Mister Pickwick′in Maceraları I. Cilt

Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt
Charles Dickens
Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens’ın ilk romanı olan "Mister Pickwick’in Maceraları", 1837 yılında tefrika olarak yayımlandığında büyük yankı uyandırdı. Adından da anlaşılacağı üzere roman, Pickwick Kulübünün kurucusu Mister Pickwick ve üç arkadaşının çeşitli gözlemlerde bulunmak üzere çıktıkları yolculukları konu ediniyor. Viktorya devrinin Londrası’ndan başlayıp taşraya uzanan o yolculuklarda tanıştıkları kişiler ve dâhil oldukları olaylar, Pickwick’in “insan doğasını anlamak”la ilgili muradını hakkıyla karşılıyor. Bunun yanı sıra kendisi başlı başına bir romana konu olabilecek pek çok karakter de mizahi bir dille okuyucuyla buluşuyor. Şişman çocuk Joe karakteri, tıp literatürüne geçip “Pickwick Sendromu”na adını verirken; “nevi şahsına münhasır bir uşak nasıl olur”u da Sam Weller’da görüyoruz. Orta sınıf bir aileden gelen ve erken yaşta çalışmak zorunda kalarak iyi bir eğitim almaktan mahrum olan Dickens, eşsiz yeteneğiyle bugün de edebiyatta ve başka birçok sanat türünde ilham veren bir yazar olmayı sürdürüyor. "Gerçek dünyaya karışan ve hayatının en güzel evresine erişen pek çok adamın kaderi, gerçek dostlar edinmek ve sonra onları doğal seyirde kaybetmektir. Bütün yazarların ya da tarihçilerin kaderi, hayalî dostlar yaratmak ve sonra onları sanat seyrinde kaybetmektir."

Charles Dickens
Mister Pickwick’in MaceralarıI. Cilt

Charles Dickens, 7 Şubat 1812 tarihinde İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria Devri’nin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.

Birinci Bölüm
Pickwickçiler
Karanlığı aydınlatan ve ölümsüz Pickwick’in kamu hayatının ilk zamanlarının alakadar olmuş göründüğü o kasveti, göz kamaştırıcı parlaklığa dönüştüren ilk ışık demeti, Pickwick Kulübü tutanaklarında yer alan aşağıdaki kaydın dikkatle incelenmesiyle ortaya çıkmıştır. Editör bu tutanakları, kendisine emanet edilen türlü türlü belgeye yönelik araştırmanın nasıl bir dikkat, yorulmaz gayret ve hoş ayrımla yürüttüğünün kanıtı olarak okuyucularına sunmaktan büyük keyif duymaktadır.
12 Mayıs 1827. Joseph Smiggers Efendi, P.K.E.B.Y.Ü,[1 - Pickwick Kulübü Genel Başkanı ve Üyesi.] yönetiminde. Aşağıdaki resmî kararlar oy birliğiyle kabul edilmiştir: “Bu derneğin, Samuel Pickwick Efendi, P.K.G.B.Ü[2 - Pickwick Kulübü Ebedî Başkan Yardımcısı ve Üyesi.] tarafından iletilen Hampstead Gölleri’nin Kaynağına Yönelik Üç Dikenli Balık Kuramı’yla İlgili Kimi Gözlemleri İçeren Tahminler başlıklı belgeyi salt tatmin hisleriyle ve naçizane bir kabulle onayladığı ve böylelikle bu derneğin sözü geçen Samuel Pickwick Efendi’ye, P.K.G.B.Ü aynı sebepten dolayı en içten teşekkürlerini ilettiği yazmaktadır.
Bu Birlik, az önce değinilen yapıttan, bir o kadar da Samuel Pickwick Efendi’nin, P.K.G.B.Ü Hornsey, Highgate, Brixton ve Camberwell’deki usanmaz araştırmalarından dolayı bilim bilincinden doğan avantajlarının derinden farkında olsa da elinde olmadan bilge adamın tahminlerini daha geniş bir sahaya taşıması, seyahatlerini arttırması ve sonuç olarak da gözlem alanını bilginin ilerleyişine ve öğrenimin yayılmasına doğru genişletmesinden kaçınılmaz biçimde doğacak olan paha biçilemez faydaların heyecanlandırıcı hislerini düşünmekten kendini alamamaktadır.
Az önce sözü geçen görüşle birlikte bu Birlik, adı geçen Samuel Pickwick Efendi, P.K.G.B.Ü ve aşağıda adları geçecek diğer üç Pickwickçiden oluşacak, Pickwick Kulübü Mektuplaşma Derneği adı altında Birleşmiş Pickwicçlilerin yeni bir kolunun kurulmasına yönelik teklifi büyük bir ciddiyetle değerlendirmektedir.
Sözü geçen teklif bu Birliğin teyit ve onayını almıştır. Pickwick Kulübü Mektuplaşma Derneği böylelikle kurulmuştur ve Samuel Pickwick Efendi, P.K.G.B.Ü., Tracy Tupman Efendi., P.K.Ü., Augustus Snodgrass Efendi, P.K.Ü. ve Nathaniel Winkle Efendi P.K.Ü’nün oydaşlar tarafından aday gösterilip seçildikleri ve zaman zaman, yolculuklarının ve araştırmalarının, kişilik ve tavır gözlemlerinin ve bütün maceralarının, yerel görünüm ve bağlantıları göz önüne serebilecek bütün öyküler ve belgelerle birlikte doğruluğu kanıtlanmış anılarını Londra’da konuşlanmış Pickwick Kulübüne göndermeleri rica edilmektedir.
“Bu Birlik, Mektuplaşma Derneğinin her bir üyesinin kendi seyahat masraflarını karşılayacağı prensibini gönülden kabul etmektedir ve aynı koşullar sabit kaldığı sürece sözü geçen derneğin üyelerinin, araştırmalarının peşinden arzu ettikleri kadar süre koşmalarında hiçbir sakınca görmemektedir.
“Adı geçen Mektuplaşma Derneğinin üyelerinin mektuplarının, posta ve kargolarının taşıma ücretlerini ödeme teklifleri böylelikle Birlik tarafından değerlendirilmiş: Birlik, böylesi bir teklifin fikir sahiplerinin yüce akıllarına layık olduğunu düşünmüş ve böylelikle bu konuda kesin bir kabul göstermiştir.”
Biraz sonraki notları borçlu olduğumuz sıradan bir gözlemci, diye ekliyor sekreter. Sıradan bir gözlemci yukarıdaki resmî kararlar okunduğu sırada, kel kafa ve manalı bir biçimde onun (sekreterin) yüzüne yöneltilmiş yuvarlak çerçeveli gözlükte muhtemelen sıra dışı hiçbir şey olmadığını belirtirdi: Pickwick’in devasa zihninin o alnın altında çalışmakta olduğunu ve Pickwick’in parlak gözlerinin o gözlüğün ardında parıldadığını bilenler için o görüntü gerçekten de ilginçti. Orada yüce Hampstead göllerini kaynaklarına kadar takip etmiş ve Üç Dikenli Balık Kuramı’yla bilim dünyasını çalkalamış adam, ayazdaki derin sular gibi sakin ve hareketsiz, toprak bir kabın en derininde tek başına duran bir numune gibi oturuyordu. Hele de takipçileri hep bir ağızdan “Pickwick!” diye haykırdıklarında tümüyle hayata dönüp harekete geçen o şerefli adam, daha önceden oturmakta olduğu büyük taburede dikleştiğinde ve kendi kurduğu kulübe hitap ettiğinde o gözlük ne kadar da ilginç göründü göze. O heyecan dolu sahne bir sanatçıya nasıl da inceleme malzemesi olurdu! Dilbaz Pickwick, kuyruklu ceketinin ardına zarifçe gizlenmiş bir eli ve parıltılı hitabetini tamamlayacak şekilde havada salladığı diğer eliyle; sıradan bir adam giyse dikkat çekmeyecek ancak Pickwick giyince -o deyimi kullanmama müsaade varsa- istemsiz şaşkınlık ve saygı yaratan o pantolon ve tozluklarını açığa çıkaran dik duruşuyla; onun seyahatlerinin risklerini paylaşmaya gönüllü ve onun keşiflerinin ihtişamına katılmak kaderinde olan adamlarla çevriliydi. Sağında Mr. Tracy Tupman, aşırı duygulu, insana has en ilginç ve mazur görülebilir zayıflık olan aşkla dolu bir oğlanın coşku ve şevkini olgunluk yıllarının bilgelik ve deneyimiyle örten Tupman oturuyordu. Zaman ve beslenme, bir zamanlar romantik görünen bedenini genişletmişti; siyah ipekten yelek giderek genişlemişti; altındaki altın saat zinciri yavaş yavaş Trupman’ın görüş alanında çıkmıştı ve heybetli çene, beyaz kravatın sınırlarını günbegündüz gasp etmişti. Ama değişim Tupman’ın ruhuna dokunmamışt: Başlıca tutkusu hâlen kadınlara olan hayranlığıydı. Yüce liderinin solunda şairane Snodgrass oturuyordu ve onun yanında ise avcı Winkle vardı. İlki şairane biçimde gizemli, mavi, köpek kürkü yakalı bir pelerine sarınmıştı ve diğeri de zaten yeni olan yeşil avcı montuna, ekoseli kaşkoluna ve dar kesim kazağına daha da hava katıyordu.
Mr. Pickwick’in bu durumdaki söylevi, takip eden tartışmayla birlikte kulüp tutanaklarına kaydedilmiştir. İkisi de diğer ünlü kişilerin ele alınışıyla büyük benzerlikler taşımaktadır ve büyük adamların davranışları arasında benzerlik yakalamak her koşulda ilgi çekici olduğundan biz de kaydı bu sayfalara taşıyoruz.
“Mr. Pickwick, itibarın her erkeğin kalbinde önemli bir yere sahip olduğu kanısındaydı diyor sekreteri. Şiirsel itibar arkadaşı Snodgrass’ın kalbinde önemli bir yere sahipti; fetih itibarı da arkadaşı Tupman için benzer şekilde önemliydi ve saha, hava ve su sporları itibarı da arkadaşı Winkle’ın bağrından en başköşede bulunuyordu. O (Mr. Pickwick) kendisi de insani tutkuları ve hislerinden etkilendiğini inkâr edemezdi. (Tezahürat.) Hatta muhtemelen insani zayıflıklarından da. (‘Hayır!’ diye bağırmalar.) Ama şunu söyleyebilirdi ki; bağrında kendini beğenmişlik ateşi yansa bile, insan ırkına kendi seçimiyle fayda sağlama arzusu bu ateşi etkili biçimde söndürüyordu. İnsanoğlunun övgüsü onun salıncağıysa; hayırseverlik de sigorta ofisiydi. (Ateşli tezahürat.) Biraz gurur duymuştu -bunu açıkça ifade ediyor ve düşmanlarının kullanımına sunuyordu- Üç Dikenli Balık Kuramı’nı dünyaya sunduğunda biraz gurur duymuştu; değer görse de görmese de. (‘Görüyor!’ çığlığı ve müthiş tezahürat.) Az önce sesini duyduğu saygıdeğer Pickwickçinin ifadesini kabul edecekti. Değer görmüştü ama o tezin namı bilinen dünyanın en uzak sınırlarına ulaşacak olsa o yapımın eser sahipliğine dair hissetmesi gereken gurur, şu an etrafına baktığı bu anla, hayatının en gururlu anıyla karşılaştırıldığında hiçbir şey sayılırdı. (Tezahürat.) O sıradan bir bireydi. (‘Hayır, hayır!’) Yine de onu büyük onur ve biraz tehlike getiren bir hizmet için seçtiklerini düşünmeden edemiyordu. Seyahat endişe verici bir hâl almıştı ve faytoncular huzursuzdu. Yurt dışına bir bakıp onları çevreleyen olayları bir düşünseler iyi olurdu. Posta arabaları her yönden üzüntü vericiydi, atlar fırlıyor, tekneler ters dönüyor, kazanlar patlıyordu. (Tezahürat, bir ses: ‘Hayır!’) Hayır! (Tezahürat.) O kadar yüksek sesle ‘Hayır!’ diye bağıran saygıdeğer Pickwickçiyi sahneye alalım da elinden geliyorsa inkâr etsin. (Tezahürat.) Hayır!” diye bağıran kimdi? (Coşkulu tezahürat.) Beyhude ve bıkkın bir adam mıydı? Budala demeyecekti, (Yüksek tezahürat.) kimdi, onun (Mr. Pickwick’in) araştırmalarına ihsan edilmiş övgüleri kıskanan ve çelimsiz düşmanlık girişimine boca ettiği çok bilmiş kınamasıyla, bu alçak ve iftiracı üslubu takınan? MR. BLOTTON (Aldgate’ten) bir anda kalktı. Saygıdeğer Pickwickçi ona taş mı atmıştı? (‘Sessizlik!’, ‘Başkan!’, ‘Evet!’, ‘Hayır!’, ‘Devam Et!’, ‘Son Ver!’ vb. bağırışları.)”
“MR. PICKWICK yaygarayla bastırılmaya gelemezdi. O saygıdeğer beyefendiye taş atmıştı. (Müthiş heyecan.)”
“MR. BLOTTON o hâlde, sayın bayın yanlış ve hakaret dolu suçlamalarını derin bir aşağılamayla geri püskürtecekti. (Müthiş tezahürat.) Sayın bay bir şarlatandı. (Derin şaşkınlık, ‘Başkan!’ ve ‘Sessizlik!’ bağırışları.)”
“Mr. A. SNODGRASS bir anda kalktı. Kendini Başkan’a doğru attı. (Bak sen!) Kulübün iki üyesi arasındaki bu utanç verici yarışın devam etmesine izin verilmeli mi onu bilmek istiyordu. (Bak, bak!)”
“BAŞKAN Sayın Pickwickçinin az önce kullandığı ifadeyi geri alacağından emindi.”
“MR. BLOTTON, Başkan’a mümkün olan en yüksek mertebede saygı duysa da lafını kesinlikle geri almayacaktı.
“BAŞKAN, saygıdeğer beyefendinin az önce ağzından kaçırdığı ifadeyi bilindik anlamıyla mı kullandığını öğrenmek mecburiyetinde olduğunu hissediyordu.
“MR. BLOTTON, hayır demekte hiç gecikmedi, kelimeyi Pickwick bağlamında kullanmıştı. (Bak, bak!) Şunu söylemesi gerekirdi ki saygıdeğer beyefendiye karşı olabilecek en yüksek derecede saygı ve hürmet besliyordu; yalnızca onu Pickwickçi bakış açısıyla bir şarlatan olarak görüyordu.” (Bak, bak!)
“MR. PICKWICK, arkadaşının adil, içten ve detaylı açıklamasından dolayı pek hoşnut hissetmişti. Kendi gözlemlerinin tek amacının bir Pickwick yorumu oluşturmak olduğunun bütünüyle anlaşılmasını rica ediyordu. (Tezahürat.)”
Kayıt burada, tıpkı tartışmanın da böylesine tatmin edici ve anlaşılır bir noktaya ulaştıktan sonra sona erdiğinden şüphemiz olmadığı gibi, sonra eriyor. Elimizde okurun bir sonraki bölümde bulacağı gerçeklere dair resmî bir tutanak yok. Ancak bilgiler, mektup ve anlatılarını bağlantılı bir biçimde doğrulamak konusunda su götürmez biçimde içten olan diğer el yazması sorumluları tarafından dikkatle incelenmiştir.

İkinci Bölüm
İlk Günün Yolculuğu ve İlk Gecenin Maceralarının Sonuçlarıyla Birlikte Açıklandığı Bölüm
Güneş, elinden her iş gelen o uşak, daha yeni doğmuştu ve bin sekiz yüz yirmi yedi Mayıs’ının on üçüne ışık saçmaya başlamıştı ki Mr. Samuel Pickwick âdeta başka bir güneş gibi uykusundan uyandı, odasının penceresini çabucak açtı ve aşağıdaki dünyaya gözlerini dikti. Goswell Caddesi ayaklarının altındaydı, Goswell Caddesi sağ elinin üstündeydi, Goswell Cadesi gözünün uzanabildiğine soldan upuzun gidiyordu; Goswell Caddesi’nin karşısında caddenin öte tarafı vardı. “Bunlar.” diye düşündü Mr. Pickwick. “Önlerinde uzanan şeyleri incelemekten memnun olan, ötede gizli gerçekleri aramayan filozofların dar görüşleridir. Ben de Gosswell Caddesi’ne, her bir taraftan onu sarıp sarmalayan ülkelere nüfuz etmek adına tek bir çaba sarf etmeden sonsuza kadar bakmaktan memnun olabilirdim.” Mr. Pickwick bu güzeller güzeli düşünceyi de dışa vurduğuna göre kendini kıyafetlerle bezeyip valizini de kıyafetlerle doldurmaya geçebilirdi. Yüce adamlar çoğu zaman kılıklarının tertibinde; tıraş olma, giyinme ve yakında gerçekleşecek olan kahve içme faaliyetinde nadiren özenli olurlardı ve bir saat içerisinde Mr. Pickwick elinde valizi, pardösüsünün cebinde teleskopu ve yeleğinin cebinde not defteriyle, yazılmaya değecek keşifleri karşılamaya hazır olarak St. Martin’s-le-Grand’deki araba durağına vardı. “Taksi!” dedi Mr. Pickwick.
“Buyurun, efendim.” diye bağırdı, üzerinde çuval bezinden bir palto ve aynı kumaştan bir önlük olan, boynunda pirinçten bir levha üzerine basılı bir rakam taşıyan ve sanki bir tür tuhaflıklar kataloğundan çıkmış gibi görünen insan ırkının tuhaf örneği. Bu kayıkçıydı. “Buyurun, efendim. Peki o zaman, ilk fayton!” Sonra ilk faytoncu, ilk piposunu içmekte olduğu meyhaneden koparılıp alındı, Mr. Pickwick ve valizi araca fırlatıldı.
“Golden Cross.” dedi Mr. Pickwick.
“Üç kuruşluk iş bu, Tommy.” diye bağırdı faytoncu yola koyulurken, arkadaşı kayıkçıya hitaben.
“O at kaç yaşında, dostum?” diye sordu Mr. Pickwick, burnunu yolculuk için ayırdığı şilinle kaşıyarak.
“Kırk iki.” diye yanıtladı sürücü, yan gözle bakarak.
“Ne!” diye bağırıverdi Mr. Pickwick, elini defterinin üstüne koyarak. Faytoncu önceki ifadesini yineledi. Mr. Pickwick bütün ciddiyetiyle adamın suratına baktı ama adamın ifadesi değişecek gibi değildi. O yüzden bu gerçeği derhâl not aldı. “Peki onu her seferinde ne kadar çalıştırıyorsun?” diye sorguladı Mr. Pickwick daha fazla bilgi arayışıyla.
“İki ya da üç hafta.” diye yanıtladı adam.
“Hafta mı!” dedi Mr. Pickwick şaşkınlıkla ve not defteri yine ortaya çıktı.
“Evde olduğu zamanlar Pentonwil’de yaşıyor.” dedi faytoncu sakinlikle. “Ama onu nadiren eve götürürüz, yani bitkinlik sebebiyle.”
“Bitkinlik sebebiyle!” diye tekrarladı şaşkın Mr. Pickwick.
“Faytondan çıkarıldığında hep düşer.” diye devam etti faytoncu. “Ama faytona takılıyken onu sıkıca sarar, yularını sıkı tutarız ki düşüvermesin; bir çift de canımdan ileri tekerleğimiz var ki hayvan kıpraştığında tekerlekler de onun ardından koşuverir, o da ne yapıversin ki.”
Mr. Pickwick adamın her kelimesini not defterine, sanki bunları kulübe iletiyormuşcasına yorucu koşullar altındaki atların yaşamındaki eşsiz bir azim örneği olarak yazdı. Golden Cross’a ulaştıklarında kayıt henüz bitmek üzereydi. Faytoncu aşağı atladı ve Mr. Pickwick faytondan indi. Şerefli liderlerini heyecanla beklemekte olan Mr. Tupman, Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle etrafında toplaşıp onu karşıladı.
“İşte ücretin.” dedi Mr. Pickwick, şilini faytoncuya uzatarak.
Bilge adamı şaşkınlığa uğratan olay, o garip şahsın parayı kaldırıma fırlatıp temsili biçimde bu ücret için onunla (Mr. Pickwick) kavgaya tutuşma keyfine erişme izni istemesiydi!
“Sen delisin.” dedi Mr. Snodgrass.
“Ya da sarhoş.” dedi Mr. Winkle.
“Ya da ikisi birden.” dedi Mr. Tupman.
“Hadisene!” dedi faytoncu, kurmalı saat gibi bir ileri bir geri atılarak. “Haydiyin, dördünüz de.”
“Boş atıyor.” diye bağırdı yarım düzine faytoncu. “Git işine, Sam!” ve müthiş bir neşeyle grubun etrafına toplaştılar.
“Olay ne Sam?” diye sordu, siyah uzun kollu bir pamuklu giyinmiş beyefendi.
“Kavga!” diye yanıtladı faytoncu. “Numaramı niye istedin ki?”
”Numaranı istemedim.” dedi şaşkın Mr. Pickwick.
“O zaman neden numaramı aldın?” diye sorguladı faytoncu.
“Almadım.” dedi Mr. Pickwick kızgınlıkla.
“İnanır mısınız…” diye devam etti faytoncu, kalabalığa hitap ederek “İnanır mısınız ki bu adam gammaz olarak bir adamın faytonuna binmiş, yalnızca numarasını almakla kalmamış, ağzından çıkan her kelimeyi de not etmiştir.” (Mr. Pickwick’in gözleri parladı, konu not defteriydi.)
“Aldı mı ki?” diye sordu bir diğer faytoncu.
“Evet, hem de nasıl.” diye yanıtladı ilk faytoncu. “Ve ona saldırayım diye beni tahrik ettikten sonra da kanıtlamak için buraya üç şahit getirdi üstelik. Ama ona istediğini vereceğim, altı ay yatmam gerekse bile. Haydisene!” Sonra faytoncu şapkasını yere attı, kendi malına karşı olan gözü kara umursamazlıkla. Mr. Pickwick’in de gözlüğünü çıkardı ve saldırıya önce Mr. Pickwick’in burnuna bir darbeyle başladı. Sonra Mr. Pickwick’in göğsüne bir darbeyle devam etti ve üçüncü darbeyi Mr. Snodgrass’ın gözüne ve sonra değişiklik olsun diye dördüncüyü Mr. Tupman’ın yeleğine indirdikten sonra yola doğru sıçrayıp yeniden kaldırıma döndü ve en sonunda Mr. Winkle’ın bedeninde mevcut olan geçici havanın tamamını yarım düzine saniyede çekip aldı.
“Polis nerede?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“İşkence et.” diye öneride bulundu turtacı.
“Bunu ödeyeceksiniz.” dedi Mr. Pickwick nefes nefese.
“Gammazlar!” diye bağırdı kalabalık.
“Hadisene.” diye bağırdı bunca zamandır durmaksızın zıplamakta olan faytoncu.
Topluluk şimdiye kadar olayları hareketsiz izlemekle yetinmişti ancak Pickwickçilerin gammazlar olduğu istihbaratı aralarında yayılmaya başladıkça kayda değer canlılıkla hararetli turta satıcısının teklifini dayatma edebini gösterdikleri bir propaganda yapmaya başladılar: Üstelik eğer arbede yeni gelen kişinin müdahalesiyle beklenmedik bir şekilde kesilmeseydi bu kişilerin ne tür kişisel saldırı suçları işleyeceklerini söylemek güçtü.
“Olay nedir?” diye sordu, bir anda durakların oradan ortaya çıkan yeşil paltolu, oldukça uzun boylu ve ince yapılı, genç adam.
“Gammazlar!” diye bağırdı kalabalık yeniden.
“Değiliz.” diye kükredi Mr. Pickwick, herhangi yansız dinleyiciye göre ikna edici gelebilecek bir tonla. “Değil misin ki değil misin ki?” dedi genç adam, Mr. Pickwick’e hitaben ve kalabalığın birleşen üyelerini şaşmaz bir dirsekleme süreciyle aşarak ona doğru yaklaşırken.
Söz konusu bilge adam, birkaç yüz aceleye getirilmiş kelimeyle olayın aslını açıkladı.
“Gel öyleyse.” dedi yeşil paltolu adam, Mr. Pickwick’i var gücüyle tüm yol boyunca peşi sıra sürükleyerek. “Al bakalım No. 924, ücretini de al, kendini de al götür. Saygıdeğer beyefendi, onu iyi tanırım. Saçmalamayı bırak. Bu yönden, efendim. Arkadaşlarınız neredeler? Hepsi bir hata, anlıyorum. Boş verin, kazalar olur. En düzgün ailelerde bile olur mu olur. Sizin şansınıza. Kaldırın onu. Bunu piposuna koyun, tadı hoştur. Lanet serseriler!” Ve olağanüstü bir gevezelikle sunulmuş bir dizi uzatılmış benzer kırık cümleyle birlikte Mr. Pickwick ve müritlerini peşine takan yabancı, yolcu bekleme odasına doğru yolu gösterdi.
“Garson baksana!” diye bağırdı yabancı, zili muazzam bir kuvvetle çalarak. “Herkese birer bardak brendi ve su, keskin ve güçlü. Gözünüz hasar aldı mı, efendim? Garson! Beyefendinin gözü için çiğ dana biftek. Morluğa çiğ dana biftekten daha iyi gelen bir şey yoktur, efendim. Soğuk lamba direği de çok iyi ama lamba direği elverişsiz. Ortalık yerde gözünü lamba direğine dayamış hâlde bir saat ayakta durmak pek garip olur. Ha, aynen öyle. Ha! Ha!” Böylece yabancı, nefes almak için duraksamadan yarım pint dolusu buz gibi pis kokulu brendi ve sudan koca bir yudum aldı ve sanki olağan dışı hiçbir şey olmamış gibi bir edayla keyif içinde arkasına yaslandı.
Üç yandaşı yeni tanıdıklarına teşekkürlerini sunmakla meşgulken Mr. Pickwick de adamın kılığını ve görünüşünü inceleme fırsatı buldu.
Orta boyluydu ama bedeninin inceliği ve bacaklarının uzunluğu onu çok daha uzun gösteriyordu. Yeşil paltosu kuyruklu ceketlerin döneminde zarif sayılıyordu ama belli ki o zamanlar yabancıdan çok daha kısa bir adamın üstünü benziyordu çünkü kirlenmiş ve rengi atmış ceketin kolları yabancının anca dirseklerine ulaşıyordu. Düğmeleri adamın çenesine kadar öylesine sıkıca kapanmıştı ki sanki her an arkada dikişlerin patlaması tehlikesi vardı. Gömlek, yakalığı olmayan eski bir üst boynunu tamamlıyordu. Dar siyah pantolonun belirli yerlerinde uzun süreli kullanımın göstergesi olan parlak lekeler göze çarpıyordu ve pantolon paçaları sanki her şeye rağmen görünür olan kirli çorapları saklamak için sıkı sıkıya alttaki bir çift yamalı ve eskimiş ayakkabıya tutturulmuştu. Uzun, siyah saçları eski fötr şapkasının altından iki yandan savsak biçimde dağılmıştı. Çıplak bilekleriyse eldivenleriyle paltosunun manşetleri arasından belli oluyordu. Yüzü ince ve yabaniydi ama tarif edilemez şekilde neşeli bir cüret havası ve kusursuz soğukkanlılık adamı bütünüyle kaplamıştı.
Mr. Pickwick’in gözlüklerinin (neyse ki kurtarabildiği) ardından inceleyebildiği ve arkadaşları sonunda teşekkür etmekten bitkin düştüklerinde kendi seçtiği ifadelerle az önceki yardımı için en içten teşekkürlerini ilettiği adam işte böyle biriydi.
“Önemli değil.” dedi yabancı, lafı kısa keserek. “Gerektiği kadar konuştu, fazlasını söylemedi; az akıllı değil o faytoncu. İyi dövüştü ama ben orada olacaktım var ya, yemin ederim kafasını yumruklamıştım. Yapmaz mıydım hiç, göz açıp kapayıncaya kadar turtacıyı da hiç şakam yok.”
Ahenkli konuşması, Rochester faytoncusunun “The Commodore”un yola çıkma noktasında olduğunu bildirmek için içeri girmesiyle bölündü.
“Commodore!” dedi yabancı yola koyularak. “Benim fayton. Yer ayırttım, dışarıda bir yer. Siz brendi ve suyu ödersiniz. Bütün bozdurmak lazım. Sahte gümüş, sahte para olmaz değil mi, olmaz ha?” ve başını neredeyse kurnazlıkla salladı.
Başlarına bunlar gelince Mr. Pickwick ve üç yoldaşı Rochester’ın ilk konak yerleri olmasına karar verdiler ve aynı şehre yolculuk edecekleri yeni tanıdıklarıyla da yakınlaşmış olduklarından, hep birlikte oturabilecekleri arka koltuğu ayırtmaya karar verdiler.
“Ben yanınızdayım.” dedi yabancı, Mr. Pickwick’in tepeye çıkmasına yardım ederken sanki beyefendinin hareketinin ağırlığını bariz biçimde azaltmaya çalışır gibi.
“Valiziniz var mı efendim?” diye sordu faytoncu. “Kim, ben mi? Şuradaki kese kâğıdına sarılı paket, hepsi o. Diğer valiz su yoluyla gitti, sabitlenmiş eşya sandıklarında. Evler kadar büyükler. Ağır, ağır, fena hâlde ağırlar.” diye yanıtladı yabancı, içinde bir gömlek ve bir mendil içerdiğine dair en şüphe uyandırıcı göstergelere sahip kese kâğıdını olabildiğince cebine tıkmaya çalışırken.
“Kafalar, kafalar, kafalara dikkat!” diye bağırdı çenebaz yabancı, o dönemlerde durağın girişini oluşturan kemeraltından geçerlerken. “Berbat yer, tehlikeli iş. Geçen gün beş çocuk, anneleri uzun hanım, sandviç yerken kemeri unuttu, çarptı. Çat! Çocuklar etrafa bakıyor. Annenin kafa gitmiş. Elinde sandviç, koyacak ağız yok. Ailenin direği yıkıldı. Sarsıcı, sarsıcı! Whitehall’a mı bakıyorsunuz, efendim? Hoş mekân, ufak pencereler. Orada başkasının da mı kafası kopmuş, ha efendim? O da etrafını iyi kolaçan etmemiş ha, efendim, ha?”
“Kafa yoruyordum.” dedi Mr. Pickwick, “İnsan ilişkilerinin değişkenlik özelliğini düşünüyordum.”
“O! Anlıyorum. Şey, attan inip eşeğe binmek misali. Filozof musunuz, efendim?”
“İnsan doğasının gözlemcisiyim beyefendi.” dedi Mr. Pickwick.
“Ah, ben de öyle. Yapacak işi az olan ve alacağı ondan da az olan insanların çoğu öyledir. Şair misiniz, efendim?”
“Dostum Mr. Snodgrass’ın güçlü bir şiir yeteneği vardır.” dedi Mr. Pickwick.
“Ben de öyle.” dedi yabancı. “Epik şiir, on bin dize. Temmuz Devrimi, bir anda yazdım. Gündüzleri Mars, geceleri Apollo. Topu ateşle, liri tıngırdat.”
“O ihtişamlı sahnede bulundunuz mu, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“Bulunmak mı! Bence öyleydi;[3 - Mr. Jingle’ın hayal gücündeki kâhince gücün dikkat çekici bir örneği; bu diyalog 1827 yılında gerçekleşiyorken Devrim,1830 yılında gerçekleşmiştir.] tüfeği ateşledim, fikrimle ateşledim. Şarap dükkânına koştum, aklımdakileri yazdım, geri geldim. Vız, bom, bir fikir daha. Yeniden şarap dükkânı. Kalem ve mürekkep. Geri dön, kes ve yırt, yüce an, efendi. Avcılık var mı, efendim?” dedi aniden Mr. Winkle’a dönerek.
“Biraz, efendim.” diye yanıtladı o beyefendi.
“Hoş uğraş, efendim, hoş uğraş. Köpek var mı, efendim?”
“Şimdilik yok.” dedi Mr. Winkle.
“Ah! Köpek edinmelisiniz. Hoş hayvanlar, bilge yaratıklar. Bir keresinde benim de kendi köpeğim oldu, puanter. Şaşırtıcı içgüdü. Bir gün dışarıda atıştayım, kuşatmaya giriyorum. Islık çaldım, köpek durdu. Yeniden ıslık çaldım. Ponto gitme! Hareketsiz çağırdım. Ponto, Ponto! Kıpırdamadı. Köpek donakalmış, bir tahtaya bakıyor. Başımı kaldırdım, bir yazıt gördüm: “Kolcu, bu alandaki bütün köpekleri vurma emri almıştır.” O yazıyı geçmedi muhteşem köpek. Değerli köpek, çok.”
“Nadir bir örnek bu.” dedi Mr. Pickwick. “Not almama izin verir misin?”
“Elbette, efendim, elbette. Aynı hayvanın yüz tane daha anekdotu var. Hoş kız, efendim.” (Yolun kenarındaki genç hanıma Pickwickçiliğe uymayan bakışlar atmakta olan Mr. Tracy Tupman’a hitaben.)
“Çok!” dedi Mr. Tupman.
“İngiliz kızları, İspanyol kızları kadar hoş değil. Asil yaratıklar. Gür saçlar, siyah gözler, güzel vücutlar, tatlı yaratıklar. Güzel.”
“İspanya’da bulundunuz mu, efendim?” diye sordu Mr. Tracy Tupman.
“Orada yaşadım, çok uzun süre.”
“Çok fetih yaptınız mı, efendim?” diye sordu Mr. Tupman.
“Fetihler! Binlerce. Don Bolaro Fizzgig, asilzade. Evin tek kızı Donna Christina, şahane varlık, bana sırılsıklam âşıktı. Kıskanç baba, onurlu kız, yakışıklı İngiliz… Siyanür asidi… Benim bavulumda mide yıkama tulumbası… Operasyon gerçekleştirildi. Yaşlı Bolaro havalara uçtu, birlikteliğimize rıza gösterdi. Eller birleşti ve gözyaşları sel oldu. Romantik öykü. Oldukça.”
“Hanımefendi şimdi İngiltere’de mi, efendim?” diye sordu, kadının güzellik tasvirinin üstünde büyük etki bıraktığı Mr. Tupman.
“Öldü, efendim, öldü.” dedi yabancı, sağ gözüne çok eski pamuktan bir mendili hafifçe dokundurarak. “Mide yıkamasından sonra hiç iyileşemedi. Zayıf bünye, kurban düştü.”
“Peki ya babası?” diye sordu şairane Snodgrass.
“Pişmanlık ve perişanlık.” diye yanıtladı yabancı. “Ani kayboluş… Bütün şehrin diline düştü, her yer aransa da nafile… Ana meydandaki halk çeşmesi bir anda akmayı bıraktı. Haftalar geçti, hâlâ tıkanıklık var. Temizlesinler diye işçiler tutuldu, su boşaldı. Kayınbaba sağ ayağında itirafnameyle birlikte başını ana boruya sokmuş hâlde keşfedildi. Adamı çıkardılar ve çeşme her zamanki kadar iyi akmaya başladı.”
“Bu kısa aşkı not etmeme izin verir misiniz, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass, derinden etkilenmiş hâlde.
“Elbette, efendim, elbette. Dinlemek isterseniz bunun gibi elli tane daha var. Benim hayatım tuhaf. Oldukça ilginç bir geçmiş, olağan dışı değil ancak nadir.”
Yabancı, araba at değiştirdiğinde parantez niyetine ara sıra attığı birer bardak bira eşliğinde bu gayretle konuşmaya Rochester Köprüsü’ne ulaşana kadar devam etti, ki zaten o zamana kadar hem Mr. Pickwick’in hem de Mr. Snodgrass’ın not defterleri yabancının maceralarından seçkilerle tamamıyla dolmuştu.
“Fevkalade harabe!” dedi Mr. Augustus Snodgrass, hoş, eski bir kale karşılarına çıkınca; onu farklı kılan o şairane hararetle.
“Bir tarihî eser meraklısı için nasıl bir manzara!” Mr. Pickwick teleskopunu gözüne götürürken ağzından dökülen kelimeler tam da bunlardı.
“Ah! Hoş mekân.” dedi yabancı. “İhtişamlı yığın… Kasvetli duvarlar, sarsak kemerler, karanlık kuytular, dağılmaya yüz tutmuş merdivenler… Eski bir katedral de var. Toprak kokusu… Hacıların ayakları eski basamakları aşındırmış. Minik Saxon kapılar… Tiyatrolardaki ufak maymun kutuları gibi günah çıkarma hücreleri… Bu keşişler de tuhaf insanlar. Papalar ve din görevlileri ve binbir çeşit adam, müthiş kırmızı yüzleri ve kırık burunlarıyla, her gün gelirler. Askerî ceketler de… Fitilli tüfekler, sandukalar, hoş mekân… Eski efsaneler de tuhaf hikâyeler: İhtişamlı.” dedikten sonra faytonun durduğu ana caddedeki Bull Inn Hanı’na ulaşana kadar yabancı monolog yapmaya devam etti.
“Siz burada mı kalıyorsunuz, efendim?” diye sordu Mr. Nathaniel Winkle.
“Ben burada değilim ama siz kalsanız iyi edersiniz. İyi handır, güzel yatakları var. Wright’s, hemen yanındaki han hoş, çok hoş. Garsona baksan bile hesap yarım kron geliyor. Arkadaşların yerinde yemek yiyince insana kahvehanede çıkaracaklarından daha çok masraf çıkarıyorlar. Tuhaf insanlar… Oldukça…”
Mr. Winkle, Mr. Pickwick’e döndü ve birkaç kelime mırıldandı; Mr. Pickwick’ten, Mr. Snodgrass’a bir fısıltı geçti, Mr. Snodgrass’tan da Mr. Tupman’a ve kafalar onayla sallandı. Mr. Pickwick yabancıya hitaben konuştu: “Bize bu sabah önemli bir hizmet sundunuz, beyefendi.” dedi. “Akşam yemeğinde sizin de bize katılma lütfunda bulunmanızı rica ederek minnettarlığımızın ufak bir işaretini size takdim etmemize izin verir misiniz?”
“Benim için büyük zevk.Tahminde bulunmak ya da zorla kabul ettirmek gibi olmasın ama ızgarada pişmiş kuş ve mantar müthiş şey! Saat kaçta?”
“Bir bakayım.” diye yanıtladı Pickwick, saatine hitaben. “Şimdi saat neredeyse üç. Beş diyelim mi?”
“Bana müthiş uyar.” dedi yabancı. “Tam beşte. O zamana kadar kendinize iyi bakın.” ve cebinden sarkan kese kâğıdı paketle yabancı, başındaki fötr şapkayı birkaç santim kaldırıp sonra da umursamazca oldukça yanda olacak şekilde yeniden yerine bırakarak hızlı adımlarla bahçeyi geçti ve ana caddeye döndü.
“Belli ki pek çok ülkeyi gezmiş ve insanlara yönelik her şeyi yakından incelemiş.” dedi Mr. Pickwick.
“Şiirini görmek isterim.” dedi Mr. Snodgrass.
“Ben de o köpeği görmek isterim.” dedi Mr. Winkle.
Mr. Tupman hiçbir şey söylemedi ama Donna Christina’yı, mide yıkama tulumbasını, çeşmeyi düşündü; gözleri yaşlarla doldu.
Özel bir oturma odası tutulup yatak odaları incelendikten ve akşam yemeği siparişi verildikten sonra grup şehri ve civar mahalleleri görmek için dışarı çıktı.
Mr. Pickwick’in isimleri Stroud, Rochester, Chatham ve Brompton olmak üzere bu dört kasabayla ilgili aldığı notların dikkatle incelemesi sonucu görünümlerine dair izlenimlerinin aynı bölgeye giden diğer gezginlerden elle tutulur herhangi bir farkı olduğuna dair bir bulgu bulamadık. Kasabanın genel görünüşü kolaylıkla özetlenebilir.
“Bu kasabaların esas ürünleri…” diyor Mr. Pickwick. “Askerler, denizciler, Yahudiler, tebeşir, karides, memurlar ve tersane çalışanları gibi görünüyor. Halka açık caddelerde satışa çıkarılan malların çoğunu denizcilik ürünleri, bademli tatlı, elma, yassı balıklar ve istiridye oluşturuyor. Sokaklar başlıca ordunun şenliğinden kaynaklanan canlı ve hareketli bir görünüme sahip. Bu yürekli adamların hem hayvani hem ateşli ruh hâlinin etkisi altında sendelemelerini görmek özellikle de onları takip edip onlarla şakalaşmanın çocuk nüfusu için ucuz ve masum bir eğlenti sağladığını akla getirmek yardımsever bir zihin için gerçekten keyifli.” “Hiçbir şey…” diye ekliyor Mr. Pickwick. “Onların neşesini aşamaz. Daha benim geldiğim günden bir gün öncesinde onlardan biri bir bar sahibesinin evinde saldırıya uğramıştır. Kadın barmen adama daha fazla içki vermeyi kesin olarak reddetmiştir; karşılığında o da (yalnızca şakayla) süngüsünü çekmiş ve kızı omuzundan yaralamıştır. Her şeye rağmen bu hoş bey ertesi gün hana gidip olayı görmezden gelmeye ve olanları unutmaya hazır olduğunu ilk belirten kişi olmuştur!”
“Bu kasabalardaki tütün tüketimi…” diye devam ediyor Mr. Pickwick. “Çok yüksek ve sokakları istila eden koku sigara içmeyi aşırı seven insanlar için epey keyif verici olmalı. Sığ bir gezgin kirliliğe itiraz edebilir ki bu kasabaların ana özelliğidir ama bunu gidiş gelişin ve ticari refahın bir belirtisi olarak görenler için bu gerçekten tatmin edicidir.”
Yabancı dakik biçimde beşte ve çay saatinden kısa süre sonra geldi. Kendini kese kâğıdı kaplı paketten kurtarmıştı ama kılığında hiçbir değişiklik yapmamıştı ve sanki bu mümkün olabilirmiş gibi her zamankinden daha çenebazdı.
“O nedir?” diye sordu, garson kapaklardan birini kaldırırken.
“Dil balığı, efendim.”
“Dil balığı… Ah! Özel balıktır… Londra menzil araba sahiplerinden gelenlerin hepsi siyasi yemeklere gidiyor… At arabası dolusu dil balığı… Kurnaz arkadaşlar.”
“Bir kadeh şarap, efendim?”
“Zevkle.” dedi Mr. Pickwick ve yabancı kadehini önce onunla, sonra Mr. Snodgrass’la, sonra Mr. Tupman’la, sonra da Mr. Winkle’la ve sonra da bütün grupla birlikte, neredeyse konuştuğu hızla tokuşturdu.
“Merdivende müthiş karmaşa var, garson.” dedi yabancı. “Kalıplar yukarı çıkıyor, marangozlar aşağı iniyor, lambalar, camlar, harplar… Neler oluyor?”
“Balo efendim.” dedi garson.
“Toplantı, ha?”
“Hayır, efendim, toplantı değil. Bir yardım kuruluşunun yararına düzenlenen balo, efendim.”
“Bu kasabada çok fazla hoş kadın var mı, biliyor musunuz, efendim?” diye sordu Mr. Tupman, büyük bir ilgiyle.
“Olağanüstü… Önde gelenleri. Kent efendim, herkes Kent’i bilir: elma, vişne, şerbetçi otu ve kadınlar… Bir kadeh şarap, efendim!”
“Büyük keyifle.” diye yanıtladı Mr. Tupman. Yabancı kadehini doldurdu ve bitirdi.
“Gitmeyi çok isterim.” dedi Mr. Tupman, balo konusunu sürdürerek. “Çok.”
“Biletler barda, efendim.” diye araya girdi garson. “Her bir bilet on şilin, efendim.”
Mr. Tupman bir kez daha kutlamada bulunmaya dair içten dileğini dile getirdi ancak Mr. Snodgrass’ın kararmış gözleri ve Mr. Pickwick’in boş bakışlarıyla karşılaşınca kendini müthiş bir ilgiyle az önce masaya gelmiş olan porto şarabı ve tatlıya verdi. Garson çekildi ve ekip, yemek sonrası birkaç samimi saatin tadını çıkardı.
“Affedersiniz, efendim.” dedi yabancı. “Şişe duruyor, aramızda paylaştıralım. Işığın yolu sohbetle iyi gider. Dibinde kalmasın.” Sonra yaklaşık olarak iki dakika önce doldurmuş olduğu kadehini bitirdi ve tüm bunlara alışkın bir adam edasıyla bir kadeh daha doldurdu.
Şarap paylaşıldı ve yenisi sipariş edildi. Ziyaretçi konuştu ve Pickwickçiler dinledi. Mr. Tupman her an baloya gitmeye daha çok heveslendi. Mr. Pickwick’in çehresi evrensel insan sevgisiyle parlıyorken Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass ise çoktan uyumuştu.
“Yukarıda hareket başladı.” dedi yabancı. “Ziyaretçiler duyuluyor, kemanlar akort ediliyor. Şimdi de harp… İşte başlıyor.” Aşağıya ulaşan çeşitli sesler ilk kadrilin başlangıcını duyuruyordu.
“Gitmeyi ne kadar da çok isterdim.” dedi Mr. Tupman bir kez daha.
“Ben de öyle.” dedi yabancı. “Kahrolası bagaj, ağır tekneler. Giyecek hiçbir şeyim yok. Tuhaf, değil mi?”
Genel cömertlik, Pickwick kuramının önde gelen özelliklerinden biriydi ve kimse bu prensibi Mr. Tracy Tupman’dan daha büyük gayretle uygulayamazdı. Dernek kayıtlarında bu harika adamın diğer üyelerin evlerine kullanılmayan eşya ya da maddi yardım gönderdiği zamanlara ait veriler neredeyse inanılmaz sayıdadır. “Sana bu amaç için kıyafet ödünç vermekten çok memnun olurum.” dedi Mr. Tracy Tupman. “Ama sen oldukça incesin ve ben…“
“Pek şişman… Yetişkin Baküs, yaprakları kesilmiş, fıçıdan indirilmiş ve kalın yünlü kumaşlara bürünmüş, ha? Çifte damıtılmamış da çifte öğütülmüş. Ha! Ha! Şarabı uzat.”
Mr. Tupman şarabın yabancı tarafından epey lakayt bir tavırla, kendinden istendiği buyurgan tondan dolayı bir şekilde içerledi mi yoksa Pickwick Kulübünün nüfuzlu bir üyesi olarak aşağılayıcı bir şekilde devrilmiş bir Baküs’e benzetildiği için mi mahcup oldu, bu henüz tam anlamıyla doğrulanmış bir bilgi değildir. Mr. Tupman şarabı uzattı, iki kez öksürdü ve yabancıya sert bir keskinlikle birkaç saniye baktı; o şahıs Mr. Tupman’ın meraklı bakışının altında bütünüyle kendine hâkim ve oldukça sakin görününce Mr. Tupman yavaşça rahatladı ve balo konusuna geri döndü.
“Ben de tam söylemek üzereydim, efendim.” dedi Mr. Tupman. “Benim kıyafetim çok büyük olsa da arkadaşım Mr. Winkle’ın takımı belki de size daha iyi uyar.”
Yabancı, gözleriyle Mr. Winkle’ın ölçüsünü aldı ve “Tam olarak uygun.” derken bedeninin en üst kısmı tatminkârlıkla parıldadı.
Mr. Tupman etrafına baktı. Mr. Snodgrass üzerinde uyuşturucu etkisini ortaya çıkarmış olan şarap, Mr. Pickwick’in de duyularını çalmıştı. Beyefendi akşam yemeğinden ileri gelen o uyuşukluktan önce gelen çeşitli evreleri ve sonuçlarını kademe kademe aşmıştı. Eğlencenin doruklarından perişanlığın derinliklerine doğru ve perişanlığın derinliklerinden de eğlencenin doruklarına doğru olan olağan değişimleri yaşamıştı. Sokaktaki borusuna rüzgâr sızan gaz lambası gibi bir anlığına doğal olmayan bir ihtişam sergiledi, sonra da güç bela görülecek kadar derine battı; kısa bir aradan sonra bir anlığına aydınlanmak için yeniden yüzeye çıktı; sonra belirsiz, sarsak türden bir ışıkla parladı ve tümüyle söndü. Kafası göğsüne gömülmüştü, arada sırada gelen öksürüklerle birlikte sürekli olan horlama yüce adamın varlığının tek duyulabilir göstergeleriydi.
Mr. Tupman baloda olmaya ve Kentli hanımların güzelliğine dair ilk izlenimlerini edinmeye dair büyük bir arzu duyuyordu. Yabancıyı yanında götürme arzusu da en az bu kadar güçlüydü. Mekân ve sakinlerine tümüyle aşinaydı ve yabancı sanki küçüklüğünden beri burada yaşıyormuş gibi iki konu hakkında da büyük bilgiye sahipti. Mr. Winkle uyuyordu ve Mr. Tupman onun uyandığı anda doğanın olağan gidişatı uyarınca cumburlop yatağa atlayacağını biliyordu. Kararsızdı. “Kadehini doldur ve şarabı uzat.” dedi usanmak bilmeyen ziyaretçi.
Mr. Tupman kendinden istenileni yaptı ve son kadehin getirdiği fazladan uyarıcı etki kararını vermesine neden oldu.
“Winkle’ın yatak odası benimkinin içinde.” dedi Tupman. “Onu şimdi uyandırsam derdimi anlatamam ama heybesinde bir takım elbise olduğunu biliyorum ve o takım elbiseyi baloda giydiğini ve dönüşte çıkardığını varsayarsak takımı onu hiç rahatsız etmeden eski yerine koyabilirim.”
“Harika.” dedi yabancı. “Müthiş plan. Kör olasıca tuhaf bir durum, eşya sandıklarında on dört palto var ve başka bir adamınkini giymek zorunda kalıyorum. Çok iyi düşünce bu, çok.”
“Biletimizi almamız gerekiyor.” dedi Tupman.
“Bölüşmeye değmez.” dedi yabancı. “Kim iki bileti de ödeyecek diye yazı tura atalım. Ben belirleyeyim, sen fırlat. İlk seferde kadın, kadın, cazibeli kadın.” ve bozukluk, ejderha (kadın diye anılan) yukarıda olacak şekilde düştü.
Mr. Tupman zili çaldı, biletleri satın aldı ve oda mumu sipariş etti. Sonraki on beş dakika içinde yabancı baştan aşağı Mr. Nathaniel Winkle’ın takımlarına bürünmüştü.
“Yeni bir ceket.” dedi Mr. Tupman, yabancı kendini büyük bir rahatlıkla boy aynasında incelerken. “Bizim kulüp düğmemizle yapılan ilk ceket.” ve arkadaşına ortada Mr. Pickwick’in büstü ve bir yanında P, bir yanında K harfi olan büyük yaldızlı düğmeyi gösterdi.
“P.K.” dedi yabancı. “Tuhaf tasarım. Yaşlı arkadaşın tasviri ve ‘P.K.’… ‘P.K.’ ne anlama geliyor? Perişan Kabile mi, ha?”
Mr. Tupman, gittikçe artan kırgınlık ve büyük kibirle gizemli buluşu açıkladı.
“Biraz bel kısmı kısa sanki, değil mi?” dedi yabancı, sırt kısmındaki, sırtının ortasına kadar uzanan düğmelere aynada bakabilmek için sırtını dönerken. “Postacı ceketi gibi. Onlar tuhaf ceketlerdir. Rastgele dağıtılır, ölçü olmaz. Gizemli takdiriilahi. Kısa adamlara hep uzun ceketler denk gelir, uzun adamlara da kısa olanlar.” Bu konudan devam eden Mr. Tupman’ın yeni arkadaşı, takımını ya da daha doğrusu Mr. Winkle’ın takımını düzeltti ve yanında Mr. Tupman’la balo salonuna giden merdivenlerden indi.
“İsimleriniz nedir, edendim?” diye sordu kapıdaki adam. Yabancı onu durdurduğunda Mr. Tracy Tupman unvanlarını duyurmak için öne atılıyordu.
“İsim yok.” Sonra da Mr. Tupman’a fısıldadı: “İsimler işe yaramaz, bilindik değiller. Kendilerince çok iyi isimler ama müthiş de değiller. Ufak bir parti için harika isimler ama halka açık toplantılarda önemli izlenim bırakmaz. İşi anonimleştirelim. Londra’dan beyefendiler, seçkin yabancılar. Ne olursa.” Kapı açıldı ve Mr. Tracy Tupman ile yabancı, balo salonuna girdi.
Uzun bir salondu. Kırmızı kadife kaplı sandalyeler ve camdan şamdanlarda bal mumundan mumlar vardı. Müzisyenler yüksek bir alanda güvenli biçimde konuşlandırılmışlardı, ikili ya da üçlü şekilde dizilmiş dansçılarla sistematik biçimde kadriller yapılıyordu. Bitişikteki kumar odasında iki kumar masası kurulmuştu, bir çift yaşlı hanım ve aynı sayıda iri beyefendi orada işlerini icra etmektelerdi.
Final yapıldı ve dansçılar odayı gezinmeye başladı. Mr. Tupman’la arkadaşı, etraftakileri incelemek için köşede konuşlandılar.
“Çok hoş kadınlar.” dedi Mr. Tupman.
“Bekle biraz.” dedi yabancı. “Şimdi eğlenceli değil, henüz asilzadeler gelmedi. Tuhaf yer… Yüksek rütbeli bahriyeliler düşük rütbeli bahriyelileri tanımıyor. Düşük rütbeli bahriyeli orta sınıf eşrafı tanımıyor, orta sınıf eşraf esnafı tanımıyor. Hükûmet temsilcisi kimseyi tanımıyor.”
“O açık renk saçlı, pembe gözlü, çok şık giyimli ufak oğlan kim?” diye sordu Mr. Tupman.
“Yalvarırım sessiz ol. Pembe göz, şık giyim, ufak oğlan mı? Saçmalama. 97. Alay Teğmeni, muhterem Wilmot Snipe. Müthiş aile, Snipe ailesi. Çok…”
“Sör Thomas Clubber, Lady Clubber ve Misses Clubber!” diye bağırdı kapıdaki adam, gür sesle. Uzun boylu, parlak düğmeli mavi paltolu adam, mavi saten kıyafetli hanım ve aynı renklerde, eşit derecede modaya uygun giyimli iki genç hanımın girişiyle salona müthiş bir heyecan yayıldı.
“Hükûmet yetkilisi, tersanenin başı, harika adam. Kayda değer derecede harika adamdır.” diye fısıldadı yabancı, Mr. Tupman’ın kulağına, yardım derneği heyeti Sör Thomas Clubber ve ailesini salonun başköşesine götürürken. Muhterem Wilmot Snipe ve diğer tanınmış beyefendiler saygılarını sunmak için genç Clubber hanımlarının etrafını sardılar ve Sör Thomas Clubber dimdik durarak siyah fularının üstünden toplanan gruba baktı.
“Mr. Smithie, Mrs. Smithie ve Miss Smithieler” bir sonraki duyuruydu.
“Mr. Smithie ne?” diye sordu Mr. Tracy Tupman.
“Tersanede bir şey.” diye yanıtladı yabancı. Mr. Smithie saygıyla Sör Thomas Clubber’ın önünde eğildi ve Sör Thomas Clubber da selamı bilinçli bir lütufla kabul etti. Lady Clubber cam gözü aracılığıyla Mrs. Smithie ve aileye teleskopik bir bakış attı ve Mrs. Smithie de karşılığında aynı bakışı kocası tersaneye dâhil bile olmayan Mrs. Bir Başkası’na attı.
“Albay Bulder, Mrs. Colonel Bulder ve Miss Bulder” bir sonraki konuklardı.
“Garnizonun başı.” dedi yabancı, Mr. Tupman’ın meraklı bakışlarına karşılık.
Miss Bulder, Misses Clubber tarafından içtenlikle karşılandı; Mrs. Albay Bulder ve Lady Clubber arasındaki selamlaşma sıcakkanlılığın tanımıydı; Albay Bulder ve Sör Thomas birbirlerine enfiye kutularını sundular ve tam olarak bir çift Alexander Selkirks gibi durdular: “Göz gezdirdikleri herkesin hükümdarları.”
Mekânın aristokrasisi -Bulderlar, Clubberlar ve Snipelar- böylelikle salonun öte ucunda itibarlarını korurlarken toplumun diğer sınıfları da salonun diğer köşelerinde onları taklit ediyordu. 97. Alay’ın daha az aristokrat olan memurları kendilerini tersanenin daha az önemli belediye memurlarının ailelerine adamıştı. Avukat eşleri ve şarap tüccarları başka bir sınıfa yüzlerini dönmüşlerdi (biracının eşi Bulderlara gidip geliyordu) ve Mrs. Tomlinson, posta ofisi müdürü ortak rızayla ticari cemiyetin lideri olarak atanmış gibiydi.
Salonda bulunan kendi çevresindeki en popüler kişilerden biri, kafasının tepesinde daire şeklinde siyah saçı ve ortasında da kocaman bir keli olan ufak, şişman adamdı: Doktor Slammer, 97. Alay’ın cerrahı. Doktor herkesle enfiye çekiyor, sohbet ediyor, gülüyor, dans ediyor, şaka yapıyor, kart oyunu oynuyor, her şeyi yapıyordu ve her yerdeydi. Her ne kadar çeşitli olsalar da ufak tefek Doktor bu uğraşlara daha fazla bir şeyler katıyordu. Canlı elbisesi ve süslülüğü kısıtlı gelirine rağmen en cazip görünümü sunan ufak, yaşlı dula en yorulmak bilmez ve devamlı ilgiyi gösteriyordu.
Hem Mr. Tupman’ın hem de arkadaşının gözleri, yabancı sessizliği bozana kadar Doktor’un ve dulun üzerine bir süre sabit daldı.
“Epey para… Yaşlı kız, çalımlı Doktor… Fena fikir değil, iyi eğlence.” kelimeleri dudaklarından dökülen sözlerden anlaşılabilir olanlarıydı. Mr. Tupman sorgular biçimde yabancının yüzüne baktı. “Dulla dans edeceğim.” dedi yabancı.
“Kim o?” diye sordu Mr. Tupman.
“Bilmiyorum, onu hayatımda hiç görmedim. Doktor’u oyala, haydi bakalım.” Böylece yabancı gecikmeden salonun öbür ucuna gitti ve şömine rafına yaslanarak, saygı ve melankoli karışımı bir edayla ufak yaşlı kadının şişman çehresine bakmayı sürdürdü. Mr. Tupman suskun bir şaşkınlıkla bakmayı sürdürüyordu. Yabancı hızla ilerledi; ufak tefek Doktor başka bir hanımla dans etti; dul yelpazesini düşürdü, yabancı yelpazeyi yerden aldı ve kadına sundu. Gülümseme, eğilme, reverans, birkaç kelime sohbet… Yabancı cesurca arkasını döndü ve ustalık dolu bir resmiyetle, biraz giriş niteliğinde pandomimden sonra; yabancı ve Mrs. Budger kadrilde yerlerini aldılar.
Mr. Tupman’ın bu hızlı ilerleyişle ilgili şaşkınlığı her ne kadar büyük olsa da Doktor’un hayretinin yanında hiçbir şeydi. Yabancı gençti ve bu dulun gönlünü okşamıştı. Dul, Doktor’un ilgisine aldırış etmiyordu ve soğukkanlı rakibi, Doktor’un içerlediğinin farkında bile değildi. Doktor Slammer donakalmıştı. O, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ı, daha önce görmediği, kimsenin adını bile duymadığı bir adam tarafından yok edilecekti ha! Doktor Slammer, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ı reddedilmişti! İmkânsızdı bu! Böyle şey olamazdı! Evet, olmuştu; işte oradalardı. Ne! Arkadaşını mı tanıştırıyor? Gözlerine inanamıyordu! Bir kez daha baktı ve gördüğü acı verici gerçekliği kabul etmek zorunda kaldı; Mrs. Budger, Mr. Tracy Tupman’la dans ediyordu; bu gerçeği inkâr etmenin imkânı yoktu. İşte dul karşısındaydı, alışılmamış bir dinçlikle, cesurca bir oraya bir buraya savruluyordu; Mr. Tracy Tupman da yüzünde en derin ciddiyet ifadesiyle, bir oraya bir buraya zıplayarak dans ediyordu (pek çok sayıda insanın yaptığı gibi). Sanki kadril gülünesi bir şey değilmiş de bükülmez bir azim gerektiren, duyguların sınanışıymış gibi.
Doktor sessizce ve sabırla bunlara nasıl da katlandı, devam etmekte olan negus likörü servisine, kadeh peşinde koşmalara, ikramlara atılmalara, işvelere nasıl dayandı belli değildi ama yabancı Mrs. Budger’a at arabasına giderken eşlik etmek için ortadan kaybolduktan birkaç saniye sonra, şimdiye kadar içinde biriktirdiği öfkenin her bir zerresi, yüzünün her bir tarafından tutku dolu ter damlaları aracılığıyla köpürerek fişek gibi odadan dışarı atıldı.
Yabancı dönüyordu ve Mr. Tupman onun yanındaydı. Yabancı alçak bir sesle konuştu ve kahkaha attı. Ufak tefek Doktor canına susamıştı. İçi içine sığmıyordu. Zafer kazanmıştı.
“Beyefendi!” dedi doktor korkunç bir sesle, kartını çıkarıp sonra da bir kenara çekilerek. “Adım Slammer, Doktor Slammer, beyefendi. 97. Alay, Chatham Kışlası. Kartım, beyefendi, kartım.” Daha fazlasını söylerdi ama öfkesi nefesini kesmişti.
“Ah!” diye yanıtladı yabancı sakinlikle, “Slammer… Minnettarım, çok naziksiniz. Şu anda hasta değilim, Slammer ama hasta olduğumda sana uğrarım.”
“Siz işgüzarsınız, beyefendi.” dedi öfkeli Doktor nefes nefese. “Bir alçak, bir korkak, bir yalancı, bir, bir… Hiçbir şey sizi bana kartınızı vermeye ikna edemez mi, beyefendi?”
“Ah! Anlıyorum.” dedi yabancı, şakayla karışık. “Negus likörü buralarda çok sert olmalı. Eli açık ev sahibi. Çok ahmakça, çok… Gazoz çok daha iyi. Sıcak odalar, yaşlı beyefendiler… İçtiklerinin acısını sabah çekecekler. Acımasızca, acımasızca…” dedi ve birkaç adım ilerledi.
“Siz buraya geleceksiniz, beyefendi.” dedi, öfkeli ufak tefek adam. “Şimdi sarhoşsunuz, beyefendi. Sabah benden haber alacaksınız, beyefendi. Sizi tespit edeceğim, sizi tespit edeceğim.”
“Eve gideceğime sizin beni bulmanızı tercih ederim.” dedi, olanlardan bir nebze olsun etkilenmemiş olan yabancı.
Doctor Slammer başındaki şapkayı öfkeli bir fiskeyle düzeltirken kelimelerle ifade edilemeyecek bir vahşilikle bakıyordu. Yabancı ve Mr. Tupman da ödünç alınmış smokini teslim etmek için kendinden geçmiş Winkle’ın odasına çıktılar.
Beyefendi derin uykudaydı kıyafet yerine çabucak yerleştirildi. Yabancı aşırı derecede şakacıydı ve Mr. Tracy Tupman da şarap, negus, ışıklar ve hanımlardan dolayı epey sersemlemiş olduğundan olan biten her şeyin büyük bir şaka olduğunu düşündü. Mr. Tupman yeni arkadaşı gittikten, yatak takkesinin aslen başının geçirilmesi niyetiyle yapılmış ağzını bulmakta ufak bir zorluk yaşadıktan ve en sonunda o hengâmede mumunu devirdikten sonra sonunda yatağa girmeyi başardı ve bir dizi karmaşık hareketten kısa süre sonra da sırtüstü yatağa gömüldü.
Ertesi sabah Mr. Pickwick’in kapsamlı zihni, uykunun derinlerine gömülü bilinçsizlik hâlinden kapının sertçe çalınması yoluyla çıktığında saat henüz yedi bile olmamıştı. “Kim o?” diye sordu Mr. Pickwick, yatağından irkilerek doğrularak.
“Uşak, efendim.”
“Ne istiyorsunuz?”
“Lütfen bana ekibinizdeki hangi beyefendinin, üzerinde ‘P.K.’ harfleri işli, altın yaldızlı düğmeli, parlak mavi smokin ceketi giydiğini söyleyebilir misiniz efendim?”
“Temizleyiciye verilmiş olmalı.” diye düşündü Mr. Pickwick. “Ve adam da takımın kime ait olduğunu unuttu.” “Mr. Winkle.” diye seslendi. “Yandaki oda ama kapısı sağdan ikinci.”
“Teşekkürler, efendim.” dedi uşak ve uzaklaştı.
“Neler oluyor?” diye bağırdı Mr. Tupman, kapının sertçe çalınışı, onu dünyadan bihaber uykusundan uyandırınca.
“Mr. Winkle’la konuşabilir miyim, efendim?” diye sordu uşak, kapının dışından.
“Winkle, Winkle!” diye bağırdı Mr. Tupman, iç odaya seslenerek.
“N’oluyor!” diye yanıtladı, yatak kıyafetlerinin içindeki baygın ses.
“Bekleniyorsunuz. Kapıda biri var.” ve derdini bu kadar anlatacak kadar gayret sarf etmiş Mr. Tracy, yatakta öbür tarafa dönüp yeniden uykuya daldı.
“Bekleniyormuşum!” dedi Mr. Winkle, apar topar yataktan çıkıp üstüne birkaç parça kıyafet geçirerek. “Bekleniyormuşum! Evden bu kadar uzaktayken kim beni bekliyor olabilir ki?”
“Dinlenme odasındaki beyefendi.” diye yanıtladı Boots, Mr. Winkle kapıyı açıp onunla yüz yüze gelince. “Beyefendi sizi bir dakika bile alıkoymayacağını söylüyor, efendim. Ancak hayır cevabını kabul etmiyor.”
“Çok tuhaf!” dedi Mr. Winkle. “Hemen aşağı ineceğim.”
Aceleyle yolculuk şalına ve robdöşambrına sarındıktan sonra aşağı indi. Yaşlı bir kadın ve birkaç garson dinlenme odasını temizliyorlardı ve üniformalı bir deniz subayı pencerede dışarısını seyrediyordu. Mr. Winkle içeri girince subay da başını döndürdü ve başını sertçe eğdi. Hizmetlilerin çıkmalarını emrettikten ve kapıyı dikkatlice kapattıktan sonra, “Mr. Winkle, değil mi?” dedi.
“İsmim Winkle, efendim.”
“Bu sabah buraya Doktor, 97. Alay’dan Doktor Slammer’ın adına geldiğimi söylesem şaşırmazsınız.”
“Doktor Slammer mı?” dedi Winkle.
“Doktor Slammer. Kendisi benden dün akşamki davranışınızın hiçbir beyefendinin hazmedemeyeceği türden olduğunu ifade etmemi rica etti ve (ekledi ki) ‘Başka hiçbir beyefendinin başka bir beyefendiye yapmayacağı türden bir şeydi bu.’ ”
Mr. Winkle’ın şaşkınlığı o kadar gerçek, o kadar belliydi ki bu Doktor Slammer’ın dostunun gözünden kaçmadı; böylelikle devam etti: “Dostum Doktor Slammer akşamın belirli bir kısmında sarhoş olduğunuzu ve kuvvetle muhtemel sebep olduğunuz ayıbın farkında olmadığınızdan emin olduğunu bildiğini eklememi istedi. Benden bunun davranışınız için bir bahane olarak sayılması gerektiğini ve sizin tarafınızdan yazılacak ve benim tarafımdan dikte edilecek yazılı bir özrü kabul edeceğini iletmemi istedi.”
“Yazılı özür.” diye tekrar etti Mr. Winkle, mümkün olabilecek en ısrarlı şaşkınlıkla.
“Elbette diğer seçeneğin farkındasınız.” diye yanıtladı ziyaretçi sakinlikle.
“Bu mesajı benim adıma göndermeniz mi istendi?” diye sordu aklı bu olağan dışı sohbet nedeniyle fena hâlde karışmış olan Mr. Winkle.
“Ben orada değildim.” diye yanıtladı ziyaretçi. “Ve kartınızı Doctor Slammer’a vermeyi kesin bir şekilde reddetmeniz üzerine, aynı beyefendi tarafından, o alışılmamış ceketi giyen kişiyi teşhis etmem istendi. Üzerinde bir büstün resmedildiği, ‘P.K.’ harfleriyle bezenmiş yaldızlı bir düğmeye sahip, parlak mavi smokin ceketi.”
Mr. Winkle kendi kıyafetinin bu kadar detaylı tasviriyle kelimenin tam anlamıyla şaşkınlık içinde sarsıldı. Doctor Slammer’ın dostu devam etti: “Barda yaptığım sorgulamalar sonucunda, söz konusu ceketin sahibinin dün öğleden sonra üç beyefendiyle buraya geldiğinden emin olmuş oldum. Vakit kaybetmeden ekibin başı olarak tarif edilen beyefendinin yanına gittim ve o da duraksamadan beni size yönlendirdi.”
Eğer Rochester Kalesi’nin ana kulesi bir anda temellerinden kurtulup dinlenme odasının penceresinin hemen dışına kurulsa Mr. Winkle’ın o anki şaşkınlığı, şimdi bu hikâyeyi duyduğunda yaşadığı büyük şaşkınlığın yanında hiçbir şey sayılırdı. İlk izlenimi ceketinin çalındığı yönündeydi. “Bana bir dakikalığına müsaade edebilir misiniz?” dedi.
“Elbette.” diye yanıtladı istenmeyen ziyaretçi.
Mr. Winkle alelacele yukarı koştu, titrek ellerle çantayı açtı. Ceket işte tam orada, her zamanki yerindeydi ancak yakından bakınca bir önceki gece giyilmiş olduğuna dair kanıtlar barındırıyordu.
“Öyle de olmalı.” dedi Mr. Winkle, ceketin elinden düşmesine aldırmayarak. “Yemekten sonra çok şarap içtim ve sonrasında sokaklarda yürüyüp puro içtiğime dair hatırımda kimi anılar var. İşin aslı çok sarhoştum. Ceketimi değiştirmiş, bir yere gitmiş ve birilerine hakaret etmiş olmalıyım. Buna hiç şüphem yok ve bu özür yazısı da bunun berbat sonucu.” Bununla birlikte Mr. Winkle gerisin geriye dinlenme odasına yürüdü, hüzünlü ve rezalet bir hisle cengâver Doktor Slemmer’ın meydan okumasını kabul etmeye ve bunun doğuracağı en kötü sonuçlara boyun eğmeye karar verdi.
Mr. Winkle’ın bu kararı vermesinde etkili olan çeşitli nedenlerden biri de kulüpteki itibarıydı. İster nahoş ister savunma gerektiren ister zararsız olsun ustalık ve eğlence konularında hep yüksek otorite olarak saygı görürdü ve eğer yeteneklerinin test edildiği bu ilk sınavda liderinin gözünden düşerse ismi ve konumu sonsuza dek yok olurdu. Ayrıca, bu konularda tecrübesiz olanların sıklıkla tahmin edildiğini duyduğu üzere, yandaşlar arasında yapılan anlaşma gereği tabancalar nadiren kurşunla dolu olurdu ve dahası eğer Snodgrass’ı yandaşı olarak belirler ve tehlikeyi süslü kelimelerle anlatırsa beyefendi muhtemelen bu bilgiyi Mr. Pickwick’e iletir, o da yerel yetkilileri uyarmakta gecikmez ve böylece takipçisinin öldürülmesini ya da sakatlanmasını engeller diye düşünüyordu.
Dinlenme odasına döndüğünde ve Doktor’un meydan okumasını kabul ettiğini bildirdiğinde aklından geçen düşünceler bunlardı.
“Görüşmenin yeri ve zamanını ayarlamak üzere beni bir arkadaşınıza yönlendirir misiniz?” dedi subay.
“Buna hiç gerek yok.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “Yeri ve zamanı bana söyleyin ve ben de bir arkadaşın katılımını daha sonra ayarlayayım.”
“Şöyle desek, bu akşam gün batarken?” diye sordu subay umursamaz bir üslupla.
“Pek iyi.” diye yanıtladı Mr. Winkle, içten içe bunun çok kötü olduğunu düşünerek.
“Fort Pitt nerede biliyor musunuz?”
“Evet, orayı dün gördüm.”
“Eğer zahmet olmazsa hendeğin sınırındaki sahaya girin, sur duvarının köşesine geldiğinizde patikaya sapın ve beni görene kadar dümdüz ilerleyin, ben sizi meselenin rahatsız edilme korkusu olmadan yürütülebileceği tenha bir alana götüreceğim.”
“Rahatsız edilme korkusu ha!” diye düşündü Mr. Winkle.
“Ayarlanacak başka bir şey yok, bence.” dedi subay.
“Bildiğim kadarıyla hayır.” diye yanıtladı Mr. Winkle. “İyi günler.”
“İyi günler.” ve subay uzaklaşırken ıslıkla neşeli bir hava çaldı.
O sabahki kahvaltı epey tatsız geçti. Mr. Tupman önceki gecenin olağan dışı aşırılığından sonra kalkabilecek hâlde değildi; Mr. Snodgrass, ruhun şiirsel buhranıyla cebelleşiyor gibi görünüyordu ve Mr. Pickwick bile sessizliğe ve maden suyuna sıra dışı bir bağlılık gösteriyordu. Mr. Winkle hevesle fırsat kolladı: Fazla beklemesine gerek kalmadı. Mr. Snodgrass kaleyi ziyaret etme önerisinde bulundu ve Mr. Winkle ekipte yürümeye meyilli tek kişi olduğundan ikisi birlikte çıktılar. “Snodgrass.” dedi Mr. Winkle, dışarı çıktıklarında. “Snodgrass, aziz dostum, sırrım konusunda size güvenebilir miyim?” Bunu söylediği anda aslında en samimi ve içten biçimde bunun tersini umuyordu.
”Güvenebilirsiniz.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass. “Bırakın yemin edeyim…“
“Hayır, hayır.” diyerek araya girdi, Winkle, arkadaşının bilinçsizce bilgi sızdırmamaya yemin etmesi düşüncesiyle dehşete düşerek. “Yemin etmeyin, yemin etmeyin; buna hiç gerek yok.”
Mr. Snodgrass, az önce şairane bir ruhla bulutlara kaldırdığı elini Mr. Winkle’ın itirazıyla birlikte indirdi ve dikkatini yeniden ona verdi.
“Bana yardımcı olmanızı istiyorum, aziz dostum, bir onur meselesi konusunda.” dedi Mr. Winkle.
“Olmuş bilin.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass, arkadaşının elini kavrayarak.
“Mesele bir doktorla, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ıyla ilgili.” dedi Mr. Winkle, olayı olabildiğince heybetli göstermeye çalışarak: “Bir subayın yandaşlığındaki başka bir subayla, bu akşam gün batarken Fort Pitt’in ilerisinde ıssız bir arazide gerçekleşecek bir mesele.”
“Yanınızda olacağım.” dedi Mr. Snodgrass.
Snodgrass şaşırmıştı ama hiçbir şekilde korkmamıştı. Ana şahıs dışındaki herkesin böylesi durumlarda bu kadar sakin olabilmesi olağan dışıydı. Mr. Winkle bunu göz ardı etmişti. Arkadaşının hislerini kendininki gibi değerlendirmişti.
“Sonuçlar korkunç olabilir.” dedi Mr. Winkle.
“Umarım olmaz.” dedi Mr. Snodgrass.
“Doktor, anladığım kadarıyla çok iyi nişancıymış.” dedi Mr. Winkle.
“Pek çok ordu mensubunun olduğu üzere.” diye yorumda bulundu Mr. Snodgrass sakinlikle. “Ama siz de öylesiniz, öyle değil misin?” Mr. Winkle olumlu cevap verdi ve arkadaşını endişelendiremediğini algıladığı gibi taktik değiştirdi.
“Snodgrass.” dedi, hissiyatla titreyen bir sesle. “Eğer ölürsem, size emanet edeceğim paketin içinde bir not, babam için bir not bulacaksınız.”
Bu saldırı da başarısızlıkla sonuçlandı. Mr. Snodgrass etkilenmişti ama notun teslimatı görevini sanki üç kuruşa görev alan bir postacıymış gibi kabul etti.
“Ölürsem ya da Doktor ölürse sevgili dostum, işbirlikçi sayılacaksınız. Arkadaşımı hüküm giymeye itebilir miyim, muhtemelen ömür boyu!” dedi Mr. Winkle. Mr. Snodgrass bunun karşısında biraz yüzünü buruşturdu ama kahramanlık kaçınılmazdı. “Dostluk söz konusu olunca…” diye bağırdı tutkuyla. “Bütün tehlikelere göğüs gererim.”
İkisi de kendi düşüncelerine gömülmüş hâlde yan yana birkaç dakika boyunca yavaş yavaş yürürlerken, sabah sona ermeye başlamıştı. Winkle gittikçe çaresizleşti.
“Snodgrass.” dedi Mr. Winkle, aniden durarak. “Bu işten vazgeçmeme izin vermeyin. Yerel yetkilileri bilgilendirmeyin. Bu düelloyu engelleyebilmek için beni ya da şu anda Chatham Kışla’sında konuşlanmış 97. Alay’dan Doktor Slammer’ı tutuklamaları için birkaç barış memurundan fikir almayın! Yapmayın diyorum.”
Mr. Snodgrass arkadaşının elini içtenlikle kavradı ve coşkuyla yanıtladı: “Hayatta yapmam!”
Arkadaşının korkularından ona fayda gelmeyeceğini anladığında ve kaderinde hareket eden bir hedef tahtası olmak olduğu kafasına şiddetle dank edince Mr. Winkle’ın içi ürperdi.
Olayın hâlini resmiyetle Mr. Snodgrass’a anlattıktan, bir kasa dolusu işe yarar tabancayla ona eşlik eden, işe yarar yancılar olan barut, kurşun ve patlayıcıların Rocherster’daki bir üreticiden alındığını açıkladıktan sonra iki dost hana döndüler. Mr. Winkle yaklaşmakta olan mücadeleyle ilgili düşünüp taşınırken Mr. Snodgrass da savaş silahlarını hazırlayacak ve onları hemen kullanıma uygun şekilde dizecekti.
Zor görevleri için yeniden yola koyulduklarında kasvetli ve ağır bir akşam yaşanmaktaydı. Mr. Winkle göze çarpmamak için kocaman pelerinin altına gizlenmişti ve Mr. Snodgrass da imha gereçlerinin yükünü taşıyordu.
“Her şeyi aldın mı?” diye sordu Mr. Winkle, tedirgin bir üslupla.
“Her şeyi.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass. “Kurşunlar etki etmez diye epey cephanelik aldım. Her ihtimale karşın yüz gram barut tozu ve doldurabilelim diye cebimde iki tane gazete var.”
Bunlar herhangi bir erkeğin en içten biçimde minnettar olabileceği arkadaşlık örnekleriydi. Farz edilense Mr. Winkle’ın minnettarlığı kelimelere sığmayacak kadar güçlü olduğuydu. Çünkü hiçbir şey söylememişti ama yürümeye devam ediyordu. Epey yavaşça.
“Muhteşem zamanlarda yaşıyoruz.” dedi Mr. Snodgrass, ilk arazinin çitlerini aşarlarken. “Güneş henüz yeni batıyor.” Mr. Winkle batmakta olan küreye göz attı ve acıyla, fazla uzakta olmayan kendi “batış” olasılığını düşündü.
“İşte subay.” diye bağırdı Mr. Winkle, birkaç dakikalık yürüyüşten sonra. “Nerede?” dedi Mr. Snodgrass.
“İşte, mavi pelerinli beyefendi.” Mr. Snodgrass arkadaşının işaret parmağıyla belirttiği yöne baktı ve tarif ettiği gibi pelerinlere sarınmış şekli gördü. Subay onların varlığının farkında olduğunu elinin hafif bir hareketiyle belli etti ve subay yürümeye başlayınca iki arkadaş onu arada biraz mesafe bırakacak şekilde takip etmeye başladılar.
Akşam gittikçe daha kasvetli hâle geliyordu ve ıssız arazilerden esen melankolik rüzgârın sesi, uzaklardaki bir devin evcil köpeğini çağırmak için ıslık çalışına benziyordu. Manzaranın hüznü, Mr. Winkle’ın hislerine bir kasvet katıyordu. Hendeğin yanından geçerlerken ürktü, toplu mezara benziyordu.
Subay aniden patikadan ayrıldı ve bir çiti tırmandıktan ve bir engelin üstünden atladıktan sonra tenha bir araziye girdi. İçeride bekleyen iki beyefendi vardı, biri siyah saçlı ufak tefek, şişman bir adam; diğeri ise yapılı, örgülü saçlı bir şahsiyet. Bu ikincisi müthiş bir ağırbaşlılıkla kamp taburesinde oturuyordu.
“Yardımcı şahıs ve Doktor, sanırım.” dedi Mr. Snodgras: “Bir yudum brendi iç.” Mr. Winkle arkadaşının teklif ettiği hasırla kaplı şişeyi kaptı ve canlandırıcı sıvıdan büyükçe bir yudum aldı.
“Arkadaşım, efendim. Mr. Snodgrass.” dedi Mr. Winkle, subay yaklaşırken. Doktor Slammer’ın arkadaşı başıyla selam verdi ve Mr. Snodgrass’ın taşımakta olduğu kasaya benzer bir kasayı açık etti.
“Fazla söze gerek yok, sanırım, efendim.” diye belirtti adam, soğukkanlılıkla kasayı açarken: “Bir özür kesin olarak reddedilmiştir.”
“Gerek yok, efendim.” dedi Mr. Snodgrass, kendi de yavaş yavaş rahatsız hissetmeye başlarken.
“Bir adım öne çıkar mısınız?” dedi subay.
“Elbette.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass. Yer ölçümü yapılmıştı, ön hazırlıklar hâlledilmişti. “Bunların sizinkilerden daha iyi olduğuna sizi temin ederim.” dedi karşı tarafın yoldaşı, tabancaları göstererek. “İçine kurşun dizdiğimi gördünüz. Bunları kullanmaya itirazınız var mı?”
“Kesinlikle hayır.” diye yanıtladı Mr. Snodgras. Bu teklif onu ciddi bir utançtan kurtarmıştı çünkü daha önceki tabanca doldurma bilgisi epey muğlak ve belirsizdi.
“Öyleyse adamlarımızı yerleştirebiliriz, bence.” diye yorumda bulundu subay, sanki failler satranç taşı, yandaşlar ise hamlelermiş gibi bir umursamazlıkla.
“Bence yerleştirebiliriz.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass; her pozisyonu kabul ederdi çünkü konu hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Subay, Doktor Slammer’a gitti ve Mr. Snodgrass da Mr. Winkle’a.
“Her şey hazır.” dedi subay, tabancayı uzatarak. “Bana pelerininizi verin.”
“Emanet sizde, canım dostum.” dedi zavallı Winkle.
“Pekâlâ.” dedi Mr. Snodgrass. “Hazır olun ve vurun onu.”
Mr. Winkle anladı ki bu öneri seyirci kalanların sokak kavgasındaki en küçük çocuğa her zaman verdikleri tavsiye gibiydi. Örnek vermek gerekirse: “Git oraya ve kazan.” Takdir edilesi bir öneri, yalnızca nasıl yapılacağını biliyorsan. Pelerinini çıkardı, ancak sessizce. Her zaman pelerini çıkarmak uzun sürerdi ve tabancayı kabul etti. Yandaşlar kenara çekildiler, kamp taburesinde oturan beyefendi de aynı şeyi yaptı ve muharipler birbirlerine yaklaştılar.
Mr. Winkle her zaman aşırı insaniyete sahipti. Hep sanılırdı ki ölümcül bir ana yaklaştığında gözlerini kapatmasının sebebi kendisi gibi bir insanı incitmeye dair isteksizliğiydi ve gözlerinin kapalı olması, Doktor Slammer’ın olağan dışı ve açıklanamaz davranışını izlemesine engel oluyordu. O beyefendi öne atıldı, baktı, geri çekildi, gözlerini ovuşturdu, tekrar baktı ve en sonunda: “Dur, dur!” diye bağırdı.
“Tüm bunlar ne demek oluyor?” dedi Doktor Slammer, arkadaşı ve Mr. Snodgrass koşarak yanına geldiler. “Adam bu değil.”
“Adam bu değil!” dedi Doctor Slammer’ın yandaşı.
“Adam bu değil!” dedi Mr. Snodgrass.
“Adam bu değil!” dedi beyefendi, elinde kamp taburesiyle.
“Kesinlikle değil.” diye yanıtladı ufak tefek Doktor. “Beni dün gece aşağılayan adam o değil.”
“Epey olağan dışı!” diye bağırdı subay.
“Epey.” dedi kamp tabureli beyefendi. “Tek soru şu ki bu beyefendi burada olduğuna göre o kişi olsa da olmasa da âdet yerini bulsun diye dün gece arkadaşımız Doktor Slammer’ı aşağılayan kişi sayılmamalı mı?” Kamp tabureli adam, oldukça ağırbaşlı ve gizemli bir havayla bu öneriyi sunduktan sonra bir miktar enfiye çekti ve böyle konularda yetkiliymiş gibi bir edayla düşünceli biçimde etrafına baktı.
Artık Mr. Winkle gözlerini ve kulaklarını da açtığından, hasmı düşmanlığa bir son vermeyi önermiş olduğundan ve daha sonra söylediğinden anladığı kadarıyla ortada şüphesiz bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkmasının arkasındaki gerçek güdüyü saklayarak, bu durumdan dolayı kaçınılmaz biçimde elde edeceği yüksek itibarı anında öngörüp öne atıldı ve dedi ki: “Ben o kişi değilim, biliyorum.”
“Öyleyse bu.” dedi kamp tabureli adam. “Doktor Slammer’a karşı yapılmış bir hakaret ve derhâl bu işe devam etmek için bir sebeptir.”
“Yalvarırım sessiz ol, Payne.” dedi Doktor’un yandaşı. “Neden bu gerçeği sabah dile getirmediniz, efendim?”
“Emin olmak için, emin olmak için!” dedi kamp tabureli adam kızgınlıkla.
“Senden sessiz olmanı rica ediyorum, Payne.” dedi diğeri: “Sorumu tekrar edebilir miyim, efendim?”
“Çünkü efendim.” diye yanıtladı cevabını düşünmeye vakti olmuş olan Mr. Winkle. “Çünkü efendim, siz yalnızca giyme onuruna değil bir de tasarımını icat etme onuruna sahip olduğum ceketi giyen sarhoş ve kaba birini tarif ettiniz. Sözü geçen üniforma, efendim, Londra’daki Pickwick Kulübüne aittir. Üniformanın onurunu korumak zorunluluğundayım ve böylece, bana sunduğunuz meydan okumayı sorgusuz sualsiz kabul ettim.”
“Canım beyefendiciğim.” dedi güler yüzlü ufak tefek Doktor, uzattığı eliyle yaklaşırken. “Cesaretinize saygı duyuyorum. Lütfen söylememe izin verin, davranışınıza hayran kaldım ve sizi anlamsızca bu buluşmaya gelme zahmetine maruz kıldığım için çok üzgünüm.”
“Lütfen lafını etmeyin, efendim.” dedi Mr. Winkle.
“Sizi tanımaktan gurur duyarım, efendim.” dedi ufak tefek Doktor.
“Sizi tanımak benim için de büyük zevk teşkil edecektir, efendim.” diye yanıtladı Mr. Winkle. Böylelikle Doktor ve Mr. Winkle, sonra Teğmen Tappleton (Doktor’un yandaşı) ve sonra da Mr. Winkle ve kamp sandalyesi olan adam ve son olarak da Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass tokalaştılar. İsmi sonda verilen beyefendinin tokalaşma sebebi, kahraman dostunun asil davranışına karşı duyduğu aşırı hayranlıktan ileri geliyordu.
“Bence dağılabiliriz.” dedi Teğmen Tappleton.
“Kesinlikle.” diye ekledi Doktor.
“Ancak…” diye araya girdi kamp tabureli adam, “Ancak eğer Mr. Winkle kendini meydan okumadan dolayı incinmiş hissediyorsa; o zaman onu memnun etmek lazım gelir.”
Mr. Winkle, müthiş bir özveriyle, çoktan memnun olduğunu ifade etti. “Ya da şu da mümkün.” dedi kamp sandalyeli adam: “Beyefendinin yandaşı bu buluşmanın başlarında benden kaynaklanan sebeplerden dolayı kırılmış olabilir durum buysa onu derhâl memnun etmekten mutluluk duyarım.”
Mr. Snodgrass alelacele son konuşan beyefendinin teklifiyle ilgili teşekkürlerini sundu. Ancak olayların tüm gidişatından duyduğu eksiksiz memnuniyet nedeniyle teklifi reddetmesi gerekecekti. İki yandaş kasaları toparladı ve iki grup da araziyi geldikleri hâllerinden çok daha canlı biçimde terk ettiler.
“Burada uzun süre kalacak mısınız?” diye sordu Doktor Slammer, Mr. Winkle’a, olabilecek en barışçıl edayla birlikte yürürlerken.
“Sanırım yarından sonraki gün gideriz.” oldu yanıt.
“Bu nahoş hatadan sonra sizi ve arkadaşınızı ofisimde ağırlama ve sizinle keyifli bir akşam geçirme zevkini bana yaşatacağınızı umuyorum.” dedi ufak tefek Doktor. “Bu akşam müsait misiniz?”
“Burada bazı arkadaşlarlayız.” diye yanıtladı Mr. Winkele. “Ve onları bu akşam bırakmayı istemem. Belki siz ve arkadaşınız Bull’da bize katılırsınız.”
“Büyük zevkle.” dedi ufak tefek Doktor. “Saat akşam on, yarım saatlik bir görüşme için çok geç mi olur?”
“Ah, hiç de olmaz.” dedi Mr. Winkle. “Sizi arkadaşlarım Mr. Pickwick ve Mr. Tupman’la tanıştırmaktan büyük keyif alırım.”
“Bu bana da büyük keyif verecektir eminim.” diye yanıtladı Doktor Slammer, Mr. Tupman’ın kim olduğunu aşağı yukarı anlayarak.
“Kesin olarak gelecek misiniz?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“Ah, kesinlikle.”
Bu aşamada artık caddeye ulamışlardı. İçten vedalar edildi ve grup ayrıldı. Doktor Slammer ve arkadaşları kışlalarına döndü ve Mr. Winkle yanında Mr. Snodgrass’la birlikte kaldıkları hana döndü.

Üçüncü Bölüm
Yeni Bir Tanıdık – Avare’nin Hikâyesi – Uygunsuz Bir Kesinti ve Hoş Olmayan Bir Karşılaşmanın Yaşandığı Bölüm
Mr. Pickwick, gizemli davranışları bütün sabah boyunca bitmek bilmeyen iki arkadaşının olağan dışı yokluğu sonucunda kimi kaygılar hissetmişti. Bu yüzden de içeri girdiklerinde ayağa kalkıp olağan dışı bir keyifle karşıladı onları. Onları bu birlikten alıkoyacak ne olmuş olabileceğini olağan dışı bir ilgiyle sorguladı. Mr. Snodgrass az önce gerçekleşmiş olan her şeyi tüm detaylarıyla anlatmak üzereydi ki yanlarında yalnızca Mr. Tupman ve bir önceki günkü yolcu feribotu yoldaşlarının değil, bir de benzer şekilde tuhaf görünümlü olan başka bir yabancının daha olduğunu gördü. Bu, solgun yüzü, içine çökmüş gözleri doğanın yarattığı hâlinden bile daha etkileyici biçimde sunulan; düz, siyah, keçe gibi saçları düzensiz biçimde yüzünün yarısını kaplayan üzgün bir adamdı. Gözleri anormal biçimde parlak ve keskin; elmacık kemikleri yüksek ve belirgin, çene kemiği o kadar uzun ve inceydi ki onu inceleyen biri sanki bir tür kas kasılmasından dolayı yüzündeki deri bir anlığına çekiyormuş, sanki yarı açık ağzı ve değişmeyen ifadesi her zamanki görünüşü değilmiş sanırdı. Boynuna sarılı yeşil şalın püskülleri göğsünün üstünde sallanıyor; arada eski yeleğinin, dökük düğmelerinin aralarına giriyordu. Üstünde uzun siyah bir ceket ve altındaysa geniş, pasaklı bir pantolon ve her dakika daha da eskiyen büyük çizmeler vardı.
Mr. Winkle’ın gözlerini ayıramadığı ve Mr. Pickwick’in: “Bu dostumuzun bir dostu.” derken eliyle gösterdiği yontulmamış adam buydu. “Bugün öğrendik ki dostumuz buradaki tiyatroyla bağlantılıymış, gerçi bunun pek bilinmesini arzu etmiyormuş ve bu beyefendi de aynı mesleğe mensupmuş. Siz içeri girdiğiniz sırada tam da bize bu bağlamda ufak bir anısını anlatmak üzereydi.”
“Pek çok anı.” dedi dünkü yeşil paltolu yabancı, Mr. Winkle’a yaklaşıp alçak ve gizemli bir ses tonuyla konuşarak. “Değişik arkadaş, ağır işleri yapar. Oyuncu değil. Tuhaf adam, başına gelmeyen kalmamış. Kederli Jemmy deriz çevrede kendisine.” Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass, “Kederli Jemmy” olarak tanıtılan beyefendiyi nazikçe selamladılar ve geri kalan herkesi takip ederek brendi ve su siparişi verip masanın etrafına yerleştiler. “Peki öyleyse beyefendi.” dedi Mr. Pickwick. “Nakledeceğiniz anıya devam ederek bize bir iyilik edecek misiniz?”
Kederli şahıs cebinden pis bir kâğıt tomarı çıkardı ve az önce not defterini çıkarmış olan Mr. Snodgrass’a dönerek, istifini hiç bozmadan, boş bir sesle: “Şair olan siz misiniz?” diye sordu.
“O, o işlerle biraz uğraşıyorum.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass, sorunun aniliğinden dolayı biraz şaşırarak. “Ah! Şiir hayatı ışıkla doldurur ve müzik de onu görünür kılar. Birini boş süslemelerden ve diğerini de yanılsamalarından arındır ve ikisinde de yaşamaya ya da umursamaya değer ne kalır?”
“Çok doğru, efendim.” diye yanıtladı Mr. Snodgrass.
“Sahne ışıklarının ardında olmak.” diye devam etti kederli adam. “Büyük bir kraliyet oyununda olmak ve ipek kıyafetlere ve şatafatlı kalabalığa hayran kalmak, tüm bunların arkasında olmak o incelikleri yaratan, umursanmayan ya da tanınmayan ve ister batsın ister çıksın, ister açlıktan ölsün ister hayatta kalsın, kaderlerinde ne varsa öyle olsun denilen insanlardan olmak demektir.”
“Kesinlikle.” dedi Mr. Snodgrass. Çünkü kederli adamın çökük gözleri onun üstündeydi ve kendini bir şeyler söyleme zorunluluğunda hissetmişti.
“Devam et, Jemmy.” dedi İspanyol gezgini. “Güneş şapkası çiçeği gibi, tüm o tepelerdekiler gibi. Vak vaklamak yok, konuş. Canlı görün.”
“Başlamadan önce bir kadeh daha ister misiniz, efendim?” diye sordu Mr. Pickwick.
Kederli adam söylenenlerden bir anlam çıkarıp brendi ve suyu karıştırdığı bardağın yarısını yavaşça mideye indirdikten sonra kâğıt tomarını açıp kulüp kayıtlarında Avare’nin Hikâyesi olarak kaydedilen bir sonraki olayı kâh okuyup kâh anımsayarak anlatmaya başladı.
AVARE’NİN HİKÂYESİ
“Nakledeceğim şeyin harikulade hiçbir tarafı yok.” dedi kederli adam. “Hatta alışılmamış bir yönü bile yok. İstek ve hastalık, hayatın pek çok aşamasında insan doğasının en sıradan değişikliklerine bahşedilen ilgiden daha fazlasını hak etmeyecek kadar olağandır. Bu notları bir araya getirdim çünkü başkahramanını uzun yıllardır tanıyordum. Onun ilerleyişini gerisin geriye, adım adım, bir daha doğrulamadığı o aşırı yıkıma ulaşana kadar takip ettim.”
“Sözünü ettiğim kişi düşük bir pandomim oyuncusuydu ve kendi sınıfından olan pek çok kişi gibi bağımlı bir ayyaştı. İyi günlerinde, aşırılık yüzünden bitkin düşmeden ve hastalıktan bir deri bir kemik kalmadan önce iyi bir maaşı vardı ki eğer dikkatli ve sağduyulu olsaydı o maaşını birkaç sene daha almaya devam edebilirdi. Uzun yıllar boyu değil çünkü bu adamlar ya erken ölürler ya da geçim için ihtiyaç duydukları yegâne şey olan fiziksel dermanlarını, bedensel güçlerini gereksiz yere zorlayarak erken yaşta kaybederler. Peşindeki günahlar onu o kadar çabuk bertaraf etti ki onu tiyatroda gerçekten işe yarayabileceği alanlarda görevlendirmek imkânsız hâle geldi. Barların çekiciliğine karşı koyamıyordu. Eğer aynı yolda devam ederse ihmal edilen hastalık ve çaresiz yoksulluk kesinlikle onun ölümünün nedenleri olacaktı ve sonuç tahmin edilebilirdi. Hiçbir iş bağlayamıyordu ve ekmeğe ihtiyacı vardı.”
“Tiyatro meseleleriyle biraz bile ilgili olan herkes büyük kuruluşların sahnesinin dibinde ne tür kılıksız, yokluk çeken insanların olduğunu bilir. Sürekli iş bulan aktörler değil ama bale insanları, geçit insanları, cambazlar gibi bir pandomim ya da paskalya gösterisinde kullanılmış sonra da büyük izleyici kitlesine sahip bir yapımda yeniden hizmetlerine ihtiyaç olana kadar salınmış insanlardır bunlar. Adam böylesi bir hayata sığınmaya mecbur bırakılmıştı ve düşük bir tiyatroda her akşam bir rol almak ona haftalık birkaç şilin kazandırdı ve kendini eski eğilimlerine kaptırmasına neden oldu. Bu kaynak bile kısa süre sonra suyunu çekti; düzensizlikleri normal şartlarda kazanabileceği sempatiye meyil vermeyecek kadar büyüktü ve ara sıra dostlardan ödünç alarak ya da en düşük tiyatrolarda ufak tefek roller kaparak kazandığı üç beş kuruş dışında resmen açlık sınırına kadar düşmüştü ki zaten eline geçen her kuruşu eski alışkanlıklarına harcıyordu.”
“Bu aşamada bir senedir ayakta kalmayı başarmıştı ve kimse bunu nasıl başardığını bilmiyordu. Ben suyun Surrey’ye kıyısı olan kısmındaki bir tiyatroda kısa bir işe girmiştim ve bu adamı da orada gördükten sonra bir süre izini kaybettim. Ben taşrayı geziyordum, o da Londra’nın geçitlerine ve ara sokaklarına sığınıyordu. Bir gün ben eve gitmek için üstümü değiştirmiş çıkarken de sahneden geçerken omuzuma dokundu. Arkamı döndüğümde gözümün önündeki o iğrenç görüntüyü asla unutmam. Pandomim yapmak için giyinmişti ama bir palyaçonun tüm absürtlüğünü yansıtıyordu. Dance of Death oyunundaki hayaletimsi figüranlar, muktedir ressamların tuvale çizdikleri en korkutucu resimler bile bu kadar dehşet verici bir görüntüyü sunmamıştır. Şişkin vücudu ve küçülmüş bacakları, -bu kısımlardaki deformasyonlar saçma kostümle yüze katlanıyordu-cam gibi gözler, yüzünün resmen bulandığı kalın beyaz boyayla tezatlık oluşturuyor; anlamsızca süslenmiş, kontrolsüzce titreyen baş, beyaz tebeşirle ovalanmış uzun incecik eller… Bunların hepsi ona hiçbir tanımlamanın tam anlamıyla bir fikir veremeyeceği ve bugüne kadar her düşündüğümde içimi ürperten o gudubet ve doğaya aykırı görünümü veriyordu. Beni kenara çekip uzun bir liste hâlinde, yarım yamalak biçimde hastalıklarını, sıkıntılarını anlattığı sesi boş ve titrekti ve her zamanki gibi önemsiz bir miktarda borç isteğiyle sonlanıyordu. Eline birkaç şilin bıraktım ve arkamı döndüğümde kükrercesine bir kahkaha ve sahnedeki ilk taklasını duydum. Birkaç gece sonra, bir oğlan çocuğu elime adamın üzerinde kurşun kalemle çok kötü hasta olduğunu ve oyundan sonra onu tiyatroya hiç de uzak mesafede olmayan filanca caddedeki -adını şimdi unuttum- evinde ziyaret etmem için yalvardığını bildiren pis bir kâğıt parçası sıkıştırdı. Elimden gelen en kısa sürede gideceğime söz verdim ve perdeler indikten hemen sonra duygusal görevime koyuldum.”
“Saat geç olmuştu çünkü sahneye en son çıkan bendim ve bu yardım kuruluşu adına düzenlenen bir gece olduğu için performanslar normalden uzun sürmüştü. Karanlık, soğuk, ürpertici, yağmuru sertçe evlerin ön cephesindeki pencerelere çarpan, rutubet yüklü, rüzgârlı bir geceydi. Dar ve kalabalık olmayan caddelerde su birikintileri oluşmuştu ve sık biçimde dikilmiş yağ lambalarının çoğu rüzgârın şiddeti yüzünden söndüğünden yürüyüş yalnızca rahatsızlık verici değil aynı zamanda belirsizdi de. Neyse ki doğru yoldaydım ve nasıl olduysa biraz uğraştan sonra tarif edilen evi, arayışımın öznesinin arka odasında bulunduğu iki katlı bir kömür deposunu buldum.”
“Sefil görünümlü bir kadın olan adamın karısı beni merdivenlerde karşıladı ve adamın uyur gibi olduğunu söyledikten sonra beni usulca onun yanına götürdü ve yatağın yanındaki bir sandalyeye oturttu. Hasta adam yüzü duvara dönük yatıyordu. Ben de o, varlığımın farkında olmadığı için içinde bulduğum mekânı rahatlıkla incelemeye başladım.”
“Gün içinde kapatılan eski bir karyolada yatıyordu. Rüzgârı kesmek için yatağın başına sarılan ekoseli bir perdeden geriye kalan paçavralar sarkıyordu ama rüzgâr yine de bir yolunu bulup kapıdaki deliklerden mütemadiyen odanın içine girip çıkıyordu. Paslı, tamir edilmemiş ızgaradaki ateş kor hâlinde yanıyordu; onun önünde üzerinde birkaç ilaç şişesi, kırık bir bardak ve birkaç başka eşyanın da olduğu üç köşeli, eski ve lekeli bir masa vardı. Ufak bir çocuk yerde kendisi için yapılmış geçici yatakta uyuyordu. Kadın da yatağın yanındaki sandalyede oturuyordu. Üzerinde birkaç tabak, fincan ve fincan altlığının olduğu birkaç raf vardı ve altında da bir çift sahne ayakkabısıyla birkaç levha duruyordu. Odanın çeşitli yerlerine özensizce atılmış paçavra yığınları dışında evdeki eşyalar bunlardı.”
“O benim varlığımın farkına varmadan önce bütün bu ufak ayrıntıları not etmek ve hasta adamın derin nefeslerini ve ateşten ileri gelen irkilmelerini fark etmeye zaman bulmuştum. Başını rahat ettirmek için gösterdiği birkaç huzursuz çaba sonucunda elini yataktan dışarı attı ve benimkine değdirdi. Aniden doğruldu ve hevesle yüzüme baktı.”
“ ‘Mr. Hutley, John.’ dedi eşi. ‘Bu akşam çağırdığın Mr. Hutley, biliyorsun.’ ”
“ ‘Ah!’ ” dedi hasta, elini alnına götürerek. ‘Hutley, Hutley, dur bakalım.’ Birkaç saniye boyunca düşüncelerini toparlamaya çabalıyormuş gibi göründü, sonra bileğimi sıkıca kavrayarak: “Beni bırakma, beni bırakma, eski dostum. Bu kadın beni öldürecek. Biliyorum öldürecek.’ dedi.”
“ ‘Uzun zamandır böyle mi?’ diye sordum ağlamakta olan eşe.”
“ ‘Dün geceden beri.’ diye yanıtladı. ‘John, John, beni tanımıyor musun?’ dedi eşi. ‘Bana yaklaşmasına izin verme.’ dedi adam ürpertiyle, kadın üstüne eğilince. ‘Onu uzaklaştır. Yanımda olmasına tahammül edemiyorum.’ Dehşet dolu gözlerle, ölümcül bir kaygıyla karısına baktı ve kulağıma fısıldadı: ‘Onu dövüyorum, Jem. Onu dün ve ondan önce pek çok kez dövdüm. Onu ve oğlanı aç bıraktım ve şimdi zayıf ve çaresizim, Jem, bu yüzden de beni öldürecek; yapacağını biliyorum. Eğer sen de benim gibi onu ağlarken görmüş olsan bunu bilirdin. Onu uzak tut.’ Bileğimi bıraktı ve bitkinlikle yastığına geri gömüldü. Bütün bunların ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum. Eğer bir an bile bundan bir şüphe duymuş olsam, kadının solgun yüzüne ve bitkin bedenine bir kez bakmamla olayın gerçek hâlini anlamam yeterdi. ‘Sen bir kenarda dursan iyi olur.’ dedim zavallı biçareye. ‘Ona bir faydan dokunmaz. Belki seni görmezse sakinleşir.’ Kadın adamın gözünün önünden çekildi. Adam birkaç saniye sonra gözlerini açtı ve endişeyle etrafına bakındı.
“ ‘Gitti mi?’ diye sordu hevesle.”
“ ‘Evet, evet!’ dedim. ‘Sana zarar veremeyecek.’ ”
“ ‘Sana ne anlatacağım, Jem.’ dedi adam alçak sesle. ‘Beni incitiyor. Gözlerindeki bir şey kalbimde öyle rezalet bir korku uyandırıyor ki beni deli ediyor. Daha geçen gece, kocaman, takip hâlindeki gözleri, solgun yüzü benimkine yakındı; ben nereye dönsem o gözler de dönüyordu ve ben ne zaman korkuyla uykudan uyansam onu yatak ucunda beni izler buldum.’ Beni kendine daha çok çekti ve derin, paniklemiş bir fısıltıyla: ‘Jem, o kötücül bir ruh olmalı, bir şeytan! Sessiz ol! Öyle olduğunu biliyorum. Eğer kadın olsa çoktan ölürdü. Hiçbir kadın onun taşıdığı yükü taşıyamaz.’ ”
“Böylesine bir adamda böylesine bir izlenim yaratacak kadar uzun süreli bir zulüm ve ihmali düşünmek midemi bulandırdı. Cevaben hiçbir şey söyleyemedim çünkü karşımdaki adiye kim bir umut vadedebilir, bir teselli sunabilirdi ki?”
“Orada oturur vaziyette iki saat durdum. O da bu sırada savrulup durdu, acı ve sabırsızlıkla bağırdı, kollarını huzursuzca oraya buraya attı ve sürekli bir o yana bir bu yana döndü. En sonunda kısmen bilincini kaybetti ki böyle hâllerde akıl, mantığın kontrolü olmadan ama yine de hâlihazırda var olan acının tarif edilemez hissinden kurtulamadan kendini kolaylıkla bir sahneden, bir yerden, başka bir yere, başka bir sahneye atar. Tutarsız sayıklamalarından hâlin böyle olduğunu anlayınca ve ateşinin bir anda kötüleşme ihtimalinin olmadığını bildiğimden karısına onu önümüzdeki akşam da ziyaret edeceğimin ve gerekirse gece hastanın başında duracağımın sözünü vererek onu bıraktım.”
“Sözümü tuttum. Son yirmi dört saat korkutucu bir değişime sebep olmuştu. Gözleri derine çökmüştü ve ağır olsa da bakılamayacak kadar korkunç bir ışıltıyla parlıyordu. Dudakları kurumuş ve yer yer çatlamıştı, kuru cildi yüksek ateşle parlıyordu ve adamın yüzünde hastalığın tahribatlarını daha da belli eden, neredeyse doğaüstü bir endişe havası vardı. Ateş en üst seviyesindeydi.”
“Bir önceki akşam doldurduğum sandalyeye yine oturdum ve saatler boyunca, en duygusuz yürekleri bile derinden etkileyebilecek o sesleri, ölmekte olan bir adamın berbat sayıklamalarını dinledim. Hekimden duyduğuma göre onun için hiçbir umut yoktu: Onun ölüm yatağının yanında oturuyordum. Eriyip bitmiş uzuvlar gördüm. Daha birkaç saat önce taşkın seyircinin eğlencesi için şekilden şekle sokulmuş, yüksek ateşin işkencesi altında kıvranan uzuvlar. Palyaçonun, ölen adamın mırıltılarıyla harmanlanan tiz kahkahasını duydum.”
“Zihnin sıradan işlere ve sağlık arayışına gerilemesini duymak dokunaklı bir şey. Beden yanında zayıf ve âciz yatarken ama o uğraşlar vahim ve heybetli fikirlerle ilişkilendirdiklerimize en güçlü biçimde karşıt gelmekteyse elde edilen izlenim sonsuz derecede daha güçlüdür. Tiyatro ve meyhane adamın uğraşlarının ana maddelerini oluşturmaktaydı. Akşam olmuştu. Hayal kurdu; o gece oynayacağı bir rol vardı, geç kalmıştı, evden anında çıkması gerekiyordu. Onu neden tutuyorlar ve gitmesine engel oluyorlardı? Parayı kaybedecekti, gitmeliydi. Hayır! Ona izin vermiyorlardı. Yüzünü alev alev yanan elleriyle örttü ve kendi zayıflığına ve zorbalarının zalimliğine zayıfça sızlandı. Kısa bir ara verdi ve bağırarak birkaç komik şiir dizesi sayıkladı. Bunlar en son öğrendiği şiirlerdi. Yatakta doğruldu, cansız uzuvlarını toparladı ve şekilden şekle girmeye başladı; rol yapıyordu, tiyatrodaydı. Bir anlık sessizlikten sonra gürültülü bir şarkının nakaratını mırıldandı. Sonunda eski eve ulaşmıştı, amanın oda ne sıcaktı. Hasta olmuştu, çok hasta ama şimdi iyiydi ve mutluydu. Kadehi doldur. Kimdi o kadehi dudaklarından çekip alan? Bu onu daha önce takip eden zorbanın aynısıydı. Yastığına geri düşüp yüksek sesle inledi. Bir an olanları unuttu, sonra alçak tavanlı bıktırıcı odalarda yürümeye başladı. Tavanlar o kadar alçaktı ki bazen ilerleyebilmek için elleri ve dizlerinin üzerinde sürünmesi gerekiyordu; dar ve karanlıktı ve hangi tarafa dönse bir engel ilerleyişine sekte vuruyordu. Böcekler de vardı, iğrenç, sürünen, ona dikili gözleri olan ve her bir yeri dolduran ve mekânın yoğun karanlığına rağmen korkunç biçimde parlayan şeyler. Duvarlar ve tavan sürüngenlerle canlanıyordu, mahzen kocaman oldu, ürkütücü şekiller bir oraya bir buraya gitmeye başladı ve tanıdığı adamların yüzü, alay ederek ve ağızlarına geleni söyleyerek korkutucu hâle geldi, böceklerin arasından ona bakıyordu; onu kızgın demirlerle dağlıyorlardı ve başını kan akana kadar sıkıca iplerle bağladılar; o ise deli gibi canı için uğraşıyordu.”
“Bu ani krizlerden birinin sonunda, onu büyük bir zorlukla yatağa sabitlemişken uyku gibi görünen bir şeye teslim oldu. Sürekli takip ve çabanın etkisiyle gözlerimi birkaç dakikalığına kapatmıştım ki omuzlarımın sarsıldığını hissettim. Anında uyandım. Kendi kendine kalkmış ve yatakta oturmuştu. Yüzünde ürkütücü bir değişim vardı ama bilinci de geri dönmüştü çünkü belli ki beni tanıyordu. Adamın sayıklamalarından dolayı uzun süredir huzursuzlanan çocuk, ufak yatağında doğruldu ve korku dolu çığlıklar eşliğinde babasına doğru koştu. Annesi de babası deliliği sırasında çocuğa zarar verir diye onu kolundan yakaladı ama çocuk zaten adamın yüz hatlarındaki değişimlerden korkmuş olacak ki yatağın yanında donakaldı. Adam omuzunu gergince tuttu ve diğer eliyle de göğsünü döverek çaresizce derdini anlatmaya çabaladı. Nafileydi, kolunu odadakilere uzatıp çaresiz bir çaba daha sarf etti. Boğazında tıkır tıkır bir ses, gözlerde bir parıltı, kısa boğuk bir inilti ve geri düştü. Ölmüştü!”
Anlatılmakta olan hikâye hakkında Mr. Pickwick’in fikirlerini kayıt altına alabilmiş olmak bize en büyük memnuniyeti yaşatırdı. Bunu okurlarımıza sunmamız gerektiği konusunda en ufak şüphemiz yok ancak ne yazık ki durum bu değil.
Mr. Pickwick, öykünün son birkaç cümlesi boyunca elinde tuttuğu bardağı masaya geri bıraktı ve sonunda konuşmaya karar verdi. Sahiden de Mr. Snodgrass’ın not defterinin yetkisine dayanarak söyleyebiliriz ki tam ağzını açmışken garson içeri girdi ve:
“Bazı beyefendiler, efendim.” dedi.
Tahmin edileceği üzere Mr. Pickwick kimi görüşlerini bildirmek üzereydi ve bu, dünyayı olmasa bile Thames’i aydınlatırdı ancak lafı bölünmüştü; sert biçimde garsona bakıyordu ve sonra da sanki yeni gelenlerle ilgili bir bilgi istermişçesine gözlerini genel olarak ekibin üstünde gezdirdi.
“Ah.” dedi Mr. Winkle ayağa kalkarak. “Benim arkadaşlarım. Onları içeri al. Çok hoş insanlar.” diye ekledi Mr. Winkle ve garson çekildikten sonra da “Bu hafta tuhaf biçimde tanıştığım 97. Alay subayları. Onlardan epey hoşlanacaksınız.”
Mr. Pickwick’in ılımlı hâli anında geri geldi. Garson geri döndü ve üç beyefendiye odaya kadar eşlik etti.
“Teğmen Tappleton.” dedi Mr. Winkle. “Teğmen Tappleton, Mr. Pickwick. Doktor Payne, Mr. Pickwick. Mr. Snodgrass’la daha önce görüştünüz. Dostum Mr. Tupman, Doktor Payne. Doktor Slammer, Mr. Pickwick. Mr. Tupman, Doktor Slam.” Mr. Winkle bu noktada bir anda duraksadı çünkü hem Mr. Tupman hem de Doktor’un yüzünde ciddi bir ifade vardı.
“Bu beyefendiyle daha önce tanıştım.” dedi Doktor, bariz vurguyla.
“Sahiden mi!” dedi Mr. Winkle.
“Hem de o kişiyle de eğer yanılmıyorsam.” dedi Doktor, yeşil paltolu yabancıya irdeleyici bir bakış bahşederek. “Bence o kişiye dün gece çok ısrarcı bir davette bulundum ve o da davetimi reddetmeyi uygun gördü.” Doktor bunu söyleyip yabancıya açıkça kötü kötü bakarak arkadaşı Teğmen Tappleton’a bir şeyler fısıldadı.
“Deme ya.” dedi beyefendi, fısıltı sonucunda.
“Gerçekten de öyle.” diye yanıtladı Doktor Slammer.
“Onu şuracıkta tekmelemen gerek.” diye fısıldadı kamp taburesinin sahibi, büyük bir ciddiyetle.
“Sessiz ol, Payne.” diye itiraz etti Teğmen. “İzin verirseniz sorabilir miyim, efendim.” dedi, tüm bu nezaketsiz durumu kayda değer bir şaşkınlıkla izleyen Mr. Pickwick’e hitaben. “İzin verirseniz sorabilir miyim, efendim, o şahıs sizin ekibinize dâhil midir?”
“Hayır, beyefendi.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “O bizim misafirimiz.”
“O kulübünüzün bir üyesi değil mi, ben mi yanılıyorum?” dedi Teğmen, sorgular biçimde.
“Kesinlikle değil.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
“Yani sizin kulüp düğmenizi asla takmaz mı?” diye sordu Teğmen.
“Hayır, asla!” diye yanıtladı şaşkın Mr. Pickwick.
Teğmen Tappleton sanki bu bildirimin doğruluğundan şüphe ediyormuş gibi belli bir omuz silkme eşliğinde arkadaşı Doktor Slammer’a döndü. Ufak tefek Doktor sanki bu bildirimle ilgili kimi şüphelere sahip olduğunu ima edermiş gibi hiddetli görünüyordu; Mr. Payne gaddar bir ifadeyle olanların farkında olmadan ışıl ışıldı.
“Beyefendi.” dedi Doktor, bir anda gözle görülür biçimde, sanki baldırına gizlice bir iğne saplanmış gibi irkilerek. “Dün gece buradaki balodaydınız!”
Mr. Tupman nefes alırken belli belirsiz ve bütün dikkatiyle Mr. Pickwick’e bakarak onayladı.
“O kişi sizin yanınızdaydı.” dedi Doktor hâlâ sakin görünen yabancıya bakarak.
Mr. Tupman bu gerçeği kabul etti.
“Şimdi efendim.” dedi Doktor yabancıya. “Size bu beyefendilerin önünde bir kez daha soruyorum, bana kartınızı verip bir beyefendinin hak edeceği muameleyi mi hak ettiniz; yoksa beni sizi oracıkta cezalandırmaya mı zorladınız?”
“Durun efendim.” dedi Mr. Pickwick. “Bu meselenin bir açıklama olmadan daha fazla uzamasına izin veremem. Tupman, lütfen olanları anlatın.”
Mr. Tupman, böylece ciddiyetle olanları anlattı; ceketin ödünç alınmasına varla yok arası değindi; bunun “yemekten sonra” gerçekleştiğine etraflıca değindi; kendi adına biraz tövbe ettiğinden söz etti ve lafı elinden geldiğince adını temize çıkarması için yabancıya verdi.
Yabancıyı merakla izleyen Teğmen Tappleton belirgin bir küçümsemeyle, “Sizi tiyatroda görmedim mi efendim?” dediğinde yabancı açıkça bunu yapmak üzereydi.
“Kesinlikle.” dedi arsız yabancı.
“O bir gezici aktör!” dedi Teğmen kibirli bir tavırla Doktor Slammer’a dönerek. 52. Alay’daki subayların yarın akşam gidecekleri oyunda bir rolü var. Bu mevzuya devam edemezsiniz Slammer, bu imkânsız!”
“Epey!” dedi onurlu Payne.
“Sizi bu uygunsuz duruma dâhil ettiğimiz için özür dileriz.” dedi Teğmen Tappleton, Mr. Pickwick’e hitaben: “Eğer tavsiyemi kabul ederseniz, gelecekte böylesi olaylardan kaçınmanın en iyi yolu arkadaş seçiminde daha dikkatli olmanız olacaktır. İyi geceler, efendim!” diye ekledi ve böylece Teğmen odayı terk etti.
“Benim de tavsiyede bulunmama izin verirseniz efendim.” dedi huysuz Doktor Payne. “Ben Tappleton olmuş olsam ya da Slammer olsa burnunuzu cimciklerdim, efendim ve bu ekipteki herkesin burnunu da çimdiklerdim. Yapardım, efendim, herkesin. Benim adım Payne, efendim. 43. Alay’ın Doktor Payne’i. İyi akşamlar, efendim.” Bu konuşmayı bitiren ve son üç kelimeyi yüksek sesle söyleyen Payne, arkadaşının hemen ardından çıktı ve hiçbir şey söylemeyen ama ekibe dondurucu bir bakış atan Doktor Slammer ise onu takip etti. Az önceki meydan okuma sırasında yaşadığı artan öfke ve aşırı şaşkınlık Mr. Pickwick’in asil göğsünü neredeyse ceketini patlatacak kadar şişirmişti. Olduğu yerde boşluğa bakarak donakaldı. Kapının kapanması onu kendine getirdi. Bütün varlığını kaplayan bir öfke ve gözlerindeki ateşle ileri atıldı. Eli kapı kolundaydı ve eğer Mr. Snodgrass saygıdeğer liderinin ceketinin kuyruğunu yakalamamış ve onu geri çekmemiş olsa bir an sonra eli, 43. Alay’ın Doktor Payne’inin boğazına yapışmış olurdu.
“Tutun onu.” diye bağırdı Mr. Snodgrass. “Winkle, Tupman… Böylesine bir olay için seçkin yaşantınızı tehlikeye atmamalısınız.”
“Bırakın beni.” dedi Mr. Pickwick.
”Onu sıkıca tutun.” diye bağırdı Mr. Snodgrass ve bütün ekibin ortak uğraşıyla Mr. Pickwick’i zorla koltuğa oturttular. “Onu yalnız bırakın.” dedi yeşil paltolu yabancı. “Brendi ve su… Sevgili yaşlı beyefendi, çok yiğitsiniz. İçin bunu. Ah! Harika işte.” Daha önce kederli adam tarafından doldurulmuş bir bardağın meziyetlerini denemiş olan yabancı, bardağı Mr. Pickwick’in ağzına götürdü ve içindeki sıvı hızla yok oldu.
Kısa bir duraklama oldu, brendi ve su görevini tamamladı. Mr. Pickwick’in sevimli yüzü alışılmış ifadesini hızla geri kazanıyordu.
“İlginizi hak etmiyorlar.” dedi kederli adam.
“Haklısınız, efendim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Etmiyorlar. Böylesi bir yakınlık hissiyatına kandığım için utanç duyuyorum. Lütfen sandalyenizi masaya çekin, efendim.”
Kederli adam hemen boyun eğdi, masanın etrafındaki daire yeniden oluşturulmuştu ve uyum bir kez daha yakalanmıştı. Mr. Winkle’ın göğsünde, muhtemelen ceketinin çalınmasından ileri gelen bir tür rahatsızlık yer edinmişti. Gerçi böylesine önemsiz bir olayın bir Pickwickçinin göğsünde geçici bir kızgınlık hissine bile sebep olması neredeyse imkânsızdı. Bu istisna dışında hoş mizaçları tümüyle yerine geldi ve gece, günün başladığı şekilde şamatayla son buldu.

Dördüncü Bölüm
Felekten Bir Gün ve Kamp – Daha Fazla Yeni Arkadaş – Taşraya Bir Davet
Pek çok yazar, onca değerli bilgiyi elde ettikleri kaynakları beyan etmek gibi yalnızca aptalca olmakla kalmayan bir de aldatıcı olan bir hataya düşer. Biz böyle hissetmiyoruz. Bizim tek gayretimiz nezih bir tutumla sorumlu olduğumuz yayıncılık işini gerçekleştirmek. Başka türlü koşullarda bu maceralarının kaynaklarını belirtmek gibi bir zorunluluk hissedebilecek olsak da gerçeğe dair saygımız bizi tedbirli düzenlemelerin ve tarafsız anlatının dışına çıkmaktan alıkoyuyor. Pickwick günceleri bizim New River Head’imiz ve biz de New River Company’yle kıyaslanabiliriz. Başkalarının uğraşları bizde önemli gerçeklere dair muazzam bir birikim oluşturdu. Biz yalnızca bunları anlaşılır ve nazik bir akışla, bu sayfalar aracılığıyla ortaya koyuyoruz ve Pickwickçi bilgisine susamış bir dünyaya iletiyoruz.
Bu ruhla ilerleyip danıştığımız yetkililere karşı yükümlülüklerimizi kabul etmeye dair kararlılığımızla tereddütsüzce devam ederek açıkça söylüyoruz ki bu ve bir sonraki bölümde kaydedilen detayları -artık vicdanlarımızı rahatlattığımıza göre üzerinde daha fazla yorum yapmadan devam edeceğimiz detayları- Mr. Snodgrass’ın not defterine borçluyuz.
Bir sonraki sabahın erken saatlerinde Rochester kasabasının ve civar kasabalarının bütün nüfusu, olabilecek en büyük telaş ve heyecanla yataklarından kalkmıştı. Taburlar büyük bir teftişten geçmek üzereydi. Yarım düzine alay, keskin gözlü başkomutan tarafından denetlenecekti; geçici surlar dikilmişti. Bir hisara saldırılacak, o hisar ele geçirilecek ve bir tünel patlatılacaktı.
Chatham hakkında ilettiğimiz bu kısa tanımdan anlayacağınız üzere, Mr. Pickwick orduya gönülden hayranlık duyuyordu. Onu başka hiçbir şey bu kadar keyiflendiremezdi. Hiçbir şey her bir yoldaşının özgün hissiyatıyla ordunun karşısında olmak kadar güzel uyum içinde olamazdı. Buna uygun olarak da zaman kaybetmeden ayaklandılar ve hareketin yaşandığı, her yönden kalabalığın aktığı yöne doğru yola koyuldular.
Taburların görünümü, yaklaşmakta olan törenin en büyük görkem ve öneme sahip olduğunu ifade ediyordu. Birlikleri korumak için atanmış nöbetçiler ve topların üstüne oturarak hanımlarına yer ayıran hizmetliler, kollarının altında parşömen kaplı defterlerle oradan oraya koşan çavuşlar ve tören üniformasıyla at sırtında dörtnala bir o yana bir bu yana giden kalabalığın önünde, aniden atını durdurarak şaha kaldıran ve ortada hiçbir sebep yokken sesini kalınlaştırıp yüzünü kıpkırmızı yaparak en korkutucu şekilde bağıran Albay Bulder vardı. Subaylar bir ileri bir geri koşuyor, önce Albay Bulder’la konuşuyor sonra da çavuşlara emir veriyor ve hep birlikte oradan uzaklaşıyorlardı. Korsanlar arkalardan bir tür ciddiyet havasıyla bakıyorlardı ki bu, durumun önemini yeterli biçimde açıklar nitelikteydi.
Mr. Pickwick ve üç yoldaşı kalabalığın ön tarafında yerlerini aldılar ve sabırla merasimin başlamasını beklediler. Kalabalık her an daha da artıyordu ve hak ettileri yeri korumak için göstermeye mecbur bırakıldıkları çaba, ilerleyen üç saati yeterince doldurdu. Bir an arkadan gelen ani bir baskı sonucu Mr. Pickwick genel hâlinin ağırbaşlılığıyla aşırı derecede tutarsız olan bir hız ve esneklikle birkaç metre ileri fırladı, başka bir zamansa önden “geri durma” emri geldi ve bir tüfeğin dipçiği emri hatırlatmak adına ya Mr. Pickwick’in ayak parmağına düşürüldü ya da emre uyulduğuna emin olunmak için dipçikle göğsüne bastırıldı. Sonra sol taraftaki kimi sulu beyefendiler Mr. Snodgrass’ı yandan sıkıştırıp insan tahammülümün en üst noktasına kadar sıktıktan sonra “Neryi gösteriydin?” diye sordular ve Mr. Winkle bu nedensiz saldırıya karşı öfkesini ziyadesiyle ifade ettiğindeyse arkadan biri şapkasına vurduktan sonra alıp başını buralardan gitmesini söyledi. Bunlar ve diğer muziplikler Mr. Tupman’ın gizemli ortadan kayboluşuyla birleşince (adam bir anda ortadan kaybolmuştu ve hiçbir yerde yoktu), ekibi hiç de hoş ve makul olmayan bir duruma soktu.
En nihayetinde, insanların bekledikleri şeyin geldiğini duyuran o kalın uğultu kalabalıkta yayılmaya başladı. Bütün gözler kışla kapısına yönelmişti. Birkaç dakikalık hevesli bekleme sonrası renkler neşeyle havada salındı, silahlar güneşte parıl parıl parladı ve bölük ardına bölük ovaya döküldü. Birlikler durdu ve düzene girdi; taburda komutlar çınladı; tüfekler birbiriyle çarpıştırıldı ve Başkomutan, yanında Albay Bulder ve sayısız subayla birlikte ön sırada konumlandı. Ordu bandosu çalmaya başladı; atlar iki ayakları üstünde durup geriye doğru eşkin giderek kuyruklarını her yöne salladılar; köpekler havladı, kalabalık bağırdı, bölükler geri çekildi ve iki tarafta da göz alabildiğine sabit ve hareketsiz duran kırmızı ceket ve beyaz pantolon dizisi dışında hiçbir şey görünmez oldu.
Mr. Pickwick oraya buraya düşmek, kendini mucizevi biçimde atların bacaklarının arasından kurtarmakla o kadar meşguldü ki karşısındaki sahne şimdiki hâlini alana kadar, olup bitenden keyif alma fırsatı bulamadı. Sonunda ayakları üstünde sağlam durabildiğinde memnuniyeti ve keyfi sınırsızdı.
“Bundan daha hoş ve keyifli bir şey olabilir mi?” diye sordu Mr. Winkle’a.
“Olamaz.” diye yanıtladı son on beş dakikadır iki ayağına da kısa bir adamın basmakta olduğu beyefendi. “Gerçekten de soylu ve nefis bir şey.” dedi yüreğinde sürekli bir şiir aşkı alevlenmekte olan Mr. Snodgrass. “Ülkesinin güvenli savunucularının huzurlu halkı önünde böylesine harika biçimde sıralanması, yüzlerinin savaşçı gaddarlığıyla değil de medeni nezaketle ışıldaması, gözlerinin yağmacılık ve intikamın kaba ateşiyle değil insaniyet ve aklın yumuşak ışığıyla parlaması yok mu!”
Mr. Pickwick bu övgünün ruhunu tam olarak hissediyordu ama kendi diliyle ifade edemiyordu çünkü aklın narin ışığı savaşçıların gözlerinde epey zayıfça parlıyordu çünkü “Gözler ileri!” komutu verilmişti ve izleyicinin gördüğü tek şey herhangi bir ifadeden arındırılmış, yalnızca ileri bakan birkaç bin çift gözden ibaretti.
“Şu an çok iyi bir vaziyetteyiz.” dedi Mr. Pickwick etrafına bakarak. Kalabalık bulundukları noktadan dağılmıştı ve neredeyse yalnızdılar.
“Çok iyi!” diye tekrar etti hem Mr. Snodgrass hem de Mr. Winkle.
“Şimdi ne yapıyorlar?” diye sordu Mr. Pickwick gözlüğünü düzeltirken.
“Bana, bana kalırsa…” dedi Mr. Winkle, beti benzi atarak. “Bana kalırsa ateş edecekler.”
“Olur mu öyle şey!” dedi Mr. Pickwick, telaşla.
“Bana, bana kalırsa gerçekten öyle.” dedi Mr. Snodgrass ısrarla, bir nevi panik hâlinde.
“İmkânsız.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. Kelimeler ağzından henüz dökülmüştü ki yarım düzine alay sanki ortak bir hedefleri varmış ve bu hedef Pickwickçilermiş gibi tüfekleriyle nişan aldılar ve dünyayı ya da yaşlı bir beyefendiyi iliğine kadar sarsan en korkunç ve mahşerî şekilde ateş ettiler.
İşte, gurur kırıcı kurusıkı ateşine maruz kaldıkları ve ordunun birimleri tarafından tacize uğradıkları bu sıkıntılı anda, tam da karşı tarafı da birlikler doldurmaya başlamışken Mr. Pickwick müthiş bir beynin zaruri eşlikçileri olan kusursuz bir rahatlık ve öz kontrol sergiledi. Mr. Winkle’ı kolundan yakaladı ve öbür yanına da Mr. Snodgrass’ı alarak onlardan, ses yüzünden sağır kalmak dışında, bu ateşten başka hiçbir tehlikenin gelmeyeceğini anlamalarını içtenlikle rica etti.
“Ama… Ama ya askerlerden bazıları yanlışlıkla gerçek kurşun kullanırlarsa?” diye itiraz etti Mr. Winkle, kendi ortaya attığı varsayım yüzünden bembeyaz kesilerek. “Az önce bir şeyin havada uçuştuğunu duydum. Çok keskin, tam kulağımın dibinden.”
“En iyisi kendimizi yüzükoyun yere atmak, değil mi?” dedi Mr. Snodgrass.
“Hayır, hayır, artık bitti.” dedi Mr. Pickwick. Dudakları titreyebilir, yanaklarının rengi solabilirdi ama o ölümsüz adamın dudaklarından hiçbir korku ya da endişe ifadesi kaçmazdı.
Mr. Pickwick haklıydı, ateş durdu ama taburda bir hareketlilik yaşandığından kendini fikrinin doğruluğuyla ilgili kutlama şansı olmadı. Ardından boğuk bir komut çığlığı geldi ve ekipten herhangi biri bu yeni hamleye bir anlam veremeden yarım düzine alayın tümü, sabit süngülerle ve son hızla tam da Mr. Pickwick ve arkadaşlarının durdukları noktaya doğru gelmeye başladı. İnsanoğlu ölümlüdür ve insan cesaretinin ulaşabileceği belirli bir nokta vardır. Mr. Pickwick gözlüğünün ardından bir anlığına ilerleyen kalabalığa baktı, sonra büsbütün arkasına döndü. Topukladı demeyeceğiz, öncelikle bu cahilce bir terimdir ve ikincisi Mr. Pickwick’in fizik yapısı hiçbir şekilde böylesi bir geri çekilmeye uygun değildi. Bacaklarının elverdiği hızda yürümeye başladı aslında o kadar hızlıydı ki durumun tuhaflığını çok geç olana kadar fark edemedi.
Birkaç saniye önce dizilişleriyle Mr. Pickwick’i şaşkına çeviren karşı birlik, hisarın kuşatanların saldırısını taklit etmek için hazırlanan taklit kuşatmacılardı; bunun sonucu da Mr. Pickwick ve iki arkadaşının kendilerini, bir anda biri hızla yaklaşmakta ikincisi de düşmancıl dizilişle dimdik bulundukları yerde durmakta olan uçsuz bucaksız gibi görünen iki taburun arasında kıstırılmış bulmaları oldu.
“Hey!” diye bağırdı, yaklaşmakta olan taburun subayları.
“Yoldan çekilin!” diye bağırdı, beklemekte olan taburun subayları.
“Nereye gideceğiz?” diye bağırdı, telaşlı Pickwickçiler.
“Hey, hey, hey!” verilen tek yanıttı. Bir anlık yoğun şaşkınlık, kuvvetli ayak sesleri, şiddetli bir sarsıntı, boğuk bir kahkaha sonrası yarım düzine alay yarım metre ötede ve Mr. Pickwick’in çizmelerinin tabanlarıysa havadaydı.
Hem Mr. Snodgrass hem de Mr. Winkle kayda değer bir kıvraklıkla zorunlu takla attılar ve yere oturmuş burnundan akmakta olan yaşam pınarını sarı ipek mendille kesmeye çalışan ikincinin gözü, şen biçimde oradan oraya zıplayan şapkasının peşinden koşan saygıdeğer liderine takıldı.
Bir adamın yaşantısında, kendi şapkasının peşine düştüğü zamanlardaki gibi fazla miktarda gülünç üzüntü yaşadığı ya da çok az yardımsever teselliyle karşılaştığı az zaman vardır. Şapka yakalamak için muazzam miktarda soğukkanlılık ve alışılmadık derecede sağduyu gereklidir. Kişi aceleci olmamalıdır yoksa şapkasına basmak durumunda kalır, bunun tam tersini de yapmamalıdır yoksa şapkasını tümüyle kaybeder. En iyisi peşinden koşulan nesneyi nazikçe takip etmek, temkinli ve dikkatli olmak, fırsatları iyi kollamak, yavaş yavaş yaklaşmak sonra ani bir şekilde dalmak, şapkayı üst kısmından yakalamak; sağlamca kafaya geçirmek ve sanki aklında komik bir espri varmış gibi tüm bunları yaparken de gülümsemek gerekmektedir.
Hoş, nazik bir rüzgâr esmekteydi ve Mr. Pickwick’in şapkası oyuncu biçimde yuvarlanıp gidiyordu. Rüzgâr üfledi, Mr. Pickwick soluksuz kaldı ve şapka güçlü bir akıntıya kapılmış canlı bir yunus balığı gibi neşeyle yuvarlandı ve tam da beyefendi, işi oluruna bırakıp durmak üzereyken şans eseri durdu.
Bize kalırsa Mr. Pickwick tümüyle bitkin ve tam da takibi bırakmak üzereydi ki şapka adımlarının yönünde dizili yarım düzine at arabasından birinin tekerleğine doğru şiddetle uçtu. Durumun elverişinin farkında olan Mr. Pickwick öne atladı, malına sahip çıktı, kafasına yerleştirdi ve soluklanmak için durdu. Adının hevesle telaffuz edildiğini duyduğunda yarım dakikadır bile dinlenmiyordu ki sesin Mr. Tupman’a ait olduğunu hemen anladı. Bakışlarını yukarı kaydırdığında onu şaşkınlık ve keyifle dolduran bir görüntüyle karşılaştı.
Kalabalık alanda rahatsızlığa sebep olmasın diye atları çıkarılmış bir faytonda, mavi paltolu, parlak düğmeli, kadife pantolonlu ve uzun çizmeli, yaşlı, iri yarı bir beyefendi, eşarplı ve tüylü giysili iki genç hanımefendi, belli ki eşarplı ve tüylü hanımefendilerden birinin hayranı olan genç bir beyefendi, muhtemelen adı geçen hanımefendilerin teyzesi olan, yaşı şüpheli bir hanımefendiyle, sanki bebekliğinin ilk anlarından beri bu ailenin bir üyesiymiş gibi sakin ve aldırışsız görünen Mr. Tupman duruyordu. Faytonun arkasına bağlanmış geniş boyutlarda, düşüncelere dalmış bir zihnin aklına kümes kuşlarını, dilleri ve şişeler dolusu şarabı getiren bir sandık vardı ve sepetin üstünde şişman ve kırmızı suratlı, yarı uyku hâlinde bir çocuk oturuyordu ki hiçbir düşüncelere dalmış zihin sepetin içindekileri tüketmek için doğru zaman geldiğinde bu çocuğu yiyeceklerin resmî dağıtıcısı dışında herhangi bir görev için bir an olsun önemsemezdi.
Mr. Pickwick sadık müridi tarafından bir kez daha karşılanmadan önce bu ilginç nesnelere kısaca göz gezdiriyordu.
”Pickwick, Pickwick.” dedi Mr. Tupman. “Buraya gelin. Acele edin.”
“Gelin, beyefendi. Lütfen yukarı çıkın.” dedi iri yarı beyefendi. “Joe! Lanet çocuk, yine uyumuş. Joe, merdivenleri indir.” Şişman çocuk yavaşça kutudan atladı, merdivenleri indi ve fayton kapısını davetkâr biçimde açtı. Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle tam o anda gelmişlerdi.
“Hepiniz için yer var, efendiler.” dedi iri yarı adam. “İki içeri, bir dışarı. Joe, bu beyefendilerden biri için sandığın üstünde yer ayarla. Buyurun, efendim, benimle gelin.” ve iri yarı beyefendi elini uzatıp önce Mr. Pickwick’i, sonra Mr. Snodgrass’i faytona var gücüyle çekti. Mr. Winkle kutuya tünedi, şişman çocuk paytak paytak eski yerine çıktı ve anında uykuya daldı.
“Pekâlâ, beyler.” dedi iri yarı adam. “Sizi gördüğüme çok sevindim. Sizi çok iyi tanıyorum beyler, gerçi siz beni hatırlamıyor olabilirsiniz. Geçen kış, kulübünüzde birkaç akşam geçirdim. Dostum Mr. Tupman’la bu sabah burada karşılaştım ve onu gördüğüme ne çok sevindim anlatamam. Böyle işte, efendim, peki siz nasılsınız? Fevkalade görünüyorsunuz, orası kesin.”
Mr. Pickwick iltifatı kabul etti ve çizmeli, iri yarı beyefendiyle yürekten tokalaştı.
“Peki siz nasılsınız, beyefendi?” dedi iri yarı beyefendi Mr. Snodgrass’a ithafen, babacan bir kaygıyla. “Çok iyi ha? İyi o hâlde, iyi o hâlde. Peki siz nasılsınız, beyefendi (Mr. Winkle’a)? Doğrusu iyi olduğunuzu söylediğinize sevindim; çok sevindim, orası kesin. Kızlarım, beyefendiler… Kızlarım bunlar ve bu da kız kardeşim. Miss Rachael Wardle. O bir kız, öyle ama tam da kız sayılmaz, ha efendim, ha?” İri yarı beyefendi bununla birlikte dirseğiyle Mr. Pickwick’in kaburgasını şakacı biçimde dürttü ve içtenlikle güldü.
“Aman, abi!” dedi Miss Wardle, itiraz eden bir gülümsemeyle.
“Doğru, doğru.” dedi iri yarı beyefendi. “Bunu kimse inkâr edemez. Beyler, affedersiniz; bu benim arkadaşım Mr. Trundle. Şimdi herkes birbiriyle tanıştığına göre rahatlayalım ve mutlu olalım, neler olacak görelim; ben böyle derim.” Böylece iri yarı beyefendi gözlüğünü taktı ve birinin omuzunun üstünden ordunun denetimlerine baktı.
Bunlar hayret verici değerlendirmelerdi; bir rütbe grubu, başka bir rütbe grubunun başının üstünden ateş ediyor, sonra kaçıyordu; sonra başka bir rütbe grubu, bir başka rütbe grubunun başının üstünden ateş ettikten sonra kaçıyor; sonra ortada subaylar olacak şekilde kareler oluşturuyor; sonra merdivenle sipere inip siperin öbür tarafından aynı şekilde çıkıyorlardı. Ardından küfeler dolusu barikatı yıkıp olabilecek en heybetli tavırla hareket ediyorlardı. Sonra bir de silah deposundaki devasa silahları kocaman sopalara benzeyen aletlerle ateşleme olayı vardı. Kurşunlar dökülmeden önce öyle hazırlık yapmak gerekiyordu ve kurşunlar yere dökülürken öyle berbat bir ses çıkarıyorlardı ki hava hanımların çığlıklarıyla doldu. Genç Wardle hanımları o kadar korkmuşlardı ki Mr. Trundle birine sarılmak zorunda kalırken Mr. Snodgrass da diğerini desteklemişti ve Mr. Wardle’ın kız kardeşi öylesine korkutucu bir endişe hâline girmişti ki Mr. Tupman hanımefendiyi ayakta tutmak için kollarını beline dolamaya mecbur kaldı. Şişman çocuk dışında herkes çok heyecanlıydı zira o sanki topların kükremesi sıradan bir ninniymiş gibi huzur içinde uyuyordu.
“Joe, Joe!” dedi iri yarı beyefendi, hisar ele geçirildiğinde ve kuşatanlarla kuşatılanlar akşam yemeğine oturduklarında. “Lanet olasıca oğlan, yine uykuya daldı. Lütfen onu çimdikleme nezaketini gösterebilir misiniz, beyefendi, bacağından, zahmet olmazsa; onu başka hiçbir şey uyandıramıyor. Teşekkür ederim. Sepeti çöz, Joe.”
Bacağının bir kısmının Mr. Winkle’ın başparmağı ve işaret parmağı arasında sıkışmasıyla etkili biçimde uyanan şişman çocuk, kutudan bir kez daha indi ve önceki hareketsizliğine nazaran kendinden beklenmeyecek bir çabuklukla sepeti çözmeye başladı.
“Şimdi bitişik oturmamız gerekecek.” dedi iri yarı beyefendi. Hanımların kollarını sıkmakla ilgili pek çok şaka ve hanımefendilerin beyefendilerin kucaklarına oturmalarına yönelik türlü türlü yüz kızartıcı espriden sonra herkes oturdu ve iri yarı beyefendi, şişman çocuktan aldıklarını (bu amaç için geride kalmış olan) faytonun içine getirmeye başladı.
“Şimdi, bıçaklar ve çatallar.” Bıçaklar ve çatallar içeri alındı ve içerideki hanımefendiler ve beyefendilerle kutuda oturmakta olan Mr. Winkle’a birer tane sözü geçen kullanışlı gereçlerden temin edildi.
“Tabaklar, Joe, tabaklar.” Tabakların dağıtımında da aynı yöntem izlendi.
“Şimdi de Joe, güvercinler. Lanet olasıca çocuk, yine uyudu. Joe! Joe! (kafaya değnekle birtakım vuruşlar ve şişman oğlanın rehavetinden güçlükle kurtuluşu) “Hadi getir yemekleri.”
Son kelimedeki bir şey yaltakçı çocuğu uyandırmıştı. Zıpladı ve sepetten çıkarırken, kurşuni gözlerini, iri yanaklarının üstünden korkutucu bir parıltıyla yemeğe dikti.
“Hadi acele et.” dedi Mr. Wardle çünkü oğlan ayrılmakta güçlük çekiyor gibi göründüğü horoza sevgiyle bakıyordu. Oğlan derin bir iç çekti ve kuşun tombulluğuna ateşli bir bakış atıp istemeye istemeye efendisine teslim etti.
“Oldu işte, dikkatini topla. Şimdi dil, şimdi domuz turtası. O dana ve domuz etlerine dikkat et, ıstakozlara dikkat et. Salatanın üstündeki bezi sıyır, sosu bana ver.” Tarif edilen çeşitli malları alırken ve herkesin ellerine, dizlerine sayısız tabak verirken ağzından çıkan kelimeler bunlardı. “Şimdi bu, harika değil de ne?” diye sordu o neşeli şahsiyet, tüketim işi başladığı sırada.
“Harika!” dedi kutuda oturmuş Mr. Winkle, kuşu keserken.
“Şarap?”
“Büyük keyifle.”
“Size özel bir şişe şarap lazım, değil mi?”
“Çok naziksiniz.”
“Joe!”
“Evet, efendim.” (Az önce bir dana köfte götürmeyi başardığı için henüz uyumuyordu.)
“Kutudaki beyefendiye bir şişe şarap. Sizi gördüğüme memnunum efendim.”
“Sağ olun.” Mr. Winkle kadehini boşalttı ve şişeyi yanındaki arabacı bölmesine yerleştirdi.
“Bu keyfe nail olmama izin verir misiniz efendim?” diye sordu Mr. Trundle, Mr. Winkle’a.
“Büyük keyifle.” diye yanıtladı Mr. Winkle, Mr. Trundle’ın sorusunu. İki beyefendi şarap içtiler ve daha sonra şarabı hanımlar da dâhil olmak üzere paylaştılar.
“Sevgili Emily, yabancı beyefendiyle nasıl da flört ediyor.” diye fısıldadı abisi Mr. Wardle’a, evde kalmış hala; evde kalmış hala kıskançlığıyla.
“Ah, bilmiyorum.” dedi neşeli yaşlı beyefendi. “Tümü oldukça doğal, bana kalırsa sıra dışı bir şey yok. Mr. Pickwick şarap ister misiniz, efendim?” Domuz turtasının içini incelemekte olan Mr. Pickwick memnuniyetle kabul etti.
“Emily, canım.” dedi evde kalmış teyze, patronluk taslayan bir havayla. “O kadar yüksek sesle konuşma, canım.”
“Aman hala!”
“Halam ve ufak yaşlı beyefendi her şeyi kendilerine saklamak istiyorlar bana kalırsa.” diye fısıldadı Miss Isabella Wardle, kız kardeşi Emily’ye. Genç hanımlar içtenlikle güldüler ve yaşlı olan sevimli görünmeye çalıştı ama başaramadı.
“Genç kızların ruhları neşe dolu.” dedi Miss Wardle, Mr. Tupman’a. Sanki biraz acısını paylaşır gibi, sanki taşkın ruhlu olmak yasakmış ve izinsiz böyle bir ruh barındırmak büyük suç ve kabahatmiş gibi.
“Ah, öyle.” dedi Mr. Tupman, tam olarak ondan beklenmeyecek bir türden cevap vererek. “Oldukça keyifli.”
“Demek öyle!” dedi Miss Wardle, inanamayarak.
“İzin verir misiniz?” dedi Mr. Tupman, oldukça mülayim bir tavırla, büyüleyici Rachael’ın bileğini bir eliyle kavrayıp diğeriyle de şişeyi kaldırarak. “İzin verir misiniz?”
“Ah, efendim!” Mr. Tupman çok etkileyici görünüyordu. Rachael daha fazla silahın patlayacağına dair duyduğu korkuyu ifade etti ve eğer böyle bir durum olursa daha fazla desteğe ihtiyacı olacaktı.
“Sizce canım yeğenlerim güzel mi?” diye fısıldadı sevgi dolu halaları Mr. Tupman’a.
“Eğer halaları burada olmasaydı güzel olduklarını düşünürdüm.” diye cevapladı tetikteki Pickwickçi, arzulu bir bakış eşliğinde.
“Ah, sizi yaramaz adam… Ama gerçekten, eğer ten renkleri biraz daha iyi olsaydı sizce hoş görünümlü kızlar olurlar mıydı mum ışığında?”
“Evet, bence olurlardı.” dedi Mr. Tupman, umursamaz bir tavırla.
“Ah sizi çakal… Böyle diyeceğinizi biliyordum.”
“Nasıl?” diye sordu Tupman. Aslında aklında tam olarak bir şey söylemek olmayan Mr. Tupman.
“Diyecektiniz ki Isabel kambur duruyor. Biliyorum böyle diyeceğinizi. Siz erkekler çok gözlemcisiniz. Yani, evet kambur duruyor; bu inkâr edilemez ve eğer bir kızı çirkin gösteren bir şey varsa o da kambur durmaktır. Ona hep söylüyorum biraz daha yaşlanınca oldukça korkunç görünecek. Yani siz tam bir çakalsınız!”
Mr. Tupman bu kadar kolay bir unvan kazanmaya itiraz edecek değildi: Epey bilgiç bir tavır takınarak gizemli biçimde gülümsedi.
“Nasıl da kinayeli bir gülümseme.” dedi hayranlık dolu Rachael. “Sizden epey ürktüğümü bildirmem gerek.”
“Benden ürkmek mi?”
“Ah, benden hiçbir şey saklayamazsınız. O gülümsemenin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum ben.”
“Ne?” dedi en ufak fikri olmayan Mr. Tupman.
“Demek istiyorsunuz ki…” dedi sevimli hala, sesini daha da alçaltarak. “Isabella’nın kambur durmasının Emily’nin kelliği kadar kötü bir durum olduğunu düşünmüyorsunuz. Yani, evet, o kel! Bazen bu beni o kadar perişan ediyor ki aklınız almaz. Bazen saatlerce bu meseleye ağlıyorum. Benim canım abim o kadar iyi, o kadar saf ki bunu hiç görmüyor; eğer görseydi eminim kalbi kırılırdı. Keşke sorun yalnızca terbiye olsaydı, öyle olmasını isterdim.” (Burada sevgi dolu akraba derin bir iç çekti ve başını ümitsizce salladı).
“Eminim ki halam bizim hakkımızda konuşuyor.” diye fısıldadı Miss Emily Wardle, kız kardeşine. “Bundan oldukça eminim, şeytani görünüyor.”
“Öyle mi?” diye yanıtladı Isabella. “Aman! Halacım!”
“Evet, canımın içi!”
“Hasta olursun diye çok korkuyorum, hala. Yaşlıcık boynuna bir ipek mendil bağlayıver. Gerçekten kendine bakmalısın, yaşın düşünülürse!”
Bu misilleme her ne kadar hak edilmiş olsa da bir insanın başvurabileceği en kindar misillemeydi. Eğer Mr. Wardle farkında olmadan keskin bir şekilde Joe’ya seslenmiş olmasaydı halanın öfkesi ne yollarla ifade edilecekti tahmin etmek güçtü.
“Lanet olasıca çocuk.” dedi yaşlı beyefendi. “Yine uyumuş.”
“Çok olağan dışı bir çocuk, bu.” dedi Mr. Pickwick. “Hep böyle uyur mu?”
“Uyumak mı?” dedi yaşlı beyefendi. “O hep uyku hâlinde. Derin uykudayken ayak işlerine koşar ve sipariş beklerken horlar.”
“Ne kadar da tuhaf.” dedi Mr. Pickwick.
“Ah! Gerçekten de tuhaf.” diye yanıtladı yaşlı beyefendi. “O oğlanla gurur duyuyorum. Ondan hiçbir şekilde ayrılmam. O bir doğa harikası! Al Joe. Joe, bunları kaldır ve yeni bir şişe aç. Duydun mu?”
Şişman çocuk kalktı, gözlerini açtı, uyuyakalmadan önce çiğnemekte olduğu koca dilim turtayı yuttuktan sonra yavaşça efendisinin emirlerini uyguladı. Tabakları toplarken ziyafetten arta kalanlara son derece baygın biçimde baktı ve her şeyi sepete boşalttı. Yeni bir şişe çıkarıldı ve anında tüketildi. Sepet eski yerine yerleştirildi. Şişman çocuk bir kez daha kutuya tünedi, gözlükler ve okuma camları bir kez daha düzeltildi ve ordunun tatbikatı yeniden başladı. Silahlar vızıldadı ve patladı, hanımlar korktu ve sonra tünel herkese keyif verecek şekilde patlatıldı ve tünel yok olduğunda ordu ve ekip de aynını yapıp ortadan kayboldu.
“Öyleyse kendinize iyi bakın.” dedi yaşlı beyefendi, ara ara sürdürülen sohbetin sonunda, merasimin bitiminde Mr. Pickwick’le tokalaşarak. “Yarın görüşürüz.”
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
“Adresi aldınız mı?”
“Manor Çiftliği, Dingley Dell.” dedi Mr. Pickwick, not defterine başvurarak.
“Oldu o zaman.” dedi yaşlı beyefendi. “Sizi bir haftadan erken bırakmam, unutmayın ve görmeye değer her şeyi gördüğünüze emin olacağım. Eğer canınız kırsal yaşam çekerse bana gelin, size bolca yaşatırım. Joe, lanet olasıca çocuk, yine uyuyakaldı. Joe, Tom’a yardım et de atları getirsin.”
Atlar yerleştirildi, sürücü yerine geçti, şişman çocuk da yanına tünedi. Vedalar edildi ve fayton yola koyuldu. Pickwickçiler son bir kez bakmak için arkadaşlarına döndüklerinde, batmakta olan güneşin, onları bu kadar keyiflendiren kişilerin yüzlerine ve şişman çocuğun bedenine vurduğunu gördüler.

Beşinci Bölüm
Kısa Bir Tane – Başka Anılara Ek Olarak, Mr. Pickwick’in Nasıl Fayton Kullandığı, Mr. Winkle’ın Nasıl At Bindiği ve İkisinin de Bunu Nasıl Gerçekleştirdiğini Gösteren Bir Hikâye
Mr. Pickwick kahvaltıdan önce Rochester Köprüsü’nün parmaklıklarına dayanmış, doğayı izlerken gökyüzü aydınlık ve hoştu, hava ılıktı ve etrafı saran her nesne güzel görünüyordu. Manzara gerçekten de sunulduğu zihinden çok daha az düşüncelisini bile büyüleyebilecek türdendi.
İzleyicinin solunda yıkık, pek çok yerden kırılmış ve bazı kısımları kaba saba ve ağır kütleler hâlinde aşağıdaki dar sahile doğru sarkan bir duvar vardı. Sivri ve köşeli taşlardan her rüzgârla titreşen kocaman öbekler hâlinde yosunlar sarkıyordu ve yeşil sarmaşık kederle karanlık ve yıkık mazgallı siperlere dolanmıştı. Tüm bunların arkasında kuleleri çatısız ve koca duvarları dağılmakta olan ama bize yedi yüz yıl önce orduların çarpışmasıyla çınladığı, cümbüş ve şölenle yankılandığı eski kudret ve gücünü gururla anlatan tarihî kale vardı. Her iki tarafta da mısır tarlaları ve meralarla orada burada yel değirmenleri ya da uzak bir kiliseyle gözün alabildiğine uzanan, zengin ve bereketli manzarayı gözler önüne seren, ince ve belli belirsiz bulutlar gündüz güneşi üstlerinden sekip geçerken hızla değişen gölgelerle daha da güzel hâle gelmiş olan Medway Nehri’nin kıyıları uzanıyordu. Göğün berrak mavisini yansıtan nehir, sessizce akarken ışıldıyor ve parıldıyor, balıkçıların tablo gibi kayıkları akıntıyla birlikte yavaşça ilerlerken kürekleri suya anlaşılır ve sıvıyı çağrıştıran bir sesle batıp çıkıyordu.
Mr. Pickwick önündeki nesneler tarafından sürüklendiği kabul edilebilir dalgınlıktan, derin bir iç çekiş ve omuzuna dokunan bir elle çıkarıldı. Arkasını döndü ve kederli adamı yanı başında buldu.
“Manzarayı mı izliyorsunuz?” diye sordu kederli adam.
“Öyle yapıyordum.” dedi Mr. Pickwick.
“Ve kendinizi bu kadar erken kalktığınız için kutluyor muydunuz?”
Mr. Pickwick başını olumlu anlamda salladı.
“Ah! İnsanların güneşi bütün saltanatıyla görmeleri için erken kalkmaları gerek çünkü parlaklığı nadiren bütün gün sürüyor. Günün sabahıyla hayatın sabahı birbirine çok benzer.”
“Doğru söylüyorsunuz, beyefendi.” dedi Mr. Pickwick.
“Şu deyim ne kadar da uygun.” diye devam etti kederli adam. “ ‘Sabah kalıcı olamayacak kadar hoştur.’ Günlük hayatımıza ne kadar da güzel uygulanabilir. Tanrı’m! Çocukluğa ait günlerimi yok etmek ya da onları sonsuza kadar unutmak için nelerimi vermem!”
“Çok dert çekmiş olmalısınız, beyefendi.” dedi Mr. Pickwick, sevgiyle.
“Çektim.” dedi kederli adam aceleyle: “Gördüm. Benim şimdi tanıyanların mümkün olduğuna inanamayacağı kadar fazla şey gördüm.” Bir anlığına duraksadı sonra aniden: “Hiç aklınıza geldi mi, böylesi bir sabahta boğulmanın mutluluk ve huzur getireceği?”
“Tanrı aşkına, hayır!” diye yanıtladı Mr. Pickwick, kederli adamın onu meraktan aşağı itmesi ihtimali birden var gücüyle beynine dolunca parmaklıktan biraz uzaklaşarak.
“Ben sıklıkla düşünmüşümdür.” dedi kederli adam, Mr. Pickwick’in hareketinin farkına varmadan. “Sakin, serin su beni fısıltıyla yatmaya ve dinlenmeye davet ediyor gibi gelir. Bir atlayış, suyun sıçrayışı, kısa bir mücadele; bir anlığına var olan girdap, sonra yavaşça nazik bir dalgacığa dönüşür; sular kafanı ve dünya da bütün sefaletini ve şanssızlıklarını sonsuza dek örtmüştür.” Kederli adamın çökük gözleri, o konuşurken pırıl pırıl parlıyordu ama anlık heyecan hızla yok oldu ve adam sakince arkasına dönüp: “Pekâlâ, yeter bu kadar. Sizinle başka bir konuyla ilgili görüşmek istemiştim. Beni dünden önceki akşam öykümü okumak için çağırdınız ve ben okurken ilgiyle dinlediniz.”
“Öyle.” diye yanıtladı Mr. Pickwick: “Ve kesinlikle düşündüm ki…”
“Fikir sormadım.” dedi kederli adam lafını keserek. “Ve fikir istemiyorum. Siz keyif ve bilgi için seyahat ediyorsunuz. Size ilginç bir el yazması verdiğimi düşünün. Dikkatinizi çekerim, çılgın ya da imkânsız olduğu için değil; gerçek hayatın aşk hikâyesinden düşen bir yaprak olduğu için ilginç. Bunu dilinizden düşmeyen şu kulübe iletir miydiniz?”
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Eğer isterseniz. Hem kulüp kayıtlarına da geçer.”
“Öyleyse sizindir.” diye yanıtladı kederli adam. “Adresiniz?” ve Mr. Pickwick’in uygun güzergâhı vermesiyle kederli adam dikkatlice yağlı not defterine not aldı ve Mr. Pickwick’in ısrarcı kahvaltı davetine karşı koyarak beyefendiyi orada bırakıp yavaşça yanından uzaklaştı.
Mr. Pickwick, üç yoldaşının kalktığını ve çoktan ağzı sulandırıcı bir biçimde servis edilmiş kahvaltıya başlamak için onun gelmesini beklediklerini gördü. Yemeğe oturdular ve ızgara et, yumurta, çay, kahve ve ıvır zıvırlar, yiyeceğin mükemmelliğine ve tüketicilerinin iştahına şahitlik eden bir hızla anında yok olmaya başladı.
“Pekâlâ, Manor Çiftliği’ne gelirsek.” dedi Mr. Pickwick. “Nasıl gitsek?”
“Belki de en iyisi garsona sormak.” dedi Mr. Tupman ve garson bu gereklilik doğrultusunda hemen orada belirdi.
‘Dingley Dell, beyler… On beş mil, beyler. Yolu geçince… Posta arabası mı efendim?”
“Posta arabası iki kişiden fazlasını almaz.” dedi Mr. Pickwick.
“Haklısınız, efendim. Affedersiniz, efendim. Çok güzel dört tekerlekli araba, efendim. İki kişi için arkada yer var, bir tane de sürücü için önde yer var. Ah! Affedersiniz, efendim, o da yalnızca üç kişi alır.”
“Ne yapacağız ki?” dedi Mr. Snodgrass.
“Belki beylerden biri at binmek ister, efendim?” diye öneride bulundu garson, Mr. Winkle’a bakarak. “Çok iyi binek atları var, efendim. Mr. Wardle’ın adamlarından herhangi biri Rochester’a gelirken atı geri getirebilir, efendim.” dedi.
“Çok mantıklı.” dedi Mr. Pickwick. “Winkle, at sırtında gider misin?”
Mr. Winkle kalbinin en derinliklerinde binicilik becerilerine yönelik kayda değer kuruntulara sahip olan biriydi ama onları hiçbir şekilde şüpheye düşüremeyeceğinden derhâl müthiş bir atılganlıkla yanıtladı: “Kesinlikle. En çok hoşuma gidecek şey o.” Mr. Winkle kaderine son hız gönderilmekteydi, dayanağı yoktu.
“On bir gibi kapıda olsunlar.” dedi Mr. Pickwick.
“Hayhay, efendim.” diye yanıtladı garson.
Garson çekildi, kahvaltı sona erdi ve yolcular yaklaşmakta olan seferleri için birer kıyafet almak için kendi odalarına çekildiler.
Mr. Pickwick ön hazırlıklarını yapmıştı ve garson içeri girip arabanın hazır olduğunu bildirdiğinde dinlenme odasının penceresinden sokaktaki yolculara bakıyordu. Bu bildiriyi aracın kendisi de bir anda, az önce sözü geçen dinlenme odasının penceresinin önünde belirerek doğruladı.
Araba, müthiş bir kemik yapısına sahip, muazzam kahverengi bir at tarafından çekilen, arkasında şaraplık gibi alçak, iki kişilik bir yer ve önde de bir kişilik yüksek bir tünek olan dört tekerlekli, tuhaf, yeşil bir şeydi. Yakınlarda, belli ki arabaya bağlı atın yakın bir akrabası olan atı da Mr. Winkle için eyerlemiş bir seyis tutmaktaydı.
“Üstüme iyilik sağlık!” dedi Mr. Pickwick, eşyaları yerleştirilirken kaldırımda dururlarken. “Üstüme iyilik sağlık! Kim sürecek? Bunu hiç düşünmedim.”
“Ah! Siz elbette.” dedi Mr. Tupman.
“Elbette.” dedi Mr. Snodgrass.
“Ben mi?” diye bağırdı Mr. Pickwick.
“Hiç korkmayın, efendim.” diye lafa girdi seyis. “Uslu olduğunu garanti ederim, efendim. Onu kundakta bebek bile sürebilir.”
“Ürkek değil, değil mi?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Ürkek mi, efendim? Bir vagon dolusu kuyruğu tutuşmuş maymun görse bile ürkmez.”
Son övgü su götürmezdi. Mr. Tupman ve Mr. Snodgrass arkaya geçtiler; Mr. Pickwick tüneğine çıktı ve ayaklarını aşağıda ayak konulsun diye yerleştirilmiş kumaş kaplı rafa yerleştirdi.
“Pekâlâ, Cilalı William.” dedi seyis, yardımcı seyise. “Beyefendiye şeritleri ver.” “Cilalı William” lakabı muhtemelen dümdüz saçı ve yağlı suratı yüzünden kendisine verilmiş olan seyis, dizginleri Mr. Pickwick’in sol eline verdi ve baş seyis de sağ eline bir kırbaç sokuşturdu.
“Wo-o!” diye bağırdı Mr. Pickwick, dört ayaklı uzun canlı dinlenme odası penceresine doğru kararlı biçimde meyledince. “Wo-o!” diye tekrarladı Mr. Tupman ve Mr. Snodgrass, arkadan. “Yalnızca oyun oynuyor, beyler.” dedi başseyis cesaret verircesine. “Onu sıkıca tut, William.” Yardımcı seyis hayvanın taşkınlığını kontrol altına alırken, başseyis de Mr. Winkle’a atın üstüne çıkması için yardım etmek üzere koştu.
“Arzu ederseniz öbür taraftan çıkın.”
“Eğer beyefendi yanlış taraftan çıkmaya çalışırsa çok kızar.” diye fısıldadı sırıtan seyis, ifade edilemeyecek kadar memnun garsona.
Mr. Winkle, talimat üzerine birinci sınıf bir askerle karşı karşıya kalmış olsa yaşayacağı zorluk kadar bir zorlukla eyere çıktı.
“Oldu mu?” diye sordu Mr. Pickwick, içten içe bir şeylerin yolunda olmadığını sezerek.
“Oldu.” diye yanıtladı Mr. Winkle hafifçe.
“Sal onları.” diye bağırdı seyis. “Sıkı tutunun, efendim.” ve önce araba, sürücü koltuğunda olan Mr. Pickwick ve binek atı da sırtına oturan Mr. Winkle’la birlikte bütün han avlusundakilerin keyifli ve memnun bakışları altında yola koyuldular.
“Nasıl yana doğru gider?” dedi arkadaki Mr. Snodgrass, eyer üstündeki Mr. Winkle’a.
“Hiçbir fikrim yok.” diye yanıtladı Mr. Winkle. Atı oldukça gizemli bir şekilde yolu arşınlıyordu. Yandan gidiyordu, kafası yolun bir tarafına kuyruğu da öteki tarafına bakıyordu.
Mr. Pickwick’in ne bunu ne de başka bir şeyi gözlemleyecek fırsatı vardı. Zihninin tamamını, yoldan geçenlerin ilgisini çeken ama hiçbir şekilde tam arkasında oturana komik gelmeyen çeşitli tuhaflıklar sergileyen arabaya bağlı bu hayvanı yönetmeye adamıştı. Çok sevimsiz ve rahatsız edici bir şekilde sürekli başını kaldırmasının ve dizginlerini Mr. Pickwick’in tutmasını zorlaştıracak derecede çekmesinin yanında, arada sırada yolun bir o tarafına bir bu tarafına atılıp sonra bir anda durup birkaç dakika boyunca kontrol etmesi güç bir hızla koşmak gibi tuhaf bir eğilimi vardı.
“Bu ne anlama geliyor olabilir?” dedi Mr. Snodgrass, at yirminci kez manevra yaptığında.
“Bilmiyorum.” diye yanıtladı Mr. Tupman. “Ürküyor gibi görünüyor, değil mi?” Mr. Snodgrass cevap vermek üzereydi ki lafı Mr. Pickwick’in bağırmasıyla birlikte yarıda kaldı.
“Haaay!” dedi beyefendi. “Kırbacımı düşürdüm.” “Winkle.” dedi Mr. Snodgrass, binici uzun atın üstünde, sanki egzersizin şiddeti yüzünden parçalara ayrılacakmış gibi tir tir titreyerek yanlarına hızla gelince. “Kırbacı al, aziz dostum.” Mr. Winkle yüzü simsiyah olana kadar atın dizginlerinden çekti ve sonunda atı durdurmayı başarınca indi, kırbacı Mr. Pickwick’e verdi ve yuları sıkıca tutarak atın üstüne çıkmaya hazırlandı.
Belki uzun at, yaradılışının oyunbazlığı sebebiyle Mr. Winkle’la biraz masumane şakalaşma arzusu içindeydi ya da üstünde biri olmadan da yolculuğu keyfine göre tamamlayabileceğini anladı, bunu elbette kesin ve açık biçimde bilemeyiz ancak hayvanın amacı her neyse kesin olan bir şey vardı ki Mr. Winkle’ın dizginleri tutması ve hayvanın başından geçirmesiyle atın öne atılması bir olmuştu.
“Zavallı dostum.” dedi Mr. Winkle rahatlatırcasına. “Zavallı dostum, güzel, sadık at.” “Zavallı dostum” boş iltifattı; Mr. Winkle hayvanının yanına yaklaşmaya çalıştıkça hayvan daha da uzaklaştı ve bütün tatlılık ve yaltaklanmalara rağmen Mr. Winkle ve at birbirlerinin çevresinde on dakika ya da daha uzun süre dönüp durdular. Sonunda başladıkları yere dönmüşlerdi ki bu her koşul altında tatminsizlik yaratabilecek bir durum olsa da hiçbir yardım alınamayacak yalnız bir caddede özellikle rahatsız ediciydi.
“Ne yapacağım?” diye bağırdı Mr. Winkle, kovalamaca kayda değer bir süre boyunca devam edince. “Ne yapacağım? Üstüne çıkamıyorum.”
“En iyisi geçide gelene kadar onu yönlendirmek.” diye yanıtladı Mr. Pickwick, arabadan.
“Ama gelmiyor!” diye kükredi Mr. Winkle. “Gelin ve onu tutun.”
Mr. Pickwick âdeta nezaket ve insaniyetin vücut bulmuş hâliydi: Atın dizginlerini attı ve dikkatle yere indikten sonra yoldan birileri geçer diye arabayı kenara çekti ve Mr. Tupman’la Mr. Snodgrass’ı araçta bırakıp dertli yoldaşının yardımına koştu.
At, Mr. Pickwick’in araba kırbacıyla yanına yaklaştığını çok geçmeden algıladı. Daha önce benimsediği dönme hareketini gerileme hareketiyle o kadar hızlı değiştirdi ki hâlâ dizginin ucunda olan Mr. Winkle’ı az önce geldikleri yöne doğru hafif koşudan daha hızlı biçimde çekmeye başladı. Mr. Pickwick yardıma koştu koşmasına ama o ne kadar hızlı koşarsa at da o kadar hızlı geriliyordu. Epey ayak sürüme, toz kaldırmadan sonra kolları neredeyse yuvalarından çıkan Mr. Winkle dizgini büsbütün bıraktı. At duraksadı, baktı, başını salladı ve sessizce eve, Rochester’a koşarak ifadesiz kederle birbirlerine bakmakta olan Mr. Winkle ve Mr. Pickwick’i arkasında bıraktı. Yakın mesafeden gelen bir tıkırtı sesi dikkatlerini çekti. Başlarını kaldırdılar.
“Üstüme iyilik sağlık!” diye bağırdı acılı Mr. Pickwick. “Diğer at da kaçıyor!”
Olan tam olarak buydu. Hayvan sesten korkmuştu ve dizginleri de boştaydı. Sonuç tahmin edilebilirdi. Dört tekerlekli araba, içinde Mr. Tupman ve Mr. Snodgrass’la birlikte fırladı. Her şey bir anda oldu. Mr. Tupman kendini aşağı attı, Mr. Snodgrass onu taklit etti, at dört tekerlekli arabayı ahşap köprüye vurdu, tekerlekleri gövdeden ve oturağı da tünekten ayırdı ve en sonunda yarattığı kargaşaya bakmak için hareketsizce durdu.
Olaydan etkilenmeyen iki arkadaşın ilk yaptığı şey talihsiz yoldaşlarını çit çalısının içinden kurtarmak oldu. İkisinin de giysilerinin çeşitli yerlerindeki yırtıklar ve çalılardan kaynaklanan çeşitli kesikler dışında yaralanmadığını görünce kelimelerle ifade edilemeyecek bir tatmin duygusu hissettiler. Yapılacak sonraki şeyse atı koşum takımlarından kurtarmaktı. Bu karmaşık süreçten etkilenmiş olan ekip, atı yanlarına alıp yavaşça ilerledi ve arabayı da kaderine terk ettiler.
Bir saatlik yürüyüş gezginleri, önünde tuhaf bir dizilimle yerleştirilmiş iki karaağaç, at için yalak ve işaret direği olan ve arkasında da bir ya da iki eskimiş otluğu, yanında bir sebzeliği ve çürümüş barakaları küf tutmuş müştemilatları olan ufak bir yol kenarı barına getirdi. Kızıl saçlı bir adam bahçede çalışıyordu ve Mr. Pickwick tam olarak da ona kuvvetle seslendi.
Kızıl saçlı adam doğruldu, elleriyle gözünü kapattı ve uzun ve sakin biçimde Mr. Pickwick ve yoldaşlarına baktı: “Merhabalar!”
“Merhabalar!” diye tekrarladı Mr. Pickwick.
“Merhaba!” diye yanıtladı kızıl saçlı adam.
“Dingley Dell ne kadar uzaklıkta?”
“En az 12 kilometre.”
“Yol düzgün mü?”
“Hayır, değil.” Bu kısa yanıtı dile getiren ve belli ki kendini son bir inceleyici bakışla tatmin eden kızıl saçlı adam geri döndü. “Atı burada bırakmak istiyoruz.” dedi Mr. Pickwick. “Bırakabiliriz sanıyorum, değil mi?”
“Atınızı buraya bırakmak istiyorsunuz öyle mi?” diye tekrarladı kızıl saçlı adam, küreğine yaslanarak.
“Elbette.” diye yanıtladı, o sırada elinde atın dizgini bahçe çitine yaklaşmakta olan Mr. Pickwick.
“Hanım!” diye kükredi kızıl saçlı adam, bahçeden çıkıp pürdikkat ata bakarak: “Hanım!”
Uzun boylu, bütün vücudu dümdüz, zayıf bir kadın koltuk altının birkaç santim aşağısında biten kalın, mavi bir kürklü bir paltoyla çağrıya yanıt verdi.
“Bu atı burada tutabilir miyiz, sevgili hanımcığım?” dedi Mr. Tupman, öne atılıp en ayartıcı ses tonuyla konuşarak. Kadın ekipteki herkese dikkatle baktı ve kızıl saçlı adam kulağına bir şeyler fısıldadı.
“Hayır.” diye yanıtladı kadın fazla düşünmeden. “Ondan korktum.”
“Korkmak mı?” diye bağırdı Mr. Pickwick. “Kadın neden korkuyor?”
“Geçenlerde başımızı belaya soktu.” dedi kadın eve dönerek. “Size diyecek başka bir şeyim yok.”
“Hayatımda gördüğüm en sıra dışı şey.” dedi şaşkın Mr. Pickwick. “Ben, ben de gerçekten inanamıyorum.” diye fısıldadı Mr. Winkle, arkadaşları yanına gelince. “Bu atı namussuz bir yöntemle edindiğimizi düşündüklerine…”
“Ne!” diye bağırdı Mr. Pickwick, öfkeyle. Mr. Winkle alçak gönüllülükle fikrini tekrarladı.
“Baksana, arkadaşım.” dedi öfkeli Mr. Pickwick: “Atı çaldığımızı mı düşünüyorsun?”
“Çaldığınıza eminim.” diye yanıtladı kızıl saçlı adam, yüzünü kulaktan kulağa ekşiten bir sırıtışla. Bunu söyledikten sonra eve girip kapıyı arkasından çarptı.
“Rüya gibi.” deyiverdi Mr. Pickwick. “Korkunç bir rüya. Bir insanın bütün gün atsa atamayacağı satsa satamayacağı rezalet bir atla dolaşması!” Üzgün Pickwickçiler karamsar bir ruh hâliyle, tam diplerinde bütünüyle iğrendikleri uzun boylu dört ayaklıyla yola koyuldular.
Dört arkadaş ve dört ayaklı yoldaşları Manor Çiftliği’ne giden patikaya ulaştıklarında saat akşamüstünü geçiyordu; varış yerlerine çok yaklaşmış olsalar da görünüşlerinin tuhaflığını ve içinde bulundukları durumun abesliğini düşündüklerinde normal şartlar altında hissedecekleri keyif suya düştü. Yırtık kıyafetler, çizik suratlar, tozlu ayakkabılar, bitkin görünüşler ve her şeyden öte bir at. Ah, Mr. Pickwick o ata ne lanet ediyordu: Soylu hayvana ara ara nefret ve intikam dolu manalı bakışlar atmıştı; birden fazla defa da hayvanın boğazını kesmiş olsa doğacak masrafı hesaplamıştı ve şimdi hayvanı yok etme ya da onu salma arzusu beyninde on kat daha fazla dolaşıyordu. Bu dehşet hayallerden patikanın başında beliren iki silüeti görmesiyle birlikte sıyrıldı. Gördükleri Mr. Wardle ve sadık hizmetlisi şişman çocuktu.
“Vay canına, nerede kaldınız?” dedi misafirperver yaşlı beyefendi. “Bütün gün sizi bekledim. Doğrusu, sahiden yorgun görünüyorsunuz. Ne! Çizikler! Yaralanmamışsınızdır umarım, ha? Doğrusu bunu duyduğuma sevindim çok. Demek kaza yaptınız, ha? Boş verin. Bu bölgede böyle kazalar bol olur. Joe, yine uyukluyor! Joe, beylerden o atı al ve ahıra götür.”
Şişman çocuk atla birlikte ağır ağır arkalarından geldi. Yaşlı beyefendi, misafirlerini günün maceralarını paylaşmayı uygun gördükleri kadar kısmıyla ilgili cana yakın biçimde teselli ederek onları mutfağa götürdü.
“Sizi kendinize getireceğiz.” dedi yaşlı beyefendi. “Sonra sizi oturma odasındaki insanlarla tanıştıracağım. Emma, vişne brendisini getir. Pekâlâ Jane, buraya iğne iplik getir. Havlu ve su, Mary. Haydi, kızlar, acele edin.”
Üç ya da dört balıketi kız istenilen çeşitli gereçleri getirmek için farklı yönlere dağılırken birkaç koca kafalı, yuvarlak yüzlü erkek de şöminenin yanından kalktılar. (Mayıs ayı olmasına rağmen odun ateşine bağlılıkları sanki Noel vakti gibi candandı.) Bir şişe siyah ayakkabı boyası ve yarım düzine fırça bulup çıkardıkları gibi gizli köşelere gittiler.
“Çabuk!” dedi yaşlı beyefendi bir kez daha ama uyarı gereksizdi. Çünkü kızlardan biri vişne likörünü döküyordu ve diğeri de havluları getirmişti ve adamlardan biri Mr. Pickwick’in bacağını olası bir denge kaybı tehlikesiyle yakalamış, pırıl pırıl olana kadar ayakkabılarını fırçalamıştı. Bir diğeriyse Mr. Winkle’ın elbisesini seyislerin at fırçalamaya dalmışken çıkarmaya alışkın oldukları o tıslama eşliğinde fırçalıyordu.
İşi biten Mr. Snodgrass, sırtını ateşe vermiş dururken ve vişne likörünü yudumlarken içten bir keyifle odayı inceledi. Burayı kırmızı tuğladan zemin ve geniş bacalı; çatısından et, domuz pastırması ve sıra sıra soğanlar sarkan büyük bir ev olarak tarif ediyordu. Duvarlar birkaç av ganimeti, bir iki dizgin ve altında en azından yarım yüzyıldır aynı kişiye ait olduğunu belirten bir yazma olan eski, paslı, alaybozan tüfeğiyle süslüydü. Bir köşede usulca ilerleyen heybetli ve sakin görünümlü eski bir kurmalı saat ve büfeyi süsleyen pek çok kancadan birinden sarkan eşit derecede eski gümüş bir saat vardı.
“Hazır mısınız?” diye sordu yaşlı beyefendi merakla, misafirleri yıkanıp paklanıp, fırçalanıp, likörlendikten sonra.
“Oldukça.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
“Gelin öyleyse.” dedi. Emma’dan bir öpücük çalmak için geride kalan ve karşılığında çeşitli iteklemeler ve tırmalamalarla layığını bulan Mr. Tupman’ın da katılımıyla ekip, birkaç karanlık koridordan geçtikten sonra oturma odası kapısına ulaştı.
“Hoş geldiniz.” dedi misafirperver ev sahipleri, kapıyı sonuna kadar açıp onları karşılamak için öne atılırken. “Manor Çiftliği’ne hoş geldiniz, beyler.”

Altıncı Bölüm
Eski Moda Bir Kart Oyunu Partisi – Rahibin Ayetleri – Mahkûmun Dönüşünün Hikâyesi
İçeri girmeleriyle birlikte, eski oturma odasında bir araya gelmiş olan birkaç konuk Mr. Pickwick ve arkadaşlarını karşılamak için ayağa kalktı ve gerekli tüm formalitelerin gerçekleştirildiği takdim merasimi sırasında Mr. Pickwick, etrafını sarmış olan insanların görünüşünü gözlemleyip kişilikleri ve ilgi alanları konusunda tahminde bulunma fırsatı buldu. Bu; pek çok yüce adamla ortak olan bir özelliği, keyif aldığı bir alışkanlığıydı.
Görkemli bir şapkası olan ve rengi atmış ipek elbiseli çok yaşlı bir hanım -ki bu Mr. Wardle’ın annesinden başkası değildi- şöminenin sağ köşesindeki onur köşesine yerleştirilmişti. Gençliğinin yetiştiriliş tarzının ve yaşlılığında da bu yoldan ayrılmamış oluşunun çeşitli belgeleri, fi tarihinden kalma nakışlar ve eşit derecede eski, yünle işlenmiş doğa manzaraları ve daha modern döneme ait kırmızı ipekten çaydanlık kılıfları şeklinde duvarları süslemekteydi. Hala, iki genç hanım ve Mr. Wardle, yaşlı hanımın koltuğunun etrafına toplanmış, ona gayretli ve aralıksız ilgi gösterme konusunda birbirleriyle yarışıyorlardı. Birinin elinde işitme borusu, diğerinin elinde bir portakal ve üçüncünün elinde ise amonyak ruhu şişesi varken, dördüncüyse kadın rahat etsin diye yerleştirilmiş yastıkları düzeltmek ve havalandırmakla meşguldü. Karşı tarafta kel kafalı, güler yüzlü, cömert ifadeli yaşlı bir beyefendi oturmaktaydı. Bu kişi Dingley Dell’in rahibiydi. Onun yanındaysa ev yapımı likör yapma sanatı ve gizemi kendisine bahşedilmiş ve bu likörleri yalnızca başkaları için değil ara sıra kendi tadımı için de yapıyor gibi görünen, iri yarı ve ürkütücü yaşlı bir hanım olan karısı vardı. Bir köşede dik başlı, Ripston elması suratlı adam, şişman yaşlı bir adamla konuşuyordu ve iki ya da üç beyefendiyle iki ya da üç hanımefendi daha koltuklarında dimdik ve hareketsiz oturmuş, Mr. Pickwick ve gezgin yoldaşlarına bakıyorlardı.
“Mr. Pickwick, anne.” dedi Mr. Wardle, avazının çıktığı kadar bağırarak.
“Ah!” dedi yaşlı kadın başını iki yana sallayarak. “Seni duyamıyorum.”
“Mr. Pickwick, büyükanne!” diye bağırdı iki genç hanım tek bir ağızdan.
“Ah!” diye bağırdı yaşlı kadın. “Çok da önemli değil, bence benim gibi yaşlı bir kadın onun umurunda değildir.”
“Sizi temin ederim ki hanımefendi…” dedi Mr. Pickwick, yaşlı hanımın elini tutup, gösterdiği çabadan müşfik yüzü al al olacak kadar yüksek sesle konuşarak: “Sizi temin ederim ki hanımefendi, beni hayatta sizin kadar ilerlemiş yaşta bir hanımın böylesine hoş bir aileye önderlik yaptığını görmek ve sizin de bu kadar genç ve iyi göründüğünüze şahit olmak kadar memnun eden hiçbir şey olamaz.”
“Ah!” dedi yaşlı hanım, kısa bir aradan sonra. “Diyeceğim şu ki her şey iyi güzel ama onu duyamıyorum.”
“Büyükannem biraz yoruldu.” dedi Miss Isabella Wardle alçak sesle. “Ancak sizinle birazdan konuşacaktır.”
Mr. Pickwick yaşlılığın zafiyetlerine karşı anlayışla başını salladı ve ortamdaki diğer kişilerle genel bir sohbete girdi.
“Çok keyifli bir ortam.” dedi Mr. Pickwick.
“Çok keyifli!” diye tekrarladı Snodgrass, Tupman ve Winkle.
“Yani bence de.” dedi Mr. Wardle.
“Bütün Kent’te bundan daha iyi bir yer daha yok, efendim.” dedi elma suratlı, dik başlı adam: “Gerçekten de yok, efendim. Olmadığına eminim, efendim.” Dikbaşlı adam sanki birileri ona karşı gelmiş de sonunda kendini kanıtlamış gibi çevresine zafer dolu bakışlar attı.
“Bütün Kent’te bundan daha iyi bir yer daha yok.” dedi yine dikbaşlı adam, biraz ara verdikten sonra.
“Mullins’in Çayırı haricinde.” diye yorumda bulundu şişman adam, ciddiyetle.
“Mullins’in Çayırı ha!” diye bağırdı diğeri derin bir küçümsemeyle.
“Ah, Mullins’in Çayırı elbet.” diye tekrar etti şişman adam.
“İyi, düzgün bir arazi orası.” diye araya girdi başka bir şişman adam.
“Öyledir sahiden de.” dedi üçüncü şişman adam.
“Bunu herkes bilir.” dedi şişman ev sahibi.
Dikbaşlı adam inanamayarak etrafına baktı ama azınlıkta olduğunu görünce sevecen bir havaya büründü ve başka laf etmedi. “Neden bahsediyorlar?” diye sordu yaşlı hanım torunlarından birine, epey duyulabilir bir sesle; öyle ki pek çok diğer sağır insan gibi söylediklerini başkalarının duyabileceğini akıl edemiyordu.
“Araziyle ilgili, büyükanne.”
“Araziye n’olmuş? Sorun yok, değil mi?”
“Hayır, hayır. Mr. Miller, bizim arazinin Mullins’in Çayırı’ndan daha iyi olduğunu söylüyordu.”
“O ne bilecekmiş?” diye sordu yaşlı kadın öfkeyle. “Miller, kibirli bir züppe ve bunu söylediğimi aynen iletebilirsin.” Lafını tamamlayan yaşlı hanım bir fısıltıdan çok daha yüksek sesle konuştuğunun bilincinde olmayarak yerinden kalktı ve dikbaşlı kabahatliye delici gözlerle baktı.
“Haydi, haydi.” dedi telaşlı ev sahibi, konuyu değiştirmeye yönelik olağan bir tedirginlikle. “Briç oynamaya ne dersiniz, Mr. Pickwick?”
“Çok hoşuma gider.” diye yanıtladı beyefendi. “Ama lütfen sırf benim için oyun kurmayın.”
“Ah sizi temin ederim ki annem de briç oyununu çok sever.” dedi Mr. Wardle. “Öyle değil mi anne?”
Bu konuda diğer konularda olduğundan çok daha az sağır olan yaşlı hanım, olumlu bir yanıt verdi.
“Joe, Joe!” dedi beyefendi. “Joe, lanet olasıca çocuk. Ah, işte orada; kart masalarını hazırla.”
Uyuşuk genç daha fazla teşviğe ihtiyaç duymadan biri Papa Joan biri de iskambil için olmak üzere iki masa kurdu. İskambil oyuncuları Mr. Pickwick ve yaşlı hanım, Mr. Miller ve şişman beyefendiydi. Diğer oyun da grubun geri kalanı içindi.
Kart oyunları bütünüyle hareket ciddiyeti ve davranış ağırbaşlılığıyla sürdürülüyordu ki bu da “iskambil” adındaki bu uğraşa yaraşıyordu. Bize kalırsa “oyun” saygısız ve resmî bir merasime verilmiş aşağılayıcı bir lakaptır. Diğer taraftan, yuvarlak oyun masası maddeten olaya kendini gerektiği kadar verememiş şişman beyefendinin fena hâlde gazabını çekerken aynı oranda da yaşlı hanımın da güler yüzlülüğüne sebep olarak, çeşitli ağır suçları ve kabahatleri işlemeyi tasarlayan Mr. Miller’ın derin düşüncelerini bölemeyecek kadar şamatalı bir neşe içindeydi.
“İşte!” dedi kabahatli Miller, zafer edasıyla bir elin sonunda kozu çıkararak. “Kendim diye söylemiyorum, daha iyi oynanamazdı, bunu da kazanmış olamam!”
“Miller’ın karoyu alması gerekirdi, değil mi efendim?” dedi yaşlı hanım.
Mr. Pickwick başıyla onayladı.
“Gerekir mi?” dedi şanssız adam partnerine şüpheci bir çağrıda bulunarak.
“Gerekir, efendim.” dedi şişman beyefendi, boğuk bir sesle.
“Çok üzgünüm.” dedi yılgın Miller.
“Katılıyorum.” diye homurdandı yaşlı beyefendi.
“İki onör, bize sekiz puan kazandırır.” dedi Mr. Pickwick.
“Başka bir el daha çıkar mı?” diye sordu yaşlı hanım.
“Çıkar.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Kontur, singleton ve onör puanı.”
“Hiç böyle şanslı olmadım.” dedi Mr. Miller.
“Hiç böyle kartlar denk gelmedi.” dedi şişman beyefendi.
Ciddi bir sessizlik; Mr. Pickwick esprili, yaşlı hanım ciddi, şişman beyefendi titizdi.
“Bir kontur daha.” dedi yaşlı hanım, zafer dolu bir edayla durumu bildirerek. Ardından altı penilik bir bozuklukla, yıpranmış bir yarım peniyi şamdanın altına bıraktı.
“Kontur, efendim.” dedi Mr. Pickwick.
“Oldukça farkındayım, efendim.” dedi şişman beyefendi sertçe.
Benzer sonuçlu başka bir oyun, şanssız Miller’ın geri çekilmesiyle devam etti; şişman beyefendi aynı oyunun sonuna gelene kadar büyük bir kişisel heyecan içindeydi ki sonunda bir köşeye çekildi ve en sonunda sessizliğinden sıyrılıp alınan yaralara karşı Hristiyanlığa yaraşır bir bağışlayıcılık göstermeye karar veren bir adam edasıyla Mr. Pickwick’e enfiye ikram edene kadar tam olarak bir saat yirmi yedi dakika boyunca tek kelime etmedi. Yaşlı hanımefendinin işitmesi epey düzelmiş olduğundan şanssız Miller kendini ancak sudan çıkmış balık kadar rahat hissediyordu.
Bu arada diğer oyun gayet keyifli devam ediyordu. Isabella Wardle ve Mr. Trundle “partner olmuş” ve Emily Wardle ile Mr. Snodgrass da aynını yapmış; hatta Mr. Tupman ve evde kalmış hala, zarf atmak ve iltifat etmekten oluşan anonim bir ortaklık bile kurmuşlardı. Yaşlı Mr. Wardle keyfin doruk noktalarındaydı ve oyunu o kadar komik yönetiyor ve kadınlar kazançlarından sonra o kadar canlanıyorlardı ki bütün masa sürekli olarak cümbüş ve kahkaha içindeydi. Bir tane yaşlı hanım vardı, sürekli olarak elden çıkarması gereken yarım düzine kartı oluyordu. Herkes buna gülüyordu çünkü bu her elde oluyordu ve yaşlı hanım aynı şey olduğu için sinirli göründüğünde herkes daha yüksek sesle gülüyordu. Sonra yaşlı hanımın yüzü yavaş yavaş aydınlanıyor ve en sonunda o da herkesten daha yüksek sesle gülmeye başlıyordu. Evde kalmış halaya “kupa kızı” çıktığında genç kızlar keyifle gülüyor ve evde kalmış hala huysuzlaşıyor gibi oluyordu ama sonra Mr. Tupman’ın masanın altından elini sıkmasıyla birlikte o da keyifleniyor ve sanki kupa kızı kartı insanların düşündüğü kadar gerçek dışı değilmiş gibi bilmiş bir tavırla bakıyordu ki bu herkesi, başta en az gençler kadar şakadan hoşlanan Mr. Wardle olmak üzere herkesi yeniden güldürüyordu. Mr. Snodgrass’a gelince o, partnerinin kulağına şairane fikirler fısıldamak dışında bir şey yapmıyordu ki bu, yaşlı beyefendilerden birini hayat arkadaşlığı ve oyun arkadaşlığıyla ilgili şakayla karışık yaramaz yorumlar yapmaya itiyordu. Bu durum Mr. Snodgrass’ı kimi göz kırpışlar ve kırkırtılar eşliğinde birtakım yorumlar yapmaya itmişti ve bu da yaşlı beyefendinin eşi başta olmak üzere tüm ekibi epey neşelendirdi. Mr. Winkle da şehirde çok iyi bilinen ama taşrada pek duyulmamış espriler yapıyordu çünkü herkes bu şakalara çok içten biçimde gülmüş ve Mr. Winkle’ın böylesine onur ve ihtişam dolu olmasından dolayı çok mutlu olduklarını söylemişlerdi. Müşfik rahip de keyifle önüne bakıyordu çünkü masanın etrafındaki mutlu yüzler onu da mutlu ediyordu ve cümbüş epey taşkın olsa da dudaktan değil kalpten geliyordu ve bu zararsız bir cümbüştü sonuçta.
Akşam bu eğlencelerle yavaşça sona erdi ve zengin ancak gösterişsiz akşam yemeği servis edildiğinde ve ufak ekip şöminenin etrafına toplandığında Mr. Pickwick hayatında daha önce hiç bundan daha mutlu olmadığını ve kendini keyfe hiç bu kadar vermediğini düşünerek geçen zamanın tadını çıkardı.
“İşte bu.” dedi, elini sıkıca tuttuğu yaşlı hanımın koltuğunun yanında tüm heybetiyle oturan misafirperver ev sahibi. “ Bu keyif aldığım şey, hayatımın en mutlu anları bu ateşin başında geçti ve ona çok bağlıyımdır. Burası dayanılmaz sıcaklığa gelenek kadar her akşam ateş yaktırırım. Zaten benim garip yaşlı annem de kızken bu şöminenin karşısında bir şöminede otururmuş, değil mi anne?”
Eski zamanların anıları ve pek çok yıl öncesinin mutluluğu bir anda hatırlandığında davetsiz gelen gözyaşı, kadın melankoli dolu bir gülümsemeyle başını iki yana sallarken yüzünden aşağı süzüldü.
“Bu eski yer hakkında konuşuyorum diye kusura bakmayın, Mr. Pickwick.” diye devam etti ev sahibi kısa bir aradan sonra. “Çünkü burayı içtenlikle seviyorum ve başka yer bilmiyorum. Eski evler ve araziler bana canlı arkadaşlar gibi geliyor, sarmaşıkla kaplı ufak kilisemiz de öyle. Hatta bu arada, aramızdaki muhteşem arkadaşımız bize ilk katıldığında orası hakkında bir şarkı bile yapmıştı. Mr. Snodgrass, kadehiniz dolu mu?”
“Fazlasıyla, teşekkür ederim.” diye yanıtladı, ev sahibinin yorumuyla şairane merakı büyük oranda canlanmış olan beyefendi. “Affedersiniz ama sarmaşıkla ilgili bir şarkıdan söz ediyordunuz.”
“Onu şuradaki arkadaşa sormak gerek.” dedi ev sahibi bilgiç bir tavırla, başıyla rahibi işaret ederek.
“Şarkıyı bir kez daha söylemenizi isteyebilir miyim, efendim?” dedi Mr. Snodgrass.
“Siz öyle diyorsanız…” diye yanıtladı rahip. “Pek önemli bir şey değil. Böyle bir hataya düşmüş olmamın tek bahanesi o zamanlar genç olmam. Yine de eğer duymak istiyorsanız söylerim.”
Yanıt bir merak mırıltısı şeklinde oldu ve yaşlı beyefendi şarkıyı aklına gelmeyen kısımlarda karısından gelen sufle yardımıyla söyledi ve sonunda: “Böyleydi işte.” dedi.
YEŞİL SARMAŞIK
Ah, ne zarif bitkidir yeşil sarmaşık,
Eski harabelerin üstünü kaplayan!
Yemeğini iyi besinlerden seçer, sanırım,
Hücresinde ne kadar yalnızdır ne kadar üşür.
Duvar dökülmelidir, taş çürümeli,
Onun ince zevkini tatmin etmek için;
Ve yılların emeği çürütücü toz,
Onun için neşeli bir yemektir.
Hiçbir canlının görülmediği yere sızar,
Eski, nadir bir bitkidir yeşil sarmaşık.
Hızlıca çalar, hâlbuki kanat takmaz,
Sapasağlam yaşlı bir kalbi vardır.
Ne kadar hızlı tutunur ne kadar sıkı sarılır.
Kadim dostu devasa meşe ağacına!
Ve sinsice bırakmıştır izini toprakta.
Ve yapraklarını sallar kibarca,
Neşeyle sarılır ve sürtünürken
Ölü adamların mezarlarındaki yoğun küfe.
Amansız ölümün olduğu yerde dolaşır,
Eski nadir bir bitkidir yeşil sarmaşık.
Koca asırlar geçmiş ve eserleri çürümüştür,
Devletler de paramparça olmuştur;
Ama sağlam yaşlı sarmaşık hiç ayrılmayacaktır;
Dinç ve canlı yeşilinden.
Cesur yaşlı bitki yalnız günlerinde,
Geçmişi yâd edecektir;
Çünkü insanoğlunun dikebileceği en heybetli bina,
Nihayetinde sarmaşığın besinidir.
Zamanın başlangıcından beri sürünen,
Eski nadir bir bitkidir yeşil sarmaşık.
Yaşlı beyefendi, Mr. Snodgrass’ın not almasına fırsat tanıyabilmek için şarkı sözlerini bir kez daha tekrar ederken Mr. Pickwick de beyefendinin yüz hatlarını büyük bir ilgiyle inceledi. Yaşlı beyefendinin sözleri bitip de Mr. Snodgrass da not defterini cebine tekrar yerleştirince Mr. Pickwick lafa girdi: “Sizi bu kadar kısa süredir tanıyorken böylesi bir yorum yaptığım için lütfen kusura bakmayın beyefendi ancak bana kalırsa sizin gibi bir beyefendi, İncil’in vekili olarak yaşadığı deneyim süresince kayıt altına almaya değer pek çok görüntü ve olayla karşılaşmış olmalıdır.”
“Kesinlikle şahit olduğum şeyler oldu.” diye yanıtladı yaşlı beyefendi. “Ancak olaylar ve kişiler basit ve sıradan tabiata sahiplerdi ve benim de hareket alanım çok kısıtlıydı.”
“Sanıyorum ki John Edmunds hakkında kimi notlar almıştın, öyle değil mi?” diye sordu Mr. Wardle, arkadaşını yeni ziyaretçilerine açıklamaya yönelik müthiş bir şevkle.
Yaşlı beyefendi başını onaylar biçimde hafifçe oynattı ve konuyu değiştirmeye hazırlanıyordu ki Mr. Pickwick lafa girdi: “Affedersiniz, efendim ama eğer izniniz olursa Mr. Edmunds’un kim olduğunu sorabilir miyim?”
“Ben de tam aynını sormak üzereydim.” dedi Mr. Snodgrass hevesle.
“Tam üstüne bastınız.” dedi neşeli ev sahibi. “Bu beyefendilerin merakını eninde sonunda tatmin etmeniz gerekecek, o yüzden bu elverişli fırsattan yararlanıp aradan çıkarsanız iyi olur.”
Yaşlı beyefendi koltuğunu ileri çekerken iyi niyetle gülümsedi. Grubun geri kalanı, başta muhtemelen işitme kaybı olan Mr. Tupman ve evde kalmış hala olmak üzere herkes, koltuklarını birbirine yaklaştırdı; yaşlı hanımefendinin kulak borusu düzeltildi, Mr. Miller (şarkının anlatımı sırasında uyuyakalmış olan), oyundaki partneri olan heybetli şişman adam tarafından masanın altından uyarıcı niteliğinde gerçekleştirilen bir çimdikleme sonucunda uykusundan uyandı ve yaşlı beyefendi ön söze gerek olmadan bizim başına aşağıdaki başlığı ekleme özgürlüğünü kullandığımız öyküyü anlatmaya koyuldu.
MAHKÛMUN DÖNÜŞÜ
“Bu köye ilk yerleştiğimde…” dedi yaşlı beyefendi. “Ki bu yirmi beş sene öncesi, cemaat üyelerim arasındaki en kötü şöhretli kişi, buraya yakın, ufak bir arazi kiralamış olan Edmunds adında bir adamdı. Suratsız, yabani, kötü bir adamdı; alışkanlıkları boş ve rezildi; yaradılışı acımasız ve gaddardı. Arazide vaktini aylak aylak harcadığı ya da birahanede birlikte sarhoş olduğu ne tek bir arkadaşı ne tek bir tanıdığı vardı; pek çok kişinin korktuğu ve herkesin nefret ettiği bu adamı ne kimse umursuyor ne de kimse onunla konuşuyordu ve Edmunds herkes tarafından dışlanıyordu.”
“Bu adamın bir karısı ve ben buraya ilk geldiğimde yaklaşık on iki yaşında olan bir de oğlu vardı. Kadının ne kadar şiddetli bir ızdırap içinde olduğu, yaşadıklarına nasıl da nazik ve sabırlı bir edayla göz yumduğu, oğlunu ızdırap ve ilgiyle nasıl yetiştirdiğine dair kimsenin tam olarak bir fikri yoktu. Eğer merhametsizse, varsayımım için Tanrı beni affetsin ancak ruhumun en derinliklerinden inanıyorum ki adam yıllarca sistematik biçimde kadının ruhunu yok etmeye çalıştı ama kadın her şeye çocuğu için katlandı ve bu her ne kadar çoğu insana tuhaf gelse de yaşadıklarına çocuğunun babası için de katlanıyordu; adam her ne kadar kaba olsa da ona ne kadar acımasızca davransa da kadın onu hâlâ seviyordu ve bir zamanlar adamın içinde yarattığı hisler kadının kalbinde kadınlar dışında Tanrı’nın tüm yarattıklarına yabancı olan, acıya karşı sabır ve uysallık hisleri uyandırıyordu.”
“Yoksullardı, zaten adamın yaşam biçimi aksine izin vermezdi ama kadının gece gündüz, günün her saati bitmek tükenmek bilmeyen ve usanmaz uğraşları sayesinde idare ediyorlardı. Bu çabalar karşılığını bulmuyordu. Akşamları oradan geçenler -kimi zaman da gecenin geç saatlerinde- sıkıntı içindeki bir kadının inleme ve çığlıklarını ve yumruk sesleri duyduklarını bildirmişlerdi ve oğlanın, gecenin geç vakitlerinde babasının doğaya aykırı bu öfkesinden kaçmak için pek çok defa herhangi bir komşunun kapısını hafifçe çalmışlığı vardı.”
“Tüm bu süre zarfında bu zavallı yaratık, bedeninde tümüyle saklamayı beceremediği kötü muamele ve şiddet izleriyle ufak kilisemizin sürekli üyesiydi. Her pazar, sabah ve akşamüstü, üstleri başları çok daha yoksul komşularından bile eski olsa da her zaman düzgün ve temiz kıyafetlerle yanında oğluyla aynı yere otururdu. Herkesin ‘zavallı Mrs. Edmunds’a’ vereceği dostane bir selam ve söyleyeceği nazik bir söz vardı ve bazen vaazın sonunda kilisenin verandasına uzanan karaağaçlarla sarılı yolda komşularıyla iki kelam etmek için durduğunda ya da o birkaç tane küçük arkadaşıyla önde salınırken sağlıklı oğluna annelere özgün gurur ve sevgiyle bakmak için geride kaldığında bitkin yüzü yürekten minnettarlıkla aydınlanırdı; neşeli ve mutlu olmasa da en azından huzurlu ve memnun görünürdü.”
“Beş altı yıl geçti ve oğlan, gürbüz ve sağlıklı bir genç oldu. Çocuğun ince yapısını güçlendiren ve güçsüz uzuvlarını erkekliğin gücüyle dolduran zaman, annesinin şeklini eğrileştirmiş ve adımlarını güçsüzleştirmişti ama onu desteklemesi gereken kol artık koluna takılı değildi ve onu neşelendirmesi gereken yüz artık ona bakmıyordu. Anne eski yerinde oturuyordu ama yanındaki yer boştu. İncil eskisi kadar özenli tutuluyordu, okunan yerler eskisi gibi bulunup katlanıyordu ama yanında ona eşlik edecek kimse yoktu ve kadının gözyaşları hızla kitaba akıyor ve kelimeleri görmesini zorlaştırıyordu. Komşular eskiden olduğu gibi naziklerdi ama kadın onların selamlarını başka yöne bakarak görmezden geliyordu. Artık iç açıcı mutluluk beklentisi olmadığından eski karaağaçların yanında oyalanmak da yoktu. Perişan kadın, başlığıyla yüzünü iyice örtüyor ve aceleyle oradan uzaklaşıyordu.”
“Size şunu söyleyebilirim ki anı ve bilincin uzandığı ilk çocukluk günlerine bakan ve o anları düşünen gencin, onun uğruna annesi tarafından gönüllü olarak çekilen, sırf onun için katlandığı horgörü, aşağılanma ve şiddetle uzun sıkıntılar silsilesine dair hiçbir şey hatırlayamadığını söyleyebilirim. Annesinin kırılan kalbine karşı umursamaz bir tavır takınan ve onun için yaptığı ve katlandığı her şeyi ifadesiz ve kasıtlı biçimde unutan genç, kendini ahlaksız ve uçarı erkeklerle ilişkilendirip, onu öldürüp annesini de utandıracak düşük uğraşların peşinden gidiyordu. Ne yazık ki bu, insan doğası! Siz bunun anlamını bilirsiniz.”
“Kadın ızdırap ve şanssızlık mertebesinin sınırına ulaşmak üzereydi. Mahallede çeşitli suçlar işlenmişti ve saldırganların kimliği belirlenemedikçe cesaretleri artıyordu. Gözü pek ve kışkırtıcı tabiata sahip bir soygun insanları alarma geçirdi ki hırsızlar böylesi sıkı bir arayışı tahmin etmemişlerdi. Genç Edmunds ve üç arkadaşından şüphe ediliyordu. Ele geçirilmiş, tutuklanmış, yargılanmış, ölüm cezasına çarptırılmıştı. Resmî ceza açıklandığında mahkeme salonu boyunca yankılanan vahşi ve keskin kadın çığlığı şimdi bile kulaklarımı çınlatıyor. O çığlık aşk meleklerinin bile ruhuna, mahkemede suçlu bulunma, ölüme gitmenin bile uyandıramayacağı türden bir korku salmıştır. Suçlunun mahkeme süresince kararlı bir ifadesizlikle kapanmış dudakları titreyip istem dışı açılmış; her gözenekten soğuk terler boşalırken yüzü kül rengini almış; sağlam uzuvları sanık yerinden çekilirken titremişti.”
“Zihinsel acıyla kendinden geçen acılı anne, önümde kendini dizlerinin üstüne atıp gayretle onu şimdiye kadarki bütün sıkıntılarında destekleyen Yüce Tanrı’ya onu keder ve ızdırap dolu dünyadan salmasını ve tek çocuğunun hayatını bağışlaması için yalvardı. Ardından hayatım boyunca bir daha asla tanıklık etmemeyi umduğum bir keder patlaması ve şiddetli bir mücadele geldi. Kalbinin kırıldığını biliyordum ama ağzından ufacık bir şikâyet ya da mırıltı çıktığını duymadım. O kadının hapishane avlusunda günbegün, hevesle ve gayretle, sevgi ve rica yoluyla inatçı oğlunun taştan kalbini yumuşatmaya çalışması acınası bir görüntüydü. Nafileydi. Oğlan ters, inatçı ve duygusuz olmaya devam etti. Cezasının beklenmedik biçimde on dört yıllık sürgünle değiştirilmesi bile tavrının kasvetli sertliğini bir an olsun değiştirmedi.”
“Ancak onu bunca zaman ayakta tutan boyun eğme ve katlanma ruhu fiziksel zayıflık ve hâlsizlik karşısında güçsüzdü. Hasta oldu. Oğlunu bir kez daha ziyaret etmek için titrek uzuvlarını sürükleyerek yatağından kalktı ama gücü yetmedi ve âciz biçimde yere düştü.”
“Genç adamın abartılı soğukluğu ve umursamazlığı işte şimdi sınanıyordu ve bir anda başına gelen bu ilahi adalet onu neredeyse delirtti. Bir gün geçti ve annesi orada yoktu; başka bir gün geçti ve annesi yanına yaklaşmadı; üçüncü akşam geldi ve annesini hâlâ görmemişti. Üstelik yirmi dört saat içinde ondan belki de sonsuza denk koparılmak üzereydi. Ah! Sanki aklını başına getirecekmiş gibi dar avluda bir ileri bir geri koşmaya yeltenmişken eski günlere dair uzun zaman önce unutulmuş düşünceler nasıl da aklına doluştu ve kendi çaresizliğiyle kimsesizliğini nasıl da hissetmişti gerçeği öğrendiğinde! Annesi, bildiği tek ebeveyn bastığı toprağın bir kilometre ötesinde hasta yatıyordu, belki ölebilirdi, özgür ve serbest olsa birkaç dakikada yanı başında olurdu. Kapıya koştu ve çaresizlik hissiyle demir parmaklıklara tutundu, ses çıkana kadar sarstı. Sanki taşta bir geçit açmak ister gibi kendini duvara attı ama güçlü bina zayıf çabalarıyla alay etti ve o da ellerini birbirine vurup çocuk gibi ağlamaya başladı.”
“Annenin affını ve hayır dualarını hapisteki oğluna taşıdım ve oğlanın ciddi tövbesinin teminatını ve affedilmek için duyduğu hararetli yalvarışını da kadının hasta yatağına taşıdım. Acıma ve merhametle tövbekâr adamın döndüğünde annesini rahat ettirmek ve onu desteklemek için yaptığı bin bir ufak planı dinledim ama biliyordum ki o hedefine ulaşmadan aylar önce annesi bu dünyadan ayrılmış olacaktı. Genç adamı o gece başka yere naklettiler. Birkaç hafta sonra da zavallı kadının ruhu güvenle umuyorum ve kati olarak inanıyorum ki sonsuz mutluluğun ve dinlencenin olduğu bir yere göçtü. Ondan geriye kalanların gömülmesiyle ben ilgilendim. Şimdi kilisemizin küçük avlusunda yatmakta. Mezar taşı yok. Çektiklerini insanlar, erdemlerini ise Tanrı bilirdi.”
“Mahkûmun nakledilmesinden önce izin verildiği anda annesine mektup yazması durumunda mektubun bana ulaştırılması ayarlanmıştı. Babası, oğlu tutuklandığı anda onu bir daha görmeyi kesin olarak reddetti ve ölmesinin ya da yaşamasının onun için hiçbir fark yaratmayacağını belirtti. Yıllarca ondan tek bir haber alamadım ve sürgününün yarısı bittikten sonra bile ondan haber alamadığımda onun öldüğüne kanaat getirdim hatta neredeyse böyle olmasını umdum bile.”
“Ancak Edmunds, koloninin çok uzak bir köşesine gönderilmişti ve birkaç mektup göndermesine rağmen hiçbirinin benim elime geçmemiş olması belki de bu duruma yorulabilirdi. On dört sene boyunca aynı yerde kaldı. Cezası bitince eski planına ve annesine verdiği söze istikrarlı biçimde uyarak sayısız zorlukla İngiltere’ye geri geldi ve çıplak ayak memleketine döndü.”
“Ağustos ayının güzel bir pazar akşamı John Edmunds, on yedi yıl önce utanç ve rezaletle terk ettiği köye ayak bastı. En kısa yol kilise avlusundan geçiyordu. Çitleri aşarken duygulandı. Dalları batmakta olan güneşi yansıtarak yer yer gölgelik kısımları aydınlatan yaşlı ve uzun karaağaçların yanından geçerken aklına çocukluk günleri geldi. O zamanki hâli gözünün önüne geldi, annesinin eline asılmış huzur içinde kiliseye yürürkenki o hâli. Başını kaldırıp nasıl da annesinin solgun yüzüne baktığını, annesi ona bakarken nasıl da gözlerinin dolduğunu ve onu öpmek için eğildiğinde sıcak damlaların alnına damlayıp o yaşlarının ne kadar da acılı yaşlar olduğunu bilmemesine rağmen nasıl onu da ağlattığını hatırladı. O yoldan çocuksu bir oyun arkadaşıyla nasıl koştuğunu ara sıra annesine bakıp nasıl onun da gülümsediğini gördüğünü ya da narin sesini duyduğunu hatırladı ve sonra gözünün önünden bir perde kalkar gibi oldu, nezaket dolu sözler karşılıksız kalmış, uyarılar küçümsenmiş, sözler tutulmamıştı ve bu düşüncelerle kalbi neredeyse duracak ve dayanamayacak gibi oldu. Kiliseye girdi. Akşam vaazı bitmişti ve cemaat dağılmıştı ama kilise henüz kapanmamıştı. Adımları alçak binada derin bir sesle yankılanınca neredeyse yalnız olmaktan ürktü zira içerisi o kadar sakin ve sessizdi ki. Etrafına baktı. Hiçbir şey değişmemişti. Mekân eskisinden daha küçük görünüyordu ama çocukluk merakıyla belki de binlerce kez baktığı anıtlar, solmuş yastığıyla ufak vaiz kürsüsü; çocukken saygı gösterdiği ancak adam olunca unuttuğu On Emir’i önünde sıklıkla tekrarladığı cemaat masası. Eskiden oturduğu yere yaklaştı, soğuk ve ıssız görünüyordu. Yastık kaldırılmıştı ve İncil orada değildi. Belki de annesinin oturduğu yer değişmişti ya da belki de zayıf düşmüştü ve kiliseye tek başına gelemiyordu. Aklına gelenin başına gelmesinden korkuyordu. İçine bir ürperti geldi ve arkasını dönerken şiddetli biçimde titredi. Kilise verandasına ulaştığında yaşlı bir adam içeri girmekteydi. Edmunds adamı çok iyi tandığından irkildi, onu defalarca kilisede mezar kazarken görmüştü. Geri dönen mahkûma ne derdi?”
“Yaşlı adam bakışlarını yabancının yüzüne kaldırdı ve ona “iyi akşamlar.” dedikten sonra yürümeye devam etti. Kim olduğunu unutmuştu.”
“Adam tepeden gerisin geriye inip köyde yürümeye başladı. Hava sıcaktı ve insanlar ya kapılarının önüne oturmuş keyif yapıyor ya da yanından geçtiği bahçelerinde yürürken akşamın sakinliğini ve o günlük işin bitmesinin tadını çıkarıyorlardı. Pek çok bakış çevrilmişti ona ve o da iki tarafa birden bakarak kimse onu tanımış mı ya da dışlıyor mu diye anlamaya çalışıyordu. Neredeyse her evde tanımadık yüzler vardı; kimi yüzde hayal meyal eski bir okul arkadaşının yüzünü gördü, onun en son gördüğünde o da çocuktu şimdi etrafı neşeli çocuklardan oluşan bir orduyla çevriliydi kimi evin önünde, kapısının önünde zinde ve sağlıklı işçiler olarak hatırladığı, sallanan sandalyesiyle oturmuş çelimsiz ve hastalıklı yaşlı adamlar gördü ama hepsi onu unutmuştu, o yüzden bilinmeyene doğru yürümeye devam etti.”
“Eski evin önünde, uzun ve yorucu yıllar boyu süren mahkûmiyet ve acı sırasında büyük bir özlemle hatırladığı çocukluk evinin önünde dururken batmakta olan güneşin son narin ışığı da toprağa düşmüş, sarı mısır demetlerine zengin bir parıltı katmış ve ağaçların da gölgelerini uzatmıştı. O zamanlarda çok yüksek bir duvar olarak gördüğü çit alçaktı. Eski bahçeye doğru baktı. Eskisinden daha fazla tohum ve daha fazla renkli çiçek vardı ama ağaçlar hâlâ aynıydı. Güneşin altında oynamaktan sıkıldığı zamanlarda binlerce kez altında yattığı ve çocukluğun yumuşak, ılıman uykusunun onu yavaş yavaş etkisi altına aldığını hissettiği o ağaçtı bir tanesi. Evden sesler geliyordu. Dinledi ama kulağına bir garip geldi bu sesler, onları çıkaramamıştı. Sesler neşeliydi ve zavallı anneciğinin evinin o olmadan neşeli olamayacağını çok iyi biliyordu. Kapı açıldı ve bir grup çocuk bağırarak ve itişip kakışarak dışarı fırladı. Kollarında ufak bir oğlan çocuğuyla baba kapıda belirdi ve diğer çocuklar el çırparak ve eğlencelerine katılsın diye adamı çekiştirerek etrafına doluştular. Mahkûm, bu noktada kaç kez babasından saklandığını düşündü. Kaç kez titrek başını yorganının altına sakladığını, annesinin kötü bir laf ya da kırbacın sesinin ardından duyulan inleyişini ve adamın, o acıyla inleyerek oradan gittikten sonra bile yumruğunun nasıl da sıkılı ve dişlerinin nasıl da vahşi ve ölümcül tutkuyla kenetlenmiş olduğunu hatırladı.”
“Pek çok yorgun senenin bakış açısıyla bakmakta olduğu ve uğruna çok acılar çektiği geri dönüş buydu işte! Ne bir memnun yüz ne bir affedici bakış ne gidilecek bir ev ne yardım için uzanan bir el ki burası eski köyüydü. Ne diye onca sene vahşi, ulaşılmaz ormanlarda, başka kimsesi olmadan acı çekmişti? Bunun için mi?”
“Esaret ve rezalet içinde olduğu uzak diyarlarda memleketini bıraktığı şekilde düşündüğünü ve döndüğünde nasıl olacağının aklına gelmediğini fark etti. Üzücü gerçeklik kalbine bir hançer gibi saplandı ve ruhu âdeta küçüldü. Muhtemelen onu nezaket ve merhametle karşılayacak olan o tek kişiye soru soracak ve kendini tanıtacak cesareti yoktu. Yavaşça yürümeye devam etti, suçlu bir adam gibi yolun en dibine geçerek iyi tanıdığı çalılıklara döndü ve yüzünü elleriyle kapatarak kendini çimenlere attı.”
“Yanında sırtüstü uzanan bir adam olduğunu fark etmemişti. Adam yeni gelene bakış atmak için döndüğünde kıyafetleri hışırdadı ve Edmunds başını kaldırdı.”
“Adam oturur pozisyona geçti. Bedeni çok yıpranmıştı, yüzüyse buruşuk ve sarıydı. Kıyafetlerine bakılırsa sanki ıslahevinden çıkmış gibi görünüyordu: Çok yaşlı bir görüntüsü vardı ancak bunun sebebi daha çok, uzun yıllar sürmüş sefalet ve hastalık gibiydi. Yabancıya dikkatle baktı. Gözleri başta donuk ve yorgun olsa da yabancıya kısa bir bakış attıktan sonra doğal olmayan ışıkla ve endişeli bir ifadeyle parlamaya başlamışlar, neredeyse yuvalarından çıkacak gibi olduklarını fark etti. Edmunds sonunda dizlerinin üstünde doğrulup yaşlı adamın yüzüne gittikçe artan bir ciddiyetle baktı. İkisi de sessizlik içinde birbirlerine bakmaya başladılar.”
“Yaşlı adamın beti benzi atmıştı. Titreyerek doğruldu. Edmunds da ayağa fırladı. Adam birkaç adım geriledi. Edmunds öne bir adım attı.”
“ ‘Konuş bakalım.’ dedi mahkûm, kalın, çatallaşmış bir sesle.
‘Geri bas!’ diye bağırdı yaşlı adam, ürkütücü bir sesle. Mahkûm ona daha da yaklaştı.
‘Geri dur!’ diye ciyakladı yaşlı adam. Korkudan deliye dönmüştü, bastonunu kaldırdı ve Edmunds’un yüzüne sertçe vurdu.
‘Baba, şeytan!’ diye mırıldadı mahkûm, dişlerinin arasından. Delilikle öne atıldı ve yaşlı adamın boğazına yapıştı. Ama bu babasıydı ve kolları çaresizce iki yana düştü.”
“Yaşlı adam, şeytani bir ruhun uluması gibi ıssız tarlalarda yankılanan yüksek bir çığlık attı. Yüzü simsiyah oldu, yalpalayıp düşerken ağzından ve burnundan akan kan çimeni koyu kırmızıya boyadı. Bir damarı patlamıştı ve oğlu onu yerden kaldıramadan ölmüştü. ‘Daha önce sözünü ettiğim kilisenin o köşesinde, bu olaydan sonra üç yıl benim yanımda çalışan, pek çok adamdan daha sağlam, tövbekâr ve alçak gönüllü olan adam gömülüdür.’ dedi yaşlı beyefendi, bir an süren sessizlikten sonra. ‘Yaşadığı sürede benim dışımda kimse kim olduğunu ya da nereden geldiğini bilmedi. O kişi John Edmunds’tu, geri dönen mahkûm.’ ”

Yedinci Bölüm
Mr. Winkle’ın Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarması; Dingley Dell Kriket Kulübünün Muggletonlılara Karşı Oynaması ve Muggletonlılara Yemeği Dingley Dell’in Ismarlamasına Ek Olarak Diğer İlginç ve Öğretici Konuların Olduğu Bölüm
Ya günün yorucu maceraları ya da rahibin öyküsünün uyku getirici etkisi Mr. Pickwick’in uykuya yönelik eğilimlerine o kadar güçlü etki etti ki kendisine verilen rahat yatak odasına girdikten sonra beş dakikaya kalmadan derin ve rüyasız bir uykuya daldı ve ancak sabah, güneşin sistematik biçimde odaya dalmasıyla birlikte uyandı. Mr. Pickwick uykucu biri değildi, bu yüzden de çadırından fırlayan ateşli bir savaşçı gibi yataktan kalktı.
“Çok hoş bir arazi.” diye iç çekti coşkulu beyefendi, demir kafesli pencereyi açarken. “Bir kez böylesi bir manzaranın etkisinde kalmış biri bir daha nasıl her gün tuğlalı damlara bakabilir ki? Kim etrafta hiç kümes olmamasına ve kümese en yakın şeyin baca teli olmasına dayanabilir? Çiçek kokusu yerine duman kokusuna, tarlalar dolusu yeşillik yerine tek yeşilliğin saksıda olmasına nasıl dayanabilir? Kim öylesi bir yerde hayatını sürdürmeye dayanabilir? Kim, sorarım size, kim buna katlanabilir?” ve yalnızlığı uzun bir süre boyunca en kabul görmüş emsallerle çapraz sorguya çektikten sonra, Mr. Pickwick başını pencereden çıkardı ve etrafına baktı.
Otların zengin, tatlı kokusu odasının penceresine kadar geliyordu; alttaki minik çiçek bahçesinin yüzlerce parfümü havayı tazeliyordu; koyu yeşil çayırdaki her bir yaprak hafif rüzgârda titreşirken üzerlerinde sabah çiyi parlıyordu; kuşlar, sanki her parlak damla onlar için yapılmış bir ilham çeşmesiymiş gibi şakıyorlardı. Mr. Pickwick büyüleyici ve lezzetli bir dalgınlığa kapıldı.
“Merhaba!” Onu kendine getiren ses oldu.
Sağına baktı ama kimseyi göremedi; gözleri sola kaydı ve her yeri inceledi; gökyüzüne baktı, orasıyla işi yoktu ve sıradan bir zihnin ilk anda yapacağı şeyi yaptı, bahçeye baktı ve bakmasıyla orada Mr. Wardle’ı buldu. “Nasılsınız?” dedi iyi niyetle kendi keyif verici düşünceleriyle nefes nefese kalmış adam. “Çok güzel bir sabah, değil mi? Sizi bu kadar erkenden gördüğüme sevindim. Hemen aşağı inin ve dışarı çıkın. Sizi burada bekleyeceğim.” Mr. Pickwick’in bu daveti ikiletmesine gerek yoktu. On dakika hazırlanması için yeterliydi ve bu süre dolduğu anda beyefendinin yanında buldu kendini.
“Merhaba!” dedi Mr. Pickwick aşağı inince. Arkadaşının elinde bir silah olduğunu ve bir diğerinin de çimende hazır beklediğini görünce, “Neler oluyor?” diye sordu.
“Arkadaşınız ve ben.” diye yanıtladı ev sahibi. “Kahvaltıdan önce ekin kargası vurmaya gideceğiz. İyi nişancıdır, değil mi?”
“Çok iyi bir nişancı olduğunu söylediğini işittim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Ancak onu hiçbir zaman bir şeye nişan almış hâlde görmedim.”
“Peki madem.” dedi ev sahibi. “Gelmesini çok isterim. Joe! Joe!”
Şişman çocuk, sabahın heyecan verici etkisiyle çok da uykulu görünmeyerek evden fırladı.
“Yukarı çık ve beyefendiyi çağır ve ona, ben ve Mr. Pickwick’in kendisini karga yuvalarının orada bekleyeceğimizi söyle. Beyefendiye yolu göster, anladın mı?”
Çocuk görevini yerine getirmek için fırladı ve efendisi de bir tür Robinson Crusoe gibi iki silahı taşıyarak bahçede ilerlemeye başladı.
“Dediğim yer burası.” dedi yaşlı beyefendi, birkaç dakikalık bir yürüyüşün ardından ağaçlık bir alanda duraksayarak. Bu bilgilendirme gereksizdi çünkü olanlardan habersiz aralıksız biçimde gaklayan ekin kargalarının sesi nerede olduklarını açık ediyordu.
Yaşlı beyefendi silahlardan birini yere bıraktı ve diğerini doldurdu.
“İşte buradalar.” dedi Mr. Pickwick ve konuştuğu anda Mr. Tupman, Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle’ın silüetleri uzaktan göründü. Şişman çocuk, tam olarak hangi beyefendiyi çağırması gerektiğinden emin olamayarak herhangi bir hata ihtimalini ortadan kaldırmak için tuhaf bir bilgelik göstermiş, hepsini çağırmıştı.
“Gelin.” diye bağırdı yaşlı beyefendi, Mr. Winkle’a hitaben. “Sizinki gibi keskin bir el, böylesi basit bir iş için bile hazır olmalıdır, diye tahmin ediyorum.”
Mr. Winkle zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdi. Müneccim bir karganın, vahşet dolu ölümünün yaklaşmakta olduğunu hissetmesiyle birlikte çıkardığı gaklamanın sonucunda, takınması gayet anlaşılabilir bir yüz ifadesi eşliğinde yedek silahı aldı. Bu heves olabilirdi ama kesinlikle perişanlık gibi görünüyordu. Yaşlı beyefendi başıyla ve ufak Lambert’ın[4 - 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin Leicester şehrinde yaşamış ve olağan dışı derecede kilolu olmasıyla ün salmış olan, hayvan yetiştiricisi Daniel Lambert’e gönderme yapılmaktadır. (ç.n.)] olduğu yönde dikilmekte olan iki perişan görünümlü oğlanın hemen o anda ağaçlara tırmanmaya başladıkları yeri işaret etti. “Bu çocuklar da ne için?” diye sordu Mr. Pickwick aniden. Epey endişelenmişti; çok emin olmasa da hakkında epey hikâye duyduğu tarım kıtlığı, toprağa bağlı bir yaşam süren ufak çocukların kendilerini deneyimsiz avcılar için hedef hâline getirerek belirsiz ve tehlikeli geçim yönetime benimsemeye itmiş olabilirdi. “Yalnızca avı başlatmak için.” diye yanıtladı Mr. Wardle gülerek.
“Ne için?” diye sordu Mr. Pickwick.
“İngilizce konuşmuyor muyum ben, kargaları ürkütmek için.”
“Ah, hepsi bu mu?”
“Tatmin oldunuz mu?”
“Epey.”
“İyi, o hâlde. Başlayayım mı?”
“İsterseniz.” dedi herhangi bir ertelemeden memnun olan Mr. Winkle.
“Kenara çekilin o zaman da başlayayım.”
Oğlan çığlık attı ve üstünde yuva olan bir dalı salladı. Deli gibi çığlık atan yarım düzine genç karga, sorunun ne olduğunu anlamak için uçuştular. Yaşlı beyefendi onlara cevap niteliğinde bir ateş etti. Bir kuş düştü ve bir diğeri uçtu.
“Al onu, Joe.” dedi yaşlı beyefendi.
Öne atılan gencin yüzünde bir gülümseme vardı. Hayalinde belli belirsiz bir karga turtası görüyordu. Kuşla birlikte uzaklaşınca güldü, epey iri bir kuştu.
“Şimdi Mr. Winkle.” dedi ev sahibi, kendi silahını doldururken. “Ateşleyin.”
Mr. Winkle öne adım attı ve silahını kaldırdı. Mr. Pickwick ve dostları, arkadaşlarının yıkıcı namlusunun sebep olacağına emin oldukları ağır karga yağmurunun vereceği zarardan kaçınmak için istemsizce sindiler. Önemli bir duraksama oldu; bir bağırış, kanatların çırpılışı, belli belirsiz bir çıtırtı.
“A ha!” dedi yaşlı beyefendi.
“Olmadı mı?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Boş attı.” dedi, muhtemelen hayal kırıklığından olacak, epey solgun görünen Mr. Winkle.
“Tuhaf.” dedi yaşlı beyefendi, silahı alarak. “Daha önce bunların boş kurşun atabileceğini bilmezdim. Ama nedense kurşun da ortalarda yok.
“Üstüme iyilik sağlık!” dedi Mr. Winkle. “Kurşun koymayı unuttuğumu bildiriyorum!”
Önemsiz unutkanlık düzeltilmişti. Mr. Pickwick yeniden çömeldi. Mr. Winkle kararlılık ve azim havasıyla öne bir adım attı ve Mr. Tupman bir ağacın arkasından baktı. Çocuk bağırdı, üç kuş uçtu. Mr. Winkle ateş etti. Bedensel ızdırap içindeki birinin çığlığı duyuldu, karga değildi bu. Mr. Tupman, ateşin bir kısmını sol koluyla karşılayarak sayısız zararsız kuşun hayatını kurtarmıştı.
Bundan sonra gerçekleşen karmaşayı tarif etmek imkânsız olurdu. Mr. Pickwick’in ilk şok anında Mr. Winkle’a nasıl “Rezil!” dediği, Mr. Tupman’ın nasıl yerde sere serpe yattığı ve Mr. Winkle’ın nasıl da dehşet içinde onun yanında diz çöktüğü; Mr. Tupman’ın nasıl telaş içinde Hristiyan bir kadın ismi sayıkladığını ve ardından da önce bir gözünü, sonra da diğerini açtıktan sonra başını geri atıp ikisini de yumduğunu… Tüm bunları detaylı biçimde anlatmak güç olurdu, aynen şanssız kişinin yavaş yavaş kendine gelişini, kolunun cep mendilleriyle bağlanışını ve endişeli arkadaşlarının kollarıyla desteklenerek geri götürüldüğünü anlatmanın güç olacağı gibi.
Eve yaklaştılar. Hanımlar misafirlerin dönüşü ve kahvaltı için bahçe kapısında bekliyorlardı. Evde kalmış hala ortaya çıktı; gülümsedi ve onları daha hızlı yürümeye davet etti. Belli ki felaketten haberi yoktu. Zavallı şey! Gerçekten de bazen cehaletin mutluluk olduğu anlar oluyor.
Daha da yakınlaştılar.
“N’oluyor, yaşlı beyefendinin nesi var?” diye sordu Isabella Wardle. Evde kalmış hala soruyu ciddiye almadı, Mr. Pickwick’e hitaben sorulduğunu düşündü. Onun gözünde Tracy Tupman gençti, onun yaşına tersten bakıyordu âdeta.
“Korkmayın.” diye seslendi yaşlı ev sahibi, kızlarını endişelendirmekten korkarak.
Ufak grup Mr. Tupman’ın etrafını öyle bir kaplamıştı ki kadınlar henüz olanların doğasını tam olarak anlayamamışlardı.
“Korkmayın.” dedi ev sahibi.
“Sorun nedir?” diye çığlık attı hanımlar.
“Mr. Tupman ufak bir kazayla karşı karşıya kaldı, hepsi bu.”
Evde kalmış hala kulak tırmalayıcı bir çığlık attı, histerik bir kahkaha krizine girdi ve yeğenlerinin kollarına düştü.
“Üstüne biraz soğuk su atın.” dedi yaşlı beyefendi.
“Hayır, hayır.” diye mırıldandı evde kalmış hala. “Şimdi daha iyiyim. Bella, Emily… Doktor çağırın! Yaralı mı? Öldü mü? Öldü mü? Ha, ha, ha!” Bu noktada evde kalmış hala ikinci kez kahkahaların çığlıklarla karıştığı bir krize girdi.
“Sakin olun.” dedi Mr. Tupman, çektiği acılara karşı gösterilen bu sempati ifadesiyle neredeyse gözleri dolarak. “Canım, canım madam, kendinize hâkim olun.”
“Bu onun sesi!” diye bağırdı evde kalmış hala ve hemen ardından üçüncü krizin güçlü belirtileri ortaya çıktı.
“Kendinizi üzmeyin, size yalvarıyorum, canımın içi madam.” dedi Mr. Tupman, teselli edici bir şekilde. “Azıcık yaralandım, sizi temin ederim.”
“Öyleyse ölmediniz!” diye çığlık attı histerik hanım. “Ah, lütfen ölmediğinizi söyleyin!”
“Aptal olma, Rachael.” diye lafa girdi Mr. Wardle, şairane ana ters düşecek bir sertlikle. “Ölü olmadığını söyleyince ne halt olacak?”
“Hayır, hayır, değilim.” dedi Mr. Tupman. “Sizden başkasının yardımı gerekmiyor bana. İzin verin kolunuza gireyim.” Sonra da fısıltıyla, “Ah, Miss Rachaell!” dedi. Heyecanlı kadın öne atıldı ve kolunu uzattı. Kahvaltı salonuna girdiler. Mr. Tracy Tupman kadının elini nazikçe dudaklarına bastırdı ve koltuğa çöktü.
“Hâlsiz misiniz?” diye sordu endişeli Rachael.
“Hayır.” dedi Mr. Tupman. “Bir şey yok. Hemen iyi olurum.” Gözlerini kapattı.
“Uyuyor.” diye mırıldandı evde kalmış hala. (Görme organları neredeyse yirmi saniye boyunca kapalı kalmıştı.)
“Canım, canım Mr. Tupman!”
Mr. Tupman yerinden zıpladı, “Ah, bir daha söyleyin.” diye bağırdı.
Hanımefendi irkildi. “Söylediklerimi duymamışsınızdır herhâlde!” dedi mahcup bir biçimde.
“Ah, evet, duydum!” diye yanıtladı Mr. Tupman. “Tekrarlayın o sözleri. Eğer iyileşmemi istiyorsanız, tekrarlayın onları.” “Hişşş!” dedi hanımefendi. “Abim.” Mr. Tracy Tupman önceki hâline geri döndü ve Mr. Wardle yanında bir doktorla içeri girdi.
Kol muayene edildi, yara sarıldı ve yaranın çok ufak olduğu söylendi. Böylece ekibin kafaları rahatlayınca yüzlerinde yeniden beliren neşeli ifadeler eşliğinde açlıklarını doyurmaya giriştiler. Yalnızca Mr. Pickwick sessiz ve durgundu. Yüzünden şüphe ve güvensizlik okunuyordu. Sabahki olayların üzerine Mr. Winkle’a olan güveni sarsılmıştı, müthiş derecede sarsılmıştı. “Kriket oynar mısınız?” diye sordu Mr. Wardle nişancıya.
Başka zaman olsa Mr. Winkle olumlu yanıt verirdi. Durumun hassasiyetini hissetti ve alçak gönüllülükle, “Hayır.” dedi.
“Siz peki, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“Bir zamanlar oynardım.” diye yanıtladı ev sahibi. “Ama artık bıraktım. Buradaki kulübe üyeyim ama oynamıyorum.”
“Bugün büyük maç oynanacak, sanıyorum ki.” dedi Mr. Pickwick.
“Öyle.” diye yanıtladı ev sahibi. “Siz elbette ki izlemek istersiniz.”
“Ben…” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Güvenli biçimde keyif alınabilecek ve yeteneksiz kişilerin âciz etkilerinin insan hayatını tehlikeye sokmadığı her türlü sporu izlemekten keyif alırım.” Mr. Pickwick duraksadı ve liderinin manalı bakışlarının altında sinmiş olan Mr. Winkle’a dikkatle baktı. Yüce adam birkaç dakika sonra bakışlarını uzaklaştırdı ve ekledi: “Yaralanmış arkadaşımızın bakımını hanımlara bıraksak ayıp olur mu?”
“Beni mümkünü yok daha iyi ellere emanet edemezsiniz.” dedi Mr. Tupman.
“Gerçekten imkânsız.” dedi Mr. Snodgrass.
Böylece Mr. Tupman’ın evde, hanımların gözetimi altında bırakılmasına ve geri kalan konukların, Mr. Wardle’ın gözetiminde, bütün Muggleton’ı rehavetinden uyandıran ve Dingley Dell’e ise daha çok heyecan aşılayan yetenek denemesinin gerçekleşeceği alana gitmesi kararlaştırıldı.
Karanlık ve ıssız sokaklar boyunca yaptıkları üç kilometreyi geçmeyecek uzunluktaki yürüyüş sırasında sohbetleri etraflarını saran keyif verici manzaraya yöneldiği sırada Mr. Pickwick çıktıkları yoldan dolayı pişmanlık duymaya meyledecek gibi olmuştu ki kendilerini Muggleton kasabasının ana caddesinde buldular. Aklının topografik bir yönü olan herkesin bileceği üzere Muggleton, Belediye Başkanı, kasaba sakinleri ve özgür vatandaşlarıyla, bir belediyeydi. Belediye Başkanı’nın fikirlerini özgür insanlara ya da özgür insanların fikirlerini Belediye Başkanı’na ya da ikisinin fikirlerini belediyeye ya da üçünün fikirlerini Meslis’e sorsanız bundan öğreneceğiniz, daha önce bilmeniz gerektiği üzere, Mugleton’ın çok eski ve sadık bir belediye olduğuydu. Muggleton’ın yasal ticari haklara karşı özverili bir bağlılığa sahip, Hristiyan prensiplerinin gayretli bir destekleyicisi olan ve bunu göstermek için de Belediye Başkanı, belediye ve diğer sakinlerin bin dört yüz yirmi kişiden az olmayacak şekilde yurt dışındaki siyahi köle ticaretine devam edilmesine yönelik ve bir o kadarının da ülkedeki fabrika sistemine yapılacak müdahaleye karşı imza kampanyası yürüttüklerini ve altmış sekiz kişi kilisede canlı satışı lehine oy verirken seksen altı kişinin de pazar günleri sokakta ticareti yasaklama lehine oy verdiğini aklı olan bilirdi.
Mr. Pickwick yüce kasabanın ana caddesinde durdu, merak ve ilgi dolu bir havayla etrafındaki nesnelere baktı. Pazar alanı olarak ayrılan açık bir meydan vardı ve bu meydanın ortasında sanatta çok yaygın olan ancak doğada nadiren karşılaşılan, yani üç eğri patisi havada olan ve dördüncü patisinin üstünde kendini imkânsız biçimde dengede tutan mavi bir aslan heykeli vardı. Yakında bir mezatçı, itfaiyeci, tahılcı, tuhafiyeci, eyerci, birahane, bakkal ve ayakkabıcı vardı. Son söz edilen mağaza aynı zamanda şapka, kep, giysi, pamuk şemsiyeler ve işe yarar bilgi gibi başka şeyler de satıyordu. Önünde taşla kaplı ufak bir avlusu olan kırmızı tuğlalı bir ev vardı ki herkes bu evin avukata ait olduğunu anlayabilirdi. Buna ek olarak, kırmızı tuğlalı panjurlu bir ev daha vardı ve pirinçten kocaman kapı levhası bu evin Doktor’a ait olduğu konusunda şüpheye yer bırakmıyordu. Birkaç oğlan kriket sahasına gidiyorlardı ve kapılarında duran iki ya da üç esnaf da aynı yere gitmeleri gerektiğini düşünür gibi görünüyorlardı. Hatta belki ciddi anlamda zarara girmeden bunu yapabilirlerdi bile. Mr. Pickwick daha sonra not edeceği bu gözlemleri yapmak için duraksayıp sonra caddeden sapıp çoktan savaş sahasını gözlerine kestirmiş olan arkadaşlarına yetişmek için acele etmeye başladı.
Kaleler ve tarafların dinlenmesi ve soluklanması için birkaç çadır kurulmuştu. Oyun henüz başlamamıştı. İki ya da üç Dingley Dellli ve pek çok Muggletonlı ellerindeki topu umursamaz bir havayla iki ellerinin arasında atarak haşmetli bir havayla kendilerini oyalıyorlardı. Onlar gibi hasır şapka, flanel ceket, beyaz pantolon giyinmiş, bu kostüm yüzünden amatör taş ustaları gibi görünen birkaç diğer beyefendi de Mr. Wardle’ın ekibi götürdüğü çadırlardan birinin orada vakit geçiriyorlardı.
Birkaç düzine “Nasılsın?” sorusu yaşlı beyefendinin gelişini izledi ve bunu hasır şapkaların aynı anda kaldırılması, flanel ceketleri kıvıracak şekilde öne eğilmeler ve Mr. Wardle’ın misafirlerini Londra’dan gelen, onun da zaten keyifli olacağından hiç şüphe duymadığı günün getirilerini görmeyi çok isteyen beyefendiler olarak tanıtması takip etti.
“Çadırın altına geçseniz iyi olur bence, beyefendi.” dedi bedeni ve bacakları sanki yarım bir flanel rulonun üstünde duran birkaç şişkin yastık kılıfı gibi görünen, çok iri bir beyefendi.
“Çok daha hoşunuza gidecektir, efendim.” dedi az önce söz edilen flanel rulonun diğer yarısı gibi görünen bir başka iri beyefendi.
“Çok iyisiniz.” dedi Mr. Pickwick.
“Bu taraftan.” dedi ilk konuşan. “Burada toplanıyorlar, bütün sahadaki en iyi yer burası.” ve kriketçi önden yürüyerek onları çadıra götürdü.
“Kusursuz bir oyun, zarif bir spor, iyi egzersiz.” tanımları çalındı çadıra girmekte olan Mr. Pickwick’in kulağına ve gözüne çarpan ilk şey, Rochester faytonundan tanıdığı yeşil paltolu, Muggleton takımının seçili bir kısmını büyük oranda keyiflendiren ve aydınlatan arkadaşı oldu. Giyimi bir miktar düzeltilmiş ve çizme giyiyor olsa da onu tanımamak imkânsızdı.
Yabancı, arkadaşını anında tanıdı ve öne atılıp elinden tutarak her zamanki ataklığıyla onu bir yere oturttu. Bu arada sanki tüm bu düzenleme onun himayesi ve emri altındaymış gibi konuşmaya devam etmişti.
“Buraya, buraya. Müthiş keyifli. Bolca bira var, fıçılar dolusu. Domuz kellesi, dana nuar, sığır, hardal. Kovalar dolusu… Muhteşem bir gün. Otur bakalım, rahatla. Seni gördüğüme sevindim çok.”
Mr. Pickwick kendinden istendiği üzere oturdu ve Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass da gizemli arkadaşlarının direktiflerine uydu. Mr. Wardle sessiz bir şaşkınlıkla onlara baktı.
“Mr. Wardle, arkadaşım.” dedi Mr. Pickwick.
“Arkadaşınız mı! Beyefendiciğim, nasılsınız? Arkadaşımın arkadaşı, bana elinizi verin, efendim.” ve yabancı, Mr. Wardle’ın elini pek çok senelik yakınlığın şevkiyle tuttu ve yüzü ve endamını tam anlamıyla incelemek istercesine birkaç adım attıktan sonra sanki böyle bir şey mümkün olabilirmiş gibi öncekine oranla daha büyük bir samimiyetle onunla yeniden tokalaştı.
“Peki siz buraya nasıl geldiniz?” dedi Mr. Pickwick, iyilik ve şaşkınlık arasında gidip gelen bir gülümsemeyle. “Şöyle ki…” diye yanıtladı yabancı. “Crown restorana gitmiştim, Muggleton’daki Crown’a. Orada bir ekiple tanıştım. Flanel ceketler, beyaz pantolonlar, ançüez sandviçi, acılı böbrek, şahane çocuklar… Mükemmel.”
Mr. Pickwick, yabancının hızlı ve bölük pörçük konuşma şeklinden onun öyle ya da böyle, bu All-Muggleton takım üyeleriyle tanış olduğunu ve ona tuhaf gelen bir süreç sonucu bu tanışıklığı kolaylıkla genel bir davete dönüştürdüğü anlamını çıkarabilecek kadar onun dili konusunda uzmanlaşmıştı. Merakı böylelikle tatmin olduktan sonra gözlüğünü takıp kendini az sonra başlayacak olan oyunu izlemeye hazırladı.
All-Muggleton takımı ilk atışları yaptı; sonra kulüplerinin en önde gelen üyelerinden olan Mr. Dumkins ve Mr. Podder ellerinde sopalarıyla kendi sahalarına yürürlerken ilgi doruk yaptı. Dingley Bell’in en önemli oyuncusu Mr. Luffey; topu, gözü pek Dumkins’e atmak için ve Mr. Struggles da aynı şeyi şimdiye kadar fethedilmemiş Podder’a yapmak üzere seçilmişti. “Gözetçi” olarak sahanın çeşitli bölgelerine yerleştirilmiş ve hepsi bir ellerini dizlerine koyup, sanki az sonra uzun eşek oynayacaklarmış kadar eğilerek duruşlarını sabitlemişlerdi. Bütün saha oyuncuları bu tür şeyler yaparlardı, hatta başka bir tür duruşla gözetmen olmanın imkânsız olduğu varsayılırdı.
Hakemler kalelerin arkasında pozisyonlarını almışlardı ve vurucular da koşularını yapmaya hazırlanıyorlardı; nefessiz bir sessizlik vardı. Mr. Luffey hareketsiz Podder’ın kalesinin birkaç adım arkasına çekildi ve topu birkaç saniye boyunca sağ gözünün önünde tuttu. Dumkins gözlerini Luffey’nin hareketlerinden ayırmadan öz güvenle topun gelişini bekledi. “Başla!” diye bağırdı top atan oyuncu. Top elinden fırlayıp dümdüz şekilde kalenin merkezine doğru uçtu. Temkinli Dumkins ayıktı: Top sopanın ucuna değdi ve geçebilsin diye az önce eğilmiş olan açık saha oyuncularının başının üstünden hızla uçtu.
“Koş, koş! Bir tane daha! Şimdi onu at, at onu! Orada dur! Bir başkası! Hayır! Evet! Hayır! At onu, at onu!” Atışı takip eden bağırışlar bunlardı ve bunun sonucunda All-Muggleton iki puan kazandı. Böylece Podder da hem kendini hem de Muggleton’ı şöhretle bezemekten geri kalmamıştı. Şüpheli topları durdurdu, kötüleri ıskaladı, iyileri yakaladı ve sahanın her bir köşesine fırlattı. Açık saha oyuncuları terli ve yorgunlardı; atıcılar değişti ve kolları ağrıyana kadar atış yaptılar ama Dumkins ve Podder’ı hâlâ kimse yenemiyordu. Yaşlı bir beyefendi topun ilerleyişini mi durdurmaya çalışmıştı, top ya bacaklarının arasından geçer ya parmaklarının arasından kayardı. İnce bir adam topu yakalamaya mı çalışmıştı, top burnundan sekerek hızı artmış bir şiddetle uçuş keyfine devam eder, gözleri dolmuş, ince beyefendiyi de acıdan iki büklüm olmuş hâlde ardında bırakırdı. Doğrudan kaleye mi atılmıştı? Dumkins, kaleye toptan önce ulaşırdı. Kısacası Dumkins’in yetmediği noktalarda Podder sahne alıp hedefi vuruyordu ve Dingley Dell’in skoru yüzleri kadar boşken All-Muggleton elli dörde ulaşmıştı. Açık kapatılamayacak kadar büyüktü. Hevesli Luffey ve coşkulu Struggles, Dingley Dell’in yarışta kaybettiklerini geri getirmek için beceri ve deneyimin elverdiği her şeyi yapsalar da nafileydi, hepsi faydasızdı ve Dingley Dell oyunun başında pes etmiş, All-Muggleton’ın hünerlerinin kazanmasına izin vermişti.
Bu arada yabancı ara vermeden yiyor, içiyor ve konuşuyordu. Her iyi atışta oyuncuyla ilgili memnuniyetini ve beğenisini mümkün olan en küçümseyici ve kibirli şekilde ifade ediyordu ki bu kesinlikle söz konusu ekip için çok sevindirici olmalıydı. Bir yandan da her kötü yakalama girişiminde ise sorumlu kişiye kendi kişisel hoşnutsuzluğunu ifade eden “Ah, ah! Aptal!”, “Aferin, yağlı parmaklar!”, “Beceriksiz!”, “Şarlatan!” ve benzeri kınamalarla saldırıyordu ki bu da sanki asil kriket oyununa dair bütün inceliklerin müthiş ve kesin yargıcıymış gibi herkesin onunla hemfikir olmasıyla sonuçlanıyordu.
“Müthiş oyun. İyi oynadılar, kimi atışlar takdire şayandı.” dedi yabancı, oyunun bitiminde iki taraf da çadıra doluşurlarken.
“Siz eskiden oynar mıydınız, beyefendi?” diye sordu yabancının konuşkanlığından hoşlanmış olan Mr. Wardle. “Oynamış mıyım? Herhâlde oynadım. Burada değil, Batı Hint Adaları’nda. Heyecan verici bir şey. Zorlayıcı iş, epey.” “Öylesine sıcak bir iklimde epey bunaltıcı bir uğraş olmalı.” diye yorumda bulundu Mr. Pickwick.
“Sıcak ne kelime! Deli gibi sıcak. Kavurucu, kızgın. Bir keresinde bir maç yaptım, tek kale, arkadaşım albayla. Sör Thomas Blazo. Herhâlde onun kadar rom içen yoktur. Yazı turayı o kazandı. İlk atış. Saat sabah yedi. Açık saha oyuncusu altı kişi var, başladık; devam ettik. Sıcak çok yakıcı, yerliler hep bayıldı. Sahadan alındılar. Yeni bir yarım düzine getirildi, onlar da bayıldı. Blazo atış yapacak, koluna iki yerli girmiş. Beni yenemedi. O da bayıldı, albayı da aldılar. Vazgeçmeyen biri vardı, sadık hizmetli Quanko Samba. Kalan son adam. Güneş çok sıcak, sopa bile eridi eriyecek, top kahverengileşmiş. Sahayı beş yüz yetmiş kere turladım, epey yoruldum. Quanko kalan son gücünü topladı, beni yendi, banyo yaptı ve yemeğe gitti.”
“Peki adı bilmem neye ne oldu, efendim?” diye sordu yaşlı beyefendi.
“Blazo mu?”
“Hayır, diğer beyefendi.”
“Quanko Samba?”
“Evet, efendim.”
“Zavallı Quanko, bir daha kendine gelemedi. Beni yendi ama kendi de yenildi. Öldü, efendim.” Tam bu noktada yabancı, yüzünü toprak kupayla örttü ama bunu duygularını saklamak için mi yaptı yoksa kupadakileri mideye indirmek için mi, bundan tam olarak emin olamıyoruz.
Yalnızca bir anda duraksadığını, derin ve uzunca bir nefes çektiğini, Dingley Dell Kulübünün iki başlıca üyesi Mr. Pickwick’e bir şey söylemek için yanlarına yaklaştıklarında endişeyle ileri baktığını biliyoruz.
“Mavi Aslan’da mütevazı bir yemek yemek üzereyiz, efendim; siz ve arkadaşlarınızın da bize katılacağını umuyoruz.” “Elbette.” dedi Mr. Wardle. “Arkadaşlarımıza dâhil olanlar arasında Mr…” dedi ve yabancıya doğru baktı.
“Jingle.” dedi çok yönlü beyefendi, imayı hemen anlayarak. “Jingle. Hiçbir kurumun, hiçbir yerin Alfred Jingle’ı.”
“Elbette, çok mutlu olurum.” dedi Mr. Pickwick.
“Ben de.” dedi Mr. Alfred Jingle, bir kolunu Mr. Pickwick’in diğer kolunu da Mr. Wardle’ın omuzuna atıp ilk beyefendinin kulağına samimiyetle fısıldadı:
“Krallara layık bir restoran. Soğuk ama müthiş. Oraya bu sabah bir bakış attım. Kuşlar ve turtalar ve bir sürü o türden şey… Hoş insanlar, iyi huylular da epey.”
Yapılacak başka ön hazırlık olmadığı için ekip ikili üçlü gruplar hâlinde kasabaya doğru yola çıktı ve on beş dakika içinde herkes Muggleton’daki Mavi Aslan Hanı’ndaki masalarına yerleştirilmişti. Mr. Dumkins başkanlık görevini üstlenmişti ve Mr. Luffey de başkan yardımcısı olarak görev alıyordu. Epey konuşma ve çatal bıçak, tabak sesi vardı; üç hantal garson epey koşuşturuyordu ve masadaki önemli yiyecekler sürekli ortadan kayboluyordu; her şey bir kafa karışıklığı sebebiydi ve sulu Mr. Jingle, en az yarım düzine ortalama insanın rızkını yiyordu. Herkes tıka basa doyduktan sonra masa örtüsü alındı, onun yerini şişeler, kadehler ve tatlılar aldı ve garsonlar “temizlemek” için yani bir diğer deyişle masadan geriye yenilir, içilir ne kaldıysa onları kendi kullanımları ve kazançları için değerlendirmek üzere çekildiler. Genel neşe uğultusu ve devam eden sohbetin arasında şişkin, “Bana-bir-şeysöyleyeyim-deme-yoksa-sana-karşı-çıkarım” türünden bir surata sahip ufak bir adam vardı ki o oldukça sessizdi. Ara sıra sohbet yavaşladığında sanki çok ağır bir şeyler söyleyecekmiş gibi bir havayla etrafına bakıyordu ve ara sıra da tarif edilemeyecek kadar haşmetli bir öksürük krizine tutuluyordu. En nihayetinde görece uzun bir sessizlik anında adam epey yüksek görkemli bir sesle: “Mr. Luffey!” dedi.
Sözü geçen şahsiyet cevap verdiğinde herkes derin bir hareketsizlik içindeydi.
“Efendim!”
“Size söyleyecek bir çift lafım var, efendim. Eğer beyefendilerden kadehlerini doldurmalarını rica edebilirseniz.”
Mr. Jingle kibirli biçimde “Beyi duydunuz.” dedi ve geri kalan ekip bu sözü karşılıksız bırakmadı. Kadehler de doldurulduktan sonra, müdür yardımcısı bütün dikkatlerin üzerinde olduğu anda bilgiç bir hava takınıp:
“Mr. Staple.” dedi.
“Efendim.” dedi ufak adam ayağa kalkarak. “Söyleyeceklerimi kıymetli başkanımıza değil size ithafen söylemek istiyorum. Çünkü kıymetli başkanımız belirli oranda, bana kalırsa büyük oranda, söyleyeceğim şeyin ana konusunu oluşturuyor. Şey yapmak, şey yapmak istiyorum.”
“Belirtmek mi?” diye öneride bulundu Mr. Jingle.
“Evet, belirtmek.” dedi ufak adam. “Size teşekkür ederim değerli arkadaşım, eğer kendisine böyle hitap etmeme izin verirse (bu öneriye biri kesinlikle Mr. Jingle’dan olmak üzere dört evet geldi)…” “Efendim, Ben Dellerlıyım. Dingley Dellerlı (tezahürat). Muggle nüfusu içinde bir öneme sahip olma onuruna nail olduğumu iddia edemem ya da efendim, açıkça itiraf etmem gerekirse böyle bir onura imrendiğimi de. Size nedenini söyleyeceğim, efendim (bak sen); ben zaten Muggleton’da tüm bu unvanların ve şöhretin hâlihazırda ve haklı sahibiyim. O kadar fazlalar ve o kadar çok biliniyorlar ki benim bildirimime ve tekrarıma ihtiyaç duymuyorlar. Ama, efendim, Muggleton’ın bir Dumkins ve bir Podder doğurduğunu hatırlarken lütfen Dingley Dell’in de gurur duyacağı birer Luffey ve Struggles’ı olduğunu unutmayalım. (Gürültülü tezahürat.) Lütfen az önce sözü geçen beyefendilerin yeteneklerini kötülemek istediğimi düşünmeyin. Efendim, bu durumda onların hislerine ben de ortağım. (Tezahürat.) Beni dinleyen her beyefendi -eğer mecazı tekrarlamak gerekirse- bir fıçıda ‘takılmış’ belirli bir şahsiyetin İmparator İskender’e verdiği yanıta aşinadır: ‘Eğer Diyojen olmamış olsam.’ demiştir, ‘İskender olurdum.’ Ben de bu beyefendilerin pekâlâ, ‘Dumkins olmamış olsam, Luffey olurdum; Podder olmamış olsam Struggles olurdum.’ dediklerini hayal edebiliyorum. (Coşku.) Ama Muggletonlı beyefendiler sözü geçen kasaba vatandaşlarınız yalnızca krikette mi rakipsiz? Siz hiç Dumkins ve kararlılık kelimelerini bir arada duydunuz mu? Aklınıza hiç Podder’ı şiirle ilişkilendirmek geldi mi? (Büyük alkış.) Haklarınızı, özgürlüklerinizi, imtiyazlarınızı savunurken bir anlığına bile olsa şüphe ve çaresizliğe düşmediniz mi? Ve böylesine bunalım hâlindeyken Dumkins adı göğsünüzde sönmekte olan alevi yeniden canlandırmadı mı? O adamın lafının edildiğini duymak ateşi sanki hiç sönmemiş gibi daha da güçlü yakmadı mı? (Büyük tezahürat.) Beyler, sizden birbirine bağlı ‘Dumkins ve Podder’ isimlerini zengin tezahürat halesiyle kuşatmanızı rica ediyorum.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/charlz-dikkens/mister-pickwick-in-maceralari-i-cilt-69429493/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Pickwick Kulübü Genel Başkanı ve Üyesi.

2
Pickwick Kulübü Ebedî Başkan Yardımcısı ve Üyesi.

3
Mr. Jingle’ın hayal gücündeki kâhince gücün dikkat çekici bir örneği; bu diyalog 1827 yılında gerçekleşiyorken Devrim,1830 yılında gerçekleşmiştir.

4
18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin Leicester şehrinde yaşamış ve olağan dışı derecede kilolu olmasıyla ün salmış olan, hayvan yetiştiricisi Daniel Lambert’e gönderme yapılmaktadır. (ç.n.)
Mister Pickwick′in Maceraları I. Cilt Чарльз Диккенс
Mister Pickwick′in Maceraları I. Cilt

Чарльз Диккенс

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens’ın ilk romanı olan "Mister Pickwick’in Maceraları", 1837 yılında tefrika olarak yayımlandığında büyük yankı uyandırdı. Adından da anlaşılacağı üzere roman, Pickwick Kulübünün kurucusu Mister Pickwick ve üç arkadaşının çeşitli gözlemlerde bulunmak üzere çıktıkları yolculukları konu ediniyor. Viktorya devrinin Londrası’ndan başlayıp taşraya uzanan o yolculuklarda tanıştıkları kişiler ve dâhil oldukları olaylar, Pickwick’in “insan doğasını anlamak”la ilgili muradını hakkıyla karşılıyor. Bunun yanı sıra kendisi başlı başına bir romana konu olabilecek pek çok karakter de mizahi bir dille okuyucuyla buluşuyor. Şişman çocuk Joe karakteri, tıp literatürüne geçip “Pickwick Sendromu”na adını verirken; “nevi şahsına münhasır bir uşak nasıl olur”u da Sam Weller’da görüyoruz. Orta sınıf bir aileden gelen ve erken yaşta çalışmak zorunda kalarak iyi bir eğitim almaktan mahrum olan Dickens, eşsiz yeteneğiyle bugün de edebiyatta ve başka birçok sanat türünde ilham veren bir yazar olmayı sürdürüyor. "Gerçek dünyaya karışan ve hayatının en güzel evresine erişen pek çok adamın kaderi, gerçek dostlar edinmek ve sonra onları doğal seyirde kaybetmektir. Bütün yazarların ya da tarihçilerin kaderi, hayalî dostlar yaratmak ve sonra onları sanat seyrinde kaybetmektir."

  • Добавить отзыв