanı! Ey dalgın piyade askerleri! Ah, çocukları korurken kendilerini eğlendiren tüm o sevimli hemşireler! Selam olsun sana ey tabiat, tabiatın en sevgili kızı güzel ilkbahar! Ruhum en bakir ormanlara doğru uçuyor. Ah, her şey ne güzel; sinekler bile mutlu bugün, güneşin ışıltılarını kucaklıyor. Sen de beni kucakla, Fantine!”
Ve işte tam bu sırada yanlışlıkla Favourite’ın boynuna sarılı-verdi.
VIII
Bir Atın Ölümü
“Edon’da akşam yemekleri, Bombarda’dakinden çok daha iyi.” dedi Zéphine.
“Bombarda’yı Edon’a tercih ederim.” dedi Blachevelle. “Burası daha lüks. Ayrıca daha Asyalı bir tarzı da var. Alt kattaki salonu gördün mü? Bütün duvarları aynalarla kaplı.”
“Ben tabağımdaki buzdan aynayı tercih ederim.” dedi Favourite.
Blachevelle ısrar ediyordu:
“Bıçaklara bakın. Bombarda’da onların kulpları gümüşten, Edon’da ise kemikten. Herhâlde gümüşün kemikten daha değerli olduğunu söylemeyeceksiniz.”
“Çenesi gümüşten olmadığı zaman elbette.” dedi Tholomyès.
Bombarda’nın pencerelerinden görünen Invalides’in kubbesine bakıyordu. Kısa bir duraksama oldu.
“Tholomyès!” diye haykırdı Fameuil, ortamdaki sessizliği bozarak. “Listolier ile tartışmaya başladık az önce.”
“Tartışmak iyidir.” diye yanıtladı Tholomyès. “Ama kavga daha iyidir.”
“Felsefe konusunda tartışıyorduk.”
“Öyle mi?”
“Sen hangisini seviyorsun, Descartes mı yoksa Spinoza mı?”
“Désaugiers.” dedi Tholomyès. Kadehinden bir yudum içki alarak yeniden konuşmaya başladı:
“Ben yaşama bağlı bir insanım. Aklın almadığı olaylar hâlâ olmaya devam ettiğine göre dünyada her şey bitmiş değil. Bunun için ölümsüz tanrılara inanırım ben. İnsanoğlu yalan söyler ve yalan söylerken gülmeyi de başarır. İnsanoğlu her şeyi onaylamalıdır ancak bir taraftan şüpheci de olmalıdır. Bu kıyastan, çok beklenmedik şeyler çıkar ve bu da iyidir. Aşağıda hâlâ paradoksun sürpriz kutusunu nasıl neşeyle açıp kapatacağını bilen insanlar var. Hanımlar; böyle sakin bir havada içtiğiniz, bu deniz seviyesinden üç yüz on yedi kulaç yükseklikteki Coural das Freiras Bağı’ndan gelen Madeira şarabıdır, bunu bilmelisiniz. İçerken dikkat edin! Üç yüz on yedi kulaç! Ve muhteşem yemekler sunan Mösyö Bombarda size üç yüz on yedi kulaçtan gelen bu şarabı dört frank ve elli sente veriyor.”
Fameuil yine onun sözünü kesti:
“Tholomyès, fikirlerin kanununu düzeltiyor. En sevdiğin yazar kim?”
“Ber.”
“Quin?”
“Hayır. Choux.”
Ve Tholomyès devam etti:
“Bombarda’nın şerefine! Bana Kızılderili bir dansöz bulabilseydi, Elephanta’nın Munophis’i ile yarışabilirdi; Yunan bir fahişe getirebilseydi, Chaeronealı Thygelion’a eşit olurdu. Ah, hanımlar! Eski Yunan’da ve Mısır’da da Bombardalar vardır. Bundan bize Apuleius bahsediyor. Ne yazık ki hep aynı şey oluyor, yaratıcının yaratışına ait bilinmedik başka bir şey kalmadı ki! ‘Güneşin altında yeni bir şey yok.’ yok diyor Süleyman. ‘Hepsine aynı sevgi.’ diyor Virgil ve Aspasia, Pericles ile birlikte, Samos donanması ile denizlere çıkıyor. Son bir sözüm daha olacak. Aspasia’nın ne olduğunu biliyor musunuz, hanımlar? Kadınların henüz ruhunun olmadığı bir çağda yaşamasına rağmen o bir ruhtu; pembe ve mor bir ruh, ateşten daha ateşli, şafaktan daha taze. Aspasia, kadınlığın iki ucunun buluştuğu bir yaratıktır; hem bir fahişe hem bir tanrıçaydı; Sokrates ile Manon Lescaut’nun birleşimiydi. Aspasia, Prometheus’a bir eşe ihtiyaç duyulması durumu için yaratılmıştı.”
Tholomyès bir kez konuşmaya başladığında susması zordu; tam o sırada sokaktaki bir at, çektiği arabadaki yükün ağırlığını kaldıramayarak düşmeseydi daha da konuşmaya devam ederdi. Bu olay, hem arabacıyı hem de bizim delikanlıyı şaşkına uğratmıştı. Bir Beauceron kısrağıydı, yaşlı ve çok zayıftı ve ağır bir arabaya koşulmuş olduğundan çok yorulmuştu. Bitap düşmüş bitkin yaratık, Bombarda’nın önüne geldiğinde daha fazla ilerlemeyi reddetmişti. Bu olay, büyük bir kalabalığın da dikkatini çekmişti. Arabacı ise bu duruma çok öfkelenmiş, küfürler ederek zavallı ölen hayvanı kamçılamaya devam ediyordu. Yoldan geçenlerin gürültüleri Tholomyès’in dinleyicilerinin başlarını da o tarafa çevirmesine neden olmuş, ona sözlerini şu kederli şiirle bitirme fırsatını vermişti:
Yük arabası ya da süslü fayton sürsün,
İkisi de aynı kaderi paylaşıp gittiler bu dünyadan.
Beygir bu zaman zarfında,
Aynı diğer beygirler gibi yaşadı.
“Zavallı at!” diye iç geçirdi Fantine, duruma çok üzülmüştü.
“Atlar için bile ağlamaya hazır olan Fantine! Bir insan nasıl bu kadar acınası bir aptal olabilir!” diye haykırdı Dahlia.
O anda Favourite kollarını kavuşturup başını arkaya atarak Tholomyès’e kararlılıkla baktı ve şöyle dedi: “Haydi ama ne oldu bizim sürprize?”
“Doğru diyorsunuz. Tam vakti.” diye yanıtladı Tholomyès.
“Beyler, bu hanımlara sürprizimizi açıklama zamanımız geldi.
Bizi biraz bekler misiniz hanımlar?”
“Bu sürpriz bir öpücükle başlamalı.” dedi, Blachevelle başta olmak üzere erkekler.
“Alınlarından!” diye ekledi Tholomyès.
Her biri, ciddi bir edayla sevgililerinin alnına birer öpücük kondurdu; sonra hepsi birden parmaklarıyla sus işareti yaparak koşa koşa kapıdan dışarı çıktılar. Onlar dışarı çıkarken Favourite, ellerini çırpıyordu.
“Şimdiden pek eğlenceli olmaya başladı.” dedi.
“Geç kalmayın.” dedi Fantine. “Sizi bekliyoruz.”
IX
Mutlular İçin Mutlu Bir Son
Genç kızlar yalnız kaldıklarında ikişer ikişer pencere pervazına yaslanarak sohbet ediyor, başlarını uzatıyor ve bir pencereden diğerine konuşuyorlardı.
Delikanlıların Bombarda’dan kol kola çıktığını görmüşlerdi. Sonra köşeye doğru yönelmişler, gülerek onlara el sallamışlar ve daha bir dakika bile geçmeden onları Champs-Élysées’yi pazar günleri işgal eden tozlu kalabalığın arasında gözden kaybetmişlerdi.
“Geç kalmayın!” diye bağırdı Fantine.
“Bize ne getirecekler acaba?” dedi Zéphine.
“Kesinlikle güzel bir şey olacaktır.” dedi Dahlia.
“Umarım altın olur.” dedi Favourite.
Dikkatleri, çok geçmeden büyük ağaçların dallarının arasından görebilecekleri ve onları büyük ölçüde başka yöne çeviren gölün kıyısındaki hareketlerle dağıldı. Posta arabalarının kalkış saati gelmişti. Güneye ve batıya giden yolcular, taşraya herhangi bir şey gönderecek olanlar, bulvarın diğer ucunda hızla gidip geliyorlardı. Çoğunluk rıhtımı takip ediyor ve Passy bariyerlerinden geçiyordu. Sarıya ve siyaha boyanmış ağır yükler, gürültülü koşumlu sandıklar, mektuplar, valizler, insan kafalarıyla dolu posta arabaları kalabalığın içinden geçiyor; arkasında büyük bir toz bulutu bırakarak gözden kayboluyordu. Bu uğultulu karmaşa kızları pek mutlu etmişti.
“Ne kadar hızlılar! Uçup giden bir zincir yığını olduğu söylenebilir.” diye haykırdı Favourite.
Şans eseri kalın karaağaçların arasından güçlükle görebildikleri bu araçlardan biri bir an durdu, sonra tekrar dörtnala yola çıktı. Bu durum Fantine’i şaşırttı.
“Bu çok garip!” dedi şaşkınlıkla. “Posta arabalarının hiç durmadığını sanırdım.”
Favourite omuzlarını silkti.
“Şaşırtıcı olan sensin Fantine. Ben merakla sana bakıyorum. En basit şeylerden gözlerin kamaşıyor. Misal, ben bir yolcuyum ve arabacıya ‘Beni biraz ileriden alacaksın.’ dedim. Neden olmasın? Yola çıkar, beni görür, durur ve alır. Bu her gün yapılan bir şey. Sen gerçekten de hayata dair hiçbir şey bilmiyorsun, tatlım.”
Bu şekilde bir süre daha geçti. Favourite, sanki yeni uyanan biri gibi bir anda yerinden sıçradı.
“Eh.” dedi. “Sürprize ne oldu?”
“Evet, gerçekten.” diye katıldı Dahlia. “Şu ünlü sürpriz.”
“Gideli çok uzun zaman oldu.” dedi Fantine.
Fantine derin bir iç geçirdiği sırada, yemekte onlara hizmet eden garson içeri girdi. Elinde mektuba benzeyen bir şey tutuyordu.
“Nedir o?” diye sordu Favourite.
Garson cevap verdi:
“Bu, beylerin hanımlar için bıraktığı bir kâğıt.”
“Neden hemen getirmediniz?”
“Çünkü…” dedi garson. “Beyler, bir saat boyunca onu hanımlara teslim etmememi emrettiler.”
Favourite kâğıdı garsonun elinden kaptı; bu, aslında bir mektuptu.
“Durun!” dedi. “Üzerinde adres yok ama şöyle yazıyor: SÜRPRİZ BU.”
Mektubu aceleyle yırttı, açtı ve okuma bildiği için sesli olarak okumaya başladı:
Sevgililerimiz,
Bizim anne ve babalarımızın olduğunu biliyor olmalısınız. Kelime anlamı olarak anne ve babanın ne demek olduğunu sizler bilemezsiniz. Onlar, medeni kanuna göre anne ve baba olarak adlandırılırlar. Şimdi bu kişiler bizi çok özlemişler, yaşlı olduklarından onları görmemiz için bize yalvarıyor bu iyi yürekli adam ve kadınlar. Dönüşümüzü o kadar çok arzuluyorlar ki bizim gelişimiz şerefine en şişman domuzlarını keseceklerini söylüyorlar. Erdemli gençler olduğumuz için de bizler onlara itaat edeceğiz. Bunu okuduğunuz dakikalarda, bizler beş güçlü kuvvetli atın çektiği bir posta arabasıyla anne ve babalarımıza gideceğiz. Bossuet’nin deyimi ile konak yerimizi değiştiriyoruz. Gidiyoruz, hatta gittik bile. Laffitte’in kollarında ve Caillard’ın kanatlarında kaçıyoruz. Toulouse şehri, bizi büyük bir felaketten kurtarıyor ve bu felaket sizlersiniz, bizim küçük sevgililerimiz! Saatte altı kilometre hızla, dörtnala toplumdaki yerimize, ailelerimize dönüyoruz. Dünyanın geri kalanı gibi bizim de kaymakam, aile babası, polis ve devlet meclisi üyesi olmamız ülkenin menfaati için gereklidir. Bizim için dua edin. Kendimizi feda ediyoruz. Bizim arkamızdan ağlayabilirsiniz ama sonrasında gözyaşlarınızı silerek yerimize başkalarını bulun. Bu mektup sizi yaraladı ise karşılık olarak onu yırtıp atın. Elveda.
Yaklaşık iki yıl boyunca sizleri mutlu ettik. Bunun için bizlere sakın kin tutmayın.
İmza
BLACHEVELLE
FAMUEIL
LISTOLIER
FELIX THOLOMYÈS
NOT: Akşam yemeğinin ücreti ödendi.
Dört genç kadın birbirlerine baktılar. Sessizliği ilk bozan Favourite oldu.
“Eh!” diye haykırdı. “Hiç de fena bir sürpriz sayılmaz.”
“Çok saçma.” dedi Zéphine.
“Bu kesinlikle Blachevelle’nin fikri olmalı.” diye devam etti Favourite. “Şimdi ben ona âşıkmışım gibi oldu. O, beni bıraktı gitti ve bir maceranın sonu geldi.”
“Hayır.” dedi Dahlia. “Bence Tholomyès’in fikriydi. Bu apaçık ortada.”
“O zaman…” diye karşılık verdi Favourite. “Blachevelle’e ölüm ve çok yaşa Tholomyès!”
“Çok yaşa Tholomyès!” diye haykırdı Dahlia ve Zéphine. Ve ardından da kahkahayı patlattılar. Fantine de diğerleriyle birlikte gülüyordu.
Ancak bir saat sonra odasına geri döndüğünde ağlıyordu. Dediğimiz gibi bu, onun ilk aşkıydı. Ona kendisini kocasıymış gibi vermişti ve zavallı kızcağız, bir de Tholomyès’ten bir çocuk sahibi olmuştu.
Dördüncü Kitap
Güvenmek Bazen Bir İnsanın Kurtarıcısıdır
I
Bir Anne Başka Bir Anneyle Tanışıyor
Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Paris yakınlarındaki Montfermeil’de artık var olmayan, bir çeşit üstü han, altı meyhane olan bir mekân vardı. Bu mekânı, Thénardierler adında bir karı-koca işletiyordu. Boulanger hattı üzerinde yer alan mekânın kapısının üzerinde çivilenmiş, tahta bir resim vardı. Bu tahtanın üzerinde, bir generali sırtında taşıyan bir askerin resmi yer alıyordu. Kırmızı lekeler kanı temsil ediyordu, resmin geri kalanı dumandan oluşuyor ve muhtemelen bir savaşı tasvir ediyordu. Resmin altında ise şu sözler yazılıydı: WATERLOO ÇAVUŞU’NA.
Bir hanın kapısında, çoğunlukla araba ya da at resimleri görmeye alışık olan yolcuları şaşırtıyordu bu resim. Bununla birlikte, 1818 baharında bir akşam, oradan geçenler Waterloo Çavuşu’nun hanının önünde tekerlekleri yarı yarıya çamura gömülmüş, caddeyi tıkayan tenekeden bir bahçe arabası gördüklerinde, kendi kendilerine bunun ne işe yarayacağını soruyorlardı.
Ülkenin ormanlık arazilerinde kullanılan, kalın kalasları ve ağaç kütüklerini taşımaya yarayan bahçe arabalarından biriydi. Ağır bir şaft üzerine yerleştirilmiş, iki büyük tekerlek tarafından desteklenen, demir dingilli bir kasnaktan oluşuyordu. Sanki oraya büsbütün paslanması için bırakılmış gibiydi. Muazzam bir top arabası gibi görünecek kadar büyüktü. Yıpranmış tekerlekleri, katetmiş olduğu onca yolun izlerini taşır gibi sarımsı çamur tabakasıyla kaplıydı. Odundan yapılma kısmı çamur içerisindeyken demir kısımları pasın altında kayboluyordu. Aksının üzerinde sanki mahkûmları taşırken bağlamaya yarayan büyük bir zincir asılıydı. Bu zincir aslında taşıma görevi olan kirişlere değil, zamanında koşum takımlarına hizmet etmiş olmalıydı. Büyük bir geminin kadırgasından kopmuş büyükçe bir sandal görünümüne sahipti. Üzerindeki zincirlerle Homeros, Polyphemus’u; Shakespeare ise Caliban’ı bağlayabilirdi.
Sokağın resmen ortasına bırakılmış olan bu büyük bahçe arabası, orada ne işe yarayabilirdi ki? Ama çok geçmeden handan kucağında on sekiz aylık bir bebeği taşıyan iki buçuk yaşlarında bir kız dışarı çıkmış, arabaya tırmanmaya başlamıştı; çocuklar orada keyifle oynamaya koyulmuşlardı. Diğer yolcular, bu eski ve paslı arabanın onların oyuncağı olduğunu anlamışlardı. Güzel ve zarif giyinmiş iki çocuk, mutluluktan ışıldıyordu; eski püskü o paslı arabanın içinde, henüz açmış iki gül goncasına benziyorlardı. Gülüşüp neşeyle oynaşıyorlar, yanakları attıkları kahkahaların etkisiyle pespembe kesiliyordu. Biri sarışın, diğeri ise esmerdi. Masum yüzleri, tarlalardan gelen bahar kokusu onların nefesleriymiş gibi etrafa neşe saçıyordu. On sekiz aylık olan küçük, o bebeklere has saflığıyla bedenini saran küçücük elbisesini çıkarıp yere atmış; çırılçıplak hâlde oynamaya devam ediyordu. Bu iki masum çocuğun ışıl ışıl başları, cıvıltılı seslerinin yanında o eski bahçe arabası, kötü niyetli bir canavar gibi görünüyordu.
Birkaç adım ötede, hanın kapısının eşiğine oturmuş sert bakışlı bir kadın, anneliğe has o içgüdüsel koruma duygusuyla çocuklar düşmesin diye uzaktan onları izliyordu. Onlar arabanın üzerindeki zinciri her ileri geri salladıklarında, öfke dolu korkunç tiz sesiyle çocukları uyarıyordu. Küçük çocuklar neşe içinde oyunları sürdürüyor, batan güneş ise sanki onların eğlencesine eşlik ediyordu. Böylesi güzel bir manzara kesinlikle çok zor görülürdü.
Çocuklarını seyrederken sert bakışlı anneleri bir taraftan da oldukça bed sesiyle bir şarkı mırıldanıyordu:
Öyle olduğunu söylemiş, bir savaşçı.
Şarkısı ve kızlarının neşesi, sokakta olup biteni duymasını ve görmesini engelliyordu. Tam şarkısının sonuna vardığı sırada, ona doğru yaklaşan birisinin ayak seslerini duydu:
“Ne kadar güzel çocuklarınız var, Madam.”
“Peri kızı gibi güzel ve hassaslar.” diye yanıtladı kadın, bir taraftan şarkısını da sonlandırarak. Sonra başını çevirdi. Hemen birkaç adım ötesinde, kucağında çocuğunu taşıyan bir kadın duruyordu.
Ayrıca bir kolunda, oldukça ağır olduğu belli olan bir de çanta taşıyordu. Kucağında taşıdığı iki-üç yaşlarındaki kız çocuğu ise çok nadir görülebilecek, muazzam bir güzelliğe sahipti. Çok güzel ve temiz giyimliydi, fırfırlı elbisesi diğer iki çocuğun kıyafetlerinden çok daha güzeldi. Başında ince ketenden bir şapkası, belinde şirin kurdeleli kemeri, elbisesinin eteklerindeki zarif dantellerle öylesine şirindi ki! Eteğinin kıvrımlarının altından, bembeyaz tombul bacakları görünüyordu. Pembe yanaklarıyla çok sağlıklı bir ufaklıktı. Küçük güzelliğe bakan bir kişi, yanaklarından bir ısırık almamak için kendisini kesinlikle zor tutabilirdi. Çok iri gözleri ve muhteşem gür kirpikleri dışında, göz rengi hakkında hiçbir şey görünmüyordu. Çünkü o muhteşem ufaklık, uyuyordu.
Yaşına özgü o mutlak güven uykusuyla uyuyordu. Annelerin kolları şefkatten yapılma yumuşak bir yatak gibidir ve içlerinde çocuklar derin uykuya dalarlar.
Anneye gelecek olursak görünüşüne bakılacak olursa fazlasıyla üzgün ve yoksul biriydi. Köylü hayatına yeniden dönmeye hazır, bir işçi kadın hâli vardı üzerinde. Genç bir kadındı. Güzel miydi peki? Belki ama içinde bulunduğu kıyafetlerin arasında hiç belli olmuyordu. Altın gibi bukleli, gür saçları vardı ancak çene altından sıkıca bağlanmış çirkin, rahibeye benzemesine neden olan bir başlığın altına ciddi bir şekilde gizlenmişti. Bir gülümseme, güzel dişlere sahip olduğunu ortaya çıkarırdı ama hiç gülümsemiyordu. Uzun zamandan bu yana ağlamadan bir gün geçirmediği gözlerinden belli oluyordu. Fazlasıyla solgun, bitkin ve oldukça hasta bir görünümü vardı. Çocuğunu kendi emziren annelerin bakışıyla, kucağında uyuyan yavrusunu seyrediyordu. Üzerine takmış olduğu mavi bir önlük, vücudunun şeklini beceriksizce gizliyordu. Elleri güneşten kavrulmuş, üzerini çiller basmış, işaret parmağındaki nasırlardan sürekli olarak dikiş diktiği anlaşılıyordu. Kaba, kahverengi yünden bir pelerin, keten bir elbise ve kalın, kaba saba ayakkabıları vardı. Fantine idi bu genç kadın!
Gerçekten de Fantine idi ama öylesine değişmişti ki tanınması çok güçtü. Yine de onu dikkatlice incelediğinizde hâlâ o eski güzelliğini koruduğunu görebiliyordunuz. Hayatla alay eder gibi bir acının çizgisi belirmişti sağ yanağında. Danteller, ipek satenler, lavantalar içerisindeki Fantine değil de onun yerine tanınmayacak kılıkta, o göz kamaştırıcı güzelliği kaybolmuş, erkenden çökmüş genç bir kadın gelmişti. Üzerine eskiden kahkaha, neşe ve müzikten meydana gelmiş hissi yaratan; leylak kokulu, kurdelelerle süslü, muslin elbiselerinin yerine, eski püskü bir şeyler giymişti. O sözüm ona yaşanılan güzel sürprizin üzerinden on ay geçmişti.
Bu on ay içerisinde neler olmuştu? Buna biraz akıl yürütebilirsiniz.
Terk edilmelerinin ardından koşullar bir anda değişmişti. Fantine, kısa süre sonra Favourite, Zéphine ve Dahlia’yı kaybetmişti. Aralarındaki dostluk bağı erkekler tarafından bir kez koparıldıktan sonra, kızlar dostluklarını sürdürmeyi becerememişlerdi. İki hafta sonra onları yeniden gören bir kişi, kesinlikle onların eskiden sıkı dostlar olduğunu söyleyemezdi. Birlikte vakit geçirmeleri için artık bir nedenleri kalmamıştı.
Fantine büsbütün yalnız kalmıştı. Ne yazık ki! Çocuğunun babası onu terk etmişti. Böyle şeyleri değiştirmek mümkün değildi. Öylece gitmişti işte ve Fantine, kendisini kaybedilmiş bir oyunun ve alışılmış zevklerin ortasında buluvermişti. Tholomyès ile ilişkisini daha rahat sürdürebilmek için işinden ayrılmış, önüne çıkan fırsatları da hiçbir suretle değerlendirmemişti. Şimdi ise her şey ondan tamamen uzaklaşmış, kapılar yüzüne kapanmıştı. Kazanç kaynağı yok olmuştu. Çok zor okumayı becerebilir, yazmayı ise hiç bilmezdi Fantine. Çocukluğunda ona sadece adını yazması öğretilmişti. Tholomyès’e bir mektup yazdırdı. Cevap alamayınca tekrar, sonra üçüncü kez bir kez daha mektup yazdırdı. Ancak Tholomyès ona hiçbir zaman cevap vermedi.
Bir seferinde Fantine, yaşlı bir kadının, çocuğuna bakarak şöyle dediğini duydu: “Bu çocukları kimse dikkate almaz, onlara kalplerinde yer açmaz! Böyle çocuklara ancak omuz silkerler!”
İşte o zaman Fantine gerçekleri düşündü, çocuğuna omuz silken ve o masum varlığa sahip çıkmayan Tholomyès’i hatırladı ve yüreğinin ona adanmış olan kısmının karardığını hissetti. Peki, ne yapacaktı şimdi? Bu konuda kime akıl danışabileceğini bilmiyordu, kimsesi yoktu ki!.. Evet, bir hata yapmıştı ama hepimiz biliyoruz ki onun ruhunun derinliklerinde alçak gönüllülük ve fazilet vardı. Sıkıntıya düşmenin ve daha kötü bir duruma kaymanın eşiğinde olduğunun belli belirsiz bilincindeydi. Cesaretli olması gerekiyordu ve o, bu cesarete sahipti; bu yüzden içindeki duygularına sıkıca sarıldı. Doğduğu yer olan M. kasabasına geri dönmeyi düşündü. Orada, muhtemelen biri onu tanıyabilir ve iş verebilirdi. Ama sonra aklına işlemiş olduğu suç geldi, bu hatasını nasıl saklayacaktı? İleride mümkün olabilecek, ilkinden çok daha büyük acı verebilecek, yüreğini paramparça edebilecek bir ayrılık mecburiyeti onu ürkütmüştü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/viktor-mari-gugo/sefiller-i-cilt-69429511/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Trappistler, zamanlarının çoğunu oruç tutarak geçirirler.
2
Bir frangın yüzde birine karşılık gelen para birimi. (y.n.)
3
İşte Jean.
4
Napolyon tarafından, mayıs ayındaki sürgün dönüşünde Champ de Mars alanında toplanmış olan meclis.
5
(Fr.) Patatesin.
6
Mon calme.
7
Şimdi, Bacchus; senin için şarkı söyleyebilirim!
8
(Fr.) Mantar.
9
Deri.