Mister Pickwick′in Maceraları II. Cilt

Mister Pickwick'in Maceraları II. Cilt
Charles Dickens
Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens’ın ilk romanı olan "Mister Pickwick’in Maceraları", 1837 yılında tefrika olarak yayımlandığında büyük yankı uyandırdı. Adından da anlaşılacağı üzere roman, Pickwick Kulübünün kurucusu Mister Pickwick ve üç arkadaşının çeşitli gözlemlerde bulunmak üzere çıktıkları yolculukları konu ediniyor. Viktorya devrinin Londrası’ndan başlayıp taşraya uzanan o yolculuklarda tanıştıkları kişiler ve dâhil oldukları olaylar, Pickwick’in “insan doğasını anlamak”la ilgili muradını hakkıyla karşılıyor. Bunun yanı sıra kendisi başlı başına bir romana konu olabilecek pek çok karakter de mizahi bir dille okuyucuyla buluşuyor. Şişman çocuk Joe karakteri, tıp literatürüne geçip “Pickwick Sendromu”na adını verirken; “nevi şahsına münhasır bir uşak nasıl olur”u da Sam Weller’da görüyoruz. Orta sınıf bir aileden gelen ve erken yaşta çalışmak zorunda kalarak iyi bir eğitim almaktan mahrum olan Dickens, eşsiz yeteneğiyle bugün de edebiyatta ve başka birçok sanat türünde ilham veren bir yazar olmayı sürdürüyor. "Gerçek dünyaya karışan ve hayatının en güzel evresine erişen pek çok adamın kaderi, gerçek dostlar edinmek ve sonra onları doğal seyirde kaybetmektir. Bütün yazarların ya da tarihçilerin kaderi, hayalî dostlar yaratmak ve sonra onları sanat seyrinde kaybetmektir."

Charles Dickens
Mister Pickwick’in MaceralarıII. Cilt

Charles Dickens, 7 Şubat 1812 tarihinde İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria Devri’nin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.

Yirmi Dokuzuncu Bölüm
Gulyabanilerin Kaçırdığı Kilise Hademesinin Hikâyesi
Ülkenin bu taraflarında, eski bir manastır kasabasında; uzun, çok uzun zaman önce, öyle uzun zaman önce ki büyük büyükbabalarımız buna inandılarsa mutlaka doğru olduğunu düşündüğümüz bir hikâyenin kahramanı olan, Gabriel Grub adında bir kilise hademesi ve mezar kazıcısı yaşarmış. Bir insan sırf bir kilise hademesi ve etrafı sürekli ölümü çağrıştıran sembollerle çevrili olduğu için somurtkan ve melankolik olacak diye bir şey yoktur. Cenaze levazımatçıları dünyanın en neşeli insanlarıdırlar. Bir zamanlar yakinen tanıma fırsatına eriştiğim, cenazelerde parayla yas tutan bir arkadaşım olmuştu. Özel hayatında, yani iş başında değilken upuzun bir şarkıyı tek bir kez bile takılmadan okuyan, nefes bile almadan koca bir bardak içkiyi kafasına diken şakacı ve esprili bir adamın tekiydi. Ancak Gabriel Grub, bu kadar aksi örneğin yanında; kötü huylu, sinirli, suratsız herifin biriymiş. Suratsız ve yalnız biriymiş, kendi ve cebinde taşıdığı büyükçe bir içki şişesi dışında kimseye tahammül edemezmiş. Eğer yanından gülümseyerek geçerseniz size öyle kötü, öyle ters bakarmış ki kendinizi kötü hissedermişsiniz.
Bir Noel arifesi, alaca karanlıktan kısa bir süre önce Gabriel küreğini sırtına yüklemiş, lambasını yakmış ve eski avluya doğru yollanmış çünkü sabaha kadar kazması gereken bir mezar varmış ve kendini çok güçsüz hissettiğinden, eğer bir anda işe koyulursa neşesi yerine gelir belki diye düşünmüş. Tarihî yoldan gideceği yöne yürürken bir çift eski pencere kanadının ardından parlayan harlı ateşin neşeli ışığını görmüş ve bu ateşin etrafında toplanmış oturanların kahkahalarını ve neşeli bağırış çağırışlarını duymuş. Ertesi günün neşesine yönelik telaşlı hazırlıkları ve bunun sonucu oluşan ve pencerelerden bulutlar hâlinde yükselen sayısız lezzetli yemeğin kokusu burnuna gelmiş. Bunların hepsi Gabriel Grub’ın kalbinde yaraymış. Sonra çocuklar gruplar hâlinde evlerden çıkmış, karşıya geçmiş ve karşı yoldaki evin kapısını henüz çalamadan etrafları yarım düzine kadar kıvırcık saçlı çocuk tarafından sarılmış ve hep birlikte yukarı kata Noel oyunları oynamaya çıkarlarken Gabriel; fukara tesellisi olarak kızamık, kızılcık, pamukçuk, boğmaca gibi hastalıkları düşünüp yüzünde beliren korkunç bir sırıtışla küreğine daha da sıkı sarılmış.
Bu keyifli düşünceler eşliğinde yoluna devam eden Gabriel, kilise avlusuna giden karanlık yola sapana kadar karşısına çıkan komşuların iyi niyetli kutlamalarına hep bir homurtuyla karşılık vermiş. Zaten Gabriel de karanlık yola sapmayı iple çekiyormuş çünkü burası genelde gayet hoş, kasvetli ve hüzünlü, kasaba ahalisinin güneşin en tepede ve güçlü bir şekilde parladığı saatler dışında pek sapmak istemediği türden bir yermiş. Bu nedenle tarihî manastır ve dazlak kafalı keşişlerin zamanından beri Tabut Yolu olarak anılan bu sığınak gibi yerde, ufak bir bacaksızın kutlu Noel’le ilgili neşeli bir şarkı tuttuduğunu duyduğunda hissettiği öfke azımsanacak gibi değilmiş. Gabriel yürümeye devam ettikçe ve ses yakınlaştıkça sesin kaynağının eski caddedeki veletlere katılmak için acele etmekte olan ve hem kendine yoldaş olsun hem de eğlentiye hazırlık olsun diye avazının çıktığı kadar şarkı söylemekte olan ufak bir oğlana ait olduğunu görmüş. Bu nedenle Gabriel, oğlanın yanına gelmesini beklemiş ve onu köşeye kıstırıp sesini kıssın diye feneriyle kafasına beş altı kere vurmuş. Oğlan eli kafasında, az öncekinden çok farklı bir tını tutturmuş hâlde koşarken Gabriel Grub içten bir kahkaha attıktan sonra, kilise avlusuna girip kapıyı ardından kapatmış.
Paltosunu çıkarmış, fenerini yere bırakmış ve kazımı tamamlanmamış mezara girerek bir saat kadar istekle çalışmış. Ancak toprak, kırağıyla birlikte sertleşiyormuş ve artık toprağı kırıp kürekle dışarı atmak kolay bir iş olmaktan çıkmış. Hem zaten ay çıkmış olsa da çok cılızmış ve kilisenin gölgesinde kalan mezara çok az ışık veriyormuş. Başka zaman olsa Gabriel Grub bundan dolayı karamsar ve sefil bir duruma düşermiş ancak küçük çocuğun sesini kestiğine o kadar memnunmuş ki azıcık aşama kaydetmiş olsa da bu gecelik işini bitirdiğinde kazdığı yere keyifle bakmış ve eşyalarını toplarken bir mırıltı tutturmuş:
Tek kişilik cesur pansiyonu, tek kişilik cesur pansiyonu,
Yaşam bitince çekerler üstüne bir metrelik soğuk toprak;
Kafana bir taş, ayağına bir taş,
Oldun mu kurtlara kallavi bir sofra;
Üstünde sıra sıra ot, çevrende nemli kil,
Tek kişilik cesur pansiyonudur, bu kutsal topraklardır yeri!
“Ah aman!” diye gülmüş Gabriel Grub, en sevdiği dinlenme yeri olan düz bir mezar taşının üstüne oturmuş, cebinden içki şişesini çıkarırken. “Noel’de bir tabut! Noel kutusu! Ho! ho! ho!”
“Ho! ho! ho!” diye tekrarlamış kulağa hemen arkasındaymış gibi gelen ses.
Gabriel tam içki şişesini dudaklarına götürmek üzereyken tedirgin olup duraksamış ve etrafına bakınmış. Yanı başındaki en eski mezarın dibi cılız ay ışığında en az kilise avlusu kadar sessiz ve sakinmiş. Buz gibi kırağı mezar taşlarının üstünde parıldıyormuş ve eski kilisenin taş oymaları üstünde sanki bir dizi değerli taş gibi ışıldıyormuş. Toprağı kaplayan kar, çıtır çıtırmış ve ara ara küçük tepeler oluşturmuş. Öyle ki sanki o tepelerin altında yalnızca kefenlerine sarılmış cesetler var gibi görünüyormuş. Bu sakin görüntünün huzurunu bozacak tek bir çıtırtı bile yokmuş. Sanki ses bile donmuş gibiymiş, her şey öylesine soğuk ve kıpırtısızmış ki.
“Sadece yankıydı herhalde.” demiş Gabriel Grub şişeyi yeniden dudaklarına götürerek.
“Değildi.” demiş kalın ses.
Gabriel ürkmüş, şaşkınlık ve korku karışımı bir duyguyla olduğu yerde kalakalmış çünkü gözlerinin önünde görüntü kanını dondurur nitelikteymiş.
Yakınındaki dik mezar taşında oturmuş, garip, olağanüstü bir varlık varmış. Gabriel bunun bu dünyaya ait bir şey olmadığını hemen hissetmiş. Yerlere kadar uzanabilecek kadar uzun olan bacakları tuhaf ve sıkışık, düğümlenmiş, adaleli kolları da çıplak ve elleri dizlerinin üstündeymiş. Güdük, yuvarlak hatlı bedeninin üstünde dar, yırtık pırtık bir elbise; sırtındaysa kısa bir pelerin varmış. Pelerinin yakası değişik bir biçimde kesilmiş olduğundan sanki bir yaka bağı gibi görünüyormuş. Ayakkabılarının uçları ise içe doğru kıvrılıyormuş. Başındaki kocaman kenarlı, sivri tepeli şapkanın tek süsü bir tüymüş. Üstü kırağıyla kaplıymış ve gulyabani sanki mezar taşının üstünde iki üç yüzyıldır çok rahat biçimde oturuyor gibi görünüyormuş. Hiç kıpırtısız oturuyormuş ve dili sanki alay eder gibi dışarı sarkıkmış. Gabriel Grub’a yalnızca bir gulyabaninin başarabileceği biçimde gülümsüyormuş.
“Yankı değildi.” demiş gulyabani.
Gabriel Grub, donmuş kalmış ve yanıt verememiş.
“Noel arifesinde burada ne işin var?” demiş gulyabani ciddiyetle.
“Mezar kazmaya geldim, efendim.” diye kekelemiş Gabriel Grub.
“Bir adamın böyle bir gecede mezarlar ve kilise avlularında ne işi olur?” diye bağırmış gulyabani.
“Gabriel Grub! Gabriel Grub!” diye bağırmış bir anda kilise avlusunu doldurmuş görünen koro hâlindeki ses. Gabriel korkuyla etrafına bakmış ama bir şey görememiş.
“Şişede ne var?” diye sormuş gulyabani.
“Cin, efendim.” diye yanıtlamış kilise hademesi, öncekinden daha da titreyerek. İçkiyi kaçakçılardan almış ve soru sahibinin belki de gulyabanilerin sorgulama biriminden olduğu aklına gelmiş.
“Böyle bir gecede kilise avlusunda tek başına kim cin içer yahu?” demiş gulyabani.
“Gabriel Grub! Gabriel Grub!” diye bağırmış çılgın sesler korosu yeniden.
Korku içindeki kilise hademesine bakan gulyabanin yüzünü kötücül bir gülümseme kaplamış, sonra yüksek sesle:
“Öyleyse hakkımızla kazandığımız ödülümüz nedir?” demiş.
Bu soru karşısında görünmez koro sanki eski bir kilise orgunun kutsal sesi, kulaklarından gelip geçen ve ölüme giden bir rüzgâr gibi gelen bir sesle olsa da yine omuzlarda aynı yüke sebep olan bir biçimde “Gabriel Grub! Gabriel Grub!” diye yanıtlamış.
Gulyabani öncekinden daha geniş bir gülümsemeyle: “Ee Gabriel, buna ne diyorsun?” demiş.
Kilise hademesi âdeta nefessiz kalmış. “Bunun hakkında ne düşünüyorsun Gabriel?” demiş gulyabani bacaklarını mezar taşının iki yanına uzatarak ve sanki Bond Caddesi’ndeki en güzel Wellington botların sahibi kendisiymiş gibi bir hoşnutlukla uçları kıvrık pabuçlarına bakarken.
“Bu çok, bu çok ilgi çekici, efendim.” diye yanıtlamış kilise hademesi, korkudan aklını yitirmiş hâlde. “Çok ilginç ve çok güzel ancak ben müsaadenizle gidip işimi bitireceğim, efendim.”
“İş mi!” demiş gulyabani. “Ne işinden bahsediyorsun?”
“Mezar, efendim; mezarı kazmaktan bahsediyorum.” diye kekelemiş kilise hademesi.
“Ah, mezar, ha?” demiş gulyabani. “Bütün herkes kutlama yaparken kim mezar kazıp bir de bundan zevk alır?”
Gizemli sesler yeniden cevaplamış: “Gabriel Grub! Gabriel Grub!”
“Korkarım dostlarım seni istiyorlar Gabriel.” demiş gulyabani dilini yanağına daha da bastırarak, dil de ne dilmiş ama. “Korkarım dostlarım seni istiyorlar, Gabriel.”
“Siz nasıl isterseniz, efendim.” diye yanıtlamış korku içindeki kilise hademesi. “Bunu yapabileceklerini sanmıyorum, efendim, beni tanımıyorlar, efendim; bana kalırsa beni daha önce görmemişlerdir, efendim.”
“Ah, evet gördüler.” diye yanıtlamış gulyabani. “Biz asık suratlı ve çatık kaşlı, geceleri caddeleri arşınlayıp çocukları şeytani bakışlarıyla ürküten ve mezar küreğini daha da sıkı kavrayan o adamı tanıyoruz. Biz sırf çocuk neşeli olabiliyor da kendisi olamıyor diye kıskançlıktan kafasına yumruk geçiren adamı tanıyoruz. Biz onu tanıyoruz, onu tanıyoruz.”
Bu noktada gulyabani, yankısı aslından yirmi kat güçlü olan yüksek ve tiz bir kahkaha atmış ve ayaklarını havaya kaldırarak başının üstünde ya da daha doğrusu külaha benzeyen şapkasının ucunda, mezar taşının ince kısmında amuda kalkmış. Sonra da olağan dışı bir atiklikle takla atıp hademenin ayaklarının dibinde durmuş ve terziler mağaza tezgâhında nasıl otururlarsa öyle bir edayla durmuş kalmış.
“Kor-kor-korkarım sizden ayrılmam gerekiyor, efendim.” demiş kilise hademesi kıpırdamak için çapa göstererek.
“Bizden ayrılmak mı!” demiş gulyabani. “Gabriel Grub bizden ayrılacakmış. Ho! ho! ho!”
Gulyabani gülerken kilise hademesi bir anlığına sanki kilisenin tamamı aydınlanmış gibi bir ışıltı görmüş. Işıltı kaybolmuş. Sonrasında orgun canlı bir hava çalmasıyla birlikte ilk gulyabanin aynı olan bir gulyabani ordusu kilise avlusuna akın etmiş ve mezar taşlarının üstünde uzun eşek oynamışlar. Nefes almak için bile bir an bile durmayıp en yüksek taşları şaşılacak bir atiklikle birbiri ardına “aşmışlar”. İlk gulyabani çok harika bir atlayıcıymış ve diğerleri onun yanından bile geçemiyormuş. Hademe içinde bulunduğu dehşetin fenalığına rağmen arkadaşları sıradan boyuttaki mezar taşlarının üstünden atlamaktan memnunken ilkinin aile mezarlarını, demir parmaklıkları, sanki çit gibi kolaylıkla aşıyor olmasına dikkat etmeden edememiş.
Sonunda oyunda heyecan doruğa ulaştığında org sanatçısı hızını artırmış, gulyabaniler daha hızlı ve daha hızlı atlamışlar, sarmal olmuşlar, toprakta yuvarlanmışlar ve mezar taşlarına futbol topu gibi dalmışlar. Karşısındaki görüntüler hademenin başını döndürmüş ve gözünün önünden ruhlar uçuşurken bacakları çözülüvermiş. Gulyabani kralı birden öne atılıp yakasından tuttuğu gibi onunla birlikte toprağa batmış.
Gabriel Grub’ın düşüşten dolayı bir süreliğine kesilen nefesi sonunda normale döndüğünde kendini büyük bir mağara gibi görünen bir yerde, her bir yanı çirkin ve nemrut gulyabanilerle çevrili hâlde bulmuş. Mekânın ortasında, kilise avlusundan arkadaşı, yerden yüksek bir sandalyede oturmakta ve onun hemen arkasında hareket kabiliyeti olmayan Gabriel Grub’ın kendisi durmaktaymış.
“Bu gece de soğukmuş.” demiş gulyabaniler kralı. “Çok soğuk. Buraya iç ısıtacak bir yudum bir şeyler getirin!” Bu emir üzerine Gabriel Grub’ın hükümdarın adamları olduğunu düşündüğü yüzlerinde ebedî bir gülümseme olan yarım düzine işgüzar gulyabani acelacele ortadan kaybolmuş ve ellerinde bir kadeh sıvı ateşle dönüp krala sunmuşlar.
“Ah!” diye bağırmış yanakları ve gırtlağı şeffaf olan gulyabani, alevi içerken. “Bu gerçekten de iç ısıtıyor ha! Mr. Grub için de bir bardak getiriverin.”
Bahtsız hademenin geceleri sıcak bir şey içmek gibi bir alışkanlığı olmadığıyla ilgili itirazda bulunması faydasızmış, gulyabanilerden biri onu tutarken diğeri de boğazından aşağı harıl harıl alevi dökmüş. Yakıcı içkiyi içtikten sonra nefesi kesilip öksürünce ve gözlerinden oluk oluk akan yaşları silerken bütün ekip kahkahadan kırılmış.
“Şimdi de.” demiş kral, kâküllü şapkasını tuhaf bir biçimde hademenin gözüne sokup ona müthiş bir acı yaşatırken. “Şimdi de kendi büyük ambarımızdan sefalet ve kasvetin adamına ait birkaç fotoğrafı gösterin!”
Gulyabani bunu söylerken mağaranın daha uzaktaki bir kısmını örten bulut yavaşça uzaklaşmış ve epey uzaklıktaki ufak ve az eşyalı bir daireyi açığa çıkarmış. Bir grup çocuk parlak bir ateşin etrafına toplanmış, annelerinin eteğini çekiştiriyor, sandalyesinin etrafında hoplayıp zıplıyorlarmış. Anne ara sıra yerinden kalkıyor ve sanki beklediği bir şey varmış gibi perdeyi açıp bakıyormuş. Masa hâlihazırda mütevazı bir yemekle donatılmış ve ateşin yanına da bir sallanan sandalye yerleştirilmiş. Kapı çalınmış, anne kapıyı açmış ve çocuklar babaları içeri girerken ellerini heyecanla çırparak annelerinin etrafına toplaşmışlar. Baba ıslak ve yorgunmuş ve kıyafetlerinin üstüne biriken karları silkelemeye çalışıyormuş. Çocuklar babanın etrafına toplanıp pelerinini, şapkasını, bastonunu coşkuyla çekiştirerek çıkarıp koşarak başka odaya götürmüşler. Sonra adam ateşin yanındaki sofraya oturunca çocuklar kucağına tırmanmış ve anneleri de yanına oturmuş. Her şey tam bir mutluluk ve huzur tablosuymuş.
Ancak ufukta neredeyse hiç beklenmedik bir değişim varmış. Sahne değişmiş, en güzel ve en küçük çocuk ölüme yatmaktaymış, yüzündeki can solmuş, gözlerindeki ışık uçmuş, daha önce varlığından haberdar olmadığı bir ilgiyle hademe bile çocuğu izlerken çocuk ölmüş. Abla ve abileri yatağının başında toplanıp artık çok soğuk ve ağır olan elini tutmuşlar ama irkilerek geri çekilip çocuğun yüzüne merakla bakmışlar. Çünkü bu yüzde bir sakinlik ve huzur varmış. Güzel çocuk sanki huzur içinde uyuyor gibi görünüyormuş ama onun öldüğünü görmüşler ve artık onları parlak ve mutlu cennetten izleyen ve onları kutsayan bir melek olduğunu biliyorlarmış.
Bu sahnenin önünden hafif bir bulut geçmiş ve görüntü yine değişmiş. Baba ve anne artık yaşlı ve çaresizlermiş; yanlarındakilerin sayısı yarı yarıyadan fazla düşmüş olsa da ateşin yanında toplaşmış eski ve artık geçip gitmiş günlere dair hikâyeler anlatırlarken memnuniyet ve neşe her yüzde sabitlenmiş, her gözden okunur hâldeymiş. Yavaşça ve huzurlu biçimde baba mezara batmış ve kısa zaman sonra dertlerinin ve tasalarının ortağı da onu dinlence yerine kadar takip etmiş. Hayatta kalan birkaç yakını mezarın yanında diz çöküp toprağı gözyaşlarıyla sulamışlar, sonra üzgün ve yaslı biçimde ancak acı çığlıklar ve ağıtlar olmadan kalkıp gitmişler çünkü bir gün buluşacaklarını biliyorlarmış. O yüzden kendilerini dünya hâllerine vermişler, memnuniyetleri ve neşeleri geri gelmiş. Görüntünün önüne bir bulut gelmiş ve hademenin görüşünü engellemiş.
“Bu konuda ne düşünüyorsun?” demiş gulyabani kocaman suratını Gabriel Grub’a döndürerek.
Gabriel çok güzel olduğuna dair bir şeyler mırıldanmış ve gulyabani keskin bakışlarını üzerinde gezdirirken biraz utanır görünmüş.
“Seni alçak herif!” demiş gulyabani, aşırı bir nefretle. “Seni!” sanki bir şeyler daha ekleyecek gibi görünse de öfke ağzından çıkanları maskelemiş. O yüzden bükülebilir bacaklarından birini iyi hedef alabilmek için başına kadar kaldırıp Gabriel Grub’ı bir güzel tekmelemiş. Bunun ardından alçak hademenin yöresinde bekleyen bütün gulyabaniler aynı yeryüzündeki saray mensuplarının, kral kimi tekmelerse sen de onu tekmele ve kral kime sarılırsa sen de ona sarıl şeklindeki kuralına uygun olarak hademeyi acımadan tekmelemişler.
“Ona biraz daha gününü gösterin!” demiş gulyabanilerin kralı.
Bu son sözün üstüne bulut dağılmış; çok verimli ve güzel bir manzara görünür olmuş. Bu, bugünlerde bile eski manastır kasabasına bir kilometre ötedeki bir araziye aitmiş. Güneş; bulutsuz gökyüzünde parlıyor ve onun etkisi altında ışınların altında su parıl parıl parıldıyor, ağaçlar daha yeşil, çiçekler daha neşeli görünüyormuş. Su hoş bir sesle akıyor, ağaçlar yapraklarının arasından geçen hafif rüzgârla hışırdıyor, kuşlar dallarda şakıyor ve çayır kuşları güneşi selamlıyorlarmış. Evet, sabah olmuş; parlak ve ılık yaz sabahıymış. En minik yaprak, en ince çimen bile hayatla birmiş. Karınca günlük işleri için yola çıkmış, kelebek kanat çırpıp güneşin tadını çıkarıyor; sayısız böcek şeffaf kanatlarını açmış ve kısa ancak mutlu yaşamlarının keyfine varıyormuş. Adam bu manzara karşısında mest olmuş biçimde yürüyormuş, her şey aydınlık ve görkemden ibaretmiş.
“Seni alçak adam!” demiş gulyabani kralı öncekinden daha da nefret dolu bir tonla. Sonra ayağını kaldırmış ve yine hademenin omuzuna indirmiş. Elbette yardımcı gulyabaniler de başlarının izinden gitmişler.
Bulut çok kez gelip gitmiş ve omuzları gulyabaninin bacaklarının sıklıkla inen tekmeleri nedeniyle ağrıyor olsa da hiçbir şeyin yok edemeyeceği bir ilgiyle sahneleri izleyen Gabriel Grub’a pek çok ders öğretmiş. Çok çalışan ve işçilikle bir lokma ekmek kazananların neşeli ve mutlu olduklarını; doğanın en saf ve tatlı yüzünün de asla yanılmayan bir neşe ve mutluluk kaynağı olduğunu görmüş. Narin biçimde büyütülmüş ve dikkatle yetiştirilmişlerin yokluk karşısında neşeli olduğunu ve çok daha güçlülerini parçalara ayıracak acılar karşısında yıkılmaz olduklarını çünkü gönüllerinde mutluluk, memnuniyet ve huzur taşıdıklarını görmüş. Kadınların, Tanrı’nın en narin ve hassas yaratıklarının, çoğunlukla acı, sıkıntı ve üzüntüye karşı en dayanıklılardan olduklarını ve bunun sebebinin de kalplerinde asla tükenmeyen bir merhamet ve bağlılık kaynağı taşımaları olduğunu görmüş. Her şeyin ötesinde kendi gibi şenlik ve neşe karşısında öfkelenenlerin yeryüzünün en kötü ayrık otları olduğunu görmüş ve eğer iyilikle kötülük karşılaştırılırsa dünyanın sonuçta aslında gayet dürüst ve saygıdeğer bir yer olduğu kararına varmış. Bu fikre varmışken son görüntünün üzerini örten bulutlar, sanki hislerini de örtüyor ve onu uykuya yatırıyor gibi gelmiş. Gulyabaniler birer birer silinmişler ve sonuncusu ortadan kaybolduğunda uykuya dalmış.
Gün doğduğunda ve kendini kilise avlusundaki düz mezar taşının üstünde, yanında etrafa yayılmış ve üstü dün geceki kırağıyla kaplanmış hâlde boş içki şişesi, paltosu, küreği ve feneriyle boylu boyunca yatar bulduğunda gün epey aydınlanmış. Dün gulyabaninin üstünde oturduğunu gördüğü mezar taşı dimdik duruyormuş ve yine dün üzerinde çalıştığı mezar da fazla uzak değilmiş. İlk başta maceralarının gerçekliğinden şüphe duymaya başlasa da doğrulmaya kalktığında omuzlarında hissettiği şiddetli acı, gulyabaniler tarafından tekmelenmenin kesinlikle hayal ürünü olmadığına ikna etmiş. Gulyabanilerin mezar taşlarıyla uzun eşek oynadıklarına dair bir iz olmamasına şaşırmış olsa da hemen sonrasında bunu ruhların görünürde iz bırakamayacak olmasına yormuş. Böylece Gabriel Grub sırtı ağrıdığı için elinden geldiğince doğrularak ayağa kalkmış ve paltosunun üstündeki kırağıyı silkeleyerek giymiş ve yüzünü kasabaya çevirmiş.
Ama o değişmiş bir adammış ve pişmanlığıyla alay edilecek ve değişimine inanılmayacak bir yere dönme düşüncesine katlanamamış. Bir süre tereddüt etmiş ve sonra ekmeğini nerede kazanabileceğini bulmak üzere geldiği yola geri dönmüş.
Fener, kürek, içki şişesi o gün kilise avlusunda bulunmuş. Başlarda hademenin kaderiyle ilgili pek çok tartışma varmış ancak kısa sürede onun gulyabaniler tarafından kaçırıldığı fikrine varılmış. Güvenilir tanıklar onun tek gözü kör, aslan butlu ve ayı kuyruklu, kahverengi bir atın sırtında uçup gittiğini çok net biçimde gördüklerini iddia etmişler. Sonuç olarak tüm bunlara yürekten inanılıyormuş ve yeni hademe de meraklılara önemsiz bir ücret karşılığında sözü geçen at tarafından hava uçuşu sırasında kazara düşürülmüş ve bir ya da iki sene sonra kendi tarafından bulunmuş kilise rüzgâr gülünü gösteriyormuş.
Ne yazık ki Gabriel Grub’un pejmürde, hâlinden memnun, romatizmalı yaşlı bir adam olarak on sene sonra beklenmedik biçimde ortaya çıkmasıyla bu öyküler bozulmuş. Hikâyesini rahibe ve valiye anlatmış ve zamanla bugüne kadar geldiği şekliyle bir tür tarihî gerçek olarak nitelendirilmeye başlanmış. Rüzgâr gülü hikâyesine inananlar bir kez güvenoylarını kaybetmişler ve kolay kolay geri kazanacak gibi değillermiş, o yüzden ellerinden geldiğince bilge görünmüş, omuz silkmiş, alınlarına dokunmuş ve Gabriel Grub’ın bütün cini içip sonra yatay mezar taşında uyuyakalmasıyla ilgili bir şeyler mırıldanmışlar. Onun gulyabani mağarasında şahit olduğu şeyleri aslında dünyayı gezdiği ve bilgeleştiği fikriyle açıklıyorlarmış. Ancak zaten hiçbir zaman tutmamış olan bu fikir zamanla unutulmuş.
Artık gerçek her neyse ne, en iyisini bilemesek bile bu hikâyenin öğreteceği bir şey vardır ki o da Gabriel Grub, yaşamının sonuna kadar romatizma çektiğine göre, eğer bir adam Noel zamanı huysuzlaşır ve kendi kendine içerse ve daha iyisini yapmayı akıl edemezse ruhlar nasıl gulyabani mağarasında Gabriel Grub’a gününü gösterdilerse öylesini ya da daha kötüsünü yapabilecekleridir.

Otuzuncu Bölüm
Pickwickçilerin Nasıl Serbest Meslek Erbabı Bir Çift Gençle Tanışıp Yakınlık Kurdukları, Buzla Nasıl Oyalandıkları ve Ziyaretlerin Nasıl Sonuca Ulaştığıyla İlgili Bölüm
“Söyle bakalım Sam.” dedi Mr. Pickwick, çok sevdiği hizmetkârı Noel sabahı elinde ılık suyla yatak odasına girerken. “Hava hâlâ buz gibi mi?”
“Su kabındaki su donmuştu, size öyle diyeyim.” diye yanıt verdi Sam.
“Hava kötü Sam.” diye yorumda bulundu Mr. Pickwick.
“Sıkı giyinenler için hava hoş, aynı kutup ayısının kaymayı öğrenirken kendi kendine dediği gibi.” diye yanıtladı Mr. Weller.
“On dakika içinde inerim, Sam.” dedi Mr. Pickwick uyku takkesinin bağını çözerken.
“Pekâlâ, efendim.” diye yanıtladı Sam. “Aşağıda iki kesgeç var.”
“İki ne var?” diye bağırdı Mr. Pickwick, yatakta doğrularak.
“İki kesgeç.” dedi Sam.
“Kesgeç de ne demek?” diye sordu Mr. Pickwick, sözü geçen şeyin canlı bir hayvan mı yoksa yenilecek bir şey mi olduğundan emin olmayarak.
“Ne! Kesgeç nedir bilmiyor musunuz, efendim?” diye sordu Mr. Weller. “Ben herkesin kesgeç demenin, cerrah demek olduğunu bildiğini sanırdım.”
“Ah, cerrah mı gelmiş?” dedi Mr. Pickwick gülümseyerek.
“Aynen öyle, efendim.” diye yanıtladı Sam. “Yalnız bu aşağıdakiler safkan değil, daha çıraklar.”
“Yani bir diğer deyişle tıp öğrencileri sanırım, değil mi?” dedi Mr. Pickwick.
Sam Weller onaylar biçimde başını salladı.
“Memnun oldum.” dedi Mr. Pickwick, uyku takkesini enerjik biçimde yatak örtüsünün arasına yerleştirerek. “Onlar hoş insanlardır, gerçekten hoş insanlardır. Muhakemeleri gözlem ve derin düşünceyle, zevkleri de okuma ve çalışmayla rafine hâle gelmiştir. Çok memnun oldum.”
“Mutfaktaki ocağın başında puro tüttürüyorlar.” dedi Sam.
“Ah!” dedi Mr. Pickwick ellerini ovuşturarak. “Hoş hisler ve heyecanlı bir ruh hâliyle yaşıyorlar demek. Tam da görmek istediğim şey.”
“Birinin de…” dedi Sam, efendisinin lafı bölmesini fark etmeyerek. “Birinin de bacakları masada ve sek brendi içiyor. Öbürüyse, yani gözlüklü olan, almış bacaklarının arasına bir fıçı istiridye, makine gibi yiyor ve yediklerini de şöminenin köşesinde uyuyakalmış küçük ödem yığınına atıyor. “
“Dehalara özgü eksantriklikler.” dedi Mr. Pickwick. “Çekilebilirsin.”
Sam söylenileni yaptı. Mr. Pickwick de on beş dakika içinde kahvaltıya indi.
“Sonunda geldi!” dedi yaşlı Wardle. “Pickwick, bu Miss Allen’ın abisi, Mr. Benjamin Allen. Biz ona Ben diyoruz, istersen sen de öyle diyebilirsin. Bu da onun değerli arkadaşı Mr…”
“Mr. Bob Sawyer.” diye lafa girdi Mr. Benjamin Allen, bunun üzerine Mr. Bob Sawyer ve Mr. Bejamin Allen aynı anda güldüler.
Mr. Pickwick, Bob Sawyer’a selam verdi ve Bob Sawyer da Mr. Pickwick’in selamına karşılık verdi. Bob ve yakın arkadaşı daha sonra önlerindeki yiyecekleri mideye gömmeye koyuldular ve böylece Mr. Pickwick’in ikisine de bakma fırsatı oldu.
Mr. Benjamin Allen; siyah saçı biraz kısa kesilmiş ve beyaz yüzü de biraz uzun yaratılmış, kaba saba, tıknaz, kalın yapılı bir genç adamdı. Gözlük ve beyaz bir yakalık takıyordu. Çenesine kadar iliklenmiş tek sıra düğmeli paltosunun altında görülebilen sıradan sayıda siyah beyaz renkte bacaklar pek de güzel bir biçimde cilalanmamış olan botlara kadar devam ediyordu. Paltosunun kolları kısa olsa da altında herhangi bir gömlek kolu görünmüyordu ve göğsü, bir gömleğin varlığından söz etmeye yetecek oranda açıkta olsa da bunu herhangi bir kumaş uzantısıyla desteklemek mümkün değildi. Genel anlamda özensiz bir görünümü vardı ve her yana tam gövdeli Küba purosu kokusu yayıyordu.
Üzerinde pardösü de palto da olmasa da ikisinin de doğası ve özelliklerinden nasibini almış bir tür kalın, mavi ceket olan Mr. Bob Sawyer’ın bir tür mendebur şıklığı ve fiyakalı bir hâli vardı. Bu gündüzleri sokaklarda puro tüttürüp geceleri bağırıp çağıran, garsonlara ilk isimleriyle hitap eden ve eşit derecede yersiz pek çok şey yapan birine has bir varoluş hâliydi. Üstünde ekoseli bir pantolonla, geniş, eski püskü ve çift sıra düğmeli bir yelek vardı. Dışarıdayken yanında, üstünde büyük bir topacı olan kalın bir baston taşıma âdeti bulundururdu. Eldiven giymekten kaçınıyordu ve genel anlamda sefil bir Robinson Crusoe gibi görünüyordu.
Mr. Pickwick Noel sabahı kahvaltı masasına otururken işte böylesine değerli kimselerle tanıştırılmıştı.
“Çok hoş bir sabah beyler.” dedi Mr. Pickwick.
Mr. Bob Sawyer bu cümleye karşılık başını belli belirsiz salladı ve Mr. Benjamin Allen’dan hardalı istedi.
“Bu sabah çok yol geldiniz mi beyler?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Muggleton’daki Mavi Aslan’dan.” diye kısaca yanıt verdi Mr. Allen.
“Geçen gece bize katılsaydınız keşke.” dedi Mr. Pickwick.
“Keşke.” diye yanıtladı Bob Sawyer. “Ama brendi de bırakılacak gibi değildi, öyle değil mi Ben?”
“Kesinlikle.” dedi Mr. Benjamin Allen. “Purolar da hiç fena değildi, hele domuz pirzolaları bayağı iyiydi, öyle değil mi Bob?”
“Kesinlikle öyle.” dedi Bob. Yakın arkadaşlar sanki dün geceki yemeği anımsamak, yemeğe dair arzularını artırmış gibi kahvaltıya öncekinden daha da özgürce saldırmaya başladılar.
“Götür, Bob.” dedi Mr. Allen, dostuna cesaretlendirici bir tonda.
“Öyle yapıyorum zaten.” diye yanıtladı Bob Sawyer. Arkadaşına ayıp olmasın diye kendini iyice kaptırdı.
“Organları parçalara ayırmak kadar insanın iştahını açan bir şey daha yok.” dedi Mr. Bob Sawyer masayı incelerken.
Mr. Pickwick biraz ürperdi.
“Bu arada, Bob.” dedi Mr. Allen. “O bacakla işin bitti mi?”
“Neredeyse.” diye yanıtladı Sawyer, konuşurken bir yandan bir bıldırcının yarısını yerken.
“Bir çocuk için fazla kaslı. Öyle değil mi?” dedi Mr. Allen umursamaz bir edayla.
“Çok.” dedi Bob Sawyer, ağzı dolu hâlde.
“Senin orada bir kol için sıraya girdim.” dedi Mr. Allen. “Şimdi o konuyu işliyoruz ve liste neredeyse doldu. Yalnız kafa isteyen kimse yok. Sen alsan iyi olur.”
“Olmaz.” diye yanıtladı Bob Sawyer. “Pahalı zevklere ayıracak bütçem yok.”
“Hadi ordan!” dedi Allen.
“Gerçekten ayıramam.” diye yineledi Bob Sawyer. “Beyin desen neyse ama bütün bi kafayla işim olmaz.”
“Şşş, şşş beyler lütfen sessiz olun.” dedi Mr. Pickwick. “Hanımların sesini duydum.”
Mr. Pickwick lafını bitirmemişti ki Snodgrass, Winkle ve Tupman tarafından nazikçe eşlik edilen hanımlar sabah yürüyüşünden döndüler.
“Vay, Ben!” dedi Arabella, kardeşini görünce keyiften çok şaşkınlık dolu bir tonla.
“Yarın seni eve götürmeye geldim.” diye yanıtladı Benjamin.
Mr. Winkle’ın beti benzi attı.
“Bob Sawyer’ı görmüyor musun, Arabella?” diye sordu Mr. Benjamin Allen, ayıplar gibi bir edayla. Arabella, Bob Sawyer’ın varlığını fark ettiğini belli ederek elini zarifçe uzattı. Bob Sawyer sunulan eli somut biçimde sıkarken Mr. Winkle’ın kalbine bir nefret kılıcı saplandı.
“Ben, canım!” dedi Arabella, yüzü kızararak. “Seni, seni Mr. Winkle’la tanıştırdılar mı?”
“Henüz değil ancak kendisiyle tanışmaktan büyük mutluluk duyarım Arabella.” diye yanıtladı abisi ciddiyetle. Bu noktada Mr. Allen, Mr. Winkle’a sevimsiz bir edayla selam verirken Mr. Winkle ve Mr. Bob Sawyer da gözlerinin ucuyla birbirlerine karşı besledikleri ortak nefreti belli ettiler.
İki yeni ziyaretçinin gelmesi ve bunun sonucunda Mr. Winkle ve botlarında kürk olan hanımefendinin üstüne dikilen gözler, Mr. Pickwick ve ev sahibinin güler yüzlülüğü olmamış olsa ekibin neşesinde büyük bir kesintiye sebep olurdu ancak Mr. Winkle yavaş yavaş kendini Mr. Benjamin Allen’a sevdirdi, hatta brendi ve kahvaltıdan dolayı neşesini bulmuş, yavaş yavaş aşırı şakacı bir ruh hâline bürünmüş ve istiridye bıçağı ve çeyrek somun ekmeğin yardımıyla bir beyefendinin kafasından alınan tümörün hikâyesini orada bulunan herkesi keyiflendirecek şekilde neşeyle ve sevimlilikle anlatan Mr. Bob Sawyer’la dostane bir sohbete bile girişti. Sonra cümbür cemaat kiliseye doğru yola konuldu. Mr. Benjamin Allen anında uyuyakaldı ve Mr. Bob Sawyer da adını on santimlik yer kaplayan iri harflerle kilise sırasına kazıma yöntemiyle düşüncelerini dünyevi konulardan uzaklaştırdı.
“Pekâlâ.” dedi Wardle, acı bira ve vişne likörü gibi hoş detayları barındıran ve layığıyla tüketilmiş olan güzel bir öğle yemeğinden sonra. “Bir saati buz üstünde geçirmeye ne dersiniz? Epey boş zamanımız var.”
“Harika!” dedi Mr. Benjamin Allen.
“Muhteşem!” diye bağırdı Mr. Bob Sawyer.
“Elbette ki kayıyorsunuzdur, Winkle?” dedi Wardle.
“Ev-evet, ah, evet.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “Ama ama epey idmansızım.”
“Ah, lütfen kayın, Mr. Winkle.” dedi Arabella. “Görmeyi çok isterim.”
“Ah, çok kibar bir spor.” dedi başka bir genç hanım. Üçüncü bir hanım bunun çok asil bir spor olduğunu belirtirken dördüncüsü de kuğulara yönelik olduğuna dair fikrini belirtti.
“Eminim çok mutlu olurdum.” dedi Mr. Winkle kızararak. “Ama patenim yok.”
Bu itiraza anında karşı gelindi. Trundle’ın iki çift pateni vardı ve şişman oğlan da aşığıda yarım düzine kadar yedek paten olduğunu duyurdu. Mr. Winkle bunlara karşılık hoşnutluğunu belli etse de müthiş derecede rahatsız görünüyordu.
Yaşlı Wardle herkesi epey büyük bir buzluk alana götürdü. Şişman oğlan ve Mr. Weller gece yağan karı küreyince Mr. Bob Sawyer; patenlerini Mr. Winkle için müthiş biçimde, olağanüstü görünen bir maharetle ayağına geçirdi ve nefes almak için bile durmadan sol bacağı üstünde daireler ve sekizli figürler ve daha pek çok nefes kesici şekil çizerek Mr. Pickwick, Mr. Tupman ve hanımların gönlünü fethetti. Yaşlı Wardle ve Benjamin Allen da az önce sözü geçen Bob Sawyer’ın yardımlarıyla İskoçlara özgü bir dans olduğunu söyledikleri benzer derecede büyüleyici hareketleri icra edince herkesin coşkusu doruğa çıktı.
Bütün bunlar olurken Mr. Winkle soğuktan morarmış yüzü ve elleriyle patenlerini ters biçimde ayaklarına geçirmeye çalışıyor, bu süreçte ipleri karman çorman yapıyordu. Yardımcısı paten konusunda bir Hintli’den daha az bilgiye sahip olan Mr. Snodgrass’tı. Ancak en sonunda Mr. Weller’ın yardımıyla patenlerin demirleri sıkıca monte edildi, patenin ipleri bağlandı ve Mr. Winkle ayağa kaldırıldı.
“Oldu işte efendim.” dedi Sam cesaretlendirici bir ses tonuyla. “Haydi gidin de onlara paten nasıl kayılırmış gösterin.”
“Dur Sam, dur!” dedi Mr. Winkle dehşet biçimde titreyerek ve Sam’in koluna boğulmakta olan bir adam gibi yapışarak. “Ne kadar da kayganmış, Sam!”
“Buz söz konusu olunca bu pek de alışılmadık bir durum değildir efendim.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Aman efendim, ne yapıyorsunuz?”
Mr. Weller’ın bu son sözü Mr. Winkle’ın o anda ayağını havaya kaldırıp başını da buza geçirmeye yönelik çılgın arzusundan kaynaklanmaktaydı.
“Bunlar, bunlar çok tuhaf patenler, öyle değil mi Sam?” diye sordu Mr. Winkle yalpalayarak.
“Korkarım tuhaf olan onları giyen beyefendi, efendim.” diye yanıtladı Sam.
“Hadi ama Winkle.” diye bağırdı bir sorun olduğundan haberi olmayan Mr. Pickwick. “Gel hadi, hanımlar beklemekten helak oldular.”
“Evet, evet.” diye yanıtladı Mr. Winkle korkunç bir gülümsemeyle. “Geliyorum.”
“Zaten başlamak üzereydi.” dedi Sam, kendini bu durumdan kurtarma çabasıyla. “Haydi efendim, başlayıverin!”
“Biraz dur, Sam.” dedi Mr. Winkle, sevgi dolu bir edayla Mr. Weller’a tutunarak. “Şimdi aklıma geldi de evde artık kullanmadığım birkaç palto var, Sam. Senin olabilirler, Sam.”
“Teşekkür ederim, efendim.” diye yanıtladı Mr. Weller.
“Şapkana dokunmayasın Sam.” dedi Mr. Winkle aceleyle. “Bunu yapmak için elini çekmen gerekir. Bu sabah Noel vesilesiyle sana beş şilin verme niyetim vardı, Sam. Akşamüstü veririm, Sam.”
“Çok iyisiniz, efendim.” diye yanıtladı Mr. Weller.
“Beni ilk başta tutsan Sam, olur mu?” dedi Mr. Winkle. “Al bak, oldu işte. Zaten birazdan alışırım Sam. Acele etme Sam, acele etme.”
Mr. Winkle, neredeyse ikiye katlanmış vaziyette çok tuhaf ve hiç de kuğumsu olmayan bir hâlde Mr. Weller’ın yardımıyla buzda ilerlemeye çalışıyordu ki Mr. Pickwick olaylardan habersiz karşı taraftan bağırdı:
“Sam!”
“Efendim?”
“Buraya gel. Lazımsın.”
“Bırakın, efendim.” dedi Sam. “Efendimin çağırdığını görmüyor musunuz? Bırakın efendim.”
Mr. Weller müthiş bir çabayla acılı Pickwickçinin elinden kendini kurtardı ve bunu yaparken de mutsuz Mr. Winkle’a epey itiş gücü uyguladı. Hiçbir maharet ya da alıştırmanın sağlayamayacağı bir doğrulukla zavallı beyefendi, tam Mr. Bob Sawyer görülmemiş güzellikte bir dönüş sergilendiği sırada ekibin arasına daldığı gibi hızla sözü geçen beye çarpmasıyla birlikte ikisi de yere çakıldı. Mr. Pickwick olayın olduğu yere koştu. Bob Sawyer ayağa kalkmış olsa da Mr. Winkle ayağında patenlerle böyle bir şeye girişmeyecek kadar akıllıydı. Buzun üstüne oturmuş, zorla gülümsemeye çalışıyor ancak ızdırap yüzünün her bir çizgisinden okunuyordu.
“Canın acıdı mı?” diye sordu Mr. Benjamin Allen müthiş biçimde endişelenerek.
“Pek değil.” dedi Mr. Winkle sırtını eliyle epey kuvvetle ovarak.
“Sizi kanatmamıza izin verseniz iyi olurdu.” dedi Mr. Benjamin büyük bir ilgiyle.
“Hayır, teşekkür ederim.” diye yanıtladı Mr. Winkle alelacele.
“Gerçekten de izin verseniz iyi edersiniz.” dedi Allen.
“Teşekkür ederim.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “Olmasa daha iyi olur.”
“Siz ne dersiniz Mr. Pickwick?” diye sordu Bob Sawyer.
Mr. Pickwick heyecanlı ve öfkeliydi. Mr. Weller’a işaret etti ve ciddi bir ses tonuyla, “Patenlerinizi çıkarın.” dedi.
“Hayır ama cidden daha başlamamıştım bile.” diye itiraz etti Mr. Winkle.
“Patenlerinizi çıkarın.” diye tekrarladı Mr. Pickwick sert bir biçimde.
Bu emre karşı çıkmak olmazdı. Mr. Winkle sessizlik içinde Sam’in emre boyun eğmesine izin verdi.
“Kaldır onu.” dedi Mr. Pickwick. Sam kalkmasına yardım etti.
Mr. Pickwick durup bekleyenlerden birkaç adım uzaklaştı ve arkadaşına yanına gelmesini işaret ederek cevap bekleyen bakışlarını üzerine dikip alçak ancak belirgin ve vurgulu bir sesle şu kayda değer sözleri etti:
“Siz bir palavracısınız.”
“Neyim?” dedi Mr. Winkle afallayarak.
“Bir palavracı, beyefendi. İsterseniz daha açık konuşabilirim. Siz bir sahtekârsınız beyefendi.”
Bu sözlerle birlikte Mr. Pickwick yavaşça topuklarının üzerinde döndü ve arkadaşlarına katıldı.
Mr. Pickwick az önce gerçekleşenleri anlatmak üzereyken Mr. Weller ve şişman oğlan kendi çabalarıyla bir kaykay yapmış ve epey uzmanlık ve zekâ içeren bir yöntemle kendilerince eğlenmektelerdi. Özellikle de Sam Weller stilli kayma denilen, şimdilerde “ayakkabı tamircisinin kapısını tıklatma” diye adlandırılan ve tek bir ayak üstünde kayarak ve ara sıra diğer ayakla da postacı vuruşu yaparak gerçekleştirilen o stili icra etmekteydi. Bu güzel ve uzun bir kayıştı ve olduğu yerde durmaktan çok üşümüş olan Mr. Pickwick, işin devinimini kıskanmadan edemiyordu.
“İnsanın içini ısıtan bir antrenmana benziyor, değil mi?” diye sordu Wardle’a ve sözü geçen beyefendi bacaklarını bir çift pusulaya çevirip buzun üzerine karmaşık problemler çizmekten ileri gelen yorulmak bilmez hareketten dolayı tümüyle nefessiz kalınca.
“Ah, gerçekten.” diye yanıtladı Wardle. “Kayar mısınız?”
“Çocukken su birikintilerinde kayardım.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
“Denesenize.” dedi Wardle.
“Aaaa, lütfen kayın ama Mr. Pickwick!” diye bağırdı bütün hanımlar.
“Sizi keyiflendirmeyi çok isterdim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Ancak otuz senedir böyle bir şey yapmadım.”
“Amaaan siz de!” dedi Wardle, yaptığı her şeyin ortak özelliği olan bir ataklıkla patenlerini sürükleyerek.
“Alın, ben size yarenlik ederim. Gelin benimle!” Ve böylece iyi huylu yaşlı adam neredeyse Mr. Weller’a yaklaşan ve şişman oğlanı da fersah fersah aşan bir çabuklukla buzda kaymaya başladı.
Mr. Pickwick duraksadı, bir an düşündü, eldivenlerini çıkarıp şapkasına koydu, iki ya da üç kere kısaca kaymaya yeltendi, bir o kadar başarısız oldu, sonra izleyenlerin heyecanlı çığlıkları arasında ayakları bir buçuk metre ayrık biçimde bir kez daha kaymaya yeltendi ve ciddi biçimde buz pistine giriş yaptı.
“Aynen böyle devam edin efendim!” dedi Sam ve Wardle bir tur daha attı, ardından Mr. Pickwick ve onun ardından da Sam, sonra Mr. Winkle, sonra Mr. Bob Sawyer, sonra şişman oğlan, sonra Mr. Snodgrass, hepsi birbirinin neredeyse topuğuna basacak kadar yakın ve sanki gelecek hayatlarındaki bütün şansları buna bağlıymış gibi bir hevesle birbirlerini takip ettiler.
Mr. Pickwick’in bu törendeki kendi rolünü üstlenişini, arkasındaki insanın ona çarpıp düşürme ihtimaline karşı izlerken içinde bulunduğu endişeli zulüm, başta kendini zorlayarak içinden çıkan o acı verici çabanın zamanla tükenmesi, sonra yavaşça dönüp yüzünü ilk başladığı noktaya döndürmesi, bir turu bitirmeyi başardığında yüzünde beliren oyunbaz gülümseme, bu bittikten sonra yeniden başlama hevesi, kendini geçenin ardına yeniden takılması, siyah tozluklarının karda hoş bir şekilde iz çıkarması ve gözlüğünün ardındaki gözlerinin neşe ve memnuniyetle parlamasını izlemek seyretmesi en ilginç şeydi. Sonra yere düşürüldüğünde (ki bu aşağı yukarı her üç turda bir oluyordu) onun şapkası, eldivenleri ve mendilini pırıl pırıl bir yüzle toplayıp sonra sıralamadaki yerini hiçbir şeyin yatıştıramayacağı bir şevk ve coşkuyla alması olabilecek en keyifli görüntüydü.
Antrenmanın zirvesinde, kayış en hızlı hâlinde ve kahkaha en şen seviyedeydi ki keskin bir çatlama sesi duyuldu. Kıyıya doğru bir hareketlenmeyi takiben hanımların ve Mr. Tupman’ın çığlığı duyuldu. Koca bir buz parçası kayboldu ve üstünde su köpürdü. Mr. Pickwick’in şapkası, eldivenleri ve mendili su yüzeyinde yüzüyordu ve herkesin Mr. Pickwick’e dair görebildiği tek görüntü buydu.
Her bir çehreden çaresizlik ve acı okunuyordu, erkeklerin yüzü solarken kadınlar bayıldı. Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle el ele tutuştu ve liderlerinin yere battığı noktaya delirmişçesine bir sabırsızlıkla baktılar. Bu ara Mr. Tupman kendince en çok böyle destek olabileceğini düşünerek ve yakınlarda olabilecek herkesi toplamak adına faciayı belirten en açık ve net açıklama olarak bütün gücüyle, “Yangın var!” diye bağırıyordu.
Tam yaşlı Wardle ve Sam Weller dikkatli adımlarla deliğe yaklaşırken ve Mr. Benjamin Allen, Mr. Bob Sawyer’la ayaküstü, ekipteki herkesten kan akıtmanın uygunluğu konusunda bir tartışma gerçekleştiriyorken, işte tam o anda suyun altında çıkan yüz, kafa ve omuzlar Mr. Pickwick’in simasını ve gözlüklerini açığa çıkardı.
“Biraz dayanın, yalnızca biraz dayanın!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Mr. Snodgrass.
“Evet, dayanın; yalvarırım size, benim hatırım için!” diye kükredi Mr. Winkle çok etkilenmiş biçimde.
Bu istek epey yersizdi zira Mr. Pickwick’in başkası için kendini su üstünde tutmadan önce bunu kendisi için yapacağını düşünmesi uygun kaçardı.
“Ayakların dibe değiyor mu aziz dostum?” dedi Wardle.
“Evet, kesinlikle.” diye yanıtladı başını ve yüzünü biraz sudan arındırmaya ve nefes almaya çalışarak. “İlk başta sırtımın üstüne düştüm. Başta ayağa kalkamamıştım.”
Mr. Pickwick’in paltosunun üstünde hâlâ görünür hâlde olan çamur, beyanının doğruluğuna işaret ediyordu ve şişman oğlanın aniden suyun bir buçuk metreden daha derin olmadığını hatırlamasıyla birlikte izleyenlerin içleri daha da rahatladı. Onu olduğu yerden çıkarmak için kahramanlık gösterileri yapıldı. Epey bir su sıçratmadan, buz kırmadan ve çabalamadan sonra Mr. Pickwick sonunda nahoş durumdan kurtarılmış ve bir kez daha kuru karaya çıkarılmıştı.
“Ah, soğuktan donacak.” dedi Emily.
“Zavallı yaşlıcık.” dedi Arabella. “Şalımla sizi sarayım, Mr. Pickwick.”
“Ah, bu yapılacak en iyi şey.” dedi Wardle. “Şala sarıldıktan sonra bacakların elverdiğince hızla koşup eve git ve hemencecik yatağa gir.” Bir anda bir düzine şal verildi. Aralarından en kalın üç ya da dört tanesi seçildi ve Mr. Pickwick sarılıp Mr. Weller’ın rehberliğinde, sırılsıklam, şapkasız, elleri yanında sabit ve belirgin bir amacı yok gibi göründüğü hâlde herhâlde saatte altı mile denk gelecek bir hızla atlayıp zıplayan yaşlı bir beyefendinin tuhaf olağanüstülüğü hâlinde yola koyuldu.
Ancak Mr. Pickwick böylesine uç bir durumda görünümünü umursayacak değildi ve etrafındaki herhangi biri azıcık heyecan belirtisi gösterdiğinde zihninde canlı renklerle bir yangın olduğunu canlandıran yaşlı hanımefendide mutfak bacasının alev aldığı izlenimini uyandırarak ona kalp çarpıntısı yaşatan Mr. Tupman’ın onlardan beş dakika önce vardığı Manor Çiftliği’ne ulaşana kadar hızından feragat etmemesini salık verdi.
Mr. Pickwick yatağa girene kadar hiç durmadı. Sam Weller odada kudretli bir ateş yaktı ve daha sonra yemeğini, bir kâse meyve kokteylini ve güvende olmasının şerefine hazırlanan bir içkiyi de odasına götürdü. Yaşlı Wardle onun yataktan kalkmasına kati surette izin vermediğinden yatakta başmisafir görevini sürdürdü. İkinci ve üçüncü kâse de istendi ve Mr. Pickwick ertesi sabah hiçbir romatizma belirtisi olmadan uyandı ki bu da Mr. Bob Sawyer’ın böyle durumlarda insana sıcak bir pançtan daha fazla iyi gelecek hiçbir şey olmadığı fikrinin çok haklı bir düşünce olduğunu kanıtlamıştı. Çünkü eğer sıcak pançlar engelleyici bir etki gösterememişse bunun sebebi hastanın yeteri kadar içmeme gafletinde bulunması olurdu.
Şen ekip ertesi gün dağıldı. Ayrılıklar okul günlerinde önemli olaylardır ancak daha sonrasında da acı vericidirler. Ölüm, çıkarlar ve kaderin oyunları her gün pek çok mutlu grubu ayırır, onları uzak diyarlara fırlatır ve kızlarla oğlanlar bir daha geri dönemezler. Bu durumda aynen bunun olduğunu söylemeye çalışmıyoruz, tek yapmaya çalıştığımız ekibin farklı üyelerinin evlerine dağıldıkları ve Mr. Pickwick ve arkadaşlarının bir kez daha Muggleton faytonundaki yerlerini aldıkları ve Arebella Allen’ın artık orası her neresiyse yaşadığı yere gittiği -eminiz ki Mr. Winkle neresi olduğunu biliyordur ama itiraf ediyoruz ki biz bilmiyoruz- ağabeyinin ve onun en yakın ve sevgili dostu Mr. Bob Sawyer’ın ilgi ve koruması altında olduğunu söylemektir.
Ancak ayrılmadan önce sözü geçen yakın arkadaş ve Mr. Benjamin Allen, Mr. Pickwick’i gizemli bir edayla bir kenara çekmiş ve Mr. Bob Sawyer, başparmağını Mr. Pickwick’in kaburgalarının arasına bastırarak hem kendine özgü bir maskaralığı hem de insan anatomisine dair bilgisini gösterip bir yandan da şu soruyu sormuştu:
“Söyle bakalım yaşlı oğlan, nerelerde tünersin?” Mr. Pickwick bu soruya son günlerde George and Vulture’da kaldığını söyleyerek yanıt verdi.
“Keşke gelip bizi ziyaret etseniz.” dedi Bob Sawyer.
“Tahmin edemeyeceğiniz kadar mutlu olurum.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
“İşte ikametgâhım.” dedi Mr. Bob Sawyer, bir kart çıkararak “Lant Caddesi, Borough; Guy’a[1 - Londra’da bir hastane.] yakın ve bu benim için elverişli bir durum. St. George Kilisesi’ni biraz geçtikten sonra sağdaki ana caddeye dön, hemen sağda kalıyor.”
“Bulurum.” dedi Mr. Pickwick.
“İki hafta sonra perşembe günü gelin ve yanınızda başka arkadaşlarınızı da getirin.” dedi Mr. Bob Sawyer. “O akşam başka tıpçı dostlarım da bende olacaklar.”
Mr. Pickwick tıpçı dostları görmekten dolayı duyacağı memnuniyeti belirtti. Mr. Bob Sawyer çok samimi bir ortam olacağını ve dostu Ben’in de ekibe dâhil olduğunu söyledikten sonra tokalaştılar ve ayrıldılar. Bu noktada Mr. Winkle kısacık konuşmaları sırasında Arabella Allen’a fısıldamış mıydı ve fısıldadıysa farklı biçimde sohbet ediyor muydu ve eğer ediyorduysa da ne demişti buna dair sorulara açığız. Dahası Mr. Snodgrass, Emily Wardle ile ayrıca sohbet ediyor muydu bunun da merak edilmesini anlıyoruz. Buna diyebileceğimiz şey artık hanımlara ne söyledilerse bununla ilgili Mr. Pickwick ya da Mr. Tupman’a yirmi sekiz mil boyunca tek kelime etmeyip sık sık iç çektikleri, bira ve brendi teklifini reddettikleri ve çok kederli göründükleri olacaktır. Eğer dikkatli hanım okurlarımız bu gerçeklerden herhangi tatmin edici çıkarımlara ulaşabilirlerse bunu yapmalarını rica ediyoruz.

Otuz Birinci Bölüm
Tümüyle Kanunla ve Bu Alanda Eğitim Almış Çeşitli Yetkililerle İlgili Bölüm
Temple’ın çeşitli kıyılarına ve köşelerine yayılmış kimi karanlık ve kirli çeşitli ofisler bulunur. Dinlenme saatleri sırasınca, tüm sabah ve iş saatleri süresince de akşamları kollarının altında tomarlar dolusu ve ceplerinden taşan kâğıtlarla bir içeri bir dışarı çıkan neredeyse sonu gelmeyen bir dizi yazman görülür. Avukat yazmanlarının birkaç seviyesi bulunur. Sözleşmeli yazmanlar vardır. İkramiye alırlar, bir açıdan dava vekilidirler, terzide veresiye hesapları vardır, partilere davet edilirler, bir Gower Caddesi’nde bir de Tastock Meydanı’nda tanıdıkları birer aile mutlaka vardır, uzun tatillerde sayısız atı olan babalarını görmek için şehir dışına çıkarlar. Bunlar kısaca özetlemek gerekirse epey aristokrat yazmanlardır. Sonra maaşlı yazmanlar vardır -büro içinde ya da dışında hizmet veriyor olabilirler- bunlar haftalık otuz şilinlik maaşlarının çoğunu kişisel keyif ve eşyalara harcarlar, Adelphi Tiyatrosu’nda haftada en az üç gün yarı yarıya indirimli oyun izlerler, sonra gidip birahanelerde har vurup harman savururlar ve altı ay önce geçmiş bir modanın şekilsiz karikatürü gibidirler. Sonra orta yaşlı mübeyyizler vardır. Bunların geniş aileleri vardır ve her zaman pasaklı, çoğu zaman da sarhoşturlar. Sonra da ofis yazmanları vardır. Bunlar ilk kez kaban giyiyorlardır, okul çocuklarına yerinde bir nefret beslerler, sosis ve bira için akşamları kulübe giderler ve “hayat” gibisi olmadığını düşünürler. Bu türün sayamayacak kadar çok çeşidi vardır ancak ne kadar çeşitli olurlarsa olsunlar hepsi belirli çalışma saatlerinde az önce sözünü ettiğimiz yerlere aceleyle girer ve oralardan aceleyle çıkar görülürler.
Bu dünyadan elini eteğini çekmiş köşeler; mahkeme emirlerinin hazırlandığı, tebligatların imzalandığı, beyannamelerin çıkarıldığı ve Majestelerinin kullarına işkence ve eziyet etmek ve hukuk mesleğinin erbaplarını rahata erdirmek ve ceplerini doldurmak için yürürlüğe konulan sayısız ustalıklı çarkın mevcut olduğu hukuk mesleğinin bürolarını oluşturmaktadır. Bunlar çoğunlukla gündüzleri kuru küf ve geceleri de ıslak pelerinler, kokuşmuş şemsiyelerden ve içyağından yapılan yoğun mumlardan yayılan kokularla birleşen, senelerdir gizlice nemlenmekte olan sayısız parşömen rulosunun hoş bir kokusunun olduğu alçak tavanlı, küflü bürolardı.
Mr. Pickwick ve arkadaşları Londra’ya döndükten on gün ya da iki hafta sonra, pirinç rengi düğmeleri olan kahverengi paltolu, uzun saçları titiz biçimde tüysüz şapkasının kenarına tutturulmuş, eski ve kirli pantolonu potin çizmelerinin içine dizlerinin her an gizlendikleri yerden çıkacakmış gibi görünmelerine sebep olacak şekilde sıkı biçimde sokuşturmuş bir şahıs; akşamın yedi buçuğunda, bu bürolardan birine aceleyle girdi. Paltosunun cebinden uzun ve ince bir parşömen parçası çıkardı ve memur da o kâğıda okunaksız siyah bir mühür bastı. Sonra her biri parşömenin bir kopyası olan, isim kısmı boş, benzer boyutlarda dört parça kâğıt çıkardı ve boşlukları doldurup beş belgeyi de cebine koyarak oradan aceleyle uzaklaştı.
Cebinde gizemli belgeler olan kahverengi paltolu adam, bizim eski tanıdığımız Freeman’s Mahkemesi; Cornhill’deki Dodson&Fogg Hukuk Bürosundan, Mr. Jackson’dan başkası değildi. Çıktığı büroya dönmek yerine adımlarını Sun Meydanı’na yöneltti ve doğrudan George and Vulture’a girip Mr. Pickwick’in içeride olup olmadığını öğrenmeyi talep etti.
“Mr. Pickwick’in hizmetkârını arayın, Tom.” dedi George and Vulture’ın barından sorumlu kadın.
“Zahmet etmeyin.” dedi Mr. Jackson. “İş için geldim. Eğer Mr. Pickwick’in odasını gösterirseniz ben kendim giderim.”
“İsiminiz nedir efendim?” dedi garson.
“Jackson.” diye yanıtladı yazman.
Garson Mr. Jackson’ı haber vermek için üst kata çıktı. Ancak Mr. Jackson onun hemen arkasından gidip adam daha tek bir kelime söyleyemeden odaya girdi.
Mr. Pickwick o gün üç arkadaşını yemeğe davet etmişti, hepsi ateşin karşısına oturmuş şaraplarını yudumluyorlardı ki Mr. Jackson kendini yukarıdaki şekilde açık etti.
“Nasılsınız, efendim?” dedi Mr. Jackson, başıyla Mr. Pickwick’e işaret ederek.
Bizim beyefendi başıyla selam verdi ve Mr. Jackson’ın dış görünüşü hafızasında bir şey canlandırmadığından biraz şaşırmış biçimde baktı.
“Dodson and Fogg’s’tan gelmiştim.” dedi Mr. Jackson, açıklar bir ses tonuyla.
Mr. Pickwick aynı anda kalktı. “Sizi avukatıma yönlendirdim beyefendi, Gray’s Hanı’ndan Mr. Perker.” dedi. “Garson, bu beyefendiye çıkışa kadar eşlik edin.”
“Affedersiniz, Mr. Pickwick.” dedi Jackson, şapkasını mahsus yere atıp cebinden bir parça parşömen çıkararak. “Ancak bu gibi durumlarda bire bir görüşmek gerekir efendim, ya yazman ya da aracı yoluyla. Siz de biliyorsunuz bu işler nasıldır, fazla tedbir göz çıkarmaz. Sonuçta söz konusu yasal belgeler, ha?”
Tam bu anda Mr. Jackson gözlerini parşömene dikti, ellerini masaya koyup kazanmış ve ikna etmişlere özgü bir gülümsemeyle: “Haydi ama bu kadar ufak bir durumu mesele hâline getirmeyelim. Aranızdan hangi beyefendinin adı Snodgrass?” dedi.
Bu soru üzerine Mr. Snodgrass öylesine gözle görülür şekilde irkildi ki daha fazla yanıta gerek yoktu.
“Ah! Ben de öyle olduğunu anlamıştım.” dedi Mr. Jackson, öncesine göre daha nazik biçimde. “Sizi zahmete sokacak bir maruzatım olacak, efendim.”
“Beni mi?” diye bağırdı Mr. Snodgrass.
“Sadece Bardell ve Pickwick davasıyla ilgili şahit olmanız istenecek.” diye yanıtladı Jackson, kâğıt parçalarından birini imzalayıp cebinden bir şilin çıkararak. “Bundan sonraki döneme denk gelecektir: 14 Şubat olacağını tahmin ediyoruz bunun özel bir jüri davası olmasına dikkat ettik ve listede onuncu sırada. Bu sizin, Mr. Snodgrass.” Jackson bunu söylediği gibi Mr. Snodgrass’ın gözüne gözüne bir parça kâğıt sokup eline de bir şilin verdi.
Mr. Tupman bu süreci sessiz bir şaşkınlıkla izliyordu ki Jackson aniden ona doğru dönüp:
“İsminizin Tupman olduğunu söylersen yanılmış olmam, öyle değil mi?” dedi.
Mr. Tupman, Mr. Pickwick’e baktı ve sözü geçen beyefendinin gözlerinde isminin Tupman olduğunu reddetmesine dair herhangi bir cesaretlendirmeye rastlamayınca:
“Evet, adım Tupman, beyefendi.” dedi.
“Diğer beyefendinin ismi de Winkle sanıyorum?” dedi Jackson. Mr. Winkle, olumlu cevap vermekte zorlansa da sözü en son geçen iki beyefendiye de maharetli Mr. Jackson tarafından birer kâğıt parçası ve şilin verildi.
“Pekâlâ.” dedi Jackson. “Korkarım benim çok zahmete sebep olduğumu düşüneceksiniz ancak eğer sizin için sıkıntı olmayacaksa bir kişiye daha ihtiyacım olacak. Elimde Samuel Weller’ın ismi var.”
“Hizmetkârımı buraya gönderin.” dedi Mr. Pickwick. Garson, epey şaşkın biçimde odadan çıktı ve Mr. Pickwick, Jackson’dan oturmasını istedi.
Acı verici uzunlukta bir ara oldu ve bu, masum davalı tarafından sonunda bozuldu. “Sanıyorum ki beyefendi…” dedi Mr. Pickwick, konuştukça siniri tepesine çıkarak. “Sanıyorum ki beyefendi, işverenlerinizin amacı beni öz dostlarımın tanıklığı aracılığıyla itham etmek, öyle değil mi?”
Mr. Jackson buradaki görevinin hapishane sırlarını paylaşmak olmadığını belli etmek istercesine başparmağını birkaç kez burnunun soluna vurup lafı yapıştırdı:
“Ne desem yalan olur şimdi.”
“Bu mahkeme davetlerinin…” diye ısrar etti Pickwick. “Bu insancıklara verilmesinin başka ne gibi bir sebebi olabilir?”
“Çok iyi bir taktik, Mr. Pickwick.” diye yanıtladı Jackson, yavaşça başını iki yana sallayarak. “Ama yemezler. Denemekten elbette zarar gelmez ancak benden laf çıkmaz.”
Bu noktada Mr. Jackson bir kez daha herkese gülümsedi ve sol başparmağını burnunun ucuna yerleştirip sağ eliyle de hayalî bir kahve değirmeni işleterek o zamanlar çok moda olsa da şimdilerde pek bir anlamı olmayan “değirmenden geçirmek” adında çok zarif bir pandomim icra etmiş oldu.
“Hayır, hayır, Mr. Pickwick.” dedi Jackson sonuç olarak. “Perker’ın ahbapları bizim bu mahkeme celplerini size verme sebebimizi tahmin etmek durumundalar. Eğer bunu başaramazlarsa mahkeme zamanına kadar beklemeleri gerekir çünkü o zaman her şey açığa çıkacaktır.” Mr. Pickwick beklenmedik misafirinin yüzüne büyük bir tiksintiyle baktı ve eğer Sam’in aniden içeri girişiyle lafı bölünmemiş olsaydı Dodson&Fogg’daki herkese lanet okurdu.
“Samuel Weller?” dedi Jackson, sorgular biçimde.
“Herhâlde senelerdir söylediğin tek doğru şey budur.” diye yanıtladı Sam, olabilecek en sakin tavırla.
“Alın size bir mahkeme celbi, Mr. Weller.” dedi Jackson.
“İngilizcesini de sen onun bana.” diye sorguladı Sam.
“İşte belgenin aslı da bu.” dedi Jackson, açıklama istediğini reddederek.
“Ney dedin?” dedi Sam.
“Bu işte.” diye yanıtladı Jackson, kâğıt parçasını sallayarak.
“Ah, aslı o mu hele?” dedi Sam. “Ah iyi ki aslını bana gösterdiniz çünkü bu tür şeyler çok heyecan vericidir, insanın omuzlarından yük alır.”
“İşte burada da bir şilin paranız var.” dedi Jackson. “Dodson and Fogg’s ikramı.”
“Beni tanımadıkları düşünülürse bu Dodson and Fogg çok nazikmiş. Üşenmeden bana hediyelik düşünmüşler.” dedi Sam. “Bunun büyük bir onur olduğunu düşünüyorum, efendim; bir yetenek gördüklerinde o yeteneği ödüllendirmeleri çok onur verici bir şey. Hem insanı durup dururken duygulandırıyorlar da.”
Mr. Weller bunu söylerken bir yandan da içler acısı bir hâle bürünmüş oyuncuların yaptığı üzere sağ gözünü paltosunun koluyla ovaladı.
Mr. Jackson, Sam’in davranışından dolayı epey şaşkına dönmüş görünüyordu ancak herkesin mahkeme celbini verdiği ve söyleyecek başka bir şeyi olmadığı için sırf laf olsun diye normalde elinde taşıdığı eldivenini taktı ve gidişatı haber vermek üzere bürosuna doğru yola koyuldu.
Mr. Pickwick o gece çok az uyudu çünkü beyni ona sürekli olarak Mrs. Bardell davasını hatırlatıyordu.
Ertesi sabah erken kahvaltı etti ve Sam’den Gray’s Hanı’na gitmekte kendisine eşlik etmesini istedi.
“Sam!” dedi Mr. Pickwick, Cheapside’ı aştıktan sonra etrafına bakınarak.
“Buyurun efendim.” dedi Sam efendisinin yanına giderek.
“Nereye gidiyoruz?”
“Yukarı Newgate Caddesi.”
Mr. Pickwick hemen ardına dönmedi, bunun yerine Sam’in yüzüne birkaç dakika boyunca bomboş bakıp sonra derin bir iç çekti.
“Sorun nedir, efendim?” diye sordu Sam.
“Bu davanın, Sam…” dedi Mr. Pickwick. “Önümüzdeki ayın on dördünde gerçekleştirilmesi planlanıyor.”
“Gerçekten de şaşırtıcı bir tesadüf, efendim.” diye yanıtladı Sam.
“Neden şaşırtıcı olacakmış, Sam?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Sevgililer Günü efendim.” diye yanıtladı Sam. “Verilen sözün tutulmaması için yapılan dava için anlamlı bir gün.”
Mr. Weller’ın gülümsemesi efendisinin yüzünde hiçbir neşe belirtisine sebep olmadı. Mr. Pickwick aniden arkasını dönüp yolu gösterdi.
Mr. Pickwick derin düşüncelere bürünmüş hâlde ve Sam de yüzünde kıskanılası ve rahat bir nispet ifadesiyle tam arkasında olacak hâlde biraz yürümüşlerdi ki efendisine aklından geçen gizli düşünceleri açmak için dakika sayan Sam, Mr. Pickwick’in tam arkasında olana kadar adımlarını hızlandırdı ve yanından geçtikleri binayı gösterip:
“Burası da çok güzel kasaptır, efendim.” dedi.
“Evet, öyle görünüyor.” dedi Mr. Pickwick.
“Ünlü bir sosis fabrikası.” dedi Sam.
“Öyle mi?” dedi Mr. Pickwick.
“Sahiden de!” diye tekrarladı Sam biraz içerleyerek. “Bana kalırsa öyle. Siz de az masum değilsiniz. Burası dört sene önce saygıdeğer bir tüccarın kaybolduğu yer.”
“Adamın canına kıydılar mı demek istiyorsun Sam?” dedi Mr. Pickwick alelacele etrafına bakarak.
“Hayır, öyle demek istemiyorum.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Keşke öyle demek istemiş olsam; bu çok daha kötüsü. O dükkânın efendisi ve dumanı hep tüten bir sosis makinesinin patentli mucidiymiş. Öyle bir şeymiş ki kaldırım taşını versen tazecik bebek gibi bir şey çıkarmış diğer uçtan. Bu makineyle çok gurur duyuyormuş, zaten öyle olması da doğal değil mi? Makinenin olduğu mahzene gider, tam hız çalışırken onu izler, sonra da kendi neşesinden aklını yitirecek noktaya gelirmiş. Bir yandan makinenin işleyişi bir yandan da iki küçük çocuğu, çok mutlu bir adammış ama o cadaloz karısı yok muymuş! Adamın peşini bırakmaz, sürekli kulağının dibinde dırdır edermiş. Adam artık dayanamamış, ‘Bana bak canım!’ demiş. Bir gün: ‘Bu saçmalığa son vermediğin takdirde, Amerika’ya gitmezsem bana da adam demesinler. İşte o kadar.’ demiş. ‘Boş konuşuyorsun.’ demiş kadın. ‘Amerika da alsın seni, tepe tepe kullansın.’ Bunu dedikten sonra adamın başını yarım saat yemiş, sonra dükkânın arkasındaki küçük salona gidip ‘Bu adam benim ölümüm olacak.’ diye bağırmaya ve nöbet geçirmeye başlamış. Nöbetler bildiğin üç saat sürmüştür, hem de her biri sadece çığlık ve tekmelerden oluşuyormuş. Neyse ertesi sabah bizim koca ortalıkta yokmuş. Kasadan kuruş almamış. Sırtındaki ceketi bile almamış hatta. O yüzden Merriker’e gitmediği epey açıkmış. Ertesi gün de gelmemiş, ertesi hafta da gelmemiş. Karısı ilan astırmış her yere, yeter ki dönsün her şeyi affederim diye (ki bu da ayıp bir şeymiş çünkü adamcağızın zaten günahı yokmuş); su kanallarını araştırmışlar ve sonrasında iki ay boyunca ne zaman bir ceset bulunsa hiçbir şey yokmuş gibi taşınmış, hoop bizim kasaba getirilmiş. Ama hiçbiri bizimki değilmiş, o yüzden herhâlde kaçtı demişler, kadın da işin başına geçmiş. Neyse bir cumartesi akşamı ufak tefek, zayıfcana bir adam kasaba gelmiş ve büyük bir heyecanla: ‘Bu dükkânın hanımı siz misiniz?’ demiş. ‘Evet benim.’ demiş kadın. ‘O zaman hanımefendi.’ demiş adam, ‘Size şunu söyleyeyim, ben ve ailemi öyle bedavaya boğamazsınız; üstüne üstlük hanımefendi, şunu söyleyeyim size bir de tamam hadi sosis için etin en iyi kısmını kullanmıyorsunuz anladık! Ama düğme de danadan ucuz diye bu kadar da düşülmez!’ ‘Düğme mi dediniz beyefendi!’ demiş kadın. ‘Evet, düğme dedim hanımefendi.’ demiş ufak, cılız adam elindeki kâğıt parçasını açıp içinden yirmi ya da otuz düğme parçası çıkararak. ‘Herhâlde pantolon düğmesi iyi lezzet veriyor sosislere hanımefendi.’ ‘Bunlar benim kocamın düğmeleri!’ demiş dul kadın, bayılmak üzereyken. ‘Ne?’ diye bağırmış yaşlı beyefendi bembeyaz kesilerek. ‘Şimdi anlıyorum.’ demiş dul. ‘Bir anlık delilikle kendini sosise çevirmiş!’ ” “İşte böyle olmuş efendim.” dedi Mr. Weller, Mr. Pickwick’in dehşet dolu yüzüne doğrudan bakarak. “Ya da artık makineye takılmış, o bilinmez ama hayatı boyunca sosise bayılmış olan yaşlı beyefendi çıldırmış gibi bir tavırla dükkândan çıkmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış!”
Bu etkileyici olayın anlatımı, efendi ve adamını Mr. Perker’ın ofisine kadar oyaladı. Lowten, eliyle tuttuğu yarı açık kapının ardında, pejmürde, sefil görünümlü, ayakkabılarının ucu açık, eldivenleri ise parmak kısımlarından yoksun bir adamla sohbet ediyordu. Adamın ince uzun ve bakımsız suratında mahrumiyet ve acının -neredeyse çaresizliğin- izleri vardı; yoksulluğunun farkında olduğu, Mr. Pickwick yaklaşırken merdivenin karanlık kısmına çekilmesinden belliydi.
“Çok yazık.” dedi yabancı iç çekerek.
“Çok.” dedi Lowten, kapı çerçevesine ismini karalayıp sonra tüyle silerek. “Ona bir mesaj bırakacak mısınız?”
“Ne zaman döner dersiniz?” diye sordu yabancı.
“Pek emin değilim.” diye yanıtladı Lowten, yabancı gözlerini yere çevirdiğinde, Mr. Pickwick’e göz kırparak.
“Onu beklemek faydasız mı diyorsunuz şimdi?” dedi yabancı, umutla büroya bakarak.
“Ah, hayır.” diye yanıtladı yazman, kapıyı biraz daha ortalayarak. “Bu hafta dönmeyeceği kesin, haftaya döner mi dönmez mi o da belli değil. Perker şehir dışına çıktığında dönmekte pek acele etmez.”
“Şehir dışında mı?” dedi Mr. Pickwick. “Vay başıma gelenler, şanssızlığa bak!”
“Gitmeyin, Mr. Pickwick.” dedi Lowten. “Size bir mektubu var.” Yabancı ne yapacağını bilemez hâlde bir kez daha yere bakınca yazman sanki aralarında özel bir sır varmış gibi sinsice göz kırpmış olsa da Mr. Pickwick bunun altında yatan gerçeği kesinlikle anlamamıştı. “İçeri gelin Mr. Pickwick.” dedi Lowten. “Pekâlâ Mr. Watty, biz de isterseniz mesajınızı iletebiliriz ya da siz yine arar mısınız?”
“Benim davama ne oldu, o konuda bilgi vermesini isteyin ve Tanrı aşkına savsaklamayın Mr. Lowten.” dedi adam.
“Yok, yok, unutmam.” diye yanıtladı yazman. “İçeri girin Mr. Pickwick. Size iyi günler Mr. Watty, tam yürüyüşlük hava değil mi?” Yabancının hâlâ orada durduğunu görünce Sam Weller’a efendisini takip etmesini işaret etti ve kapıyı adamın yüzüne kapadı.
“Dünyanın başladığı günden beri böylesine yapışkan bir müflis olmamıştır bence!” dedi Lowten, sanki yanmış gibi bir tavırla kalemini elinden fırlatarak. “Davası temyiz mahkemesine geleli daha dört sene olmuştur olmamıştır ama her hafta buraya gelip mızmızlık ediyor. Şuradan gelin Mr. Pickwick. Perker burada sizinle görüşecek. Çok soğuk farkındayım.” diye ekledi hırçın biçimde. “Bir de o kapıda durmuş zamanımı berduşlarla harcıyorum!” Epey büyük bir ateşi epey küçük bir çubukla karıştırdıktan sonra yazman misafirlerini müdürün odasına götürüp Mr. Pickwick’in geldiğini bildirdi.
“Ah, sevgili beyefendiciğim.” dedi ufak tefek Mr. Perker, bir anda sandalyesinden ayağa fırlayarak. “Ee efendim, sizin olayla ilgili gelişmeler nedir?” Freeman’s Mahkemesi’ndeki dostlarımızdan haber var mı? Gece gündüz çalışıyorlardır, ondan eminim. Ah, ne akıllı onlar, ne akıllılar bir bilseniz.”
Ufak tefek adam lafını tamamlayınca Dodson and Fogg’un akıllılığına bir övgü sunmak istercesine enfiyesinden koca bir tutam aldı.
“Alçak adamlar.” dedi Mr. Pickwick.
“Öyle, öyle.” dedi ufak tefek adam. “Bu kişisel fikirdir ve biz de neyin ne olduğuyla ilgili tartışacak değiliz çünkü böylesi durumlarda profesyonel olmak beklenemez. Neyse, biz elimizden geleni yapıyoruz. Dava avukatı olarak Snubbin’i ayarladım.”
“İyi adam mıdır?” diye sordu Mr. Pickwick.
“İyi adam ne demek!” diye yanıtladı Perker. “Tanrı sizi inandırsın, efendim, Dava Avukatı Snubbin bu işin ehlidir. Mahkemede herkesten üç kat daha fazla iş bitirir, her davaya bağlıdır. Yine aramızda kalsın ama biz aramızda, yani bu meslekte olanlar aramızda deriz ki Dava Avukatı Snubbin mahkemeyi parmağının ucunda oynatır.”
Ufak tefek adam konuşmasına devam ederken tütününden bir tutam daha aldı ve gizemli bir edayla Mr. Pickwick’e başını salladı.
“Üç arkadaşımı şahit gösterdiler.” dedi Mr. Pickwick.
“Ah! Yapmışlardır tabii.” diye yanıtladı Perker. “Önemli şahitler. Sizi hassas vaziyette gördüler.”
“Ama kendi kendine bayıldı.” dedi Mr. Pickwick. “Kendini kollarıma atıverdi.”
“Çok muhtemel beyefendiciğim.” diye yanıtladı Perker. “Çok muhtemel ve çok da doğal. Bundan daha doğal bir şey yok, olamaz. Ama bunu kim kanıtlayacak?”
“Hizmetkârımı da şahit gösterdiler.” dedi Mr. Pickwick, Mr. Perker’ın sorusu onu biraz sarstığı için diğer konudan vazgeçerek.
“Sam’i mi?” dedi Perker.
Mr. Pickwick onayladı.
“Elbette beyefendiciğim, elbette. Bunu yapacaklarını biliyordum. Size bunu bir ay önce kendim söyledim hatta. Ancak şunu söyleyeyim beyefendiciğim, davanızı avukatınıza teslim ettikten sonra hâlâ yönetimi ele alacağım diye diretirseniz sonuçlarına da katlanırsınız.” Mr. Perker tam bu anda mahsus gurur yapmış gibi bir hava takınarak gömlek manşetlerine takılmış enfiye tozunu silkeledi.
“Peki ne kanıtlamak istiyorlar?” diye sordu Mr. Pickwick, iki üç dakikalık bir sessizlikten sonra.
“Davacıyla bir tür uzlaşma elde etmek istediğinizi kanıtlamaya çalışıyorlardır herhâlde.” diye yanıtladı Mr. Perker. “Önemli değil ama savcının onu kandırabileceğini sanmıyorum.”
“Ben de sanmıyorum.” dedi Mr. Pickwick, Sam’in şahit olarak kullanılması hâli gözünün önüne gelince üzüntüsüne rağmen gülümseyerek. “Nasıl bir yol izlemeliyiz?”
“Tek bir yol izleyebiliriz beyefendiciğim.” diye yanıtladı Mr. Perker. “Şahitleri karşılıklı sorgulayacağız, Snubbin’in hitabetine güveneceğiz, yargıcın pusulasını bozacak, jüriyi etkileyeceğiz.”
“Ya karar benim aleyhime çıkarsa?” dedi Mr. Pickwick.
Mr. Perker gülümsedi, tütünü uzun uzun içine çekti, ateşi karıştırdı, omuz silkti ve anlamlı biçimde sessiz kaldı.
“Yani o durumda tazminat ödemem gerekir mi diyorsunuz?” dedi Mr. Pickwick, bu kısa ve öz cevabı kayda değer bir ciddiyetle izledikten sonra.
Perker ateşi bir kez daha gereksizce dürttü ve “Korkarım ki evet.” dedi.
“Öyleyse size kati suretle tazminat ödemek gibi bir niyetim olmadığını bildirmek isterim.” dedi Mr. Pickwick vurgulayarak. “Hem de hiç, Perker. Tek bir kuruş, tek bir zırnık bile benim cebimden çıkıp Dodson ve Fogg’un ceplerine giremez. Bu benim kesin ve değişmez kararımdır.” Mr. Pickwick niyetinin değişmezliğinin altını çizmek adına önündeki masaya sertçe vurdu.
“Hayhay, beyefendiciğim.” dedi Perker. “Siz daha iyisini bilirsiniz elbette.”
“Öyle tabii.” diye yanıtladı Mr. Pickwick sabırsızlıkla. “Dava Avukatı Snubbin nerede yaşıyor?”
“Lıncoln’s Inn Old Square’de.” diye yanıtladı Perker.
“Onu görmek isterim.” dedi Mr. Pickwick.
“Dava Avukatı Snubbin’i görmek mi dediniz beyefendiciğim?” diye karşılık verdi Perker müthiş bir şaşkınlık içinde. “Ne yazık ki bu mümkün değil beyefendiciğim. Dava Avukatı Snubbin’i görmek mi? Siz de bir âlemsiniz, beyefendiciğim. Böyle bir şeyin danışmanlık ücreti önceden ödenmeden ve danışmanlık randevusu da alınmadan yapılması ne görülmüş ne de duyulmuş. Böyle bir şey olamaz beyefendiciğim, olamaz.”
Ancak Mr. Pickwick bunun olabileceğine dair kesin kararını vermekle kalmamış, böyle bir şeyin imkânsız olduğuna yönelik teminatı aldıktan on dakika sonra Dava Avukatı Snubbin’in ta kendisinin bekleme salonundaydı.
Bu, ateşin yanına çekilmiş ve üstündeki örtünün artık solup zaman ve tozla aslen yeşil olan rengini, mürekkep lekesiyle sonsuza kadar bozulan yerler dışında yerini griye bıraktığı bir yazı masasının bulunduğu, orta büyüklükte, halısız bir odaydı. Masanın üstünde kırmızı iple bağlanmış çeşitli kâğıt tomarları vardır ve o masanın arkasında duran yaşlıca yazmanın şık görüntüsü ve ağır altın zincirinden Dava Avukatı Snubbin’in çok geniş çaplı ve verimli işinin kanıtı niteliğindeydi.
“Dava Avukatı bu odada mı Mr. Mallard?” diye sordu Perker, enfiye kutusunu akla sığabilecek bütün kibarlıkla karşısındakine ikram ederek.
“Evet, öyle.” şeklinde oldu yanıt. “Ancak çok meşgul. Bakın, örneğin bu davaların hiçbiri henüz sonuçlanmadı ama hepsine önceliklendirme ücreti ödendi.” Yazman bunları söylerken gülümsedi ve enfiyeyi, enfiyeye yönelik zevk ve ücretlere karşı bir beğeninin karışımı olan bir keyifle içine çekti.
“Ne iş ama.” dedi Perker.
“Evet.” dedi dava avukatının yazmanı, kendi enfiyesini çıkarıp müthiş bir içtenlikle ikram ederek. “Hem en iyi kısmıysa benim dışımda yeryüzündeki kimse savcının el yazısını okuyamıyor. O yüzden kendisi bir fikir verdiğinde, ben temize çekene kadar beklemeleri gerekiyor, ha, ha, ha!”
“Bu da tabii savcı haricinde kimin işine geliyor ve müşterilerden biraz para koparmasını sağlıyor, ha?” dedi Perker: “Ha, ha, ha!” Bunun üstüne savcının yazmanı yine güldü ancak bu seferki şamatacı, gürültülü bir kahkaha değil daha çok içsel bir kıkırtıydı ve Mr. Pickwick böylesinden hiç hazzetmezdi. Bir insan içine içine kanarsa bu ona zarardır ancak bir insan içine içine gülüyorsa bunun kimseye bir faydası yoktur.
“Beni de o listeye alıp kendine borçlu kılmadın değil mi, ha?” dedi Perker.
“Hayır, yapmadım.” diye yanıtladı yazman.
“Keşke yapsaydın. Bırak gelsin borçlar. Sana bir çek gönderiveririm olur biter. Ama sen hazır parayı ceplemekle o kadar meşgulsün ki borçlular aklının ucundan geçmiyor, ha? Ha, ha, ha!” Bu espri yazmanda öyle müthiş bir gıdıklanma etkisi yaratmıştı ki biraz daha kendi kendine sessizce güldü.
“Sevgili dostum Mr. Mallard.” dedi Perker, bir anda ağırlığını koyarak ve ardından büyük adamın yakasından tuttuğu gibi bir kenara çekerek. “Snubbin’i, beni ve müvekkilimi görmesi konusunda ikna etmelisin.”
“Bak, sen.” dedi yazman. “Bu da iyiymiş ha! Snubbin’i görmek mi! Haydi ama bu saçmalık.” Bu teklifin saçmalığına rağmen yazman, Mr. Pickwick’in işitemeyeceği uzaklığa götürülmeye ses etmedi ve fısıltılarla gerçekleşen kısa bir sohbetten sonra yavaşça ufak bir koridoru aşarak kanuni bilgenin kutsal mekânına girdi ve kısa süre sonra parmaklarının ucunda yürüyerek Snubbin’in bütün kural ve âdetleri ihlal edecek şekilde olsa da onlarla derhâl görüşeceği konusunda Mr. Perker ve Mr. Pickwick’i bilgilendirdi.
Bay Savcı Snubbin, köşeli bir çene yapısına sahip, solgun benizli yaklaşık kırk beş yaşlarında ancak romanlarda söylendiği üzere pekâlâ ellili yaşlarında da olabilecek bir adamdı. Gözleri, genelde kendilerini uzun yıllar boyu süren yorucu ve zahmetli çalışmalara adamış insanların kafalarında görüldüğü üzere boynuna asılmış koyu renkli siyah kurdele olmadan da bir yabancının bu beyefendinin uzağı göremediğini anlamasına olanak verecek derecede donuktu. Saçları ince ve hacimsizdi ve bunun suçlularından biri saçını düzeltmeye hiçbir zaman yeteri kadar vakit ayırmamış olması ve bir diğeri de yanındaki basamakta duran adli peruğu yirmi beş senedir kafasında taşımasıydı. Ceket yakasındaki ve gömlek yakalığındaki saç pudrası mahkeme salonundan çıktığından beri üstünü başını düzeltmeye fırsat bulamadığını gösterirken kıyafetinin geri kalanının dağınıklığı böyle bir fırsatı olmuş olsa bile bunun görünümünde pek bir iyileşmeye sebep olmayacağını kanıtlar nitelikteydi. Hukuk kitapları, yığınlar dolusu kâğıt, açılmış mektuplar hiçbir düzenleme girişimi olmadan masaya yayılmıştı. Odadaki mobilyalar eski ve köhne, kitaplık kapaklarının menteşeleri çürüktü. Her bir adımda halıdan toz bulutları kalkıyordu. Perdeler eskilikten ve kirlilikten sapsarıydı.
Odadaki her şey yanılmaya yer bırakmayacak biçimde gösteriyordu ki Bay Savcı Snubbin, kişisel rahatına aldıracak ya da özen gösteremeyecek kadar mesleğine âşık biriydi.
Müvekkilleri içeri girdiği sırada savcı yazı yazmaktaydı; yardımcısı Mr. Pickwick’i tanıtınca belli belirsiz başını salladı, oturmalarını işaret etti. Kalemini dikkatlice mürekkep şişesine dayayıp sol bacağını okşayarak konuşulmayı bekledi.
“Mr. Pickwick, Bardell ve Pickwick davasındaki davalı, Savcı Snubbin.” dedi Perker.
“O işe ben bakıyorum, değil mi?” dedi savcı.
“Öyle efendim.” diye yanıtladı Perker.
Savcı başını salladı ve başka bir şey söylenmesini bekledi.
“Mr. Pickwick sizinle görüşmeyi çok istedi Savcı Snubbin.” dedi Perker. “Davayı ele almadan önce kendisine karşı yapılan ithamlarda herhangi bir dayanak ya da doğruluk payı olduğunu reddettiğini bildirmek ve eğer bu davaya temiz bir yüz ve davacının iddialarına karşı çıkmak için gerçek bir gerekçesi olmasa bu işe asla girişmeyeceğini söylemek istedi. Sanıyorum fikirlerinizi doğru biçimde aktarabildim, öyle değil mi beyefendiciğim?” dedi ufak tefek adam, Mr. Pickwick’e dönerek.
“Oldukça.” diye yanıtladı sorunun yöneltildiği beyefendi.
Bay Savcı Snubbin gözlüğünü aldı, gözlerine götürdü ve Mr. Pickwick’e büyük bir merakla birkaç saniye baktıktan sonra Mr. Perker’a dönüp belli belirsiz bir gülümsemeyle, “Mr. Pickwick’in sağlam bir savunması var mı?” dedi.
Avukat omuz silkti.
“Şahit çağıracak mısınız?”
“Hayır.”
Savcının yüzündeki gülümseme daha belirginleşti, bacağını artan bir şiddetle sallamaya başladı, kendini geriye atarak kuşkulu biçimde öksürdü.
Her ne kadar incelikli olsalar da savcının içgörülerinin bu işaretleri Mr. Pickwick’in gözünden kaçmamıştı. Vekilin hislerini kendince uygun gördüğü şekilde ifade edişini dikkatlice izlediği gözlüğünü düzelterek burnundan yukarı itti. Mr. Perker’in uyarı niteliğindeki göz kırpmaları ve surat asmalarını kesin olarak görmezden gelerek canlılıkla:
“Böyle bir sebeple karşınıza çıkmış olmam, efendim, bu tür meseleleri ister istemez çok fazla elden geçirmek durumunda kalan sizin gibi bir beyefendi için şüphesiz çok olağan dışı olmalıdır.”
Savcı ciddiyetle şömineye bakmaya çalışsa da gülümseme geri gelmişti.
“Sizin mesleğinizi icra ettiren beyefendiler, efendim.” diye lafına devam etti Mr. Pickwick. “İnsan doğasının en kötü tarafını görürler. Bütün anlaşmazlıkları, bütün kötü niyetleri ve düşmanlıkları sizin önünüzde vuku bulur. Jürilerle olan deneyiminizden (sizi ya da onları kötülemek gibi bir niyetim yok) ne kadar etki alanı oluşturabilirsiniz. Üstelik siz kendinizin saf dürüstlük ve görev onuruyla ve müvekkiliniz için en iyisini yapmaya yönelik müthiş isteğinizle sürekli kullandığınız ve tabiatıyla değerini çok iyi bildiğiniz o gereçleri başkalarının aldatma ve çıkar amacıyla kullanma eğilimini ortaya çıkarmayı çok iyi bilirsiniz. Sizin kurum olarak şüpheci, kimselere güvenmez ve aşırı dikkatli olduğunuza yönelik kabaca ancak epey genel olan bu görüş, bu durumla açıklanabileceğine gerçekten inanıyorum. İçinde bulunduğum koşullarda, size böyle bir beyanda bulunmanın yaratacağı olumsuzluğun tümüyle farkında olarak buraya geldim çünkü dostum Mr. Perker’ın da söylediği gibi şunu kesin olarak anlamanızı istiyorum ki ben üzerime yıkılan bir yanlıştan muzdarip bir masumum ve sizin desteğinizin ölçülemez değerinin farkında olsam da beyefendi, eğer yürekten inanmıyorsanız sizin yeteneklerinizden yararlanmaktansa onlardan mahrum kalmayı tercih edeceğimi anlamanızı rica etmek durumundayım.”
Mr. Pickwick’in epey ağdalı hitabetini yansıtan bu konuşmanın çok öncesinde savcı, bir dalgınlığa düşmüştü. Ancak kalemini de eline aldığı birkaç dakika sonrasında müvekkillerinin varlığından haberdar bir tavra büründü ve başını kâğıttan kaldırarak biraz aksi biçimde:
“Bu davada kim benimle?” dedi.
“Mr. Phunky, Savcı Snubbin.” diye yanıtladı avukat.
“Phunky, Phunky.” dedi savcı. “Bu ismi daha önce hiç duymadım. Çok genç bir bey olmalı.”
“Evet, çok genç bir bey,” diye yanıtladı avukat. “Daha geçen gün iş başı yaptı. Bir bakayım, baroya gireli henüz sekiz sene olmuş.”
“Ah, ben de öyle düşünmüştüm.” dedi savcı, yetişkinlerin çok zavallı durumda bir çocuktan bahsederken kullandıkları o acır ses tonuyla konuşarak. “Mr. Mallard, Mr., Mr.”
“Phunky’nin Gray’s Inn, Holborn Court Adliye Binası’ndaki bürosuna gidin.” diye lafa girdi Perker. (Bu arada Holborn Adliye Binası şimdilerde South Meydanı.) “Mr. Phunky’ye eğer buraya gelebilirse memnun olacağımı söyleyin.”
Mr. Mallard görevini gerçekleştirmek için oradan ayrıldı ve savcı da Mr. Phunky odaya girene kadar yine dalgınlığa gömüldü.
Neredeyse çocuk yaşta bir savcı olsa da bu yine de kocaman adamdı. Çok endişeli bir tavrı ve konuşmasında da doğal bir kusur olmaktan ziyade maddi güçlük ya da çıkar ya da bağlantılar ya da utanmazlık sebebiyle hep “başının ezildiği” hissinden doğan ürkekliğin bir sonucu gibi görünen çok rahatsız edici bir takılma vardı. Savcıdan korkuyordu ve avukata karşı da aşırı nazikti.
“Daha önce sizinle tanışma zevkine erişmemiştim, Mr. Phunky.” dedi Savcı Snubbin, kibirli bir lütufla.
Mr. Phunky başını eğdi. Kendisi savcıyı tanıma zevkine de ona fakirlere özgü bir şekilde sekiz sene artı bir çeyrek sene boyunca özenme zevkine de erişmişti.
“Bu davada benimle olduğunuzu anlıyorum?” dedi savcı.
Eğer Mr. Phunky zengin bir adam olmuş olsaydı derhâl yazmanını çağırıp ondan kendisine bu bilgiyi hatırlatmasını isterdi; eğer akıllı bir adam olsaydı, başparmağını alnında gezdirip sorumluluklarının çokluğu içinde bu göreve de girişip girişmediğini hatırlamaya çabalardı ancak ne zengin ne de akıllı olduğundan (bu açıdan her hâlükârda) kıpkırmızı kesilip başını eğdi.
“Belgeleri incelediniz mi, Mr. Phunky?” diye sordu savcı.
Burada Mr. Phunky’nin davanın bütün detaylarının unuttuğunu itiraf etmesi gerekirdi ama dava sürecinde önüne koyulan bu belgeleri okuduğu için ve Bay Savcı Snubbin’in astı olarak göreve alındığından beri geçen iki ayda yemeyip içmeyip bu konuyu düşündüğü için yine kıpkırmızı kesilip başını eğdi.
“Bu Mr. Pickwick.” dedi savcı, kalemini o beyefendinin durduğu yere doğru sallayarak.
Mr. Phunky, ilk müvekkilin asla içinde uyandırmaması gereken bir hürmetle Mr. Pickwick’in önünde eğildikten sonra başını yeniden liderine doğru çevirdi.
“Belki de Mr. Pickwick’i yanınızda götürmek ve söylemek istediklerini dinlemek istersiniz.” dedi savcı. “Önce bir danışmanlık toplantısı yapacağız elbette.” Böylece artık kendisini meşgul ettikleri imasında bulunan ve gittikçe dalgınlaşan Bay Savcı Snubbin gözlüğünü bir an için gözlerine götürdü, belli belirsiz selam verdi ve önünde duran, yüz sene önce ölmüş bir adamın kimsenin gelmediği bir yerden kimsenin gitmediği başka bir yere bağlanan bir yolu kapatmasına yönelik bitmek tükenmek bilmez davayla ilgili belgelerine döndü.
Mr. Phunky önce Mr. Pickwick ve avukatı geçmedikçe hiçbir kapıdan geçmediği için Meydan’a çıkmaları biraz zaman almıştı ve sonunda ulaştıklarındaysa ileri geri yürüyerek kararın ne olacağını tahmin etmenin zor olacağı, kimsenin bir davanın sonucunu tahmin etme gücüne sahip olmadığı, karşı tarafın Savcı Snubbin’i onlardan önce elde etmediği için çok şanslı oldukları kanısına vardıkları ve böyle durumlarda alışıldığı üzere şüpheyle avuntu içeren diğer konuları uzun konuştukları bir toplantı gerçekleştirdiler.
Sonra, Mr. Weller efendisi tarafından bir saat süren tatlı uykusundan uyandırıldı ve Lowten’a veda ederek şehre döndüler.

Otuz İkinci Bölüm
Mr. Bob Sawyer Tarafından Borough’daki KonutundaVerilen Bekârlığa Veda Partisini Basın Mensubunun Anlattığından Çok Daha Detaylı Biçimde Anlatan Bölüm
Borough’daki Lant Sokak’ta insanın ruhuna narin bir melankoli serpen bir tür sükûnet vardır. Sokakta her zaman ciddi sayıda kiralık ev olur. Üstüne üstlük burası bir ara sokaktır ve sıradanlığı insanı rahatlatacak niteliktedir. Lant Sokak’ta bir ev kelimenin tam anlamıyla birinci sınıf bir konut manasına gelmese de yine de çok tercih edilesi bir konumdaydı. Eğer bir insan kendini dünyadan soyutlamak istiyorsa -kendini şeytana uymaktan alıkoymak istiyorsa- kendini pencereden bakmaya yönelik herhangi bir arzudan uzak tutmak istiyorsa, ona kesinlikle Lant Sokak’ı öneririz.
İşte bu mutlu bucakta toplanmıştı birkaç yaka kolası ustası, birtakım usta mücellit ve İcra Mahkemesi’nin bir iki memuru, tershanede hademe olarak çalışan birkaç kişi ve bir avuç kadın paltosu terzisiyle üç beş terzi çırağı. Sakinlerin büyük bir çoğunluğu ya kendini mobilyalı dairelerin kiraya verilmesi uğraşına ya şifa verici ve canlandırıcı ütücülük mesleğine adamışlardı. Sokağın hareketsiz varoluşunun en önemli özelliklerini de yeşil panjurlar, konut ilanları, pirinç kapı tabelaları ve kapı zilleri oluştururken, önde gelen canlı örnekleri de bulaşıkçı çocuk, genç çörek satıcısı ve fırında patates satıcısı adamdır. Nüfus göçebe olup genellikle ay sonunda ve çoğunlukla da geceleri kaybolmaktadır. Bu mutlu vadide Majesteleri’nin vergileri nadiren tahsil edilir; kiralar şüphe uyandırıcıdır ve sular sık sık kesilmektedir.
Mr. Bob Sawyer’ın Mr. Pickwick’i davet ettiği akşamın erken saatlerinde, şöminenin bir yanına kendisi bir yanında da Mr. Ben Allen kurulmuştu. Misafirlerin kabulüne yönelik hazırlıklar tamamlanmış görünüyordu. Koridordaki şemsiyeler arkadaki salonun kapısının dibindeki küçük köşeye tıkıştırılmış, ev sahibesinin şapkası ve şalı tırabzandan alınmış, kapının önündeki paspasın üstünde iki çiftten fazla takunya bırakılmamış ve çok uzun bir fitili olan mutfak kandili yakılıp hoş bir biçimde merdiven penceresinin pervazına yerleştirilmişti. Mr. Bob Sawyer şarapları bizzat kendisi gidip şarap dükkânından almış, hatta olur da teslimat yanlış eve yapılır diye kendi elleriyle eve getirmişti. Panç yatak odasındaki kırmızı tencerede çoktan hazırlanmış, üstünde yeşil keçe kumaştan bir örtü olan ufak masa da iskambil oynanır diye salondan getirilmiş, evin tüm bardakları ve bu davet için birahaneden ödünç alınmış bardaklar kapının arkasındaki sahanlıkta duran tepsiye dizilmişti.
Bu düzenlemelerin memnun edici tabiatına rağmen ateşin başında oturmakta olan Mr. Bob Sawyer’ın yüzünde bir bulut vardı. Kömürlere anlamlı bir ifadeyle bakmakta olan Mr. Ben Allen’ın yüzünde de benzer bir ifade ve uzun bir sessizlikten sonra, “Yani huysuzlanmak için bugünü bulması şanssızlık. En azından yarını bekleyebilirdi.” diyen sesinde bir hüzün vardı.
“Kötü niyetinden, kötü niyetinden.” diye karşılık verdi Mr. Bob Sawyer, hararetle. “Bir de tutmuş bana diyor ki eğer parti vermeye gücüm yetiyorsa onun o lanet ‘ufak hesabını’ da kapatabilirmişim.” “Ne kadar süredir ödenmiyordu?” diye sordu Mr. Ben Allen. Bu arada, hesap denilen şey de insan dehasının icat ettiği en olağan dışı lokomotiftir. Aklına durmak gelmeden en uzun ömürden daha uzun süre boyunca işler durur.
“Herhâlde üç-dört ay kadar olmuştur.” diye yanıtladı Mr. Bob Sawyer.
Ben Allen umutsuzca öksürdü ve ocağın üstündeki iki rafın arasına bir şey aramış gibi baktı.
“Eğer aklına koyup da herkes buradayken söyleyiverirse lanet bir şey olur, değil mi?” dedi Mr. Ben Allen sonunda.
“Korkunç.” diye yanıtladı Bob Sawyer. “Korkunç.” Bir tıkırtı duyuldu ve Mr. Bob Sawyer arkadaşına manalı biçimde bakarak kapıyı tıklatan kişinin girmesini rica etti. Bunun üzerine pis, pasaklı, üzerinde siyah pamuklu külotlu çorap olan, daha kötü koşullarda karşılaşılmış olsa miadı dolmuş bir çöpçünün bir köşede unutulmuş kızı sanılabilecek bir kız başını kapıdan sokup:
“İzninizle Mister Sawyer, Mrs. Raddle sizinle konuşmak istiyor.” dedi.
Mr. Bob Sawyer cevap veremeden kız, sanki biri ardından hızla çekmişçesine gözden kayboldu. Bu gizemli ortadan kayboluş daha henüz gerçekleşmişken kapı sanki “Ben buradayım ve içeri giriyorum.” demek isteyen, kendinden emin bir tıkırtıyla yeniden çalındı.
Mr. Bob Sawyer arkadaşına sefil bir endişeyle baktı ve bir kez daha seslendi: “İçeri girin.”
Bu izne gerek yoktu zira Mr. Bob Sawyer bu kelimeleri sarf etmeden ufak, hiddetli bir kadın hırsla titreyen ve öfkeden bembeyaz kesilmiş bir hâlde içeri girdi.
“Hadi bakalım Mr. Sawyer.” dedi ufak, hiddetli kadın. “Eğer benim şu hesabı kapatma nezaketini gösterebilirseniz size müteşekkir kalacağım çünkü kiramı bu akşam ödemem gerekiyor. Ev sahibim şu anda aşağıda bekliyor.” Bu noktada ufak kadın ellerini ovuşturdu ve ısrarla Mr. Bob Sawyer’ın başının üstündeki duvara baktı.
“Sizi sıkıntıya soktuğum için çok üzgünüm Mrs. Raddle.” dedi Bob Sawyer, hürmetle. “Ama…”
“Ah, sıkıntı değil.” diye yanıtladı ufak kadın, tiz bir kıkırtı eşliğine. “Ben mahsus daha önce istemedim; böylece doğrudan ev sahibimin cebine girecek, benim için parayı saklamanız iyi oldu. Bana bu akşamüstü bir söz verdiniz Mr. Sawyer ve burada yaşamış olan bütün beyefendiler sözlerini tutmuşlardır. Elbette bu kendine beyefendi diyenler için geçerli.” Mrs. Raddle başını geriye attı, dudağını ısırdı, ellerini daha da ovuşturdu ve arkadaki duvara daha da ısrarlı bakmaya başladı. Mr. Bob Sawyer’ın daha sonraki bir olayda Şark türü bir benzetmeyle anlattığı üzere, “fokurduyordu.”
“Çok üzgünüm, Mrs. Raddle.” dedi Bob Sawyer akla hayale gelebilecek en yüksek tevazuyla. “Ancak işin aslı ben de bugün bana şehirde borçlu olunan parayı alamadım. Bilirsiniz, orada çok fazla kişi hayal kırıklığına uğrar zaten.”
“İyi de Mr. Sawyer.” dedi Mrs. Raddle, Kidderminster halısındaki mor karnabahara sertçe basarak. “Bundan bana ne efendim?”
“Hiç, hiç şüphem yok ki Mrs. Raddle.” dedi Bob Sawyer, bu son soruya yönelik olarak. “Önümüzdeki haftanın ortasında hesaplaşacağız ve sonrasında da daha iyi bir ödeme düzeni oturtacağız.”
Zaten Mrs. Raddle’ın da istediği buydu. Zavallı Bob Sawyer’ın dairesine sinir krizi geçirmeye öyle meyilli girmişti ki zaten muhtemelen parasını almak onu hayal kırıklığına uğratırdı. Mr. R’yle ön mutfakta biraz hoşbeş ettikten sonra böyle bir rahatlamaya müthiş ihtiyacı vardı.
“Siz sanıyor musunuz ki Mr. Sawyer…” dedi Mrs. Raddle, komşular duysun diye sesini yükselterek. “Ben günbegün kirasını ödemek aklının ucundan bile geçmeyen, hatta her sabah kahvaltısında getirilen taze tereyağı ve şekerin kullandığı, kapının önüne kadar getirilen sütün parasını ödemeyi akıl etmeyen bir adamın evimi işgal etmesine izin vereceğim? Sanıyor musun ki bu sokakta yirmi sene yaşamış (karşı tarafta on yıl ve tam da bu evde dokuz sene artı 9 ay) bir kadının, hesaplarını ödemelerine yardım edecek her şeye avuç açmaları gerekirken sürekli tütün tüttürüp içen ve yayılıp kalan iki tembel teneke yüzünden ölene kadar ter dökecek? Siz sanı…”
“Değerli üstat.” diye lafa girdi Mr. Benjamin Allen, sakinleştirircesine.
“Siz görüşlerinizi kendinize saklayın, efendim, çok rica ediyorum.” dedi Mrs. Raddle, bir anda konuşmasının hızını düşürüp üçüncü tarafa şaşırtıcı bir sakinlik ve sükûnetle karşılık vererek. “Bana hitap etme hakkınız olduğundan haberim yoktu beyefendi, ben bu daireyi size kiralamadım, efendim.”
“Hayır, kesinlikle kiralamadınız.” dedi Mr. Benjamin Allen.
“İşte o kadar efendim.” diye yanıtladı Mrs. Raddle kibirli bir kibarlıkla. “O yüzden hastanelerde garibanların kollarını bacaklarını kırmakla meşgul olun ve kendi işinize bakın efendim. Yoksa sizi zorla işinize baktıracaklar çıkar.”
“Ama siz çok insafsız bir kadınsınız.” diye itiraz etti Mr. Benjamin Allen.
“Affedersin genç beyefendi.” dedi Mrs. Raddle, öfkeden buz kesilmiş hâlde. “Az önce bana dediğiniz o lafı bir daha tekrar eder misiniz rica etsem?”
“Kırıcı olmak için söylemedim, hanımefendi.” diye yanıtladı Mr. Benjamin Allen, kendi adına biraz huzursuz olarak.
“Pardon da genç beyefendi.” diye ısrar etti Mrs. Raddle, daha yüksek ve buyurucu bir ses tonunda. “Siz kime kadın diyorsunuz? Siz bana öyle mi dediniz, beyefendi?”
“Ay üstüme iyilik sağlık!” dedi Mr. Benjamin Allen.
“Siz bana öyle mi hitap ettiniz, efendi, size soruyorum? diye araya girdi Mrs. Raddle yoğun bir hiddetle, kapıyı sonuna kadar açarak.
“Yani elbette dedim, ne var ki bunda.” diye yanıt verdi Mr. Benjamin Allen.
“Ne mi var?” dedi Mrs. Raddle, yavaş yavaş kapıya doğru gidip mutfaktaki Mr. Raddle duysun diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başlayarak. “Ne mi var! Tabii canım zaten herkes kocam aşağıda uyuklarken kendi evimde sanki sokaktaki öylesine bir köpekmişim gibi bana hakaret edebileceğini biliyor! Canlı insanların vücudunu kesip biçmekten anlayan bir avuç genç bozuntusunun karısına böyle davranmalarına (bu noktada Mrs. Raddle hıçkırıklara boğuldu), evinin böylesine bir saygısızlığa sahne olmasına (bir hıçkırık daha) ve onu her türlü hakarete maruz bırakılmasına izin verdiği için kendisinden utanmalı; o yukarı çıkıp da şu zorba yaratıklarla yüzleşmeye korkan aşağılık, buraya gelmekten korkan o aşağılık, o buraya gelmekten korkan, yüreksiz, pısırık herif!” Mrs. Raddle mütemadiyen tekrar ettiği azarların hayat arkadaşını ayağa kaldırıp kaldırmadığını duymak için dinledi ve bunu başaramadığını anlayınca abartılı bir ağlama eşliğinde aşağı indi. Tam bu sırada sokak kapısının abartılı biçimde çalınmasıyla birlikte kadın sinir krizi geçirmeye ve kederle inlemeye başladı. Bu hâl, kapı altı kere çalınana kadar devam etti ve sonunda kadın, kontrol edilmesi imkânsız bir sinir krizi eşliğinde bütün şemsiyeleri yere fırlatıp arka salona girdi ve korkunç bir şiddetle kapısını kapattı.
“Mr. Sawyer burada mı yaşıyor?” diye sordu Mr. Pickwick, kapı açıldığında.
“Evet.” dedi kız. “Birinci katta. Merdivenden çıktığınızda hemen karşınızda olan kapı.” Southwark’ın yerlilerinin arasında yetişmiş olan hizmetçi bunları söyledikten sonra koşullar elverdiğince elinden gelen her şeyi yapmış olmanın verdiği müthiş tatmin hissiyle ortadan kayboldu.
İçeri en son giren Mr. Snodgrass kapıyı kapatmaya yönelik gerçekleştirdiği birkaç başarısız denemenin sonucunda zinciri takarak güvenliği sağlamayı başardı ve arkadaşlar hep birlikte merdivenleri tırmanarak karşısına Mrs. Raddle çıkar korkusuyla aşağı inmekten korkmuş olan Mr. Bob Sawyer’la karşılaştılar.
“Nasılsınız?” dedi yenilgiye uğramış öğrenci. “Sizi gördüğüme sevindim, bardaklara dikkat edin.” Bu uyarı az önce şapkasını tepsiye koymuş olan Mr. Pickwick’e yönlendirilmişti.
“Olacak şey mi şimdi bu.” dedi Mr. Pickwick. “Affedersiniz.”
“Rica ederim, rica ederim.” dedi Bob Sawyer. “Burada yerim biraz dar ancak genç bir bekârı ziyarete geliyorsanız buna katlanmanız gerekir. İçeri girin.” Mr. Pickwick, Mr. Benjamin Allen’la el sıkıştı ve arkadaşları da onu takip etti. Daha yerlerine henüz oturmuşlardı ki kapı yeniden çaldı.
“Gelen umarım Jack Hopkins’tir!” dedi Mr. Bob Sawyer. “Du’ bakiyim. Evet, bu o. Yukarı gel Jack, yukarı gel.”
Merdivenlerden gelen güçlü ayak seslerinin ardından Jack Hopkins ortaya çıktı. Üzerinde cafcaflı düğmeleri olan siyah kadifeden bir yelek ve beyaz yakalıklı mavi çizgili gömlek vardı.
“Geç kaldın ama Jack.” dedi Mr. Benjamin Allen.
“Bartholomew’de[2 - Londra’da bir araştırma hastanesi.] oyaladılar.” diye yanıtladı Hopkins.
“Yeni bir şeyler var mı?”
“Hayır, özel bir şey yok. Acile fena bir kaza geldi.”
“Nasıl bir kazaydı, efendim?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Adamın biri camdan dört ayak üstüne düşmüş sadece ama bayağı iyi vakaydı.”
“İyi derken hasta iyileşecek mi demek istiyorsunuz?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Hayır.” diye yanıtladı Mr. Hopkins, umursamaz bir tavırla. “Bana kalırsa iyileşmez. Yarın dehşet bir ameliyat olacak ama… Eğer Slasher yaparsa muhteşem olur.”
“Mr. Slasher’ın iyi bir cerrah olduğunu mu düşünüyorsunuz?” dedi Mr. Pickwick.
“Yaşayan en iyi cerrah.” diye yanıtladı Hopkins. “Geçen hafta bir oğlanın bacağını yerinden çıkardı. Her şey bittikten tam olarak iki dakika sonra oğlan beş elma bir de zencefilli kek yedi, sonra da buraya alaya alınmak için gelmediğini söyleyip annesine daha başlamadılar mı diye sordu.”
“Üstüme iyilik sağlık!” dedi şaşkın Mr. Pickwick.
“Aman! Bu da bir şey mi canım.” dedi Jack Hopkins. “Öyle değil mi Bob?”
“Hem de hiçbir şey.” diye yanıtladı Mr. Bob Sawyer.
“Bu arada Bob.” dedi Hopkins, Mr. Pickwick’in ilgili yüzüne belli belirsiz bir bakış atarak. “Geçen gece tuhaf bir kaza yaşadık. Kolye yutmuş bir çocuk getirdiler.”
“Ne yutmuş dediniz efendim?” diye lafa girdi Mr. Pickwick.
“Bir kolye.” diye yanıtladı Jack Hopkins.
“Ama hepsini bir anda yutmamış, o da fazla olurdu. Siz bile tamamını yutamazdınız, çocuk nasıl yutsun değil mi Mr. Pickwick? Ha, ha!” Mr. Hopkins kendi esprisinden dolayı epey eğlenmiş görünüyordu. Devam etti: “Hayır, şöyle olmuş. Çocuğun ailesi meydanda bir yerde yaşayan fakir kimselermiş. Bir gün en büyük ablası bir kolye almış. Bu, kocaman ahşap boncuklardan yapılma, sıradan bir kolyeymiş. Çocuk da n’apsın, oyuncak sevdiği için almış bu kolyeyi bir yere saklayıp gizli gizli oynamış. Sonra ipi kesmiş, bir tane boncuk yutmuş. Ne eğlenceli oyun bu diye düşünmüş ve ertesi gün bir tanesini daha yutmuş.”
“Üstüme iyilik sağlık.” dedi Mr. Pickwick. “Ne korkunç bir şey bu! Affedersiniz beyefendi, lütfen devam edin.”
“Çocuk ertesi gün iki boncuk yutmuş, ondan sonra üç tanesiyle ziyafet çekmiş. Hafta ve kolye bitene kadar bunu yapmış durmuş. Toplamda yirmi beş boncuk yutmuş. Çalışkan bir kız olan ve kendine çok nadiren bir güzellik yapan abla gözleri kuruyana kadar ağlamış, evin altını üstüne getirmiş ama elbette ki kolyeyi bulamamış. Birkaç gün sonra aile akşam yemeği yiyormuş -fırında kuzu but ve patates- karnı aç olmayan çocuk da odada oynuyormuş ki dolu fırtınası gibi şeytani bir ses duyulmuş. ‘Yapma canım oğlum.’ demiş baba. ‘Ben bir şey yapmadım ki.’ demiş çocuk. ‘Neyse yapma dedim işte.’ demiş baba. Kısa bir sessizlik olmuş ve sesler bu sefer daha kuvvetli olacak şekilde yeniden başlamış. ‘Sözümü dinlemezsen oğlum…’ demiş baba. ‘Ne olduğunu anlamadan kendini yatakta bulursun.’ Çocuk laf dinlesin diye şöyle bir sallayıvermiş ve öyle bir tıkırtı sesi duyulmuş ki böyle bir şey hiç duyulmamıştır. ‘Başımıza gelenler, ses çocuğun içinden geliyor!’ demiş baba. ‘Çıngırak olmuş oğlan!’ ‘Hayır olmadım baba.’ demiş çocuk ağlamaya başlayarak. ‘Kolyeden geliyor ses, kolyeyi yuttum baba.’ Baba çocuğu kaptığı gibi hastaneye koşmuş, tabii bu sırada midesi yol boyunca takır tukur etmiş. İnsanlar da bir yere bir göğe bakmış bu tuhaf ses nereden geliyor diye düşünmüşler. Çocuk şimdi hastanede.” dedi Jack Hopkins. “Yürürken öyle tuhaf bir ses çıkarıyor ki hastaları uyandırmasın diye onu bir battaniyeye sarmak zorunda kalıyoruz.”
“Bu hayatımda duyduğum en olağan dışı vaka.” dedi Mr. Pickwick, sözlerini vurgularcasına masaya vurarak.
“Bu da bir şey mi!” dedi Jack Hopkins. “Öyle değil mi Bob?”
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Bob Sawyer.
“Sizi temin ederim ki bizim meslekte çok tuhaf şeyler olur efendim.” dedi Hopkins.
“Ancak hayal edebilirim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
Kapının bir kez daha çalınması koca kafalı, siyah peruklu, yanında uzun atkılı, iskorbüt hastalığından muzdarip bir genç olan adamın gelişinin habercisiydi. Sonra gelen de üstünde pembe çapa desenli bir gömlek olan adamla, hemen ardından gelen kaplamalı saat kösteği olan solgun yüzlü adamdı. Temiz gömlekli ve bez ayakkabılı, resmî görünümlü şahsiyetin de gelmesiyle birlikte ekip tamamlandı. Üzerinde yeşil örtü olan ufak masa kenara çekildi, beyaz bir sürahinin içindeki ilk parti panç içeri getirildi ve sonraki üç saat, el başı altı peniye yirmi bir oynamaya adandı. Oyunu tek bölen şey iskorbüt hastası gençle pembe çapa desenli gömlekli adam arasındaki anlaşmazlık oldu. Tartışma sırasında iskorbütlü genç, umut amblemleriyle bezeli adamın burnunu çekmesiyle ilgili olarak karşı koyamadığı bir arzu hissetti ve bunun karşılığında o adam da ne bu çabuk öfkelenen iskorbütlü gencin ne de gözünün üstünde kaşı olan herhangi birinin arsızlığına katlanma isteği içinde olmadığını kesin bir dille anlattı.
En son “kazanan” ilan edildikten ve herkesi memnun edecek şekilde alacak verecek meselesi kapandıktan sonra Mr. Bob Sawyer yemek için zili çaldı, bütün ziyaretçiler de yemek hazırlanırken kendilerini bir köşeye yerleştiriverdiler.
Yemek kimilerinin düşündüğü kadar kolay hazırlanmamıştı. Öncelikle yüzünü masaya koyup uyuyakalmış olan kızı uyandırmak gerekiyordu. Bu zaten biraz zaman almıştı. En sonunda zile yanıt verdiğindeyse onun zihninde bir mantık ışığı uyandırmaya yönelik nafile çabayla bir yarım saat daha geçmişti. İstiridyelerin sipariş edildiği adama öncesinde istiridyelerin kabuklarını ayırması söylenmemişti ve istiridyeleri kör bıçak ve iki dişli çatalla açmak çok zor iş olduğundan böyle çok az ilerleme kaydedilebilmişti. Et de pişmemişti ve pastırma (köşede Alman usulü sosis yapan yerden alınmıştı) konusunda da vaziyet benzerdi. Ancak teneke kutuda fazlasıyla bira vardı ve çok sert bir yapısı olduğundan peynir de epey idare ederdi. Yani bir bütün olarak, genelde bu tür durumlarda âdet olduğu üzere yemek gayet güzeldi.
Yemekten sonra bir sürahi pancın yanında birkaç şişe likör, bir dizi puro kondu masaya. Korkunç bir sessizlik oldu ve bu sessizlik böyle yerlerde çok sık görülen bir olayın sonucuydu ancak sık görülmesi utanç verici olmadığı anlamına gelmiyordu.
Olan şuydu, kız bardakları yıkıyordu. Evin toplamda dört bardağı vardı: Bunu Mrs. Raddle’ı aşağılamak için söylemiyoruz, zaten bugüne kadar eksik bardağı olmayan bir kiralık konut görülmemiştir. Ev sahibesinin bardakları ince, el yapımı ufak bardaklardı ve birahaneden alınmış olanlarsa büyük, şişkin, her biri kocaman saplı bardaklardı. Misafirlerin işin içyüzünü anlamaları için bu yeterli bir sebepti ancak genç kadın beyefendilerin aklındakileri şüpheleri de her biri henüz içkisini bitirmemişken elindeki bardağı zorla çekerek ve Mr. Bob Sawyer’ın göz kırpmaları ve araya girmelerine rağmen duyulabilecek bir sesle, bunların derhâl aşağı götürülüp yıkanması gerektiğini söylemesiyle birlikte kesin olarak sildi.
Olumsuzlukların ardı arkası kesilmiyordu. Oyun sırasında sürekli başarısız espri girişimlerinde bulunmuş olan bez ayakkabılı, resmî görünümlü adam, fırsat yakaladığını düşündü ve sonunda koyverdi gitti. Bardaklar kaybolduğu anda ismini hatırlayamadığı önemli bir ünlü şahsiyetin, kim olduğunu asla çözemediği tanınmış ve görkemli başka bir şahsiyetle olan neşeli konuşmasını uzun uzun anlatmaya başladı. Anlatmakta olduğu hikâyeyle uzaktan yakından alakası olan her türlü önemsiz detayı büyük bir özenle anlattı ancak aynı hikâyeyi belki on senedir anlatıp her seferinde övgü toplamış olmasına rağmen tam anlatması gereken kısım, ne kadar hatırlamaya çalışırsa çalışsın aklına gelmedi.
“Olacak iş değil.” dedi bez ayakkabılı, resmî görünümlü adam. “Bu çok tuhaf bir durum.”
“Unuttuğunuza üzüldüm.” dedi Mr. Bob Sawyer, ardından bardak şıngırtısı geldiğini sandığı kapıya hevesle bakarak: “Gerçekten de üzüldüm.”
“Ben de öyle.” diye yanıtladı resmî görünümlü adam. “Çünkü hepimizi çok keyiflendireceğine emindim. Neyse, bana kalırsa yarım saat içinde aklıma gelir.”
Resmî görünümlü adam bunu söylediği anda bardaklar geldi ve bunca zamandır aklı başka yerde olan Mr. Bob Sawyer, hikâyenin sonunu gerçekten duymak istediğini çünkü bunun bugüne kadar dinlediği hikâyeler arasında istisnasız en iyisi olduğunu söyledi. Bardakların geri gelmesi Bob Sawyer’ın, ev sahibesiyle yaptığı görüşmeden beri olmadığı kadar sakinleşmesini sağladı. Yüzü aydınlandı ve kendini çok canlı hissetmeye başladı.
“Betsyciğim.” dedi Mr. Bob Sawyer müthiş bir tatlılıkla, bir yandan da kızın öylece masanın ortasına bıraktığı bardakları dağıtırken. “Betsyciğim bize bir de sıcak su getirirsen, aferin sana, hadi!”
“Su falan getiremem.” diye yanıtladı Betsy.
“Getiremez misin?” diye bağırdı Mr. Bob Sawyer.
“Hayır.” dedi kız başını herhangi bir kelimenin ifade edebileceğinden daha büyük bir hırsla sallayarak.
“Missis Raddle ona su falan yok dedi.”
Misafirlerinin yüzünde beliren şaşkınlık, ev sahibinin cesaretlenmesine sebep oldu.
“Sıcak suyu derhâl buraya getireceksin, derhâl!” dedi Mr. Bob Sawyer, çaresiz bir katılıkla.
“Hayır, getiremem.” diye yanıtladı kız. “Missis Raddle yatmadan önce mutfak ocağını söndürdü ve çaydanlığı da sakladı.”
“Ah, hiç önemli değil, önemli değil. Lütfen kendinizi böyle önemsiz meselelerle üzmeyin.” dedi Mr. Pickwick, Bob Sawyer’ın yüzündeki dehşet ifadesine karşılık olarak. “Soğuk su da gayet yeterli olacaktır.”
“Ah, hem de nasıl.” dedi Mr. Benjamin Allen.
“Ev sahibemin arada böyle aklı gidip geliyor.” diye yorumda bulundu Bob Sawyer, çarpık bir gülümseme eşliğinde. “Korkarım buradan çıkmam gerekecek.”
“Yok, yapma.” dedi Ben Allen.
“Korkarım ki yapmam gerek.” dedi Bob, kahramanvari bir kesinlikle. “Ona olan borcumu ödeyip yarın sabah da yakında buradan ayrılacağımı söyleyeceğim.” Zavallı adamcağız bunu yapabileceğine öylesine inanıyordu ki!
Mr. Bob Sawyer’ın bu son darbeden sonra gelen yürek burkucu doğrulma çabaları ekipteki herkesin moralini bozdu ki çoğu da çareyi kendilerini brendiye vurmakta buldu. Bunun ilk belirtileri iskorbütlü gençle pembe gömlekli adam arasındaki husumetin alevlenmesi şeklinde baş gösterdi. Bu gayriresmî savaşçılar karşılıklı memnuniyetsizlikleri çeşitli surat asmalar ve burun sümkürmeler eşliğinde belli ederlerken iskorbütlü genç konuyu daha açık biçimde ele almak gerektiği düşüncesine kapılıp yüksek bir sesle: “Sawyer.” dedi.
“Söyle, Noddy.” diye yanıtladı Mr. Bob Sawyer.
“Çok üzgünüm, Sawyer.” dedi Mr. Noddy. “Bir arkadaşın sofrasına, hele ki senin sofrana böyle bir meseleyi getirmek istemezdim Sawyer ancak Mr. Grunter’ın bir beyefendi olmadığını söylemeden de edemeyeceğim doğrusu.”
“Ben de yaşadığın sokakta bir kargaşaya neden olmaktan dolayı çok üzgünüm Saywer ancak…” dedi Dunter. “Korkarım az önce ağzını açan şahsiyeti camdan fırlatarak komşularına panik yaşatmak durumunda kalacağım.”
“Siz ne demek istiyorsunuz, efendim?” diye sordu Mr. Noddy.
“Ne diyorsam onu, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.
“Elinizden geliyorsa yapın efendim.” dedi Mr. Noddy.
“Yarım dakika içinde yaptığımı göreceksiniz, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.
“Beni kartvizitinizi vererek onurlandırmanızı rica edeceğim.” dedi Mr. Noddy.
“Öyle bir şey yapmayacağım, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.
“Neden yapmayacakmışsınız, efendim?” diye sordu Mr. Noddy.
“Çünkü siz kartımı şömine rafına koyarsınız da ziyaretçileriniz de sizi bir beyefendi ziyaret etmiş sanırlar, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.
“Efendim akşam bir arkadaşım sizi ziyarete gelecek.” dedi Mr. Noddy.
“Efendim, önceden haber verdiğiniz için size minnettarım, ben de hizmetlime söyleyeyim de gümüş kaşıklarımı kilitlesin.” diye yanıtladı Mr. Gunter.
Tam bu noktada geri kalan ziyaretçiler olaya müdahale ederek iki tarafın da uygunsuz davrandığı görüşünü paylaştılar. Bunun üzerine Mr. Noddy, babasının Mr. Gunter’ın babası kadar saygıdeğer olduğunu belirtme ihtiyacı hissetti. Bunun üzerine Mr. Gunter da babasının, Mr. Noddy’nin babasının saygıdeğerliğinde eksik bir tarafı olmadığını ve babasının oğlunun da Mr. Noddy’den her hâlükârda katbekat üstün olduğunu söyledi. Bu bildiri anlaşmazlığın devamını haber verir nitelikte olduğundan, grup olaya bir kez daha müdahale etti ve bunu bol miktarda konuşma ve yaygara izledi. Bu sırada Mr. Noddy yavaşça hislerine yenik düşüp Mr. Gunter’a karşı hep bir yakınlık duyduğunu itiraf etti. Bunun üstüne Mr. Gunter, aslına bakılırsa Mr. Noddy’yi kendi öz kardeşine yeğlediğini itiraf etti. Bunu duyan Mr. Noddy koca yüreklilikle ayağa kalkıp elini Mr. Gunter’a uzattı, Mr. Gunter bu eli duygulandırıcı şevkle kabul etti ve herkes tartışmanın iki taraf açısından da çok onurlu biçimde gerçekleştiğini söyledi.
“Hadi ama.” dedi Jack Hopkins. “Neşemizi yeniden yerine getir Bob, şarkı söylesek hiç fena olmaz.”
Bunun üzerine Hopkins alkış tufanına tutuldu ve bir anda Tanrı Kralımızı Korusun şarkısını, Biscay Körfezi ve Küçük Kurbağa şarkılarıyla birleştirip yepyeni bir melodi oluşturarak, sesinin el verdiği en yüksek perdeden söylemeye başladı. Şarkının özü de nakarattaydı ve her bir beyefendi bu nakaratı kendince söyleyince ortaya çıkan etki gerçekten de göz kamaştırıcıydı.
Nakarat kısmından sonra gelen ilk dizede, Mr. Pickwick bir şeye kulak kabartmış görünür hâlde elini havaya kaldırdı ve sessizlik sağlandığı anda:
“Şşşş! Affedersin. Yukarıdan birinin bağırdığını duydum sanırım.”
Herkes anında sessizliğe gömüldü ve Mr. Bob Sawyer açıkça bembeyaz kesildi.
“Galiba ses devam ediyor.” dedi Mr. Pickwick. “Lütfen kapıyı açma nezaketini gösterin.”
Kapı açıldığı anda konunun ne olduğuna yönelik bütün şüpheler ortadan kalktı.
“Mr. Sawyer! Mr. Sawyer!” diye bağırdı bir ses, merdiven sahanlığından.
“Bu ev sahibem.” dedi Bob Sawyer, büyük bir can sıkıntısıyla etrafına bakarak. “Evet, Mrs. Raddle.”
“Bu da ne demek oluyor, Mr. Sawyer?” diye yanıtladı ses, müthiş bir tizlik ve imayla. “Kiramın üstüne yatmanızın beni zarara uğrattığı ve de kendini adam sanan arkadaşlarınızın hakaretine ve azarına maruz kaldığım yetmiyormuş gibi şimdi de pencereleri çatlatacak ve kapıya itfayecileri getirtecek kadar ses yapıyorsunuz, hem de sabahın ikisinde. Şu aşağılık herifleri gönderin evimden.”
“Kendinizden utanmalısınız.” dedi Mr. Raddle’ın uzaktan belli belirsiz görünen gece kıyafetlerinin altından gelen sesi.
“Utanmak mı!” dedi Mrs. Raddle. “Neden aşağı inip her birinin façasını dağıtmıyorsun? Adam olsan yapardın.”
“Eğer bir kişi değil de bir düzine olsaydım yapardım canımın içi.” diye yanıtladı Mr. Raddle pasif biçimde. “Ama onlar sayıca üstün canımın içi.”
“Ah seni korkak!” diye yanıtladı Mrs. Raddle müthiş bir küçümsemeyle. “Bu aşağılık herifleri kovacak mısınız kovmayacak mısınız Mr. Sawyer?”
“Gidiyorlar, Mrs. Raddle, gidiyorlar.” dedi zavallı Bob. “Korkarım gitmeniz gerek.” dedi Mr. Bob Sawyer dostlarına. “Çok ses çıkardığınızı anlamıştım.”
“Yazık oldu.” dedi fazla ciddi görünümlü adam. “Tam da keyfimize bakmaya başlamıştık!” Fazla ciddi adam tam da unuttuğu şarkıyı hatırlamaya başlamıştı. “Gitmek de zor olacak.” dedi etrafına bakınarak. “Zor olacak ama değil mi?”
“Dayanılacak gibi değil.” diye yanıtladı Jack Hopkins. “Haydi bir kıta daha söyleyelim, Bob. Haydi bakalım!”
“Hayır, hayır, olmaz.” diye araya girdi Bob Sawyer. “Çok güzel bir şarkı ama bir kıta daha söylemesek iyi olur. Bu insanlar çok vahşi. Evdekilerden bahsediyorum yani.”
“Gidip ev sahibinin yakasına yapışayım mı?” diye sordu Hopkins. “Ya da zili çalıp dururum veya merdiven sahanlığında böğürürüm? Ne emredersen o, Bob.”
“Dostluğun ve iyi niyetin için sana müteşekkirim Hopkins.” dedi zavallı Mr. Bob Sawyer. “Ancak daha fazla tartışmaya sebebiyet vermemek için en iyisi burada ayrılmak.”
“Eeee Mr. Saywer.” diye çınladı Mrs. Raddle’ın cırtlak sesi. “Kabadayılar gidiyor mu?”
“Şapkalarını alıyorlardı Mrs. Raddle.” dedi Bob. “Hemen gidecekler.”
“Gidiyorlar ha!” dedi Mrs. Raddle, tam Mr. Pickwick ardından Mr. Tupman’la birlikte odadan çıkarlarken uyku takkesini şiddetle tırabzana çarparak. “Gidiyorlar ha! Niye geldiler ki zaten?”
“Hanımefendiciğim.” diye itiraz etti Mr. Pickwick yukarı bakarak.
“Hadi git oradan be yaşlı horoz!” diye yanıtladı Mrs. Raddle, hışımla takkeyi yeniden kafasına geçirerek. “Onların dedesi olacak yaştasın namussuz! Sen onlardan da betersin.”
Mr. Pickwick öyle olmadığı konusunda itiraz etmekte bir fayda görmediğinden, hemen ardındaki Mr. Tupman, Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass’la birlikte aşağı indi. Alkol ve üzüntü nedeniyle keyfi fena hâlde kaçmış olan Mr. Ben Allen onları Londra Köprüsü’ne kadar takip etti ve sanki bu sırrı paylaşacak en uygun insan Mr. Winkle’mış gibi, Mr. Bob Sawyer dışında, kız kardeşi Arabella’nın gönlünü fethetmeye çalışacak bütün beyefendilerin gırtlağını kesmeye kararlı olduğunu söyledi. Abilere has bu acı verici görevi yerine getirmeye yönelik arzusunu ifade ettikten sonra gözyaşlarına boğuldu, şapkasıyla gözlerini kapayıp elinden geldiğince gerisin geriye yürüyerek Borough Market bürosunun ofisinin kapısını, orada yaşadığına ve anahtarını unuttuğuna dair kesin bir inançla defalarca çaldıktan sonra, gün ağırana kadar her bir basamakta sırayla uyukladı.
Bütün ziyaretçiler Mrs. Raddle’ın müthiş ısrarına uyumlu biçimde gittiklerinden, yalnız kalmış olan Mr. Bob Sawyer; bir sonraki günün muhtemel olayları ve akşamın keyifli anları üzerine kafa yormaya koyuldu.

Otuz Üçüncü Bölüm
Büyük Mr. Weller’ın Yazın Sanatına Yönelik Kimi Eleştirel Yaklaşımları ve Oğlu Samuel’in Yardımıyla Kırmızı Burunlu Muhterem Beyefendiden Alacakları İntikamın Başka Bir Kısmının Anlatıldığı Bölüm
Tümüyle gerçeklere dayanan bu anlatının okurlarının aşina olacağı üzere, Mrs. Bardell’ın davasının görüleceği günden bir önceki gün olan 13 Şubat sabahı, saat dokuzla öğleden sonra iki arasında George and Vulture’dan Mr. Perker’ın ofisi arasında mekik dokuyan Mr. Samuel Weller için koşuşturmacalı bir zamandı. Artık yapılacak bir şey olduğundan değildi tüm bu koşuşturma çünkü görüşmeler gerçekleşmiş, izlenilecek yol konusunda sonunda bir karara varılmıştı ama Mr. Pickwick çok heyecanlı olduğundan, avukatına üstünde yalnızca “Sevgili Perker. Her şey yolunda mı?” yazan ve avukatının da değişmez biçimde “Sevgili Pickwick. Olabildiğince iyi gidiyor.” yanıtını verdiği notlar gönderip duruyordu ve işin aslı, az önce bizim de açıklıkla ifade ettiğimiz üzere, yarınki mahkeme oturumuna kadar iyi de kötü de olsa yapılacak bir şey yoktu.
Ancak kendi istekleriyle ya da zorla hayatlarında ilk kez kanunlarla karşı karşıya kalmış insanların geçici süreli rahatsızlık ve endişeden muzdarip olmaları anlaşılabilir. Sam de bu yüzden insan doğasının zaaflarının farkında olarak efendisinin bütün ısrarlı isteklerine, kişiliğinin en dikkat çekici ve sevilesi özellikleri olan soğukkanlı bir iyi niyet ve değişmez ılımlılıkla karşılık veriyordu.
Sam kendini çok makul bir akşam yemeğiyle avutmuş ve barda, Mr. Pickwick’in sabahki yürüyüşlerini unutturmak için ısmarlamasını söylediği sıcak içkisini bekliyordu ki yaklaşık bir metre boylarında, tüylü şapkalı, kadife önlüklü ve kıyafeti zamanla bir seyis pozisyonuna yükselmek istediğini açıkça belli eden küçük bir çocuk; George and Vulture’dan içeri girdi ve sanki görüşmesi gereken birini arıyormuş gibi önce merdivenlerden yukarı, sonra koridordan öteye ve en sonunda da bara baktı. Tam bu sırada bardaki kadın bu görüşmenin çay ya da yemek kaşığıyla ilgili olabileceğine dair bir izlenime kapılarak oğlanın önünde durup:
“Söyle hele genç adam, ne istiyorsun?”
“Burada Sam adından biri var mı?” diye sordu genç, yüksek ancak çirkin bir sesle.
“Diğer adı ne ola?” dedi Sam etrafına bakarak.
“Ben nereden bileyim?” diye lafı yapıştırdı genç beyefendi, tüylü şapkasının altından bakarak.
“Sen akıllı adama benziyorsun çocuk.” dedi Mr. Weller. “Ama senin yerinde olsam bilmiş konuşmazdım çünkü neme lazım yanlış anlayan falan olur. Şimdi de bakalım, barbar gibi otele girip ‘Burada Sam diye biri var mı?’ diye sormak da neyin nesi?”
“Çünkü bunu benden yaşlı bir beyefendi istedi.” diye yanıtladı oğlan.
“Ne yaşlı beyefendisinden bahsediyorsun sen?” diye sordu Sam müthiş bir küçümsemeyle.
“İşte Ipswich faytonunu kullanan var ya, o gelir bizim dükkânda dinlenir.” diye cevapladı çocuk vakit kaybetmeden. “Dün sabah benden, bu öğleden sonra George and Wulture’a gidip Sam’i soruşturmamı istedi.”
“Aman be, o benim babam olur.” dedi Mr. Weller, anlamış bir ifadeye bardaki kadına dönerek. “Benim öbür adımı biliyorsa ben de hiçbir şey bilmiyorum. Hadi bakalım genç soğan cücüğü, başka ne dedi, de bakalım.”
“Tamam dur.” dedi oğlan. “Şimdi sen saat altıda bizim dükkâna gelecekmişsin çünkü seninle konuşacağı varmış. Gelecek mi diyeyim?”
“Aynen öyle de efendi.” diye yanıtladı Sam. Böylelikle havalara girmiş olan genç beyefendi oradan uzaklaştı ve uzaklaşırken de inanılmaz derecede gür ve zengin bir sesle icra edilmiş yalın ve aslına epey yakın şoför ıslığı taklitleriyle otel avlusunu yankılandırmayı ihmal etmedi.
Mr. Weller, zaten o anda kendi heyecan ve endişelerinin içinde kaybolmuş olan ve yalnız kalmaktan hiç de şikâyetçi olmayan Mr. Pickwick’ten izin aldıktan sonra sözleşilen saatten evvel buluşma yerine varmak üzere yola koyuldu. Çok zamanı olduğu için Mansion House’a kadar gitti ve orada durup felsefi ve düşünsel bir ifadeyle o ünlü dinlence yerinin etrafına toplanmış kısa yol faytonlarıyla arabaları ve bunun bu çevrelerdeki yaşlı kadın nüfusu üzerinde yarattığı dehşet ve şaşkınlığı seyretmeye koyuldu. Orada yarım saat kadar zaman öldürdükten sonra gerisin geriye çeşitli ara yol ve sokaklardan geçerek Leadenhall Pazarı’na yürüdü. Boş zamanını bir şekilde öldürülüp bir yandan da gözünün önündeki her bir nesneyi uzun uzun seyreden Mr. Weller’ın ufak bir kırtasiye ve basım dükkânının önünde durması şaşırtıcı olmasa da gerekli açıklama yapılmadığı takdirde orada satışa çıkarılmış kimi resimlere bakarken bir anda irkilmesi, sağ ayağını müthiş bir heyecanla yere vurması ve büyük bir coşkuyla: “Bunu görmemiş olsam unutacaktım ve her şey için çok geç olacaktı!” demesi şaşırtıcı kaçacaktır.
Bunu söylediği sırada Mr. Weller’ın gözlerini dikmiş olduğu resim, bir okla bir arada tutulan ve harlı bir ateşte pişirilmekte olan bir çift insan kalbinin ve arka plandaki yılan gibi kıvrılan bir patikadan gözlerindeki açlık ışığıyla oraya yaklaşmakta olan mavi ceket ve beyaz pantolonlu bir adam ve kırmızı renk bir mont ve aynı renk bir şemsiyeden oluşan modern giyimli kadın ve erkek yamyamın çok renkli temsiliydi. Belli ki terbiye görmemiş zira üstünde bir çift kanat dışında hiçbir şey olmayan genç bir beyefendi, yemeğin pişmesini denetliyor gibi tasvir edilmişti. Uzakta Londra, Langham Palace’taki kilisenin tepesi görünüyordu ve bunların tümü bir kalbin içine çizilmişti. Penceredeki yazılı bildirinin de belirttiği üzere, bu ve daha pek çok çeşide bir şilin altı peni gibi uygun bir fiyata ulaşmak için yurttaşların içeri girmeleri yeterliydi.
“Az daha unutacaktım ya, gerçekten az daha unutacaktım!” dedi Sam; bunu söylediği gibi kırtasiyeden içeri girip en güzel yaldızlı kenarlı kâğıtla, mürekkep sıçratmayacağı garanti edilen sert uçlu bir kalem rica etti. Bu ürünler anında önüne getirilince az önceki oyalanan yürüyüşünden çok farklı olarak hızlı adımlarla Leadenhall Pazarı’na gitti. Etrafına bakınca ressamın sanatının belli belirsiz mavi bir file benzeyen ve hortum yerine kartal gagası olan bir tabloyla ifşa edildiği tabelayı gözüne kestirdi. Burasının Mavi Domuz olduğunu düşündü ve bu düşüncesinde haksız da olmadığından gidip babasını istedi.
“Kırk beş dakika, bir saat kadar daha gelmez o.” dedi Mavi Domuz’un ev işleriyle ilgilenen genç kadın.
“Peki, şekerim.” diye yanıtladı Sam. “Bana 9 penilik brendi ve su, bir de mürekkep koyuver olur mu canım?”
Genç kadın brendi ve suyla, mürekkebi ufak salona dikkatle getirdikten, kömürleri uçuşmasınlar diye elindeki değnekle güzelce düzledikten ve olur da biri kafasına göre, Mavi Domuz’la bir alakası ve müessesenin tam rızası olmadan ateşi karıştırmak ister korkusuyla demiri de yanında götürdükten sonra, Sam Weller ocağın yanındaki ufak masaya oturup yaldızlı kâğıtla sert uçlu kalemi çıkardı. Sonra içinde kıl kalmış mı diye kalemi dikkatlice inceledikten ve olur da kâğıdın altında ekmek kırıntısı kalmıştır diye masayı güzelce temizledikten sonra gömleğinin kollarını kıvırıp dirseklerini masaya yerleştirdi ve yazmaya hazırlandı.
Kendilerini yazın sanatına adamamış hanımlar ve beyler için eklememiz gerekir, yazarlık öyle kolay bir iş değildir. Çünkü yazma hâlinde yazarın gözlerini kâğıtla aynı seviyeye getirebilmesi için başını sol koluna yaslaması ve inşa ettiği kelimelere yan gözle bakarken de kendince cevap verdiği karakterleri hayal etmesi gerekir. Bu hareketler aslında yazının oluşmasına fayda sağlıyor olsalar da yazarın gidişatına da katkı sağlamaktadırlar. Sam de tam bir buçuk saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadan küçücük harflerle yazılar yazıyor, serçe parmağıyla yanlış kelimeleri siliyor ve yanlış harflerden kalan lekelerin üstünden yeni harflerin okunabilmesi için epey çaba sarf ederek yenilerini yazıyordu ki babasının içeri girmesiyle başını kaldırdı.
“Sammyciğim.” dedi babası.
“Vay, yıllanmış viski!” diye yanıtladı oğlu, kalemini yere koyarak. “Analığımla ilgili son havadisler ne?”
“Mrs. Weller çok iyi bir gece geçirdi ama bu sabah olağan dışı derecede ters ve keyifsiz. Tony Weller Bey tarafından doğruluğu yeminle kanıtlanmıştır, Sammy.” diye yanıtladı Mr. Weller, şalını çıkarırken.
“İyileşme yok mu?” diye sordu Sam.
“İyileşmek ne demek, bütün belirtiler kötüleşti.” diye yanıtladı Mr. Weller başını iki yana sallayarak.
“Ama sen ne işle uğraşıyorsun bakiim? Zorluklar içinde eğitim mi almaya çalışıyorsun, Sammy?”
“Şimdi bitirmiştim.” dedi Sam, azıcık utanarak. “Yazı yazıyordum.”
“Onu anladım.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Genç bir hanıma değildir herhâlde değil mi, Sammy?”
“Öyle değil desem de bir faydası olmayacak zaten.” diye yanıtladı Sam. “Sevgililer Günü kartı yazdım.”
“Ne yazdın, ne yazdın!” diye bağırdı Mr. Weller, belli ki bu cümleden dolayı dehşete düşmüştü.
“Sevgililer Günü kartı.” diye yanıtladı Sam.
“Sammycik, Sammycik.” dedi Mr. Weller sitemkâr bir edayla. “Babanın ayıplarını gördükten sonra böyle bir işe kalkışacağını sanmazdım. Ben sana tam da bu konu hakkında onca dil dökmüşken, kendi gözünle gördükten, analığınla sen de vakit geçirdikten sonra hele. Ben de diyordum ki ‘Bu çocuk bu ahlak dersini hayatı boyunca unutamaz.’ Senin de bu işe kalkışacağını sanmazdım Sammy!” Bu düşünceler yaşlı adamcağıza ağır gelmişti. Sam’in bardağını kaldırıp hepsini içti.
“Şimdi n’oldu?” dedi Sam.
“Boş ver.” diye yanıtladı Mr. Weller: “Bu kadar yaşımı başımı almışken bir de bunca dertle uğraşmak epey zor olacak ama neyse ki ben de az çetin ceviz değilim, bu da bir teselli. Hani çiftçi hindisine seni Londra Pazarı için kesmem gerekir deyince, hindisi de öyle demiş ya, aynı o hesap.”
“Dert dediğin ne?” diye sordu Sam.
“Seni evlendirmek, Sammy. Senin kandırılmış bir kurban oluşunu görmek ve ne kadar masum olduğunu düşünmek. Ah, bunlar çok güç.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Bunlar bir baba için sınav, ah Sammyciğim…”
“Daha neler.” dedi Sam. “Evlenecek hâlim yok, sen kafanı bunlara takma. Böyle şeyleri tasvip etmediğini bilirim. Sen piponu getirtene kadar ben de sana mektubu okutturayım. Al işte!”
Artık piponun düşüncesi mi yoksa ailenin kaderinde maalesef evlenmek olduğu ve buna bir çare olmadığı düşüncesi mi bilinmez, Mr. Weller rahatladı ve kederi dindi. Ancak sanıyoruz ki bu sonuç, iki teselli sebebinin ortalamasından oluşmuştu çünkü Mr. Weller ilk ihtimalin siparişi için zili çalarken bir yandan da ikinci ihtimali kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Sonra hırkasını üstünden attı, sıcaklığı tümüyle hissetmek için sırtını ateşe verirken bir yandan da şömine rafına meylederek Sam’e döndü ve tütünün rahatlatıcı etkisinden nasibini alarak yatışmış bir yüz ifadesiyle Sam’in “koyverip gitmesini” rica etti.
Sam herhangi bir düzeltme ihtimaline karşı kalemini mürekkebe batırarak teatral bir havayla başladı:
“Çok hoş…”
“Du’ bi.” dedi Mr. Weller, zili çalarak. “Her zamankinden bir duble, canım.” dedi.
“Peki efendim.” diye yanıtladı müthiş bir hızla ortaya çıkıp ortadan kaybolan, geri dönen ve yeniden kaybolan kız.
“Burada seni tanıyor gibi görünüyorlar.” diye yorumda bulundu Sam.
“Evet.” diye yanıtladı babası. “Daha önce buralara gelirdim. Hadi devam et, Sammyciğim.”
“Çok hoş bir varlıksınız.” diye lafa yeniden girdi Sam.
“Ee, bu şiir.” diye lafa girdi babası.
“Yok, yok.” diye yanıtladı Sam.
“Aman iyi, sevindim.” dedi Mr. Weller. “Şiir dediğin şey doğal değil bir kere. Bayramlarda mübaşirler ya da ayakkabı boyacısı hatta araba tamircisi gibi düşük kesimin huyunu edinmeni istemem. Sana nasihatı olsun, asla şiire kadar düşme oğlum. Hadi, yine başla Sammyciğim.”
Mr. Weller piposununu eleştirel bir sessizlik içinde içmeye devam etti ve Sam bir kez daha lafa başlayarak şunları okudu:
“Hoş varlık, yemin olsun ki…”
“Bu olmamış.” dedi Mr. Weller, piposunu ağzından çıkararak.
“Dur, dur; ‘yemin olsun’ değil.” diye yorumda bulundu Sam, mektubu ışığa doğru tutarak. “Üstünü çizdiğimi okumuştum, ‘emin’ olacaktı o. Mürekkep lekesiymiş önündeki. ‘Emin olasın ki.’ ”
“Çok iyi.” dedi Mr. Weller. “Devam et.”
“Emin ol ki ben tümüyle… Buradaki kelime neydi unuttum yahu.” dedi Sam, başını kalemle kaşıyıp hatırlamaya çalışırken.
“Kâğıda baksana yahu.” dedi Mr. Weller.
“Bakıyorum ya zaten.” diye yanıtladı Sam. “Ama yine mürekkep lekesi olmuş; ‘u’ var, ‘l’ var bir de ‘d’ var.”
“Kuruldum mu acaba?” diye öneride bulundu Mr. Weller.
“Yok değil.” dedi Sam. “ ‘Vuruldum’, işte buldum.”
“Ama ‘kuruldum’ daha güzeldi, Sammy.” dedi Mr. Weller büyük ciddiyetle.
“Öyle mi dersin?” dedi Sam.
“Yerine başka kelime düşünemiyorum.” diye yanıtladı babası.
“Ama benimki daha anlamlı değil mi sence de?” diye sordu Sam.
“Belki de daha hassas bir kelime diyebiliriz.” dedi Mr. Weller, biraz düşündükten sonra. “Devam et bakalım Sammyciğim.”
“Sen çok hoş bir hanımsın ve ben sana tümüyle vurulduğumdan dolayı biraz kılığımdan utanır oldum.”
“Çok duygusal.” dedi yaşlı Mr. Weller, kelimelerin ağzından çıkışına izin vermek için pipoyu çekerek.
“Evet, bence çok iyi.” diye yorumda bulundu Sam, keyiflenerek.
“Senin bu yazında en çok hoşuma giden şey, içinde öyle tanrıçam, Venüsüm, cartım curtum yok. Genç bir kadına Venüsüm, meleğim demenin ne âlemi var şimdi, değil mi Sammy?”
“Ah! Sahiden de ne gereği var?” diye yanıtladı Sam.
“Yani oldu olacak ona ejderham, tek boynuzlu atım, padişahım falan de ki bence bunlar öbür cart curttan çok daha ihtişamlıdır.” diye ekledi Mr. Weller.
“Aynen, bari onları kullanmalı.” dedi Sam.
“Devam et Sammy.” dedi Mr. Weller.
Sam söylenilene uydu ve devam etti. Babası da bilgelik ve memnuniyetin ahlaki olarak üst düzey bir karışımı olan bir yüz ifadesi takınarak piposunu tüttürmeye devam etti.
“Senden önce derdim ki bütün kadınlar aynı.”
“Öyleler ki zaten.” diye yorumda bulundu yaşlı Mr. Weller, babacan bir tavırla.
“Ama ben.” diye devam etti Sam. “Senin gibisinin olmadığı anladım ya, artık eskiden ne kadar saçma sapan ve kuşkulu bir mülayimmişim diye düşünüyorum ama ben seni sanki çokmuşsun gibi seviyorum.” “Bunu iyice belli etmek istedim.” dedi Sam başını kaldırarak.
Mr. Weller onaylar biçimde başını salladı ve Sam devam etti.
“O nedenle bugünün şerefine, canım Mary’m, zor şartlar altında bulunan beyefendilerin pazar günü biterken söyledikleri üzere, seni ilk gördüğümde görüntün kalbime profesyonel bir fotoğraf makinesinin yapamayacağı kadar hızla ve çok daha canlı renklerle kazınmıştı ki bilirsin o makine de fotoğrafı iki dakikadan biraz uzun sürede çeker, sonra çerçeveli falan duvara asarlar.”
“Korkarım bu biraz şairane olmuş Sammyciğim.” dedi Mr. Weller, şüpheci bir edayla.
“Yooo, hiç de bile.” diye yanıtladı Sam, kanıtlamak istercesine hızla okumaya devam ederek:
“ ‘Beni sevgilin olarak kabul et ve dediklerimi düşün canım Mary’m. Lafımı burada bitiriyorum Sevgili Mary’m.’ İşte bu kadar.” dedi Sam.
“Bu da biraz aceleye gelmedi mi Sammy?” diye sordu Mr. Weller.
“Hiç de bile.” dedi Sam. “Keşke daha da yazsaydım diyecek. Buna da mektup yazma sanatı derler işte.”
“Peki.” dedi Mr. Weller. “Fena olmamış keşke analığın da konuşurken böylesine nazik olsa. İmza atmayacak mısın?”
“O iş zor işte.” dedi Sam. “Nasıl imzalanır bilmiyorum.”
“İmzala işte, ‘Weller’ diye.” dedi, bu ismin en yaşlı sahibi.
“Olmaz.” dedi Sam. “Sevgililer kartına insan kendi ismini yazar mı hiç?”
“O zaman ‘Pickwick’ yaz.” dedi, Mr. Weller. “Çok güzel bir isim, yazması da kolay.”
“Tam üstüne bastın.” dedi Sam. “Hatta ufak bir kafiye de patlatayım, ne dersin?”
“Sevmedim, Sam.” dedi Mr. Weller. “Ben hayatımda hiç şiir yazan saygıdeğer bir arabacı görmedim. Gerçi bir tane vardı eşkıyalığa çıkacağı gün şiir yazıp bırakmış niyeyse. Gerçi o Cambervellliydi, o sayılmaz.”
Ama Sam bu fikirden cayacak gibi değildi, o yüzden mektubu şöyle bitirdi:
Ben aşkından bir yitik.
Pickwick.
Sonra da kartı çok karmaşık biçimde katlayıp kenarını kıvırarak: Mary’ye, Mr. Nupkins’in evinde hizmetçi, Mayor’s, Ipswich, Suffolk yazdı ve cebine koyup pullayarak postalanmaya hazır hâle getirdi. Bu önemli mesele de hallolunca Mr. Weller oğlunu yanına çağırmasının sebebi olan konuyu açtı.
“İlk mesele patronunla ilgili, Sammyciğim.” dedi Mr. Weller. “Yarın sınanacak değil mi?”
“Mahkemesi görülecek.” diye yanıtladı Sam.
“Bak Sam…” dedi Mr. Weller. “Herhâlde onu övmesi ya da görgü tanıklığı etmesi için şahit çağırmak isteyecektir. Ne zamandır bu meseleyi düşünüp duruyorum Sammyciğim ama gönlünü ferah tutsun. İki işi de halledecek dostlarım var. Ama benim tavsiyemi dinleyecek olursan onu övecek adamı boş ver, önemli olan görgü tanığı olarak gösterebileceği biri. En iyisi bu Sammyciğim, en iyisi bu.” Mr. Weller bu hukuki fikri ifade ederken ciddi göründü ve burnunun ucuna kadar götürdüğü bardağın ardından şaşkına dönmüş oğluna göz kırptı.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Sam. “Old Bailey’de[3 - Londra’da bulunan ağır ceza mahkemesi.] yargılanacağını düşünmüyorsun, değil mi?”
“Davasının nerede görüneceği şimdinin meselesi değil, Sammy.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Nerede yargılanırsa yargılansın, onu kurtaracak şey görgü tanığı. Biz kelli felli adamlar onu hiçbir şey kurtaramaz derken, cinayetten yargılanan Tom Vildspark’ı görgü tanığı sayesinde kurtardık. Bana kalırsa Sammyciğim, eğer senin patron bir görgü tanığı bulamazsa İtalyanların dediği gibi hapı yutacak, bunu bilesin.”
Yaşlı Mr. Weller, Old Bailey’nin bu ülkedeki en ihtişamlı mahkeme olduğuna ve buradaki kural ve işleyiş biçimlerinin diğer bütün mahkemelerde geçerli olduğuna yönelik ciddi ve değişmez fikrini savunurken oğlunun görgü tanığının kabul edilmeyeceğine yönelik teminat ve argümanlarını görmezden geldi ve Mr. Pickwick’in mağdur edildiği fikrini savundu. Sam konuyu değiştirip babasının ona danışmak arzusunda olduğu ikinci konunun ne olduğunu sordu.
“O da tam bir ailevi mesele.” dedi Mr. Weller. “Stiggings denilen adam var ya…”
“Kırmızı burunlu adam mı?” diye sordu Sam.
“Aynen o.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Bu kırmızı burunlu adam, Sammyciğim, analığını daha önce görülmemiş bir nezaket ve istikrarla ziyaret ediyor. Artık bizim ailemizin ne kadar yakın bir dostuysa bizden uzaktayken illaki ona bizi hatırlatacak bir şey istiyor.”
“Ben senin yerinde olsam, onun hafızasını öyle mühürleyecek bir şey yapardım ki on sene boyunca unutamazdı.” diye lafa girdi Sam.
“Bi’ dur.” dedi Mr. Weller. “Şunu diyecektim, adam yanında hep büyük bir şişe getiriyor ve gitmeden de içini ananaslı romla ağzına kadar dolduruyor.”
“Bir daha geldiğinde de şişe bitmiş oluyor, değil mi?” dedi Sam.
“Dibine kadar!” diye yanıtladı Mr. Weller. “İçinde artık tıpa ve koku dışında bir şey kalmayana kadar, seni bu konuda hiç yanıltmaz Sammyciğim. Şimdi oğlum, benim Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneğinin bu akşam aylık toplantısı var. Analığın gidecekti ama romatizması tuttu, ondan gidemeyecek. İşte Sammyciğim bende de analığına gönderilmiş iki bilet var şimdi.” diyerek Mr. Weller bu büyük gizemi büyük bir neşeyle iletti ve bundan sonra öyle yorulmak bilmez şekilde göz kırptı ki Sam herhâlde yüzüne felç indi diye düşünmeye başladı.
“Eee?” dedi genç beyefendi.
“Eee’si…” diye devam etti babası, etrafına müthiş bir dikkatle bakarak. “Biz tam saatinde gideceğiz. Rahip yamağı da gidemeyecek, Sammyciğim, rahip yamağı gidemeyecek.” Bu noktada öyle bir gülme krizine tutuldu ki yaşlı bir beyefendinin pekâlâ da boğulabileceği sınıra gelmeden hemen önce de durdu.
“Ben ömrühayatımda böyle üçkâğıtçı görmedim.” diye bağırdı Sam, yaşlı beyefendinin sırtının alev almasına sebep olacak kadar sürtünme kuvveti uygulayıp okşayarak. “Sen neye gülüyorsun bakayım, tombul fare?”
“Sessiz ol, Sammyciğim.” dedi Mr. Weller, büyük dikkatle etrafına bakıp fısıltıyla konuşarak. “Oxford Caddesi’nde çalışan iki dostum var, ellerinden gelmeyen iş yoktur. Birlikte rahip yamağını iyi tongaya düşüreceğiz Sammyciğim ve Ebenezer Derneğine geldiğinde (kesin gelecek ha çünkü ona kapıya kadar eşlik edecekler ve gerekirse de içeri tıkacaklar), o kadar çok rom ve su içmiş olacak ki hani Granby Dorkin Markizi vardı ya hatırlarsın, ha işte öyle. Bu da az sarhoş olmak değil, ha.” Mr. Weller bunları açıkladıktan sonra yine öyle ölçüsüz bir kahkahaya tutuldu ki az kalsın boğulacaktı.
Sam Weller’ı kırmızı burunlu herifin gerçek amacını ve kişiliğinin ifşa edilmesinden daha çok memnun edecek başka bir şey yoktu. Buluşma saatine de çok zaman kalmadığından baba ve oğul vakit kaybetmeden Brick Lane’e doğru yollandılar. Sam, bu arada mektubunu postaneye bırakmayı da ihmal etmedi.
Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneği Brick Lane Şubesi’nin aylık toplantıları güvenli ve rahat bir merdivenle çıkılan geniş, hoş ve havadar bir odada gerçekleşiyordu. Toplantı yürütücüsü artık ayık olan, bir zamanların itfaiyecisi, şimdilerin öğretmeni ve ara sıra da geçici vaizlik yapan Mr. Anthony Humm’dı. Sekreter, mumcu dükkânı işleten ve katılımcılara çay satan, coşkulu ve ön yargısız bir kişi olan Mr. Jonas Mudge’dı. Toplantıya girişmeden önce kadınlar artık gitme zamanı olduğunu düşünene kadar bir kenarda hep birlikte çay içerlerdi. Üzerinde yeşil pamuklu bir örtü olan yuvarlak masaya mahsus yerleştirilmiş büyük bir para kutusunun arkasında, kutuya düşen her bir bakır parayı minnettar bir edayla kabul eden bir adam vardı.
Ancak bu sefer kadınlar çaylarını bıktırıcı derecede uzun sürede içtiler. Sam ne kadar kaş gözle onu uyarsa da büyük Mr. Weller hiç gizlemediği bir şaşkınlıkla etrafına bakıp durdu.
“Sammy.” diye fısıldadı Mr. Weller. “Eğer buradaki bazılarının midesinden yarın hortumla su çekmek gerekmeyecekse ben de baban değilim. Baksana yanımdaki yaşlı hanım çay içmekten boğulacak neredeyse.”
“Sessiz olur musun?” diye mırıldandı Sam.
“Sam.” diye fısıldadı Mr. Weller. “Eğer şu sekreter denilen adam beş dakika daha devam edecek olursa yemin ediyorum patlayıp her yere ekmek ve çay saçacak.”
“Bırak hoşuna ne gidiyorsa onu yapsın.” diye yanıtladı Sam. “Bu seni ilgilendirmez.”
“Eğer şuradaki dayanabilirse, Sammy’ciğim.” dedi Mr. Weller, az önceki alçak ses tonuyla: “İnsan olarak kalkıp alkış tutmayı görevim bilirim. Yan masada genç bir kadın var ve dokuz buçuk fincan çay içti. Resmen gözümün önünde şişiyor.” Çay fincanlarının tabaklarına koyulmasından oluşan müthiş bir gürültü, neyse ki çay saatinin sona erdiğini bildirmemiş olsa Mr. Weller’ın bu iyi niyetli düşünceyi resmiyete dökeceğine hiç şüphe yoktu. Tabak çanak ortadan kaldırınca yeşil örtülü masa ortaya getirildi ve akşamın asıl konusu, eski püskü pantolonun arkasına gizlenen cılız bacakları her an kırılma tehlikesi geçiren ciddi görünümlü, kel kafalı ve eski giyimli adam, gecenin açılışını yapmak için merdivenlerden son hız çıktı ve: “Hanımlar ve beyler, muhterem kardeşim Mr. Anthony Humm’ı sandalyeye oturmaya davet ediyorum.” dedi.
Hanımlar bu teklife birbirinden süslü cep mendillerini sallayarak yanıt verdiler ve tez canlı ufak adam, Mr. Humm’ı kelimenin tam manasıyla omuzlarından yakaladığı gibi, bir zamanlar sandalyeyi temsilen yapılmış maun ağacından çerçevenin içine sokuşturuverdi. Mendil sallama durumu tekrarlandı ve ince, beyaz, sürekli terleme hâlinde olan bir yüzü olan Mr. Humm kadınların bu büyük hayranlığı karşısında uysalca başını önüne eğdi ve ciddiyetle yerine yerleşti. Sonra eski püskü pantolonlu adam tarafından sessizlik sağlandı ve Mr. Humm ayağa kalkarak, Brick Lane Branch Şubesi’nden o anda orada bulunan erkek ve kız kardeşlerinin izniyle sekreterin Brick Lane Komitesi raporunu okuyacağını bildirdi ve bu öneri bir kez daha mendillerin sallanmasıyla karşılandı.
Sekreter etkileyici biçimde hapşırdıktan ve önemli bir iş gerçekleştirilmeden önce topluluğun ilgisini toplamak için yapıldığı üzere öksürerek şu belgeyi okudu:
BÜYÜK BİRLEŞMİŞ EBENEZER YEŞİLAY DERNEĞİ BRICK LANE ŞUBESİ KOMİTESİ RAPORU
“Komiteniz, geçtiğimiz ay minnet uyandırıcı uğraşlar gerçekleştirmişlerdir ve biz de Yeşilay’a başvuran yeni isimleri bildirmekten büyük gurur duyuyoruz.
H. Walker; terzi, evli ve iki çocuklu. Geçmiş âlem günlerinde sürekli olarak bira ve alkollü gazoz içme huyuyla tanınırdı. Yirmi sene boyunca haftada iki kere ağzına ‘köpek burnu’ sürüp sürmediğinden emin değil ki soruşturduğumuzda bunun bira, şeker şurubu, cin ve muskat karşımı (yaşlı bir hanımdan yükselen ‘Hah aynen o!’ homurtusu) olduğunu tespit etmiş bulunmaktayız. Artık işsiz ve tek kuruş parası yok. Bunun sebebinin ya bira (tezahüratlar) ya da sağ elini kullanma yetisindeki kayıp olduğunu düşünmekte. Sebebin ne olduğundan emin olmasa da hayatı boyunca su dışında bir şey içmemiş olsa iş arkadaşının koluna paslı bir iğne sokmayacağına ve böyle bir kazanın yaşanmayacağına neredeyse emin (müthiş tezahürat). Artık soğuk su dışında bir şey içmiyor ve asla susuz hissetmiyor (müthiş alkış).
Betsy Martin; dul, tek çocuk ve tek göz. Gündüzleri gündeliğe ve çamaşıra gidermiş. Hayatı boyunca tek gözü olmuş ama annesinin içki içtiğini bildiğinden sebebine şaşmamak gerektiğini düşünüyor (müthiş tezahürat). Eğer içki içmek konusunda çekimser olsaydı şimdiye iki gözünün olacağı fikrinin pek de imkânsız görünmediğini söylüyor (müthiş alkış). Eskiden gittiği her yerde on sekiz penilik içki alıyormuş, bu da bir bardak bira ve bir bardak da liköre eş değermiş ama Brick Lane Şubesi’ne üye olduğundan beri artık üç şilin altı penilik içki alıyormuş (bu bildiri kulakları sağır eden bir coşkuyla karşılandı).
Henry Beller; çeşitli şirket yemeklerinde kadehlerin efendisi unvanına sahip olmuş ve her kadeh kaldırmada epey ithal şarap içiyor, hatta bazen bir iki şişeyi de eve götürüyormuş. Bu sonuncudan emin olmasa da eve içki götürdüysem içen ben olmuşumdur diyor. Çok üzgün ve melankolik hissediyor, hep ateşi var ve sürekli ağzı kuruyor. Bunun içtiği onca şaraptan kaynaklandığını düşünüyor. (Tezahürat.) Artık işsiz ve zaten istese de bir lokma ithal şarap içemiyor. (Müthiş alkış.)
Thomas Burton; belediye başkanlarına, emniyet amirlerine ve kimi meclis üyelerine hizmet veren kedi maması satıcısı[4 - 1800’lü yıllardan yaklaşık 1930’a kadar çeşitli nedenlerle insan tüketimi için uygun olmayan ve çoğunlukla bozuk at etlerini evden eve dolaşarak kediler için satan seyyar satıcılara verilen isim. Viktorya dönemi sosyal araştırmacısı Henry Mathew’un tahminlerine göre 1961 yılında Londra’da 1000 adet kedi maması satıcısı vardır ve bunlar ev ve sokak kedileri dâhil olmak üzere yaklaşık 300.000 kediye hizmet etmektedir. O dönemde evde kedi bakmak popülerleştiğinden bu ucuz etler çokça rağbet görmüştür. (ç.n.)] (bu beyefendinin isminin duyurulması herkesin sessizliğe gömüldüğü bir merakla karşılık buldu). Bir ayağı tahtadandır. Tahta ayağın taş yollarda yürüyerek harap edilmeyecek kadar pahalı olduğunu düşündüğünden ikinci el takma bacak kullanmaktadır. Her akşam düzenli olarak bir bardak sıcak cin içmektedir hatta bu sayı bazen ikiye çıkmaktadır (derin iç çekişler). Tahta bacakları çok çabuk kırılmakta ve çürümektedir, bu durumun cin ve su tüketiminden kaynaklandığına inanmaktadır (uzun tezahürat). Artık yeni tahta bacak almakta ve yalnızca su içip hafif çay içmektedir. Yeni bacaklar eskilerine göre iki kat daha uzun süre dayanmaktadır ve beyefendi bunun sebebini yalnızca değiştirdiği huylarına atfetmektedir.” (Coşkulu haykırışlar.)
Anthony Humm, artık bir şarkıyla keyiflerine bakmalarını teklif etti. Mantıklı ve ahlaklı keyfin verdiği hissiyatla Mordlin kardeş Neşeli Genç Denizciyi Duymayanınız Var mı? şarkısının muhteşem sözlerini 100. Mezmur ilahisinin melodisine uyarladı ve herkesin kendisine eşlik etmesi ricası büyük bir coşkuyla karşılandı (müthiş bir alkış). Müteveffa Mr. Dibdin’in bu şarkıyı seneler önce eski yaşantısının hatalarını ve alkolsüz yaşamın avantajlarını göstermek için yazdığına yönelik büyük inancını burada paylaşsa iyi olabilirdi. Bu sahiden de içki karşıtı bir şarkıydı. (Tezahürat tufanı.) Genç adamın kılığının düzgünlüğü, küreğinin gücü, ona bir şairin güzelim sözlerini kazandıran kıskanılası hâl ve şu sözü söyleten o zihin:
Kürek çek, zihninde başka hiçbir şey olmadan!
İşte bunların hepsi birleşince onun bir su-içer olduğu anlamı ortaya çıkıyordu (tezahürat). Ah, bu nasıl da onurlu bir keyif hâli olmalıydı! (Kendinden geçmiş çığlıklar.) Peki genç adamın ödülü neydi? Bütün genç beyleri bu dizeyi dinlemeye çağırıyorum:
Genç kızlar seve seve teknesine akın ediyorlardı.
(Kadınların da katıldığı şiddetli bir tezahürat.) Nasıl da güzel bir örnek! Kız kardeşlik hissiyle genç denizcinin teknesini çevreleyen genç kızlar, onu görev ve ayıklık bilinciyle taçlandırıyorlar. Peki onu yatıştıran, avutan ve destekleyen yalnızca kendi hâlinde genç kızlar mıydı? Hayır!
Küreğiyle şehirli kibar hanımlar arasında da rağbet görürdü.
(Muazzam tezahürat.) Narin cinsten olanlar adamları, affedersiniz kadınları aşarak genç denizciye koştular ve yanlarından geçen içkiciye iğrenerek baktılar. (Tezahürat.) Bricklane Şubesi’nin erkek kardeşleri denizciyi temsil eder. (Tezahürat ve kahkaha.) Oda onların teknesidir ve izleyiciler de genç hanımlardır ve o (Mr. Anthony Humm), ne kadar değersiz olsa da “kürekçi başıdır.” (Kontrolsüz alkış.)
“Narin cinsten kastı ne Sammyciğim?” diye sordu Mr. Weller. fısıltıyla.
“Kadınlar.” dedi Sammy aynı tonda.
“Haksız da sayılmaz, Sammy’ciğim.” diye yanıtladı Mr. Weller: “Onlar sahiden de narin cins, gerçekten de narin cins sayılırlar, eğer böyle heriflere kanıyorlarsa.”
Sinirli yaşlı beyefendinin başka bir yorumu olacaksa da sözü Mr. Anthony Humm’ın dinleyicileri bu efsaneye şahit olsun diye ilk iki dizesini icra ettiği şarkının duyulmasıyla yarıda kesildi. Şarkı söylenirken eski pantolonlu ufak adam ortadan kayboldu ve şarkı bittiği anda geri dönerek yüzünde müthiş bir ciddiyet ifadesiyle Mr. Anthony Humm’a bir şeyler söyledi. “Dostlarım!” dedi Mr. Humm, bir iki sıra arkadaki gürbüz hanımların susmasını sağlayabilmek adına küçümseyici bir ifadeyle elini kaldırarak. “Dorking Şubesi’nden Kardeş Stiggins aşağıdaymış.”
Mendiller daha öncekine oranla daha büyük bir hışımla çıkarıldı çünkü Mr. Stiggings, Brick Lane’in kadın nüfusu içine epey sevilirdi.
“Bana kalırsa yanımıza gelebilir.” dedi Mr. Humm keyifsiz bir gülümsemeyle etrafına bakınarak. “Kardeş Tadger, lütfen gelip bizi karşılamasına izin verin.”
Kardeş Tadger hitabına karşılık veren eski pantolonlu ufak adam büyük bir hızla merdiveni indirdi ve hemen ardından Rahip Stiggins’le birlikte yukarı tırmanmaya başladılar.
“Geliyor, Sammy.” diye fısıldadı Mr. Weller, bastırılmış bir kahkahadan ileri gelen mosmor bir suratla.
“N’olur bana bir şey deme şimdi.” diye yanıtladı Sam. “Çünkü kendimi tutamayacağım. Kapıya yaklaştı, merdivendeki tırmanışını duyabiliyorum.”
Sam Weller lafını bitirmemişti ki ufak kapı hızla açıldı ve Kardeş Tadger hemen arkasında Rahip Mr. Stiggins’le içeri girdi. Mr. Stiggins’in içeri girişi alkış, ayaklarla yeri tepme, mendillerin dansı ile karşılandı ve bunların hepsi keyif belirtileriydi. Kardeş Stiggins bunların hiçbirine karşılık vermedi ve tek yaptığı deli bakışlarını diktiği muma doğru yüzünde sabit bir gülüşle bir o yana bir bu yana yalpalayarak, dengesiz ve kendinden emin olmayan adımlarla yürümek oldu.
“Siz iyi misiniz Kardeş Stiggins?” diye fısıldadı Mr. Anthony Humm.
“İyiyim, efendim.” diye yanıtladı Mr. Stiggins, gaddarlıkla müthiş kalın bir telaffuzun birleşiminden oluşan bir sesle. “Ben iyiyim efendim.”
“Ah, iyi o zaman.” dedi Mr. Anthony Humm hemen, bir iki adım geri çekilerek.
“Bana kalırsa benim iyi olmadığımı söyleyecek adam henüz anasının karnından doğmamıştır değil mi?” dedi Mr. Stiggins.
“Ah, elbette hayır.” dedi Mr. Humm.
“Bana kalırsa kimse böyle bir işe girişmesin, efendim, kimse böyle bir işe girişmesin.” dedi Mr. Stiggins.
Bu aşamada dinleyiciler artık kesin bir sessizlik hâline geçmiş ve endişeyle işlerin nasıl ilerleyeceğini beklemeye koyulmuşlardı.
“Toplantıyı açacak mısın kardeşim?” dedi Mr. Humm, teşvik edici bir gülümsemeyle.
“Hayır efendim, hayır efendim. Açmayacağım.” diye lafı yapıştırdı Mr. Stiggins.
Odadaki herkes kalkık kaşlarla birbirlerine baktı ve bir şaşkınlık mırıltısı aldı başını gitti.
“Bana kalırsa efendim.” dedi Mr. Stiggins, paltosunu çıkarıp sesini epey yükselterek. “Bana kalırsa buradaki herkes sarhoş, efendim. Kardeş Tadger mesela efendim!” dedi Mr. Stiggins, bir anda hızını artırıp aniden eski pantolonlu ufak adam dönerek: “Siz sarhoşsunuz efendim!” Mr. Stiggins herkesi ayıklığa teşvik etmeye yönelik takdire şayan bir arzuyla ve bütün uygunsuz şahsiyetleri aradan çıkarmak için eski pantolonlu Kardeş Tadger’in burnunun ortasına öylesine kesin bir nişan ürünü yumruk attı ki adam yıldırım gibi gözden kayboldu. Kardeş Tadger’ın baş üstü olacak şekilde merdivenlerden uçtuğu anlaşıldı.
Bunun üstüne kadınlar panik hâlinde çığlık atmaya ve en sevdikleri Erkek Kardeşlerin kollarına atılarak onları tehlikeden korumaya çalıştılar. Bu merhamet gösterisi, Humm için ölümcül tehlike teşkil ediyordu çünkü çok sevdiğinden boynuna atılıp düşüncesizce üstüne çullanan kadın fanatikleri tarafından boğularak öldürülecekti. Işıkların büyük bir çoğunluğu söndü ve her yanı gürültü ve şaşkınlık sardı.
“Hadi Sammyciğim.” dedi Mr. Weller büyük bir dikkatle paltosunu çıkararak. “Dışarı çıkıp bir bekçi getiriver.”
“Bu arada sen ne yapacaksın?” diye sordu Sam.
“Sen beni düşünme.” deyiverdi yaşlı beyefendi. “Ben de o Stiggins denen herifle kozlarımı paylaşmakla meşgul olurum.” Sam bunu engellemek için harekete geçemeden kahraman babası odanın köşesine geçip Tanrı’nın ona bahşettiği bütün kuvvetle Rahip Stiggins’e saldırmaya başladı.
“Bırak gitsin!” dedi Sam.
“Bırak gitsin mi?” Mr. Weller daha fazla zaman kaybetmeden Rahip Mr. Stiggins’in kafasını uyarı niteliğinde bir kez tıklattıktan sonra, neşeli ve zıpır bir edayla etrafında zıplamaya başladı ki o yaşa gelmiş bir beyefendiyi böyle görmek müthiş bir görüntü şöleniydi.
Bütün itirazlarına rağmen bir şey değişmeyince Sam, şapkasını kafasına geçirip babasının paltosunu da kolunun altına alarak, yaşlı adamı belinden tuttuğu gibi zorla merdivenlerden indirip sokağa çıkarana kadar, ne babasını bıraktı ne de duraksamasına izin verdi. İlerlerlerken Rahip Mr. Stiggins’in kontrol altında tutulacağı bir yere götürülüşüne şahit olan kalabalığın bağırışlarını ve artık dağılmakta olan Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneği Brick Lane Şubesi üyelerinin farklı yönlerden gelen seslerini duydular.

Otuz Dördüncü Bölüm
Akıllara Kazınan Bardell/Pickwick Davasının Tam ve Aslına Sadık Anlatımı
“Acaba jürinin başkanı, artık her kimse, kahvaltıda ne yemiştir?” dedi Mr. Snodgrass, 14 Şubat’ın serüvenli sabahında muhabbet olsun diye.
“Ah.” dedi Perker. “Umalım ki iyi bir kahvaltı yapmış olsun.”
“Ama neden?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Bu çok önemlidir, hem de çok önemli, efendim.” diye yanıtladı Perker. “İyi, hâlinden memnun, kahvaltısını da yapmış bir jüri üyesi bulmak çok önemlidir, efendim. Tatminsiz ya da aç jüri üyeleri hep davacıyı tutar.”
“Vay başıma gelenler.” dedi Mr. Pickwick, kafası epey karışmış görünerek. “Böyle bir şeyi neden yaparlar ki?”
“Nedenini bilmiyorum.” diye yanıtladı ufak adam sakinlikle. “Zaman kazanmak için herhâlde. Eğer yemek vakti gelmişse jüri başkanı, jüri karar için bir kenara çekildiğinde saatini çıkarır ve ‘Bak sen şu işe, saat beşe on var, inanır mısınız! Ben beşte yemeğe otururum beyler.’ ‘Ben de öyle.’ der, saat üçte yemeğini yemiş ve sonuca kadar beklemekte hiç sıkıntı görmeyen iki kişi dışında diğer herkes. Jüri başkanı gülümser ve saatini geri takar: ‘Pekâlâ, o zaman davalı mı davacı mı dersiniz beyler? Benim fikrimi sorarsanız, bana kalırsa beyler, yani ben diyorum ki ama lütfen bunun sizi etkilemesine izin vermeyin, bence adamımız davacıdır.’ Bunun üzerine en az iki üç kişi de aynı fikirde olduklarını söyleyeceklerdir. Çünkü sahiden de böyle düşünüyorlardır, sonra da hep birlikte ve sanki en doğalı buymuşçasına bu fikri benimserler.”
“Saat onu on geçiyor!” dedi ufak adam saatine bakarak. “Çıksak iyi olur beyefendiciğim; sözünden cayma davalarında salon, genelde tıklım tıklım dolu olur. Bir araba çağırsanız iyi olacak beyefendiciğim yoksa epey gecikeceğiz.”
Mr. Pickwick derhâl zili çaldı ve bir araba buldukları anda dört Pickwickçi ve Mr. Perker hemen arabaya bindiler ve Guildhall’a doğru yola çıktılar. Sam Weller, Mr. Lowten ve mavi çanta, başka bir arabayla arkalarından takip etti.
“Lowten…” dedi Perker, mahkemenin önüne geldiklerinde. “Mr. Pickwick’in arkadaşlarını stajyerler bölümüne oturtun, Mr. Pickwick de benimle otursa iyi olur. Bu taraftan sevgili dostum, bu taraftan.” Mr. Pickwick’i paltosunun kolundan tutup Kraliyet Hâkimi’nin masasının tam dibindeki, avukatlar burada otursunlar ve gerekirse duruşma avukatının kulağına davanın gidişatıyla ilgili gerekli talimatı fısıldayabilsinler diye yapılmış alçak sıraya götürdü. Burada oturanları, sandalyeleri daha yüksek konumda olan dava vekilleri ve daha alçak bir konumda olan izleyiciler göremezdi. Elbette ki sırtlarını iki gruba da dönmüş, yüzlerini hâkime vermiş şekilde oturuyorlardı.
“Bu da tanık kürsüsü sanıyorum ki?” diye sordu Mr. Pickwick, sol eliyle pirinç korkuluklu bir tür kürsüye işaret ederek.
“Evet, tanık kürsüsü beyefendiciğim.” diye yanıtladı Perker, Lowten’ın az önce ayaklarının dibine bıraktığı mavi çantayı eşeleyip birtakım kâğıtlar çıkararak.
“Bu da…” dedi Mr. Pickwick, sol tarafta kalan etrafı çevrili sandalyelere işaret ederek. “Jüri üyelerinin oturduğu yer değil mi?”
“Tam da yeri, beyefendiciğim.” diye yanıtladı Perker, tütün kutusunun üstünde parmaklarıyla ritim tutturarak.
Mr. Pickwick yüzünde müthiş endişeli bir ifadeyle ayağa kalkıp mahkeme salonunu inceledi. Pek çok izleyici hâlihazırda salonun çeşitli noktalarında yerlerini almış, İngiliz Barosunun ismini duyurduğu binbir çeşit burun ve favoriye sahip bir grup peruklu adam da vekillere özel bölüme yerleşmişlerdi. Böyle beyefendilerin ellerinde hep bir evrak çantası bulunurdu ve bunları olabildiğince göze çarpacak şekilde taşır, hatta izleyenler olur da ellerindekinin ne olduğunu anlayamamışlardır diye iyice gözlerine sokmak için arada burunlarını kaşımak için bu sözü geçen dosyaları havaya kaldırırlardı. Gösteriş yapacak evrak çantaları olmayan beyefendiler, kollarının altında arka tarafında kırmızı bir etiket ve üstünde de az pişmiş turta hamuru renginde bir kapak olan teknik ismi “kanun danası” olan dolgun dosyalar taşıyorlardı. Elinde ne çanta ne de dosya olan diğerleri de elleri ceplerinde, mümkün olduğunca bilge bir tavırla yürüyorlardı. Bu sözü geçen diğerleri, müthiş bir hararet ve hevesle bir oraya bir buraya koşuşturuyor ve böylelikle neler olduğundan bihaber olan yabancıların takdir ve şaşkınlığını kazanmaktan dolayı memnun olmuş görünüyorlardı. Mr. Pickwick’i şaşırtan şeyse herkesin kendince gruplara ayrılmış ve sanki az sonra bir dava görülmeyecekmiş gibi olabilecek en soğukkanlı edayla havadan sudan konuşuyor olmalarıydı.
İçeri girip Kraliyet Hâkimi’nin arkasındaki sıraya yerleşen M. Phunky’nin başıyla selam vermesi, Mr. Pickwick’in dikkatinden kaçmadı ve o da bu selama karşılık vermek üzereydi ki Dava Avukatı Snubbin, hemen arkasında Mr. Mallard’la birlikte içeri girdi. Mr. Mallard’ın masaya koyduğu kırmızı çanta Dava Avukatı Snubbinn’i neredeyse gözlerden sildikten sonra Perker’la tokalaşarak çekildi. Sonra içeri bir iki dava avukatı daha girdi ve aralarında şişman ve kıpkırmızı suratı olan bir tanesi, Dava Avukatı Snubbin’e dostane bir selam verip havanın çok güzel olduğunu söyledi.
“Bizim avukata selam verip ne güzel gün diyen kırmızı suratlı adam kim?” diye fısıldadı Mr. Pickwick.
“Dava Avukatı Buzfuz.” diye yanıtladı Perker. “O karşımızda. Diğer ekibi yönetiyor. Arkasındaki beyefendi de Mr. Skimpin, onun astı.”
Mr. Pickwick tam büyük bir tiksintiyle bu Dava Avukatı Buzfuz kim oluyor da karşı tarafın avukatı olmasına rağmen Dava Avukatı Snubbin’e ne güzel bir sabah diyebiliyor diye sorgulamak üzereydi ki bir anda bütün avukatlarının ayağa kalkması ve mahkeme memurlarının “Sessizlik!” uyarısı ona engel oldu. Etrafına bakınca bunun sebebinin hâkimin içeri girişi olduğunu anladı.
Yargıç Stareleigh (başyargıcın üstünde biraz kırgınlık olduğu için onun yerine bakıyordu) göze batacak kadar kısa boylu bir adamdı ve o kadar şişmandı ki âdeta yüz ve ceketten oluşuyor gibi görünüyordu. İki kısa ve şekilsiz bacak üstünde lambur lumbur içeri girdi ve ciddiyetle Baroya bir selam verdi. Onların da ciddiyetle verilen selamını aldıktan sonra masasına yerleşti ve ufak fötr şapkasını da masanın üstüne yerleştirdi. Yargıç Stareleigh’in bu hareketinden sonra ondan geriye kalan tek şey iki tuhaf göz, pespembe bir yuvarlak surat ve kocaman, komik görünüşlü bir peruğun yarısıydı.
Mahkeme memuru, yargıç şapkasını çıkardığı gibi emreder bir ses tonuyla “Sessizlik!” diye bağırdı ve onun daha ilerisinde ve salonun daha içerisinde olan bir başka memurun da bu emri sinirli bir ses tonuyla tekrarlamasının ardından aynı emir üç dört kere daha öfkeyle tekrar edildi. Bunun ardından hâkimin aşağısında oturan siyah giyimli bir beyefendi jüri üyelerini çağırdı. Epey bir bağırış çağırıştan sonra yalnızca on jüri üyesi olduğu anlaşıldı. Bunun üstüne Dava Avukatı Buzfuz, yedek jüri üyelerini rica etti. Ardından siyahlı beyefendi özel jüriyi, iki sıradan jüri üyesini, bir manav ve bir eczacıyı yakasından tuttuğu gibi yerlerine yerleştirdi.
“İsminizi okuyunca buradayım deyin beyler, yemin edeceksiniz.” dedi siyahlı beyefendi.
“Richard Upwitch.”
“Burada.” dedi manav.
“Thomas Groffin.”
“Burada.” dedi eczacı.
“Kitaba el basın, beyler. Yalnızca ve sadece…”
“Mahkemenin affına sığınıyorum.” dedi uzun, ince ve sarı benizli bir adam olan eczacı. “Mahkemenin beni bu seferlik mazur göreceğini umuyorum.”
“Hangi gerekçeyle, beyefendi?” dedi Yargıç Stareleigh.
“Yardımcım yok, Lordum.” dedi eczacı.
“Benim elimden bir şey gelmez efendim.” diye yanıtladı Yargıç Stareleigh. “Bir tane tutuverin.”
“Durumum yok, Lordum.” diye cevap verdi eczacı anında.
“Durumunuz olsaydı o zaman, efendim.” dedi yargıç kıpkırmızı kesilerek çünkü Yargıç Stareleigh zaten her zaman biraz öfkenin eşiğindeydi ve kendisine karşı gelinmesine de hiç katlanamazdı.
“Onu ben de biliyorum efendim. Eğer hakkım olanı kazansaydım zaten durumum olurdu ama kazanmıyorum Lordum.” diye yanıt verdi eczacı.
“Beyefendiye yemin ettirin.” dedi yargıç, tartışmaya mahal vermeyecek şekilde.
Memur yalnızca “Yalnızca ve sadece” kısmını bitirmişti ki eczacı yeniden sözünü kesti.
“Yani yine de yemin mi edeceğim Lordum, yine de mi?” dedi eczacı.
“Kesinlikle, efendim.” diye yanıtladı asabi ufak yargıç.
“Öyle olsun, efendim.” diye yanıtladı eczacı, bıkkın bir tavırla. “Öyleyse bu duruşma bitmeden bir cinayet işlenmiş olacak. Yemin ettirin öyleyse efendim.” dedi ve yargıç, ağzına geleni söylemeye fırsat bulamadan eczacıya yemin ettirildi.
“Ben yalnızca izlemek için gelmiştim, Lordum.” dedi eczacı büyük bir dikkatle yerine otururken. “Hatta o yüzden eczanemde ayakçı çocuk dışında kimse yok, Lordum. İyi çocuktur Lordum ancak ilaçlardan hiç anlamaz. Ona kalsa İngiliz tuzu oksalit asit demek ve sinameki şurubu da afyon ruhu demek.” Uzun boylu eczacı bununla birlikte sandalyesinde kaykıldı ve yüzündeki sakin ifadeyle kendini olabilecek en kötü şeye hazırladığını belli etti.
Mr. Pickwick eczacıyı büyük bir dehşetle dinliyordu ki birden mahkemenin orta yerinde bir hareketlenme oldu. Mrs. Bardell, Mrs. Cluppins’ten destek alarak içeri girmiş ve bitkin bir hâlde Mr. Pickwick’in oturduğu sıranın öbür ucuna oturmuştu. Her birinin yüzünde duruma özel olarak hazırlanmış mümkün olan en anlayışlı ve üzüntülü ifadeyle Mr. Dodson tarafından kocaman bir şemsiye ve Mr. Fogg tarafından da bir çift ayakkabı kılıfı da aynı sıraya bırakıldı. Sonra arkasında Efendi Bardell’le Mrs. Sanders göründü. Mrs. Bardell çocuğunu görünce yerinden zıpladı, bir anda aklı başına geldi ve çıldırmış gibi oğlunu öpmeye başladı. Hemen ardından yine o histerik ahmaklığına geri döndü ve nerede olduğunu sordu. Buna cevap olarak Mrs. Cluppins ve Mrs. Sanders başlarını çevirip ağlamaya başladılar. Dodson ve Fogg, davacıdan kendini toplamasını rica etti. Dava Avukatı Buzfuz, kocaman beyaz bir mendille gözlerini çıkarırcasına sildi ve sonra da jüriye duygusal bir bakış attı. Bu durumdan yargıç da epey etkilenmişse benziyordu ve izleyenler de hislerini yutkunarak gizlemeye gayret ediyorlardı.
“Sahiden de harika fikir.” diye fısıldadı Perker, Mr. Pickwick’in kulağına. “Dodson ve Fogg da az değil yalnız. İnsanları etkileyecek fikirleri hiç bitmez, beyefendiciğim. Tek kelimeyle mükemmel.”
Perker konuşadursun, Mrs. Bardell yavaş yavaş kendine gelmeye başladı ve Mrs. Cluppins de Efendi Bardell’in düğmelerini ve kaçınılmaz şekilde bu düğmelere ait olan düğme deliklerini dikkatlice inceledikten sonra çocuğu annesinin dizlerinin dibine oturttu. Bu öyle bir oturma şekliydi ki hem yargıç hem de jüri içinde müthiş bir acıma ve anlayış hissi uyandırması kaçınılmazdı. Bu elbette kolay olmamıştı. Çocuk itirazlar eşliğinde gözyaşlarına boğuldu çünkü yargıcın tam görüş alanının ortasına oturtulmasının en iyi ihtimalle biraz sonra kellesinin uçurulacağı ya da ömrünün geri kalanını geçireceği deniz aşırı bir yere gönderileceği anlamına geldiğine inanmıştı.
“Bardell ve Pickwick.” diye bağırdı siyahlı beyefendi, listede en başta olan davayı duyurarak.
“Ben davacıyı savunuyorum, Lordum.” dedi Dava Avukatı Buzfuz.
“Yanında kim var Kardeş Buzfuz?” dedi yargıç. Mr. Skimpin bu kişinin kendisi olduğunu belli etmek için başını eğdi.
“Ben de davalı için buradayım, Lordum.” dedi Dava Avukatı Snubbin.
“Yanında biri var mı Kardeş Snubbin?” diye soruldu mahkemece.
“Mr. Phunky, Lordum.” diye yanıtladı Avukat Snubbin.
“Dava Avukatı Buzfuz ve Mr. Skimpin davacı tarafında.” dedi yargıç, isimleri bir defterine yazıp bir yandan da sesle okurken. “Davalı için de Dava Avukatı Snubbin ve Mr. Monkey.”[5 - İngilizcede maymun anlamına gelmektedir. (ç.n.)]
“Çok affedersiniz Lordum, Phunky olacak.”
“Ah anladım.” dedi yargıç. “Daha önce bu isme şahit olma şerefine erişmemiştim.” Mr. Phunky bunun üzerine başını eğdi ve gülümsedi, yargıç da aynını yaptı. Utançtan gözlerinin beyazına kadar kızarmış olan Mr. Phunky bugüne kadar bunu başarabilmiş tek bir Tanrı kulu olmamasına ve kuvvetle muhtemel gelecekte de olmayacağına rağmen sanki herkesin ona baktığının farkında değilmiş gibi davrandı.
“Buyurun.” dedi yargıç.
Memurlar yeniden sessizlik emretti ve Mr. Skimpin “davayı açmaya” koyuldu. Gören dava dosyasında hiçbir şey yazmıyor sanırdı çünkü yargıç bu tür detayları sesli okumazdı. Üç dakika geçtikte sonra bile jüri hâlâ önceki uzmanlık seviyesine sahipti.
Dava Avukatı Buzfuz, bu davanın ciddi tabiatının gerektirdiği haşmet ve ağırbaşlılıkla ayağa kalktı ve Dodson’ın kulağına fısıldayıp Fogg’la kısa bir müzakereye giriştikten sonra cübbesinin omuzlarını düzeltip peruğunu kafasına iyice yerleştirdikten sonra jüriye hitap etti.
Dava Avukatı Buzfuz sözüne, meslek hayatı süresince hatta hukuk eğitimine, başladığı ilk andan itibaren kendini böylesine derin hislerle boğuşur bulmadığını, omuzlarında böylesine büyük bir yükü hissetmediğini söyleyerek başladı. Eğer bu yaralı ve hakir görülmüş müvekkilinin gerçeğinin su yüzüne çıkacağı ve adalete kavuşacağına, yüce gönüllü ve akıllı bir düzine beyefendinin doğru kararı vereceğine emin olmasa böyle bir yükün altına girmesinin mümkün olamayacağını söyledi.
Hukukçular lafı genellikle böyle açarlardı çünkü bu sözler jüri üyelerine kendilerini hoş hissettirir ve ne kadar da zeki insanlar olduklarını düşünmelerine sebep olurdu. Sözlerin etkisi anında kendini belli etmişti çünkü jüri üyelerinden bazıları hararetle not almaya başlamışlardı bile.
“Muhterem dostumu da dinlediniz beyler.” diye devam etti sözüne Dava Avukatı Buzfuz, jüri üyelerinin sözü geçen muhterem dosttan kayda değer bir şey dinlemediklerinin çok farkında olarak. “Muhterem dostumun da söylediği gibi beyler, elimizdeki evlilik vaadinin ihlal edilmesi davasıdır ve tazminat bedeli 1.500 sterlin olarak belirlenmiştir. Ancak değerli dostum size bu davanın eğrisini doğrusunu anlatmadı çünkü bu onun üstüne vazife değil. Bu davanın eğrisini doğrusunu anlatmak benim üzerime vazifedir beyler çünkü bu bilgiler az sonra karşınızdaki kürsüye çıkaracağım dürüst hanımefendi tarafından bana bahşedilmiştir.”
Bu noktada Dava Avukatı Buzfuz, “kürsü” kelimesinin altını muazzam biçimde çizip masaya müthiş bir kuvvetle vurduktan sonra, gözlerini kendisine büyük bir takdirle ve davalıya da nefret dolu bakmakta olan Dodson ve Foss’a çevirdi.
Dava Avukatı Buzfuz usul usul, üzüntülü bir ses tonuyla sözlerine devam etti. “Davacı, beyler, evet davacı bir duldur. Evet beyler, bir dul. Müteveffa Mr. Bardell, kraliyet hazinesinin muhafızlarından biri olarak yıllar boyu büyük bir itimat ve itibara nail olmuş ve sonra dünyevi hayatın asla sağlayamayacağı bir sükûnet ve huzur içinde fâni dünyadan ayrılmıştır.” İşin aslı, birahanenin kilerinde kafasına geçirilen bir sürahiyle hayattan göçüşünü böylesine acındırıcı ifadelerle anlatan avukat, sesi titreyerek lafına devam etti:
“Ölümünden bir süre sonra küçük oğlu onun bir kopyası hâline gelmiştir. Mrs. Bardell, müteveffa vergi memurundan geriye kalan bu tek yadigârla birlikte Goswell Caddesi’nin sakinliğine ve inzivasına sığınmıştır. Orada da caddeye bakan salonun camına, üzerinde ‘Bekâr Beyefendiler İçin Mobilyalı Odalar. Sorularınızı İçeri Sorunuz.’ yazan bir tabela asmıştı.” Bu noktada Dava Avukatı Buzfuz duraksadı ve jüri üyesi birkaç beyefendi not almaya başladı.
“Bunun tam tarihi yok değil mi?” diye sordu jüri başkanı. “Tam bir tarih yok beyler.” diye yanıtladı Dava Avukatı Buzfuz. “Ancak aldığım bilgilere göre bu ilan davacının penceresine üç yıl önce bu zamanlar konulmuştur. Ben jürinin dikkatini kullanılan kelimelere çekmek istiyorum: ‘Bekâr Beyefendiler İçin Mobilyalı Odalar!’ Mrs. Bardell’in karşı cinse yönelik fikirleri kaybettiği, beyinin pek değerli özelliklerinin yakınen incelenmesinden geliyordu. Herhangi bir korku, güvensizlik ya da şüpheye sahip değildi. Tek bildiği güven ve inançtı. ‘Mr. Bardell…’ dedi dul. ‘Mr. Bardell onurlu bir adamdı, Mr. Bardell sözünün eri bir adamdı, Mr. Bardell kimseyi kandırmazdı, Mr. Bardell de bir zamanlar bekâr bir beyefendiydi. Bekâr beyefendilere baktığımda mütemadiyen o genç ve tecrübesiz kalbimi kazanmış olan Mr. Bardell’in o hâlini hatırlarım. O yüzden demiştim ki evimi de bekâr beyefendilere kiraya vermeliyim.’ Bu saf ve dokunaklı dürtüyle (kusursuz olmayan tabiatımızın en iyi dürtülerinden biri de budur beyler), harekete geçen yalnız ve unutulmuş dul; gözyaşlarını sildi, evininin ilk katını yeniletti, günahsız yavrusunu bağrına basıp salon camına ilanı astı. Peki o ilan uzun süre orada kaldı mı? Hayır. Yılan beklemekte, tren durmakta ve maden de işlemekteydi. Daha ilan pencereye asılalı üç gün olmamıştı ki bakın üç gün diyorum beyler, iki ayağı üzerinde ve dışarıdan bakınca canavara değil de adama benzeteceğiniz bir yaratık Mrs. Bardell’in evinin kapısını çaldı. Söylenildiği üzere sorularını sordu, pansiyonu tuttu ve hemen ertesi gün de yerleşti. Bu adam Pickwick idi, davalı Pickwick.”
Dava Avukatı Buzfuz, öylesine ağız dolusu konuşmuştu ki yüzü kıpkırmızı olmuştu. Bu noktada nefes almak için duraksadı. Sessizlik, Yargıç Stareleigh için bir uyarı niteliğinde oldu ve mürekkebi konulmamış kalemiyle bir şeyler yazıp her zamankinden ciddi görünerek jüriyi hep gözleri kapalıyken düşündüğüne ikna etmeye çalıştı. Dava Avukatı Buzfuz konuşmaya devam etti:
“Pickwick denilen bu adam hakkında az lafım olacak. Önemli olan birkaç nokta var ve ben de sizler de böylesine mide bulandırıcı bir kalpsizliğin ve sistematik kötülüğün üzerinde duracak insanlar değiliz.”
Bu noktada bir süredir sessizlik içinde yazı yazmakta olan Mr. Pickwick, sanki aklından adalet ve kanunun gözü önünde Dava Avukatı Buzfuz’un ümüğünü sıkmak gelmiş gibi irkildi. Perker’ın uyarı niteliğindeki hareketi onu durdurdu ve sözünü sürdürmesini, Mrs. Cluppins ve Mrs. Sunders’ın hayran bakışlarıyla tezat oluşturan bir nefretle beyefendinin sözünü sürdürmesini bekledi.
“Bu sistematik kötülüktür beyler.” dedi Dava Avukatı Buzfuz, Mr. Pickwick’e bakıp ona hitaben konuşarak. “Sistematik kötülük derken şunu da eklemek isterim, eğer bana bildirildiği gibi Mr. Pickwick şu anda mahkeme salonundaysa; eğer edepli, düzgün ve fikirli bir adamsa başını eğik tutar. Ona şunu da söylemek isterim beyler, bu mahkemede herhangi bir çatışma ya da tenkit hoş karşılanmayacaktır. Zaten bu düşünceler sizden çıkınca ciddiye de alınmayacaktır. Bir de kendisine şunu da söylemek isterim, Lordumun da onaylayacağı üzere böylesine bir görevi omuzlamış bir mahkemenin ne gözü korkutulabilir ne zorbalığa boyun eğer ne de siner. Bunlardan herhangi birini yapmaya çalışırsanız, artık ilki de olabilir ikincisi de sonuncusu da onu ben bilemeyeceğim ama bunlardan herhangi birini yapmaya çalışırsanız davalı da olsanız davacı da olsanız, adınız Pickwick de olsa Noakes de olsa Stoakes de olsa Stiles de olsa Brown da olsa Thompson da olsa fark etmez.”
Konudan bu ufak sapış elbette ki niyet edildiği üzere bütün gözlerin Mr. Pickwick’e çevrilmesine sebep oldu. Dava Avukatı Buzfuz, kendini atamış olduğu ahlak bekçiliği rolünden sonunda çıktı ve sözüne devam etti:
“Şunu da belirtmeliyim ki beyler, Pickwick iki sene boyunca aralıksız ve kesintisiz olarak Mrs. Bardell’in evindeki konaklamasına devam etti. Mrs. Bardell bu sürenin tamamı boyunca ona hizmet etti, onu rahat ettirdi, yemeklerini pişirdi, çamaşırcıya verilen çamaşırlarını takip etti, gerekirse yamadı, havalandırdı, yıkananları giyime hazır hâle getirdi yani kısacası onun en yakını ve en güvendiği oldu. Bir de şunu da atlamamak lazımdır ki küçük oğluna genelde yarım peni ve bazı durumlarda altı peni bile vermişliği olmuştur. Ayrıca değerli meslektaşımın karşı çıkıp değiştiremeyeceği şekilde kanıtlarla sunacağım üzere, bir keresinde küçük çocuğun başını okşayıp son zamanlarda sokakta hiç ‘misket’ ya da ‘cilli’ (anladığım kadarıyla bunlar şehir çocukları tarafından çok tutulan bilye çeşitleri) kazanıp kazanmadığını sormuş ve kayıtlara geçmesini rica edeceğim şu ifadeyi kullanmıştır: ‘Başka bir baban olsun ister miydin?’ Şunu da kanıtlayacağım beyler, yaklaşık bir sene önce Pickwick aniden eve uğramamaya ve uzun süre de ortalarda görünmemeye başlamıştır. Sanki müvekkilimle ilişkisini kesmeye niyet etmiştir. Ancak herhâlde o zamanlar bu konuda çok da kararlı olmadığından ya da belki öyle bir şey mümkünse içinden bir iyilik dalgası falan yükseldiğinden ya da müvekkilimin onun bu erkekliğe yaraşmayacak hareketlerine rağmen gösterdiği ilgi ve alaka galip geldiğinden tekrar taşradan kente döndüğünde şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde evlilik teklifinde bulunmuştur. Ancak elbette ki bu işe girişimden önce etrafta bu ciddi meseleye tanıklık edecek birileri var mı yok mu diye iyice araştırmıştır. Görüp görebileceğiniz en isteksiz tanıklar olsalar da en isteksiz tanıklar diyorum beyler, üç eski arkadaşının verdiği ifadeye göre sözü geçen sabah, davacıyı kollarına alıp onu okşayarak ve sevgi sözcükleriyle sakinleştirirken görülmüştür.”
Muhterem Dava Avukatı’nın konuşmasının bu kısmında izleyenlerin yüzünde belirgin bir ifade ortaya çıkmıştı. İki çok küçük kâğıt parçasını havaya kaldırarak konuşmasına devam etti: “Konu bu beyler. Ancak söylemek istediğim bir şey daha var. İki taraf arasında iki mektup alışverişi yapılmıştır. Bu mektuplar davalının el yazısıyla kaleme alınmıştır ve çok şey ifade etmektedir. Sonuçta kelimeler de bir adamın kişiliğini ifade edebilir. Bunlar anlaşılır, hararetli, anlamlı mektuplar değildir, sevgi dolu bir bağlılık ifade etmezler. Bunlar üstü kapalı, sinsi, saman altından su yürüten mektuplardır ancak neyse ki şüpheleri ortadan kaldırmak konusunda en parıltılı ve şairane dil kullanılarak yazılmış mektuplardan daha başarılıdır. Bu mektupların dikkatli ve şüpheci gözlerle incelenmeleri gereklidir. Bu mektuplar belli ki o zamanlar bu kelimeleri yanlışlıkla okuyabilecek üçüncü tarafları yollarından saptırmak amacıyla kaleme alınmışlardı. İzninizle ilkini okuyayım: Garraways, saat on iki. Sevgili Mrs. B., salçalı pirzola. Sevgiler, Pickwick. Sizce bu ne demek oluyor beyler? Salçalı pirzola. Sevgiler, Pickwick! Pirzola! Tanrı aşkına! Hem de salçalı! Beyler söyleyin bana böylesine cefakâr ve hassas bir kadının mutluluğu böyle hilelerle yerle bir mi edilmelidir? Bir sonrakinde tarih de yok ki bence bu başlı başına bir kuşku kaynağı. ‘Sevgili Mrs. B. Yarına kadar evde olmayacağım. Araba yavaş!’ Sonra da çok kayda değer bir tabir kullanıyor. ‘Yatağı ısıtmak için zahmet etmeyin.’ Yatağı ısıtmak mı! Söyleyin beyler kim yatağı ısıtmaya zahmet diyebilir? Yatak ısıtıcı dediğimiz alet bu kadar zararsız, faydalı ve eklemeden geçemeyeceğim, rahatlatıcı bir ev ürünüyken neden insan kullanımını zahmet olarak görür ki? Yani demek istediğim şu; ‘yatak ısıtmak’ deyimi gizli bir arzu, sevgi dolu bir söz ya da vaat anlamına gelmiyorsa (ki böyle olduğuna hiç şüphe yok), daha önceden Mr. Pickwick tarafından terk etme güdüsüyle becerikli biçimde uydurulmuş ve benim deşifre etmemin mümkün olmadığı dil sisteminin bir parçası değilse, neden Mrs. Bardell’in kendini zahmete sokmaması bu kadar azimle rica ediliyor? Peki yavaş arabanın altındaki gizli mana ne? Çünkü bana kalırsa bu Mr. Pickwick’in kendisi için kullandığı gizli bir kod olabilir zira kendisi bu ilişkide âdeta yavaş bir araba gibi davranmıştır ancak yakında hak ettiği cezayı bulurken hızı beklenmedik şekilde artacak ve tekerlekleri beyler, sizler tarafından çok yakında yağlanacak!”
Dava Avukatı Buzfuz tam bu noktada jüri üyeleri esprisine gülüyor mu diye görmek için duraksadı. Ancak manav dışında kimse espriyi anlamadığından ki o da muhtemelen zaten daha bu sabah arabaya böyle bir uygulama yapıldığını gördüğü için espriyi anlamıştı, muhterem Dava Avukatı lafını tamamlamadan önce iç karartıcı detayların bir kez daha üstünden geçmesinin iyi olacağına karar verdi.
“Neyse bu konuda bu kadar konuştuğumuz yeter beyler.” dedi Dava Avukatı Buzfuz. “İnsan acı çekerken gülemez zaten üstelik yapılan şaka eğer kalbimizi derinden etkiliyorsa iyi bir şaka değildir. Benim müvekkilimin hayalleri ve umutları mahvolmuş hâlde ve işini kaybettiğini söylesem abartıyor sayılmam. İlanı indirdi ama ortada yeni bir kiracı yok. Uygun bekâr beyefendiler sürekli geçip gidiyor ancak sorularınızı içeri sorun, dışarı sorun diyen yok. Ev artık karanlık ve kasvetten ibaret. Çocuk sesi bile susturuluyor, annesi ağlarken çocuğun oyunlarıyla kim ilgilenecek? ‘Misket’ ve ‘cilli’ oyunları da unutulmuştur. Çocuk artık bilyeler nasıl ses çıkartır hatırlamıyor, çelik çomağı en son ne zaman oynadı belli değil. Ama o Pickwick yok mu beyler, Goswell Caddesi denilen çölün ortasındaki bu güzelim ailevi vahayı yok eden, kuyuyu kurutan ve çimleri külle kaplayan, bugün karşınıza çıkmış olan, kalpsiz salça ve yatak ısıtıcılarının adamı Mr. Pickwick, utanmak nedir bilmeyen yüzsüzlüğüyle ve yarattığı felakete dönüp bir kez bile bakmayan biridir beyler. Tazminat beyler, evet ağır bir tazminat bu kişinin tek hak ettiği şeydir. Müvekkilimin içini ancak bu soğutur. Kendisi de aydınlık, yüce gönüllü, dürüst, vicdanlı, hâlden anlar ve akıllı jüri üyelerini bu tazminatı kabul etmeye davet ediyor.”
Bu etkileyici söylevin ardından Dava Avukatı Buzfuz yerine oturdu ve Dava Avukatı Stareleigh uyandı.
“Elizabeth Cluppins’i çağırın.” dedi Dava Avukatı Buzfuz, bir dakika sonra yenilenmiş enerjiyle doğrularak.
En yakındaki memur, Elizabeth Tuppins diye seslendi; onun biraz ilerisindeki memur, Elizabeth Jupkins’i rica etti; bir üçüncü de nefes nefese King Caddesi’ne koşarak sesi kesilene kadar Elizabeth Muffins’i çağırdı.
Bu arada Mrs. Cluppins, Mrs. Bardell, Mrs. Sanders, Mr. Dodson ve Mr. Fogg’un yardımıyla tanık kürsüsüne getirilmiş ve en üst basamağa kadar kazasız belasız çıktığına emin olunduktan sonra Mrs. Bardell; en alt basamakta bir elinde mendil, bir elinde ayakkabı kılıfları, bir elinde de acil bir durumda koklamak üzere koklama taşıyla birlikte beklemeye koyuldu. Manalı manalı yargıca bakmakta olan Mrs. Sanders, elinde kocaman bir şemsiye ve sanki gerekli görürse hemen açabileceğini belli etmek istercesine açma tuşuna yakın duran başparmağıyla onun yakınında bir yere yerleşti.
“Mrs. Cluppins.” dedi Dava Avukatı Buzfuz. “Sakin olun lütfen hanımefendi.” Elbette Mrs. Cluppins sakin olun talimatını aldığı anda gittikçe artan bir hararetle ağlamaya ve daha sonra söylediği üzere hislerinin altında ezildiğinden etraftaki herkesin birazdan bayılıvericek olması endişesine kapılmasına neden oldu.
“Hatırlıyor musunuz, Mrs. Cluppins…” dedi Dava Avukatı Buzfuz, birkaç önemsiz sorudan sonra. “Bir sabah Mr. Pickwick’in dairesinin tozunu alırken Mrs. Bardell’in evinin arka salonunda oturduğunuz o temmuz gününü?”
“Evet Lordum, hatırlıyorum.” diye yanıtladı Mrs. Cluppins.
“Mr. Pickwick’in oturma odası birinci kattaydı diye hatırlıyorum?”
“Evet, öyleydi beyefendi.” diye yanıtladı Mrs. Cluppins.
“Arka salonda ne yapıyordunuz, hanımefendi?” diye sordu ufak yargıç.
“Lordum ve jüri üyelerine sesleniyorum.” dedi Mrs. Cluppins müthiş bir panikle. “Sizi kandırmayacağım.”
“Kandırmasanız iyi olur.” dedi ufak yargıç.
“Oradaydım.” diye lafa devam etti Mrs. Cluppins. “Mrs. Bardell’in bundan haberi yoktu. Elimde üç kilosu yarım peniye alınmış ufak bir sepet dolusu kırmızı fasulye vardı ki Mrs. Bardell’in kapısını yarım gördüm.”
“Ne gördünüz ne gördünüz!” diye bağırdı ufak yargıç.
“Yarı yarıya açık Lordum.” dedi Dava Avukatı Snubbin.
“Yarım dedi ama.” dedi ufak yargıç külyutmaz bir ifadeyle.
“Aynı şey, efendim.” dedi Dava Avukatı Snubbin. Ufak yargıç şüpheye düşmüş gibi görünüyordu ve bunu kayıtlarına alacağını söyledi. Mrs. Cluppins sözüne devam etti:
“İçeri girdim, beyler ama amacım yalnızca iyi günler demekti ve mahcup biçimde üst kata çıkıp sonra da arkadaki odaya doğru gittim. Beyler, öndeki odada bazı sesler duydum ve…”
“Siz de dinlediniz, sanıyorum ki Mrs. Cluppins, değil mi?” dedi Dava Avukatı Buzfuz.
“Kusura bakmayın ama efendim.” diye yanıtladı Mrs. Cluppins ihtişamlı bir havayla. “Bu onların suçu. Çok yüksek sesle konuşup kulağımın içine giriverdiler.”
“Peki, Mrs. Cluppins, anladık, siz dinlemiyordunuz ama sesleri yine de duydunuz. Bu seslerden biri Pickwick’e mi aitti peki?”
“Evet efendim, öyleydi.” dedi Mrs. Cluppins. Mr. Pickwick hepinizin şahit olduğu o konuşma sırasında Mrs. Bardell’e meramını tane tane anlatmış ve arada pek çok soru sormuştu.
Jüri kuşkulu görünüyordu ve o sırada yerine oturmakta olan Dava Avukatı Buzfuz’ın yüzü de gülüyordu. Dava Avukatı Snubbin beyanı doğrulamayacağını çünkü Mr. Pickwick’in kesin olarak Mrs. Cluppins’in lafının üstüne bir laf söylemeyeceğini, beyanının doğru olduğunun bilinmesini istediğini bildirince jüri üyelerinin yüzü düştü.
Mrs. Cluppins ilk heyecanını üzerinden attıktan sonra kendi hayatından biraz bahsetmek için doğru bir zaman olduğunu düşündü. Şu anda sekiz çocuk annesiydi ancak her şey yolunda giderse altı ay içinde Mr. Cluppins’e dokuzuncu bir çocuk vermeye yönelik haklı bir beklenti içinde olduğunu belirtti. Tam bu noktada ufak yargıç huzursuzlanarak araya girdi ve bu araya girmenin sonucunda hem değerli hanımefendi hem de Mrs. Sanders’ın Mr. Jackson’ın yardımıyla daha fazla konuşmaya fırsat verilmeden kibar biçimde mahkeme salonundan çıkarılmalarıyla sonuçlandı.
“Nathaniel Winkle!” dedi Mr. Skimpin.
“Burada!” diye yanıtladı, belli belirsiz bir ses. Mr. Winkle tanık kürsüsüne çıktı ve yeminini ettikten sonra yargıca kayda değer bir saygıyla selam verdi.
“Bana bakmayın, beyefendi.” dedi yargıç, verilen selama karşılık sert biçimde. “Jüriye bakın.”
Mr. Winkle emre uydu ve jürinin olmasının en muhtemel olduğunu düşündüğü yere baktı çünkü o anda içinde bulunduğu zihinsel karmaşa yüzünden herhangi bir şey görmesi pek muhtemel değildi.
Mr. Winkle, kırk iki-kırk üç yaşlarında, gelecek vadeden genç bir adam olan ve herkes tarafından bilindiği üzere, karşı tarafın yanında olan kişinin aklını karıştırmak niyetinde olan Mr. Skimpin tarafından sorgulanmaya başlandı.
“Peki efendim.” dedi Mr. Skimpin. “Bize isminizi bahşeder misiniz?” Bunun ardından ismi duymak için başını öbür yana eğip sanki Mr. Winkle’ın yalan beyan vermesi beklenir bir şeymiş ve bu onu ismini yanlış söylemeye teşvik edecekmiş gibi gözlerini jüriye dikti.
“Winkle.” diye yanıtladı tanık.
“İlk isminiz nedir efendim?” diye sinirle sordu ufak yargıç.
“Nathaniel, efendim.”
“Daniel, başka isminiz var mı?”
“Nathaniel, efendim, yani Lordum.”
“Nathaniel Daniel mi? Daniel Nathaniel mi?”
“Hayır efendim, yalnızca Nathaniel. Daniel yok.”
“O zaman bana neden Daniel dediniz ki beyefendi?” diye sordu yargıç.
“Demedim efendim.” diye yanıtladı Mr. Winkle.
“Dediniz, efendim.” diye yanıtladı yargıç fena bir somurtu eşliğinde. “Siz bana söylememiş olsanız ben notlarıma nasıl Daniel yazacağım beyefendi?” Elbette ki bu argümanı cevaplandırmak olanaksızdı.
“Mr. Winkle’ın hafızası gerçekten kısa, Lordum.” diye lafa girdi Mr. Skimpin, jüriye bir bakış daha atarak. “Onunla işimiz bitmeden hafızasını tazelemenin bir yolunu bulmalıyız bana kalırsa.”
“Dikkatli olsanız iyi edersiniz, efendim.” dedi ufak yargıç, tanığa sinsi bir bakış atarak.
Zavallı Mr. Winkle başını eğdi ve rahat görünmeye çabaladı ancak şaşkınlığına denk geldiği için daha çok telaşlı bir yankesici izlenimi verdi.
“Pekâlâ Mr. Winkle.” dedi Mr. Skimpin. “Artık lütfen bana kulak verin, efendim. Bana kalırsa kendi iyiliğiniz için Lordumuzun uyarılarına dikkat etseniz de iyi olur. Davalı Mr. Pickwick’in yakın bir arkadaşısınız, doğru mu?”
“Mr. Pickwick’i uzun zamandır tanırım, hatırladığım kadarıyla neredeyse…”
“Lütfen Mr. Winkle, kaçamak yapmayın. Davalının yakın bir arkadaşı mısınız değil misiniz?”
“Tam diyecektim ki…”
“Sorumu cevaplayacak mısınız yoksa cevaplamayacak mısınız, beyefendi?”
“Eğer bu soruyu cevaplamazsanız tutuklanırsınız.” diye araya girdi ufak yargıç defterine bakarak.
“Haydi ama beyefendi, evet mi hayır mı?” dedi Mr. Skimpin.
“Evet, öyleyim.” diye yanıtladı Mr. Winkle.
“Evet, öylesiniz. Peki neden hemen söylemediniz? Belki davacıyı da tanıyorsunuzdur? Ha, Mr. Winkle?”
“Kendisini tanımıyorum ama görmüşlüğüm var.”
“Ah, neymiş efendim kendisini tanımıyormuş ama görmüşlüğü varmış, öyle mi? Lütfen bir zahmet jüriye bunun ne demek olduğunu söyler misiniz Mr. Winkle?”
“Demek istediğim kendisiyle bir yakınlığımız yok ama Mr. Pickwick’i Goswell Caddesi’nde ziyarete gittiğimde görmüşlüğüm var.”
“Onu hangi sıklıkla gördünüz beyefendi?”
“Hangi sıklıkla mı?”
“Evet Mr. Winkle, hangi sıklıkla? Gerekirse sorumu on kez tekrarlarım, beyefendi.” Muhterem beyefendi ciddi ve değişmez bir somurtuyla ellerini beline koydu ve jüriye şüpheli bir biçimde gülümsedi.
Bu soru üstüne ahlak bekçileri kaşlarını yükseltti çünkü böyle durumlar karşısında bunu yapmak âdettendi. Mr. Winkle ilk başta Mrs. Bardell’i kaç kez gördüğünü bilmesinin olanaksız olduğunu söyledi. Sonra onu yirmi kere görmüş olup olmayacağı sorulduğunda. “Kesinlikle ondan fazla olmuştur.” diye yanıtladı. Sonra onu yüz kere görmüş olup olmayacağı soruldu. Sonra elli kere görüp görmediği ve acaba yetmiş beş kere mi gördüğü soruldu. Sonunda varılan sonuç Mr. Winkle’ın aklını başına alması ve kendine dikkat etmesine yönelik oldu. Tanık bir kez bu endişeden ileri gelen karmaşık zihin durumuna ulaştırıldığında sorgulama şu şekilde devam etti:
“Lütfen söyleyin, Mr. Winkle. Geçen temmuz ayında, sözü geçen sabah Mr. Pickwick’in Goswell Caddesi’ndeki davacıya ait dairesine gidip gitmediğinizi hatırlıyor musunuz?”
“Evet, hatırlıyorum.”
“Yanınızda size eşlik eden Tupman adında ve de Snodgrass adında arkadaşlarınız var mıydı?”
“Evet, vardı.”
“Buradalar mı?”
“Evet, buradalar.” diye yanıtladı Mr. Winkle, arkadaşlarının bulunduğu noktaya büyük bir hevesle bakarak.
“Lütfen dikkatinizi bana verin Mr. Winkle, arkadaşlarınızı gözlemeyi bırakın.” dedi Mr. Skimpin, jüriye bir manalı bakış daha attıktan sonra. “Onlar da kendi hikâyelerini öncesinde size danışmadan anlatmak durumundalar eğer çoktan aranızda görüşmediyseniz. (Jüriye atılan bir bakış daha.) Peki efendim, lütfen jüri üyesi beyefendilere sözü geçen sabah davalının odasına girdiğinizde ne gördüğünüzü söyleyin. Dökülün efendim. Nasıl olsa eninde sonunda öğreneceğiz.”
“Davalı Mr. Pickwick, davacıyı kollarına almış, belini kavramıştı.” diye yanıtladı Mr. Winkle doğal bir duraksamanın ardından. “Davacı sanki bayılmış gibiydi.”
“Davalının ne söylediğini duydunuz mu?”
“Mrs. Bardell’e sevgili hanımcığım dediğini duydum, lütfen kendinize gelin, biri gelse nasıl açıklama yapacağız diyordu.”
“Peki Mr. Winkle, size sormak istediğim tek bir soru daha var ve Lord’un dikkatini hafife almamanızı rica edeceğim. Davalı Mr. Pickwick’in sözü geçen anda ‘Sevgili Mrs. Bardell, canımın içi, lütfen kendi toparla çünkü böyle olması gerekiyor?’ ya da bu ayarda bir şey demediği konusunda yemin edebilir misiniz?”
“Yani şey, ne dediğini anlamadım, o yüzden evet kesinlikle.” Mr. Winkle, söylediklerinin böylesine bir zırvaya dönüştürülmesinden dolayı biraz afallamıştı. “Ben merdivendeydim ve tam olarak ne söylendiğini duyamadım ama şöyle bir izlenime…”
“Jüri üyesi beyefendilerin sizi zihninizdeki izlenimlerle işleri yok, Mr. Winkle. Bana kalırsa böylesine bilgiler dürüst ve doğru sözlü beyefendilerin pek işine yaramayacaktır.” diye lafa girdi Mr. Skimpin. “Siz merdivendeydiniz ve tam olarak duyamadınız ama yine de Mr. Pickwick’in az önce söylediğim kelimeleri sarf etmediğine dair de yemin edebileceksiniz, doğru mu anlamışım?”
“Hayır, yemin edemem.” diye yanıtladı Mr. Winkle ve Mr. Skimpin zafer edasıyla yerine oturdu.
Bu aşamaya kadar Mr. Pickwick’in lehine pek bir şey olmadığından bu söylenilenler kolaylıkla şüpheleri daha da fazla üstüne çekmek için kullanılabilirdi. Ancak sanki bütün bunlar Mr. Pickwick’i daha olumlu bir ışık altında göstermeye yarayabilecekmiş gibi Mr. Phunky çapraz sorgu aracılığıyla Mr. Winkle’dan bir şey elde edebilme niyetiyle ayağa kalktı. Amaçladığı bilgileri edinip edinmediği derhâl ortaya çıkacaktır.
“Sanıyorum ki Mr. Winkle, Mr. Pickwick genç bir adam, öyle değil mi?” dedi Mr. Phunky.
“Ah, hayır.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “Babam olacak yaşta.”
“Muhterem dostuma Mr. Pickwick’i uzun süredir tanıdığınızı söylediniz. Evlenecek olduğunu düşünmenize ya da varsaymanıza neden olacak bir durum var mıydı ortada?”
“Ah hayır, elbette hayır.” diye yanıtladı Mr. Winkle. Bunu öyle bir hararetle söylemişti ki aslında Mr. Phunky onu tanık kürsüsünden indirse iyi olurdu. Avukatlara göre iki tür son derece kötü tanık vardır: İsteksiz tanıklar ve aşırı istekli tanıklar. Mr. Winkle’ın kaderinde ikisi de olmak vardı.
“Hatta daha da ileri gideyim, Mr. Winkle.” dedi Mr. Phunky ve son derece işini bilir ve kendinden emin bir tavırla devam etti: “Mr. Pickwick’in ileriki yıllarda karşı cinsle bir evlilik düşündüğüne dair herhangi bir tavrına ya da düşüncesine şahit oldunuz mu?”
“Ah, kesinlikle hayır.” diye yanıtladı Mr. Winkle.
“Artık yaşını başını almış, kendi uğraşları ve eğlenceleriyle meşgul olan ve kadınlara ancak bir babanın kızlarına davrandığı gibi davranan o adamlardan biri midir kendisi?”
“Buna hiç şüphe yok.” diye yanıtladı Mr. Winkle, olabildiğince yürekten. “Aynen, evet, ah, evet, kesinlikle.”
“Mrs. Bardell ya da diğer hanımlara karşı tavırlarında en ufak şüphe uyandıracak bir şeye şahit oldunuz mu?” dedi Mr. Phunky, Dava Avukatı Snubbin ona göz kırpmakta olduğundan yerine oturmak üzereyken.
“Ha-yır.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “Kolaylıkla açıklanabileceğine hiç şüphem olmayan önemsiz bir durum dışında.”
Şunu da belirtmek gerekir; eğer zavallı Mr. Phunky, Dava Avukatı ona göz kırptığı anda oturmuş olsaydı ya da Dava Avukatı Buzfuz hücum anındaki dengesiz sorgulamasına son vermiş olsaydı (ki Mr. Winkle’ın kaygılı hâlini görünce bu sorgulamaya derhâl son vermesi gerektiğini çünkü bunun kendi çıkarına bir sonuç doğuracağını pekâlâ ki biliyordu) bu talihsiz bildiri elde edilmezdi. Bu kelimeler Mr. Winkle’ın dudaklarından döküldüğü anda Mr. Phunky oturdu ve Dava Avukatı, biraz panik hâlinde Mr. Winkle’ın tanık kürsüsünden inebileceğini söyledi ve Mr. Winkle da tam da büyük bir isteklilikle bunu gerçekleştirmek üzereydi ki Avukat Buzfuz onu durdurdu.
“Durun, Mr. Winkle, durun!” dedi Avukat Buzfuz. “Lordumuz acaba kendisine babası yaşında olacak bu adamın hanımlara karşı sergilediği şüphe uyandırıcı tek bir örneğinin ne olduğunu sorma zahmetine girebilir mi?”
“Muhterem avukatın söylediklerinizi işittiniz efendim.” dedi yargıç, sefil ve perişan hâldeki Mr. Winkle’a bakarak. “Sözünü ettiğiniz o olayı açıklayın.”
“Lordum.” dedi Mr. Winkle endişeden tir tir titrerken. “Söylemesem daha iyi.”
“Belki de.” dedi ufak yargıç. “Ama söylemek zorundasınız.”
Mr. Winkle, koca mahkeme salonunu sarmış olan derin sessizlik karşısında titrek bir sesle Mr. Pickwick’in gecenin bir yarısı bir hanımefendinin odasına girdiği ve bu durumun ona kalırsa söz konusu hanımefendinin planlanan evliliğine engel olduğunu ve bütün hepsinin zorla Ipswich kazasının belediye reisi ve sulh yargıcı Saygıdeğer George Nupkins’in huzuruna götürülmelerine neden olduğunu anlattı!
“Kürsüden inebilirsiniz, beyefendi.” dedi Dava Avukatı Snubbin. Mr. Winkle söylenileni yaptı ve çıldırmış gibi George and Vulture’a koştu ve söylenilene göre birkaç saat sonra başını koltuk minderlerinin altına gömmüş, derin ve kasvetli bir havayla inlerken bulundu.
Tracy Tupman ve Augustus Snodgrass da sırasıyla kürsüye davet edildi. İkisi de mutsuz arkadaşlarının beyanını destekler nitelikte ifadeler verdiler ve ikisi de mütemadiyen süren eziyetten dolayı çaresizliğe sevk edildiler. Sonra Susannah Sanders çağırıldı ve Dava Avukatı Buzfuz tarafından sorgulandı. Dava Avukatı Snubbin tarafından da çapraz sorguya alındı. Kadın, Pickwick’in her zaman Mrs. Bardell’le evleneceğini söylediğini ve düşündüğünü söyledi. Mrs. Bardell’in temmuzda bayıldıktan sonra Pickwick’le nişanlanmış olmasının mahallenin yeni dedikodu malzemesi olduğunu biliyordu. Bunu kendisine çamaşırcı olan Mrs. Mudberry ve ütücü olan Mrs. Bunkin söylemişti ancak mahkemede ne Mrs. Mudberry’yi ne de Mrs. Bunkin’i görebiliyordu. Mr. Pickwick’in ufak oğlana başka baba ister mi diye sorduğunu duymuştu. Mrs. Bardell’in o zamanlar fırıncıyla arkadaşlık ettiğini bilmediğini ancak fırıncının o zamanlar bekâr şimdi ise evli olduğunu bildiğini söyledi. Mrs. Bardell’in fırıncıdan hoşlanmadığına dair beyan veremese de fırıncının Mrs. Bardell’den pek hoşlanmadığını çünkü hoşlansa başkasıyla evlenmeyeceği konusunda beyan verebilirdi. Mrs. Bardell’ın temmuz ayı o sabahı Pickwick ona bir tarih belirleyelim dedi diye bayıldığını düşünmüştü. Kendisi de (şahit) Mr. Sanders günü belirlemek istediğinde bayılıp kaskatı kesildiğini biliyordu ve kendine hanımefendi diyen herkesin benzer koşullar altında aynını yapacağına inanıyordu. Pickwick’in oğlana bilyelerle ilgili soruyu sorduğunu duymuştu ama yemin ettiği için “cilli” ve “misket” arasındaki farkı bilmediğini söylemek zorundaydı.
Duruşmaya yönelik olarak: Mr. Sanders’le arkadaşlık ettiği dönemlerde diğer hanımefendiler gibi o da aşk mektupları almıştı. Mektuplaşmaları sırasında Mr. Sanders ona çoğu zaman “ördek” demiş ama hiçbir zaman “pirzola” ya da “salça” dememişti. Kendi beyi ördekleri pek severdi. Belki de pirzola ve salçayı da o kadar sevmiş olsa sevgi sözcüğü olarak o da kullanırdı.
Dava Avukatı Buzfuz sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi öncekinden daha büyük bir kibirle ayağa kalkıp, “Samuel Weller’ı çağırın.” dedi.
Samuel Weller’ı çağırmak hiç de gerekli değildi çünkü Samuel Weller isminin telaffuz edildiğini duymuş, vakit kaybetmeden anında tanık kürsüsüne tırmanmıştı. Şapkasını yere bırakıp kollarını tırabzanlara dayadıktan sonra muazzam bir neşe ve canlılıkla önce Baroya kuş bakışı bir göz attıktan sonra sıralarda oturanları iyice incelemeye koyuldu. “İsminiz nedir efendim?” diye sordu yargıç.
“Sam Weller, Lordum.” diye yanıtladı sözü geçen beyefendi.
“İsminiz ‘V’ ile mi yoksa ‘W’ ile mi yazılıyor?” diye sordu yargıç.
“İsmi yazanın keyfine ve tercihine kalmış bir şey o Lordum.” diye yanıtladı Sam. “Hayatımda ismimi bir iki sefer dışında yazmam gerekmedi ama ‘V’ harfiyle yazdım.”
Tam bu noktada salondan bir ses yükseldi: “Aynen öyle, Samivel, aynen öyle. Siz oraya ‘we’ yazıverin Lordum, ‘we’.
“Kim mahkemeye hitap etme cüretinde bulundu?” diye sordu ufak yargıç. Başını kaldırarak: “Memur.”
“Evet, Lordum.”
“O kişiyi derhâl buraya getirin.”
“Elbette, Lordum.”
Ancak memur doğru kişiyi bulamadığı için kimseye getirmedi ve büyük bir karmaşadan sonra suçluyu aramak için ayağa fırlayan herkes yeniden yerlerine yerleşti. Ufak yargıç, öfkesi konuşmasına izin verdiği anda tanığa döndü ve:
“O kişinin kim olduğunu biliyor musunuz efendim?” diye sordu.
“Babam olduğundan şüpheleniyorum, Lordum.” diye yanıtladı Sam.
“Burada mı, onu görebiliyor musun?” diye sordu yargıç.
“Hayır, göremiyorum, Lordum.” diye yanıtladı Sam, gözlerinin salonun tavanındaki fenere dikerek.
“Eğer onu gösterebilseydin derhâl tutuklatırdım.” dedi yargıç.
Sam anladığını belli edercesine başını sallayıp yüzünden eksilmeyen neşeli ifadeyle Dava Avukatı Buzfuz’a döndü.
“Peki o zaman Mr. Weller.” dedi, Dava Avukatı Buzfuz.
“Peki o zaman.” diye yanıtladı Sam.
“Sanıyorum ki bu davanın davalısı Mr. Pickwick’in hizmetindesiniz? Lütfen konuşun Mr. Weller.”
“Konuşma niyetindeyim efendim.” diye yanıtladı Sam. “Sözü geçen beyefendinin hizmetindeyim ve bu çok iyi bir iş.”
“Az iş çok para diyorsunuz yani?” dedi Avukat Buzfuz şakayla karışık.
“Ah alacaktan yana sıkıntım yok efendim, aynı üç yüz elli kırbaç alacağı olan askerin dediği gibi.” diye yanıtladı Sam.
“Bize ne askerden ya da başka birinden, efendim.” diye lafa girdi yargıç. “Bu kanıttan sayılmaz.”
“Pekâlâ Lordum.” diye yanıtladı Sam.
“Davalıyla ilk kez anlaşma yaptığınız günün sabahı ilginç bir şey olduğunu hatırlıyor musunuz, ha Mr. Weller?” dedi Dava Avukatı Buzfuz.
“Evet, hatırlıyorum efendim.” diye yanıtladı Mr. Weller.
“Bir zahmet bunun ne olduğunu anlatın jüriye.” dedi yargıç.
“O gün yeni bir kıyafet provasına gitmiştim jüri üyesi beyefendiler.” dedi Sam. “Ve o zamanlar bu benim için çok özel ve alışılmadık bir durumdu.”
Burada genel bir kahkaha patlaması yaşandı ve makamının ardından öfkeli bir ifadeyle bakan yargıç: “Dikkatli olsanız iyi olur, efendim.” dedi.
“Mr. Pickwick de o zamanlar öyle demişti Lordum.” diye yanıtladı Sam. “Ben de takım elbisemi büyük dikkatle seçmiştim efendim, sahiden de dikkat etmiştim Lordum.”
Yargıç iki dakika aralıksız olarak ciddiyetle Sam’in yüzüne baktı ancak Sam’in ifadesi o kadar sakin ve huzurluydu ki yargıç söyleyecek bir şey bulamadı ve Dava Avukatı Buzfuz’dan devam etmesini istedi.
“Yani şunu mu demek istiyorsunuz, Mr. Weller.” dedi Dava Avukatı Buzfuz, kollarını manalı biçimde birleştirerek ve gerisin geriye dönüp sanki kelimeler olmadan jüri üyelerine daha tanığı rahatsız etmeye yeni başladığını belli etmek ister gibi dönerek. “Yani tanıklar tarafından anlatıldığını duyduğunuz üzere davalının davacının kollarında bayıldığını görmediğinizi mi söylüyorsunuz?”
“Kesinlikle hayır.” diye yanıtladı Sam. “Ben, onlar beni çağırana kadar koridorda bekledim, sonradan da içeri girdiğimde yaşlı hanımefendi orada değildi.”
“Şimdi bir üstünde geçelim, Mr. Weller.” dedi Dava Avukatı Buzfuz, Sam’in cevabını not aldığını göstererek onu korkutma amacıyla önündeki mürekkepliğe kocaman bir kalemi batırarak. “Siz koridordaydınız ve yine de olanlara dair bir şey görmediniz. Sizin bir çift gözünüz olduğuna emin misiniz Mr. Weller?”
“Evet benim bir çift gözüm var.” diye yanıtladı Sam. “Hepsi de bu kadar. Eğer göz yerine patentli, görüntüyü iki milyon kere büyüten, ekstra güçlü mikroskop olsaydı belki merdivenlerin tepesindeki kalın bir kapının ardında olanları görebilirdim ama işte ne yaparsınız, bende sadece göz var ve görüşüm sınırlı.”
Mümkün olan en basit ve ağırbaşlı tavırla ve en ufak bir rahatsızlık belirtisi olmadan beyan edilmiş bu cümle izleyenlerin kıkır kıkır gülmesine, yargıcın gülümsemesine ve Dava Avukatı Buzfuz’un da epey aptal gibi görünmesine sebep oldu. Dodson&Fogg ikilisiyle yapılan ufak bir istişarenin ardından muhterem Dava Avukatı yeniden Sam’e döndü ve gücendiğini belli etmemek için müthiş bir çaba göstererek: “Peki Mrs. Weller, öyle diyorsanız, size bir sorum daha olacak eğer uygunsa.” dedi.
“Eğer sizin için de uygunsa efendim.” dedi Sam vakit kaybetmeden son derece iyi niyetli bir ifadeyle.
“Geçen kasım ayında Mrs. Bardell’in evine gittiğinizi hatırlıyor musunuz?”
“Ah, evet, çok iyi hatırlıyorum.”
“Ah, demek hatırlıyorsunuz, Mr. Weller.” dedi Dava Avukatı Buzfuz, neşesi yerine gelerek.
“Ben de hiçbir yere varamayacağız sanıyordum.”
“Onu ben de düşündüm, efendim.” diye yanıtladı Sam, bunun üstüne izleyenler yine kıkırdadılar.
“Neyse, sanıyorum ki bu dava hakkında ufak bir konuşma yapmak için gittiniz oraya, ha Mr. Weller?” dedi Dava Avukatı Buzfuz, bilmiş bir tavırla jüri üyelerine bakarak.
“Kirayı ödemek için gittim ama dava hakkında da konuştuk.” diye yanıtladı Sam.
“Ah, dava hakkında konuştunuz demek.” dedi yeni bir keşif yaptığı düşüncesiyle yüzü aydınlanarak.
“Peki dava hakkınıza aranızda nasıl bir konuşma geçti, bizi bu bilgiyle şereflendirecek misiniz? Mr. Weller?”
“Hem de büyük keyifle efendim.” diye yanıtladı Sam. “Daha önce buraya çıkmış olan iki erdemli hanımefendi tarafından yapılan birkaç hoşbeşten sonra hanımlar Mr. Dodson ve Fogg’un, şu anda şurada oturmakta olan beylerin onurlu işletmelerini öven uzun bir konuşmaya kaptırdılar kendilerini.” Bu elbette ki ilginin büyük bölümünü Dodson&Fogg’a çekti ki onlar da olabildiğince erdemli görünme çabasındalardı.
“Davalının avukatları.” dedi Dava Avukatı Buzfuz. “Vay! Demek davalının avukatları Mr. Dodson&Fogg’un onurlu işletmeleriyle ilgili övgüyle konuştular öyle mi?”
“Evet.” dedi Sam. “Davayı ücretsiz kabul etmişler, hanımlar da bütün para Mr. Pickwick’ten alındığı sürece de ceplerinden beş kuruş çıkmayacağını söyledikleri için ne kadar cömert insanlar bu avukatlar diyorlardı.”
Bu beklenmedik cevap üzerine izleyenler yeniden kıkırdamaya başladı ve Dodson&Fogg kıpkırmızı kesilip Dava Avukatı Buzfuz’a dönüp aceleci bir tavırla kulağına bir şeyler fısıldadılar.
“Çok haklısınız.” Dava Avukatı Buzfuz yüksek sesle etkilenmiş bir tavırla. “Bu tanığın akılalmaz aptallığını aşıp bir kanıt elde etmeye çalışmak kesinlikle faydasızdır Lordum. Mahkemeyi kendisine daha fazla soru sorarak meşgul etmek istemiyorum. İnin lütfen efendim.”
“Başka bir bey bana bir şey sormak ister mi?” diye sordu Sam, şapkasını kafasına takıp manalı biçimde etrafına bakarken.
“Benim yok Mr. Weller, teşekkür ederim.” dedi Dava Avukatı Snubbin gülerek.
“İnebilirsiniz, beyefendi.” dedi Dava Avukatı Buzfuz, elini sabırsızca sallayarak. Sam söylenileni yaparak görünüşe bakılırsa Dodson&Fogg’un elini olabildiğince güçsüzleştirerek ve Mr. Pickwick’le ilgili olabildiğince az şey söyleyerek aşağı indi zira niyeti başından beri buydu.
“Eğer bizi Mr. Pickwick adına başka bir tanık dinleme zahmetinden kurtaracaksa Mr. Pickwick’in işinden emekli ve kayda değer derecede servete sahip bir beyefendi olduğunu eklemekte bir sorun görmüyorum Lordum.” dedi Dava Avukatı Snubbin.
“Pekâlâ.” dedi Dava Avukatı Buzfuz, okunmaları için iki mektubu sunarken. “O zaman benim söyleyeceklerim bu kadar Lordum.”
Sonrasında Dava Avukatı Snubbin, davalı adına jüriye hitap etti. Çok uzun ve vurgulayıcı bir konuşma yaptı ve bu arada Mr. Pickwick’in tavır ve kişiliğine dair büyük övgüler sunmaktan da geri durmadı.
Ancak okurlarımız sözü geçen beyefendinin erdemleri ve davranışlarıyla ilgili Dava Avukatı Snubbin’in başarabileceğinden çok daha derin bir bilgiye sahip olduğunu bildiğimizden muhterem beyefendinin yorumlarını uzun uzadıya aktarmayacağız. Kanıt olarak sunulan mektupların sadece Mr. Pickwick’in yemek tercihleriyle ve şehir dışına yaptığı bir ziyaretten dönüşünü takiben yapılacak hazırlıklarla ilgili olduğunu anlatmaya gayret etti. Genel anlamda Mr. Pickwick adına elinden gelenin en iyisini yaptığını söylemek yeterli olacaktır. Herkesin bildiği ve atalarımızın da söylediği üzere, bundan iyisi can sağlığı.
Yargıç Stareleigh en geleneksel ve kabul gören biçimde duruşmayı özetledi. Notlarını bu kadar kısa zamanda mümkün olabildiğince deşifre edip okudu ve ilerledikçe kanıtlarla ilgili yorumlarda bulundu. Eğer Mrs. Bardell haklıysa Mr. Pickwick’in haksız olduğu aşikârdı ve eğer Mrs. Cluppins’in beyanını ciddiye alınmaya değer buluyorlarsa inanırlar, bulmuyorlarsa da inanmazlardı. Eğer evlilik vaadinin ihlaline yönelik tatmin edici kanıtlara sahip olduklarını düşünürlerse davalı adına uygun gördükleri miktarda tazminat kabul ederlerdi. Eğer diğer yandan evlilik vaadi gibi bir durumun söz konusu olmadığını düşünürlerse davalı için hiçbir tazminat talep edilmezdi. Sonrasında jüri üyeleri konuyu görüşmek için görüşme odalarına ve yargıç da pirzola ve bir kadeh içkiyle kendine gelmek için kendi özel makamına çekildi. Endişeyle geçen on beş dakikanın ardından jüri üyeleri geri döndü ve yargıç da çağırıldı. Mr. Pickwick gözlüğünü taktı ve jüri sözcüsünü endişeli bir ifade ve deli gibi çarpan bir kalple izlemeye koyuldu.
“Beyler.” dedi siyahlı beyefendi. “Kararımız konusunda hemfikir miyiz?”
“Öyleyiz.” diye yanıtladı jüri sözcüsü.
“Davacı lehine mi yoksa davalı lehine mi karar verdiniz?”
“Davacı lehine.”
“Tazminat nedir beyler?”
“Yedi yüz elli pound.”
Mr. Pickwick gözlüğünü çıkardı, dikkatle sildi ve gözlük kabına yerleştirip gözlük kabını da cebine koydu. Sonra eldivenlerini de takıp bir süre jüri sözcüsüne baktıktan sonra mekanik bir tavırla Mr. Perker ve mavi çantayı takip ederek mahkeme salonundan çıktı.
Perker mahkeme giderlerinin ödemesini yaparken küçük bir odaya uğradılar, Mr. Pickwick burada arkadaşlarıyla bir araya geldi ve o anda para hırsıyla ellerini ovuşturmakta olan Dodson&Fogg’la karşılaştı.
“Evet, beyler.” dedi Mr. Pickwick.
“Evet, efendim.” dedi Dodson, kendi ve ortağı adına.
“Ücretinizi alacağınızı düşünüyorsunuz değil mi beyler?” dedi Mr. Pickwick.
Fogg, bunun kuvvetle muhtemel olduğunu düşündüklerini söyledi. Dodson gülümsedi ve deneyeceklerini söyledi.
“İstediğiniz kadar deneyin Dodson ve Fogg.” dedi Mr. Pickwick öfkeyle. “Ancak benden ne bir kuruş tazminat ne de bir kuruş ödeme alacaksınız. Hayatımın geri kalanını borçlular zindanında geçirecek olsam da alamayacaksınız.”
“Ha! ha!” diye güldü Dodson. “Üç ay içinde fikriniz değişmiş olur Mr. Pickwick.”
“He, he, he! Yakında öğreniriz.” diye sırıttı Fogg.
Öfkeden nefesi kesilmiş olan Mr. Pickwick arkadaşlarının ve avukatının yardımıyla kapıya kadar gitti ve bu amaç için tutulmuş bir taksiye de her zaman tetikte olan Sam Weller tarafından yerleştirildi.
Sam, merdiveni dayamış kendisi de tepeye çıkmak üzereydi ki omuzuna birinin nazikçe dokunduğunu hissetti. Arkasını döndüğünde babasını karşısında buldu. Yaşlı beyefendinin yüzünde kederli bir ifade vardı ve başını ciddiyetle sallayıp nasihat verir gibi konuştu:
“Onları dinlerseniz olacağı bu, dediydim ben. Ah, Sammy, neden bir görgü tanığı tutmadık ki!”

Otuz Beşinci Bölüm
Mr. Pickwick’in Bath’a Gitse İyi Olacağını Düşündüğü ve Buna Göre Davrandığı Bölüm
“Ancak elbette ki…” dedi ufak tefek Perker, duruşmanın ertesi günü Mr. Pickwick’in dairesinde ayakta dikilirken. “Elbette ki ciddi değilsinizdir. Yani evet, kızgın olduğunuzu anlıyorum ancak bu gider ve tazminatı ödemek konusunda ciddi olmadığınız anlamına gelmiyordur, öyle değil mi?”
“Tek kuruş bile ödemem.” dedi Mr. Pickwick sertçe. “Tek bir kuruş bile.”
“Helal olsun, ne ilkelisiniz, demiş ya tefeci adam senedi kapattığında, o hesap.” dedi kahvaltılıkları kaldırmakta olan Mr. Weller.
“Sam.” dedi Mr. Pickwick. “Lütfen aşağı iner misin?”
“Hayhay, efendim.” diye yanıtladı Mr. Weller ve Mr. Pickwick’in nazik imasını anlayarak ortamdan ayrıldı.
“Hayır, Perker.” dedi Mr. Pickwick müthiş bir ciddiyetle. “Arkadaşlarım da beni bu kararlılıktan caydırmaya uğraştılar ama bir yere varamadılar. Ben işime gücüme bakacağım, bırakacağım karşı taraf bana karşı tutuklama emri çıkarsın. Zaten eğer bunu yapacak kadar da kötü yüreklilerse ben de keyfimi hiç bozmadan, yüreğimi hiç darlamadan gider teslim olurum. Ne zaman işlem yapabilirler?”
“Tazminat ve vergilendirilmiş masraflar için bir sonraki dönem işlem başlatabilirler.” diye yanıtladı Perker. “Yani bu, iki ay sonra demek oluyor sevgili beyefendiciğim.”
“Çok iyi.” dedi Mr. Pickwick. “O zamana kadar, azizim, bana bu konunun lafını bir daha açma. Şimdi.” diye konuşmayı sürdürdü Mr. Pickwick, gözlerinde hiçbir gözlüğün söndüremeyeceği ya da saklayamayacağı bir parıltıyla arkadaşlarına dostane bir bakış atarak: “Geriye kalan tek soru şu: Şimdi ne yapacağız?”
Mr. Tupman ve Mr. Snodgrass arkadaşlarının kahramanca tavrından o kadar etkilenmişlerdi ki cevap bile veremediler. Mr. Winkle duruşmadaki ifadesinin etkisinden bir yorum yapacak kadar kurtulamamıştı, o yüzden Mr. Pickwick boşu boşuna öneri beklemiş oldu.
“Yani, eğer ille de sen bir yer öner diyorsanız, ben Bath derim beyler. Bence daha önce hiçbirimiz oraya gitmedik.”
Sahiden de kimse gitmemişti. Mr. Pickwick’in biraz değişiklik ve keyif sonrasında inadından ve borçlular hapishanesine gitmekten vazgeçip aklını başına toplayacağını düşünen Perker da fırsattan istifade teklifi yineleyince oy birliğiyle kabul edildi. Sam de sabahki yedi faytonuna beş yer ayırması için derhâl White Horse Durağı’na yollandı.
Arabanın içinde yalnızca iki ve üstünde de üç yer olduğundan Sam hepsini vakit kaybetmeden ayırttı ve para üstünün içine karışan bütün parayla ilgili gişe memuruyla şakalaştıktan sonra George and Vulture’a doğru yola koyuldu. Sonra da yatma vakti gelene kadar kıyafet ve ıvır zıvırı olabilecek en küçük hâle getirip menteşe ve kilidin kuş olup uçtuğu birtakım kutuları sağlam biçimde sabitlemek için mühendislik dehasını konuşturdu.
Ertesi sabah seyahat için pek elverişsiz bir gün olduğu ortaya çıkmıştı: Hava kapalı, nemli ve yağışlıydı. Gidip gelen atlar âdeta buhar tüttürdüğünden dışarıda oturan yolcular gözle görünmez olmuşlardı. Gazete satıcıları âdeta rutubetli görünüyor ve küf kokuyorlardı. Portakal satıcıları kafalarını faytonlardan içeri soktukça şapkalarından damlayan sular içerisinin havasını ferahlatıyordu. Beş bıçaklı çakı satmakta olan Yahudiler, umutsuzca bıçaklarını toparlıyorlardı. Cep kitapları satıcıları ürünlerini kendi ceplerine doldurmak suretiyle denemiş oluyorlardı. Saat zincirleri ve ekmek kızartma çatalları indirimdeydi. Kalem kutuları ve süngerlere artık rağbet edilmiyordu.
Mr. Pickwick yirmi dakika erken geldiklerini öğrenip, bavulları fayton durduğu anda üşüşen sekiz hamaldan kurtarma görevini Sam Weller’a bırakıp, insana has hüznün son durağı olan yolcu odasına gitti.
White Horse Durağı’nın dinlenme odası elbette ki konforsuzdu. Zaten konforlu olsa yolcu odası olmazdı. Bu oda, binanın sağ kanadındaydı. Sanki aslında gönlünden mutfakta ocak olmak geçen bir şömine; isyankar bir ocak demirini, maşayı ve bir de ateş karıştırıcısını peşine takıp tıpış tıpış buraya yerleşmiş gibiydi. Yolcular biraz mahremiyete sahip olabilsinler diye mekân bölme bölme ayrılmış ve içerisi bir saat, bir ayna ve kanlı canlı bir garsonla donatılmış olsa da bu son unsur dairenin bir köşesine yalnızca bardak yıkaması için konulmuştu.
Sözünü ettiğimiz bugünde, bu bölmelerden birinde yaklaşık kırk beş yaşlarında, geniş ve parlak bir alına ve başının yanlarıyla arkasını kaplayan bol miktarda saçla uzun siyah favorilere sahip ciddi ifadeli bir adam oturmaktaydı. Üstünde, düğmeleri çenesine varan bir ceket vardı ve fok tüyü bir seyahat takkesiyle, bir palto ve pelerin de yanındaki koltukta duruyordu. Mr. Pickwick içeri girince epey asil bir tavır sayılabilecek sert ve otoriter bir havayla başını kahvaltısından kaldırdı. Bizim beyefendiyi ve dostlarını gönlünce inceledikten sonra sanki birinin ondan faydalandığından şüpheleniyormuş ama buna müsaade etmeyecekmiş gibi bir edayla mırıldanmaya başladı.
“Garson.” dedi bıyıklı beyefendi.
“Buyurun efendim.” diye yanıtladı pis suratlı ve suratı kadar pis bir havlu taşımakta olan adam, az önce bahsettiğimiz köşesinden çıkarak.
“Biraz daha ekmek.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/charlz-dikkens/mister-pickwick-in-maceralari-ii-cilt-69429496/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Londra’da bir hastane.

2
Londra’da bir araştırma hastanesi.

3
Londra’da bulunan ağır ceza mahkemesi.

4
1800’lü yıllardan yaklaşık 1930’a kadar çeşitli nedenlerle insan tüketimi için uygun olmayan ve çoğunlukla bozuk at etlerini evden eve dolaşarak kediler için satan seyyar satıcılara verilen isim. Viktorya dönemi sosyal araştırmacısı Henry Mathew’un tahminlerine göre 1961 yılında Londra’da 1000 adet kedi maması satıcısı vardır ve bunlar ev ve sokak kedileri dâhil olmak üzere yaklaşık 300.000 kediye hizmet etmektedir. O dönemde evde kedi bakmak popülerleştiğinden bu ucuz etler çokça rağbet görmüştür. (ç.n.)

5
İngilizcede maymun anlamına gelmektedir. (ç.n.)
Mister Pickwick′in Maceraları II. Cilt Чарльз Диккенс
Mister Pickwick′in Maceraları II. Cilt

Чарльз Диккенс

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens’ın ilk romanı olan "Mister Pickwick’in Maceraları", 1837 yılında tefrika olarak yayımlandığında büyük yankı uyandırdı. Adından da anlaşılacağı üzere roman, Pickwick Kulübünün kurucusu Mister Pickwick ve üç arkadaşının çeşitli gözlemlerde bulunmak üzere çıktıkları yolculukları konu ediniyor. Viktorya devrinin Londrası’ndan başlayıp taşraya uzanan o yolculuklarda tanıştıkları kişiler ve dâhil oldukları olaylar, Pickwick’in “insan doğasını anlamak”la ilgili muradını hakkıyla karşılıyor. Bunun yanı sıra kendisi başlı başına bir romana konu olabilecek pek çok karakter de mizahi bir dille okuyucuyla buluşuyor. Şişman çocuk Joe karakteri, tıp literatürüne geçip “Pickwick Sendromu”na adını verirken; “nevi şahsına münhasır bir uşak nasıl olur”u da Sam Weller’da görüyoruz. Orta sınıf bir aileden gelen ve erken yaşta çalışmak zorunda kalarak iyi bir eğitim almaktan mahrum olan Dickens, eşsiz yeteneğiyle bugün de edebiyatta ve başka birçok sanat türünde ilham veren bir yazar olmayı sürdürüyor. "Gerçek dünyaya karışan ve hayatının en güzel evresine erişen pek çok adamın kaderi, gerçek dostlar edinmek ve sonra onları doğal seyirde kaybetmektir. Bütün yazarların ya da tarihçilerin kaderi, hayalî dostlar yaratmak ve sonra onları sanat seyrinde kaybetmektir."

  • Добавить отзыв