Harezm Güneşi – Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı

Harezm Güneşi – Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı
Mojgan Sheikhi
Hicri 362’de Harezm’in merkezi olan Kas’ta dünyaya gelen Ebu Reyhan-i Birunî, tüm hayatını bilgiye ve bilmediği şeyleri öğrenmeye adamış, dünyada bilim sahasına ilk keşif ve buluşlarla ışık tutmuş, fıkıh bilginidir. Parlak zekâsı sebebiyle daha küçük yaşta dikkati çeken Muhammed’in bir gün, ileride hocası olacak Ebu Nasır ile yolları kesişir ve Muhammed, artık Ebu Reyhan olarak anılacağı o şanlı yolculuğa ilk adımını atar. "Benim bu kadar gümüşe ihtiyacım yok. Bir ömür kıt kanaat geçindim, bu yaştan sonra da huylu huyundan vazgeçmez, yine böyle geçinirim. Dünya malının beni ilim öğrenmekten, araştırma yapmaktan ve en önemlisi de Allah’ı hatırlamaktan alıkoymasından korkarım."

Mojgan Sheikhi
Harezm Güneşi Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı

Mojgan Sheikhi, 1941 yılında İran’da doğdu. Gazeteci ve mütercim Sheikhi, ülkesinde İngiliz Dili ve Mütercimliği, Hollanda’da ise Hollanda Dili ve Edebiyatı alanında lisans eğitimi aldı. 1984 yılında ülkesinde yayınlanan Keyhan Çocuk Dergisi’nde çalışmalarına başlayan Sheikhi bugüne kadar çocuk, gençlik ve yetişkinlere yönelik iki yüz elliden fazla eser verdi. Bazı eserleri, televizyon programlarına uyarlandı, bazıları da film ve animasyon senaryolarında kullanıldı. Örneğin 2010 İran yapımı Rüzgar ve Sis adlı filmde kullanılan hikâyesi, 61. Berlin Film Festivali’nde Adalet ve Birlik ödülüne, ayrıca ülkesinde ilkokul ders kitaplarında okutulan bazı çalışmaları da Yılın Kitabı ve Pervin İtisami gibi prestijli ödüllere layık görüldü. Ulusal ve uluslararası pek çok ödüle sahip Sheikhi’nin, gerek ülkesindeki gerekse farklı ülkelerdeki çocuk ve gençlik edebiyatı festivallerinde jüri üyelikleri de bulunmaktadır. Hâlen ülkesinde çocuklara ve gençlere yönelik radyo ve televizyon programları icra eden ve aynı alandaki dergi ve vakıf bünyelerinde çalışmalarını sürdüren Sheikhi’nin eserleri bugüne kadar başta Türkçe, İspanyolca ve İngilizce olmak üzere pek çok dünya diline çevrilmiştir.
Nezahat Başçı, 1977 doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini Türkiye’de tamamladıktan sonra eğitimine İran’da devam etti. Kazvin Uluslararası İ. H. Üniversitesinde Fars Dili ve Edebiyatı alanında lisans yaptı. Aynı alanda Tahran Üniversitesinde yüksek lisans eğitimi aldı. Tahran Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünden Farsça Selim-name Metin-İnceleme teziyle doktorasını bitirdi. Türkiye’deki çeşitli yayınevlerince yayınlanmış çeviri ve derleme çalışmalarının yanı sıra İran ve Türkiye’de yayınlanmış bilimsel çalışmaları mevcuttur. Özellikle çocuk edebiyatı alanında eserler vermektedir. Hâlen Mardin Artuklu Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünde Dr. Öğretim Üyesi’dir.
Güneş henüz doğmamıştı ve köy derin bir uykudaydı. Horozlar ötmeye başlarken Muhammed kapının gıcırtısına uyandı. Gözlerini açtığında annesini odadan dışarı çıkarken gördü. Anne, her sabah erkenden kalkıp sabah namazını kıldıktan sonra dağa çalı çırpı toplamaya gidiyordu. Muhammed annesinin hasta olduğunu ve uzun süredir ayak ağrıları çektiğini biliyordu. Büyük bir hızla yataktan fırlayıp annesinin arkasından gitti.
“Anne bekle. Bekle lütfen, ben de gelip sana yardım etmek istiyorum.”
Annesi şefkatli gözlerle oğluna bakarak:
“Hayır, oğlum bugün olmaz. Zaten fazla uzak bir yere de gitmeyeceğim sen önce namazını kıl, daha sonra tavuk ve horozlara yemlerini verirsin. Ben de gecikmem zaten. Eve ve çocuklara göz kulak ol, tamam mı oğlum?”
Muhammed evin büyük oğluydu. On iki yaşlarındaydı. İki kız bir de erkek kardeşi vardı. Annesinin sözünü dinlemişti, geri dönüp yatağına uzandı. Köyleri, Restak adında Harezm şehrine yakın bir köydü. Oldukça sert bir iklimi vardı köylerinin. İlkbaharın ortaları olmasına rağmen hava epey soğuktu, yatağın sıcaklığı çok tatlı gelmişti Muhammed’e. Kardeşi ile birlikte keçi yününden yapılma kalın nevresimlerle dikilmiş büyük yün yorganın altında uyuyorlardı.
Dışarıda hafiften yağmur çiseliyordu. Muhammed ise sıcak yorganın rahatlığına bırakmıştı kendini bir kere. Evin içindeki ocağa yakın duran yorganın altından çıkmak istemiyordu. Odada dün geceden kalma türlü kokusu vardı. Uykusu kaçmıştı. Geçmişe daldı bir an: Çok küçükken babasını kaybetmişti. Babasını hayal meyal hatırlıyordu. Büyüdükçe yüreğinde babasının boşluğunu daha fazla hissediyordu.
Muhammed abdest alıp namazını kıldıktan sonra sıcak yatağına geri döndü. Yorgan sıcacıktı. Yorgana sarıldı ve yüzüne kadar çekti uyumak için. Ancak bahçedeki horozlar izin verir mi? Her saniye daha fazla ötüyorlardı. Karınları açtı belli ki. Muhammed yerinden kalktı hemen: “Uyutmayacak bu hayvanlar beni. Kümesi birbirine katmışlardır şimdi. İyisi mi yemlerini verip geleyim.” dedi.
Yün abasını üzerine atarak kümese gitmek için dışarı çıktı. Evin üst balkonundan köye şöyle bir baktı. Yaşadıkları yer, sınırsız bir çölün ortasında cansız duruyordu. Köy, Harezm yakınlarındaki geniş Gaz(ne) çölünün kuzeyindeydi.
Evlerinin yakınlarında bir su değirmeni vardı. Köy, etrafı toprak duvarlarla çevrili kare şeklinde bir yerleşimdi. Köyün etrafını talancı kabilelerden korunmak için yüksek duvarlarla örmüşlerdi. Talancılar, köyün güney tarafından saldıracak olursa köy halkından bazıları saldırıyı haber vermek için davul vuruyor, bağırarak diğerlerini haberdar ediyorlardı. Köy ahalisi ise ellerinde tırmık, orak ve kürekler, yanlarına kızgın yağ ve su kazanlarını da alarak köyün yüksek duvarları üzerine çıkıyor ve köylerini talancıların saldırılarından korumaya çalışıyorlardı. Birbirlerine elden ele uzattıkları kızgın su ve yağ kazanlarını köylerine saldırmakta olan yağmacıların üzerine döküyorlardı.
Köyün dört köşesinde yüksek burçlar inşa etmişlerdi. Duvarlarda küçük pencerelere benzer gözetleme yerleri vardı. Saldırı esnasında köyün erkekleri gözetleme yerlerine çıkıp oradan haramilere ok yağdırıyordu.
Köy evleri genelde bir veya iki odalıydı. Evlerin balkonu odalara bitişikti ve bahçeden yaklaşık bir metre daha yüksekti. Muhammedlerin evi de aşağı yukarı böyle bir evdi. Bahçesi büyüktü. Evlerinin bahçesinde bir havuz vardı. Bahçenin bir köşesinde ambar, diğer köşesinde de ahır ile kümes vardı.
Muhammed annesinin sürekli ekmek pişirdiği tandırın yanından geçerek kümese doğru yürüdü. Tavuk ve horozlara yem verirken gözü çamurdan bir yumurtaya ilişti. Eğilip aldı. “Kesinlikle rüzgâr getirmiş olmalı. Bugüne kadar çamurdan bir yumurta görmedim.” dedi kendi kendine ve yumurtayı cebine koydu. Çamurdan yumurtanın ne olduğunu öğrenmek için Rumî[1 - El-sidne, El-Mısriye Darul Kutub el yazması. 3014 L. 17. Ebu Reyhan bu kitapta şöyle der: “Ben genç bir delikanlı iken şehrimizde bir Rumî yaşardı. Tohum, meyve, yeşillik ve bu tür şeyler getirir kendisine gösterirdim. Rumca adlarının ne olduğunu sorardım kendisine ve bana söylediklerini aynen yazardım.”] hocasına soracaktı. Muhammed, tohum, meyve ve ne kadar bitki varsa bunların Rumca adlarını Rumî hocasına sorar, isimlerini ve özelliklerini yazardı. Mektepte okuma yazma öğrenmişti. Şimdilerde ise hocasından meyve ve sebzeler üzerine dersler alıyordu.
Tavuk ve horozlara yemlerini bir güzel verdikten sonra ahıra yöneldi. Koyun ve keçiler dışarı çıkmak için sabırsızlanıyorlardı. Ahırın kapısını açarak; “Gelin dışarı bakalım… Şimdi sıra sizde, beraber kırlara gidelim.” dedi.
Ardından kavalını cebine koydu ve koyunların peşinden yola koyuldu. Çok gitmemişti ki uzaktan annesinin geldiğini gördü. Anne sırtında çalı çırpı ve odunlarla eve doğru geliyordu. Muhammed annesine yardım etmek için ona doğru koştu. Annesinin sırtındakileri almak istedi fakat annesi izin vermedi buna. Sırtındakilere daha bir asıldı. Ardından oğlunun başını okşayarak, “Sen koyunları otlatmaya götür oğlum. Hem eve de vardım sayılır. Bunları kendim götürürüm. Tavuk ve horozların yemlerini verdin mi?” dedi.
“Evet.”
“Kahvaltını yaptın mı peki? Yedin mi bir şeyler?”
Muhammed içine ekmek sardığı bezi çıkarıp annesine gösterdi: “Yanımda götürüyorum anneciğim, yolda bir yerlerde yerim.”
“Peki öyleyse, dikkatli ol… Bitki, ot toplama bahanesiyle uzaklara gitme sakın.”
“Gitmem anne merak etme sen. Hadi hoşça kal.”
Muhammed koyunların ardı sıra gitti. Annesi Muhammed’in ilim aşkını ve ilmî konulara ne kadar meraklı olduğunu biliyordu. Hocasına olan düşkünlüğünden de haberi vardı. Ona karşı saygıda asla kusur etmezdi. Hocasına her gün türlü türlü bitkiler, az bulunur otlar götürürdü. Bitki ilmine merak sarmıştı.
Annesi bir an durdu ve koyunları otlatmaya götüren oğluna baktı. En büyük oğluydu. Zayıf, ince bir yapısı vardı. Kendisi gibi o da esmerdi. Boyu posu yaşından küçük gösteriyordu. Kartal burunluydu. Zeytin siyahı gözleri, etkileyici bakışları vardı. Alnı genişti. Zeki mi zekiydi. Hafif kıvırcık, gür siyah saçları vardı. Uzun gömleğini eski olmasına rağmen temiz tutmaya özen gösterirdi. Gömleğinin üzerine aba giyerdi. Başına uyku külahı giyer etrafına da beyaz renkli sarık sarardı. Yanından kitap eksik etmezdi. Bulduğu her fırsatta açar kitabını okurdu.
Muhammed’in babası vefat etmiş annesi dört yetimle beraber hayata tutunmaya çalışıyordu. Muhammed, elinden geldiğince işlerinde annesine yardım ediyor, bir an olsun onu yalnız bırakmamaya çalışıyordu.
Annesi derin bir ah çektikten sonra sırtındakilerle beraber eve doğru yürüdü. Otuz iki yaşlarında esmer, küçük minyon yapılı bir kadındı. Zorlu hayat şartlarından ötürü yaşından oldukça büyük göstermesine rağmen yine de güzelliğinden pek bir şey kaybetmemişti.
Komşu kadın kendisini görmüştü:
“Kolay gelsin Kevkeb Hanım! Bel ve ayak ağrılarına aldırış etmeden yine sırtlanmışsın bunca yükü.”
Annesi evin, Muhammed de kırların yolunu tuttu. Koyunlar gidecekleri yolu iyi biliyor, ağır ağır ilerliyorlardı. Arkalarında da Muhammed vardı. Koyunların arkasından giderken bir yandan da kitabını açmış okuyordu. Eline geçirdiği her kitabı okurdu. Özellikle de matematik ve gök bilimi ile ilgili kitapları hiç kaçırmazdı.
Yaz geceleri hava açık ve gökte yıldızlar varken dışarıda uyumayı çok severdi. Saatlerce gökyüzünü, yıldızları ve gezegenleri izler onlar üzerine kafa yorardı. Yaz gecelerini çok severdi, çünkü geç saatlere kadar gökyüzünü izler, gökte ne tür şeylerin olduğunu düşünürdü.
Muhammed altı yaşından itibaren mektebe gitmiş şimdilerde ise on iki yaşlarına gelmişti. Artık rahatlıkla yazıp okuyabiliyordu. Kur’an-ı Kerim’i okumayı da öğrenmişti. Arapça yazabiliyordu zorlanmadan. Küçüklükten itibaren güçlü bir hafızaya sahipti. Epey bir zaman olmuştu okuma yazmayı öğreneli. İlmî konulara merakı vardı ve merak ettikleri hakkında araştırma yapmak ona müthiş zevk veriyordu. Bu yüzden de kendisine ilim öğreten bir öğretmeni olmasından da son derece mutluydu.
Hocası bitki türlerini incelemek için köylerine gelmişti. İyi bir bitki bilimcisiydi. Kelimenin tam anlamıyla bir âlimdi ve köy halkı kendisine son derece saygı duyuyordu.
Muhammed çoğu zaman koyun ve keçileri bozkıra götürürken hocasını orada araştırma yaparken görürdü. Hocası Harezm’in yeşil bozkırlarında yürüyor, çeşitli bitki örnekleri toplayarak onlar üzerinde araştırma yapıyordu. Hocasını yine böyle bir anda bozkırda araştırma yaparken tanımıştı. Hoca yeni tanıdığı bu küçük dostunun çok akıllı biri olduğunu hemen anlamış, onu öğrenciliğe kabul etmişti. Hem Muhammed, bir çobandı ve dağda bayırda bulacağı çeşitli bitki türlerini kendisine getirebilirdi. Hocası bitkilerin bilimsel adlarını ona öğretiyor, gerekli açıklamaları yapıyordu. Muhammed ise bulduğu her bitki türünden, biri kendisi için biri de hocası için olmak üzere iki tane toplamaya son derece önem veriyordu.
Muhammed ağır aksak koyunların ardı sıra gidiyordu. Derken yemyeşil geniş bir ovaya vardılar. Koyun ve keçiler otlamaya, Muhammed ise bitki toplamaya başladı. Uzaktan hocasını gördü. Hocası sabah erken saatlerde, tan yeri ağarmadan bozkırlarda yürümeyi ve gördüğü bitki türlerini toplamayı çok severdi. Hocası Muhammed’i görünce tebessüm ederek kendisine el salladı.
Uzun boyluydu. Kumral saçları ve açık kahverengi gözleri vardı. İnce dudaklı, geniş alınlıydı. Uzunca sayılabilecek, çekik burunluydu. Ciddi bir yüz ifadesi vardı ama şefkatli bir hocaydı. Muhammed hocasını görmekten son derece mutlu olmuştu. Sevinçle hocasına selam vererek yanına doğru yürüdü. Topladığı bitkileri hocasına verdi: “Hocam bu bitkileri sizin için topladım. Hepsi birbirine benziyor. Hepsi bir bütünün parçası.” dedi.
Hocası güldü: “Benden daha fazla bitki toplamaya merak saldın evlat! Bu güzel sabah vakti, böylesine güzel bitkileri nereden buldun böyle?” dedi. Ardından Muhammed’in kendisine verdiği bitkilere baktı dikkatle. Şaşırmıştı. Muhammed’e döndü birden: “Bu bitkilerin bir bütünün parçaları olduğunu nereden anladın?” diye sordu.
“Yaprak sayılarından ve dallarındaki yeşil halkalardan efendim.”
O güne kadar Muhammed’e bitki kısımlarını öğretmemiş olan hocası onun bu cevabına çok şaşırmıştı. Muhammed sözlerine kaldığı yerden devam etti:
“Sizin bitkilere ait parçaları ayrıştırma metodunuzdan yararlandım efendim.”
Hoca, Muhammed’in sandığından daha zeki ve akıllı olduğunu anlamıştı. Böylesine akıllı bir öğrencisi olduğu için kendisiyle gurur duydu. Son derece mutlu olmuştu. Artık Muhammed’e daha fazla şey öğretmenin vakti geldi, diye geçirdi içinden.
Muhammed ile hocasının çok zengin bir bitki koleksiyonları vardı. O gün de tıpkı diğer günlerde olduğu gibi otlamakla meşgul olan koyunların yanında oturarak bitki türleri ve bilimi ile ilgili konular üzerine konuştular. Hocası kendisine bazı tohumlardan söz ediyordu. Bu tohumları öğrencisine göstermek istemişti. Yerden kalkıp söz konusu tohumlara doğru yürüdüler.
Muhammed bozkırdan eve dönmüştü. Eve geldiğinde annesinin sırt ağrıları içerisinde kıvrandığını gördü. Kardeşi Mahmut’a dönerek, “Yarın koyunları otlatmaya sen götür, ben annemle birlikte koruluğa gideceğim.” dedi.
Sonraki günün sabahı Muhammed annesiyle birlikte odun, çalı çırpı ne bulsalar toplamak için koruluğa gitti. Çalılıklar arasında gezerken bile gözü bitki türlerini arıyordu. Yeni bitkiler bulabilir miyim, diye gözünü dört açmıştı. Koruluğun ortasına geldiklerinde odun toplamaya başladılar. Ansızın, yaprak ve odun parçaları arasında duran büyük bir elmas parçası gördü. Parlaklığı ve güzelliği göz kamaştırıcıydı. Muhammed böylesi mükemmel bir cismi ilk kez görüyordu. Heyecanlanmıştı. Elması yerden alıp gözüne yaklaştırdı. Elmasın içinden etrafına, ağaçlara ve bitkilere baktı.
Annesi başını kaldırdığında oğlunu gördü. Toplamış olduğu odunları sırtından atarak korkmuş bir hâlde oğluna doğru koştu. Oğlunun elinde duran elması kaptığı gibi uzağa fırlattı. Sinirlenmiş ve korkmuştu. Oğluna, “Neden dokundun ona Muhammed? O elmasların zehirli olduğunu bilmiyor musun? Tehlikeli oğlum onlar. Şimdi koş hemen ellerini güzelce bir yıka bakayım!” dedi.
Muhammed annesi daha fazla sinirlenmesin diye hemen yakınlarda akmakta olan küçük dereye koştu ve ellerini bir güzel yıkadı. Ancak bazı şeyleri annesine söylemeden de edemedi:
“Neden zehirli olsun anneciğim? Kim söylüyor elmasların zehirli olduğunu? Elmas cam gibi bir şeydir, neden zehirli olsun ki? Ben onların zehirli olduğuna inanmıyorum!” dedi.
Annesi daha fazla sinirlenmişti.
“Bir daha böyle laflar duymayayım sakın. Öteden beri herkes bilir ki elmaslar zehirlidir. Biz babalarımızdan onlar da babalarından duymuş bunu. Şimdi ise sen kalkmış bunun doğru olmadığını söylüyorsun. Ellerini iyice yıka bir daha da böyle konuşma!”
Muhammed başka bir söz daha etmenin yararı olmayacağını anlamıştı. Ne derse desin annesi inanmayacaktı. Ama o da annesinin dediklerine inanmamıştı. Topladıkları çalı çırpı ve odunlarla eve döndüler. Ancak Muhammed’in aklı görmüş olduğu o elmasta ve elmasın sırrında kalmıştı.
Günlük işlerini bitirmişlerdi. Güneş batmak üzereydi. Muhammed, annesine görünmeden koruluklara koştu. Elması gördükleri yere vardığında etrafı karış karış aramaya başladı. Sonunda elması yaprakların arasında buldu.
Bir süre öylece baktı elmasa, “Bu elmasın zehirli olmadığından adım gibi eminim. Bunu, günün birinde herkese ispatlayacağım.” dedi kendi kendine.
Elması yanında getirdiği küçük testiye koydu ve testinin ağzını da toprakla doldurdu. Elindeki çubukla toprağı eşeledi, testiyi toprağa gömdü. Üzerini toprakla bir güzel örttükten sonra, “Bir gün, elmas zehirlidir diyen atalarımızın sözünün ne kadar yersiz bir inanç olduğunu herkese kanıtlayacağım. İnsanlar şu hurafe ve batıl inançlarda ne buluyor, anlamıyorum.” dedi kendi kendine.
Ardından eve geri döndü. Annesine hiçbir şey söylemedi.
Elmasın zehirli oluşuna inanmaktan başka hurafeler de vardı köy halkı arasında. Örneğin havanda sarımsak dövmenin yağmur yağmasına neden olacağına inanılıyordu. Akşam öten horoz uğursuzluk getirirdi köy halkına göre. Dolayısıyla vakitsiz öten horozun başının kesilmesi elzemdi. Aynı şekilde köpeklerin gece havlaması da uğursuzluk sayılıyordu. Bu uğursuzluğun def edilmesi için de kapı önlerindeki çarıkların ters bırakılması lazımdı. Yılanın gözü zümrüdü görecek olsa zümrüt su olup erirdi ve daha neler neler…
Muhammed yatağına uzanmış gözünü tavana dikmişti. Düşüncelere dalmıştı. Kendi kendine:
“Bir gün tüm bu batıl düşünce ve hurafelerin boş ve anlamsız olduğunu ispat edeceğim. Zira bu tür inançların hepsi doğa kanunlarına aykırı şeylerdir.” diyordu.
***
Sıcak bir yaz günüydü. Koyunlar ovanın ortasında otlarken Muhammed de ağacın altında oturmuş kitabını okumakla meşguldü. Arada bir kavalını üflüyor, sonra tekrar kitabını okumaya devam ediyordu. Sürekli bir şeyleri not alıyordu. Yanında da bir sürü kurumuş bitki ve ot vardı.
Öğle olmuştu ve hava her zamankinden daha sıcaktı. Muhammed ağacın gölgesinde oturmasına rağmen, havanın sıcaklığından dolayı sürekli yüzünü suyla yıkıyor, böylelikle az da olsa serinlemeye çalışıyordu. Hava o kadar sıcaktı ki ılık bir rüzgâr dahi esmiyor, yaprak bile kımıldamıyordu. Kuşlar, haşereler, sürüngenler, kısacası etrafta ne kadar hayvan varsa sıcaktan bunalmış, ağaçların gölgesine sığınmışlardı.
Muhammed okumaya dalmıştı. Birden uzaktan gelen bir atın toynak seslerine kulak verdi. At dörtnala Muhammed’e doğru koşuyordu. Derken iyice ona yaklaştı. Önünde durarak, “Kolay gelsin genç adam, susuzluktan çatlayacağım yanında içecek suyun var mı?” diye sordu atlı.
Muhammed merakla atlıya baktı. Şimdiye kadar onu civarda görmemişti. Yabancıydı, üzerindeki temiz ve güzel elbiselerinden önemli bir şahsiyet olduğu anlaşılıyordu. İri yapılıydı, siyah dalgalı saçları, esmer ve çekici bir teni vardı. Atın üzerinde oturmasına rağmen uzun boylu olduğu belliydi. Atlının saygın ve sevimli yüzü Muhammed’i etkilemişti. Yüzünde ve tavırlarında gurur ve büyüklük ifadesi vardı.
Dudakları susuzluktan kurumuştu. Uzun zamandır at üzerinde yolculuk yaptığı her hâlinden belliydi. Muhammed hemen yanındaki su testisinin ağzını açtı ve yanındaki tası suyla doldurdu. Atlı hayret ve şaşkınlık içinde Muhammed’e bakıyordu. Muhammed yanında bulunan kuru bitki ve otlardan bir miktar ufalayarak suyun üzerine serpiştirdi ve içmesi için bardağı atlıya uzattı. Atlı merak ve hayretle Muhammed’in suyun üzerine serpiştirdiği otlara baktı ardından, “Bu bitki ve otlar da neyin nesidir? Onları neden suyun üzerine serpiştirdin? Yoksa sen de bazıları gibi batıl inançlara mı sahipsin?” diye sordu Muhammed’e.
Muhammed gülümseyerek söze başladı: “Hayır batıl inançlarla ilgisi yok. Siz önce suyu için, ben daha sonra size gerekli açıklamayı yaparım. Suyun üzerinde zararlı bir şey yok. Korkmayın. Kurumuş ot ve bitki sadece. Büyük zorluklarla onları toplayıp kuruttum.” dedi.
Muhammed’in o siyah ve büyülü gözleri atlıyı etkilemişti. Tası yavaşça dudaklarına götürdü ve başına dikti. Suyun üzerindeki ot ve bitki parçacıklarından dolayı sürekli suya üflemek zorunda kalıyordu. Her üflemesinde otlar kenara gidiyor azıcık içmeye başlayınca hepsi tekrar tasın ortasında toplanıyordu. Sudan sadece küçük yudumlar alabiliyordu.
Atlı suyu her yudumladığında, Muhammed de büyük bir hayranlıkla onu seyrediyordu. Nihayet yolcu suyu büyük bir sabırla içti ve sonra tası Muhammed’e uzattı ve söze başladı:
“Ellerine sağlık genç adam, su çok tatlı ve serindi. Evet, şimdi bana söyle bakalım yaptığın bu işte ne hikmet vardı?”
Muhammed su tasını kenara bıraktı ve başladı anlatmaya: “Siz buraya kavuştuğunuz zaman çok terlemiştiniz ve sıcaktan kavrulmuş gibiydiniz. Uzun zamandır at üzerinde yolculuk yaptığınız her hâlinizden belliydi. Eğer suyu bir defada içseydiniz midenizi üşütürdünüz. Suyu bir yudumda içmeyin diye öyle yaptım, sağlığınız için yani!”
Yabancı, Muhammed’in zekâsı ve bilgisi karşısında şaşırmıştı. Ama zahiren onu sıradan, köylü bir çocuk sanmıştı. Dikkatle yüzüne baktı: “Öyle görünüyor ki sen çok akıllı ve bilgili bir çocuksun. Söyle bakalım ismin ne senin?”
“Muhammed ibn-i Ahmet.”[2 - İbn, Arapça’da oğul demektir. Yani Ahmet oğlu Muhammed. (ç.n.)]
Yolcu atından aşağı indi. Büyük bir istek ve zevkle Muhammed’in kuruttuğu bitkilere ve otlara baktı. Birbirine benzeyen bitkileri bir araya koymuş hepsini ayrı ayrı demetler hâlinde yan yana dizmişti. Yolcu yerde duran bitkilerden bir demet aldı: “Bu otlar ve bitkiler nedir böyle? Ne de güzel demetleyip dizmişsin!” dedi.
Muhammed hocasından öğrendiği şekilde onları usulüne göre sıralayarak yan yana dizmişti.
Adamın gördüğü her bitki için ayrı ayrı ve çok geniş açıklamalarda bulundu. Hepsinin Yunanca isimlerini de tek tek yolcuya söyledi.
Yabancı yolcu, Muhammed’in bitkilere ve bitki ilmine bu kadar ilgi ve merak duymasından son derece heyecanlanmıştı:
“Sen ne kadar meraklı bir gençsin böyle? Çobanlık yaparken bile öğrenmekten kendini alıkoymuyorsun belli. Benimle birlikte dergâhıma gelmeni istiyorum. Büyük bir zevkle elimde bulunan bütün imkânlardan yararlanarak sana bildiğim bütün ilmi öğretmek isterim. Kuşkusuz gelecekte çok meşhur ve ünlü bir âlim olacaksın, bunu yüzünden okuyabiliyorum!” dedi.
Muhammed bir süre yolcuya öylece baktı. Uzun bir sessizlikten sonra nihayet konuştu: “Sizin dergâhınıza mı geleyim dediniz? Ama ben sizi hiç tanımıyorum ki! Kim olduğunuzu ve ne iş yaptığınızı, hatta nereden geldiğinizi bile bilmiyorum.” dedi.
Yolcu sevecen bir yüz ifadesiyle Muhammed’e baktı;
“Ben Ebu Nasır Mensur ibn-i Irak’ım. Belki şimdiye kadar bir yerlerden ismimi duymuşsundur.”
Muhammed kulaklarına inanamamıştı! Karşısında kendisiyle o kadar samimi ve içten konuşan adam, Ebu Nasır Mensur ibn-i Irak olamazdı! İsmini epeyce bir duymuştu, üstelik onu gayet iyi tanıyordu. Aslında herkes onu tanırdı. İsmi sohbet arasında geçecek olsa herkes büyük saygıyla, hürmetle anıyordu onu. O, ünü dört bir yana yayılmış, meşhur matematikçi ve astrolog Ebu Nasır Mensur ibn-i Irak’tı. Etrafında onu tanıyan bilen herkes fazlasıyla ona saygı duyuyordu. Ebu Nasır, Harezmşah’ın yeğeniydi. Kas şehrindendi. Amcası Harezmşah’ın isteği üzerine Harezm’in kuzey bölgesini yönetiyordu.
Muhammed, Ebu Nasır’la karşılaşmaktan son derece mutlu olmuştu. Muhammed’e harika bir öneride de bulunmuştu Ebu Nasır. Dergâh veya medresede ilim öğrenmek müthiş olurdu. Ebu Nasır’ın bu teklifiyle Muhammed sevinçten uçacak gibi olmuştu. Ama içinde bulunduğu şartlar bu teklifi kabul etmesine engel oluyordu. Bir taraftan Ebu Nasır’ın teklifini düşünürken bir taraftan da gözünün önüne annesinin sırtında çalı çırpı taşıdığı hâli geldi. Ebu Nasır’a:
“Ben annemin büyük oğluyum ve benim ona ev, bahçe gibi günlük işlerinde yardımcı olmam gerekiyor. Bensiz hayat onun için çok zor geçer.” dedi.
Ebu Nasır, Muhammed’in başını okşadı sevgiyle: “Görev ve sorumluluğunu bilen bir çocuk olduğun belli ama sen bu konuyu merak etme. Ben senden Harezm’e gelmeni istediğim zaman bütün bunları da düşündüm. Ailenin giderlerini de ben temin edeceğim. Öyle ki asla senin yokluğunu hissetmeyecekler. Sen orda ilim öğrenirken tüm masraflarını ben karşılayacağım.” dedi.
Muhammed konuyu annesine açacaktı. Ertesi gün de Ebu Nasır, Muhammed’i göndereceği bir elçisiyle yanına aldırtacaktı. Sohbetten sonra Ebu Nasır ile Muhammed birbirlerinden helallik dileyerek ayrıldılar. Ebu Nasır aceleyle oradan uzaklaştı. Yolda giderken de kendi kendine söyleniyordu: “Kesinlikle bu çocuk gelecekte çok büyük bir âlim olacak!” Muhammed ise kendisini parlak bir geleceğin beklediğini düşünerek kavalını üflemeye devam etti.
O gün öğleden sonra Muhammed her zamankinden daha erken koyunları eve götürdü. Annesi, Muhammed’in eve erken gelmesine çok şaşırmıştı. Yüzünde bir heyecan ve şaşkınlık ifadesi belirmişti ve ne yapsa o ifadeleri gizleyemiyordu. Büyük bir merakla oğluna sordu: “Ne oldu Muhammed? Bir şey mi var oğlum?”
Muhammed gülerek cevap verdi annesine: “Evet anneciğim çok güzel bir şey oldu. Hayatımın en güzel tesadüfüyle karşılaştım bugün.” dedi. Sürüyü ağıla doğru sürerken, bir yandan da annesiyle konuşmasına devam ediyordu: “Demek ki ben Allah’ın sevgili kuluyum anneciğim. Neden mi diyeceksin? Çünkü karşıma Ebu Nasır gibi birini çıkardı da ondan!”
Annesinin merakı az da olsa gitmişti, fakat tekrar soru sormaya devam etti: “Ne tesadüfünden bahsediyorsun oğlum? Ne oldu? Ebu Nasır Mensur neredeydi? Daha açık anlat bakalım şu meseleyi de anlayalım ne olup bittiğini.” dedi.
Muhammed o gün başından geçenleri tek tek annesine anlatmaya başladı. Annesinin gözleri mutluluktan, gururdan parlıyordu. Elleri heyecandan hafifçe titremeye başlamıştı. Muhammed’e bakarak: “İnanamıyorum oğlum! Çok şükür Rabb’ime her zaman en iyi yerlerde eğitim görmeni, büyük muallimlerden ders almanı istiyordum. Bu Allah’ın takdiri işte oğlum bak karşına Ebu Nasır’ı çıkarttı. Kesinlikle onun yanına gitmelisin yavrum.” dedi.
O gün Muhammed vedalaşmak için diğer hocasının yanına gitti. Hocası olup bitenleri Muhammed’den duyunca büyük bir memnuniyetle gülümseyerek, “Mutluluk verici bir olay bu oğlum! Sen kendi başına da bitki ilminde fazlasıyla bilgiye sahipsin. Artık başka ilimleri de öğrenme vaktin geldi sayılır. Kaçırılmaz bir fırsat bu, bence sakın kaçırma! Sendeki ilim ve bilgiye duyduğun ilgi ve alakayı bildiğim için söylüyorum; sen gelecekte çok iyi bir âlim olacaksın, bundan şüphem yok. Hem zaten ben de araştırmalarım için bir iki aylığına başka bir yere gitmeye karar vermiştim.” dedi.
***
Ertesi gün Ebu Nasır tarafından gönderilen atlı Muhammed’i götürmeye geldi. Muhammed elinde bohçasıyla, temiz kıyafetlerini giyinmiş bir vaziyette bahçenin köşesinde oturmuş, Ebu Nasır’ın göndereceği kişiyi bekliyordu. Bütün vücudunu heyecan kaplamış, tatlı bir ıztırap içindeydi. Atlının gelmesiyle Muhammed annesinden helallik diledi, erkek ve kız kardeşleriyle vedalaştıktan sonra evden çıktı. Evin önünde kendisini bekleyen atlı, Muhammed’in binmesi için yanında yedek bir at daha getirmişti. Ayrılık vakti gelmişti, çok zor bir andı. Muhammed güçlükle annesinden, evinden ve de köyünden kopup gidecekti. Henüz Muhammed gitmemişti ama annesi daha şimdiden özlemlere boğulmuştu bile. Elleriyle oğlunun başını okşadı: “Hadi yavrucuğum git. Seni Allah’a ısmarlıyorum. İçimden bir ses senin emin ve güvenilir bir yere gideceğini söylüyor. Allah’a emanet ol oğlum, yolun açık olsun.” dedi.
Muhammed’in vücudunu büyük bir heyecan sarmıştı. Bir yandan da içini acı bir burukluk kaplamıştı. Ebu Nasır tarafından gönderilen elçiyle beraber yola koyuldular. Annesi, erkek ve kız kardeşleri kapının önünde durmuş, onu uğurluyorlardı. Muhammed sürekli arkasına dönüyor, geride bıraktıklarına bakıp bakıp duruyordu, onlar da Muhammed’e tabii. Durmadan birbirlerine el sallıyorlardı. Nihayet Muhammed ile elçi sokağın köşesini dönünce artık ailesi gözden kaybolmuştu, onları göremiyordu. Muhammed, Ebu Nasır’ın gönderdiği elçiyle birlikte hayvanların geçtiği dar patika yollardan giderek dönemeçli tepelerden, düz ovalardan ilerliyorlardı. Sanki Harezm’in yeşil ovalarıydı geçtikleri yerler. Vakit öğlene yaklaşmıştı ki uzaktan Kas şehrinin evleri, ağaçları görünmeye başladı.
O dönem Harezm şehri iki kısma ayrılmıştı: Curcaniye ve Kas. Bu iki şehri birbirinden ayıran ise Ceyhun nehriydi. Curcaniye, Gerganic ya da Urgenc nehrinin doğusunda yer alıyordu. Kas ise batı kısmında bulunuyordu. Her iki şehir de ayrı devletlere bağlıydı. Curcaniye valisi Memun ibni Mahmut’tu. Kas ise Ebu Abdullah Harezmşah ile yeğeni Ebu Nasır Mensur tarafından yönetiliyordu. Her iki hanedan da Âl-i Irak soyundan geliyordu.
Kas şehri, Curcaniye şehrinden daha güzel ve bakımlıydı. Bu şehir Ceyhun nehrinin sağ sahil tarafına biraz uzaktı. Nehrin bir kolu şehrin içinden geçiyordu. Geçtiği güzergâhı yemyeşil ve bayındır kılıyordu nehir suları.
Harezm tarıma elverişli bereketli toprakları olan, ekildikçe ürün veren bir bölgeydi. Orada yetişen sebze, meyve ve tarım ürünü ne varsa komşu bölgelere, yabancı memleketlere gönderiliyordu. Pamuk, yün ve buna benzer ihtiyaç ürünlerini satan Harezmliler kazandıklarıyla zengin olmuşlardı âdeta. Koyun, keçi ve inekleri, eşsiz güzellikteki yaylalarda otluyor, semirdikçe semiriyorlardı. Etleri ve yünleri uzak yakın pek çok bölgeye yollanıyordu. Bu da ayrı bir kazanç sayılırdı Harezmliler için.
Her yıl Rus ve Bulgar tacirler tilki, samur, kunduz, sincap gibi farklı hayvanların kürklerini Harezm’e getiriyorlardı. Kürkleri satın alan Gerganic ve Kas şehrinin usta terzileri o kürklerden farklı modellerde elbiseler dikiyorlardı. Tilki, dağ keçisi, zebra gibi yaban hayvanlarına ait deriler ayrıca kitap kaplamada da kullanılıyordu. Kitap ciltlerine sürülen mumlar, çeşitli ağaçların kabukları ile destekleniyor böylelikle kitabın uzun yıllar çürümeden kalması sağlanıyordu. Deriler savaş aletlerinde de kullanılıyordu.
Balık dişi, güzel kokuların ham maddesi olan amberler, miskler, gürgen ağacının dalları, bal, fındık, kılıç, zırh, yay, üzüm, çiğde, susam, kilim, pamuklu ve ipekli kumaşlar, atmaca, şahin vb… Tüm bunlar büyük ve küçük gemilerle Harezm diyarından dünyanın başka bölgelerine yollanıyordu.
Muhammed ve beraberinde ona rehberlik eden elçi şehrin pazarına yaklaşmışlardı. Kas şehrinin pazar yeri nehrin iki tarafında yer alıyordu. Nehrin bir kısmı şehrin ortasından akıyordu. Muhammed uzaktan şehrin kalesini gördü. Kalenin yarısı yıkılmıştı. Elçi, Muhammed’e açıklama gereği hissetmiş olacak ki, “Nehir sularının önüne kurulan setlerle su yataklarında inşa edilen limanlardan ötürü nehir kabarıp taştı. Bu taşmanın etkisiyle de gördüğün gibi kalenin bir kısmı yıkıldı.” diyordu.
Şehrin büyük pazarında çeşit çeşit malların bulunması Muhammed’in ilgisini çekmişti. Erzak dolu çuvallar, meyve sepetleri, ipek kumaşlar, ipek ip yumakları, küçük büyük balıklar, amber ve daha birçok farklı ürün Kas pazarının ne kadar zengin olduğunu gösteriyordu. Muhammed ise ilk kez bu kadar farklı ürünü bir arada görmüştü. Meraklı gözlerle pazardaki rengârenk ürünlere bakıyordu.
Pazarın hemen hemen her yerinde bal satıcılarını görmek mümkündü. Her bal satıcısı kendi balının daha lezzetli olduğunu ispatlamanın gayreti içerisindeydi. Adamın biri önüne keskin kılıçları indirmişti. Ve o sırada da başka bir adam eğilmiş kılıçların keskinliğine bakıyordu. Kendisi için iyi ve güzel bir kılıç almak istediği belliydi. Başka birisi de yırtıcı av atmacalarını ve eğitilmiş şahinleri elleri ve omuzları üzerine koymuş, insanların kendi elleriyle eğittiği bu hayvanları görmesini sağlıyordu. Satışa çıkarmıştı o heybetli hayvanları. İri fındıklar pazarın her tarafında kendini gösteriyordu. Keten bezler, keçe kumaşlar fazlasıyla vardı.
Elçi ve aynı zamanda yol gösterici olan adam, Muhammed’in şaşkınlığını ve hayretini görünce: “Bütün bu gördüklerin Harezm’den farklı bölgelere, değişik şehirlere gönderiliyor. Ayrıca buranın kavunu da oldukça lezzetlidir. Çok meşhurdur kavunumuz, bu bölgede kavun deyince akla ilk Kas şehri gelir.” dedi.
Pazarın doğu tarafında bulunan kapıdan içeri geçtiler. Dört köşeli meydana vardılar. Meydanın sağ tarafında kocaman bir cami vardı. Cami o kadar güzel ve görkemliydi ki siyah taşlardan yapılma sütunları hemen göze çarpıyordu. Meydanın diğer tarafında, yani tam olarak caminin karşısında Ebu Nasır Mensur’un külliyesi bulunuyordu. Külliye, Gülistan Sarayı adıyla da meşhurdu. Saray kocaman güllük gülistanlık bir bahçenin tam orta yerinde duruyordu. Bahçenin hemen kenarında bir medrese vardı. Sultaniye Medresesi olarak biliniyordu burası. Orada ülkenin dört bir yanından gelen öğrencilere ilim öğretiliyordu.
Elçiyle Muhammed beraber bahçeye girdiler. Güzel taşlık bir yolda ilerleyerek medreseye doğru yürüdüler.
Taşlık yolun her iki tarafında kocaman ağaçlar, onların altında da rengârenk güller, çiçekler yer alıyordu. Kaldırım taşlarıyla döşenmiş yol saraya doğru gidiyordu. Saray büyük bir binaydı ve yedi kümbeti vardı. Onu feleğin yedi kümbeti olarak adlandırıyorlardı. Sarayın tam ortasında duran, üstü ve etrafı revaklı eyvanın dört bir yanında dört büyük kapı göze çarpıyordu. Bu dört büyük kapıdan içeriye rüzgâr giriyordu. Sürekli içeri vuran rüzgâr sayesinde de saraydaki hava akımı sağlanmış oluyordu. Bu hava akımı da sarayın havasını oldukça serin tutuyordu. Salonun tavanına ise altı köşeli grafik süslemeleriyle şekiller verilmişti. Bahçede öten kanarya ve bülbüllerin sesi kulağa oldukça hoş geliyordu.
Sarayın bu güzel bahçesini mutluluk bahçesi olarak adlandırıyorlardı. Orası için: “Bu güzelim bahçeye adım atan her yeni öğrencinin gönlü Yaradan’ın sevgisiyle dolar, ruhu tazelenir.” diyorlardı. Bahçenin ağaçları yılın ilk altı ayında yemyeşil oluyor dalları yeşil yapraklarla bezeniyordu. Ama yılın ikinci altı ayında ise kor rengine bürünüyor, sonra da sararıp soluyorlardı. Sonbaharla birlikte de dökülüyorlardı tabii. Pencerelerde altın renkli ipliklerle ince ince dokunmuş beyaz perdeler asılıydı. Muhammed salonun mimari yapısına hayran kalmıştı. Tavana duvarlara hayretle bakarken birden karşısında Ebu Nasır’ı gördü. Tebessümle medreseye yeni gelen Muhammed’e bakıyordu: “Hoş geldin zeki çocuk seni gördüğüme sevindim.” dedi. Muhammed selamına karşılık verdi ve onu tekrar görmekten mutlu olduğunu dillendirdi.
Ardından Ebu Nasır girdi söze: “Ne zaman yorgunluğunu üzerinden atar ve kendini derslere girmeye hazır hissedersen o zaman gelir derslere başlayabilirsin.” dedi. Muhammed cevap verdi: “Bana olan ilginizden dolayı size minnettarım efendim. Eğer izin verirseniz hemen şimdi derslere başlamak istiyorum!” dedi.
Ebu Nasır gülümseyerek cevap verdi: “Belli ki ilim öğrenmek için oldukça acelecisin. Madem öyle dediğin gibi olsun. Bu isteğine hayır diyemem. Hemen seni alıp sınıfına götürsünler. Sınıfını gör. Arkadaşların ve hocalarınla tanış.”
Ebu Nasır’ın emriyle hizmetçilerden biri geldi. Onu sınıfa götürüp hocalarla tanıştıracaktı. Bahçenin doğu kısmından Sultaniye Medresesine dar ve ince bir yol uzanıyordu. Hizmetçiyle Muhammed birlikte bu yoldan medreseye doğru yürümeye başladılar. Medresenin kapısı, çift kanatlı tahta bir kapıydı. Kapının üst kısmında ince çubuklarla süslenmiş yarım daireler bulunuyordu. Medresenin hemen karşısında ise şırıl şırıl akan bir su kanalı vardı. Medrese, dört tarafında küçük odacıkların olduğu, dikdörtgen bir yapıydı. Bu odalarda hat dersleri veriliyordu. İçeride yaşlı bir adam oturuyordu. Yönetici gibi birine benziyordu. Oturmuş elinde tuttuğu ince kamış kalemiyle Farsça ve Arapça hat yazıyordu. Görenleri hayrete düşürecek kadar güzel bir hattı vardı. Medresenin ortasında büyük bir havuz, onun yanında da görkemli bir şadırvan bulunuyordu. Şadırvan sadece abdest almak için kullanılıyordu. Muhammed medreseye adımını atar atmaz talebeler beşer altışar kişilik gruplar hâlinde sınıflardan çıkıyorlardı. Birçoğu hocalarıyla beraber yürüyordu. Hocalarına aldıkları derslerle ilgili sorular soruyor, hocalarından aldıkları cevapları ise can kulağıyla dinliyorlardı. Ezan sesinin duyulmasıyla herkes camiye doğru koşuşturmaya başladı. Muhammed ve beraberinde kendisine yol gösteren hizmetçi de caminin kapısına doğru yöneldiler. Namazın kılınmasından sonra medresenin müdür odasına yürüdüler. Sultaniye Medresesi oldukça büyük bir medreseydi. Birçok sınıfları vardı. Din bilgisi, matematik, astroloji, coğrafya, agrostoloji[3 - Otsu bitkileri inceleyen bilim dalı.] ve daha birçok alanda dersler veriliyordu. Sultaniye Medresesi, Harezm’in en büyük ve en ünlü medreselerinden biriydi. Ebu Nasır’ın hizmetçisi, Muhammed’i medresenin müdürü Şeyh Ebulfazl Harezmî’nin yanına götürdü. Şeyh Ebulfazl’ın odasına girdiklerinde Muhammed, Ebu Nasır’ı müdürün yanında oturuyor gördü. Heyecanlanmıştı tekrar. Ebu Nasır, Muhammed’i büyük bir zevkle Harezmî’yle tanıştırdı. Tanıştırırken de onunla sohbet ediyordu. Onun ne kadar zeki ve akıllı bir çocuk olduğunu anlattı Harezmî’ye.
Hoca Harezmî onu ders için sınıfa götürdü. Muhammed sınıfa girdi. Hoca derse başladı. Muhammed sınıfın bir köşesinde oturdu. Sınıf arkadaşları Muhammed’in yaşının küçük olduğunu, dış görünüşüne bakarak da onun köyden geldiğini tahmin etmişlerdi. Bu onların tuhafına gitmişti. Hoca sınıftayken hiç kimse ağzını açıp ona bir şey sormadı. Hocanın bir anlık sınıftan çıkmasıyla herkes birbirine Muhammed’i gösterdi. Çocuklar kendi aralarında konuşuyor, “Bakın sınıfımıza yeni bir öğrenci gelmiş.” diyerek gülümsüyorlardı.
“Herhâlde burayı mektep ile karıştırmış olmalı…”
Öğrencilerden biri gülerek ve yüksek sesle, “Anladım… Galiba onu bize ders vermesi için getirmişler!” dedi.
Hoca tekrar sınıfa döndü. Gürültüyü kesmeleri için herkesten sessiz olmalarını istedi. Sonra Muhammed’e ismini, yaşını ve nereden geldiğini sordu. Daha önce hangi alanda ilim öğrendiğini sordu. Muhammed’in bitki alanıyla ilgili bilgilerini anlamaya çalıştı. İlk derste Muhammed, otlar ve bitkilerle ilgili bildiği şeyleri, onların ilmi ve Yunanca isimlerini, nasıl bölümlere ayrıldıklarını söyleyince herkes hayret etti. Sınıf sessizliğe boğulmuştu. Herkes henüz on dört yaşında olan bu çocuğun bilgi birikimine şaşırmıştı.
Öğrenciler, medresenin dört tarafında sıralı duran küçük odalarda birer veya ikişer kalıyorlardı. Orada yatıp kalkıyorlardı. Bir tür yatılı okul gibiydi burası. Nedeni ise hemen hemen birçoğunun uzak yerlerden gelmiş olmasıydı. Muhammed de Rahman adında, Taberistanlı bir çocukla aynı odada kalacaktı. Birbirlerine çok kısa bir zamanda alıştılar Rahman’la, hemen arkadaş oldular. Rahman Gürgan’dan gelmişti, sohbeti hoş biriydi ve oldukça da merhametliydi. Güçlü, kuvvetli, uzun boylu, geniş omuzluydu. İri gözleri, uzun ve sık siyah kaş ve kirpikleri olan bir gençti. Onların bitişiğinde ise Abdülmelik Kazvinî adında bir genç kalıyordu. Abdülmelik, pek fazla kimseyle kaynaşmaz, sessiz, sakin kendi hâlinde bir çocuktu. Yüzü sarıcaydı, cılız ve zayıf birisiydi.
Sultaniye Medresesindeki öğrencilerin yiyecek ve giyecek yönünden hiçbir sıkıntısı yoktu. Muhammed her konuda çok uyumlu bir çocuktu. Az yemek yerdi ve sade bir giyim tarzı vardı. Rahman günün birinde yemek saatinde, Muhammed’in az yemek yediğini görünce ona sordu: “Muhammed burası Ebu Nasır ibn-i Mensur’un evi sayılır, o da Harezmşahlı Ebu Abdullah’ın yeğenidir. Neden böyle kıt kanaat yemek yiyorsun?”
Muhammed cevap olarak Rahman’a şöyle dedi: “Bana göre, karnı tok olan, yatağı rahat olan ilim öğrenemez. İlimle özdeş olamaz, onu kanıksayamaz. Rahatına çok düşkün olanlar kuş tüyü yataklarda yatıp ipek yorganları da üzerlerine örterler, karınlarını da tıka basa doldurduklarından Allah’ı hatırlamazlar bile, unuturlar. Böyle insanlar hiçbir zaman bilgide ve ilimde bir yere ulaşamazlar!”
Muhammed diğer öğrencilere nispeten ders okumada ve öğrenmede daha iyiydi. Medreseye geleli pek uzun bir zaman olmamıştı fakat herkes onun zekiliğine hayran kalmıştı. Özellikle matematik dersinde çok zekiydi, bütün arkadaşları ve dostları, onu tanıyan tanımayan herkes adını duymuştu. Herkes ona ve ilmine imreniyordu. Diğer derslerde açıklanması zor, karmaşık konulardan bahsettiği zaman bazen hocası bile ona cevap veremiyordu.
Bir gün Ebu Nasır, Muhammed’e, “Seni Harezm’in en meşhur rasathanesine götürmek istiyorum. Astroloji ilminde fazlasıyla bilgi edindin artık, daha fazla şeyler öğrenme vaktin geldi de geçiyor bile.” dedi.
Rasathanenin daire biçiminde sağlam bir salonu vardı. Üzerinde ise kocaman bir kümbet gözüküyordu. Kümbet, yeşile çalan mavi renkli bir kümbetti. Firuze ve krizalit taşlardan yapılmıştı. Bu kümbet Harezm’in en uzak noktasından bile görünüyordu. Bu kümbetin en ilginç yanı ise raylı bir sistemle yerinden oynamasıydı. Gerektiğinde veya akşamları kümbetin bir kısmı raylı sistemle kenara kayıyordu. Bu ilginç buluş Ebu Nasır Mensur’a aitti. Ünü ise bütün civar ülkelere, Bağdat, Şam, Kahire, Kostantiniye’ye yayılmıştı. Krizalit taşlar tahta ve çubukların üzerine dizilmişti, öyle ki kümbet hareket ettiğinde taşlara herhangi bir zarar gelsin istenmemişti.
Muhammed rasathaneyi görünce Ebu Nasır’ın üstün zekâsına ve ilmine daha da hayran oldu: “Bu rasathane fevkalade acayip bir şey, gerçekten eşsiz bir mimariye sahip!” dedi.
Ebu Nasır tebessüm ederek: “Bundan sonra matematik ve astroloji derslerini kendim burada sana öğreteceğim. Ne zaman kütüphaneden kitap alıp okumak istersen rasathaneye gelebilirsin.” dedi.
***
Bir gün Muhammed ile Taberistanlı Rahman rasathaneden medreseye döndüklerinde Kazvinli Abdülmelik’in odasının kalabalık olduğunu gördüler. Öyle görünüyordu ki birkaç misafiri vardı. Üç arkadaştan birine ilk defa misafir gelmişti. Bu mevzu daha ziyade Abdülmelik için tuhaftı, çünkü evleri oldukça uzaktaydı.
Abdülmelik, Kazvin’den Harezm’e geleli yaklaşık bir yıl olmuştu. O medresede eğitim almaya başlamıştı. Muhammed ile Rahman yabancı birileriyle karşılaşacaklarını hiç tahmin etmemişlerdi. Gördükleri yüzler yabancı olunca kendilerini garip hissetmişlerdi. Odadakiler başka ülkenin insanlarıydı, bu durum karşısında şaşırmışlardı. Misafirler geceyi orada geçirdiler. Sabah olunca yerlerinde yeller esiyordu. Muhammed ile Rahman, Abdülmelik’e misafirler hakkında sorular sordular, fakat o onlara doğru dürüst cevap vermemekte ısrar ediyordu. Muhammed de Rahman da Abdülmelik’in üzgün olduğunu anlamıştı. Fakat nedenini bir türlü anlayamıyorlardı. Her ne kadar, “Ne oldu Abdülmelik? Yoksa sana kötü bir haber mi getirdiler? Sahi kimdi onlar?” dedilerse de fayda etmiyordu.
“Bir defa söyledim işte amcamın akrabalarıydı diye… Kötü haber derken ne demek istiyorsunuz? Bu, ne biçim konuşma? Misafir Allah’ın elçisidir. Geldiler ve de gittiler. Neden bu kadar gereksiz sorular sorup lafı uzatıyorsunuz?”
“Neden canını sıkıyorsun peki? Onlar gittiğinden beri seni pek hoş görmediğimiz için sorduk.”
“Yanlış düşünüyorsunuz. Kesinlikle böyle bir şey yok. Bu kadar soru cevap ne diye? Amcamın akrabalarıydılar dedim ya, gelip beni ziyaret ettiler sonra da gittiler bu kadar işte.”
Muhammed ve Rahman bütün bunları duyunca sustular ama yine de meselenin aslını merak ediyorlardı. Muhammed, Rahman’a dönerek, “Onlar amcasının akrabaları değildi. Hepsi başka ülkeden gelmişti. Abdülmelik çok üzgün ve sıkıntılı ama bunu açığa vurmak istemiyor, inşallah yanlış bir şey yapmamıştır.” dedi.
Bu olaydan hemen sonra Kazvinli Abdülmelik’i salona çağırdılar. Muhammed ile Rahman’ın şaşkınlığı daha da artmıştı. Çünkü böyle bir şey beklemiyorlardı. Aradan bir saat geçmemişti ki Ebu Nasır, Muhammed ve Rahman’ı da rasathanenin salonuna çağırttı. Onlar artık bir şeyler olduğundan emindiler. Herkesi üzüntüye boğacak bir meseleydi. Rahman onların çağrılma sebebinin, Abdülmelik’in meselesinden yani gelen o yabancılardan daha önemli olduğunu, ama farklı bir şey için çağrıldıklarını düşünmeye başlamıştı:
“Muhammed, bizi çağırmalarının sebebi şu şehirde yayılmış dedikodular olmasın?”
“Hangi dedikodular? Sen neyden bahsediyorsun?”
“Duymadın mı sen? Gökyüzünde bir yıldız görülmüş, yakın zamanda da yeryüzüne düşecekmiş ve her yeri yerle bir edecekmiş. Kazvinli Abdülmelik de bu konuyla ilgili bir şeyler söylüyordu. Galiba Hintli astrologlar bu fikri ileri sürmüş ve bu söylentileri yaymışlar.”
Muhammed rasathaneye gitmek için hazırlanıyordu. Bu sözleri duyunca da hiç şaşırmadı ilgisiz kaldı ve Rahman’a dönerek, “Boş laf bunlar! Bu adam, kaçıncı kez aynı şeyleri ortaya atıp halkı huzursuz ediyorlar. Ebu Nasır bu batıl inançlara inanmıyor değil mi? Mesele başka bir şey.” dedi.
Ebu Nasır, medresenin müdürü Şeyh Ebulfazl Harezmi ve birkaç bekçi rasathanenin salonunda oturuyorlardı. Hepsi de üzgün ve kaygılı görünüyorlardı. Ebu Nasır salonun içinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken, her adımda da bir şeyler düşünüyordu. Pek dalgındı. Muhammed ile Rahman’ın gelmesiyle duvarın kenarında durup tekrar düşündü. O Muhammed’in üstün zekâsına ve fedakârlığına sonsuz güveniyordu, ona dönerek, “Belki haberin yoktur. Çok önemli bir mesele ve bir o kadar da hoş olmayan bir olay oldu. Sen Sultaniye Medresesinin en iyi öğrencisisin. Şimdi sana soracağım bütün sorulara, dikkatli bir şekilde düşünüp cevap vermeni istiyorum.” dedi.
Ebu Nasır bunları söyledikten sonra Muhammed’in gözlerinin içine bakarak biraz durdu ve daha sonra konuşmasına devam etti: “Ey Muhammed ibn-i Ahmet söyle bakalım, cuma günü Kazvinli Abdülmelik’in odasına kimler geldi?”
Muhammed bir müddet düşündükten sonra hocası ve pek değer verdiği Ebu Nasır’a cevap verdi: “İki adam ve bir de kadın vardı. Her üçünün üzerinde farklı giysiler vardı ama hepsinin kafasındaki sarıklar tek renkliydi, üçü de yeşil renkli sarık takmışları kafalarına. Uzun çizmelerden giyinmişlerdi. Elbiseleri bizimkilerden farklıydı. Kadın farklı bir koku sürünmüştü, hatta uzun zaman kokusu odada kalmıştı. İki adamın kafasındaki sarıkların üzerinde acayip resimler vardı. Biz onları gördüğümüzde, kadın Abdülmelik’le sohbet ediyordu. Kadın Arapça konuşuyordu ama lehçesi vardı, belliydi.” dedi.
“Evet, devam et.”
“Kadının boynunda inci bir kolye vardı. Ben o kolyenin benzerini Kas pazarında görmüştüm. Ertesi gün Abdülmelik bize onların amcasının akrabaları olduğunu ve çok uzak diyarlardan geldiklerini söyledi. O, bize onlar hakkında pek fazla bir şey söylemek istemiyordu. Biz de onu fazla zorlamadan kendi hâline bıraktık. Onların giyim tarzları konuşma şekilleri bizimkinden farklıydı ama Abdülmelik’in bu şekilde konuşması bizim çok tuhafımıza gitmişti. Neden akrabaları Kazvin’den değil de acayip farklı bir ülkeden gelmiş olsunlar? Bütün bu olanlara anlam verememiştik biz de.”
O sırada medresenin müdürü Ebulfazl Harezmî, Ebu Nasır’a döndü ve başını sallayarak, “Evet, Ebu Nasır Hoca, bu tuhaf mülakattan sonra o çok kıymetli ve eşi benzeri olmayan üç cilt kitabın, geometride kullanılan malzeme ile astroloji alanında bilgi edinmek için istifade ettiğimiz aletlerin nasıl kaybolduğu ya da çalındığı anlaşılıyor sanırım. Bendeniz olayı duyar duymaz hemen koşup sizleri haberdar etmek istedim, konuya geç olmadan, sıcağı sıcağına hemen el atmanız için sizi aradık fakat yerinizde yoktunuz, ava çıkmıştınız efendim.” dedi.
Daha sonra sinirli bir ses tonuyla sözlerine kaldığı yerden devam etti: “Öğrenciler şu gerçeği bilmeli ki Harezm Rasathanesi’nde bulunan şeylerin hiçbiri basit bir şey değildir. Hepsi geçmişe ait değerli eşyalardır. Her birinin en az üç yüz yıllık bir geçmişi vardır. Ebu Nasır Hoca bile kendi servetinin yarısını rasathaneye harcamıştır.” dedi
Ebulfazl Harezmî’nin sinirden sesi titriyordu, daha fazla konuşamadı, sustu. O sustuktan sonra Ebu Nasır sorularını sürdürdü: “Pekâlâ, ne oldu da Abdülmelik’ten şüphelendiniz?”
Ebulfazl Harezmî kendinden gayet emin bir şekilde cevap verdi: “Uzun araştırmalarımız sonucu şüphelerimiz kesinlik kazandı ve gördüğünüz gibi onu tutukladık, sizin gelmenizi bekledik. Sizden onu bu suçtan ötürü cezalandırmanızı istiyoruz efendim. Ayrıca ne pahasına olursa olsun o kitapları ve malzemeleri bir şekilde rasathaneye geri getirmenizi istirham ediyoruz.” dedi.
Bu konuşmalardan sonra medresenin müdürü ile Ebu Nasır, Abdülmelik Kazvinî’ye baktılar. On dokuz yaşlarında bir gençti Abdülmelik. Korkudan benzi solmuştu. Muhammed, Abdülmelik’in gözlerinin içine dalmıştı. Medresenin müdürü kitapların ve diğer malzemelerin tekrar rasathaneye geri getirilmesiyle ilgili şeyler söylediğinde, Abdülmelik’in yüzünde gizli bir tebessüm oluşmuştu.
Ebu Nasır Mensur, “Ey Abdülmelik söyle bakalım, Sultaniye Medresesi’ne nasıl kabul edildin?” diye sordu.
“Gilan’ın hükümdarı beni buraya getirdi efendim. Bana kendisi kefil olmuştur.”
Ebu Nasır büyük bir şaşkınlıkla sordu: “Yoksa sen Gilan’dan mı geldin?”
Abdülmelik cevap verdi:
“Hayır ben Kazvinliyim ve babam da Hace Giyassedin-i Gagazanî’dir.”
Daha sonra medresenin müdürü Ebu Nasır’a işaret ederek kendi sorularını sormaya başladı.
“Ey Abdülmelik bize üç cilt astroloji kitabı, geometri ve astrolojide kullandığımız malzemeleri çaldığını itiraf edecek misin?”
Abdülmelik sustu ve söze Ebu Nasır devam edip sormaya başladı: “Harezmî Hoca, o üç kişiyi tutukladın mı peki?”
“Hayır, değerli hocam! Benim emrimde ordu, asker yok ki. Üstelik aradan bir gün bir gece geçtikten sonra rasathane ve kütüphane sorumlusu bana nelerin eksik olduğunu söyledi.”
Abdülmelik suskunluğunu bozmuyordu. Ebulfazl Harezmî sinirli bir şekilde Abdülmelik’e bakarak sordu: “Pekâlâ çocuk, o üç kişi kimdi? Rasathanenin kitap ve malzemeleri ne oldu? Kitapları ne yaptın? Cevap ver!” dedi.
Abdülmelik suskunluğunu sürdürdü. Başını önüne eğmişti. Harezmî sorularını tekrar sordu. O arka arkaya sorularını sorarken Abdülmelik birden ağlamaya, tüm olup bitenleri, her şeyi anlatmaya başladı. Sonunda itiraf etmekten başka çaresi kalmamıştı:
“Onlar Endülüs’ten, dünyanın ta batısından gelmişlerdi ve üçü de Hristiyan’dı. Ama kendilerini Müslüman gösteriyorlardı. Amcam da Endülüs’te yaşıyor ve o üç kişi amcamın aracılığıyla benim yanıma geldiler. Ellerinde amcamın bana yazdığı bir mektup vardı. Harezm’de rasathanenin kütüphanesinde bir kitap varmış. Kitabın içeriği ateş topu ya da parlayan ayla ilgiliymiş. Ben onlara öyle bir kitapla hiç karşılaşmadığımı, hatta burada olmadığını söylememe rağmen kadın kitabın özelliklerini ve numarasını bana verince mecbur kaldım ve cuma günü gece yarısı kütüphaneye giderek verdikleri özelliklerde üç kitap buldum. Kitapları bir bohçaya sardım ve medresenin dışına çıkardım. Eski kale duvarının dibinde onlara verdim.”
Ebu Nasır Irakî hayretler içinde kalmış, Kazvinli Abdülmelik’in anlattıklarını dinliyordu. Üzülmüştü:
“Maalesef o eşsiz üç cilt kitap ile astroloji malzemeleri çalınmış, üstelik yabancıların elinde. Şimdi onlar çok uzaklara gitmişlerdir bile ve bizim onları yakalama imkânımız neredeyse yok gibi.”
Daha sonraki soru ve cevaplardan o üç yabancının Abdülmelik’e kitap ve malzemeler karşılığında yüz adet saf altın sikke verdikleri anlaşılmıştı.
Medresenin baş muhafızı, “Böyle bir suç karşısında suçlunun eli kesilmeli ve uzun yıllar zindanda kalmalı.” dedi.
Vali Ebu Nasır, “Durun bakalım. Medrese öğrencilerinin benim yanımda farklı bir saygınlıkları var. Böyle bir hükümde bulunamam. Sadece onu medreseden atın. O, şu andan itibaren medreseden kovulmuş biridir. Hiçbir derse girmeye, yatakhanede kalmaya hakkı yoktur. Hepiniz gidebilirsiniz sadece Muhammed kalsın.” dedi.
Muhammed dışında herkes salonu terk etti. Ebu Nasır ile Muhammed kaldılar salonda başbaşa. Ebu Nasır çok üzgün görünüyordu. Uzun bir sessizliğin ardından Muhammed’e, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mojgan-sheikhi/harezm-gunesi-ebu-reyhan-i-biruni-nin-hayati-69429463/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
El-sidne, El-Mısriye Darul Kutub el yazması. 3014 L. 17. Ebu Reyhan bu kitapta şöyle der: “Ben genç bir delikanlı iken şehrimizde bir Rumî yaşardı. Tohum, meyve, yeşillik ve bu tür şeyler getirir kendisine gösterirdim. Rumca adlarının ne olduğunu sorardım kendisine ve bana söylediklerini aynen yazardım.”

2
İbn, Arapça’da oğul demektir. Yani Ahmet oğlu Muhammed. (ç.n.)

3
Otsu bitkileri inceleyen bilim dalı.
Harezm Güneşi – Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı Mojgan Sheikhi
Harezm Güneşi – Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı

Mojgan Sheikhi

Тип: электронная книга

Жанр: Биографии и мемуары

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hicri 362’de Harezm’in merkezi olan Kas’ta dünyaya gelen Ebu Reyhan-i Birunî, tüm hayatını bilgiye ve bilmediği şeyleri öğrenmeye adamış, dünyada bilim sahasına ilk keşif ve buluşlarla ışık tutmuş, fıkıh bilginidir. Parlak zekâsı sebebiyle daha küçük yaşta dikkati çeken Muhammed’in bir gün, ileride hocası olacak Ebu Nasır ile yolları kesişir ve Muhammed, artık Ebu Reyhan olarak anılacağı o şanlı yolculuğa ilk adımını atar. "Benim bu kadar gümüşe ihtiyacım yok. Bir ömür kıt kanaat geçindim, bu yaştan sonra da huylu huyundan vazgeçmez, yine böyle geçinirim. Dünya malının beni ilim öğrenmekten, araştırma yapmaktan ve en önemlisi de Allah’ı hatırlamaktan alıkoymasından korkarım."

  • Добавить отзыв