Karanlığın Yüreği
Joseph Conrad
"Karanlığın Yüreği"nde Marlow, çalıştığı şirket tarafından kaptan olarak Kongo’ya gönderilir. Görevi, hakkında epeyce şey duyduğu Kurtz’u ve fil dişlerini alıp geri dönmektir. Londra’dan Kongo’ya uzanan bu yolculukta, Batılı ve medeni addedileni apaçık görürüz, vahşi ve yerli olarak yaftalananın aynasında. Conrad, kendi hayatından izler de barındıran bu en ünlü eserinde, insanın karanlık tarafına dair çok şey söylüyor. 1899’da yayımlanan eser, sömürgeciliğe dair tartışmalar devam ettikçe güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeden okunmaya da devam edeceğe benziyor. "Dünya bildiğimiz dünya değil gibiydi. Fethedilmiş bir canavarın zincire vurulmuş suretine bakmaya alışmıştık. Orada, canavarca ve özgür bir şeydi görebildiğimiz. Doğaüstüydü ve insanlar da öyle. Hayır, insanlık dışı değillerdi. Yani bilirsiniz, en kötü kısmı da buydu. İnsanlık dışı olup olmadıklarına dair şüphe, insanı bu kuşku yavaş yavaş vururdu."
Joseph Conrad
Karanlığın Yüreği
Joseph Conrad, 1857 yılında Ukrayna’da, Polonyalı asil bir ailede doğdu. Ailesiyle beraber 1863 yılında Rusya’ya sürüldü. 1865 yılında vereme yakalanan annesini, dört sene sonra da babasını kaybederek on bir yaşında öksüz ve yetim kaldı. Denizcilik hayatı, genç yaşında bir Fransız gemisinde işe girmesiyle başlamış oldu. 1884 yılında bir İngiliz denizcilik şirketine geçerek İngiliz vatandaşlığını aldı. Yirmi sene süren denizcilik hayatı sona erdikten sonra kendini yazmaya verdi. 1924 yılında İngiltere’de vefat etti. Eserleri aradan yıllar geçmesine rağmen özellikle ırka, cinsiyete ve emperyalizme yönelik tartışmalara, makalelere ve hatta çatışmalara konu oldu. Modernizmin öncülerinden kabul edilmekle beraber, çoğu zaman insanın kendisini aldatma gücüne alaycılıkla yaklaşan tavırıyla gündeme geldi.
Öykü Karagöz, 1997 yılında İzmir’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Bergama’da tamamladı. 2019 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Mütercim-Tercümanlık Bölümünden mezun oldu. Hâlen, çoğunlukla edebiyat, şiir, sanat, psikoloji, sosyoloji ve felsefe alanlarında serbest olarak çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
I
Gezi yelkenlisi Nellie, yelkenleri biraz bile kıpırdamadan demir attığı yerde dinleniyordu. Akıntı dinmiş, rüzgâr sakindi. Nehre doğru yönelmiş olan Nellie’nin yapacağı tek şey burada durup gelgiti beklemekti.
Thames’ın deniz kıyısı, sonsuz bir su yolunun başlangıcı gibi önümüzde uzanıyordu. Açıkta deniz ve gökyüzü, ufuk çizgisi bile olmadan bir bütündü. Aydınlık alanda gelgitle birlikte yükselen mavnaların bronzlaşmış yelkenleri, vernikli direklerinin parıltıları ve kıpkırmızı kumaşıyla keskin bir şekilde doruğa çıkmış, hareketsizce duruyor gibiydi.
Denize doğru düzlüğünü kaybederek uzanan bu sığ kıyıları, sis bürümüştü. Gravesend karanlıktı, onun ötesini de kederli bir karanlığa hapsetmiş hava, dünyadaki bu en büyük, en görkemli şehrin üzerinde hareketsizce, kara kara düşünür gibiydi sanki.
Kaptanımız ve ev sahibimiz Şirketler Müdürü’ydü. O, teknenin burnunda denize dönük dururken dördümüz sevgiyle onun sırtını izliyorduk. Bu koca nehirde, onun kadar denizciliği anımsatan bir şey yoktu. Bir kılavuz gibiydi, denizci için vücut bulmuş hâliydi güvenilirliğin. Onun uğraşının bu ışıldayan ırmağın ağzında değil, yukarıda kara kara düşünen kederli havayla olduğunu idrak edebilmek çok zordu.
Aramızda önceden de bir yerlerde söylediğim gibi, denize özgü bir bağ vardı. Uzunca süren ayrılıklarımız boyunca kalplerimizi bir tutmasının yanı sıra bu bağın, bizi tüm palavralarımızda hatta tüm katı inançlarımızda bile birbirimize karşı hoşgörülü kılmak gibi bir etkisi vardı. Onca senenin ve meziyetin getirisi olacak ki güvertedeki tek minder, yoldaşların en iyisi Avukat’a aitti ve oradaki tek kilimde o uzanıyordu.
Muhasebeci çoktan domino kutusunu çıkarmış, taşlarla bir mimar gibi oynuyordu. Marlow sağ kıçta bağdaş kurmuş, mizana direğine yaslanmış oturuyordu. Yanakları çöküktü, sarı benizliydi ama sırtı dikti, tüm o münzevi görünüşüyle kollarını avucu dışa dönük biçimde salmış, bir put gibi duruyordu.
Müdür, demirin tutuşu içine sindiğinde kıça doğru geldi ve aramıza oturdu. Tembelce iki üç kelime ettik. Bir süre sonra, sessizlik çöktü teknenin üzerine. Nedense bir türlü o domino oyununa başlayamadık… Derin düşüncelere dalmıştık, sakince boşluğa bakmak dışında hiçbir şeye elverişli hissetmiyorduk. Gün sakin ve duru bir ihtişamla batarak sükûnet içinde sona eriyordu. Su barış içinde parıldıyordu, tek bir toz zerresinin bile olmadığı gökyüzü, üstümüzde şefkatli, uçsuz bucaksız, lekesiz bir ışık yığınıydı. Essex bataklıklarının üstünü saran sis bile karadaki ağaçlık alanın üstünden sarkan, sığ kıyıları şeffaf kıvrımlarla örten tiril tiril ve parlak bir tüle benziyordu.
Fakat batıdaki tepelerin üzerine oturan kasvetli karanlık, güneşin yaklaşmasına hiddetlenir gibi her dakika daha da koyulaşıyordu. En sonunda güneş alçaldı, kavisli ve belirsiz düşüşüyle. O parıldayan beyazlık, yarattığımız insan kalabalığının üzerine doğru meyleden karanlığa değecek olsa ölümcül bir hastalığa yakalanıp her an sönecekmiş gibi ışınsız ve ısısız, kör bir kızıla dönüştü.
Ansızın suyun üzerini de bir değişim sardı ve o sükûnet, daha az ihtişamlı ama çok daha engin bir hâl aldı. Gün batarken bu koca nehir kendi engin yuvasında, kıyılarındaki insanlarına yıllarca yaptığı hizmetlerden sonra, dünyanın öbür ucuna varan bir su yoluna özgü durgun asaletiyle telaşsızca uzanıyordu. Bu onurlu akarsuya, öylece gelip sonra sonsuza kadar yok olan kısa bir günün hışımla akışına bakar gibi değil, ebedî anıların aziz ışığını izler gibi bakıyorduk. Öyle ki aslında, deyim yerindeyse hürmet ve sevgiyle “denize gönül vermiş” bir adam için Thames’ın alt kısımlarında geçmişin yüce ruhunu anmaktan daha kolay bir şey yoktur.
Bitmek tükenmek bilmeden görevini yerine getiren gelgit akıntısı, istirahat için evine ya da savaşmak için denize doğru taşıdığı gemilerin ve adamların hatıralarıyla doludur. Sir Francis Drake’ten Sir John Franklin’e, ulusun gurur duyduğu tüm adamlarla, denizin maceracı gezgin şövalyeleriyle, unvanlı ya da unvansız tümüyle tanışmış, hizmet etmiştir onlara.
Bu akıntı şimdiye dek şişkin sağrıları hazinelerle dolup taşarak eve dönüp Majesteleri Kraliçe tarafından ziyaret edilen, böylece o devasa masalda adı geçen Golden Hind’ten tutun, Erebus ve Terror gibi başka zaferlerin peşinden gidip asla geri dönememiş, isimleri gece vakti ışıldayan mücevherlere benzeyen tüm o gemileri taşımıştır. Gemilerle ve onların adamlarıyla tanışmıştır. Kimi Deptford’tan, Greenwich’ten kimi Erith’ten gelmiş maceraperestler ve yerleşimciler, kralların, işçilerin gemileri, kaptanlar, amiraller, Doğu ticaretinin karanlık davetsiz misafirleri, Doğu Hindistan filolarının görevli generalleri… Altın ya da şöhret avcıları, karadaki kudretin habercileri, kutsal ateşten bir kıvılcım taşıyanlar, hepsi, kılıçlarını ve meşalelerini kuşanarak bu akıntıdan geçmiştir. İnsanların hayalleri, ulusların tohumları, imparatorlukların filizleri… Bu nehrin cezrinde ne yücelikler kıyıya vurmamıştır ki bilinmeyen bir karanın gizemine doğru!
Güneş battı, nehrin üzerine akşam karanlığı çöktü ve ışıklar görünmeye başladı kıyı boyunca. Çamur temelden yükselen üç bacaklı bir bina, Chapman deniz feneri ışıl ışıl parlıyordu. Seyir kanalındaki gemilerin ışıkları oynaşıyordu, bir aşağı bir yukarı kımıldayan ışıkların heyecanlı bir manzarasıydı bu.
Daha batıda, korkunç kent yerinin üst bölümlerinde, gün ışığı varken görünen o karanlık kasvet uğursuzca belliydi hâlâ gökyüzünde.Yıldızların altında dehşet veren kıpkızıl bir ışığa dönmüştü.
“Burası.” dedi Marlow aniden. “Dünyadaki en karanlık yerlerden biri olmuştur hep.”
İçimizde hâlâ “denize gönül vermiş” olarak kalan tek adam oydu. Onun hakkında söylenebilecek en kötü şey, kendi sınıfını yansıtmamasıydı. Tam bir denizciydi fakat birçok denizci deyim yerindeyse yerleşik bir hayat sürerken o aynı zamanda bir gezgindi.
Denizcilerin aklı hep evlerinde durmakta kalır ve evleri her zaman yanlarında olan tekneleriyken, memleketleri de denizdir. Her tekne birbirine benzerken deniz her zaman aynıdır. Çevrelerindeki değişmezliğin içinde yabancı kıyılar, yüzler, yaşamın değişen yoğunluğu ve süzülüp giden mazi, bir bilinmezlik hissiyle değil ancak hafif mağrur bir umarsızlıkla perdelenebilir. Çünkü bir denizci için canına canan olan ve en az kader kadar anlaşılmaz olan denizin, kendisi dışında hiçbir bilinmezliği yoktur… Geriye kalanlarsa saatlerce çalıştıktan sonra kıyıda bir gezinti ya da bir eğlencedir sadece. Bu ikisi ona koca bir kıtanın tüm sırlarını çözmek için yeter ve bir denizci genellikle çözmeye değer bulmaz bu sırları. Denizcilerin masallarında açık bir yalınlık vardır; içlerinde yatan tüm anlam, belki bir incir çekirdeğini dolduracak kadardır.
Fakat Marlow, bol keseden masal okumak konusundaki arzusu dışında tipik bir denizciye pek benzemez. Çünkü onun için bir olayın anlamı o çekirdeğin içinde değil, tümüyle dışındadır. İçinde geçtiği hikâyeyi, bir ışığın ateşi çevrelediği gibi çevreler, ay ışığının hayalî aydınlığında görünen puslu haleler gibi anlam hikâyenin etrafını sarar.
Bu ifadesi pek de şaşırtıcı değildi. Oldukça Marlow’a özgüydü. Sessizlik içinde kabul gördü, kimse onaylamak için homurdanmaya bile yeltenmedi, üstüne Marlow ağır ağır devam etti:
“Çok eskide kalan günleri düşünüyordum, bin dokuz yüz yıl önce Romalıların buraya geldiği ilk zamanları, geçen gün… Bu nehir ne zamandır ışık saçıyor diyordunuz siz? Şövalyelerden beri mi? Evet ama daha çok çayırda parlayan alevler, bulutlarda şimşek çakması gibidir o. Biz bundan geriye kalan parıltıda yaşıyoruz. Bu koca dünya döndükçe o titrek ışık da parıldamaya devam etsin! Ama daha dün karanlıktı burası.
Düşünün, birden rotasını kuzeye doğru çevirmesi emredilip Galyalıların arasından aceleyle kara yoluyla geçen ve okuduklarımız doğruysa o lejyonerlerin ki bunlar da bir yığın becerikli adam olmalı, bir iki ay içinde binlercesini inşa ettiği gemilerden birinde görevlendirilen Akdeniz’in artık siz ne derseniz, o kadırgalarındaki bir kumandanın neler hissettiğini düşünün. Onun burada olduğunu bir hayal edin. Dünyanın öbür ucunda kurşun rengi bir denize, duman rengi bir göğe bakarak erzak veya sipariş yüküyle ya da ne isterseniz onunla sırtında, bir akordiyon kadar sağlam durabilen bir gemide bu nehri geçtiğini.. Sığlıklar, bataklıklar, ormanlar, barbarlar arasında medeni bir insanın yiyebileceği kıymetli bir yiyecek ve Thames suyundan başka içecek olmadan. Ne Falerniya şarabı bulunur burada ne de kıyıya gitmeye imkân. Kıyıda köşede balta girmemiş yerlerde bir askerî kamp sadece, samanlıkta bir iğne gibi kayıp, etrafta soğuk, sis, fırtına, hastalık, sürgün ve ölüm… Ölüm dolaşır havada, suda, çalılarda… Burada insanlar sinekler gibi ölüyor olmalı.
Ama evet, o başardı. Hem de oldukça iyi başardı, şüphesiz hakkında da pek düşünmedi, sonrasında yaşadıklarından övünmesi dışında elbet. Karanlıkla yüzleşebilecek kadar cesareti vardı. Belki de Roma’da iyi dostlar edinip o korkunç iklimden sağ çıkabilirse Ravenna’daki filoya terfi edilebileceği ihtimalini düşünüyor, buna tutunuyordu.
Veyahut Antik Çağ kıyafetleri giymiş genç ve düzgün bir vatandaşı düşünün, belki de çok sık zar sallayan biri, anlarsınız ya, buraya bir valinin, vergi tahsildarının ya da tacirin peşinden gelip şansının yüzüne gülmesi için uğraşan. Bir bataklığa varıp, ormana doğru yürüdüğünde ulaştığı karadaki bir üste, burnunun dibine kadar gelen o vahşeti, gerçek vahşeti sezer; ormanda keşmekeşin içinde, yabani adamların yüreklerinde çalkalanan o balta girmemiş, gizemli yaşamı anlar. Kabul töreni olmaz bu tür gizemlerin. İnsan; anlaşılmaz, böylesine nefretlik olanın tam ortasında yaşamak zorundadır. Üstüne bir de onu etkisi altına alan bir cazibesi vardır. Bilirsiniz, nefretin cazibesi. İçinde olduğu o büyüyen pişmanlıkları hayal edin; kaçıp gitme arzusunu, âcizce iğrenmeyi, teslim olmayı ve o nefreti…”
Duraksadı.
“Aslında.” diye başladı yeniden, bir kolunu dirsekten kaldırarak, avucu dışa dönük ve bacaklarıyla bağdaş kurmuş biçimde; lotus çiçeği eksik ve Avrupai giysiler giymiş bir Buda gibi vaaz verir bir duruşta.
“Aslında hiçbirimiz tümüyle böyle hissetmeyiz. Verim korur bizi bundan, verimliliğe olan adanmışlığımız… Fakat bu adamlar çok da matah değildi aslında. Sömürgeci değillerdi sadece yönetimleri sıkıydı, o kadar diye düşünüyorum. Fetihçiydiler, bunun için salt kaba kuvvet yeterlidir, övünülecek tarafı yoktur çünkü sadece diğerlerinin zayıflığından kaza eseri doğar sahip olduğun bu güç. Sadece yapabildikleri için ele geçirdiler. Kanlı bir hırsızlıktı bu, adamların kör gözle giriştiği geniş çaplı bir kıyımdı. Zaten beklenen budur karanlıkla dans eden adamlardan. Dünyanın fethi ki bu çoğunlukla farklı bir ten rengine ya da bizimkinden daha düz burunlara sahip olan insanlardan ele geçirildiği anlamına gelir, aslına bakıldığında çok da hoş değildir. Bunun tek telafisi fikirdir. Altında yatan fikir duygusal bir bahane değil gerçek bir fikir; bencil olmadan bu fikre duyulan inanç, geliştirebildiğin, önünde boyun eğebileceğin ve bir adak sunabileceğin bir şey…”
Aniden sustu. Işıklar parlıyordu nehirde; ufak yeşil, kırmızı ve beyaz ışıklar birbirini kovalıyor, birleşiyor, ya yavaşça ya da alelacele birbirinden ayrılıyordu. Uykusuz nehrin derinleşen alaca karanlığının üzerinde koca şehrin trafiği sürüyordu. Sabırla bekleyerek onu izledik, akıntı bitene dek başka yapacak bir şey yoktu. Fakat Marlow, uzun bir sessizliğin hemen ardından tereddütlü bir tonla söze girdi:
“Bir zamanlar, kısa süreliğine tatlı su denizciliği yaptığımı siz dostlar eminim hatırlıyorsunuzdur.” Ve o anda anladık, nehrin cezri başlamadan evvel Marlow’un sonsuz deneyimlerinden birini dinlemenin kaderimiz olduğunu.
“Başıma neler geldiğini anlatarak sizi sıkmak istemem.” diye başladı, dinleyicilerinin en çok neyi dinlemeyi sevdiğini kestiremeyen hikâyecilerin hepsinde olan o zaafı gözler önüne sererek. “Fakat üstümdeki etkisini anlamanız için oraya kadar nasıl geldiğimi bilmeniz gerek, ne gördüğümü ve nehri nasıl geçtiğimi, o zavallı adamla tanıştığım yere doğru. Nehir seferimin en uzak, tecrübemin doruk noktasıydı. Düşüncelerime ve benimle ilgili her konuya ışık tuttu bir şekilde. Biraz da kasvetli ve acıklıydı, pek olağan dışı veya net de değildi. Yok, hiç net değildi. Ama yine de aydınlatıcıydı.
O zamanlar, hatırlarsınız Hint ve Pasifik Okyanusu’nda ve Çin sularında geçen altı senenin ardından ki bu Doğu için yeterli bir rakam, Londra’ya yeni dönmüştüm. Aylaklık yapıyor, sizi işinizden alıkoyup evlerinizi istila ediyordum, sanki sizi insan etmek gibi kutsal bir görev edinmiştim. Bir süreliğine iyi gitti ama sonra dinlenmekten sıkıldım. Bir tekne aramaya başladım, dünyadaki en zor iş gibi görüyordum ama tekneler yüzüme bile bakmadı. Sonrasında bu oyundan da sıkıldım. Neyse, ben küçük bir çocukken haritalara yönelik bir tutkum vardı. Saatlerce Güney Afrika’ya ya da tümüyle Afrika’ya, Avustralya’ya bakıp keşfetmenin ihtişamında kaybolurdum. Dünyada o zamanlar bir sürü boşluk vardı ve o boş alanlardan davetkâr görünen bir yer bulduysam ki hepsi öyle görünüyordu, üstüne parmağımı koyar ‘Büyüdüğümde buraya gideceğim.’ derdim. Hatırlıyorum, Kuzey Kutbu bunlardan biriydi. Hoş, oraya henüz gitmedim, şu aralar da gideceğim yok. Cazibesi kalmadı benim için. Diğer yerler de Ekvator etrafında ve koca iki yarım kürenin her bir enlemindeydi. Bazılarını gördüm ama… Neyse konumuz bu değil. Öyle bir yer vardı ki âdeta en büyük, en boşluk olanıydı aralarında. Benim gönlüm onda kalmıştı.
Gerçek şu ki şimdi bakınca orası artık boşluk değil. Benim küçük bir oğlan olduğum zamandan bu yana oralar hep nehirler, göller ve isimlerle doldu artık. Tatlı bir gizem veren o boşluk hâli yok oldu, bir çocuğun fevkalade hayaller kurduğu bembeyaz bir kara parçası değil artık. Fakat orada bir nehir vardı, haritada görebildiğiniz haşmetli bir nehir. Başını denize daldırmış, gövdesi koca ülke boyunca kıvrılarak uzanan, kıyıdaki derinliklerde kaybolmuş olan kuyruğuyla düğümlenmiş bir yılanı andıran hudutsuz bir nehir. Bir vitrine bakar gibi haritada ona bakarken beni bir yılanın bir kuşa, küçücük şaşkın bir kuşa yaptığı gibi cezbetmişti. Sonra hatırladım, o nehir üzerinde ticaretle uğraşan bir şirket vardı. ‘Tüh be.’ dedim kendi kendime, o tatlı suyun üzerinde gemisiz ticaret yapamazlar. Buharlı gemiler! Bunlardan birinin başına neden ben geçmiyorum?
Fleet Caddesi boyunca yürüdüm ama bu fikri kafamdan atamıyordum. Yılan beni cezbetmişti.”
“Anladığınız üzere Kıta Avrupası’na ait bir işti o ticari şirketin yaptığı ama benim de orada yaşayan bir sürü akrabam vardı ve bana ucuz olduğunu ve göründüğü kadar kötü olmadığını söylemişlerdi. Kabul etmeliyim ki akrabalarımın başına bela olmuştum. Bu benim için zaten yeni bir şeydi, işlerimi bu yolla halletmeye alışkın değildim, bilirsiniz. Hep kendi yolumu çizip kendi ayaklarım üzerinde gittim nereye gittiysem. Kendim de inanmazdım ama sonrasında hissettim ki anlayacağınız üzere, oraya öyle ya da böyle gitmeliydim. Bu yüzden akrabalarımın başını ağrıttım. Adamlar ‘Sevgili dostum!’ deyip hiçbir şey yapmıyorlardı. Sonra inanır mısınız, kadınları denedim. Ben, tanıdığınız Charlie Marlow, çalışmaları ve işi almaları için kadınları araya soktum. Tanrı’m! İşte görüyorsunuz, bu fikir beni benden almıştı. Bir halam vardı ilgili, tatlı bir kadın. ‘Çok güzel olur. Her şeyi yapmaya hazırım senin için, her şeyi. Muhteşem bir fikir. Yönetimde çok üst kademeden birinin eşini tanıyorum, ayrıca da sözü geçen bir başka adam var.’ diye yazmıştı bana. Eğer hayalim gerçekten buysa nehirdeki bir buharlı geminin kaptanı olarak atanmam için elinden geleni seferber etmeye hazırdı.”
“Sonunda atandım tabii, hem de oldukça hızlı atandım. Görünen o ki şirket, kaptanlarından birinin yerlilerle olan münakaşasında öldüğü haberini almıştı. Bundan aylar aylar sonra cesedi aramaya koyulduğum zaman, meselenin birkaç tavuk yüzünden çıkan anlaşmazlıktan doğduğunu duydum. Evet, iki karatavuk. Fresleven’dı adamın adı, bir Danimarkalı. Pazarlık esnasında bir şekilde kandırıldığını düşünüp kıyıya çıkarak bir sopayla köyün reisi olan adama vurmaya kalkmış. Eh, bunu duyduğumda da Fresleven’ın yeryüzündeki iki ayaklı en kibar en sessiz adam olduğunu söylediklerinde de hiç şaşırmadım. Şüphesiz öyleydi, iki senesini onurlu amacı uğruna oralarda geçirmiş ve muhtemelen en sonunda nasıl olursa olsun haysiyetini savunma ihtiyacı duymuştu. Bu yüzden siyah ihtiyara, acımasızca saldırdı. O esnada toplanan kendi insanları da olanları taş kesilerek izledi. Nedense sonra bir adam, anlatılana göre oğluymuş, ihtiyarın feryatlarını duyup kurtarmak için çaresizce beyaz adama mızrağını sallayıvermiş ve kuşkusuz, mızrak kolayca adamın kürek kemikleri arasına saplanmış. Bütün halk başlarına gelecek türlü felaketlerden korkup ormana doğru kaçmış, Fresleven’ın gemisi ise panik içinde, sanırım makinistin komutuyla orayı terk etmiş.
Benim onun yerine geçtiğim haberi yayılana dek hiç kimse Fresleven’ın cesedini dert etmemiş. Onun orada öylece yatmasına izin veremezdim açıkçası ama benden önceki adamla tanışma fırsatına sonunda eriştiğimde, kaburgalarının arasından büyüyen otlar kemiklerini örtecek kadar uzamıştı. Her şeyi orada duruyordu. Öldüğünden beri o doğaüstü yaratığın tek bir parçasına dokunulmamıştı. Köy ıssız hâldeydi, evler yarılmış ve kapkara çürüyordu, düşen duvarların içinde hepsi darmadağındı. O türlü felaketler gerçekten gelmişti köyün başına şüphesiz. İnsanlar yok olmuştu. Delice bir korku, çalıların arasından gelip darmadağın etmişti adamları, kadınları, çocukları… Hiçbiri bir daha geri dönmemişti. Tavuklara ne oldu, ben de bilmiyorum. Sanırım tüm bu olanlar bir şekilde onları da vurmuştur.
Gelgelelim, bu görkemli hadiseyle, ummadığım kadar hızlı atandım işime. Bir hışımla hazırlandım, kırk sekiz saat bile dolmadan işverenlerime görünmek ve sözleşmemi imzalamak üzere çoktan Manş Denizi’ni geçiyordum bile. Birkaç saat içinde, bana riyakâr, melek yüzlü bir şeytan gibi görünen o şehre vardım. Ön yargı bu muhakkak.
Şirketin bürolarını bulmakta hiç zorlanmadım. Şehirdeki en büyük yapıydı ve tanıştığım herkes atıp tutuyordu. Hepsi denizaşırı bir imparatorluk kuracak ve ticaret yapıp para basacaktı. Karanlıkta kalan dar ve ıssız bir cadde, yüksek evler, panjurlu sayısız pencere, ölüm sessizliği, taşların arasından filizlenen ot, her yerde heybetli araba yolları ve kocaman çift kanatlı kapılar, ağır ağır aralanan. Bu yarıklardan birine daldım, bir çöl kadar çorak, süpürülmüş ve süssüz bir merdiveni çıktım ve vardığım ilk kapıyı açtım.
Biri şişman biri zayıf iki kadın hasır minderli iskemlelerde oturmuş, siyah yünle örgü örüyordu. Zayıf olan kalktı ve bana doğru yürüdü, hâlâ mahzun gözlerle örgü örüyordu ve ben tıpkı bir uyurgezere yapacağınız gibi yolundan çekilmeye kalkarken öylece durdu ve kafasını kaldırdı. Şemsiye kumaşı gibi sade bir elbisesi vardı, tek bir kelime etmeden döndü ve beni bekleme odasına doğru geçirdi. İsmimi verdim, etrafa bakındım.
Ortada iş masası, duvar etrafında sade iskemleler, bir uçta gökkuşağının her bir rengiyle işaretlenmiş büyük, parlayan bir harita. Muazzam miktarda kırmızı hâkimdi haritada, kırmızıyı görmek her zaman iyidir çünkü o zaman gerçek bir iş yapıldığını bilirsiniz. Hayli mavi, biraz yeşil, yer yer turuncu ve doğu kıyısında, kalkınmanın keyifli öncülerinin Lager biralarını içtikleri yeri gösteren mor bir kısım vardı. Gel gör ki benim gideceğim yer bunlardan hiçbiri değildi. Ben sarı kısıma gidiyordum. Tam ortaya. Nehir de oradaydı, büyüleyici ve bir yılan gibi öldürücü.”
“Hah! Kapı açıldı. Beyaz saçlı, kâtibe ait ancak şefkatli bir ifadesi olan bir kafa göründü ve sıska bir işaret parmağı beni sığınağa çağırdı. Işığı loştu, ağır bir çalışma masası tam ortada duruyordu. Onun arkasında, beni frak kabanlı, tıknaz ve solgun bir görüntü karşıladı. Meşhur adamın ta kendisi. 1.65 cm boylarındaydı diye düşünüyorum, milyonları o ellerinde tutuyordu. Sanıyorum tokalaştık, belli belirsiz mırıldandı, Fransızca kabiliyetimden memnun kalmıştı. ‘Bon voyage.’
Kırk beş saniye içinde kendimi yine bekleme odasında buldum, bana viranlık ve sempati içinde birkaç belge imzalatan şefkatli kâtiple beraber. Zannediyorum ki diğer şeylerin yanında ticaret sırlarını ifşa etmemeyi de üstlenmiştim. Hoş, etmeyeceğim.
Biraz tedirgin hissetmeye başlamıştım. Bu tarz seremonilere alışık değilim bilirsiniz, üstelik ortamda tekinsiz bir hava vardı. Sanki gizli bir tezgâha dâhil olmuş gibiydim, bir şeyler yolunda gitmiyordu, çıkınca rahatladım. Dışarıdaki odada hâlâ iki kadın hararetle örgü örüyordu. İnsanlar geliyordu, genç olan onları takdim ederek içeri alıyor, gidip geliyordu. Büyük olansa öylece iskemlesinde oturuyordu.
Sade kumaş terlikli ayakları ısıtıcıda duruyordu ve kucağında bir kedi yatıyordu. Kafasına kolalı beyaz bir başlık giymişti, yanağındaki siğil göze çarpıyordu, gümüş çerçeveli gözlükleri burnunun ucunda asılı duruyordu. Gözlüklerinin üstünden bana baktı. O bakışındaki tez canlı, kayıtsız durgunluk canımı sıkmıştı.
Aptal ve neşeli ifadeli iki genç içeri buyur ediliyordu ve kadın onlara aynı kayıtsız, bilgece bakış attı. Onların ve benim hakkımda her şeyi biliyormuş gibi bir edası vardı. İrkildim, kadın esrarengiz ve uğursuz görünüyordu. Uzaklardayken sık sık sizi karanlığın kapısına doğru buyur eden bu ikiliyi düşündüm. Sıcak tutacak bir kefeni örer gibi siyah yün örmelerini, birinin durmaksızın bilinmeze doğru yol gösterişini, ötekinin kayıtsız ve yaşlı gözlerle neşeli ve aptal yüzleri inceleyişini… Selam olsun! Siyah yün ören ihtiyar. ‘Morituri te salutant.’ Onun o suratına bakanların yarısı bile onu tekrar görmemiştir.”
“Geriye doktora yapacağım ziyaret kalmıştı. ‘Basit bir formalite.’ diye doğruladı kâtip, tüm acılarıma tümüyle o da dâhilmiş gibi bir havayla. Bunun için şapkasını sol kaşının üzerine doğru takan bir genç, muhtemelen bir memur zira ev bir ölüler şehrinde gibi sükûn içinde olsa da bu işte yine de memurlar olmalıydı, üst katta bir yerden aşağı inip bana yol gösterdi. Perişan hâlde ve pervasızdı ceketinin kollarında mürekkep lekeleri, bir postalın burnuna benzeyen çenesinin altında büyük ve kırışık bir kravatı vardı. Doktora görünmek için biraz erkendi, bu yüzden bir şeyler içmeyi teklif ettim. Bunun üzerine keyfi yerine geliverdi.
Vermutlarımızı almış otururken şirketin yaptığı işleri güzellemeye başladı, hâl böyleyken hiç uzaklardaki işlere gitmemesine şaşırdığımı söyleyiverdim. Birdenbire tümüyle mesafeli ve aklı başında bir tavır takındı. Kısa ve öz, beylik biçimde ‘Göründüğüm kadar aptal değilim, demiş Platon talebelerine.’ dedi. Büyük bir azimle bardağını bitirdi, ardından kalktık.
İhtiyar doktor nabzıma baktı, muhtemelen o esnada başka bir şey düşünüyordu. ‘İyi, oralar için gayet iyi…’ diye mırıldandı, başımı ölçmek üzere hevesle izin istedi. Biraz şaşırarak ‘Olur’ dedim, pergele benzer bir şey çıkartarak başımın arkadan öne her tarafının ebatlarına bakıp dikkat içinde notlar aldı.
Yıpranmış ve gabardin benzeri bir kaban giymişti; tıraşsız, ufak tefek bir adamdı, ayaklarında terlik vardı. Zararsız bir budala olduğunu düşündüm. ‘Her zaman bilimsel amaçlarla oralara gidenlerin kafataslarını ölçmek için izin isterim.’ dedi. ‘Geri geldiklerinde de mi?’ diye sordum. ‘Ah, onları bir daha gördüğüm olmadı.’ diye yanıt verdi ve ekledi. ‘Ayrıca, değişim genellikle kafatasının içinde olur, anlatabildim mi?’ Masum bir şakaymış gibi gülümsedi. ‘Demek oraya gidiyorsunuz, meşhur yer. Üstelik enteresan.’ Teftiş eder gibi bir bakış attı ve bir not daha aldı. Sıradan bir şey sorarmış gibi, ‘Ailenizde hiç deliren oldu mu?’ diye sordu. Çok kızmıştım. ‘Bu da mı bilimsel amaçlarla sorulan bir soru?’ dedim.
‘Olabilir’ dedi kızgınlığımı görmezden gelerek. ‘Bireylerdeki ruhsal değişimleri yerinde gözlemlemek bilim için ilginçtir ama… Siz ruhbilimci misiniz?’ diyerek lafını böldüm. Soğukkanlı bir biçimde, ‘Her doktor biraz olmalıdır.’ diye yaratıcı bir yanıt verdi.
‘Siz oraya giden beylerin kanıtlamama yardım etmesi gereken ufak bir teorim var. Ülkemin böyle muazzam bir sömürgenin altında olmaktan edindiği menfaatler arasında bana düşen de bu. Saf zenginlik başkasının olsun. Sorularımı bağışlayın fakat siz muayene ettiğim ilk İngiliz adamsınız.’ Hiç de tipik bir İngiliz olmadığım konusunda onu temin etmek için atladım: ‘Eğer öyle olsaydım…’ dedim. ‘Şu anda sizinle böyle konuşuyor olmazdım. Söylediğiniz oldukça derin ve etkili ama muhtemelen yanlış.’ deyip kahkaha attı. ‘Güneşte kalmaktan çok, sinirlenmekten kaçının. Adieu. Siz İngilizler nasıl diyordunuz, ha? Hoşça kal. Adieu. Tropikal yerlerde insan her şeyden önce sakin kalmayı bilmeli.’ İşaret parmağını kaldırarak uyardı. ‘Ducalme, ducalme. Adieu.’ Yapacağım tek bir şey kalmıştı, harika halamla vedalaşmak. Buluştuğumuzda keyfi çok yerindeydi. Bir bardak çay içtim, o günlerimin son iyi çayıydı. Bir hanımefendinin misafir odasının nasıl görünmesini beklerseniz tıpkı öyle sakinleştirici bir odada şöminenin başında uzun uzun sakin bir sohbet ettik. Bu sohbet sırasında o büyük adamın eşine ve kim bilir daha nicelerine, şirket için her gün karşınıza çıkmayacak kadar büyük bir nimet, ender bulunan ve doğuştan üstün kabiliyetli bir insan olarak tanıtıldığımı öğrenmiş oldum. Tanrı’m! Üstelik altı üstü nehirde bir buharlı gemide görevlendirilmiştim, ahım şahım bir şey değil. Ayrıca anladım ki artık ben de o ‘işçi’lerden biriydim, büyük harfle başlayan. Aydınlanmanın gizli ajanı gibi misyonerliğin daha alt kademesi gibi bir şey. Gazetelerde bu zırvalıklar o dönem birçok defa basılmıştı ve bu harika kadın tam da bu zırvalıkların arasında yaşarken tüm o palavralara kolunu bacağını kaptırmıştı. Cahil milyonları onların bu çirkin gidişatlarından caydırmaktan bahsediyordu ki beni bayağı rahatsız etti. Şirketin tamamen kendi çıkarları için yürütüldüğünü ona bir çıtlatmaya cüret ettim.”
“ ‘Unutuyorsun ki Charlieciğim, herkes kendi ektiğini biçer.” dedi oldukça dâhiyane. Bazı kadınların gerçeklikten bu kadar uzak olması ne tuhaf. Kendi dünyalarında yaşıyorlar, hiç var olmamış, olamayacak bir dünyada… Her şeyiyle çok güzel, öyle bir dünyayı kuracak olsalar güneş daha batamadan dünya parçalara ayrılır. Yaratılıştan beri biz erkeklerin kabul edip birlikte tok gözle yaşadığı acı gerçekler onlara ilk günden tokat gibi çarpıp o dünyayı başlarına yıkar.
Bunlardan sonra kucaklaştık, bana fanila giymemi ve ona sık sık mektup yazmamı söyledi, bunun gibi dahası. Sonra oradan ayrıldım. Sokağa çıkınca nedendir bilmem bir garip hissettim, sanki bir düzenbazmışım gibi geldi. İlginçtir ki sokakta karşıdan karşıya geçerken bile düşünen çoğu adamın aksine yirmi dört saat içinde dünyanın öbür ucuna bir saniye bile düşünmeden çıkıp giden ben, bir anlık duraksadım. Tereddüt ettiğimden değil, o alelade işe başlamamdan önce şaşkın bir duraksamaydı bu. Bunu açıklamamın en kolay yolu şöyle, bir iki saniyeliğine sanki kıtanın değil, dünyanın merkezine doğru yola koyuluyormuşum gibi hissettim.”
“Fransız buharlı gemisiyle yola çıktım ve gemi, gördüğüm kadarıyla sırf askerleri ve gümrük memurlarını indirmek için, var olan her lanet limanda duruyordu. Kıyı şeridini izledim. Gemi ardında kayarken kıyıyı izlemek, bir bilmeceye kafa yormak gibiydi. Tam karşında duruyordu, gülerek, davetkâr, asil; somurtarak, adi, yavan, acımasız, suskun ama fısıldayan bir esintiyle, ‘Gel ve gör.’ dedi.
Fakat bu kıyı şeridi gördüklerim arasında en niteliksiz olanıydı. Zalim bir yavanlığı vardı, sanki hâlâ oluşma aşamasındaydı. Dev ormanın kıyıları, siyaha dönecekmiş gibi kopkoyu bir yeşildi, beyaz köpüklerle çerçevelenmiş, cetvelle çizilmiş gibi dümdüzdü. Işıltısı ürpertici sisle buğulanan masmavi açık denize doğru, çok uzaklara uzanıyordu. Güneş hırçındı, kara sanki ışıldayarak damla damla terliyordu.
Tek tük, grili beyazlı noktalar görünüyordu beyaz köpüğün içinde kümelenen ve üstünde bayrak dalgalanan. Birkaç yüzyıllık yerleşim yerleri hâlâ o el değmemiş geniş karanın ortasında bir toplu iğnenin başı kadardı. İlerledik, durduk. Askerleri indirip devam ettik, gümrük memurlarını cinlerin top oynadığı, teneke kulübeler ve bayrak direği dışında bir şey olmayan yaban yerlerde vergi kesmeleri için indirdik, ardından zannedersem o memurları korumaları için daha fazla asker indirdik. Kimi, duyduğuma göre, dalgalarda boğuluyordu. Bu doğru olsa da olmasa da kimse bunu umursamıyordu. Yerlerine öylece fırlatıldılar ve biz yolumuza devam ettik.”
“Her gün kıyı sanki hiç kıpırdamamışız gibi aynı görünüyordu, hâlbuki garip isimli birçok yerden sanki tekinsiz bir perdede oynanan pis bir komediye aitmiş gibi ‘Büyük Bassam’, ‘Küçük Popo’ benzeri isimleri olan birçok ticaret noktasından geçmiştik. Yolcu aylaklığı, iletişim kurmamın manasız olduğu tüm o adamlar içindeki yalnızlığım, kaygan ve durgun deniz, kıyının yavan karanlığı beni sanki kederli ve bilinçsiz bir sanrının kapanına kıstırıp nesnelerin gerçekliğinden alıkoyuyordu. Zaman zaman duyduğum dalga sesleri bana kardeş sesi gibi geliyordu, kuşkusuz bir lütuftu bu. Doğaldı; bir sebebi, anlamı vardı. Ara sıra sahilden gelen bir bot sağlıyordu gerçeklikle temas kurmamı. Siyah adamlardı kürekleri çekenler. Uzaktan gözlerinin aklarının parladığını görebiliyordunuz. Bağırıyor, şarkı söylüyorlardı. Vücutları ter içindeydi, grotesk maskelere benzeyen yüzleri vardı. Bu adamlar; kemikleri, kasları, vahşi dirilikleri ve o yoğun hareket etme kudretleriyle kıyıya vuran dalgalar kadar gerçekti. Orada olmak için bahaneye ihtiyaçları yoktu. Onları izlemek büyük ferahlıktı. Kısa süreliğine, hâlâ dürüst gerçeklikleri olan bir dünyada yaşar gibi hissettim fakat bu çok sürmedi. Bir şeyler korkutup kaçırıyordu bu hissi.
Hatırlıyorum bir defa, kıyıya demir atmış savaş gemisine denk gelmiştik. Bir barakanın bile olmadığı çalılıkları bombalıyordu. Oralarda süren bir savaşı varmış Fransızların. Geminin bayrağı paçavra gibi solmuştu, uzun, on beş santimetrelik silahların namluları alt gövdeden taşıyor; yağlı, kaygan dalgalar kabarıyor ve gemi ağır ağır yalpalıyor, ince direklerini sallıyordu. Dünyanın bomboş genişliğinde, gökyüzünde ve suda, işte oradaydı, akıl ermez biçimde bir kıtayı bombalarken. ‘Güm!’ edip ateşleniyordu on beş santimetre silahlar. Ufak bir ateş fırlayıp yok oluyordu. Beyaz duman kayboluyor, küçük toplar güçsüz, bitap, acı bir feryat veriyor ama hiçbir şey olmuyordu.
Hiçbir şey olamazdı. Bu gidişatta bir tutam delilik, görüntüde acıklı bir maskaralık vardı. Orada yerlilerin kampı olduğunu içtenlikle söyleyen güvertedeki adam bu deliliği gideremedi, ‘düşmanlar’ diyordu onlara. Oralarda saklı, gözden uzak düşmanlar.
Mektuplarını verdik. Yalnız gemideki adamların günde üçünün sıtmadan öldüğünü duydum. Yola devam ettik. Abuk subuk isimli birkaç yerde daha durduk, kızışmış bir yer altı mezarlığına benzeyen, ölüm dansı ve ticaret yapılan o durgun ve dünyevi atmosferlerde. Sanki doğa ananın davetsiz misafirleri defetmek için tehlikeli dalgalarla çevrelediği biçimsiz kıyıları boyunca durduk. Yataklarında çamurların çürüdüğü, sularının balçık gibi koyulaştığı, bükülmüş ağaçları ele geçiren, bizi âciz bir umutsuzluğun uç safhasında kıvrandıran bütün o nehirlere, yaşamın içindeki ölüm akıntılarına girdik çıktık.
Hiçbir yerde belirli bir izlenim edinebilecek kadar kalmadık ama içimde tuhaf ve bunaltıcı bir merak büyüdükçe büyüdü. Sanki kâbusların ortasında, usandıran bir hac yolculuğundaydım.”
O büyük nehrin ağzını gördüğümde otuz günden fazladır yoldaydım. Başkent mevkilerinde demir attık. İki yüz mil daha yol katetmeden işim henüz başlamayacaktı, bu yüzden elime geçen ilk fırsatta otuz mil ötedeki yere gitmek üzere yola koyuldum. Küçük bir deniz buharlı gemisinde yer buldum. Kaptanı İsveçliydi, bir denizci olduğumu öğrendiği için beni kaptan köşküne davet etti. Cılız, açık tenli, uzun saçlı ve genç bir adamdı. Ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Zavallı, ufak rıhtımdan ayrılırken kafasını payandaya çarptı.
‘Oralarda mı yaşıyordun?’ diye sordu. ‘Evet.’ dedim. ‘Şu devlet adamları bir âlem, değil mi?’ diye devam etti, çok düzgün ve hatırı sayılır derecede keskin İngilizce konuşuyordu. ‘Ayda birkaç frank için bazı insanların yapabilecekleri şeyler ne acayip. Bu tiplerin taşraya gittiklerinde neye dönüştüklerini merak ediyorum.’ Bunu yakında öğrenmeyi beklediğimi söyledim ona. ‘Yaa!’ diye bağırdı. Bir gözünü tedbirlice önünde tutarak rüzgâra doğru ayak sürüdü. ‘O kadar emin olma.’ diye sözüne devam etti.
‘Geçen gün yolda kendini asmış bir adam buldum. O da İsveçliydi.’
‘Kendini mi asmış? Tanrı aşkına, neden?’ diye bağırdım.
Dikkatlice önüne bakmaya devam etti. ‘Kim bilir? Ya güneş, ya da ülke ona dar gelmiştir.’ Sonunda bir yere ulaştık. Kayalıklar ve sahil boyu kazılmış toprak tümsekleri göründü. Tepede bazı demir çatılı evler, ya kazı atıklarının ortasına ya da yamaçlara inşa edilmişti. Yukarıdan sürekli bir nehir gürültüsü bu ikamet yeri olan yıkım manzarasına eşlik ediyordu. Çoğu siyahi ve çıplak bir sürü insan, karınca gibi çalışıyordu. Nehirde bir dalgakıran inşaatı planlanmıştı. Kör eden bir güneş ışığı tüm bunları parladıkça boğuyordu. ‘Şirketinizin şubesi burada.’ dedi İsveçli, kayalıklı yamaçlardaki üç adet tahtadan baraka benzeri yapıyı göstererek.
‘Eşyalarını göndereceğim. Dört koli mi demiştin? Hadi, hoşça kal.’ Otların arasında debelenen bir kazanla karşılaştım, sonra tepeye doğru çıkan bir yol buldum. Yol, kayaların ve tekerleri havada sırtüstü yatan ufak bir demir yolu vagonunun yanından sapıyordu. Tekerlerinin biri kopmuştu, hayvan cesedi kadar ölü görünüyordu. İlerledikçe çürümekte olan birkaç düzeneğe daha ve bir düzine paslı raya rastladım. Solunda bir ağaç kümesinin yaptığı gölgede koyu görünen nesneler hafifçe kımıldıyor gibiydi. Gözümü kıstım, yol dikti. Soldan bir korna çalındı ve insanların kaçtığını gördüm. Güçlü ve donuk bir patlama yeri titretti, kayalıklardan bir duman yükseldi ve hepsi bu. Kayanın yüzeyinde hiçbir değişiklik olmadı. Bir demir yolu inşa ediyorlardı. Uçurum bir engel değildi fakat görünürde yapılan tek iş bu manasız patlamaydı.”
“Arkamda hafif bir tıngırtı duyup döndüm. Bir dizi sıralanmış altı siyahi adam yola tırmanmaya çalışıyordu. Dimdik ve yavaşça yürüyorlardı, toprak dolu sepetleri kafalarında dengede tutuyorlardı ve tıngırtılar ayak sesleriyle eş zamanlıydı. Bellerine bağladıkları siyah kumaş parçalarının uçları kuyruk gibi bir aşağı bir yukarı sarkıyordu. Tüm kaburgalarını görebiliyordum, kemiklerinin eklemleri bir ipteki düğümler gibi belliydi, hepsinin boynunda demir kelepçeler vardı ve aralarından sarkan, ritmik şekilde şıngırdayan zincirle birbirine bağlıydı. Uçurumdan gelen bir başka patlama sesi aniden aklıma kıtaya ateş eden savaş gemisini getirdi. Aynı türden, tuhaf bir sesti fakat bu adamlara düşman denebilmesi akla hayale sığmazdı. Onlara hükümlü denmişti, ihlal edilen adalet, patlayan bir şarapnelin parçası gibi onları vurmuştu. Denizaşırı gelen, aralanamaz bir sır perdesiydi bu.
Tümü o kuru göğüslerinden soluk alıyor, şiddetli soluyan burun delikleri titriyor ve taş kesilmiş gözleri tepeye doğru bakıyordu. Mutsuz barbarlara özgü, öldürücü soğukkanlılıklarıyla yüzüme bile bakmadan bir karış yanımdan geçip gittiler.
Bu yontulmamışlığın arkasında, başa geçen yeni güçlerin ürünü olan, ıslah edilenlerden biri, ortasından tuttuğu tüfeği taşıyarak umutsuzca yürüyordu. Tek düğmesi kapalı bir üniforma ceket giyiyordu. Yolda beyaz bir adam görünce silahını şevkle omuzuna aldı. Bu normal bir tedbirdi, beyaz adamlar uzaktan birbirine çok benzediği için kim olabileceğimi kestiremezdi. Hızla kendini güvence altına aldı. Büyük, beyaz, namussuz bir sırıtışla ve elindekine attığı bir bakışla, beni duyduğu yüce güvene ortak etti. Sonuçta ben de bu yüce ve adil davanın altında yatan sebebin büyük bir parçasıydım.”
“Yukarı çıkmak yerine döndüm ve sola doğru indim. Aklımdan geçen, tepeye tırmanmadan önce o zincirli çetenin gözden kaybolmasını sağlamaktı. Ben yufka yürekli değilimdir, biliyorsunuz; daha önce saldırmak ve kendimi savunmak durumunda kaldığım olmuştur. Zaman zaman bulaştığım hayat tarzının gerektirdikleriyle, yaptıklarımın bana neye mal olacağını hesaba katmadan direnmek ve saldırıya geçmek durumunda kaldım ki bu da direnişin tek yoludur bazen. Şiddetin şeytani yüzünü gördüm; hırsın, tutkunun. Fakat lanet olsun ki bunlar güçlü, kanlı canlı, kızıl gözlü şeytanlardı. İnsanları sarsan, hükmeden ve onları kullanan. İnsanları diyorum. O yamaçta dikilirken kör edici güneşte yırtıcı ve amansız ahmaklığın o gevşek, sahte, yüreksiz şeytanıyla tanışacağımı öngörmüştüm.
Ne kadar hain olabileceğini ancak birkaç ay sonra binlerce kilometre ötede anlayacaktım.
Aniden dehşete düşerek durdum sanki bir ihbarname durdurmuştu beni. En sonunda etrafta dolaşarak gördüğüm ağaçlar boyunca tepeye tırmandım. Yamaçta birinin kazdığı devasa çukurun yanından geçtim, çukuru açanın amacını tahayyül etmek imkânsızdı. Ne bir taş ocağı ne de bir kum havuzuydu. Alelade bir çukurdu orada duran. Hükümlülere yapılacak bir şey vermek isteyen, hayırsever amacın eseriydi belki de. Bilemiyorum.
Sonra az kalsın çok dar bir hendeğe düşecektim, neredeyse bir sıyrık gibiydi yamaçtaki. Fark ettim ki yapılanma için ithal edilen bir yığın drenaj borusunu oraya yuvarlamışlardı. Aralarında hiç sağlam boru yoktu. Hepsi kontrolsüzce mahvedilmişti. En sonunda ağaçların altına vardım.
Amacım bir an olsun gölgede dinlenmekti, oraya varmama kalmadan cehennem yeri gibi kasvetli ortama adım attığımı fark ettim. Irmak yakındı, ağaçlık alanın hüzünlü durgunluğunu; daimi, düzenli, doludizgin fışkırma sesi sarmıştı. Tek bir nefes bile yoktu, yaprak kıpırdamıyordu, sanki dünyanın yörüngesine yerleşmesinin müthiş sesi işitilir hâle gelmiş gibi, akıl ermez sesiyle akıyordu su.
Araçların arasında çömelmiş, uzanmış, oturmuş, ağaç gövdesine yaslanmış, toprağa tutunmuş, yarısı seçilen yarısı gölgede kaybolan; acı, terk edilme ve çaresizlik içinde olan siyah silüetler gördüm. Uçurumun orada bir mayın daha patladı, ardından ayağımın altındaki toprak hafifçe titredi. Anlaşılan ‘çalışma’ devam ediyordu. Ne çalışma ama!”
“Çıraklardan bazılarının ölmek için kabuklarına çekildiği yerdi burası. Yavaşça ölüyorlardı, çok açık. Ne düşmanlardı ne de hükümlü, artık dünyevi yaratıklar değillerdi. Hastalığın ve açlığın kara gölgeleriydi onlar, yeşilin karanlığında allak bullak olmuş yatıyorlardı. Kıyıdaki ücra köşelerden kanundaki süreli sözleşmelere dayanarak getiriliyor, uyuşmayan çevrelerinde kayboluyor, alışmadıkları yemekleri yiyerek hasta oluyor ve işe yaramaz hâle geliyorlardı. Ancak böyle işten uzaklaşıp buraya sürünerek gelmelerine, dinlenmelerine izin veriliyordu. Bu can çekişen silüetler kuş kadar özgür ve bir kuş kadar zayıftı. Gözlerindeki parıltıları ağaçların altında seçebilmeye başlamıştım. Önüme bakarken elimin yanında bir suret gördüm. İskelet adam boylu boyunca uzanmış, bir omuzu ağaca yaslı duruyordu. Göz kapakları yavaşça aralandı, çökmüş gözleriyle bana baktı; kocaman ve boş gözlerdi, kör gibi. Göz bebeğinin derinlerindeki o beyaz ışık, yavaş yavaş sönüp gitti.
Adam genç görünüyordu, neredeyse bir oğlan çocuğuydu ama böylelerinde bunu anlayabilmek zordur. Ona İsveçlinin gemisine ait cebimdeki bisküviler dışında sunabilecek bir şey bulamadım. Parmakları yavaşça kapandı ve tuttu bisküvileri başka da hiç hareket etmedi, hiç bakmadı. Boğazının etrafına bir parça beyaz yün ipi bağlamıştı. Amacı neydi? Nereden gelmişti? Bir işaret miydi, süs müydü, muska mıydı, yoksa telkin edici bir şey miydi? Bir anlamı vardı da mı yapmıştı? Siyah boynunun çevresinde şaşırtıcı duruyordu denizlerin ötesinden gelen bu bir parça beyaz iplik.
Aynı ağacın yanında iki kemik torbası daha bacaklarını çekmiş oturuyordu. Biri çenesini dizine dayamış, dayanılmaz ve sarsıcı bir ifadeyle boşluğa doğru bakıyordu. Kardeşinin hayaleti yanında yorgun alnını tüm yükünü yaslar gibi dizine yaslamıştı, geri kalan herkes buruk bir çökkünlük hâliyle dolanıyordu, sanki bir kıyımın, vebanın manzarasıydı bu.”
“Ben korkudan dizimin bağı çözülmüş vaziyette dururken bu canlılardan biri elleri ve ayakları üstüne doğrulup emekleyerek nehre su içmek için yöneldi. Eliyle şapır şupur su içerek güneşe oturdu, bacak bacak üstüne attı, sonra kıvırcık kafası göğüs kafesine doğru öylece düştü.
Gölgede daha fazla durmak istemedim ve şubeye doğru ayaklandım. Binanın orada beyaz bir adamla tanıştım, o kadar zarif görünüyordu ki hayal görüyorum zannettim. Dik yakalı, beyaz kollu gömleği, lama tüyü ceketi, bembeyaz pantolonu, temiz kıravatı ve cilalı ayakkabıları vardı. Şapka takmamıştı. Saçı yandan ayrılmış, taranmıştı, büyük beyaz ellerinde yeşil çizgili bir şemsiye vardı. Harika görünüyordu, kulağının arkasında bir kalem sapı vardı. Bu mucizeyle el sıkıştım ve şirketin başmuhasebecisi olduğunu öğrendim, tüm defter tutma işini şubede gerçekleştirdik.
Bir anlığına ‘hava almak için’ dışarı çıktı. Bu yerleşmiş, masabaşı işlere özgü ifade bana oldukça tuhaf gelmişti. Size aslında bu adamdan hiç bahsetmezdim fakat tüm anılarımla çözülmez bir bağı olan insanın ismini ilk kez onun ağzından duydum. Bunun yanı sıra, o adama saygı duyuyordum. Evet yakasına, muazzam manşetlerine ve taranmış saçlarına saygı duymuştum.
Kesindir ki berber mankenine benziyordu ama bu yerin büyük yılgınlığı içinde görünüşünü hâlâ koruyordu. Onun için belkemiği buydu. Kolalı yakaları ve şık gömleği onun karakterinin simgesiydi. Neredeyse üç yıldır buralardaydı. Sonrasında dayanamayıp şıklığını nasıl koruyabildiğini sordum. Önce utanıp kızardı, sonra alçak gönüllü biçimde ‘Bu işi yerli kadınlardan birine öğrettim. Zor oldu, işi hiç sevmiyordu.’ Bu adam gerçekten bir şeyleri başarmıştı. İnci gibi yazdığı düzenli defterlerine de oldukça düşkündü.”
“Şubedeki diğer her şey darmadağındı; insanlar, eşyalar, yapılar… Toz toprak içindeki bir dizi siyah adam paldır küldür gelip gidiyor, üretilen mallar, adi pamuklar, boncuklar, pirinç teller karanlığın dibine doğru yollanıyor, karşılığında bir damla değerli fil dişi geliyordu.
On günlüğüne şubede beklemem gerekiyordu, bitmek bilmeyen bir süreydi bu. Bahçedeki barakada kaldım, zaman zaman o kaostan uzaklaşmak için muhasebecinin ofisine gidiyordum. Enine tahtalarla inşa edilmişti ve o kadar kötü döşenmişti ki kürsüsüne yaslanırken baştan aşağı çizgi çizgi gün ışığının parmaklıkları arasında kalıyordu. Dışarıyı görebilmesi için büyük panjurlarını açmasına gerek yoktu. Üstelik sıcaktı da. Koca sinekler düşmanca vızıldıyor, ısırmıyor sanki bıçaklıyorlardı. O, kusursuz ve parfüm sürmüş hâliyle yüksek bir sandalyede oturup yazdıkça yazarken ben genellikle yerde oturuyordum. Bazen hareket etmek için kalkıyordu. Bir gün hasta bir adam, ülkenin iç kesimlerinden yatalak olmuş bir temsilci, tekerlekli yatağıyla getirildiğinde nazikçe rahatsızlığını dile getirmişti. ‘Hasta inlemeleri.’ demişti. ‘Dikkatimi dağıtıyor. Dikkatim dağıldığında bu ortamda muhasebe hatası yapmamak çok zor oluyor.’ Bir gün, kafasını bile kaldırmadan, ‘İç kesime gidince kuşkusuz Bay Kurtz ile tanışacaksın.’ dedi. Onun kim olduğunu sorduğumdaysa birinci sınıf temsilci olduğunu söyledi. Bu bilgiyi aldığım zaman yüzümdeki hayal kırıklığını görünce de kalemini bırakıp “Kendisi oldukça dikkate değer bir insandır.’ diye yavaşça ekledi. Ardından sorduğum birkaç sorunun sonunda, Bay Kurtz’un şu anda ticaret merkezinin başındaki kişi olduğunu, asıl fil dişi ülkesinin en ücra kısımlarında çok mühim biri sayıldığını öğrendim. Diğerlerinin gönderdiğinin toplamı kadar fil dişini tek başına gönderiyormuş. Sonra tekrar yazmaya başladı. Hasta adam inleyemeyecek kadar çok hastaydı. Sinekler huzur içinde vızıldıyordu artık.”
“Aniden bir mırıldanma ve gürültülü ayak sesleri duyduk. Bir kafile gelmişti. Ahşap duvarın arkasından gelen kaba saba şamata sesleri peydah olmuştu. Nakliyeciler kendi aralarında konuşuyordu, bu gürültünün ortasında başgörevlinin içler acısı, ağlamaklı sesi ‘artık pes ettiğini’ söyledi, o gün yirminci defa. Yavaşça kalktı, ‘Ne korkunç bir hırgür bu.’ Hasta adama bakmak için odanın diğer tarafına geçti ve ‘Duymuyor.’ dedi. Korktum, ‘Ne? Ölmüş mü?’ diye sordum. Büyük bir soğukkanlılıkla ‘Hayır, henüz değil.’ diye yanıt verdi. Başıyla avludaki şamatayı işaret ederek, ‘İnsan doğru bir şekilde kayıt tutmak istediği zaman, bu barbarlardan nefret ediyor. Hem de ölümüne.’ dedi ve bir anlığına derin düşüncelere daldı. ‘Bay Kurtz’u gördüğün zaman, ona buradaki her şeyin gayet makbul durumda olduğunu söyle. Ben ona yazmayı sevmiyorum, bizdeki kuryeler yüzünden merkez şubede mektubun kimin eline geçeceğini asla bilemezsin.’ O mazlum ve şişik gözleriyle bir süre bana baktı ve tekrar söze girdi. ‘Uzağa, çok uzağa gidecek. Çok geçmeden yönetim kurulu için önemli birine dönüşecek. Onlar, yukarıdakiler yani Avrupa’daki konsey, böyle olmasını istiyor.’ İşine döndü. Dışarıdaki gürültü azalmıştı, dışarı çıkarken bir süre kapıda durdum. Sinek vızıltıları eşliğinde memleketine dönecek olan temsilci kırmızı suratıyla yarı baygın olarak uzanıyordu; diğeriyse defterlerine gömülmüş, doğru kayıtlar tutup muazzam ölçüde doğru işlemler yapıyordu. Kapının önünden beş metre yukarıda, ölümcül şehrin üzerindeki sessiz ağaçların tepelerini görebiliyordum.”
“Sonraki gün en sonunda şubeden ayrılma zamanım gelmişti. Altmış adamlık bir kervanla, iki yüz millik bir yolculuğa çıkacaktım. Size hepsini anlatmamın manası yok. Yollar… Yollar her yerde, bomboş bir yerin her tarafına yayılmış bir dizi çiğnenmiş patika, uzun yanık otlar, üzerinden, çalılıklar arasından, serin vadilerden, sıcaktan cayır cayır yanan kayalıklı tepelerden aşağı yukarı yollar. Üstüne yalnızlık, kimsesizlik, barakasızlık…
Buranın nüfusu çok uzun zaman önce çekip gitmiş. Hoş, envai çeşit tehlikeli silahı olan bir yığın esrarengiz adam Deal ve Gravesend arasındaki yollarda olduğu ve köylüleri yakalayıp ağır yüklerini onlara taşıttığı sürece, buralardaki tüm çiftlikler, yazlıklar çok yakında bomboş kalır sanıyorum. Fakat buralarda hiç konut da kalmamıştı. Yine de birkaç tane terk edilmiş köyden geçtim. Çim duvarların kalıntılarının, acınası biçimde çocuksu bir tarafı vardı.
Her gün, her biri otuz kilo taşıyan altmış çift çıplak ayağın sesi ve tepinmeleri vardı arkada. Çadır kur, yemek yap, uyu, çadırı kaldır, yola koyul. Ara sıra karşımıza üzerinde üniformasıyla yığılıp kalmış, yol kenarındaki otların üstünde, boş matarası ve uzun sopası yanında yatan bir kurye çıkıverirdi. Ortalıkta büyük bir sessizlik olurdu.”
“Sessiz gecelerde uzaktan bir davul sesi gelirdi; alçalıp yükselen, bazen muazzam bazen tuhaf, dokunaklı, davetkâr ve hoyratça bir ses. Belki de Hristiyan ülkedeki çan sesleriyle aynı derinlikteki anlamıyla. Önü iliklenmemiş üniformasıyla beyaz bir adamla karşılaştık, yanında silahlı ve yapılı Zanzibarlı korumalarıyla yol üzerinde kamp yapıyordu; misafirperver ve cömertti, elbette sarhoştu da. Yolların bakımını teftiş ettiğini söyledi bana. Ne bir yol gördüm ne de bakımını. Eğer üç mil ötede rastladığım orta yaşlı, başında kurşun deliği olan siyahi bir adam cesedi, kalıcı bir düzeltme olarak sayılmazsa elbette.
Beyaz bir yol arkadaşım vardı. İyi bir adamdı ama biraz şişman-caydı ve gölgeden ya da bir damla sudan kilometrelerce uzaktaki sıcak tepelerde bayılıvermek gibi çileden çıkartan bir alışkanlığı vardı. Adam kendine gelene kadar kendi ceketini şemsiye gibi onun kafasına germek sinir bozucuydu, anlatabildim mi? Bir defa dayanamayıp en başından buralara gelmekteki amacını sordum. ‘Para kazanmak için elbette, sen ne sandın?’ dedi küçümseyerek. Sonra ateşi çıktı, onu direkte sallanan hamağa taşımamız gerekti. Adam yüz kilodan fazla olduğundan nakliyecilerle devamlı münakaşa etmek zorunda kaldım. Taşımak istemiyor, kaçıyor, geceleri yükleriyle tüyüyorlardı. Tam bir isyan çıktı anlayacağınız. Neyse, İngilizce konuşarak nutuk çektim, el kol hareketlerimin hiçbiri beni izleyen altmış çift gözden kaçmadı ve ertesi sabaha hamağı adamla beraber dışarı taşımakla başladım. Bir saat sonra tüm meseleyi çalılara doğru devrilmiş olarak buldum. Adam, hamak, inlemeler, battaniyeler ve dehşet… O ağır hamak direği, adamın zavallı burnunun derisini kaldırmıştı. Adam birini bulup öldüreyim istedi ama ortalıkta nakliyecilerden eser yoktu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzhozef-konrad/karanligin-yuregi-69429475/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.