Aylak Köpek

Aylak Köpek
Sadık Hidayet
"Kör Baykuş" romanıyla geniş kitlelerce tanınan ve çok da sevilen, çağdaş İran edebiyatının önde gelen isimlerinden Sadık Hidayet, edebiyatın farklı türlerinde de çok başarılı eserler vermiştir. Yedi kısa hikâyeden oluşan "Aylak Köpek" de, Hidayet’in hikâyeciliğindeki ustalığının ispatı gibidir âdeta. Doğu mistisizmi ile Batı gerçekçiliğinin iç içe geçtiği hikâyelerdeki kasvetli hava, yazarın ruh hâlinin bir yansıması olmasının yanı sıra, yazıldığı döneme dair de bir ipucu niteliğindedir. Her yazar az ya da çok kendisini de sıkıştırır kelimelerinin arasına. Hidayet’te ise bu had safhadadır demek yanlış olmaz. "Aylak Köpek", tekrar tekrar okunmayı, bugün olduğu gibi yarın da ilgi görmeyi, kelimelerle kurduğu dünyanın gücüyle fazlasıyla hak ediyor. "Ancak insanlar her zaman karanlıktan ve yalnızlıktan kaçmaya çalışırlar. Kulaklarını ölümün sesine kapatır, kişiliklerini hayatın bağırış çağırış, kavga gürültüsü arasında kaybedip yok etmeye uğraşırlar!"

Sadık Hidayet
Aylak KöpekSag-e Velgard

Sadık Hidayet, 17 Şubat 1903 tarihinde Tahran’da dünyaya geldi. Eğitimi için Avrupa’ya giden Hidayet, mühendislik alanında tahsil gördükten sonra İran’a döndü. Hayatının bir dönemini Hindistan’da geçiren yazar Batı edebiyatı ve İran tarihini araştırmakla meşgul oldu. Farsça, İran edebiyatı ve folklorü üzerine çalışmalarda bulunan Hidayet, çağdaş İran edebiyatçıları arasındadır. En tanınmış eseri olan Kör Baykuş 1937 yılında Mumbai’de yayımlandı. İlerleyen yıllarda İran’ın gerilemesinin sebebi olarak monarşiye ve din adamlarına yoğun eleştiriler yöneltti. Bir dönem İran’da Hidayet’in kitaplarının yayımlanması ve satılması yasaklansa da daha sonra yayımlanma imkânı doğmuştur.
Sadık Hidayet, 9 Nisan 1951’de Paris’te bulunan dairesinde intihar ederek yaşamını sonlandırdı.

Hafsa Dolgun, Antalya’da dünyaya geldi. Lisans eğitimini, Kırıkkale Üniversitesi Farsça Mütercim Tercümanlık Bölümü’nde tamamladı. Mevlâna Öğrenci Değişim Programı ile bir dönem İran’da Tahran Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitim gördü. Göç İdaresi bünyesinde Farsça tercümanlık yaptı. Eğitimine hâlen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Afrika Çalışmaları yüksek lisans programında devam eden Dolgun, Farsça yeminli tercümanlık ve kitap çevirileri yapmaktadır.

AYLAK KÖPEK
Veramin Meydanı, açlığı önlemek ve en temel yaşam ihtiyaçlarının giderilmesi için birkaç ufak fırıncı dükkânı, kasap, aktar, iki kahvehane ve bir huzurevinden oluşuyordu. Meydan ve oranın insanları, yakıcı güneşin altında yarı yanmış yarı kavrulmuş hâlde akşamüzerinin ilk esintisini ve akşamın gölgesini arzuluyorlardı. İnsanlar, dükkânlar, ağaçlar ve canlılar çalışamaz, hareket edemez hâldeydiler. Sıcak havayla başları ağırlaşıyor, yumuşak toz toprak lacivert gökyüzünde dalgalanıyor, gelip geçen arabalar, sürekli havanın koyuluğunu artırıyordu.
Meydanın bir tarafında gövdesinin ortası oyulup dökülmüş ancak olabildiğince çarpık çurpuk dallarını uzatmış eski bir çınar ağacı vardı. Ağaç, toprağa bulanmış yapraklarının altında büyük bir sessizlik oluştururken iki oğlan çocuğu orada yüksek sesle sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Irmağın koyu topraklı suyu, zahmetle kahvehanenin önünden geçiyordu.
Dikkat çeken tek yapı, kubbe şeklinde beliren tepesiyle silindirik gövdesinin yarısı çatlak çatlak olan meşhur Veramin Kulesi’ydi. Dökülen sıvaların arasına yuva yapan serçeler de sıcaklığın şiddetinden sessizlerdi ve şekerleme yapıyorlardı. Sadece bir köpeğin inleme sesi ara ara sessizliği bozuyordu.
Füme saman rengi çenesi ve siyah halkalı ayaklarıyla İskoçyalı bir köpekti ve bataklıkta koşup silkelenmiş gibiydi. Kalkık kulakları, parlak kuyruğu, parlak kirli tüyleri vardı ve suratında insani bir akılla bakan iki göz parlıyordu. Gözlerinin derinliğinde bir insan ruhu görünüyordu, bir gece yarısında onun hayatını ele geçirmişti, gözlerinde sonsuz bir şey dalgalanıyordu; anlaşılmayan ancak göz bebeklerinin arkasına saklanan bir mesaj vardı. Ne parlamaydı ne de renkti, yaralı bir ceylanın gözlerinde görülenin aynısı, inanılmaz bir şeydi. İnsan ve onun gözleri arasında sadece bir benzerlik yoktu, üstelik bir tür eşitlik görünüyordu. Sadece aylakça dolaşan bir köpeğin suratında görülmesi mümkün olan hüzün, rencide ve beklenti dolu iki siyah göz. Fakat onun yalvarış dolu hüzünlü gözlerini kimse görmüyor, anlamıyor gibiydi! Fırıncı dükkânının önünde çırak onu döverdi, kasabın önünde kasap çırağı ona taş atardı, bir otomobil gölgesine sığınsa şoförün çivili ayakkabısıyla attığı sert bir tekme onu ağırlardı. Herkesin ona işkence yapmaktan yorulduğu zaman da sütlaç satan çocuk ona işkence yapmaktan ayrı bir keyif alırdı. Her bir inlemesinin karşılığında karnına bir taş yerdi ve köpeğin inlemesinin ardından çocuğun kahkahası yükselir ve şöyle söylerdi: “Sahibi kâfir!” Diğer hepsi de onunla iş birliği yapmış gibi sinsice ve saman altından su yürütürcesine çocuğu cesaretlendirir, bıyık altından gülerlerdi. Sadece Allah rızası için onu döverlerdi. Dinin lanetlediği necis ve yedi canlı köpeğe sevabına eziyet etmek onlar için doğaldı.
Sonunda sütlaççı oğlan çocuğu onu o kadar zorladı ki hayvan çaresiz kule tarafına giden bir yola kaçtı, daha doğrusu kendini aç karnına zahmetle sürükledi ve su yoluna sığındı. Başını iki patisinin üzerine koyup dilini dışarı çıkardı, yarı uyur yarı uyanık hâlde önünde dalgalanan yeşil tarlayı izliyordu. Bedeni yorgundu ve sinirleri ağrıyordu. Su yolunun nemli havasında baştan ayağa, değişik bir güven hissetti. Yarı canlı bitkilerin, nemlenmiş eski bir ayakkabının tekinin, ölü ve canlı eşyaların kokusu, burnunda; içinde bulunduğu ve uzaktaki anıları canlandırdı. Ne zaman yeşil alana baksa içgüdüye meyli uyanıp geçmişin hatıralarını, aklında yeni baştan canlandırırdı ancak bu defa bu hisleri çok kuvvetliydi, kulağının kökündeki bir ses onu sıçramaya mecbur ediyor gibiydi. Bir anda bu yeşilliklerde koşup zıplama isteği geldi.
Bu onun için kalıtsal bir histi, öyle ki bütün ataları İskoçya’da yeşillikler arasında yetişmişlerdi. Ancak yorgun bedeni en ufak hareketine bile izin vermiyordu. Zayıflık ve güçsüzlükle karışık ağrılı bir his çöktü üzerine. Bir unutulmuş, kaybolmuş hisler yumağı, bir heyecanla kendini gösterdi. Daha önceleri onun sorumlulukları ve çeşitli ihtiyaçları vardı. Kendisinin, sahibinin sesini duyar duymaz yabancı bir şahsı yahut da yabancı bir köpeği uzaklaştırmakla, sahibinin çocuğuyla oynamakla, tanıdık insanlara nasıl katlanmasını, yabancı birine nasıl davranmasını bilmekle, yemeğini zamanında yemek ve belirli bir zamanda sevilebilmeyi ummakla sorumlu olduğuna inanırdı. Ancak artık bütün bu sorumluluklar üzerinden alınmıştı.
Bütün dikkati, korkup titreyerek çöpten bir parça yiyecek bulmaya ve bütün gününü dayak yiyip inlemeye -bu onun tek savunma aracı olmuştu- ayrılmıştı. Geçmişi cesaretli, korkusuz, temiz ve hayat doluydu ancak şimdi korkak, aşağılanmış, her duyduğu ses ya da yanında hareket eden her şey onu korkuyla titretiyor, hatta kendi sesinden dahi korkuya kapılıyordu. Doğrusu pisliğe ve çöpe alışmıştı. Bedeni kaşınıyordu ama bitlerini avlamak ya da kendini yalamak içinden gelmiyordu. Çöp parçası olduğunu hissediyordu, içinde bir şey ölmüştü, sönmüştü.
Bu cehennem dersine düştüğünden beri iki kıştır karnını doyururcasına yemek yiyememişti, rahat bir uyku çekememiş, şehveti ve hisleri sönmüş, başını okşayacak bir kişi bile çıkmamıştı, kimse gözlerine bakmamıştı. Her ne kadar buradaki insanlar sahibine benziyor olsalar da sahibinin duyguları, ahlakı, davranışları bu insanlarınkinden yerden göğe kadar farklıydı. Geçmişte onlarla olan insanlar onun dünyasına daha yakın olurlardı, onun tasalarını ve hislerini daha iyi anlarlardı ve onu daha çok desteklerlerdi.
Burnuna gelen kokular arasında herkesten çok onu kendine çeken koku, oğlan çocuğunun önünde duran sütlacın kokusuydu. Bu beyaz sıvı annesinin sütüne çok benziyordu ve çocukluk anılarını aklına getiriyordu. Bir anda uyku hâli geldi, çocukken annesinin göğsünden sıcak sıvıyı emdiği ve onun yumuşak ve güçlü diliyle bedenini yaladığı gözünün önüne geldi. Annesinin ve onun sütünün ağır, keskin kokusu burnunda canlandı.
Sütle sarhoş olurken bedeni ısınıp rahatlıyordu ve sıvının ısısı bütün damarları ve sırtında geziniyordu. Ağır başı annesinin göğsünden ayrılırken bütün bedeninde sarhoş edici kıpırtıları derin bir uyku takip ediyordu. İstemsizce elleriyle annesinin göğsüne bastırıp zahmet etmeden tazyikli sütün çıkmasından daha lezzetli ne olabilirdi? Erkek kardeşinin kabarık bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve sevgi doluydu. Eski ahşap yuvasını ve o yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları hatırladı.
Kalkık kulaklarını ısırırdı, yere düşüp kalkarlardı, koşarlardı ve sonra başka bir oyun arkadaşı buldu, sahibinin oğlu. Bahçenin sonuna kadar onun peşinden koşar, havlar, giysisini dişlerdi. Özellikle sahibinin onu sevmesini ve onun elinden yediği şekerleri asla unutmuyordu. Ancak sahibinin oğlunu daha çok severdi çünkü oyun arkadaşıydı ve hiçbir zaman ona vurmazdı. Sonrasında bir anda anne ve kardeşini kaybetti, etrafında sadece sahibi, sahibinin oğlu, sahibinin karısı ve yaşlı bir hizmetçi kalmıştı. Her birinin kokusunu nasıl da iyi tespit eder, ayak seslerini uzaktan tanırdı. Akşam yemeği ve öğle yemeği zamanında sofranın etrafında dolaşır, yiyecekleri koklar ve bazen de sahibinin eşi kocasıyla muhalefet etmesine rağmen kendisine bir lokma yiyecek vererek iyilik yapardı. Sonra yaşlı hizmetçi gelir, “Pat… Pat…” diye seslenir ve yemeğini ahşap yuvasının yanındaki özel kaba koyardı.
Pat’ın sarhoş olması onun hayatının kararmasına mal oldu çünkü sahibi onun evden çıkıp dişi köpeklerin peşine takılmasına izin vermezdi. Ezkaza bir sonbahar günü sahibi ve Pat’ın tanıdığı, sıklıkla evlerine gelen iki kişi otomobile binip Pat’a seslendiler, otomobilin içinden kendilerini gösterdiler. Pat çoğu kez sahibi ile otomobil yolculuğu yapmıştı ancak bugün sarhoştu, ayrı bir mide bulantısı vardı ve acı çekiyordu. Birkaç saat sonra bu meydanda indiler. Sahibi o iki kişiyle kulenin yanındaki bu sokaktan geçtiler ama dişi bir köpeğin kokusu, tam da Pat’ın aradığı kendi türüne özel kokunun etkileri, onu delirtmişti bir kere, farklı aralıklarla etrafı kokladı ve sonunda su yolundan bahçeye girdi.
Gün batımına yakın iki kez sahibinin: “Pat, Pat!..” diyen sesini işitti. Acaba gerçekten onun sesi miydi yoksa onun sesinin yansıması mı kulağına gelmişti?
Kendisini onlara karşı borçlu gördüğü bütün taahhütleri ve görevlerini hatırlaması gibi, her ne kadar sahibinin sesi onun üzerinde değişik bir etki bıraksa da üstün güç, dış dünyasında onu dişi köpekle olmaya zorlamıştı. Bir nevi, kulaklarının dış dünyadaki seslere karşı ağırlaşıp, sağır olduğunu hissetti. Hisleri şiddetli bir şekilde uyanmış, dişi köpeğin keskin ve kuvvetli kokusu başını döndürmüştü.
Bütün kasları, bütün bedeni ve hisleri ona itaat etmeyi bırakmıştı, kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Ancak çok uzun sürmedi, odun ve kürek sapıyla ona vurmaya geldiler ve su yolundan onu çıkardılar.
Pat, ağır ve yorgun ama hafif ve rahat, kendine gelir gelmez sahibini aramaya gitti. Birkaç sokak geride kendisinden hafif bir koku kalmıştı. Her şeyi inceledi, belirli aralıklarla işaretler bıraktı ve köyün dışındaki harabelere kadar gitti, tekrar geri döndü çünkü Pat, sahibinin meydana geri döndüğünü anladı ancak oradan sahibinin zayıf kokusu diğer kokuların içinde kayboluyordu, acaba sahibi gitmişti ve onu unutmuş muydu? Izdırap ve yumuşak bir panik hissetti. Pat nasıl olur da sahipsiz kalırdı! Tanrısı olmadan nasıl yaşardı, çünkü sahibi onun için tanrı hükmündeydi ancak aynı zamanda sahibinin onu aramaya geleceğinden de emindi. Caddelerde ürkekçe koşmaya başladı. Çabaları boşaydı.Sonunda gece yorgun argın meydana geri döndü, sahibinden hiçbir iz yoktu. Köyde birkaç tur daha attı, su yolunun sonunda dişi köpek vardı fakat su yolunun önüne taş döşemişlerdi. Pat, bahçeye girmeyi umarak ayrı bir telaşla patileriyle yeri kazdı ancak mümkün değildi. Hayal kırıklığına uğradıktan sonra olduğu yerde şekerleme yaptı.
Gece yarısı Pat, kendi inlemeleriyle uykusunda sıçradı. Korkarak ayağa kalktı, birkaç sokakta dolaştı, duvarları kokladı ve derbeder bir hâlde sokaklarda gezindi. Sonunda şiddetli bir açlık hissetti. Meydana varınca burnuna türlü türlü yiyecek kokuları geldi: Geceden kalma et kokusu, taze ekmek ve yoğurt kokusu hepsi birbirine karışmıştı fakat o aynı zamanda suçlu olduğunu ve başkalarının mülküne girdiğini hissediyordu, sahibine benzeyen bu insanlardan dilenmesi gerekiyordu ve eğer onu kovacak başka bir arkadaş ortaya çıkmazsa yavaş yavaş buranın hâkimiyetini ele geçirmeliydi ve belki de yiyeceklere sahip olan yaratıklardan biri ona bakardı.
Dikkatli, ürkek ve titrek bir şekilde yeni açılan ve havaya taze pişmiş hamur kokusunun yayıldığı bir fırıncı dükkânının önüne gitti. Koltuk altına ekmeği sıkıştıran birisi ona: “Gel… gel!” dedi. Sesi ona ne kadar da yabancı gelmişti! Ve önüne bir ekmek parçası attı. Pat da biraz kararsızlıktan sonra ekmeği yedi ve kuyruğunu ona salladı. O kişi, ekmeği dükkân tezgâhına koydu, korku ve dikkatle Pat’ın başını okşadı. Sonra her iki eliyle tasmasını açtı. Ne kadar da rahatladı! Bütün sorumlulukları ve görevlerini omzundan almışlar gibiydi. Fakat kuyruğunu tekrar sallayıp dükkân sahibinin yanına gidince alnına sert bir tekme yedi ve inleyerek uzaklaştı. Dükkân sahibi gitti dikkatle elini suyun kenarına koydu. Dükkânın önünde asılı duran tasmasını anca tanıdı.
Pat o günden beri, tekme, taş ve çomak darbesinden başka bu insanlardan hiçbir yardım görmemişti. Sanki hepsi onun kan davalısıydı da ona işkence etmekten zevk alıyor gibiydiler!
Pat ne kendisinin tanıdığı ne de birinin onun hisleri ve âlemini anladığı yeni bir dünyaya girdiğini hissediyordu. Birkaç gün öncesini zor geçirmişti ancak sonra yavaş yavaş alıştı. Bunun yanı sıra çöpleri boşalttıkları ve çöplerin arasında kemik, yağ, deri, balık başı gibi bazı lezzetli parçalar ve tespit edemediği başka birçok yiyeceğin bulunduğu sokağın köşesinde, bir yerin sağ tarafını takip etmişti. Günün kalanını kasap ve fırının önünde geçiriyordu. Gözünü kasabın eline dikmişti ancak lezzetli parçaları yemekten çok dayak yiyordu ve yeni hayatına uyum sağlamıştı… Geçmişteki yaşamından sadece bir avuç belirsiz mahvolmuş hâl ile bazı kokular geride kalmıştı ve ne zaman zorlansa bu kaybolmuş cennetinde bir tür teselli ve kaçış yolu bulurdu ve farkında olmadan o zamanların hatıralarını gözünün önünde canlandırırdı.
Ancak Pat’a her şeyden çok işkence eden şey sevilmeye olan ihtiyacıydı. Sürekli başına vurulan ve küfür yiyen bir çocuk gibi olmasına rağmen yine de naif hisleri henüz sönmemişti. Özellikle dert ve çile dolu bu yeni hayatla birlikte öncesinden daha fazla sevilmeye ihtiyaç duyuyordu. Gözleri şefkat dilenirken bir kişinin ona muhabbet göstermesi ya da başını okşaması için canını vermeye hazırdı. Yumuşak kalpliliğini birine göstermeye, ona fedakârlık etmeye, tapınma hissi ve vefasını birine göstermeye ihtiyacı vardı fakat kimse onun hislerini göstermesine gerek duymuyor gibi görünüyordu. Kimse onu korumuyor, baktığı her gözde kin ve kötülükten başka bir şey okumuyordu. Bu insanların dikkatini çekmek için yaptığı her bir hareketi sanki onların gazabını daha da uyandırıyordu.
Pat yine su yolunda uyuklarken birkaç defa inleyerek uyandı, kâbus görüyor gibiydi. Bu esnada şiddetli bir açlık hissetti, kebap kokusu geliyordu. Diğer güçsüzlüğü ve ağrılarını unutturacak kadar acımasız bir açlık bedeninin içerisinde ona işkence ediyordu. Güçlükle kalktı ve dikkatli bir şekilde meydana doğru gitti.
***
Tam o esnada bu otomobillerden biri, gürültüyle ve toz toprak içinde Veramin Meydanı’na girdi. Arabadan inen adam, Pat’ın yanına gidip hayvanın başını okşadı. Bu adam onun sahibi değildi. Pat yanılmamıştı çünkü kendi sahibinin kokusunu iyi tanırdı. Fakat nasıl oldu da onu okşayacak biri çıktı? Pat kuyruğunu salladı ve çekinerek o adama baktı. Acaba yanılmamış mıydı? Ama onu sevmeleri için artık boynunda bir tasması yoktu. Adam, geri dönüp tekrar başını okşadı. Pat, onun peşine koyuldu ve gittikçe şaşkınlığı arttı, çünkü adam kendisinin iyi bildiği ve yiyecek kokularının geldiği bir odaya girdi. Duvarın yanındaki bir bankın üzerine oturdu. Ona sıcak ekmek, yoğurt, yumurta ve başka yiyecekler getirdiler. Adam ekmek parçalarını yoğurda bulayıp önüne atıyordu. Pat, önce acele ederek sonra daha yavaş bir şekilde o ekmekleri yiyordu ve kara, akıllı ve çaresizlik dolu gözlerini şükranla adamın yüzüne dikmişti, kuyruğunu sallıyordu. Uyanık mıydı, yoksa rüya mı görüyordu? Pat, yemeği dayakla bölünmeden karnını doldururcasına yemek yedi. Yeni bir sahip bulmuş olabilir miydi? Samimi bir şekilde adam kalktı. Kule sokağına gitti, biraz orada durakladı sonra birbirine bağlanmış sokaklardan geçti. Pat da peşinden, köyden çıkana kadar birkaç tane duvarı olan, sahibinin de gitmiş olduğu harabeye gitti. Bu insanlar da kendi dişilerinin kokusunu arıyor olabilirler miydi? Pat, duvarın yanında onu beklemeye koyuldu, sonra başka bir yoldan meydana döndüler.
Adam yine onun başını okşadı ve meydanın etrafında yaptığı kısa gezintiden sonra Pat’ın bildiği o arabalardan birine bindi. Pat arabaya binmeye cesaret edemedi, yanına oturup ona bakıyordu.
Bir anda otomobil tozun toprağın arasında hareket etti, Pat da istemsizce arabanın peşinden koşmaya başladı. Hayır, o artık bu adamı kaybetmek istemiyordu. Dilini çıkarmış, bedeninde hissettiği ağrıya rağmen var gücüyle otomobilin peşinden geniş adımlar atıp koşuyordu. Otomobil köyden uzaklaştı, sahranın ortasından geçiyordu. Pat iki üç kez otomobile yetişti ancak yine de geride kaldı. Bütün gücünü toplamıştı ve ümitsizliğin üzerinden sevinçleri götürüyordu fakat otomobil ondan daha hızlı gidiyordu. Hata etmişti, üstelik bir de otomobile yetişemiyordu, güçsüzleşmiş ve kırılmıştı. Yüreği zayıflamıştı, bir anda uzuvlarının kontrolünden çıktığını ve en ufak hareket etmeye dahi gücünün yetmediğini hissetti. Bütün çabası boşa çıkmıştı. Neden koştuğunu da nereye gittiğini de bilmiyordu. Ne geri dönüş yolu vardı ne ileriye bir yol. Durdu, soluklanıyordu, dili ağzından dışarı çıkmıştı. Gözlerinin önü kararmıştı. Başını eğmiş, güçlükle kendini caddenin kenarından sürükleyerek tarla kenarındaki bir ırmağa gitti, karnını sıcak ve nemli kumların üzerine koydu. Hiçbir zaman yanılmayan içgüdülerini dinleyerek artık buradan hareket edemeyeceğini hissetti. Başı dönüyordu, düşünceleri ve hisleri berbat olmuş, kararmıştı. Karnında şiddetli bir ağrı hissediyordu ve gözlerinde bilinçsizliğin aydınlığı parlıyordu. Kramplar arasında bacakları yavaş yavaş hissizleşiyordu, bütün bedenini soğuk ter kapladı, bir tür ılık ve sarhoş edici serinlikti…
***
İkindiye yakın üç aç karga Pat’ın başında uçuyordu çünkü Pat’ın kokusunu uzaktan almışlardı. İçlerinden biri dikkatlice gelip onun yanında durdu, dikkatle baktı. Pat’ın henüz tam olarak ölmediğini fark edince tekrar uçtu. Bu üç karga Pat’ın kara gözlerini çıkarmak için gelmişti.
***

KEREC[1 - Tahran Eyaleti’nde şehir. (ç.n.)] DON JUAN’I
Bazı insanlar, nasıl ilk rastlantıda canciğer kuzu sarması olurlar bilmiyorum. Halk tabiriyle “örtüşür” ve bir kez tanışmaları birbirlerini asla unutmamaları için yeterli olur. Bunun tam tersi olan diğerleri, birbirleriyle defalarca tanıştırıldıkları, hayatın farklı zamanlarında yolları kesiştiği hâlde daima birbirlerinden kaçarlar; aralarında asla dert ortaklığı ve kaynaşma hissi bulunmaz. Eğer sokakta karşılaşırlarsa da birbirlerini tanımazdan gelirler. Ne dostturlar ne de düşman. Şimdi bu özelliğin adına sempati ya da antipati diyorlar. İnsanların manyetik çekimi ya da ruhsal durumlarının etkisi olduğuna inanıyorlar ya da inanmıyorlar. Reenkarnasyona inananlar, daha da ileriye giderek: “Bu şahıslar geçmiş yaşamlarında yeryüzünde dostlardı veya düşmanlardı ve bu açıdan birbirlerine meyleder ya da birbirinden nefret ederlerdi.” derler. Ancak bu varsayımların hiçbiri bilmeceyi kolayca çözemez. Bu beklenmedik çekimin ne ruhsal vasıflarla alakası vardır ne de fiziksel çıkarlarla.
Bir defa, bu tuhaf rastlantılardan biri, birkaç gün önce başıma geldi. Nevruz Bayramı gecesiydi, yapmacık, yorucu ziyaretlerden kaçmak için üç günlüğüne tatile gidip, rahat bir yer bulup dinlenmeye karar vermiştim. Ne kadar hayalini kursam da uzak yolculuğun iyi olmayacağını anladım, ayrıca vakit de yoktu. Bu yüzden Kerec’e gitmeyi planladım. İzni hazırladıktan sonra, gece yeni başlıyordu. Gidip Kafe Jale’ye oturdum. Bir sigara yaktım ve bir bardak sütlü kahvemin yavaş yavaş tadını çıkararak gelip geçenleri izlerken tıknaz bir adam değişik bir ilgiyle, uzaktan yanıma geldi. Dikkatlice baktım, Hasan Şebgerd olduğunu gördüm. On yıldır, belki de daha uzun bir süredir onu görmemiştim. İşin daha da garibi, her ikimiz de birbirimizi tanıdık. Bazı yüzler daha az değişir, bazıları çok değişir. Hasan’ın yüzü değişmemişti. Aynı güler yüz ve sadelikte ancak ne olduğunu bilmediğim, hareketlerinde ve kıyafetinde olsun, sunilik ve doğal olmayan bir hâl görünüyordu. Kendisini kasmış gibiydi.
Ben o geceye kadar soyadını bilmezdim, okulda ona Hasan Khan adıyla seslendiklerini söyledi. Okulun bahçesinde oyun oynarken ve teneffüs esnasında Hasan Khan, sarı suratlı, iri kemikli ve pespaye hareketlere sahipti, giysilerine de hiç özen göstermezdi. Her zaman yakası açık, üzeri topraklanmış ayakkabıları ve aynı laubali tavır ona yakışıyor, üzerine oturuyordu. Fakat çok çabuk sinirlenir, çok hızlı da öfkesini dindirirdi. Bu açıdan daha çok teneffüste sinsi çocuklara zarar verirdi. Her nedense adını “ceset” koymuşlardı.
Ben her zaman ondan uzak dururdum, aramızda belirsiz ve bilinmeyen bir mesafe vardı. Fakat artık bize mahsus durum, gelip masama oturmuştu. O eski ve sebepsiz zorlama kalktı ya da geçen zaman bu meçhul zıtlığı kendi kendine ortadan kaldırdı. Ancak artık toplu, mutlu ve ensesi kalınlaşmış, etrafına mutluluk saçanlardan biri olmuştu.
Giriş esnasında, kafenin garsonuna talimat verdi, ona arak[2 - İran’da bulunan alkollü geleneksel bir içecek. (ç.n.)] getirdiler. Arak bardaklarını peşi sıra dikiyor, arak içmenin eseri olarak da geçici bir mutluluk yaşıyordu. Ancak fazla şehvetten ötürü, yaşına göre küçük görünüyordu ve dudağının köşesine düşen çizgi acı ümitsizliğini aşikâr ediyordu. Tuhaf olan şey ise kendine pek de harcama yapmıştı, fakat sahte olduğunu bağırıyor, bundan da içten içe zevk alıyordu. Her dakika aynaya dönüp kravatını düzeltiyordu. Ne kadar başı ısınırsa o kadar yüzü çocukça ve eski laubali hâlini alıyordu.
Sonunda, lafı uzatmadan bana bir süredir bir kadına âşık olduğunu, -meşhur bir artiste, çok Avrupai ve zengin birine- söyledi. “Bir yıldır onu uzaktan sevdim fakat aşkımı ona söylemeye cesaret edemiyordum, bu son zamanlarda bir şekilde mümkün oldu ve birbirimize vardık!” diye anlatıyordu.
“Âşkın geçici mi yoksa onu alma hayalin var mı?” diye sordum. “Eğer hazır olursa tabii ki onu alırım. Sadece harcaması çok oluyor. Her gece bir kafeye gittiğimizde elimde on-on beş tümen[3 - İran para biriminin halk arasında kullanılan adı. (ç.n.)] bırakıyor. Ancak ben taşın altında da olsa buluyorum. Eğer olursa yedi kapıyı bir tencereye muhtaç ederim de yine de giderlerini karşılarım. Durum, âşık olmayla ilgili, eski ilişkisini bırakması şartıyla. Biliyor musun onu evimize götürdüm, validemle tanıştırdım. Annem: “Gel evimizde kal.” dedi. O da: “Düşmanın gelince kendini bu dört duvara hapsetsin.” dedi. Bu durumla ayda 250 tümen pansiyon masrafı, 250 tümen otel masrafı ve bana da dans etmek kalıyor. Yarın gece buraya gel, onu da yanımda getireyim, nasıl olduğuna bak.” dedi. Ben de “Yarın gece Kerec’deyim.” dedim.
“Ciddi misin? Nevruz için mi Kerec’e gidiyorsun? Yalnız mısın? Ben de onu alıp gelirim. Sahiden ne yapacağımı bilmiyordum. Bir bakıma masrafı daha az olur. Ayrıca yolculukta birbirimizin huyunu suyunu daha iyi tanırız.”
“İzin dışında bir engel yok.”
“İzne gerek yok. Ben yüz defa Kerec’e izinsiz gitmişimdir. İzin lazım değil. Şimdi yarın gece hareket ediyor musun?”
“Sabah saat dokuzda Kazvin[4 - İran’da bir şehir.] girişinin önünde olurum, oradan yola koyuluruz.”
“Ben de Zaife’ye haber vereyim de hazırlansın.”
Ben bana aktardığı bu ani, yalan ve sahte samimiyet açıklamasına şaşırdım. Sonunda birbirimizden ayrıldık ve sabah buluşmayı kararlaştırdık.
***
Ertesi gün sabah saat dokuzda, Hasan âşığıyla geldi. Kadın, kitaptaki nazenin Sanem gibiydi: Zayıf, kısa, kirpikleri siyaha boyanmış, dudakları ve tırnakları kırmızıydı. Elbisesi Paris’in son modasındandı ve parlak bir yüzük de elinde ışıldıyordu. Bir akşam oturması misafirliğine hazırlanmış gibiydi. Kadın, Ford marka eski otomobili görünce dehşete kapılarak: “Senin otomobilin sanmıştım. Şimdiye dek hiç kiralık otomobille yolculuk yapmamıştım.” dedi. Sonunda bindik ve araç Kerec tarafına doğru hareket etti.
Hasan haklıydı, ondan izin kâğıdı istemediler. Yeni Çağ Misafirhanesi’nin önünde indik. Hava serindi ve palto iyi gelmişti. Misafirhanenin dışarıdan bir tarzı vardı. Bir bahçıvandan alınmış, uzun beyaz Tebriz ağaçlarıyla ve odanın bir tarafı beyaza boyanmış uzun bir balkon ile biçim bütünlüğü vardı. Birinin fabrikasından çıkmış gibiydi. Her odada ışıklı, pikeli ve şüpheli yorganların serili olduğu üç yatak ve rafa bırakılmış bir ayna vardı. Odaları geçici konuklar için düzenledikleri görülüyordu. Çünkü eğer biri onlardan birinde kendini hapsederse kısa zamanda sıkılırdı. Balkonun karşısındaki manzarada Kebud Dağları vardı, taçlı serçeler yola çıkmış, kış soğuğundan kaçıp canlarını kurtarmışlar, dönen gözleri ve ayrılan kanatlarıyla sanki bahar esintisinden sarhoş olmuş gibiydiler. İradesizce, Tebrizli dalların üzerinde sıçrıyorlardı yahut da kapının duvarın üzerinden yukarı çıkıyorlardı. Gürültüleri baş döndürüyordu. Fakat bunların hepsi misafirhaneye incelik ve çekicilikten taviz vermeksizin bir önemsizlik ve salaşlık hâli katıyordu.
Odalarımız belli olunca ve otomobilin toz toprağını üzerimizden silktikten sonra gidip avluda yürüyüp Hasan ve eşini bekledim. Bir anda balkonun sonundan birinin beni işaret ettiğini fark ettim. Yakınlaştığında onu tanıdım. Bu her gece Pervane Kafe’ye gelen, tanıştığım gençti. Keratalar onun adını dalgasına “Don Juan” koymuşlardı.
Sıradan, züppe ve resmî yeni yetme gençlerdendi, kıyafeti gri, geniş çarliston pantolondu: altı yıl önceki modaya göre giyinmişti. Başı briyantine batmış, manikürlü tırnakları olan elinde imitasyon bir elmas yüzük parlıyordu. Selam verdikten sonra: “Üç gündür Kerec’te kalıyorum, bu gece Tahran’a dönmeyi umuyorum.” dedi. Bir miktar daha sessizce: “Ermeni bir kızın hatırına buraya gelmiştim, bu sabah gitti!” dedi.
Bu arada, Hasan ve eşi tavus kuşu gibi sarhoş bir hâlde odadan çıktılar. Çaresiz ben, Don Juan’ı onlarla tanıştırdım. Sonra birlikte gidip odadaki masaya oturduk. Hasan ve eşi görünüşe göre bu seferden memnun ve hoşnutlardı. Kadın Hasan’ın omzuna vurarak konuşuyordu: “Bizim birbirimize karşı değişik bir sempatimiz var, öyle değil mi? Sahi size anlatmadım, bir erkek kardeşim var, Hasan’ın peşine takılan Sibi gibi. Fakat o evlendikten sonra gözümden düştü! Başına ne bela geldi bilmiyorum, ben sonunda evimi ayırmak zorunda kaldım. Samimiyet ve iyi ahlakı ben çok severim… İyi ahlaka can feda!”
Bardaklarımızı kadının sağlığına kaldırdık. Don Juan kalkıp gitti, odasından birkaç kâğıtla birlikte bir gramofon getirdi ve plakları çalmaya başladı. Sonra pat diye kadını dansa davet etti, bir kez değil on kez değil, ben Hasan’ın kötü bakışlarının farkındaydım, dişini gıcırdatıyordu ve dışarıdan mübarek yüzüne bunu yansıtmıyordu.
Öğle yemeğinden sonra, çıkıp biraz hava almaya karar verdik. Çalus Caddesi’nde gezerek yürümeye başladık. Yolda Don Juan sessizce bana: “Bu gece de kalacağım.” dedi. Sonra kadını yıllardır tanır gibi onunla samimice sohbete daldı! Her şeye ve her yere dair bilgisi vardı. Kadına yalan hikâyeler de anlatıyordu, biz iki kişinin hayatımızı anlatmamıza fırsat vermeyecek şekilde!
Hasan ani bir karar vermişçesine bir şey söylemek üzere kadının yanına gitti. Fakat kadın ona ters ters bakarak: “Başını kaldır, kıyafetindeki bu leke de ne?” dedi. Hasan korkarak kenara çekildi. Don Juan paltosunu çıkarıp kadının omzuna attı. Ben onlara yaklaştım. Don Juan, caddenin kenarındaki çamurlu ırmağı ve uzaktan görünüşü yerden çıkan çalı süpürgesi gibi olan ağaçları işaret ediyor ve: “İnsanın gelip böyle yerlerde yaşaması ne iyi olurdu! Bu hava, bu ırmak, bu ağaçlar bir ay sonra canlanacaklar. Mehtaplı gecede insan ırmak kenarına gelecek, bir de gramofonu olacak… Yazık oldu fotoğraf makinemi unuttum!” diyordu.
Yakın köylerden yeni kıyafetlerini giymiş köylü adamlar vardı ve rengârenk giyimli çocuklar gelip geçiyorlardı. Kadın yorulduğunu söyledi. Don Juan ırmak kenarında bir mekânı işaret etti. Gidip taşların üzerine oturduk. Irmağın çamurlu suyu yükselmişti, zincirli dalga çıkarıp çamur ve çöpü topluyordu. Gözümüzün önünü toprak tepeler ve kırağı çalmış sıra dağlar sarmıştı. Hava biraz daha ısınmıştı. Don Juan giysisini çıkardı ve orada oturduğumuz süre boyunca âşığından, ceketinin parfümünden, aşktan, namustan ve Kafkas dansından bahsetti. Kadın da ağzı açık onun boşboğazlığını dinliyordu. Aptalca sözler söylüyordu, örneğin: “Bundan daha iyi bir pantolonum vardı, geçen hafta gittim arkadaşlardan biriyle uçağa bindim, ineceğimizde bacağım gitti yerdeki taşa çarptı. Dizimin üzeri parçalandı, lüks terzi bu pantolonu bana 25 tümene dikmişti. Bacağımın her yeri yaralanmıştı. Maktowel’ın yakınındaki Amerikan Hastanesi’ne gittim. ‘Allah sana acımış, diz bağın hasar görseydi sakat kalırdın.’ dedi. Üç gün yattım, iyileştim ancak o yukarıdan evlerin çatıları o kadar güzel görünüyordu ki! Kendi evimizi de yukarıdan gördüm. Sipehsalar Camisi’nin kubbesi de görünüyordu. İnsanlar karınca gibiydiler. Fakat uçak ineceği zaman insanın yüreği hopluyor!..”
Sonunda, yorgunluğu giderdikten sonra, kalktık ve Kerec’e geri döndük. Hasan ve Don Juan’ın keyifleri yerindeydi, Kafkas tonunda ıslık çalıyorlardı. Kadın dans etmeye geldi, ayakkabısının topuğu çıktı: “Bu ayakkabıyı iki hafta önce Bata’dan almıştım!” dedi. Hizmete hazır Don Juan, bir taş parçasıyla ayakkabının topuğunu düzeltti. O esnada kadın ona eliyle dayanıyordu.
Hasan benimle konuşmaya başladı, kafede bana söylediği şeyin aksine: “Bu bana karı olmaz mı? Bırakmam gerek. Ben bunun boğazını doyuramam. Evimiz hiç kapanmaz, özgür de olmak istiyor, fazla özgür!” dedi.
Akşamüzerine doğru misafirhaneye girdik, birkaç şişe arak, gramofon ve türlü türlü çeşitler masayı donatmıştı.
Don Juan gramofonu çalıştırdı ve peşinden kadınla dans etmeye başladı. Hasan küplere bindi ama şakaya vurarak, kinayeyle: “Canım benim doğru söyle, âşığımıza âşık mı oldun, söyle de biz de boşayalım.” dedi.
Don Juan duygusal bir keman plağı çaldı, gelip yatağa oturdu ve: “Pekâlâ! Benim kendi nişanlım var, hiç aklına geldi mi?” dedi. El çantasından üzgün bir kız fotoğrafı çıkardı. Öpüp başına, yüzüne sürdürüyordu, gözlerinden yaşlar yuvarlandı, ağlamaya hazırmış gibi.
Kadının şefkat duygusu kabardı, kalktı Don Juan’ın yanına gidip oturdu. Hasan, karısı ve Don Juan’ın dans etmelerini önlemek için hizmetliden kâğıt oyunu istedi ve Don Juan’ı belot[5 - Fransız kart oyunu. (ç.n.)] oynamak için davet etti. Onlar iki kişilik belot oynamakla meşgullerdi ancak kadının keyfi yerindeydi belindeki kıpırtı durmuştu. Güya Hasan ile inatlaşmak için bir plak çaldı ve beni dansa davet etti. Dansın ortasında kadının elimi bastırdığını ve bana ilgi gösterdiğini hissettim, iki üç kere yüzünü benim yüzüme yapıştırdı.
Hasan fırsattan istifade oyunda Don Juan’a zehrini kusuyordu. Bağırıp çağırıyordu, sinirlenmişti. Dans bitince kadın gidip, Hasan’a ıslak bir sille vurdu ve: “Git defol! Bu ne öfke? Ne ayıp. Git kaybol, tıpkı bir ceset!” dedi.
Hasan ona dik dik baktı, boğazı düğümlenmişti. İstemsizce kravatını düzeltmek için elini kaldırdı ama yakası açıktı. Don Juan oyunu bıraktı ve tekrar kadınla dans etmeye başladı. Ben çaktırmadan Hasan’ı izliyordum, kalktığını, odadan çıktığını gördüm. Don Juan bir tango plağı koydu.
Hasan odaya girdi, etrafına bir baktı, gelip benim elimi tuttu ve odanın dışına çekti. Elinin titrediğini hissettim: Avlunun gaz lambasının altında şakaklarında damarları kabarmıştı, gözleri açık ve alt dudağı sallanmıştı. Tam da onu okulda gördüğüm laubali hâline dönmüştü. Elimi tutarken kesik kesik: “Dün gece bana ‘ben sadece seni düşünüyorum’ dedin, onu benimle tanıştırman senin hatan! Sen görmüştün, tanıyordun ama o benim iznim olmadan eşimle dans ediyor. Bu medeniyete ters değil mi? Sen ona bu şımarık, çocuksu tavırlarını bırakmasını söyle. Sahte yüzüğünü benim kadınımın gözüne sokuyor, on bin tümen sevgilime harcadım diyor! Âşık oluyor, gramofon plağının önünde ağlıyor. Benim eşek olduğumu sanıyor. Dans ederken neden benden izin istemiyor? Hepsini görüyorum, ben ondan daha akıllıyım. Ben de aşk acıları çektim. Bak, onu benimle sen tanıştırdın. Bu kadının çok özgür olduğunu biliyorsun. Onunla fazla yaşayamayacağımı da biliyordum ama artık gidiyorum, burada ayak bağı olmayacağım.” diye konuştu.
“Vay arkadaş! Bir gece bin gece olmaz. Şimdi git yüzüne bir avuç su çal, şeytanın eşeğinden in. Arak içtin saçmalıyorsun. Yılın ilk gecesine bakıp konuşmak kötüye alamettir.”
Fakat benim cevabım kötü etki yaptı. Hasan bir şeyden alevlenmişçesine aceleyle kendi odasına gitti, kadının çantasından para aldı, şehre gitmek üzere hizmetliden özel taksi çağırmasını istedi. Çünkü hızla hareket etmeyi düşünüyordu. Tam da misafirhanenin önünde bir araç duruyordu. Deli gibi etrafına baktı uykulu şoförün başına gitti, uyandırdı ve: “Derhâl şehre gitmeliyim, ne istersen veririm. Acele et!” dedi.
Hasan paltosunun yakasını yukarı kaldırdı. Gidip, Ford’un içine oturdu. Şoför gözlerini ovuşturuyor, araca doğru yürüyordu. Ben şoföre: “Saçmalıyor, sarhoş oldu, git uyu.” dedim.
Şoför de Allah’tan istemişçesine, uyumaya geri döndü. Bir anda değişken Hasan’ın karısı kaşlarını çatarak geldi, otomobilin yanına gelip Hasan’a başını uzattı ve: “Geberesice! Sen adam değilsin, ölü tuzun dökülsün cesedini götürsünler!” Yüzünü bana çevirerek: “En başından ona acıyordum âşık değildim. Bu, kardeşimin karısı gibi bir kadına layıktır.” Tekrar Hasan’a dönerek: Kalk, kalk buraya gel odaya, seninle konuşacaklarımı tamamlamam gerek. Beni burada çölün ortasında bırakmak mı istiyorsun? Kahrolasıca!” diyerek serzenişte bulundu.
Hasan sersemlemiş bir hâlde ayağa kalktı, odaya gitti, yatağa düştü, ellerini yüzüne kapattı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle söylüyordu: “Hayır, hayır, hayatım anlamsızlaştı… Şehre gidiyorum… Benim hayatım bitti… Beni delirttin… Gitmeliyim, yeter artık!.. Şimdiye kadar benim hayatımın sadece bana ait olmadığını, sana da ait olduğunu sanıyordum. Hayır… Yarı yolda ineceğim, kendimi derenin üzerinden aşağı atacağım… Yeter artık!”
Hasan sadece aşk romanlarındaki sıradan cümleleri tekrar etmiyordu, üstelik onların oyuncusu olmuştu. Bu insan görünüşe göre inatçı, benden çekiniyor ve kendini doymuş, kıdemli ve yüksek göstermeye çalışıyordu. Bir anda kendi kontrolünü kaybetti. Yamyamlaşmış ve çaresizleşmişti, âşığından aşk ve şefkat dileniyordu. Bütün bu çaresiz, işkence görmüş et yığını yatağın üzerinde bir dağ gibi yuvarlanmıştı, acı çekiyordu! Bir tür kendini beğenme acısıydı ve aynı zamanda gülünç ve komik bir hâldeydi. Kadın, kendisinin daha üstte olduğundan emin olduğu için, zaferini yüksek sesle bağırıyordu. Aşağılayıcı şekilde elini beline koymuştu ve: “Git kaybol, aptal! Bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum.” dedi yüzünü bana çevirdi: “Şuna bakın, tıpkı bir ceset! Beyefendi benim ısrarlarımla azıcık kendine çeki düzen verdi. Bakın ne hâle düşmüş! Bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum yoksa asla gelmezdim, yazık. Yolculukta iyi ahlak belli olur! Bakın nasıl da yatağa düşmüş. Bu doğal hâli. Canını alsalar, ceset! Ne hata yaptım! İyi ki erkenden anladım, asla bununla yaşayamam!” diyordu. Eliyle “geber” anlamına gelen aşağılayıcı bir hareket yaptı. Hasan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Durumun ince bir noktaya geldiğini fark edince odadan çıkıp onları baş başa bıraktım. Don Juan’ın odasına gittim; her şeyi döküp kaldırdığını, iğnenin plağın sonuna gelip, nık nık ses yaptığını gördüm.
Don Juan kaçmış rengiyle, körkütük sarhoş yatağa düşmüştü. Onu dürttüm. O da: “Ne oluyor? Kavga mı ettiler? Benim suçum ne? Kendisi bana ilgi gösterdi, seni seviyorum dedi, yok, sana sempati duyuyorum dedi. Bu Hasan ölü gibi. Dans ederken benim elimi bastırıyordu ve tekrar beni öptü. Benim ona karşı hiçbir düşüncem yoktu. Bu kadından binlercesini verseler de nişanlımın saçının bir telini vermem. Belot oynamadan önce dışarı çıktığımı görmedin mi? Kadının kırmızı dudak izini yüzümden silmek içindi.” dedi. “Hayır, o kadar da basit değil, sonuçta ben de görüyordum.” demem üzerine Don Juan ise: “Ağız yakmıyor ki. Hikâyesi önce üzgün melek, günahsız kuş, iffet heykeli ve saf, temiz kadınların hikâyeleri gibidir. O zaman taş kalpli inatçı bir genç ortaya çıkar. Onları kandırır! Ben bilmem! Hayal kırıklığına uğramış kızlar neden hep taş kalpli gençlere kanıyorlar, diğer kızlara ibret olmuyor? Ama bu kadın yedi katil genci suya götürür susuz döndürür…”
Don Juan, kendisini yargılamaya gelince hiç oralı olmuyordu, ona göre tamamen doğaldı. Anlattığı lafların önünün arkasının olmadığını, yeni yetme tavırlarınının, hareketlerinin, şımarık yalanlarının ve yersiz dalkavukluğunun, renginin atmasının ve öz bakımının tamamen istemsizce, kendi çevresinin tarzıyla uyuşan bir körlüğün zorlamasından kaynaklandığını anladım. O, kendisi bilmese de gerçekten de kendi muhitinin bir Don Juan’ıydı.
***
Sabah odanın kapısını çaldılar, kapıyı açtım, Hasan’ın eşi elinde valizle içeri girdi ve: “Şimdi Kazvin’e, kız kardeşimin yanına gideceğim. Hasan’ın gece gittiğini biliyor muydunuz? Ben sizinle vedalaşmaya geldim.” dedi. Ben de: “Çok üzgünüz! Ancak bekleyin beraber gidip Hasan’ı bulalım.” dememin üzerine kadın: “Asla, ben artık Hasan’ın yüzüne bakmaya hazır değilim. Gassal[6 - Ölü yıkayan kişi. (ç.n.)], onun cesedini götürsün! Kardeşimin yanına gidiyorum. O beni kandırdı, buraya getirip, sonra da gece kaçıyor!” diye söylendi.
Cevap vermemi beklemeden odadan çıktı.
Beş dakika sonra, Don Juan elinde sanki içinde sadece gramofon olan bir valizle, vedalaşmak için odanın önüne geldi. “Sen nereye gidiyorsun şimdi?” diye sordum.
“İşim var şehre gitmem gerek, dün gece boşuna kaldım” dedi. O da vedalaştı ve gitti. Ali ve havuzu kaldı!
Fakat benim gitmek için acelem yoktu. Serçeler ötüşerek mahmur gözlerle uyanmışlardı. Bahar esintisi onları sarhoş etmişti sanki. Dün geceki tuhaf olayları düşünmeye daldım ve bu olayların da baharın sarhoş edici esintisiyle ilişkili olduğunu ve arkadaşlarımın da serçeler gibi sarhoş olduklarını fark ettim.
Orucu bozduktan sonra dolaşmak niyetiyle misafirhaneden çıktım. Bizi Kerec’e getiren otomobilden daha kötü bir lokanta aracı gördüm, zahmetle ve gürültüyle misafirhanenin önünden geçiyordu. Bir anda içindeki yolcuya gözüm takıldı: camın ardında, birbirinin önüne oturmuş samimice sohbet eden Don Juan ve Hasan’ın karısını gördüm. Otomobilleri, Kazvin yoluna doğru gidiyordu.
***

ÇIKMAZ
Şerif, şaşkın gözleri, sıkı beyaz dişleri ve siyah bir tutam saçının düştüğü dar alnıyla ömrünün 22 yılını yolculuk yaparak geçirmişti. Şaşkın gözlerle, takma dişleri ve kelleşen kafasından yamalanmış gibi görünen geniş alnıyla, daha kötü ve daha kör bir şekilde doğduğu yere dönmüştü. 43 yaşında, askerlik döneminin ardından defterdarlık, muhasebeye yardım gibi işlerden sonra Abade’ye[7 - İran’ın Fars Eyaleti’nde bir şehir. (ç.n.)] maliyeci olarak atanmıştı; doğup, çocukluğunu geçirdiği şehre. Şerif on iki yaşına geldiğinde, babası tahsil görmesi için onu Tahran’a göndermişti. Bir süre sonra maliyeye girdi ve şu ana dek şehirler arasında göçmen ve gezgin bir hayat yaşamaktaydı. Artık tevafuk olarak ya da kendi isteğiyle Abade’ye müracaat etmiş, hevessizce kendisine miras kalan evde ya da idarede zaman öldürmekle meşguldü.
Sabahları çok geç uyanıyordu, amacı bedenine değer vermesi ya da rahatlama isteği değil, sadece zaman geçirmekti. Bazen içinden gelmez, asla işe gitmezdi çünkü her şeye karşı dikkatsiz ve özensiz hâle gelmişti. Bu nedenle, yüzsüz, akıllı, hırsız iş arkadaşlarının hepsinden geride kalmıştı. Onun hayatta geri kalmasına sebep olan şey, arak ve tiryak değil, aksine yaradılışındaki aklı ve merhametli kalbiydi. Geçinmek için devlet parasına ihtiyaç duymuyordu, zirababası ona ömrünün sonuna kadar yetecek miktarda, geçimini sağlayacağı bir miras bırakmıştı. Eğer savurmasaydı, arzularının peşinden gitmeseydi, ihtiyacından da fazlasına sahip olurdu. Ancak gezip dolaşamadığından dolayı ve diğer taraftan da idarenin masasında oturmak onun için ikinci bir alışkanlığa ve bir tür takıntıya dönüştüğü için işinden olmak istemiyordu.
Başvuru yaptıktan sonra Şerif’in gözüne her şey dar, sınırlı, yüzeysel ve küçük görünüyordu. Herkes ona yıpranmış, eskimiş, beti benzi atmış görünüyordu. Ancak çatallarını hayatın karnına saplamışlardı, korkulara, evhamlara ve hurafelere… Bencillikleri artmıştı. Bazıları az çok arzularına ulaşmışlar, göbekleri öne çıkmış ya da şehvetleri ayaklarından çenelerine kadar yayılmıştı. Yahut da yaşam sancısı ortasında dikkatleri dolandırıcılık, kölelerine baskı yapma, pamuk, tiryak, buğday hasadı, çocuklarının kundağı ve eski şişliklerine odaklanmıştı. Kendisi de yaşlanıp güçsüzleştiğinden ötürü doğduğu şehre bir tiryak mangalı ve bir şişe arakla dinlenmek üzere geri dönmemiş miydi? Küçük kız kardeşi son görüşmelerinde gözüne o kadar körpe ve canlı bir genç gibi görünmüştü ki… Şimdi evliydi, çok kere doğum yapmış, çürük çarık yemişti. Anlamlı bir sessizlikle Şerif’in kendi yaşlılık aynası sayılabilecek şekilde, kız kardeşinin gözlerinin köşesinde karga pençesi izi gibi oluklar görünüyordu. Güya kinayeyle adına Abade[8 - Abade, Farsçada kelime olarak “müreffeh, gelişmiş” anlamına gelmektedir. (ç.n.)] dedikleri kızıl topraklı ve harabe şehri bile ona göre tehditkâr bir hâl almaktaydı.
Belki dünya değişmemişti, sadece yaşlılık ve ümitsizlik neticesinde her şey gözünde gençlikteki çekiciliğini, büyüleyici güzelliğini kaybetmişti. Diğerleri yaşarken, sadece onun elleri boş kalmış, yıllar geçmişti ve her yıl gücünün bir miktarı, fark edilmeden görünmez gözeneklerden dışarı çıkmıştı. Birkaç kötü hatıra, bir iki rezillik ve beyhude çabalar dışında ona kalan bir şey olmamıştı. O, sadece cesedini bu delikten o deliğe sürüklemişti. Şimdi de daha iyi günler için bir beklentisi yoktu.
İdarede Şerif’in vaktinin tamamı, rengi solmuş kahverengi masanın başında, maliye dairesinin üst katındaki odada geçmekteydi. Esneyerek, Larousse sözlüğünün sayfalarını çevirip resimlerine bakar, sigara içer ya da üstünkörü idarenin evraklarıyla ilgilenir ve altına büyük bir imza atardı. Ancak idarenin dışında, geceleri toplanıp kumar oynayan idare başkanlarının aksine, o iş arkadaşları ve diğer idare yöneticileriyle ilişki kurup kaynaşmazdı. Kenara çekilip, bir köşeye oturmayı tercih ederdi. Evde zamanını bahçe yapıp, sebze ekerek geçirirdi. Çoğunlukla nargile yakıp içmeye zaman harcardı. Ondan sonra Golam Rıza, pirinç mangalı ateşler ve söğüt ağacının altında, havuzun yanındaki deri sofranın üzerine koyardı. Şerif, nargile parçalarını taşıdığı bin kenarlı kutusunu dikkatle açar, nargile parçaları ve küçük arak şişesini düzenli bir şekilde etrafına yerleştirir ve vakit geçirmekle meşgul olurdu. Bazen Golam Rıza uysal, sessiz ve başı eğik bir şekilde gelir, ona nargile verirdi; sanki dinî bir ritüeli icra eder gibi.
Golam Rıza, evin demirbaşlarından sayılan, yaşlı, ezik bir adamdı ve bir köpek gibi sahibine karşı sadakatini korumuştu. Dostunun yolunda hiçbir fedakârlıktan kaçmayan, o eski iyi yüzlü, zararsız insanlardandı. Şerif’in kuruntularını bilen bir tek o vardı ve istediği gibi davranabiliyordu. Çünkü Şerif’in temizliğe karşı aşırı bir takıntısı vardı, sürekli elini yüzünü yıkardı ve her şeye dikkat ederdi. Golam Rıza, su bardağı, havlu ve yorganın yıkanmasına ayrı bir özen gösterirdi ve efendisinin isteğini yapmış olmak için odaları da süpürürdü.
Şerif, misafir gibi ağırlanması, nargile keyfi ve oymacılığı bitince bal peteği ve hatta her seferinde olmadık yere çıkardığı seyahat tavlasını dikkatle temizleyip özel bir imtina ile seyahat çantasına geri koyardı. Sonra kutsal bir şey gibi tafta ile ciltlettiği fotoğraf albümünü ihtiyatla çıkarır, sanki albüme bakmak nargile keyfini tamamlıyormuşçasına sayfalarını çevirirdi. Bu albüm, onun yaşamının, bütün geçmişinin sinemasıydı. Seyahatleri boyunca tanıştığı bütün arkadaşları ve kişilerin fotoğrafları bu albümdeydi ve onun aklında eski ve etkileyici hatıralarını canlandırıyordu.
Şerif’in zihnen dinlenmesi de orta hâlli insanların bilgi sınırını oluşturan Hafız’ın divânı, Sâdi’nin külliyâtıyla olurdu. Ancak tekdüze hayatının acı tecrübeleri boyunca, insanlara karşı nefret duyuyor, onlarla iletişim kurarken mesafeli olmayı, kendini koruma aracı olarak kullanıyordu. Bununla birlikte, eğittiği bir kekliği vardı ve ayağına zil bağlamıştı. Kaybolmaması için de zayıf bir köpeği kekliğe bekçi olarak tutuyor, boş kaldığı zamanlar kendisine arkadaş oluyorlardı. İnsanların riya dolu hayatından, hayvanların karşılıksız, özensiz ve çocuksu dünyasına sığınmış gibiydi ve onların dostluğu ve ilgisinde hayatta mahrum kaldığı basit hisleri ve şefkati arar gibiydi.
***
Bir akşamüstü Şerif masasında kalın bir dosyayı incelemekle meşguldü. Kapı açıldı, Tahran’dan Abade Maliyesi üyesi unvanlı yetkili genç içeri girdi, sipariş listesini Şerif’in eline verdi. Şerif başını dosyadan kaldırıp onu görünce, şaşaladı. Tepetaklak olmuş bir şekilde zorla o hâlinin değişmesini engelleyebildi. Kalbine asılan görünmez bir dizenin tekrar çekilmesi gibi yıllar içinde kabuk bağlayan bir yara yeni baştan açılmıştı. Dünya gözünde kapkaranlık oldu, gözlerinin önüne kederli ve puslu bir perde indi ve bu perde üzerinde berbat ve acı dolu bir manzara resmedildi. Böyle bir şey mümkün müydü? Şerif bu genci derin bir rüyada, gençlik dönemindeki bir rüyada görmüştü. Hayatının en iyi dönemini onunla geçirmişti. Yirmi bir yıl önce bu olay gerçekleşmişti ve sonra o, bu dünyaya ait olmayan, kırılgan, ince bir şey gibi gözlerinin önünden kaybolmuştu.
Şerif, inanamıyordu. Kendisi yaşlı ve yıkık hâlde ölümü beklerken nasıl olmuş da bu genç, gittiği meçhul dünyadan gelip, daha genç ve daha mutlu bir şekilde gözünün önünde dikilmişti. Arkadaşının acılı hatırasıyla ilgili belirsiz duygular kalbini sıkıştırdı. Zahmetle tükürüğünü yuttu, çıkıntılı gırtlağı hareket etti ve yine ilk baştaki yerine yerleşti.
Şerif bu genci iyi tanıyordu. Onun şimdiki yaşlarındayken kendisiyle aynı okuldaydı. Dostu ve sınıf arkadaşı Muhsin’le sadece bedenen görünüşü aynı değildi; sesi, istemsizce yaptığı hareketleri, derin bakışı, yakasını düzeltmesi bile kaybettiği arkadaşınınkiyle aynıydı. Fakat yüzünde bir güvensizlik ve endişe vardı. Ruhunun, sıradan insanların hayat kurallarına bağlı olduğu görülüyordu. Bu açıdan çocuksu ve dengesiz bir hâli vardı.
Şerif sipariş kâğıdını gözünün önüne getirdi ancak okuyamıyordu. Satırlar gözünün önünde dans ediyordu. Sadece onun adı olan Mecit yazısını okudu. Daima işleri pahalıya patladığı ve şanssızlık onu takip ettiği için kendi kendine mırıldandı: “Bu olmak zorundaydı!” Şaşırdığı zaman bu cümleyi içinden tekrarlardı.
Monoton hayatında, önceden hazırlanmış ve düzgün bir şekilde saatin akrebi gibi hareket eden, klişe gördüğü günlerin içerisinde, bu olay çok tuhaf görünüyordu. Biraz tereddüt ettikten sonra ızdırabın şiddetinden titreyen, olumlu yanıt bekleyen bir tutum ile Mecit’e babasının adını sordu. Mecit’in, Muhsin’in oğlu olduğunu anladıktan sonra, babasıyla kardeşten daha samimi olduklarını, aynı okulda okuduklarını ve daireden iş arkadaşı olduklarını söyledi ve ekledi: “Merhum babanızın üzerimde kardeşlik hakkı var. Siz benim oğlum sayılırsınız, sizi kendi evime davet etmeyi görev bilirim.”
Sonunda mesai vakti bitmeden önce Mecit’i evine götürmeye karar verdi. Eşyaları ve seyahat yatağını idarenin hizmetlisi aldı ve Şerif’in evine doğru yola koyuldular. Kırmızı güllü duvarlar ve etrafına dizilmiş birkaç harabenin arasından geçtiler. Şerif, suyu ve ağaçları olan bahçenin büyük bir alanını kaplayan orantısız bir havuzun da bulunduğu büyük, itibarlı evine girene kadar yol boyunca onunla babası ile olan arkadaşlığı ve yakınlık dereceleri hakkında konuştu. Bu bahçe, şehrin kuru ve ruhsuz manzarasının karşısında sahra ortasındaki vaha evi sayılırdı.
Şerif her zamankinden daha emin adımlarla ve daha memnun bir hâlde yürüyordu. Ayrıca bu aniden ortaya çıkan sahip çıkmayı da sadece vefat eden arkadaşına karşı bir görev olarak görmüyor bundan keyif de alıyordu. Ölen arkadaşına karşı bir tür minnet ve ahde vefa gösterdiği anlaşılıyordu ki o arkadaş, ölümünden yıllar sonra tekrar monoton hayatına katlanmasına yarayacak bir değişiklik getirmişti. İlk defa kaderinden memnundu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sadik-hidayet/aylak-kopek-69429442/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Tahran Eyaleti’nde şehir. (ç.n.)

2
İran’da bulunan alkollü geleneksel bir içecek. (ç.n.)

3
İran para biriminin halk arasında kullanılan adı. (ç.n.)

4
İran’da bir şehir.

5
Fransız kart oyunu. (ç.n.)

6
Ölü yıkayan kişi. (ç.n.)

7
İran’ın Fars Eyaleti’nde bir şehir. (ç.n.)

8
Abade, Farsçada kelime olarak “müreffeh, gelişmiş” anlamına gelmektedir. (ç.n.)
Aylak Köpek Sadık Hidayet
Aylak Köpek

Sadık Hidayet

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Kör Baykuş" romanıyla geniş kitlelerce tanınan ve çok da sevilen, çağdaş İran edebiyatının önde gelen isimlerinden Sadık Hidayet, edebiyatın farklı türlerinde de çok başarılı eserler vermiştir. Yedi kısa hikâyeden oluşan "Aylak Köpek" de, Hidayet’in hikâyeciliğindeki ustalığının ispatı gibidir âdeta. Doğu mistisizmi ile Batı gerçekçiliğinin iç içe geçtiği hikâyelerdeki kasvetli hava, yazarın ruh hâlinin bir yansıması olmasının yanı sıra, yazıldığı döneme dair de bir ipucu niteliğindedir. Her yazar az ya da çok kendisini de sıkıştırır kelimelerinin arasına. Hidayet’te ise bu had safhadadır demek yanlış olmaz. "Aylak Köpek", tekrar tekrar okunmayı, bugün olduğu gibi yarın da ilgi görmeyi, kelimelerle kurduğu dünyanın gücüyle fazlasıyla hak ediyor. "Ancak insanlar her zaman karanlıktan ve yalnızlıktan kaçmaya çalışırlar. Kulaklarını ölümün sesine kapatır, kişiliklerini hayatın bağırış çağırış, kavga gürültüsü arasında kaybedip yok etmeye uğraşırlar!"

  • Добавить отзыв