Arthur Gordon Pym’in Öyküsü

Arthur Gordon Pym’in Öyküsü
Edgar Allan Poe
“Arthur Gordon Pym’in Öyküsü”, kısa öyküleriyle tanınan, gotik ve fantastik edebiyat geleneğinin önde gelen yazarlarından Edgar Allan Poe’nun tamamlan(a)mamış bir romanıdır. Poe, bu romanında, içindeki serüven tutkusunu yenemeyen Pym’in -arkadaşı Augustus’un aracılığıyla- Grampus adlı gemiye köpeği ile birlikte kaçak olarak binmesiyle başlayan maceralarını anlatıyor. 1827 senesinin Haziran ayında, güney denizlerine giden Grampus’ta tayfaların çıkardığı isyan ve yapılan korkunç katliamın ayrıntılarını Poe, Pym’in dilinden aktarıyor. İsyanın sonunda iki tayfa ile birlikte kalan Pym’in macerası burada da bitmiyor, açlık dâhil birçok sorunla karşılaşan kahramanımız okuyucunun bunlara tanıklık etmesini sağlıyor.

Edgar Allan Poe
Arthur Gordon Pym’in Öyküsü

JULES VERNE’İN SUNUŞU
Bilim kurgunun babası Jules Verne, edebiyat dünyasındaki öncülü Edgar Allan Poe’nun yapıtlarına saygı ve hayranlıkla yaklaşarak derinlemesine incelemekle kalmamış; Poe’nun tek romanı olan –ve ne yazık ki bitiremeden vefat ettiği için yarım kalan– “Arthur Gordon Pym’in Öyküsü” adlı eseri kendi stilince tamamlamak üzere kolları sıvayarak ortaya iki kitaplık “Buzlar Sfenksi”ni (Le Sphinx des Glaces / The Sphinx of the Ice Fields / 1897) çıkarmıştır.
Bu eserde Edgar Allan Poe’nun anlattığı Arthur Pym’in öyküsünün gerçekliği, Kaptan Len Guy’un, erkek kardeşinin “Jane” adlı gemideki akıbetini takip etmesine yardımcı olan ipuçları yaratacak biçimde olayların bir araya gelmesiyle gösterilir; kayboluşu sırasında Arthur Pym’in, güvertesinde bulunduğu geminin ta kendisidir bu. Bay Joerling’in çabaları sonucu, Halbrane mürettebatı, Jane’den sağ kalan olup olmadığını araştırmak üzere Antarktika’ya yolculuk etmeye ikna olacaktır…
Aşağıdaki yazıda da büyük söz ustası, hayranı olduğu Poe’nun bu benzersiz eserini, konuyu etraflıca irdeleyerek kaleme aldığı ayrıntılı giriş yazısından alıntılarla tanıtıyor.
* * *
“…Şimdi ise sıra, Poe’nun eserleri üzerine yaptığım bu çalışmayı yansıtacak romanda. En uzun öykülerinden daha da uzun ve şu başlığı taşıyor: “Arthur Gordon Pym’in Öyküsü”. Belki de olağanüstü öykülerinden daha insancıl, ancak olağanüstülük bakımından onlardan altta kalır yanı yok. Dramın doğası başta olmak üzere hiçbir yerde karşılaşılmayan durumlar sunuyor. Kararı siz vereceksiniz.
Poe, maceralarının hiçbir şekilde hayal ürünü olmadığını ispatlamak amacıyla, âdeta yazılanlara inanılsın diye, sözü geçen Gordon Pym’in bir mektubunu Bay Poe’nun adıyla imzalanmış gibi aktarmakla başlıyor; gerçekliklerin lehine bir sunum yapıyor. Fazla uzağa gitmeden bunların, mümkün olmasa bile, olası olup olmadığını göreceğiz.
Bir ressam kesinliğiyle ve uygun kelime seçimiyle, mutsuz adamın sanrılarını, hayallerini, tuhaf seraplarını, fiziksel ızdıraplarını, iç dünyasındaki sızlamalarını, boyarcasına tasvir ediyor Poe. “Konuşma yetisi gitmişti; beyni sulanıyordu; bu umutsuz anda, koca bir yaratığın patilerinin göğsüne bastırıldığını hissetti ve ışıl ışıl iki yuvarlak, pırıltılarını ona yöneltti; baş dönmesi tüm beynini kapladı. Okşama, sevgi ve sevinç gösterilerinin, bu karanlık yaratığın onu bordaya dek izleyen terranova cinsi köpeği Tiger olduğunu fark etmesini sağladığı sırada, deliliğin eşiğindeydi.”
Poe’nun, nasıl bir olaylar dizisiyle okuyucuyu hazırladığını görüyorsunuz; her şeye inanıyorsunuz ve sonraki bölümün başlığını okuduğunuzda içinizi bir ürperti kaplıyor: Kuduz Tiger.
Bordada neler olmuştu! Bir tayfa isyanı, kaptan ve yirmi bir adamın kurban olduğu bir kıyım… Bu korkunç sahneden sonra Grampus yoluna devam etmiştir. Romancımızın sözleriyle, sonraki maceralar, “insan tecrübesinin sicilinin tamamen dışında olaylar içerecektir; insanların inanma sınırlarını doğal olarak aşarken, sadece anlatacak olduğum hiçbir şeye inanılmayacağı umutsuzluğuyla devam ediyorum. En önemli ve en olanaksız iddialarımın doğrulanması için sadece zamana ve bilimin gelişimine güvenim olacaktır.”
Burada garip açlık sahneleri gelir karşımıza ve kilere ulaşmak için harcanan tüm çabalar boşa çıkar; tüm bunlar sürükleyici bir anlatımla betimlenmiştir. Bu pek yoğun acıların arasında, Poe’nun dehasına uygun, korkunç bir olay meydana gelir. Yazar, bizim şu ünlü Dumont d’Urville’in, l’Astrolabe ve la Zélée yolculuklarında kolayca kandırdığı Weddel’in çabalarından söz ederek, bu denizcilerin keşfinin tuhaf öykülemesini de yapmaktadır:
“18 Ocakta mürettebat, karada yaşadığı kuşku götürmeyen bir hayvanın vücudunu çıkardı.”
“Üç ayak uzunluğunda ve sadece altı parmak yüksekliğindeydi. Çok kısa dört bacağı, parlak bir lal renginde ve mercana benzeyen uzun tırnaklarla silahlanmış ayakları vardı. Vücudu yumuşak ve tümü aynı mükemmel beyazlıktaki tüylerle kaplıydı. Kuyruğu bir sıçanınki gibi ucuna doğru inceliyordu ve yaklaşık bir buçuk ayak uzunluğundaydı. Kafası bir kedininkini andırıyordu, kulakları hariç; onlar bir köpeğin kıvrık ve sarkık kulakları gibiydi. Dişleri tıpkı tırnakları gibi canlı kırmızı renkteydi.”
“‘Ülkenin içinde attığımız her adımda,’ dedi, ‘medeni insanlarca ziyaret edilen diğer tüm topraklardan farklı bir toprakta olduğumuz inancına kuvvetle varıyoruz.’”
“Gerçekten de ağaçlar, kavurucu sıcaklığa sahip bölgelerde yetişenlerin hiçbirine benzemiyordu. Kaya kütleleri ve katmanları yeniydi; su ise yine eşsiz bir doğa olayını gözler önüne seriyordu.”
“Var olan herhangi bir kireçli su kadar berrak olmasına karşın, berraklığın alışılmış görüntüsüne sahip değildi. Göze kırmızının olası tüm çeşitlerini sunuyordu, tıpkı ipeğin değişken yansıma ve parıltısı gibi…”
“Bu bölgenin hayvanları, en azından görüntü bakımından bilinen hayvanlardan tamamen farklıydı.”
“Uzun günler boyunca Gordon ve Peters, fındıkla beslenerek labirentin içinde yaşadılar; Gordon, üç uçurum ile sonlanan labirentin şeklini tam doğru olarak çizdi; hatta öyküsünde bu üç uçurumun resmi de yer alıyor, tıpkı ponza taşına kazınmışa benzeyen yarıkların reprodüksiyonu gibi.”
“22 Mart: Karanlıklar açıkça kalınlaşmıştı ve suların önümüze gerilmiş perdeye yansıyan aydınlığından daha yumuşaktı. Çok soluk beyaz renkteki devasa kuşlardan oluşan bir sürü, bu eşsiz örtünün ardında boyuna uçmaktaydı… O kataraktı aralayıp sanki bizi almak için oluşan bir girdabın çemberleri içine atıldık. Ama işte, yolumuzun ortasında, dünyada yaşayan kimsede görülemeyecek kadar büyük orantılara sahip örtünmüş bir insan figürü giyinmekteydi. Ve adamın derisinin rengi, karın mükemmel beyazlığındaydı.”
* * *
Ve öykü bu şekilde kesiliyor. Kim sonunu getirir ki? Benden daha gözü pek ve daha küstah biri, bu olanaksız şeyler arazisinde ilerleyecektir.
Bununla beraber, sonuçta bu garip yayını kendi yaptığına göre, Gordon Pym’in paçayı kurtarmış olduğunu düşünmek gerek; ama eserini tamamlayamadan ölüveriyor. Poe buna derinden üzülüyor ve boşlukların doldurulması görevini reddediyor.
İşte Amerikalı romancının önde gelen eserlerinin özeti. Bunları garip ve doğaüstü olarak nitelendirerek çok mu ileri gittim? Edebiyatta gerçekten yeni bir form yaratmadı mı? Onun kelimeleriyle ifade etmek gerekirse, ölçüsüz beyninin duyarlılığından kaynaklanan bir form?
Anlaşılmazlığı bir kenara bırakırsak, Poe’nun eserlerinde hayranlık duyulması gerekenler, durumların yeniliği, pek bilinmeyen olguların tartışılması, insanın anormal özelliklerinin gözlenmesi, nesnelerinin seçimi, kahramanlarının hep garip olan kişilikleri, onların hastalıklı ve sinirli huyları, kendilerini tuhaf ünlemlerle ifade etme tarzlarıdır. Ve bu arada, tüm bu imkânsızlıkların ortasında, bazen okuyucunun saflığını ele geçiren bir gerçeğe uygunluk da vardır.
Şimdi dikkati bu öykülerin materyalist taraflarına çekmeme izin verin. Asla beklenmedik müdahaleler hissedilmiyor; Poe, bunu itiraf edeceğe benzemiyor ve her şeyi fizik kanunlarıyla açıklarmış gibi yapıyor, ki gerektiğinde gerçekten icat da ediyor. Bu sefer de doğaüstü olana -sürekli- hayranlığının vermesi gereken hava hissedilmiyor. Tabiri caizse istemeye istemeye fantezi yapıyor, zira bu mutsuz adam materyalizmin bir başka havarisidir. Ancak bence bu kendi huyundan çok, Birleşik Devletler’in safça pratik ve endüstriyel olan halkının etkisinin suçu. O, Amerikalı pozitif insan üzerine yazdı, düşündü, hayal kurdu; bu eğilimleri göz önüne alarak, eserlerine hayranlıkla bakıyoruz.
Olağan dışı öykülerinden, Edgar Poe’nun içinde yaşadığı sürekli bir aşırı coşkunluğu kestirebiliyoruz. Ne yazık ki doğası ona yetmemekteydi ve aşırılıkları ona kendi sözleriyle korkunç alkol hastalığını vererek, sonunda da ölümüne neden oldu.”

    Jules VERNE

Ön Söz
Birkaç ay önce, güney denizlerinde ve daha başka bölgelerde başıma gelen, ileriki sayfalarda anlatacağım olağanüstü serüvenlerden sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne geri döndüğümde, tesadüfler sonucu Virginia Richmond’da birkaç centilmenin oluşturduğu bir toplulukla tanışmıştım. Kendileri bulunduğum yerlerle ilgili olaydan çok etkilenmişlerdi ve bunları yazmamın görevim olduğu hususunda beni mütemadiyen zorlamaktaydılar. Ancak bunu nazikçe reddetmemin bazı sebepleri vardı, ki bunların bir bölümü, diğerleri pek o kadar olmasa da benden başka hiç kimseyi ilgilendirmeyen özel nedenlerdi. Beni engelleyen bu düşüncelerden birisi, yokluğumun büyük bir bölümünde günlük tutmamış olmamdı; sadece kafadan yazmaktan ve gerçeğin görüntüsünü yansıtacak ince unsurları atlamaktan ve hayal kurma yeteneğimizi etkileyen olayların detaylarına inerken, hepimizin meyilli olduğu o doğal ve kaçınılmaz abartmayı engelleyememekten korkuyordum. Bir diğer neden de anlatacağım olayların son derece fevkalade bir tabiata sahip olması ve iddialarımı destekleyecek melez bir yerliden başka kimsenin olmayışıydı. Bu durumda yalnızca ailemin ve hayatım boyunca doğru sözlülüğümden kuşku duymamış arkadaşlarımın bana inanmasını bekleyebilirdim. Büyük olasılıkla insanların çoğunluğu, anlattığım olayları arsızca ve ustaca uydurulmuş bir hikâye olarak göreceklerdi. Bütün bunların ötesinde, arkadaşlarımın önerisine uymamı prensipte engelleyen en büyük neden, bir yazar olarak kendi yeteneklerime olan güvensizliğimdi.
Virginia’daki bu baylar arasından, hikâyemin özellikle Antarktik Okyanusu’nda geçen bölümüne büyük ilgi gösteren birisi de o aralar Richmond’da Thomas W. White tarafından aylık olarak yayınlanan “Southern Literary Messenger” adlı bir derginin editörlüğünü yapmakta olan Bay Poe idi. Diğerleri gibi o da bana gördüklerimi, başımdan geçen olayların tamamını hemen yazıya dökmem için ısrar ediyordu. Halkın zekâsına ve sağduyusuna güvenmemi tavsiye ediyor, yazarlık olayına değinerek kitabımın ne kadar acemice olursa o kadar beğenileceğini, kaldı ki eğer varsa böyle bir acemiliğin onu daha da inandırıcı yapacak bir özellik olacağını büyük bir inandırıcılıkla savunuyordu.
Bu cesaretlendirmeye rağmen önerisini yerine getirmeye hâlâ karar verememiştim. Daha sonraları Bay Poe benim bu işin üzerine düşmediğimi anladığından, hikâyemin başlangıç bölümlerini benim ona anlatacağım gerçeklerden oluşturmak ve Messenger’da hikâye kisvesi altında yayınlamak üzere kendisine izin vermemi önerdi. Bir engel görmediğimden, gerçek adımın kullanılmaması şartıyla buna razı oldum. Bu güya uydurma hikâyelerden ikisi sırayla Messenger’ın Ocak ve Şubat 1837 nüshalarında yayınlandı ve tamamen kurgulanmış görünümü vermek için derginin içerik bölümüne Bay Poe’nun ismi iliştirildi.
Oynadığımız bu oyunun ortaya çıkardığı sonuç sonunda beni, söz konusu hikâyenin diğer bölümlerini düzenli bir şekilde yazma işini üstlenmem için cesaretlendirmişti. Çünkü gördüğüm kadarıyla Messenger’da yayınlanan ve aslında tek bir kelimesi değiştirilmeyen hikâyenin arasına serpiştirilmiş masalsı hava bile, okuyucuların onu masal olarak görmelerine yol açmamıştı. Zaten Bay Poe’nun adresine gönderilen birçok mektup da bu görüşün aksini ispat ediyordu. O zaman şu neticeye vardım: Hikâyede tasvir edilen olaylar kendi gerçeklerini kanıtlar bir şekilde anlatılacaktı ve dolayısıyla sonuçta inanılmazlık konusunda endişe duymam gerekmeyecekti.
Bu açıklık getirildikten sonra, anlatılacak olayların ne kadarını benim yazdığım hemen anlaşılacaktır. Aynı zamanda Bay Poe’nun yazdığı ilk birkaç sayfada gerçekleri çarpıtmadığı da görülecektir. Messenger’ı okumamış olanlar için bile Bay Poe’nun nerede bitirdiğini, benim nerede başladığımı anlatmaya gerek olmadığı gibi, zaten üsluplardaki farklılık kolaylıkla ayırt edilecektir.

    A.G. Pym

1. BÖLÜM
Adım Arthur Gordon Pym. Babam, doğduğum yer olan Nantucket’deki deniz depolarında çalışan saygıdeğer bir tüccardı. Anne tarafından büyük babam ise iyi bir bölgede dava vekiliydi. Hayatta şansı hep yaver gitmişti ve önceden Edgarton New Bank adıyla bilinen bankanın hisse senetlerini oldukça iyi değerlendirerek, bunlarla ve daha başka yollarla oldukça iyi bir servet yapmıştı. Zannederim hayatta hiç kimseye bana duyduğu kadar bir yakınlık duymamıştı. Ben de kendisinin ölümü hâlinde sahip olduğu servetin çoğunu miras olarak almayı bekliyordum. Büyük babam altı yaşındayken beni, yaşlı ve tuhaf davranışları olan ve New Bedford’u ziyaret etmiş olan herkes tarafından çok iyi tanınan, Bay Rickett adında tek kollu bir adamın okuluna göndermişti. Bay E. Ronald’ın tepedeki akademisine gidene kadar, onun okulunda kaldım. Burada, genellikle “Lloyd ve Vredenburg” adlı bir firmanın hizmetinde sefere çıkan Kaptan Bernard’ın oğluyla çok yakın arkadaş olmuştum. Bay Bernard da New Bedford’da çok iyi tanınıyordu ve eminim ki Edgarton’da da birçok akrabası vardı. Oğlunun adı Augustus idi ve benden hemen hemen iki yaş daha büyüktü. Babasıyla beraber John Donaldson gemisinde bir balina avı seferine çıkmıştı ve bana Güney Pasifik Okyanusu’nda yaşadığı maceraları anlata anlata bitiremiyordu. Eve sık sık onunla beraber gidiyor ve bütün gün, bazen de bütün gece evde beraber kalıyorduk. Aynı yatağı paylaşıyorduk ve Augustus sabahları gün ışıyana kadar bana hep yolculuklarında ziyaret ettiği Tinian Adası’ndaki yerlilerin ve daha başka yerlerin hikâyelerini anlatıyordu. Sonunda kendimi tutamaz olmuştum ve artık ben de denizlere açılmak için içimde müthiş bir arzu duymaya başlamıştım. Ariel adında, yaklaşık yetmiş beş dolar değerinde bir yelkenlim vardı. Yarım güverteli ve küçük kamaralı bir tekneydi bu ve şalupa tarzı yelken donanımlıydı. Tonajını unutmuşum, fakat içinde kalabalık yapmadan on kişi alabiliyordu. Bu gemiyle dünyanın öyle olmadık, öyle çılgın yerlerine giderdik ki aslında şimdi düşündüğüm zaman hayatta kalmış olmama hâlâ binlerce kez hayret ediyorum.
Bu serüvenlerden birine daha uzun ve çok daha önemli bir hikâyeye giriş yapmak için değineceğim. Bir gece Bernardların evinde bir parti verilmişti ve Augustus’la beraber ben de partinin sonlarına doğru iyiden iyiye sarhoş olmuştuk. Böyle durumlarda her zaman yaptığım gibi, eve gitmektense onun yatağının bir köşesine ilişiverirdim. Parti sabaha doğru bir civarında bittiği için, tahmin ettiğim gibi Augustus, o çok sevdiği hikâyesinden bir kelime bile bahsetmeden, sessiz sedasız uyuyakalmıştı. Yatağa gireli yarım saat olmuştu ki tam derin uykuya dalacağım sırada Augustus aniden ayağa fırlayarak, güneybatıdan esen böylesine muhteşem bir rüzgâr varken dünyanın bütün Arthur Pymleri bir araya gelse de uyumayacağına dair müthiş bir yemin savurdu. Hayatımda böylesine şaşırdığımı hatırlamıyorum. Ne demek istediğini bilmiyordum. Yine de o soğukkanlılıkla konuşmaya devam ederek, sarhoş olduğunu düşündüğümü pekâlâ bildiğini, fakat hayatında hiç bundan daha ayık olmadığını söyledi. Sadece böyle güzel bir gecede tavuk gibi pineklemekten sıkıldığını, kalkıp giyinmeyi ve gemiyle eğlenceye gitmeyi kafasına koyduğunu anlattı. Nasıl olduğunu anlatamayacağım, ama bu sözlerin ağzından dökülmesiyle beni öyle müthiş bir heyecan sardı ki sanki bu çılgınca fikir bana dünyanın en eğlenceli şeyiymiş gibi gelmişti. Hava, ekimin sonlarına yaklaştığımız için buz gibiydi ve dışarıda fırtınaya yakın bir rüzgâr esiyordu. Buna rağmen yataktan zevkle fırlayarak benim de onun kadar cesur olduğumu, yatakta tavuklar gibi yatmaktan en az onun kadar sıkıldığımı, eğlence ve şenliğe Nantucket’in tüm Augustus Barnardları kadar hazır olduğumu söyledim.
Hiç vakit yitirmeden giyindik ve bir çırpıda gemiye gittik. Gemi, Pankey ve Ortakları şirketinin kerestelerinin bulunduğu alanın yanındaki en çürük rıhtımda, bordasını çarpa çarpa âdeta kaba kütüklerin üzerinde bırakarak bekliyordu. Augustus gemiye girdi, neredeyse yarıya kadar suyla dolmuş geminin suyunu boşalttı. Ardından flok[1 - Flok: Yelkenli teknelerde ana yelken dışında bulunan küçük yelken (E.N.).] ve ana yelkeni açarak pupa yelken yola çıktık.
Rüzgâr daha önce de söylediğim gibi güneybatıdan esiyordu. Gece alabildiğine berrak ve soğuktu. Augustus dümendeyken ben de ana direğin yanında güverteye yerleştim. Rıhtımdan ayrılalı beri daha birbirimize tek laf bile etmemiş ve büyük bir hızla yol almıştık. Arkadaşıma şimdi rotamızın hangi istikamete doğru olacağını ve ne zaman geri dönmemizi uygun bulduğunu sordum. Birkaç dakika boyunca ıslık çaldıktan sonra bana haşince, “Ben denize gidiyorum, sen istersen dönebilirsin.” dedi. Gözlerimi ona çevirdiğimde hemen farkına vardım ki kayıtsız görünmesine rağmen aslında heyecan içindeydi. Şimdi ay ışığı altında onu açık seçik görebiliyordum. Yüzü kâğıt gibi bembeyazdı. Ellerinin zangır zangır titremesinden dümenin yekesini bile tutmaktan acizdi. Bir şeyler döndüğünü anlamış ve ciddi bir şekilde kaygılanmaya başlamıştım. O zamanlar gemiyi idare etmek için yeterli bilgiye sahip değildim ve tamamen arkadaşımın gemicilik tecrübelerine güveniyordum. Rüzgâr da aniden kuvvetlenmişti ve hızla karadan uzaklaşmaya başlamıştık. Buna rağmen korktuğumu göstermeye utanıyordum ve belki de yarım saat boyunca, kararlı bir sükûnetle bekledim. Ancak daha sonra, artık dayanamadım ve Augustus’a geri dönmemizin uygun olup olmadığını sordum. Daha önce olduğu gibi, ne söylediğimin farkına varması neredeyse bir dakikayı buldu. “Neredeyse.” dedi sonunda, “Vakit tamam, neredeyse döneceğiz eve.” Aslında buna benzer bir cevap bekliyordum ben de fakat sesinin tonundaki gariplik bir anda içimi tarifi imkânsız bir korkuyla doldurmuştu. Tekrar dikkatle kendisine baktım. Dudakları soğuktan mosmor kesilmişti, hele dizleri öylesine şiddetle birbirine çarpıyordu ki sanki güçlükle ayakta durabiliyor gibiydi. Fena hâlde ürkmüştüm artık. “Tanrı aşkına, Augustus!” diye haykırdım. “Ne oluyor sana? Sorun nedir? Ne yapmak istiyorsun? Neyin var?” diye kekeledi büyük bir şaşkınlıkla ve aynı anda dümen yekesini bıraktı, öne doğru kaykılıp geminin dibine düştü. “Sorun… Ne sorunu? Hiçbir sorun yok. Eve gidiyoruz işte, gö… gö… görmüyor musun?” Gerçek o anda tüm çıplaklığıyla beynimde çakıverdi. Atıldım ve onu ayağa kaldırdım. Sarhoştu, hem de zil zurna. Ne ayakta durabilecek hâli vardı… Ne konuşabilecek, ne de görebilecek. Bakışları cam gibiydi; umutsuzluk içinde onu bırakıverdiğimde bir kütük gibi düşüp az önce içinden çıkardığım karina[2 - Karina: Geminin alt gövdesinin suyla temas kısmını tamamlamak için kullanılan tabir (E.N.).] suyunun dibini boyladı. Gece boyunca benim tahmin ettiğimden çok daha fazla içmişti besbelli. Yataktaki hâli de yüksek dozda alkol almış olmanın ortaya çıkardığı bir durumdu. Sıklıkla kurbanı bütün akli melekeleri yerindeymiş gibi göstererek onu cesur ve atılgan yapan ve olmadık işlere kalkışmasına yol açan delilik gibiydi bu. Ama gecenin ayazı her zamanki etkisini ortaya koyarak o zihinsel enerjiyi geriletmeye başlamıştı. Üstelik içinde bulunduğu tehlikeyle ilgili olarak karmakarışık durumdaki algısıyla sezdikleri de felaketi iyice hızlandırmıştı. Şimdi artık tamamen kendinden geçmişti ve kim bilir kendine gelmesi belki saatler alacaktı.
Duyduğum dehşet aklın alamayacağı boyutlardaydı. Aldığım alkolün son zerresi de işlevini yitirdiği için şimdi iki misli kararsız ve şaşkındım. Gemiyi yönetmekten tamamıyla aciz olduğumu ve şiddetli bir rüzgârla kuvvetli bir cezir dalgasının bizi hızla felakete doğru sürüklediğini biliyordum. Arkamızda bir fırtınanın yaklaştığı apaçıktı; ne pusulamız ne de yiyeceğimiz vardı. Şimdiki rotayla devam edersek de gün ağarmadan kayıplara karışacağımız aşikârdı. Bu ve buna benzer sürüyle dehşet verici düşünce, şaşırtıcı bir hızla kafamdan geçerek bir süre için beni âdeta felç edip harekete geçmemi engelledi. Gemi, ne flok ne de ana yelkeni almadan, baş omuzluğu tamamen köpüklere gömülmüş bir hâlde, rüzgârın önünde korkunç bir hızla ilerliyordu. Augustus, duman yekesini anlattığım şekilde bırakmışken ve ben de aşırı panik yüzünden kontrolü ele almayı akıl edemezken, teknenin bir tarafa fazla yaslanıp kalmaması doğrusu büyük mucizeydi. Her nasılsa, şansın da yardımıyla gemi dengesini korudu ve ben de bir dereceye kadar aklımı başıma toplayabildim. Yine de rüzgâr hâlâ korkutucu bir şekilde hızlanmaktaydı. Gemi dalgaların ileri doğru fırlatmasıyla havaya yükseldiği zamanlar, deniz geminin kıç tarafını yalayıp içeri düşerek bizi sırılsıklam hâlde bırakıyordu. Vücudum artık hiçbir uzvumu hissedemeyeceğim derecede uyuşmuştu. Sonunda bütün cesaretimi toplayıp koşarak mayistra yelkenini boylu boyunca aşağı indirdim. Tahmin edileceği gibi, yelken sudan sırılsıklam olmuş bir vaziyette pruvanın üzerinden uçtu ve geminin direğini de kırıp bordaya dek sürükledi. Bu son kaza beni ani bir mahvoluştan kurtarmıştı. Flok yelkeninin altındaydım şimdi. Zaman zaman, kıç tarafından gelen sular başımdan aşağı geçiyor olsa da her şeye rağmen ani ölüm tehlikesinden kurtulmuş olarak uğuldayan rüzgâra karşı duruyordum. Sonra dümeni ele geçirdim ve hâlâ son bir kurtuluş şansımız olduğunu düşünerek daha rahat bir nefes aldım. Augustus, hâlâ geminin dibinde baygın yatıyordu. Düştüğü yerde suyun derinliği neredeyse üç-dört karışı bulmuştu ve muhtemel bir boğulma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kısmen de olsa onu kaldırmayı becerdikten sonra, oturur pozisyonda tutarak belinin etrafından bir ip geçirip küçük kamaranın gövdesindeki halkalı cıvataya bağladım. Böylece içinde bulunduğum panik hâliyle ve soğuktan donmuş bir durumda her şeyi elimden geldiğince ayarladıktan sonra, kendimi Tanrı’ya emanet ettim. Artık olabilecek her şeye karşı bütün kuvvetimle göğüs germeye hazırdım.
İşte tam bu karara vardığım esnada, sanki binlerce canavarın gırtlağından kopup yükselen şiddetli ve uzun bir haykırış geminin etrafını ve üstünü tümüyle kapladı. O anda tattığım o yoğun dehşet hissini yaşadığım sürece unutmam mümkün değil. Saçlarım diken diken olmuş, kanım âdeta damarlarımda donmuş, kalbimse ha durdu ha duracak gibiydi. Daha kafamı bile kaldırıp beni bu denli dehşete düşüren şeyin ne olduğunu anlamadan, bilincimi yitirerek yerde baygın yatan arkadaşımın üzerine boylu boyunca yığılmışım.
Ayıldığımda kendimi, Nantucket’e bağlı “Penguen” adlı büyükçe bir balina gemisinin kamarasında buldum. Başıma bir dolu insan üşüşmüştü. Augustus da bir ölününkinden daha soluk görünen bir suratla ellerimi ovuşturmakla meşguldü. Gözlerimi açtığımı görünce sergilediği minnet ve sevinç gösterisi, etrafımda toplanmış kaba saba adamların kâh kahkahalara, kâh gözyaşlarına boğulmasına neden olmuştu. Sonra nasıl olup da hayatta kalabildiğimiz bize anlatıldı. Nantucket’e bir an evvel varabilmek için bütün yelkenlerini açmış hâlde ve bizim rotamızla aynı istikamette ilerleyen bir balina gemisi bize çarpmıştı. Gemide birkaç adam gözcülük yaptığı hâlde, çarpışma kaçınılmaz olana dek bizim farkımıza varamamışlardı. Beni o anda dehşete düşüren o haykırışlar, meğer bizi uyarmak için bağıran gözcülerin çığlıklarıymış. Bana anlatıldığına göre, bizim ufak yelkenli nasıl ki bir tüyün üzerinden kolayca geçerse, bu devasa gemi de bizim üzerimizden aynı şekilde geçmiş, hatta bu sırada rotası bile değişmemişti. Gerçi bizim çelimsiz gemi, yok edici tarafından yutulurken, bir an için gövdelerin sürtünmesinden, rüzgâr ve denizin kükremesine karışmış ufak bir gıcırtı sesi duyulmuştu, ama hepsi buydu işte. Bunun dışında kurbanlık geminin güvertesinden tek bir çığlık bile yükselmemişti. Bizim gemiyi (Hatırlanacağı gibi artık ana direği yoktu.) şimdi başıboş bir deniz kabuğu olarak gören kaptan, (New London’dan Kaptan E.V.T. Block) bu mesele hakkında fazla kafa yormaya gerek görmeden yola devam etmekten yanaydı. Ama şans eseri iki gözcü, bizim geminin dümeninde birilerini gördüklerine yeminler etmiş ve kurtarılma şansları olduğunda ısrar etmişlerdi. Akabinde çıkan tartışmada kaptan sinirlenmiş ve bir süre sonra, Herhâlde hayatı boyunca yumurta kabuklarına dikkat etmekle uğraşamayacağını, bunun kendisini ilgilendirmediğini ve geminin böyle saçma sapan şeylerle oyalanamayacağını, dahası eğer birisi yaralanmışsa bunun kendi suçu olduğunu söylemişti. Ancak ikinci kaptan Henderson olaya karışmış ve ruhsuz vahşetin bu derece aşağılık bir örneğini yansıtan böyle bir konuşmaya, tüm mürettebatın da desteklediği haklı bir infialle karşı çıkmıştı. Adamların da kendisini desteklediğini görerek, kaptana onu darağacı için çok uygun bir aday olarak gördüğünü ve karaya adım atar atmaz asılacağını bilse bile emirlerine uymayacağını dobra dobra söylemişti. Sonra, kıça doğru yürümüş ve beti benzi atan kaptanı bir tarafa doğru iteleyip dümeni kaparak kararlılıkla emretmişti: “Orsa alabanda[3 - Orsa alabanda: “Gemiyi ani bir hareketle rüzgâr üzerine çevirmek” anlamına gelen denizcilik tabiri (E.N.).]” Adamlar bunun üzerine yerlerine koşturmuşlar ve gemiyi düzgünce döndürmüşlerdi. Bütün bu olaylar beş dakika içinde olup bitmişti ve herhâlde bir kimsenin bu kadar kısa bir zamanda kurtarılabilmesi imkân sınırlarını zorluyordu. Ama okuyucunun da gördüğü gibi ben de Augustus da kurtarılmıştık ve bunu aklın alamayacağı iki şanslı olaya borçluyduk ki inanç sahibi ve ferasetli insanlar bunun Tanrının özel bir ihsanına bağlıyorlardı.
Gemi henüz orsa alabanda hâlindeyken kaptan küçük filikayı denize indirip, tahminimce beni dümende görüp bağıran o iki tayfayla birlikte, içine atlamıştı. Gemi henüz rüzgâr altını terk etmişti ki Henderson, adamlarına kürekleri siya[4 - Siya: Sandalı kürekleri tersine kullanarak geri geri yürütmek (E.N.).] etmelerini haykırmaya başlamıştı. Gemi rüzgâra doğru iyice kaykılmıştı ve artık Henderson’un ağzından başka hiçbir şey duyulmuyordu, “Kürekler siya, kürekler siya!” Adamlar emri bütün hızlarıyla yerine getirmeye çalışıyor, o arada gemideki tayfaların hep beraber çabalayarak indirmeye çalıştıkları yelkene rağmen, gemi tam bir dönüş yapmış. Tam o sırada geminin sancak tarafı büyük bir yalpalanmayla omurgasına kadar suyun üstüne çıkınca, ikinci kaptanın endişesinin nedeni anlaşılmış. Bir insan bedeninin, geminin düzgün ve pırıl pırıl parlayan (Penguen’in altı bakır şeritlerle sağlamlaştırılmıştı.) karinasına çok tuhaf bir biçimde bağlandığı ve teknenin her hareketinde gövdeye şiddetle çarpmakta olduğu görülmüş. Dalgaların gemiyi yalpalatarak sarsmasına ve filikanın muhtemel batma tehlikesine rağmen, birkaç başarısız denemeden sonra, sonunda bu perişan hâlimden kurtarılmış ve gemiye alınmışım, zira o beden benimkiymiş. Anlaşılıyordu ki cıvatalardan biri bakır gövdede bir delik açarak benim geminin altından geçip sürüklenmemi durdurmuş ve mucizevi bir şekilde beni geminin dibinde tespit etmiş. Cıvatanın başı, üzerime giydiğim kaba yünlü yeşil ceketin yakasını delerek, sağ kulağımın tam altındaki bir çift kas dokusunun ortasına girmişti. Her ne kadar hayat belirtisi namına hiçbir şey gösterememişsem de kurtarılır kurtarılmaz hemen yatağa yatırılmışım. Gemide doktor yoktu. Bununla beraber kaptan, herhâlde daha önceki gaddar davranışından dolayı tayfalara kendini affettirmek için, bana elinden gelen bütün ihtimamı göstermişti.
Henderson neredeyse kasırgaya dönüşen rüzgâra rağmen gemiyi tekrar yola çıkarmıştı. Daha birkaç dakika geçmeden bizim geminin parçalarına rastlamış ve akabinde yanındaki adamlardan birisi kükreyen fırtınanın ortasındaki aralıklarda sanki bir imdat çağrısı duyduğunu iddia etmişti. Böylesine dayanıksız bir filikayla denizdeki her dakikanın kendilerine çok olası bir felakete mal olacağını bildikleri hâlde cesur denizciler, kaptanın geri dönmeleri için yaptığı bütün uyarılara rağmen yarım saati aşkın bir süre boyunca arayışlarını sürdürmüştü. Aslında bindikleri o küçücük filikanın suda bir anda parçalanmadan nasıl idare ettiğini anlamak imkânsız gibiydi. Ama filika aslında balina avı için yapılmıştı ve tahmin ediyorum ki Galler sahillerinde kullanılan bazı kurtarma botları gibi hava boşluklarıyla inşa edilmişti.
Bahsedilen süre kadar nafile araştırmadan sonra artık geriye dönüş için kesin karara varılmıştı ki tam o anda yakınlardan, suyun üstündeki karanlık bir nesneden zayıf bir çığlık yükselmişti. Adamlar çığlığı takip ederek nesneye yanaştı. Bu Ariel’in ambarının tamamıydı. Augustus hemen yanı başında çırpınıyor ve görünüşe göre artık can çekişiyordu. Kendisini yakaladıkları zaman, bir iple suyun üstünde yüzen tahtaya bağlanmış olduğunu gördüler. Bu ip, hatırlanacağı gibi onu dikey vaziyette tutabilmek için belinin etrafına dolayıp sonra da halkalı cıvataya bağladığım ipti ve görünüşe göre, bu, hareketim sonuçta onun hayatını kurtarmıştı. Ariel, dayanıksız bir biçimde inşa edilmişti ve doğal olarak batarken parçalara ayrılmıştı. Ambar bloğu ise tahmin edileceği üzere suyun itmesiyle ana gövdeden ayrılarak diğer bazı parçalarla beraber su yüzüne fırlatılmıştı; tabii Augustus da onunla birlikte yukarı fırlayarak feci bir ölümden dönmüştü. Başına gelenleri anlatabilmesi veya gemimizin uğradığı akıbeti kavrayabilmesi ancak Penguen’e çıkarıldıktan bir saat sonra gerçekleşebildi. Nihayet kendine geldiğinde sudayken başına gelenlerin çoğunu anlattı. Bilincini kazanmaya başladığı zaman kendini suyun altında, boynunun etrafına birkaç kez dolanmış bir iple akıl almaz bir hızla aşağıya doğru çekilirken bulmuştu. Hemen sonrasında ise yüzeye çıkmaya başlamış, fakat kafasını sert bir cisme şiddetle vurarak tekrar kendini kaybetmişti. Sonunda yine ayıldığında bilinci hâlâ zayıf ve şaşırmış bir hâlde olmasına rağmen, şimdi biraz daha toparlanmıştı. Artık bir kazaya uğradığını ve ağzı suyun üstünde olsa da vücudunun suyun içinde olduğunu ve kısmen de olsa nefes alabildiğini biliyordu. Muhtemelen bu esnada kamara rüzgârın önünde hızla savrularak kendisini suda sırtüstü yatar bir pozisyonda peşi sıra sürüklüyordu. Tabii bu pozisyonu koruyabildiği sürece boğulması neredeyse imkânsızdı. O anda büyük bir dalga kendisini çaprazlamasına kamaranın üzerine fırlatmış, o da burada tutunmaya çalışarak aralıklarla yardım için bağırmıştı. Henderson tarafından fark edilmeden hemen önce ise, takatsiz kaldığı için tutunmayı bırakıp kendini ölüme terk edercesine denize koyuvermişti. Bütün bu mücadele boyunca ne başına gelenlerin neyle ilgili olduğunu, ne de Ariel’i hatırlayabilmişti. Bütün akli melekelerini belirsiz bir korku ve umutsuzluk kaplamıştı. Sonunda gemiye çıkarıldığı zaman bilinci son noktasına kadar yitikti. Daha önce de söylediğim gibi, Penguen’e alındıktan ancak bir saat kadar sonra durumun tamamıyla farkına varmıştı. Bana gelince, üç buçuk saat süreyle akla gelebilecek her türlü metot beyhude yere denendikten sonra, Augustus tarafından önerilen, sıcak yağa daldırılmış fanilayla yapılan kuvvetli bir masaj sonunda ölümün tam kıyısından tekrar hayata döndürülmüştüm. Boynumdaki yaranın izleri çirkin görünümüne rağmen fazla önemli bir sorun çıkarmadan bir süre sonra tamamen geçmişti.
Penguen, Nantucket’de görülen en azgın fırtınalardan birine maruz kaldıktan sonra, sabah saat dokuz sıralarında limana girdi. Augustus da ben de Bay Barnard’ın bir gece önceki partiden dolayı biraz geç başlayan kahvaltısına vaktinde yetişebildik. Zannederim masadakilerin hepsi ziyadesiyle yorgun oldukları için, bizim bitkin hâlimizin pek farkına varamadılar. Tabii durumumuz dikkatli bir incelemeden kaçmazdı. Ama öğrencilerin hilekârlıktaki marifetleri meşhurdur ve inanıyorum ki Nantucket’deki arkadaşlarımızın hiçbirisinin, kasabadaki bazı denizcilerin bir gemiye çarpıp otuz-kırk kadar zavallı denizcinin ölümüne neden olduklarına dair anlattıkları korkunç hikâyeye ya da Ariel’den, benden veya yol arkadaşımdan bahsettiklerine dair hiçbir malumatları olmadı. Biz o zamandan beri sık sık aramızda bu olayı konuştuk, fakat her seferinde korkudan tüylerimiz ürpererek… Augustus, bana bütün samimiyetiyle, teknede ne denli sarhoş olduğunu ilk anladığında ve bunun kendisini nasıl yavaş yavaş ölüme çektiğini idrak ettiğinde kapıldığı azap verici dehşeti hayatında daha önce hiç yaşamadığını itiraf etti.

2. BÖLÜM
İşin içine lehte veya aleyhte herhangi bir ön yargı karıştığı zaman, en basit bilgilerden bile kesin bir hükme varmamız mümkün değildir. Başımızdan geçen bu boyutta bir felaketin, benim henüz yeni yeni filizlenmeye başlayan denizcilik sevdamı öldürdüğü akla gelebilir. Oysa tam aksine, daha mucizevi kurtuluşumuzun üzerinden bir hafta geçmişti ki içimde bir denizcinin yaşayabileceği serüvenlere karşı coşku dolu ve önlenemez bir özlem belirmişti. Bu kısacık zaman, hafızamdaki bütün kötü izlenimleri silmeye yetmiş ve yaşadığımız kazanın zevkli, heyecan verici taraflarını bütün resimselliği ile gün ışığına çıkarmıştı. Augustus’la yaptığımız konuşmalar artık günden güne artmaya ve daha bir heyecanlı olmaya başlamıştı. Okyanus hakkındaki hikâyeleri öyle bir ballandıra ballandıra anlatış tarzı vardı ki bugün düşündüğümde aslında yarıdan fazlasının safi uydurma olduğuna inanıyorum. Sanki tam benim tabiatıma göre uyarlanmışlardı; bazen ağır aksak, bazen de alabildiğine heyecanlı ve masalsıydılar. Yaşadığı çetin anları, başına gelen felaketleri ve acıları naklederken, benim denizcilerin yaşamlarına ilişkin duygularımdan faydalanma gibi bir acayip huyu vardı. Denizciliğin neşeli yanları beni pek sarmıyordu anlaşılan. Benim kafamda hep batmış gemiler, kıtlık, ölüm veya korsanlar tarafından esir edilerek okyanusun ortasında kaybolmak ve yanaşılması mümkün olmayan ıssız bir kayalıkta hayat boyu sefalet sürmek gibi marazi düşünceler vardı. Böyle düşünceler veyahut da arzular (ki bunlara ancak arzu diyebiliriz) -sonraları iyice anladım ki- bütün melankolik denizcilerin paylaştığı ortak bir özlemdi. O zamanlar onları gözlemlediğimde, bir kehanet misali kendi hayatımı ve muhakkak surette yaşayacağım maceraların izlerini görüyordum sanki. Augustus da hepten benim gibi düşünmeye başlamıştı. Birbirimize bu kadar yakın olmamız, karakterlerimizin de kısmen birbirinden etkilenmesine yol açmıştı.
Ariel’in uğradığı faciadan yaklaşık on sekiz ay kadar sonra, Lloyd ve Vredenburgh şirketi (Zannederim Liverpool’daki Messicurs Enderby firmasıyla ilişkisi olan bir şirketti bu.), “Grampus” adlı iki direkli bir yelkenliyi balina avı için onarmak ve hazırlamakla meşguldü. Aslında oldukça külüstür bir tekneydi bu, yapılabilecek bütün tamirat yapıldıktan sonra bile pek denize çıkabilecek bir şey değildi. Sahiplerinin daha iyi başka gemileri varken niye o seçilmişti anlamıyorum doğrusu, ama öyleydi işte. Geminin kaptanlığını Bay Barnard almıştı ve Augustus da onunla beraber gidecekti. Yelkenli sefere hazırlanırken, Augustus, boyuna bana seyahat arzumu gerçekleştirebilmem için bundan daha iyi bir fırsat ele geçmeyeceğini söyleyip duruyordu. Tabii benim de bu işe can attığımı görüyordu, ama ne yazık ki mesele bu kadar basit değildi. Babam görünüşte bu fikre karşı çıkmamıştı ama annem… En ufak bir imada bile isteri krizlerine kapılmıştı. Hepsinden kötüsü, kendisinden çok şeyler beklediğim büyük babam, ona bu konuyu bir daha açtığım takdirde harçlığımı bir şiline indireceğine yemin etmişti. Buna rağmen bütün bu zorluklar, benim şevkimi kırmak bir yana, bende yangına körükle gitmek gibi bir etki yapmıştı. Tüm zorluklara katlanmaya kesin kararlıydım ve niyetimi Augustus’a açtıktan sonra tasarılarımızı gerçekleştirebilmek için beraberce plan yapmaya koyulduk. Bu zaman zarfında ailemden kimseyle bu konu hakkında konuşmayarak ve her zamanki gibi derslerime çalışır görünerek onların artık yolculuk planlarımdan vazgeçtiğimi sanmalarını sağladım. O zamandan beri bu davranışımı bazen esefle, bazen de şaşkınlık duyarak değerlendirmişimdir. Planımı gerçekleştirmek için takındığım ve o dönemde söylediğim her söze, her harekete işleyen böylesine uzun süreli bir ikiyüzlülük, ancak yapacağım müthiş yolculuğun bende yarattığı coşkulu heyecanla dayanılır hâle gelmişti.
Bu hilekârca planın uygulanması işinin büyük bir bölümünü, günün çoğunu Grampus’da babasının işlerine yardım ederek geçiren Augustus’a bırakmak zorundaydım. Fakat geceleyin muhakkak buluşup hayallerimiz üzerine uzun uzadıya konuşuyorduk. Neredeyse bir ay geçmişti ve henüz ele avuca gelir bir çözüm bulamamıştık. Augustus, sonunda artık akla gelebilecek her türlü yola başvurmaya mecbur olduğumuzu vurguladı.
New Bedford’da ara sıra iki-üç haftalığına evinde kaldığım Bay Ross adında bir akrabam vardı. Yelkenli 1827 yılının Haziran ayı ortalarına doğru yola çıkacaktı ve tam denize açılmasına birkaç gün kala, önceden kararlaştırıldığı üzere, babam sanki Bay Ross’dan gönderilmiş gibi bir not alacak ve bu notta da Bay Ross beni iki haftalığına evine davet ederek oğulları Emmet ve Robert’la kalmamı isteyecekti. Augustus, mektubu yazdırma ve gönderme işini kendi üzerine aldı. Ben güya New Bedford için yola çıktıktan sonra, benim için gemide saklanma yeri ayarlayan arkadaşıma haber verecektim. Augustus, bana gizleneceğim yerin uzunca bir süre boyunca rahat edebileceğim bir şekilde olacağına dair güvence vermişti, ki bu süre zarfında kendimi göstermemem gerekiyordu. Gemi, geri gönderilmenin söz konusu olmayacağı bir mesafeye eriştiğinde de resmî bir şekilde konforlu bir kamaraya yerleştirilecektim. Babasına gelince, o da herhâlde bu oyuna gülüp geçecekti. Yol boyunca nasılsa durumu açıklayıcı bir mektubu aileme verilmek üzere yollayabileceğimiz bir gemiye rastlayacaktık.
Nihayet haziran ayının ortası gelip çatmıştı ve her şey yolunda gidiyordu. Not yazılmış ve gönderilmiş ve ben de bir pazartesi sabahı güya New Bedford’a gitmek için yola çıkmıştım. Fakat tabii ki doğruca sokağın köşesinde beni beklemekte olan Augustus’un yanına gittim. Planımıza göre aslında bütün gün saklanacak ve gece olduğunda da bir yolunu bulup gemiye giriverecektim. Şansımızdan ortalığı yoğun bir sis tabakası sarmıştı ve gizlenmem için hiç vakit yitirmemeye karar verdik. Augustus önde, ben birkaç adım arkada, üzerimde kolayca tanınmamam için Augustus’un bana verdiği kalın bir denizci peleriniyle iskeleye doğru yola çıktık. Tam Bay Edmund’un kuyusunun önünden geçip ikinci köşeyi dönmüştük ki kimi görelim… Aman Tanrı’m, bu tam önümde duran ve yüzünü dikkatle suratıma dikmiş olan büyük babam yaşlı Peterson’dan başkası değildi, “Bak sen şu işe Gordon!” deyiverdi uzunca bir duraksamadan sonra. “Bu üzerindeki kirli pelerin de kimin böyle?” “Bayım.” diye atıldım; durumun çok nazik olmasından dolayı sesime sanki hakarete uğramış havası vererek ve düşünebildiğim en kaba saba ve cahilce aksanla devam ettim. “Buraya bak, sen galiba şaşırdın, benim adım öyle Goddin moddin falan değil, hem şuna bak hele, bir de benim yeni pelerinime kirli dersin ha!” Zavallı yaşlı adamın kendisini böyle azarlayışımı nasıl da garip garip dinlediğini görünce, kahkahalar atmamak için kendimi zor tutmuştum. Birkaç adım gerileyerek durdu, yüzü önce bembeyaz, sonra kıpkırmızı oldu ve gözlüklerini çıkarıp atarak şemsiyesini yukarı kaldırdı. Sonra sanki aklına bir şey gelmiş gibi olduğu yere mıhlandı ve hırsından titreyerek ağzının içinde çevirdiği “Olmaz ki… Ah bu yeni gözlükler… Ben de sandım ki… Hay lanet denizci serseriler.” mırıltılarıyla topallaya topallaya dönüp gitti.
Bu olaydan böyle kıl payı sıyrıldıktan sonra, daha büyük bir dikkatle yolumuza devam ettik ve sonunda varış noktamıza güvenle ulaştık. Gemide hepi topu bir-iki kişi vardı, onlar da tayfaların kamara işleriyle uğraşıyordu. Bay Barnard ise, çok iyi biliyorduk ki Lloyd ve Vredenburg firmasındaydı ve akşam geç vakitlere kadar orada kalacaktı. Dolayısıyla onun için endişelenmemize gerek yoktu. İlk önce Augustus, geminin yan tarafından tırmandı, kısa bir süre sonra da ben gemide çalışan adamlara belli etmeden onu takip ettim ve hemen kabinin içine girdik. İçeride kimsecikler yoktu. Bir balina gemisinde az görülebilecek şekilde çok rahat ve konforlu bir biçimde döşenmişti burası. İçeride dört adet şahane özel kamara vardı. Aynı zamanda büyükçe bir soba gözümüze ilişti. Son derece kalın ve değerli görünümlü bir halı kabinin ve kamaraların tabanını kaplamıştı. Tavan tam iki metre yirmi santim yüksekliğindeydi ve kısaca diyebilirim ki her şey benim beklediğimden çok daha rahat ve kabul edilebilir bir görünümdeydi. Bununla beraber Augustus, bana şimdi etrafı incelemenin sırası olmadığını söyleyerek bir an evvel saklanmam gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Daha sonra beni sancak tarafındaki bölmenin yanında olan kendi özel kamarasına götürdü. İçeriye girdikten sonra kapıyı kapatarak sürgüledi; herhâlde hayatımda şimdiye kadar içinde bulunduğum bu odadan daha güzel bir oda görmediğimi söyleyebilirim. Aşağı yukarı üç metre uzunluğundaydı ve içeride daha önce de bahsettiğim geniş ve rahat görünümlü ranzalardan beş tane bulunuyordu. Odanın bölmelere en yakın olan kısımdaki üç metrekare kadar bir alanda, bir masa, bir sandalye ve genellikle yolculuk ve serüvenle ilgili bir sürü kitap bulunan raflar vardı. Odada daha birçok küçük konfor vardı ki bunlardan biri de unutmadan söylemem gereken soğutucu gibi bir kutuydu. Augustus, bana bu kutunun içindeki yiyecek ve içecek bölümünde bulunan bir sürü lezzetli mezeyi işaret etti. Daha sonra, şimdi bahsettiğim bölümdeki halının üzerindeki belli bir noktaya parmaklarının eklemleriyle basarak, bana yerdeki bu alanın yarım metrekare kadarının düzgünce kesildiğini ve sonra tekrar düzeltildiğini gösterdi. Basılan bölüm yeterli derecede yukarı kalkarak parmaklarının alta geçmesini sağlamıştı. Böylece üzerinde hâlâ çiviyle tutturulmuş halı bulunan kapağın ağzını yukarı kaldırdı. Bundan sonra fosforlu bir kibritle elindeki fitili yakarak fenere yerleştirdi ve eliyle onu takip etmemi işaret ederek girişten aşağıya doğru inmeye başladı. Denileni yaptım. Sonra halının altına çakılmış bir çivi vasıtasıyla deliğin kapağı kapatıldı. Kapak şimdi orijinal yerini bulduğundan deliğe ait bütün izler ortadan kalkmıştı. Fitil çok zayıf bir ışık yaydığından etrafı seçebilmem çok zor oluyordu. Üstüne üstlük etrafta birbirine geçmiş sürüyle kereste vardı. Yine de gözlerim yavaş yavaş karanlığa alışmaya başladığı gibi, artık arkadaşımın paltosunun ucunu da tutmuş ve çok daha rahat yürüyebiliyordum. Binbir türlü dar geçitten dolandıktan sonra nihayet demir kaplı bir sandığın önüne geldik; bu daha çok değerli seramik işlerini saklamak için kullanılanlara benziyordu. Sandık bir metre seksen santim uzunluğunda, bir metre yirmi santim yüksekliğinde, fakat çok dardı. Üzerinde iki adet büyük ve boş yağ fıçısı duruyordu. Yine bunların tepesinde muazzam miktarda hasır, mat tavana kadar yığılmıştı. Geri kalan bölümlerin hepsi tahta kamalarla sıkıştırılmış, hatta tavan bile bu işten nasibini almıştı. Odanın içi her türden gemi mobilyasıyla karman çorman doldurulmuştu. Bunların yanı sıra her tarafa kümelenmiş kasalar, sepetler, variller ve balyalar vardı ki doğrusu bu durumda sandığa giden bir yol bulabilmemiz mucize sayılmalıydı. Sonradan anladığımıza göre Augustus, odayı mahsus bu hâle getirmişti, amaç benim bütünüyle saklanabilmemi sağlamaktı. Sefere katılmayacak olan bir denizci de bu işi yaparken ona yardım etmişti.
Arkadaşım bana sandığın herhangi bir yüzünün istendiğinde nasıl açılabileceğini gösterdikten sonra, kapaklardan birini yana doğru sürerek içerisini görmemi sağladı. Çok hoşuma gitmişti doğrusu burası. Kamaralarda bulunan bir ranzadan alınan şilte sandığın bütün tabanını kaplamıştı. Sandığın içinde böylesine ufak bir yere sığdırılabilecek her türlü konfor vardı. Dahası içeride istersem oturabileceğim, istersem boylu boyunca yatabileceğim kadar bir alan bile kalmıştı. Diğer şeylerin yanı sıra burada bazı kitaplar, kalem, mürekkep, kâğıt, üç adet battaniye, büyük bir sürahi dolusu su, bir teneke peksimet, üç dört tane kocaman Bolonya sosisi, devasa bir jambon, közlenmiş soğuk koyun budu, yarım düzine kadar kuvvet şurubu şişesi ve likörler vardı. Ben şimdi büyük bir zevkle küçük sarayıma yerleşmeye hazırlanıyordum. Hiçbir hükümdar yeni bir yere girerken benim kadar sevinmemiştir herhâlde. Augustus, bana sandığın açık olan bölmesini nasıl kapatacağımı gösterdikten sonra fitili kamaraya doğru tutarak yerdeki koyu renkli bir kordonu gösterdi. Bu, benim gizlenme yerimden başlayarak ve tahta bölmelerin arasında gerekli kıvrımları dolandıktan sonra, odadaki kamaraya çakılmış bir çiviye ulaşıyordu. Bu da kendi özel odasına giden kapağın tam altındaydı. Bu kordon sayesinde, hesaba katmadığımız bir kaza olması hâlinde onun rehberliğine ihtiyaç olmadan yolumu bulabilecektim. Augustus, bana fenerle bol miktarda fitil ve fosforlu kibrit bıraktıktan sonra, farkına varılmadan gelmeyi becerebilirse sık sık ziyaretime uğrayacağını söyleyerek gitti. Bu, Haziranın on yedisindeydi.
Hatırlayabildiğim kadarıyla, gizlendiğim deliğin tam karşısındaki iki kasanın arasında dikilip kollarımı ve bacaklarımı germek için çıktığım iki sefer dışında, hiç çıkmadan üç gün üç gece kalmıştım. Bütün bu zaman zarfında Augustus hiç ortalarda gözükmemişti. Bu da beni epey endişelendirmeye başlamıştı. Çünkü biliyordum ki geminin denize açılma zamanı yakındı ve o zaman bütün gürültü patırtı arasında pek aşağıya inme şansı olmayacaktı. Nihayet kapağın açılıp kapandığını duydum. Çabucak seslenerek her şeyin yolunda olup olmadığını ve bir şey isteyip istemediğimi sordu. “Hayır.” diye cevapladım. “Rahatım yerinde. Gemi ne zaman sefere çıkıyor?” “Yarım saate kalmadan.” diye cevapladı. “Sana, bunu haber vermek için, bir de belki yokluğumdan endişeye kapıldığını düşünerek korktuğum için geldim. Uzun bir zaman daha gelmeyeceğim; belki de üç dört gün. Yukarıda her şey yolunda. Ben yukarı çıkıp kapağı kapattıktan sonra kordonu takip ederek yukarı gel ve çivinin çakıldığı yeri bul. Orada benim saatimi bulacaksın. Zamanı anlayabilmen için güneş ışığı olmadığından sana yararı olacaktır. Herhâlde ne zamandan beri burada gömülü kaldığını bilmiyorsundur. Sadece üç gün; bugün ayın yirmisi. Saati aşağıya getirirdim, ama yokluğumu anlarlar diye korkuyorum.”
Bunları söyledikten sonra tekrar yukarı çıktı. Augustus, yukarı çıktıktan yaklaşık bir saat sonra geminin kesinlikle hareket ettiğinin farkına vardım. İşte sonunda yolculuğum başlıyordu; bu sevinçle kendi kendimi tebrik ettim. Artık rahattım ve bundan sonra kafamı fazla yormayacaktım. Olayları doğal akışına bırakarak sandıktan kamaraya geçmeme izin verileceği zamanı beklemeye koyuldum. Kamara muhakkak daha büyük olacaktı, ama doğrusu daha rahat olabileceğini pek tahmin etmiyordum. Şimdi ilk halletmem gereken şey saati almaktı. Fitili yanık bırakarak el yordamıyla yürümeye başladım. Kordonu izlerken bazen, binbir dönemeçten geçip uzunca bir mesafe katettikten sonra daha önce bulunduğum yerin kırk-elli santimetre yakınına geri döndüğümü keşfettim. Sonunda çivinin bulunduğu yere ulaştım ve yolculuğumun amacı olan nesneyi aldıktan sonra güvenli bir şekilde geri döndüm. Bundan sonra kitapları incelemeye koyulmuştum. Lewis ve Clarke’in Columbia ağzına yaptığı yolculuk hakkındaydılar. Augustus’un bunları getirmesi büyük bir incelikti gerçekten. Bunlarla kendimi biraz oyaladıktan sonra uykum gelmeye başlamıştı ve büyük bir dikkatle ışığı söndürdükten sonra kendimi derin bir uykuya bıraktım. Uyandığımda kafam tuhaf bir şekilde uyuşmuştu ve içinde bulunduğum durumla ilgili olayları hatırlayabilmem epey bir zaman aldı. Yavaş yavaş kendime geldikçe hatırlamaya başlamıştım. Bir kibrit çakarak saati kontrol ettim ama durmuştu. Şimdi kaç saat uyuduğumu kestirebilmem imkânsızdı. Uzuvlarımın çoğuna kramp girdiğinden iki kasa arasında gerilerek onları gevşetmek zorunda kaldım. Karnım açlıktan zil çalıyordu, aklıma uykuya dalmadan hemen önce yediğim ve tadına doyamadığım koyun budu geldi. Fakat onu tamamen bozulmuş bir hâlde bulduğumda uğradığım şaşkınlığı bir düşünün. Bu olay beni oldukça sarsmıştı. Çünkü uyandığım andaki sersemliğimi buna bağlıyordum; herhâlde aşırı uzun bir zaman uyumuş olmalıydım. Sandığın içindeki kapalı ortamın da buna bir tesiri olabilir ve aslında çok ciddi tehlikeler doğurmuş olabilirdi. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu ve zorlukla nefes alıp verebiliyordum, kısacası başım iyice dertteydi. Yine de kapağı açıp gürültü yapmayı göze alamıyordum. Bu yüzden saati tekrar kurduktan sonra artık hâlime razı olup beklemeye başladım.
Bunu takip eden son derece eziyet verici bir yirmi dört saat içinde, ne gelen oldu ne de giden. Augustus’un bu vurdumduymaz tavrına kızmaktan kendimi alamıyordum. Beni esas endişelendiren, sürahideki suyun neredeyse bitmiş olmasıydı. Koyun budunun telef olması beni bol miktarda Bolonya sosisi yemeye itmişti ve bu da dayanılmaz bir susuzluk hissi veriyordu şimdi. Huzursuzluğumun artık had safhada olmasından dolayı kitaplar da artık beni oyalamaktan acizdi. Hepsinin üstüne şimdi bir de uyku bastırmıştı, ama odanın kapalı ortamında, yanan kömürün ortaya çıkarabileceğine benzeyen zararlı etkiler olabileceğini düşünüp korktuğumdan uyumayı göze alamadım. Bu esnada geminin sallantılarından okyanusa iyiden iyiye açıldığımızı tahmin edebiliyordum ve sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi kulağıma ulaşan yeknesak uğultu, bana dışarıda alelade bir rüzgâr esmediğini söylüyordu. Augustus’un yokluğuna hiçbir anlam veremiyordum. Şu anda eminim ki yolculuğumuzda benim ortaya çıkmamı sağlayacak kadar ilerlemiştik. Başına bir kaza gelmiş olabilirdi, fakat beklenmedik biçimde ölmüş veya gemiden düşmüş olması dışında, beni burada uzun süre hapis bırakmasını açıklayabilecek bir neden bulamıyordum. İyice sabırsızlanmaya başlamıştım. Olasılıklardan biri de belki bodoslama rüzgâra maruz kalmış ve hâlâ Nantucket’in çevresinde bir yerlerde döneniyor olmamızdı. Fakat kısa bir süre sonra, bu fikrimi değiştirmek zorunda kaldım, çünkü eğer öyle olsa geminin durmuş olması gerekirdi. Oysa geminin iskele tarafına doğru aldığı devamlı eğim, sancak bölgesine varan sürekli rüzgârla baştan beri yola devam ettiğimize dair kesin bir kanı oluşturmuştu bende. Ayrıca hâlâ adanın yakınlarında olduğumuzu kabul etsek bile, Augustus neden gelerek beni durumumuzdan haberdar etmemişti? Bu şekilde yalnız ve ümitsiz hâlimin üzerine iyiden iyiye kafa yorduktan sonra, bir yirmi dört saat daha beklemeye ve eğer gelen olmazsa yukarı çıkarak arkadaşımla konuşma girişiminde bulunmaya veya en azından kapak aralığından biraz temiz hava almaya ve özel kamaradan su tedarik etmeye karar verdim. Bununla beraber, kafam bu düşüncelerle meşgulken bütün karşı koymama rağmen ağır bir uykuya yenik düştüm. Rüyalarım tam anlamıyla dehşet vericiydi. Başıma gelmedik felaket ve dehşet yoktu âdeta. Her türlü kâbusun yanı sıra bir sürü korkunç vahşi yaratık, kocaman yastıklarla beni öldüresiye boğuyordu. Dev gibi yılanlar gövdemi sarmış, korku verici parlayan gözlerini delici bakışlarla üzerime dikmişlerdi. Ve çöller… Uçsuz bucaksız, ıssız ve korku verici bir biçimde önümde göz alabildiğine uzanan çöller… Sonsuzluğa yükselircesine art arda sıralanmış gri yapraksız devasa ağaç gövdeleri… Kökleri, kasvetli ve kapkara durgun sularıyla her yeri kaplamış korkunç görünümlü bataklıkların altında gizlenmişti. İnsan kimliğine bürünmüşçesine iskeletimsi kollarını ileri geri sallayan garip ağaçlar, kulakları yırtan çığlıklar atıyordu. Sanki korkunç bir ızdıraba ve umutsuzluğa bulanmış haykırışları, durgun sulardan merhamet dileniyormuş gibiydi. Sonra manzara birdenbire değişti; şimdi Sahra Çölü’nün yakıcı kumlarının ortasında yalnız ve çıplak duruyordum. Ayaklarımın ucunda çömelmiş vahşi bir aslan bekliyordu. Bir an sonra kıpkırmızı ağzından yükselen gök gürültüsü gibi kükreme beni hızla yere yapıştırdı ve sonunda korkunun yol açtığı ani krizle nefesim kesilmiş bir hâlde kendimi yarı yarıya uyanık buldum. Gerçeğin ta kendisi olan bir canavar, kocaman pençelerini şiddetle göğsüme bastırıyordu. Canavar, yaratık ya da her neyse, herhangi bir saldırıda bulunmadan olduğu gibi duruyordu. Biliyordum ki bu hâlde çaresiz yatarken her an ölümle burun burunaydım. Aklımı yitirmiş ve tüm gücümü kaybetmiş bir hâlde korkudan öleceğimi sandım. Beynim uyuşmuş, elim ayağım boşanmış, görünüşüm zayıflamaya başlamıştı. Üzerime dikilmiş ateş saçan gözler bile gitgide gözümde bulanıklaşmaktaydı. Var gücümü toparlayarak ağzımdan dökülen zayıf çığlıkla Tanrı’ya sığındım ve kendimi ölümün kollarına bıraktım. Sesim, üzerimde yatan yaratığın içinde birikmiş tüm öfkeyi alevlendirdi sanki. Öyle ki şimdi vücudunun bütün ağırlığıyla boydan boya üzerime çöküvermişti. Fakat o da nesi? Aman Tanrı’m! Beni parçalayacağını sandığım bu yaratık aniden kesik hırıltılarla yüzümü ve ellerimi yalamaya başlamıştı. Hem de nasıl bir arzu ve coşku dolu bir sevgi gösterisiyle! Şaşkınlıktan aklım başımdan gitmişti âdeta; kendine has garip bir hırıltısı ve aynı derecede tuhaf sevgi gösterileri olan Newfoundland cinsi köpeğim Tiger’ı nerede olsa tanırım. Bu oydu… Aniden şakaklarıma hücum eden kanı hissettim. Kurtulmanın verdiği tarif edilmez coşkunun tesiri başımı döndürmüştü. Yattığım şilteden hızla fırlayıp kendimi sadık dostumun boynuna doladım ve yaşadığım kâbusun içimde oluşturduğu sıkıntıyı içten gözyaşlarıma dökerek ağladım… Ağladım… Rahatlamıştım. Aynı daha önce olduğu gibi, şilteden kalktığım zaman sanki bütün bağlantılar kopmuştu. Fakat çok yavaş da olsa düşünebilme yeteneğim azar azar yerine geliyordu ve olayları birleştirmeye başlıyordum. Tiger’ın nasıl olup da burada olduğuna bir türlü aklım ermiyordu. Aklımdan binbir türlü tahmin geçirdikten sonra, bu işi olduğu gibi kabullenmeye karar verdim. Benimle burada olması beni mutlu etmeye yetiyordu. Hüzünlü yalnızlığımı paylaşacak, arkadaşlığıyla beni rahatlatacaktı. Biliyorum, insanların çoğu sahibi olduğu köpekleri sever. Ama benim, Tiger için duyduğum sevgi bambaşka bir şeydi ve diyebilirim ki başka hiçbir yaratık da bu sevgiyi onun kadar hak etmemiştir. Yedi yıl boyunca benim ayrılmaz bir can yoldaşım olmuş ve böylesi bir hayvanı değerlendirirken aranılan asalet ve sadakate, yaşadığım sayısız olayda tanık olmuştum. Onu daha henüz ufacık bir yavru iken Nantucket’de boynuna geçirilmiş bir iple suya atacak olan bir serserinin elinden kurtarmıştım ve üç sene kadar sonra artık yetişkin bir köpek iken beni bir sokak hırsızının sopasından kurtararak borcunu ödemişti.
Saati yeniden elime aldıktan sonra kulağıma dayadım ve tekrar durduğunu anladım. Fakat bu beni hiç de şaşırtmadı. Çünkü hislerim bana daha önce olduğu gibi çok uzun bir süre uyuyakaldığımı söylüyordu. Tabii bu süreyi tahmin edebilmek imkânsızdı. Ateşler içinde yanıyordum ve susuzluğum dayanılmaz bir hâl almıştı. Sandığın içinde el yordamıyla hareket ediyordum, çünkü lambadaki fitil köküne kadar yanıp bitmişti, fosforlu kibritler de uzanabileceğim yakın bir yerde değildi. Sürahiyi bulduğumda ne yazık ki tamamen boştu. Herhâlde bizim Tiger’ın işiydi bu, suyu halletmenin yanı sıra koyun budunun geri kalanını da bir güzel mideye indirmiş, afiyetle sıyırdığı kemiği sandığın kapağının önüne bırakmıştı. Çürümüş eti paylaşmaya bir diyeceğim yoktu, ama suyu düşününce içim gitmişti doğrusu. O kadar zayıf bir hâldeydim ki en ufak bir harekette sanki sıtmaya yakalanmış gibi bütün vücudum titriyordu. Hepsinin üstüne tüy dikercesine, gemi büyük bir şiddetle boyuna baş vurup çalkalanıyordu. Sandığın üzerindeki yağ fıçıları da her an düşme veya çıkış yolunu kapatma tehlikesi taşıyordu. Ayrıca o anda feci bir deniz tutmasından da muzdariptim. Ne olursa olsun artık geçidin ağzına kadar gidip acil yardım istemeye karar vermiştim. Çünkü bir süre sonra bunu yapmak için belki de şansım bile olmayacaktı. Bu karara vardıktan sonra, tekrar etrafta fosforlu kibritleri ve geri kalan fitilleri araştırdım. Ufak bir çabadan sonra kibritleri bulmak pek sorun olmamıştı. Fakat fitilleri, koyduğum yeri tam olarak hatırladığımı düşünmeme rağmen umduğum kadar çabuk bulamayınca aramaktan vazgeçtim ve Tiger’a uslu uslu yatma talimatını verdikten sonra hemen geçidin ağzına doğru yola çıktım.
Bu yolculuk girişimi durumumun kötülüğünü iyice ortaya çıkarmıştı. Yürümek bir yana ancak büyük bir güçlükle sürünebiliyordum. Ellerim ve ayaklarım sanki sık sık yere gömülüyormuş gibi oluyordu. Bazen dizlerim bükülerek yüzükoyun yere kapaklanıyor ve dakikalarca bilinçsizliğin eşiğinde olduğum yerde kalakalıyordum. Yine de kendimle mücadele ederek yavaş yavaş yola devam ettim. Dar ve birbirine geçmiş dolambaçlı kerestelerin arasında, bayılmanın an meselesi olduğunu düşünerek ilerliyordum ki herhâlde öyle bir durumda ölüm kaçınılmaz bir son olurdu. Var kuvvetimi toplayarak kendimi ileri doğru ittirdiğim bir sırada alnımı önümde duran demir kasalardan birinin sivri köşesine şiddetle çarptım. Kaza, beni sadece birkaç dakika için sersemletmişti. Fakat bu sırada geminin büyük bir hızla çalkalanarak kasayı tamamen yolumu tıkayacak şekilde önüme fırlatması fena hâlde canımı sıkmıştı. Kasa etrafındaki kutuların ve mobilyaların arasına öyle bir sıkışmıştı ki kalan bütün takatimle yüklenmeme rağmen yerinden bir santim bile kımıldatamıyordum. Şimdi önümde iki seçenek vardı. Ya kordonu bırakarak başka bir yol bulmaya çalışacaktım ya da bütün bu bitkin hâlimle kasanın üzerinden tırmanarak yoluma kaldığım yerden devam edecektim. Doğrusu birinci seçenek, düşündüğüm zaman içerdiği bütün zorluklar ve tehlikelerle gözümü yıldırmıştı. İçinde bulunduğum bu perişan hâlle böyle bir şeye kalkışmak, yolu kaybedip bu lanet olası labirentlerde kaybolarak sefil bir fare gibi ölmek demekti. Bu yüzden hiç duraksamadan, kalan bütün kuvvetimi ve azmimi elimden geldiğince toplayarak kasanın üzerine tırmanmak için harekete geçtim.
Ayağa kalkıp görüş alanımı genişlettikten sonra, üstlendiğim işin önceki paniklemiş hâlimle düşündüğümden de çetin ve ciddi olduğunun farkına varmıştım. Bu dar geçidin her iki duvarına da tavana kadar yükselen bir sürü ağır kereste yaslanmıştı ve yapacağım en ufak bir hata, bunların üzerime yıkılıp beni ezmesi anlamına geliyordu. Veya bunun olmadığını farz etsek bile, bu sefer de yıkılıp beni orta yerde hiçbir yöne hareket edemeyecek şekilde bırakması olasılığı vardı. Kutunun kendisi uzun ve hantal görünümlü, üzerinde tutunacak hiçbir yer olmayan bir şeydi. Bütün gücümle nafile yere kutunun tepesine yetişmeye çalıştım, ki başaramama hâlinde kendimi yukarı çekmeye gücüm yetmeyecekti. Belki de bu yüzden böylesi daha iyiydi, çünkü sonunda kutuyu can havliyle itmeye çalışırken yan tarafımda epeyce şiddetli bir sarsıntı hissetmiştim. Hevesle tahtaların köşelerini zorlayarak bunlardan büyükçe bir tanesinin gevşemiş olduğunu gördüm. O anda şans eseri üzerimde taşıdığım çakıyla büyük bir uğraşıdan sonra tahtayı duvardan tamamıyla sökmeyi başardım. Tahtayı araladıktan sonra gördüğüm manzara beni sevince boğmuştu, zira arkası boştu. Diğer bir deyişle, sandığın üst kapağı olmadığından tepeye giden yol için önümde hiçbir engel kalmamıştı. Rahatlıkla yoluma devam ederek sonunda çiviye ulaştım. Heyecandan kalbim deli gibi çarparak ayağa kalktım ve hafifçe zorlayarak düzeneğin kapağını yukarı doğru ittirdim. Hemen açılacağını ummuştum, fakat öyle olmadı; aksine yukarı kalkmak bir yana, yerinden bile kımıldamamıştı. Augustus’tan başka birinin onun özel odasında olabileceğini düşünüp korkmama rağmen biraz daha kararlılıkla kapağı tekrar ittim. Hayrete düşmüştüm, kapak hâlâ yerinden hiç oynamıyordu. Şimdi iyice endişelenmeye başlamıştım. Daha önce gördüğüm kadarıyla kapağı açmak için, çok az güç gerekiyordu. Bu sefer bütün gücümle yüklendim ama boşunaydı, sanki inatla açılmamak için direniyordu; öfke ve umutsuzluğumun verdiği son çırpınışlarla ortaya koyduğum mücadeleye meydan okumayı sürdürdü. Kapağın gösterdiği dirence bakılırsa, ya geçit keşfedilerek çivilenerek kapatılmış ya da ittirilip yerinden oynatılmayacak derecede büyük bir ağırlıkla kapatılmıştı, ki bu durumda kapağı kaldırmayı düşünmek boşunaydı.
Ne yapacağımı bilemez bir hâlde, korku ve endişe içinde kalakalmıştım. Burada böyle gömülü kalmamın nedeni ne olabilirdi? Bir fikir yürütmeye çalışıyordum ama nafileydi. Olayların bağlantısını yitirmiş bir hâlde, öylece döşemeye yığıldım. Kafamı, bir örümcek ağı gibi, açlıktan ve susuzluktan ölmek, havasız kalıp boğularak can vermek şeklinde karanlık düşünceler kaplamıştı. Ölmeden mezara konulmuştum sanki. Tekrar kendimi toplamaya çalışarak ayağa kalktım ve geçidin etrafını yoklayarak parmaklarımla kıvrımları veya olası çatlakları araştırdım, bulduktan sonra da yakından göz gezdirerek yukarıdaki odadan ışık sızdırıp sızdırmadıklarını tetkik ettim, fakat ışıktan eser yoktu. Daha sonra çakımın keskin ucunu çatlaklardan geçirerek kazımaya kalkınca, bunun masif demir olduğunu keşfettim. Çakının cisim üzerinde gidip gelirken hafifçe dalgalanır gibi olması, bana bunun zincir gibi bir şey olduğunu söylüyordu. Artık yapılacak tek şey, geri dönerek sandığın olduğu yere gitmek ve orada, ya kaderime razı olarak sonumu beklemek ya da zihnimi dinlendirdikten sonra ne olursa olsun bir kurtuluş planı hazırlamaktı. Dönüş yolunda yine sayısız güçlükle karşılaştıktan sonra, nihayet sandığıma vardım ve kendimi tükenmiş bir hâlde şilteye attım. Tiger, beni görür görmez boylu boyunca yanıma uzanmış ve sanki beni teselli etmek istermiş gibi bana sarılmıştı. Karamsarlığa düşmememi, metin olmamı söylemek istiyordu belki de bana.
Köpeğimin davranışları bir süre sonra garip bir hâl almış ve dikkatimi çekmeye başlamıştı. Dakikalarca suratımı yaladıktan sonra aniden duruyor ve hafifçe hırlıyordu. Sonrasında ne zaman elimi uzatıp hissetmeye çalışsam her seferinde onu sırtüstü yatmış ve patilerini havaya kaldırmış olarak buluyordum. Defalarca tekrarlanan bu garip davranışa hiçbir anlam verememiştim ve çok tuhafıma gitmişti. Bu endişeli hâlinden yaralanmış olabileceği hükmüne vardıktan sonra, patilerini elime alarak dikkatle inceledim, görünürde tek bir yara izi bile yoktu. Hay aksi, nasıl da aklıma gelmemişti, tabii ki karnı acıkmış olmalıydı. Hemen birkaç parça jambon alarak önüne bıraktım. Fakat bunları çarçabuk temizledikten sonra tekrar eski tuhaf hâllerine dönmüştü. Sonrasında tam benim gibi susuzluktan kavrulduğunu düşünüyordum ki aklıma başka bir fikir geldi. Köpeğimin yaralandığını zannettiğim zaman sadece patilerini kontrol etmiştim, fakat yaralanma vücudunun başka bir yerinde veya kafasında olamaz mıydı? İlk önce kafasını dikkatlice yokladım fakat hiçbir iz bulamadım. Bununla beraber tam elimi hayvanın sırtında gezdiriyordum ki bir bölgede tüylerin hafifçe havaya kalkmış olduğunu fark ettim. Parmaklarımla yokladığımda burada bir ipin olduğunu fark ettim ve ipi izleyerek bunun hayvanın bütün vücudunu çember şeklinde sardığını gördüm. Daha yakın bir inceleme sonucu, ipin ucuna iliştirilmiş ve hayvanın tam sol omzunun altında asılı duran bir kâğıt parçası, daha doğrusu bir pusula buldum.

3. BÖLÜM
O anda aklıma gelen ilk şey, kâğıdın Augustus’un bir notu olduğu ve herhâlde başına gelen olağanüstü bir durumdan dolayı yardımıma gelemediğiyle ilgiliydi. Düşünüp taşındıktan sonra, aklıma olaylardan beni haberdar edebilmek için böyle bir yönteme başvurduğu geldi. Şimdi heyecandan titreyerek tekrar fosforlu kibritleri ve fitili aramaya koyulmuştum. Uykuya dalmadan önce onları dikkatlice toparlayıp bir köşeye yerleştirdiğimi hayal meyal hatırlayabiliyordum. Tabii, hatta geçit kapağına yaptığım son gezintiden önce nerede oldukları tamamen hatırımdaydı. Fakat şimdi ne kadar hatırlamaya çalışsam da boşunaydı ve akabinde yaptığım bir saati aşkın süren araştırma da hiçbir işe yaramamıştı. Tanrım, ne moral bozucu, ne umutsuz bir kâbustu bu anlatamam. Sonunda kafamı eğmiş sandığın kapısının önünde ve dışındaki alanda bulunan çakılları karıştırırken, dümen yönüne doğru çok cılız bir parıltı görmüştüm. Çok şaşırarak hemen benden birkaç adım mesafede görünen bu yöne doğru ilerlemeye çalıştım. Ama daha adım atmamıştım ki parıltı gözden kayboluverdi. Şimdi tekrar onu araştırmadan önce, elimle sandığın etrafını yoklayarak bulunduğum pozisyonu tam olarak kafama not etmeliydim. Sonrasında başımı ihtiyatla ileri geri döndürerek, yavaşça daha evvel düşündüğüm yönün tam tersine ilerleyip sonunda parıltıyı bulmuştum. Bu esrarengiz cılız ışıltının kaynağı, yana doğru devrilmiş boş bir fıçının üzerinde duran kibrit parçacıklarıydı. Tanrı bilir buraya nasıl gelmişlerdi, diye düşünürken bu sefer elime üç dört parça kopmuş fitil gelmişti. Köpeğimin işiydi bu yine, oyun olsun diye ağzında gevelemişti bunları. Belki de Tiger’ın bu marifetleriyle, mektubu okuyabilme hayallerim hepten suya düşmüştü. Fıçının içinde diğer çer çöpün yanı sıra birkaç parça mum kırıntısı da vardı, ama öylesine ezilmişlerdi ki bunlardan herhangi bir fayda beklemeyi düşünmek lüzumsuzdu. Bunları bıraktım ve geride kalan nokta kadar ufak fosforlu kibrit parçalarını toplayabildiğim kadar toplayarak güçlükle Tiger’ı bıraktığım sandığa döndüm.
Şimdi ne yapmalıydım? Hiçbir şey aklıma gelmiyordu. İçerisi öylesine zifirî karanlıktı ki elimi burnumun ucuna getirdiğimde dahi göremiyordum. Elimde tuttuğum kâğıdın beyazı seçilir gibi olsa da direkt olarak bakıldığı zaman o da gözükmüyordu. Ancak gözümün ucuyla yandan baktığım zaman bir derecede ayırt edilir gibi oluyordu. Bu anlattıklarımdan, içinde bulunduğum zindanın durumu herhâlde anlaşılabilir. Hepsinin üstünde Augustus’dan gelen bu pusula -ki onun da Augustus’dan olup olmadığı henüz kesin açıklık kazanmamıştı-belki de beni boş yere umutlandırarak zaten zayıf ve endişeye gömülmüş olan zihnimi daha da bulandırmıştı. Beynimin içinde, bir ışık elde edebilmek için şimdi bir sürü ipe sapa gelmez nafile çareler dönüp duruyordu. Bunlar tam da afyonun tesiriyle tedirgin edici bir uykuya dalmış bir adamın görebileceği türden çarelerdi. Akıl yürütme ve muhakeme gücü yitirildiği zaman hayal gücüyle görülen; hani bir an dünyanın en makul düşüncesiyken, akabinde gülünç denecek kadar saçma gelen fikirlerdendi. Sonunda aklıma epeyce mantıklı görünen bir fikir gelmişti ki bunu nasıl daha önce düşünemediğime hayıflanmıştım. Kâğıt parçalarını bir kitabın üzerine koyduktan sonra, daha önce fıçının içinden topladığım fosfor parçacıklarının hepsini bir araya getirerek kâğıdın üzerine yaydım. Daha sonra avucumun içini kullanarak çabucak ve düzgün bir şekilde, fosfor kırıntılarıyla kâğıdın bütün yüzeyini ovaladım. Parlak bir ışık kâğıdım tamamını kapladı ve eğer herhangi bir yazı olsaydı eminim hiç zorlanmadan okuyabilirdim. Fakat tek bir hece bile yoktu. Sadece ümitsizce ve can sıkıcı boş bir kâğıttı bu. Parlaklık birkaç saniye sonra sönüp giderken sanki benim içimdeki hayat ışığı da sönmüştü.
Bu olay meydana gelmeden daha önce birçok kez belirttiğim gibi, düşünebilme kabiliyetim iyice zayıflamıştı; âdeta aptallaşmıştım artık. Aralıklarla aklım başıma gelirmiş gibi olduğu anlar, hatta kuvvetimi toplar gibi olduğum zamanlar olmuyor değildi, ama bunlar çok seyrekti. Unutulmamalı ki günlerdir bir balina gemisinin ufacık kapalı ortamındaki kirli kötü havayı soluyordum. Üstüne üstlük bu zamanın büyük bir bölümünde içme suyum yok denecek kadar azdı. Son on dört veya on beş saat içerisinde ise artık hiç kalmamıştı. Bu zaman zarfında uyumamıştım bile. Koyun budunun telef olmasından beri tuzlu yiyecekler benim yegâne ve ana beslenme kaynağım olmuştu. Peksimetleri saymıyorum, çünkü çok kuru ve katı olduklarından şişmiş ve zedelenmiş boğazımla bunları yutabilmem mümkün değildi. Şimdi ateşim iyice yükselmişti ve aşırı derecede hastaydım. Bütün bunları şunun için aktarıyorum ki içinde bulunduğum bu durumdan dolayı gerçeğin kafama dank etmesi, fosforla olan denememin üzerinden uzun ve ümitsiz saatler geçmesinden sonra olmuştu. Kâğıdın sadece bir yüzünü kontrol etmiştim… Duyduğum öfkeyi anlatmaya çalışmayacağım bile, çünkü böylesine büyük bir ihmalkârlığın birdenbire insanın hatırına gelmesi her şeyden çok büyük bir kızgınlık yaratıyordu. Yaptığım bu hata pek de önemli olmayabilirdi, ama ne yazık ki dahası da vardı. Kâğıdın üzerinde hiçbir şey bulamadıktan sonra uğradığım hayal kırıklığının tesiriyle çocukça bir davranışla kâğıdı paramparça yırtmış ve atmıştım. Nereye attığımı da hatırlamam da imkânsızdı.
Bu muammanın en zor kısmından köpeğim Tiger’ın zekâsı sayesinde kurtuldum. Uzun bir araştırmadan sonra bulduğum mektubun bir parçasını köpeğin burnuna dayayarak ona bunun geri kalan parçalarını bulup getirmesini anlatmaya çalıştım. Aslında ona daha önce böyle numaralar öğretmemiştim -ki Newfoundland cinsi köpekler böyle yetenekleriyle meşhurdur-ama buna rağmen beni hayrete düşüren bir çabuklukla ne demek istediğimi kavramıştı. Bir süre etrafı araştırdıktan sonra da mektubun büyük bir bölümünü bulmuştu. Parçaları getirirken ara sıra duruyor ve sanki yaptığı işi takdir etmemi istermiş gibi burnunu elime sürtüyordu ve ben kafasını bir iki kez okşadıktan sonra tekrar araştırmasına geri dönüyordu. Son gidişinden sonra bir hayli zaman geçmişti ki bu sefer büyük bir parçayla geri döndü. Bu, notu tamamlamak için gereken son parçaydı. Mektup sadece üç parçaya bölünmüştü. Göründüğü kadarıyla şansım varmış ki geri kalan üç beş parça fosforlu kibrit kırıntısını yaydıkları parıltıdan dolayı bulmak zor olmamıştı. Yaşadığım aksiliklerin etkisiyle şimdi yapacağım iş için çok daha ihtiyatlı olmuştum. Kâğıdın kontrol etmediğim yüzüne bir şeyler yazılmış olması çok büyük bir olasılıktı, ama hangi yüzdü bu? Kâğıtta yazılanların -eğer bir şey yazılmışsa tabii- sadece bir yüzde yazılmış olduğundan emin olsam bile, parçaları birleştirmek bana bu yüzün hangi taraf olabileceği hakkında pek bilgi vermemişti. Bu kesin bir açıklığa kavuşmadan bir üçüncü denemeye girişemezdim, çünkü kalan fosforla yapabileceğim son denemeydi bu. Daha önce olduğu gibi kâğıtları bir kitabın üzerine koyarak meseleyi iyice bir düşündüm. Sonunda yazılı olan tarafın yüzeyinde çok az da olsa bir pürüzü, hassas bir şekilde dokunduğum takdirde belki de hissedebilirdim. Bu denemeyi yapmaya karar verdim ve kâğıdın o anda gözüken yüzeyi üzerinde parmağımı büyük bir dikkatle gezdirdim. Sonuç olumsuzdu, hiçbir şey hissedememiştim; kâğıdın öteki yüzünü çevirerek kitabın üzerinde düzelttim. Şimdi tekrar başparmağımı kullanarak aynı işlemi yapmaya koyulmuştum ve parmağım kâğıdın üzerinde ilerledikçe, çok zayıf olmasına rağmen yine de görülebilir parıltının varlığını fark ettim. Bu daha önce yaptığım deneme sonucu kâğıdın üzerinde kalan çok ufak fosfor taneciklerinden ileri geliyordu, anlamıştım. O hâlde, olası bir yazı tabii ki diğer tarafta olmalıydı. Tekrar kâğıtları ters çevirerek işe koyuldum. Daha önce olduğu gibi fosforu sürdükçe kâğıt parıldamaya başlamıştı. Fakat bu sefer el yazısıyla ve kırmızı mürekkeple yazılmış birkaç satır oldukça bariz bir şekilde ortaya çıkmıştı. Parlaklık yeterli olmakla beraber sadece bir an sürmüştü. Yine de eğer heyecanıma hâkim olabilseydim, gördüğüm üç satırın tamamını da okuyabilmek için yeterli zamanım olacaktı, eminim. Fakat içinde bulunduğum korkunç heyecan ve endişe yüzünden sadece son yedi kelimeyi okuyabilmiştim:

“Kan… Hayatın kendini çok dikkatli gizlemene bağlı.”
Bu notun sadece son kısmını değil de tamamını çözmüş olsaydım bile, duyacağım korku ve dehşet bunun ancak onda biri kadar olabilirdi. Ve hele o, “kan” kelimesi, her zaman esrarlı bir hava yaratan, acıyı ve korkuyu çağrıştıran bu kelime, hele şimdi önceki manadan kopuk bir şekilde beynimde kalarak, sanki her harfiyle içinde bulunduğum zindanın derin karanlığına nüfuz ediyor, ruhumun en derin bölgesine işliyordu.
Şüphesiz, Augustus’un gizli kalmamı istemesi için çok önemli sebepleri olmalıydı. Fakat kafamda bu sebeplerin ne olabileceğine dair yaptığım bin türlü tahmine rağmen, henüz bu esrarengiz olaya tatmin edici bir çözüm bulamamıştım. Geçidin kapağına yaptığım son yolculuktan sonra ve köpeğimin tuhaf davranışları dikkatimi dağıtmadan önce, ne olursa olsun gemidekilere kendimi duyurmaya karar vermiştim. Eğer bunu başaramasam bile, bir yolunu bulup güverteye çıkacaktım. Çaresizliğim had safhadayken kafamda kurduğum bu iki olasılık, bana dayanmam ve kendimi bırakmamam için cesaret veriyordu. Fakat notta okuduğum kelimeler, içimdeki son dayanma gücünü de öldürmüştü. İşte şimdi her şey bitmişti; artık umutsuzluğun pençesinde felç olmuş bir şekilde kendimi şilteye attım ve orada öylece, bir gün bir gece boyunca sayıklamalarla ve ara sıra hissettiğim bilinç kıpırtılarıyla âdeta komada kaldım. Nihayet tekrar kendime geldiğimde, bütün benliğimi sarmış olan korku verici düşünceler hâlâ benimleydi. Bir yirmi dört saat daha su içmeden hayatta kalabilmem çok zayıf bir olasılıktı ve ötesi yoktu bunun. Esaretimin ilk safhasında Augustus’un bıraktığı alkollü içkileri canımın çektiği gibi tüketmiştim, ama bunlar susuzluğumu gidermek bir yana, ateşimi daha da alevlendirmişti. Şimdi kala kala kuvvetlice bir şeftali liköründen bir yudum kalmıştı, ki bu da midemin isyan ettiği berbat bir şeydi. Sosisler tamamen tükenmişti, jambondan da geriye biraz derisinden başka pek bir şey kalmamıştı. Peksimetlerin bir tanesinin parçaları hariç, hepsi Tiger tarafından halledilmişti. Bütün bunlar yetmezmiş gibi başımın ağrısı anbean şiddetleniyordu ve bunun etkisiyle, ilk uykuya daldığımdan beri beni rahatsız eden sayıklama ve hezeyan hâlleri giderek daha çok bastırıyordu. Saatler ilerledikçe artık zorlukla nefes alıp verebiliyordum ve bunu her deneyişimde göğsüme giren ağrı ve kasılmalar dayanılmaz olmaya başlamıştı. Fakat bunlardan başka bana huzursuzluk veren bir şey daha vardı ki sonunda kendimi zorlayarak şilteden kalkmama neden olan esas sebepti bu. Köpeğimin şimdi iyice tuhaf hareketlerde bulunmaya başladığını hissetmiştim.
Köpeğimin davranışlarındaki değişimi ilk defa fosforla yaptığım son deneme sırasında fark etmiştim. Ben fosforlu kâğıdı ovaladıkça o da burnunu elime sürtüyor ve hafifçe hırıldıyordu. Fakat o andaki heyecanımdan dolayı bunu pek önemsememiştim. Sonrasında hatırlanacağı gibi, kendimi büyük bir yorgunlukla yatağa atmıştım. Böylece yatarken kulağımda garip bir tıslama sesinin farkına vardım ve biraz sonra bunun kulağımın dibinde kesik kesik soluyup inleyen Tiger’dan geldiğini keşfettim. Gözleri karanlıkta ateş gibi parlıyor ve müthiş bir şekilde heyecanlanmış gibi gözüküyordu. Kendisiyle konuşmaya çalıştım; cevap olarak yavaşça homurdandı ve sonra tekrar sakinleşti. Hemen sonrasında yine uykuya yenik düşmeme rağmen, fazla zaman geçmeden Tiger aynı tuhaf davranışlarıyla beni uyandırdı. Bu böyle birkaç kez yinelendikten sonra, sonunda köpeğimin bu anlaşılmaz hâli beni iyiden iyiye korkuttuğundan ister istemez tamamen uyanmak zorunda kaldım. Tiger, şimdi sandığın önüne yakın bir yerde uzanmış yatıyor ve alçak sesle olmasına rağmen korkutucu bir biçimde hırlayıp, sanki şiddetli bir spazma girmiş gibi dişlerini gıcırdatıyordu. Eminim ki susuzluk ya da odanın kapalı ortamı onu sonunda delirtmiş ve bu tehlikeli hâle sokmuştu. Ne yapacağımı bilmez bir hâlde kala kalmıştım. Köpeğimi öldürme düşüncesi dayanılmaz bir ızdıraptı, fakat öyle bir durumdaydım ki bunu yapmam kendi güvenliğim için şart gibi gözüküyordu. Gözlerinin üzerime kilitlendiğini seçebiliyordum ve yüzünde öylesine öldürücü bir düşmanlık ifadesi vardı ki üzerime saldırması an meselesiydi. Sonunda bu tehlikeli duruma dayanamayarak ne olursa olsun sandıktan çıkmaya karar verdim. Tiger’ın çıkışımı engellemesi hâlinde onu öldürmekten başka çarem kalmamıştı. Çıkmak için direkt olarak gövdesinin üzerinden geçmem gerekiyordu ki o da sanki amacımı önceden anlamış gibi ön ayaklarının üzerinde doğrularak (Bunu gözlerinin pozisyonunun değişmesinden anlamıştım.), karanlıkta kolayca seçilebilen yırtıcı dişlerinin tamamını ortaya çıkarmıştı. Kalan jambon tulumunun içinden kalan parçayla, likör bulunan şişeyi ve Augustus’un bıraktığı büyük bıçağı üzerime aldım ve pelerinime mümkün olduğunca sarınarak sandığın ağzına doğru hareket ettim. Adımımı attığım anda köpek büyük bir homurtuyla sıçrayarak boğazıma doğru atıldı. Gövdesinin bütün ağırlığının sağ omzuma çökmesiyle, sola doğru kaykılarak şiddetle yere yapışırken, kudurmuş hayvan tamamıyla üzerimden geçmişti. Düşerken dizlerimin bükülmesiyle kafam battaniyelerin içine gömülmüş, bu da beni ikinci ölümcül saldırıdan korumuştu. Battaniyelerin üstündeki keskin dişlerin delice bir kuvvetle boynumun etrafında dönüp durduğunu hissedebiliyordum. Fakat şanslıydım, çünkü battaniyenin katları dişlerin geçmesine engel olmuştu. Umutsuzluk beni iyice cesaretlendirmişti, fırlayarak köpeği üzerimden al aşağı ettikten sonra battaniyeleri peşim sıra sürükledim ve bunları dönerek köpeğin üzerine attım; hemen sonrasında kendini kurtarmasına fırsat vermeden kapıdan çıkarak, beni izlemesi olasılığına karşı kapağı üstüne iyice kapattım. Fakat ne yazık ki bu mücadele esnasında üzerimdeki jambon parçasını düşürmüştüm ve şimdi bütün erzakım içinde bir yudum likör bulunan şişeden ibaretti. Bu düşünce aklımdan geçerken, böyle durumlarda şımarık bir çocuğun gösterebileceği cinsten delice bir davranışla şişeyi başıma diktim ve son damlasına kadar içtikten sonra hızla yere çarparak paramparça ettim.
Parçalanmanın yankısı henüz geçmeye başlamıştı ki dümen yönünden zayıf, fakat sürekli bir sesin ismimi çağırdığını duydum. Bu ses beni öyle yoğun etkilemiş ve duygularımı öyle allak bullak etmişti ki bu beklenmedik çağrıya karşılık vermek için ağzımı açarak seslenmeye çalıştım. Ama boşunaydı, konuşabilme yeteneğim tamamen bitmişti sanki. Arkadaşıma cevap vermemem hâlinde beni ölmüş kabul edebileceğini ve bana ulaşmaya çalışmadan geri döneceğini düşünerek panik ve dehşet içinde kalmıştım. Hemen sandığın önünde duran birkaç kasanın arasında ayağa kalktım ve bir felçli gibi sarsılarak nefes nefese, ağzımdan bir söz çıkarabilmek için kendimle büyük bir mücadeleye giriştim. Gırtlağımdan çıkacak bir hece belki de kurtuluşum demekti, ama başaramadım bunu. Keresteler arasında bir yerlerde benim tarafıma doğru hafif bir kıpırdanma duyuluyordu şimdi. Ses gittikçe zayıflıyor ve yavaş yavaş daha da azalıp ölgünleşiyordu. Tanrım, o anda hissettiklerimi unutabilmem mümkün mü? Arkadaşım -biricik dostum-gidiyordu… Hayatım ellerindeydi ve o beni burada kaderime terk ederek, korkunç ve iğrenç bir zindanda mahvolmama göz yumarak gidiyordu! Üstelik tek bir sözcük, bir küçük hece beni kurtarabilirdi, fakat söyleyememiştim onu, gırtlağımdan çıkmamıştı. Eminim ki o anda yaşadığım acı, ölümün kendi acısından yüz bin kat daha şiddetliydi. Beynim durmuştu ve perişan bir hâlde sandığın önüne yığıldım.
Ben yere kapaklanırken, sarsıntının etkisiyle pantolonumun kemerinden çıkan büyük et bıçağı takırtılar çıkararak yere düşmüştü. Aman Tanrım, bu ses sanki kulaklarımda şimdiye kadar duymadığım şahane bir müzikti; endişeyle pür dikkat kesilerek gürültünün Augustus üzerinde nasıl bir etki yapacağını dinledim. Kesinlikle biliyordum ki adımı çağıran bu şahıs Augustus’dan başka birisi olamazdı. Birkaç dakika ortalıkta çıt çıkmadı. Arkasından tekrar aynı kelimeyi duydum: “Arthur!” Hafif ve tereddüt dolu bir sesti bu. Beni yeniden hayata döndüren ümit duygusuyla sesim geri gelmişti ve şimdi avazım çıktığı kadar coşkuyla bağırdım: “Augustus! Oh, Augustus!” “Sus sus, Tanrı aşkına, yavaş ol biraz.” diye cevapladı korkudan titreyen sesiyle. “Odadan içeri girer girmez hemen yanındayım merak etme.” Sonra uzunca bir süre sadece keresteler arasındaki dolanma seslerini duyabildim; her saniye bana bir asır gibi geliyordu artık. Sonunda elini omzuma yerleştirdiğini hissettiğimde, aceleyle dudaklarıma bir şişe su koymuştu. Yaşadığım o anı belki de sadece ölümün eşiğinden dönmüş olanlar gerçekten anlayabilir. Hele, kana kana içtiğim o suyun bana verdiği o büyük fiziksel zevki ancak benim gibi kasvetli bir zindanda, en ağır şartlar altında hapis kalıp dayanılmaz işkenceler çekmiş olan birisi tasavvur edebilir.
Susuzluğumu bir derece dindirdikten sonra, Augustus’un ceketinin cebinden çıkarıp bana verdiği üç dört haşlanmış patatesi aç kurtlar gibi, âdeta bir nefeste yedim. Yanında bir de fener getirmişti ve bundan yayılan tatlı ışık benim için en az su ve yemek kadar büyük bir konfordu. Fakat her şeyden çok, geri dönüşündeki gecikmenin nedenini öğrenmek için can atıyordum. Sonunda benim aşağıdaki esaretim sırasında gemide neler olup bittiğini anlatmaya koyuldu.

4. BÖLÜM
Yelkenli, tahmin ettiğim gibi, Augustus, saati bıraktıktan bir saat kadar sonra hareket etmişti. Bu, haziranın yirmisindeydi ve hatırlanacağı gibi ben sandığa gireli üç gün olmuştu. Bu süre zarfında yukarıda süregelen devamlı bir koşuşturmaca vardı. Özellikle kamara ve özel odalar etrafındaki onca telaşe dolayısıyla Augustus gizli kapağın ortaya çıkma riskini göze alamamış ve aşağıya inme şansı olmamıştı. Sonunda, geldiği zaman kendisine her şeyin olabildiğince yolunda olduğunu söylemiştim; bu da onu rahatlatmış ve takip eden iki gün boyunca pek endişe duymamıştı. Bununla beraber yine de aşağıya inmek için devamlı bir fırsat kollamıştı. Böyle bir şans ise ancak dördüncü gün eline geçmişti. Bu esnada birçok kez babasına bu olaydan bahsetmeye ve beni bir an önce yukarıya aldırtmaya karar vermişse de geminin hâlâ Nantucket’a çok yakın olması onu engellemişti. Ayrıca, Kaptan Barnard’ın takındığı bazı tavırlardan, benim gemide saklanmış olduğumu öğrenmesi gibi bir durumda hemen geriye dönüş yapılabileceği sonucu çıkarılabilirdi. Bir de Augustus meseleyi kafasında evirip çevirirken şöyle bir sonuca varmıştı: Eğer çok acil bir durumda kalsaydım, ne olursa olsun her tehlikeyi göze alıp kendimi ortaya çıkarmamam için hiçbir neden olamazdı. Dolayısıyla böylece her şeyi düşündükten sonra, kimse tarafından görülmeyeceği uygun bir zaman denk gelene kadar aşağıda kalmamı uygun bulmuştu. Daha önce de söylediğim gibi bu, bana saati bıraktıktan sonraki dördüncü güne ve benimse içeri girişimden itibaren geçen yedinci güne tekabül ediyordu. O zaman aşağı indiğinde sadece beni yoklayarak her şeyin yolunda gidip gitmediğini öğrenmek istediğinden, yanında su veya azık getirmemişti. Bundan sonra tekrar özel odasına dönerek muhtemel ihtiyaçlarımı getirecekti. Bu amaçla aşağıya indiğinde beni büyük bir gürültüyle horuldayarak uyurken bulduğunu söyledi. Yaptığım bütün hesaplamalara göre, bu tam geçidin ağzından saati alıp geldikten sonra daldığım derin uykuya rastlıyordu ki herhâlde bu uyku en azından üç gün üç gece sürmüş olmalıydı. Kendi tecrübelerimden ve başkalarının onaylamasından anladığım kadarıyla, kapalı ortamdaki kokuşmuş balık yağından yükselen iğrenç kokuydu beni bu denli ağır bir uykuya sokan. Geminin daha önce uzun süre balina avı için kullanılmış olması ve kaldığım odanın hâlini düşündüğümde, aslında uyanabilmiş olmama bile hayret etmek gerekir.
Augustus, geçidin kapağını kapatmadan önce, ilkin kısık bir sesle çağırmıştı beni. Fakat benden bir cevap gelmeyince kapağı kapatarak daha yüksek bir tonda, bu da yetmeyince çok daha yüksek bir sesle bağırmıştı. Yine de bütün bu gürültüye horlamadan başka bir cevap alamamıştı. Ne yapacağını bilememişti; sandığa benim yanıma gelmesi epey zaman alacak, bu sırada da yokluğu Kaptan Barnard tarafından anlaşılacaktı. Çünkü babasının yolculuk işiyle ilgili bütün kırtasiyeyi, kâğıtları kopyalama ve düzene koyma işini Augustus üstlenmişti. Bu yüzden bir süre düşündükten sonra şimdilik tekrar yukarı çıkmaya ve ziyaretime gelmek için başka bir fırsat beklemeye karar vermişti. Böyle rahat ve deliksiz bir uykuya daldığımı görünce hapis kalmanın beni pek rahatsız etmediğini düşünmüş, bu da kararını daha da pekiştirmişti. Kafasından tam bu düşünceleri geçirirken, o anda kamara tarafından gelen olağan dışı bir gürültü dikkatini çekmişti. Hemen delikten dışarı fırlayarak kapağı kapatmış ve özel odasının kapısını ardına kadar iterek içeri dalmıştı. Hatırlayabildiği son şey, eşikten içeri adımını atmasıyla suratına dayanan tabanca ve akabinde başına inen demir manivelayla yere yığılmasıydı.
Kendine geldiğinde kamarada yere yatırılmış ve kuvvetlice bir el sıkı sıkıya boğazını kavramış. Fakat yine de etrafında olup bitenleri görebiliyormuş. Babası, elleri ayakları bağlanmış, alnındaki derin bir yaradan kanlar boşanır bir şekilde kamara iskelesinin önünde yatıyormuş. Hiç konuşamıyormuş, belli ki ölmek üzereymiş. Başının dibinde, yüzünde iblisçe ve alaylı bir sırıtmayla dikilmiş olan ikinci kaptan, üzerini alenen arayarak ceplerinden büyükçe bir cüzdanla bir kronometre çekip çıkarmış. Mürettebattan içlerinde zenci aşçının da bulunduğu yedi kişi, iskele tarafındaki büyük odaları altüst ederek silah araştırmışlar ve sonunda saklı tüfekleri ve cephaneyi ele geçirmişler. Augustus ve Kaptan Barnard’ın yanı sıra kamarada, en belalı yelkenli tayfalarından toplam dokuz kişi daha bulunuyormuş. Haydutlar, arkadaşımın ellerini de arkadan bağladıktan sonra, yanlarına alarak güverteye çıkmış. Doğruca, ellerindeki baltalarla iki asinin başında nöbet beklediği tayfa kamarasına doğru yönelmiş. Bundan başka diğer iki asi de ana ambarın başında nöbetteymiş. İkinci kaptan yüksekçe bir sesle bağırmış: “Aşağıdakiler, beni duyuyor musunuz? Hepiniz yukarı, hem de hemen, sesini çıkaranı duyarsam karışmam, ona göre!” Birkaç dakika ortalıkta kimse gözükmemiş, ama sonra ilk defa sefere çıkan toy bir İngiliz ortaya çıkmış. Acıklı acıklı ağlıyor ve hayatını bağışlaması için ikinci kaptana yalvarıp yakarıyormuş. Gelen cevap ise, alnının ortasına inen bir balta darbesi olmuş. Zavallıcık inilti bile çıkaramadan güverteye yığılmış, zenci aşçı da bir çocuğu kaldırır gibi kollarında kaldırarak onu herkesin gözü önünde denize fırlatıp atmış. Balta darbesini ve suya düşüş sesini duyan aşağıdakileri artık ne tehditler, ne de vaatler dışarı çıkarabilirmiş. Ancak bir süre sonra yapılan bir uzlaşma önerisi sonucunda razı olmuşlar ve kalabalık grup dışarıya çıkmış. Bir anlık boş bulunma, dışarıya çıkanların gemiyi tekrar ele geçirebilir gibi gözükmelerine yol açmışsa da asiler kamaranın kapısını iyice kapayarak altıdan fazla adamın dışarı çıkmasına engel olmuş. Dışarı çıkan bu altı kişi, sayıca ve silahça çok üstün bir durumda olan asiler tarafından kısa bir mücadele sonucu etkisiz hâle getirilmişler. Asilerin elebaşını, aşağıdakilerin güvertede söylenen her sözü kolaylıkla duyabildiğini göz önünde tutarak onlara iyi davranılacağını söylemiş. Amaç kamarada saklananları kolayca yukarıya çıkarmakmış tabii. Sonuçta, ikinci kaptan kurnazlığını ve ondan aşağı kalmayan şeytani alçaklığını ispat etmiş. Kamaradakilerin hepsi teslim olmak istediklerini söyledikten sonra teker teker dışarı alınıp elleri bağlanarak arka üstü yere yatırılmış. Hepsi oradaymış şimdi, ilk çıkan altı kişi dâhil isyana katılmayan tam yirmi yedi kişi.
Sonrası korkunç bir vahşet sahnesiymiş. Bağlı denizciler koridora sürükleniyor ve burada elinde baltayla bekleyen aşçı, isyancılar tarafından geminin kenarına zorla yatırılan tayfaların kafalarına vurduktan sonra onları denize atıyormuş. Bu şekilde yirmi iki kişi katledilirken Augustus artık umudunu kesmiş, sıranın her an kendisine gelmesini bekliyormuş. Fakat haydutlar artık yorulmuş gibiymişler ya da belki bu kanlı vahşet sahnesi onları tiksindirmiş. Çünkü arkadaşım dâhil geride kalan güverteye yatırılmış esirlerin icabına bakılması işi bir süreliğine ertelenmiş. İkinci kaptan bu sırada aşağıya inerek rom getirmiş ve katiller çetesi güneş batana dek cümbüş yapıp eğlenmişler. Sonra sadece dört adım ötede duran ve tüm söylenenleri duyan esirlerin akıbeti konusunda anlaşmazlığa düşmüşler. İçki, bazı asiler üzerinde yumuşatıcı bir etki yapmış anlaşılan. Çünkü duyulan seslere göre bazıları, isyana katılmak şartıyla bütün esirlerin serbest bırakılmasını savunuyormuş. Ayrıca ele geçirilen ganimeti de paylaşacaklarmış. Fakat baştan aşağı bir canavar olan zenci aşçı ki adamlar üzerinde en az ikinci kaptan kadar, hatta ondan daha fazla etkili gibi görünüyormuş, hiçbir öneriye kulak asmayarak ve tekrar tekrar ayağa kalkarak koridordaki katletme işini sürdürmeyi savunmaktaymış. Neyse ki gözünü daha az kan bürümüş olan birkaç asi, aşırı alkolün etkisiyle kendini kaybetmiş olan aşçıyı bastırmışlar. Bunların arasında, ismi Dirk Peters olan, gemideki ikinci idari yönetici de varmış. Bu adam, Missouri Nehri’nin kaynağına yakın Black Hills adlı dağlık bölgede yaşayan Upsaroka kabilesinden Kızılderili bir kadının oğluydu. Babası, sanırım kürk tüccarıydı veya Lewis Nehri etrafındaki Kızılderili alışveriş bölgesinde buna benzer bir işle meşguldü. Peter, şimdiye kadar gördüğüm en vahşi görünümlü insanlardan biriydi. Boyu oldukça kısa, belki bir metre elli santimetrenin bile altındaydı. Fakat uzuvları Herkülümsü bir yapıya sahipti. Bilhassa elleri öylesine kalın ve genişti ki insan eli denemezdi bunlara. Kolları da aynı bacakları gibi garip bir biçimde kavisliydi ve görünüşe göre esneklikten tamamen uzaktı.
Kafası da diğer tarafları gibi deformeydi; kocamandı ve tepesi çoğu zencilerde olduğu gibi çukurlu ve tamamen keldi. Doğuştan olan bu kusuru gizlemek için genellikle saça benzeyen (İspanyol cinsi köpek veya Amerikan ayısı tüyü olabilirdi bu.) herhangi bir maddeden yapılmış bir peruk kullanıyordu. Konuştuğumuz zaman itibarıyla kafasında ayı postundan bir peruk vardı, fakat bu Upsaroka kabilesinden miras kalan korkunç görünümünü hiç mi hiç değiştirmemişti. Ağzı açıldığında kulaklarına kadar yayılıyordu. İnce dudakları, vücudunun diğer yanları gibi esneklikten tamamen yoksundu. Böylece suratındaki ifade, duyguları ne olursa olsun hiçbir zaman değişmiyordu. Bu değişmez ifadede, kısmen bile olsa hiçbir zaman dudaklarının altında kalmayan, aşırı uzun ve çıkıntılı dişlerin de bir payı vardı. Yanından geçerken şöyle bir göz ucuyla bakan birisi bu adamın devamlı sırıttığını sanabilirdi. Fakat ikinci ve dikkatli bir bakışla, bu gülüşün neşeliyse bile ancak bir iblise ait olabileceğini tüyleri ürpererek görürdü. Nantucket’daki denizciler arasında bu garip yaratık hakkında bir sürü fıkralar anlatılırdı. Bu fıkraların çoğu, heyecanlandığı zaman sergilediği muazzam güç gösterisiyle, bazıları da akli dengesinin yerinde olup olmadığıyla ilgili söylentiler içerirdi. Fakat Grampus gemisindeki bu isyan sırasında diğerlerinin ona gösterdiği tavır, daha çok alaysıydı. Dirk Peters’la ilgili bu izlenimlerimi anlatmamın esas nedeni, ne kadar vahşi ve gaddar gözükürse gözüksün Augustus’un hayatının kurtarılmasında oynadığı anahtar roldür. Ayrıca ileride görüleceği gibi, hikâyemi anlatırken sık sık ondan bahsedeceğim. Çünkü anlatacağım bu hikâyenin ileriki bölümlerinde geçen öylesine olağanüstü olaylar ve aklın inanma sınırlarını zorlayan kavramlar söz konusu ki bütün bu anlatılanlar için elimden gelen her çareyi ve şahidi kullanmak zorundayım. Bununla beraber şunu da belirtmeliyim ki bence zaman ve gün geçtikçe ilerleyen bilim, yaşadığım bu inanılmaz olayların büyük bir kısmını doğrulayacak ve açığa çıkaracaktır.
Uzunca süren bir kararsızlık ve izleyen birkaç şiddetli kavgadan sonra, Augustus dışında geri kalan tüm esirlerin (Peters şakayla karışık da olsa, ısrarla Augustus’u kendi özel kâtibi olarak almak istemişti.) ufak bir balina filikasına konarak okyanusa terk edilmelerine karar verilmiş. İkinci kaptan bundan sonra kamaraya giderek Barnard’ın hayatta olup olmadığını kontrol etmiş. Çünkü hatırlanacağı gibi isyancılar yukarı çıkarken onu aşağıda bırakmışlardı. Kaptan hâlâ hayattaymış, göründüğü kadarıyla yaraları şimdi daha iyiymiş, fakat hâlâ yüzünde ölümün solgunluğu varmış. Şimdi ikisi de ortada ayakta duruyorlarmış. Kaptan Barnard güçlükle anlaşılır bir sesle, onlardan bu işten vazgeçmelerini ve görevlerinin başına dönmelerini istemiş. Bunu yaptıkları takdirde nerede olursa olsun karaya çıkabileceklerine dair söz veriyor ve hiçbirini adalete teslim etmeye çalışmayacağını söylüyormuş. Fakat sanki duvara konuşmuş. İki serseri onu yakaladıkları gibi, ikinci kaptanın aşağıya inmesini fırsat bilip denize indirilen filikaya savurup atmışlar. Arkasından da güvertede yatan dört adamın elleri çözülerek kaptanı takip etmeleri istenmiş, onlar da itirazsız emre uymuşlar. Babasına veda etmesine izin verilmemesinin burukluğunu yaşayan Augustus hâlâ bırakıldığı gibi yerde, acı verici bir pozisyonda yatıyormuş. Filikadakilere ne yelken, ne direk, ne de kürek veya pusula verilmiş. Bir avuç peksimet ve bir maşrapa suyla yetinmek zorundaymışlar. İsyancılar aralarında bir kez daha görüşürlerken, filika hâlâ geminin kıç tarafından yedekte çekilmekteymiş ancak sonra ipi kesilerek serbest bırakılmış. Güneş batmış, Ay tamamen kaybolmuş ve görünürde hiçbir yıldız yokmuş. Fazlaca bir rüzgâr olmamasına rağmen deniz hırçın dalgalarla kabarıp duruyormuş. Tekne anında gözden kaybolmuş ve içindeki talihsiz yolcuların kurtulma umudu çok azmış. Bununla beraber, bu olay olduğu sırada gemi 35º 30’ kuzey enleminde ve 61º 20’ batı boylamında seyrediyormuş, bu da Bermuda adalarına yakın bir bölgeydi. Bu yüzden Augustus, teknedekilerin belki de karaya erişebileceklerini veya yakından geçen bir gemi tarafından fark edilebileceklerini düşünerek kendini avutmaya çalışmış.
Bundan sonra geminin bütün yelkenleri açılmış ve rotası güneybatıya doğru çevrilmiş. Gemi artık bir korsan gemisiymiş ve söylenenlerden anlaşıldığına göre Yeşilburun Adaları’ndan Porto Riko’ya gitmekte olan başka bir gemiye saldıracaklarmış. Augustus’un ipleri çözülmüş ve artık kamara bölgesinde serbestçe dolaşabiliyormuş. Kimsenin de ona dikkat ettiği yokmuş. Dirk Peters, ona oldukça iyi davranıyormuş, hatta bir keresinde onu aşçının saldırısından bile kurtarmış. Fakat durumu hâlâ son derece tehlikedeymiş, çünkü gemideki adamlar sürekli sarhoşmuş; her an bu umursamaz ve şakacı tavırları değişebilirmiş. Benim için duyduğu endişe ise, içinde bulunduğu bu durumun en kahredici tarafıydı mutlaka. Bütün kalbimle söyleyebilirim ki arkadaşlığına olan güvenimin derecesi hiç değişmemişti. Birçok kez isyancılara benim gemide gizlice saklandığımı söylemeye karar vermiş, fakat daha önce şahit olduğu vahşet sahneleri aklına geldikçe bundan vazgeçmiş. Vazgeçmesinin bir diğer sebebi de hâlâ bir yolunu bulup gizlice aşağıya inme şansının olmasıymış. Bunun için devamlı tetikte beklemiş, fakat devamlı alarmda olmasına rağmen filika denize terk edildikten sonra geçen üç gün içerisinde eline tek bir şans bile geçmemiş. Sonunda üçüncü günün gecesi doğudan gelen şiddetli bir rüzgâr yüzünden gemideki herkes yelken indirmeye koşmuş. Bunu takip eden kargaşa esnasında da Augustus kimseye görünmeden doğruca aşağıya gidip kendi özel kamarasına girmiş. Fakat burada gördüğü manzara aklını başından almış. İçerisi bir ardiye odasına çevrilmiş sanki. Bir sürü gemi mobilyası, denizci bavulları ve daha başka eşya odaya serpiştirilmiş, bunların yanı sıra merdivenin altında duran zincirler bir yana çekilerek koca bir sandığa yer açılmış ve bu sandıkta kapağın tam üstüne konulmuş! Kimseye belli etmeden bu sandığı yerinden oynatmak imkânsız olduğundan çabucak güverteye geri dönmüş. Fakat döner dönmez ikinci kaptan onu boğazından yakalayarak kamarada ne işler çevirdiğini sormuş ve tam iskele küpeştesinden fırlatacağı sırada, Dirk Peters’in müdahalesiyle Augustus’un hayatı tekrar kurtulmuş. Bundan sonra Augustus’un ellerine kelepçe (Bu kelepçelerden gemide bir hayli bulunuyordu.) vurmuşlar ve ayaklarını da sıkıca bağlayıp dümene götürdükten sonra tayfa kamaralarının yanındaki alçak bir ranzaya fırlatıp atmışlar. “Bu gemi, gemi olmaktan çıkana kadar güverteye adımını atmayacaksın.” diye bağırmış zenci aşçı, onu ranzaya fırlatırken. Tanrı bilir ne demek istemişti böyle söylerken. Bütün bu olanlar ise, ileride görüleceği gibi kurtulmamı sağlayan olaylar zincirinin ilk halkasıydı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edgar-po/arthur-gordon-pym-in-oykusu-69429436/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Flok: Yelkenli teknelerde ana yelken dışında bulunan küçük yelken (E.N.).

2
Karina: Geminin alt gövdesinin suyla temas kısmını tamamlamak için kullanılan tabir (E.N.).

3
Orsa alabanda: “Gemiyi ani bir hareketle rüzgâr üzerine çevirmek” anlamına gelen denizcilik tabiri (E.N.).

4
Siya: Sandalı kürekleri tersine kullanarak geri geri yürütmek (E.N.).
Arthur Gordon Pym’in Öyküsü Эдгар Аллан По
Arthur Gordon Pym’in Öyküsü

Эдгар Аллан По

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Arthur Gordon Pym’in Öyküsü”, kısa öyküleriyle tanınan, gotik ve fantastik edebiyat geleneğinin önde gelen yazarlarından Edgar Allan Poe’nun tamamlan(a)mamış bir romanıdır. Poe, bu romanında, içindeki serüven tutkusunu yenemeyen Pym’in -arkadaşı Augustus’un aracılığıyla- Grampus adlı gemiye köpeği ile birlikte kaçak olarak binmesiyle başlayan maceralarını anlatıyor. 1827 senesinin Haziran ayında, güney denizlerine giden Grampus’ta tayfaların çıkardığı isyan ve yapılan korkunç katliamın ayrıntılarını Poe, Pym’in dilinden aktarıyor. İsyanın sonunda iki tayfa ile birlikte kalan Pym’in macerası burada da bitmiyor, açlık dâhil birçok sorunla karşılaşan kahramanımız okuyucunun bunlara tanıklık etmesini sağlıyor.

  • Добавить отзыв