Nasrettin Hoca Hikâyeleri

Nasrettin Hoca Hikâyeleri
Orhan Veli
Zaman aktı gitti. İsmi dilden dile dolaştı ve şöhreti millî sınırları aşıp tüm dünyaya yayıldı. Hikâyeleri yabancı dillere çevrildi. Kıvrak zekâsı ve ince nükteleri ile Nasrettin Hoca, güncelliğini yitirmedi ve bütün hikâyelerinde gülümsetirken aynı zamanda düşündürmeyi de başardı. Orhan Veli ise mazisi 13. yüzyıla hatta daha eskilere dayanan bu hikâyeleri kaleminin rengiyle harmanlayarak onlara yeni bir soluk getirmiş ve manzum bir şekilde yazarak ebedîleştirmiştir. Hoca’nın karısı bir gün Hoca’nın Cübbesini yıkar; bahçeye asar. Eve geç dönen Hoca derhâl feryadı basar: “Bahçede bir hırsız var; aman! Çabuk ol, kadın! Çabuk bana okumla yayımı ver.” Okla yay hemen gelir; Hoca yayı bir gerer; Yaradan’a sığınıp şöyle cübbeye atar. Aklınca da hırsızı yere serer. Sonra çekilir odasına, yatar. Sabah olup ortalık ağarınca Kalkar bakar ki Hoca…

Orhan Veli
Nasrettin Hoca Hikâyeleri

Orhan Veli Kanık, 13 Nisan 1914 yılında, İstanbul Beykoz’da doğdu. İşsizlik, sefalet ve hastalık gibi olumsuzluklar küçük yaşlarından itibaren etrafını sardı; böylece Orhan Veli, edebiyat dünyasına ilk adımlarını ilkokul yıllarında attı ve Çocuk Dünyası adlı dergide bir hikâyesi yayımlandı. Ortaokul yıllarında Oktay Rıfat Horozcu ve Melih Cevdet Anday ile tanıştı; takip eden yıllarda bu isimlerle birlikte Sesimiz adlı bir dergi çıkardı. Lise yıllarında edebiyat öğretmeni, Ahmet Hamdi Tanpınar’dı; onun öğütleri, Orhan Veli’nin ilk şiirlerini yazmasına vesile oldu.
1936 yılında, Varlık dergisinde Oaristys, Ebabil, Eldorado, Düşüncelerimin Başucunda adlı şiirleri yayımlandı; burada Orhan Veli ve arkadaşları, edebiyat dünyasına tanıtıldı.
1941 yılında, ses getiren ön sözü Orhan Veli tarafından yazılmış olan, Garip adlı şiir kitabı yayımlandı. Bu kitap, yeni bir zevk ortaya çıkarabilme amacını taşıyan ve Cumhuriyet dönemi şiirinde yankı uyandıran Garip akımının başlangıcı oldu.
Fransızcadan yaptığı birçok çevirinin yanı sıra La Fontaine’in masallarını da Türkçeye çevirdi. 1948 yılında, birçok önemli isim ile birlikte Yaprak adlı dergiyi çıkardı. Maddi sıkıntılar yakasını bırakmadı, derginin devamlılığı için paltosunu satmak zorunda kaldı.
Otuz altı yıllık yaşamına şiirlerinin yanı sıra hikâye, deneme, çeviri eser ve makale türlerinde de birçok eser sığdıran Orhan Veli; Ankara’da, belediyenin kazdığı bir çukura düşmesi ve yanlış tedavi uygulanması sonucunda, 14 Kasım 1950 tarihinde vefat etti.

Ön Söz
La Fantaine’in masallarını Türkçeye çevirdiğim sıralarda dostum Şevket Rado bana Nasrettin Hoca’ya ait fıkraları da manzum olarak yazmamın iyi bir şey olacağını söylemişti. Böyle bir işin ehemmiyeti üzerinde, doğrusu o zaman pek düşünmemiştim. Bu fıkraları bulabilmek için birkaç kitap karıştırdıktan sonra gördüm ki ünü yabancı ülkelere kadar yayılmış olan bu millî kahramanın hikâyeleri hâlâ Türkçe olarak yazılmamış. Güzel bir üsluptan geçtim, okuduğum kitaplarda doğru dürüst bir Türkçe bile yoktu. Bunun üzerine de bu fıkraları okunabilir bir dille yazmanın, küçümsenemeyecek bir iş olduğuna inandım. Yazdığım Nasrettin Hoca fıkralarının, bugüne kadar yazılanların en iyisi olduğunu söylersem pek de böbürlenmiş sayılmam. Çünkü dediğim gibi bu fıkralar hâlâ yazılmamış; sadece ağızdan ağza dolaşmış durmuş.
Bunları yazarken La Fontaine’in fable’lerinde kullandığına benzer bir nazım şekli kullandım. Ölçünün yer yer değişmesi, bu manzumeleri, hep aynı ölçüyle sürüp giden manzumelerdeki biteviyelikten kurtardı. Ayaklarda da dilimizin Türkçeleşmesinden sonra şunun bunun uydurduğu kafiye kaidelerine bağlı kalmadım. Zaten öteden beri bu kaidelerin Batı dillerindeki kaidelere benzemediğini görüp üzülürdüm.
Fıkraları seçmek için türlü kitaplara başvurdum. Geçen yüzyıl içinde çıkmış taş basması bir letâif kitabından başka, elime, Tevfik Bey’in kitabı, Hazine-i Letâif, Letâif-i Lâmiî, Hikâyât-ı Vedâdî gibi kitaplar geçti. Ama Velet Çelebi tarafından tertiplendiğini duyduğum bir Behaî nüshasının bütün kitapların tetkikinden sonra meydana getirildiğini gördüm. Ayrıca bu son kitapta, ötekinden berikinden alınmış, bir-iki yüz tane de yeni fıkra vardı. O zaman anladım ki bu fıkraların hangisi Hoca’ya aittir hangisi değildir diye düşünmenin manası yok. Zaten fıkralar okunduğu zaman da kolayca anlaşılıyor, bütün bu hikâyeler bir kişiye ait olamaz. İhtimal Nasrettin Hoca adında biri yaşamıştır; bu hikâyelerden birkaçı da onun başından geçmiştir. Ama hepsini ona mal etmeye kalkışmak, o hikâyelere bağlı bir hayatın imkânsızlığını görmemek demektir. Hikâyeleri dışındaki Nasrettin Hoca’nın da bizim için hiçbir değeri yok. Gerçi bazı bilim adamları işin o tarafıyla da uğraşmışlar. Ama dediğim gibi ben bunu boşuna bir gayret sayıyorum. Sayın Vedat Nedim Tör, kitaba yazacağım ön sözde, bu konuya da dokunmamı istedi. Onun üzerine birkaç kitap daha karıştırdım. O kitaplardan edindiğim bilgiyi buraya aktaracak değilim. Bir kere, o bilginin sağlam bir bilgi olabileceğine inanmıyorum. Ayrıca fıkralarına bağlanamayan bir Nasrettin Hoca’yı da mühim bulmuyorum. Bununla beraber Hoca’nın hayatıyla ilgili birkaç şey de söylemeden geçmeyeyim: Nasrettin Hoca, rivayete göre Sivrihisar’da doğmuş, Akşehir’de ölmüş. Prof. Fuat Köprülü’nün tetkiklerine bakılırsa XIII. yüzyılda, Selçukiler zamanında yaşamış. Başkaları Timur’la çağdaş olduklarını söylüyorlar. Gerçekten de fıkralarında, Timur’un adı sık sık geçiyor. Akşehir’de hâlâ mevcut olan bir türbenin de ona ait olduğu söyleniyor.
Türk halk edebiyatı üzerinde çalışmış bir Fransız folklorcusu olan Edmond Saussey de Hoca’nın hayatının bu fıkralardan çıkarılamayacağını görmüş; tetkiklerini daha çok fıkraların özellikleri ile Hoca’nın bu fıkralardan çıkarılacak şahsiyeti üzerine yöneltmiş. Ona göre bu fıkralardan birçoğu, Batı milletlerinin halk hikâyelerinde de görülen temalara dayanmaktadır. Bu fikrini destekleyecek örnekleri bir bir sayıp döken Fransız yazarı, sonunda “Bütün bunlar…” diyor, “Avrupa ve Asya insanlığının müşterek malıdır.”
Saussey, Hoca’nın şahsiyetini bulmaya çalışırken ilkin onun içtimai mevkisini tespit ediyor. Yazara göre Hoca fakir bir adamdır. Kıt kanaat geçinir. Geçinebilmek için çalışmak zorundadır. Tarlaya gider, oduna gider, pazara gider. Borcunu ödemekte güçlük çeker, ziyafetleri kaçırmaz, ara sıra -beceremez ama- ufak tefek bir şeyler aşırmaya kalkar, eşeği ölünce matem tutar. Bütün bunlar fıkralarında pekâlâ görülebilir. Böyle olması da tabiidir. Madem ki Hoca’yı halk icat etmiş, halka benzeyecektir. Hoca gerçekten zaafları, sıkıntıları, kusurları, korkuları, kısacası her şeyiyle tam bir halk adamıdır. Bu saydığım hâllerse insani hâller. Halktan olmak insan olmayı gerektiriyor. Bu olay ayrıca, bizi bir gerçek üzerinde yeniden düşünmeye sevk ediyor. O gerçek de şu: Yaşayacak sanat zümrelere değil, halka dayanan sanattır. O da bize insanüstünün değil, insanın hâlini anlatır.

    Orhan Veli Kanık

AĞIZ TADI İLE
Bir gün biri Hoca’ya bir ciğer tarif eder;
“Hele bir pişir de gör, ne kadar lezzetli!” der.
Hoca da bu tarifi, tutar, kâğıda yazar.
Akşam eve giderken, dolaşıp çarşı pazar,
Tarife en uygun ciğeri bulur.
Alır, evinin yoluna koyulur.
-Sen misin ciğer elde eve giden?-
Düşüne düşüne yürürken Hoca
Gökten ok gibi inen bir atmaca,
Kaptığı gibi ciğeri elinden,
Bir anda yedi kat gökleri boylar.
Hoca, garip, birdenbire afallar.
Önce anlayamaz ne olduğunu;
Sonra göğe uzatıp yumruğunu
Der ki: “Hiç yorulma, tarifi bende;
Ne kadar istesen de
Ağız tadıyla yiyemezsin onu.”

ALTI AKÇA ÜSTE
Hoca’nın bir gün -bazen de olur ya-
Yanında hep kelli felli adamlar.
O sırada densizin biri damlar;
Elinde sarı bir altın, Hoca’ya:
“Selamünaleyküm! der,
Şu altını lütfen bana bozuver.”
Hoca’nın da metelik yok cebinde.
Adamı savmak ister.
“Uzunca bir işim var; şimdi git de,
Bir-iki saat sonra gelirsin.” der.
Adamsa ısrar eder:
“Aksi gibi benim iş de acele…”
Bakar Hoca, kurtuluş yok adamdan.
“Ver bakayım, der, şu altını hele.”
Altını alıp eline, yalandan
Şöyle bir-iki evirir çevirir,
Uzatır geri verir.
Der ki: “Bu eksik; bozamam bunu ben.”
Ama herif de, hani, çam sakızı.
Dinler mi hiç eksiği, azı, mazı.
“Eh! der, razıyım; ver ne vereceksen.”
“Canım, üç beş akça değil, çok eksik.”
“E, Hoca’m! Ona da razıyız dedik.”
Hoca başlar oflayıp puflamaya;
Bu kadar da yüzsüzlük olur mu ya?
İşin bütün gülünçlüğü bir yana,
Parasızlığı çıkıyor meydana.
“Haydi, Hoca’m, ne verirsen ver şuna
İşte altın elinde, görüyorsun;
Söyle, ne veriyorsun?”
Hoca dertli dertli bakar altına:
“Çok eksik! Hele bir tart göreceksin.
Vazgeç bu sevdadan beni dinlersen.
Yok, ille de bozduracağım dersen,
Sen üste altı akça vereceksin.”

ALIŞVERİŞ
Çarşıda bir kavuk beğenir Hoca.
Sorar satıcıya: “Ağam, kaç akça?”
“On akça!”
“Pek güzel! Sar bana şunu.”
Tam koluna kıstırıp kavuğunu
Gidecek; vazgeçer. Der ki: “Şu kaça?”
“Cübbeyi mi sordun? O da on akça.”
“Âlâ! Al şu kavuğu, zahmet sana,
Yerine de o cübbeyi ver bana.”
Bakmadan sağa sola,
Alır cübbeyi Hoca, düşer yola.
Böyle sessiz sedasız gitmesi üzerine
Adam seslenir: “Hey! Hoca’m! Baksana!
Cübbeyi parasız mı verdik sana?”
Hoca kızar; çıkışır satıcıya:
“Neden? Yerine kavuğu verdik ya.”
“Kavuğun parasını vermedin ki…”
O zaman büsbütün kızar seninki.
“Arkadaş, der, sende de akıl varsa ben neyim!..
Kavuğu almadım ki parasını vereyim.”

ABDESTLE PABUÇ
Günlerden bir gün Hoca namaza niyet eder
Abdest almak üzere kalkar dereye gider.
Çıkarıp latasını derenin kenarına,
Girişir, hafif hafif, abdest dualarına.
El, kol, yüz, göz yıkanır; ayağa gelir sıra
Pabuç da çıkarılıp konur bir kenara.
Bu dinî merasimin en coşkun bir yerinde
Bir de bakar ki Hoca: Suların üzerinde
Yüzüyor pabuçları!
Hoca’nın heyecandan, dimdik olur saçları.
Pabuç bu, dünya malı; abdeste benzer mi ya?
Hemen başlar seninki bağırıp çağırmaya.
Şakası makası yok, gidiyor elden pabuç;
Ne abdest gelir akla, ne namaz, ne de oruç.
Yaşlı gözlerle bakıp suda yüzen pabuca
Bizim zavallı Hoca:
“Vazgeçtim ben bu işten, Tanrı’m, gel eyleme, der,
Al abdestini geri, bana pabucumu ver.”

AYVA-İNCİR
Bir gün Hoca, evinin bahçesinden,
Timur’a bir hediye götürmeyi tasarlar.
Ayırır, tazesinden körpesinden,
Çeşit çeşit incirler, şeftaliler, ayvalar.
Nihayet ayvada kılar kararı
Bir sepete doldurup ayvaları
Giderken…
Vazgeçer birden.
Der ki: “İncir daha münasip düşer.”
Ayvaları boşaltıp üçer beşer.
İncir dizer yerine;
Güzelce yaprak döşer üzerine.
İş gayrı bir sunma işine kalır.
Bu emsalsiz hediyenin sahibi,
Koluna sepeti taktığı gibi
Bir anda soluğu sarayda alır.
Birkaç dakika bekledikten sonra
Çıkarılır huzura.
Ama nedense işler aksi gider;
Timur bu hediyeyi görünce hiddet eder.
Bir saygısızlık sayar bunu kendi katına;
Memnun olmaz böyle bir ziyafetten;
İncirleri alıp alıp sepetten
Yapıştırır Hoca’nın suratına.
Hoca’da ne üzülmek, ne de keder;
Durmamacasına Hakk’a şükreder.
Timur şaşırır: “Hoca! Ne diyorsun?
Hâlini görmüyor da Hakk’a şükrediyorsun.”
Hoca cevap verir: “Şükür Tanrı’ya!
Şu sepet daha demin ayvayla doluydu ya.
Ya getiriverseydim o sepeti?
Kafa göz kalır mıydı bende şimdi?”

AZRAİL BEĞENECEK
Hoca bir aralık pek hasta düşer;
Kolu tutulur, yüzü gözü şişer.
Günlerce yatağa bağlanır kalır;
Adamcağızı bir korkudur alır.
Bir gün karısına der ki: “Karı, gel!
İşte kapımıza dayandı ecel.
Şöyle bir giyin kuşan, yap, yakıştır;
İnci boncuk, nen varsa tak takıştır;
Ondan sonra da gel yanımda otur.”
Karısı şaşar kalır: “Nasıl olur?
Kocam Azrail’le pençeleşirken,
Ne yüzle süslenir püslenirim ben?”
Hoca der ki: “Canım, sen beni dinle;
Yapmazsan vallahi hatırım kalır.
Karşılaşacağız ya Azrail’le,
Olur ki beğenir de seni alır.”

BEÇ HOKKASI
Bir zaman beç hokkası diye bir ilaç varmış;
Kimi hastalıklara pek yararmış.
Karısı da Hoca’dan bu ilacı istemiş;
“Aman, Hoca, unutma; pek rahatsızım.” demiş,
Hasır zembili sırtına vurunca
Çarşının yoluna düzülmüş Hoca.
Hoca’nın olur mu hiç sağı solu;
Bir de gelmiş ki zembil soğan dolu.
Karısı telaşla bağırmış: “Aman!
Hoca, bu ne?” “Ne mi? Beş okka soğan.”
Şaşırmış kalmış kadın.
“Ah! demiş, anlamadın!
Farz edelim ki beşi beçten aldın;
Okkayı da hokkadan, ya soğanı?”
İşin kalmamış amanı zamanı.
Hoca kızmış: “Aman, karı, bunaldım!
Nerden alacağım, bakkaldan aldım.”

BEN DEĞİL MİYİM?
Subaşı, vergilerden, epeyce bir para yer;
Timur bunu duyunca: “Getirin herifi!” der.
Yakalar, getirirler.
Bir hesap, bir kitap; açık da pek çok;
Timur’unsa babasına rahmi yok,
“Yatırın keratayı!” der tutturur.
Önce temiz bir dayak;
Sonra der ki: “Haydi, kalk!”
Hesap defterlerini yırtar yırtar yutturur.
Tahta gibi defter, “Yut!” dediği de.
Adamda ne gırtlak kalır, ne mide.
Hoca da o sırada oradadır;
Timur’un hiddetinden
Zavallıyı bir titremedir alır.
Timur Subaşı’ya der ki: “İşinden,
Şu andan tezi yok, azlettim seni;
Hoca görecek artık, vazifeni.”
Hoca atılır: “Aman! der, af buyur.”
Dinler mi hiç, deliye dönmüş Timur:
“Evet, der, bu işi sen göreceksin.
Bana da her ay hesap vereceksin.”
Emir yüksekten geliyor, kim ne der?
Çaresi yok, Hoca da kabul eder.
Bu gürültülerden tam bir ay sonra
Hoca palas pandıras çıkarılır huzura.
Timur bakar ki Hoca’nın elinde
Sekiz-on tane pide.
Üstünde de ince ince yazılar.
Bunu gören Timur, Hoca’ya sorar:
“Bu nedir böyle?”
“Hesap!”
Canım Hoca’m! Olur mu?
Pidenin üstüne de hiç hesap tutulur mu?”
Hoca şöyle cevap verir o zaman:
“Mazur gör, a benim devletli beyim!
Hesabı inceleyince, birazdan,
Hepsini yutacak ben değil miyim?”

BİN DEĞNEK
Bir sipahiyi, içki içmiş diye,
Yakalar getirirler Timur’un huzuruna.
Adamcağız sahiden de zilzurna.
Timur başlar kızmaya, köpürmeye.
Gürül gürül bağırır: “Vay kerata!
-Hoca’mız da o esnada orada-
Yanına kâr mı kalır sandın bunu?
Bak şimdi gör dünyanın kaç bucak olduğunu!”
Sonra dönüp yanındaki erlere
Der ki: “Yatırın edepsizi yere!
Şöyle yan yana durun;
Ayakları altına tam bin değnek vurun.”
O sırada Hoca başlar gülmeye.
Çalışırsa da belli etmemeye
Bu gülüş gözünden kaçmaz Timur’un.
Bu sefer de Hoca’ya kızar; der ki:
“Hoca! Bunda gülünecek ne var ki?
Utanmaz mısın karşımda gülmeye?”
Hoca, o zaman cevap verir beye:
“Madem böyle bir emre kendin de gülmüyorsun,
Ya değnek yememişsin ya sayı bilmiyorsun.”

BUDALAYIZ DEDİKSE
Bir gün buğdayını yüklenip Hoca,
Değirmene öğütmeye götürür.
Değirmene varınca
Çuval çuval başka buğdaylar görür.
Ağzına kadar da dolu çuvallar.
Komşusunun tavuğu kaz görünür Hoca’ya.
Şöyle bir fırsat kollar.
Kaşla göz arasında
Başlar o çuvallardan kendine aktarmaya.
Değirmenciyse kendi havasında.
Ama nasılsa görür bir aralık.
Bağırır: “Hey babalık!
Ne yapıyorsun?” Hoca cevap verir:
“Ben budala adamın biriyimdir;
Ne yaptığımı pek öyle bilemem.”
Değirmenci çıkışır: “Ben, der, masal dinlemem.
Şimdi ağzımı açmayayım sana.
Hep başka çuvallardan almadasın.
Madem ki budalasın,
Kendininkinden alıp onlara da koysana!”
Hoca gülmeye başlar; der ki: “İlahi ağa!
Budalayız dedikse o kadar da değil a.”

BURANIN YABANCISI
Hoca bilmediği bir şehre gelir.
Önemli bir iş halletmek üzere
Koşar dururken daire daire,
Yolunun üstünde biri dikilir.
Bu adamı ne görmüştür, ne tanır;
Mühimce bir şey söyleyecek sanır.
İşi de hayli sıkışık o ara.
Adamsa sora sora
“Bugün günlerden nedir?” diye sorar.
Hoca’nın kanı tepesine uğrar.
Ama kalp kıracak söz söyleyemez;
“Elinin körü!” diyecek, diyemez;
Başka bir kaçamaklı cevap arar.
İşi var, oyalanacak vakti yok;
Çene çalmaya da çoktan karnı tok.
Yürür yoluna gider;
Adama da şöyle der:
“Ben buranın yabancısıyım, ağam.”
Afallar kalır adam.

CÜBBENİN GÜRÜLTÜSÜ
Bizim Hoca, bir sabah, erken erken,
Evden çıkarken
Kapının önünde komşuya rastlar.
“Hoca’m, der komşusu, sende bir hâl var.
Rahatsız mısın yoksa?”
“Değilim!” der, kesip atar bizimki.
Ama komşu meraklı, anlar mı ki!
“Sen böyle olmazsın derdin olmasa.”
“Yok dedim, birader, yok hiçbir derdim.
Yabancı mısın, olsaydı söylerdim.”
“Sonra Hoca’m, dün gece sizin evden
Bir gürültü geldi; acaba neden?”
“Bizim karıyla biraz dalaştık da…”
“Olur böyle şeyler arkadaşlıkta.”
“Musibetin yine damarı tuttu;
Ben sustukça o azıttı tozuttu.”
“Peki, sonra?”
“Sonrası falan var mı?
Kudurmuş karı lakırdı anlar mı?”
“Ya gürültü?.. Gürültü neydi, Hoca?”
“Canım! Kadın zıvanadan çıkınca
Bizim cübbeye birkaç tekme vurdu:
Zavallı cübbeyi de merdivenden aşağıya savurdu.
Onun sesiydi duyduğun herhâlde.”
“Yani cübbenin sesi!
Hoca’m, sen aptal mı sandın herkesi?
Hiç gürültü çıkar mıymış cübbeden?”
Hoca şaşırır: “Neden?”
“Cübbenin gürültüsü! Amma attın!
Hani sanki yutardım.”
Bakar işin gidişi karışıkça,
Tatlıya bağlar Hoca:
“Canım, komşu, sen de fazla uzattın.
Cübbe ama içinde ben de vardım.”

ÇOK GEZEN
-Parayla pulla değil ukalalık-
Hısım akraba gelip bir aralık
Hoca’ya derler ki: “Kusura bakma!
Pek bize düşmez ama
Şu karına göz kulak olsan biraz.
Fazla konuşuluyor sağda solda;
Diyorlar: ‘Çok geziyor; kötü yolda…’
Öyle ya eloğlu bu, susmaz susmaz.”
Ama Hoca da hiç dolma yutar mı?
Hem ukalalığın manası var mı?
Bu zevzekleri afallatmak için,

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/orhan-veli-32645689/nasrettin-hoca-hikayeleri-69429499/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Nasrettin Hoca Hikâyeleri Orhan Veli
Nasrettin Hoca Hikâyeleri

Orhan Veli

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Zaman aktı gitti. İsmi dilden dile dolaştı ve şöhreti millî sınırları aşıp tüm dünyaya yayıldı. Hikâyeleri yabancı dillere çevrildi. Kıvrak zekâsı ve ince nükteleri ile Nasrettin Hoca, güncelliğini yitirmedi ve bütün hikâyelerinde gülümsetirken aynı zamanda düşündürmeyi de başardı. Orhan Veli ise mazisi 13. yüzyıla hatta daha eskilere dayanan bu hikâyeleri kaleminin rengiyle harmanlayarak onlara yeni bir soluk getirmiş ve manzum bir şekilde yazarak ebedîleştirmiştir. Hoca’nın karısı bir gün Hoca’nın Cübbesini yıkar; bahçeye asar. Eve geç dönen Hoca derhâl feryadı basar: “Bahçede bir hırsız var; aman! Çabuk ol, kadın! Çabuk bana okumla yayımı ver.” Okla yay hemen gelir; Hoca yayı bir gerer; Yaradan’a sığınıp şöyle cübbeye atar. Aklınca da hırsızı yere serer. Sonra çekilir odasına, yatar. Sabah olup ortalık ağarınca Kalkar bakar ki Hoca…

  • Добавить отзыв