Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler

Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler
Anonim
Bu coğrafyada yaşayan herkesin en az bir fıkrasını bildiği ya da duyduğu ulusal bir kişilikten söz ediyoruz: Nasreddin Hoca… Diktatörler, hükümdarlar ve devlet erkânı ne kadar güç, kudret sahibi olursa olsun mizahla baş edemezler. İşte Nasreddin Hoca da her defasında keskin zekâsıyla, nükteleriyle çoğu zaman padişahları bile alt edebilen bir mizah anlayışına sahiptir. Âdeta bir mizah dehasıdır. Nasreddin Hoca memleketimizin gülümseyen yüzüdür diyebiliriz. Onun hazırcevaplığı ve bilge kişiliği, bizleri güldürürken her zaman düşünmeye de sevk ediyor. Nasreddin Hoca öyle bir kişilik ki bundan sonraki yıllarda da o hep bizim ve neslimiz için yol gösterenimiz, ışık tutanımız ve güler yüzlü öğretmenimiz olmaya devam edecektir. Hikâye bu ya, Hoca eşeğiyle Akşehir sokaklarında düdük satmaya başlamış. Düdüğü çok seven çocuklar, kapış kapış düdük alıyormuş. Bir gün pinti bir komşusu: “Hoca.” demiş. “Şu düdüklerden bir tane ödünç ver de bizim çocuk hevesini geçirsin.” Hoca yarım ağızla cevap vermiş: “Parayı veren düdüğü çalar.”


Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler

Abdestin Sırası Değişti

Bir gün karısı, elindeki bakır ibriği göstererek Hoca’ya:
“Efendi!” demiş. “Ele bakmaktan eve bakmaya sıra gelmiyor, bizi büsbütün ihmal ettin bak, ibriğin altı delindi, su tutmuyor, nasıl abdest alacağız?”
Hoca oralı bile olmamış:
“Dert ettiğin şeye bak!” demiş. “Kolayı var; önceden abdest bozduktan sonra abdest alırdık. Şimdi abdest aldıktan sonra abdest bozarız!”

Aceleye Geldi Af Buyurun
Kambersiz düğün olur mu ya; Akşehir’de de Nasreddin Hoca’sız düğün olmaz. Gel gelelim şehrin ileri gelenlerinden biri düğününe Hoca’yı davet etmemiş. Hoca da eline birkaç sahifeyi sarıp sarmalayıp adamın kapısına dayanmış. Kapıdaki uşağa, ev sahibine mektup getirdiğini söyleyerek içeri girmiş. Hemen getirdiği mektubu düğün sahibine verip sofranın başına kurulmuş. Ev sahibi zarfa bir bakmış; isim de yok cisim de…
“Hani!” demiş Hoca’ya. “Üstü yazılı değil bunun!”
Hoca ağzında yemekle zar zor cevap yetiştirmiş:
“Af buyur!” demiş. “Aceleye geldi, içi de yazılı değil onun!”

Acemi Avcı
Hikâye bu ya, kurtlar Akşehir’e, hatta Hoca’nın mahallesine kadar iner olmuş. Hoca da kış kıyamet demeyip komşusuyla kurt avına çıkmış.
Neyse uzatmayalım, acemi avcı şansı, bir kurdu ininde kıstırmışlar. Komşusu hayvanı görmek için kafasını inin ağzından içeri sokmuş. Sokar sokmaz da ayakları halay tutar gibi zıplamaya oynamaya başlamış. Hoca, “Tamam.” diye düşünmüş. “İşte bizim adam kurdu yakaladı. Avcı dediğin böyle olur. Bari yardım edeyim” diyerek adamın ayaklarından asılıp dışarı çıkarmış ki bir de ne görsün; komşunun kafası yok. Hoca’yı bir düşüncedir almış. Apar topar geri dönüp adamın karısına:
“Hatırlıyor musun…” demiş. “Ava çıkarken kocanın kafası yerinde miydi?”

Acemi Bakkal
Hoca bu, her mesleği denedikten sonra bir de bakkal dükkânı açmış. Hoca’nın “acemi bakkal” olduğunu anlayan bir kadın:
“Ben Kedigillerden Deli Ömer’in karısıyım, parasını kocam ödeyecek.” diyerek tuzdan bulgura, yağdan şekere dükkânda ne varsa hepsinden istemiş. Hoca:
“Mümkün değil!” demiş. “Kocanın namını duydum ama bile bile sermayeyi kediye yükleyemem!”

Acemi Berber
Hoca, bayramlık tıraşı için berbere gitmiş. Ancak, berberinin yerinde sanki cellatlıktan emekli biri varmış. Çaresiz sakalını yeni berbere teslim etmiş. Ama çok geçmeden berberin acemi olduğunu anlamış. Adam usturayı Hoca’nın yüzünde gezdirdikçe Hoca içinden “Kelimeişehadet” getiriyormuş. O sırada korkunç bir böğürtü duyulmuş. Hoca, bu ses benden mi çıktı diye kendinden korkmuş. Berbere:
“Hayırdır!” demiş. “Bu ses de neyin nesi?”
“Biz artık duya duya alıştık.” demiş berber. “Yandaki nalbanttan geliyor; öküz nallıyorlar!”
Hoca lahavle çekip:
“Ben de…” demiş. “Birini tıraş ediyorlar sandım!”

Acemi Bülbül Bu Kadar Öter
Hoca’nın canı mı çekmiş nedir, göz hakkıdır diyerek yol üzerindeki bahçede zerdali ağacının başına çıkmış. O güzelim zerdalileri cennetlik mideye indirirken bahçıvan çıkıp gelmesin mi…
“Hey, hemşehrim!” demiş. “Kimsin, ne işin var ağaçta?”
“Bülbülüm!”
“Bülbülsen öt bakalım!”
İnsan ne kadar öter; Hoca da garip garip sesler çıkarmaya başlamış. Bahçıvan:
“Bülbül böyle mi öter?” deyince Hoca:
“İdare et.” demiş. “Acemi bülbül bu kadar öter!”

Açlığa Alışacaktı
Neylersiniz, yoksulluk zor zanaat. Hoca’mız kıt kanaat geçindiği bir yılın kara kışında bakmış ki arpa saman yazı getirmeyecek, eşeğin arpasını her gün biraz kısmaya başlamış. Kısa kısa hayvancağızın yemi günlük bir avuç arpa olmuş. Bir gün ahıra girdiğinde Karakaçan’ın nalları diktiğini gören Hoca:
“Yazık oldu.” demiş. “Tam açlığa alışacakken…”

Ağzım Hiç Kapanmadı
Hoca’yı bir eve akşam sohbetine davet etmişler. Davet iyi de toplulukta bulunan bir boşboğaz havadan sudan, ileriden geriden konuştukça konuşuyor, sözü kimseye bırakmıyormuş. Bırakın Hoca’nın sohbet etmesini, söz sırası bile gelmemiş adamcağıza. Üstelik uykusu gelmiş, üst üste esnemeye başlamış. Nihayet gecenin bir yarısı herkes evine dağılmayı düşünürken sazı elinden bırakmayan geveze:
“Hoca’m hiç ağzını açmadın.” deyince Hoca:
“Sen görmedin.” demiş. “O kadar açtım ki az kalsın avurtlarım yırtılacaktı!”

Akçeli Kötek
Hoca, pazarda dolaşırken biri ensesine okkalı bir tokat atmış. Hoca, adamdan davacı olmuş, birlikte Kadı’ya gitmişler. Oysa, adam Kadı’nın akrabasıymış. Kadı:
“Bir tokadın cezası bir akçedir. Git, getir!” demiş.
Adam gidiş o gidiş… Hoca da ne yapsın? Kadı’nın ensesine bir tokat indirdikten sonra:
“Kadılığını akraba hatırına kullanırsan…” demiş. “Kötekten sen de nasibini alırsın. Getireceği bir akçeyi benim attığım bu tokadın cezası olarak sen al!”

Aklın Varsa Akşehir Gölü’ne
Hikâye bu ya, Hoca yoldan çalı çırpı mı toplamış, yoksa geven mi kesmiş; eşeğe yüklediği gibi evin yolunu tutmuş. Tutmuş ama, içini kemiren şüpheden de bir türlü kurtulmak mümkün değil. Bir eşek yükü zahmet çektiği bu odun bozuntusu ot, ya ocağa atınca adam gibi tutuşmazsa? Sınamayı kurt yemez deyip sınayayım derken yüküyle birlikte eşeği de alev almaz mı? Hayvancağız var gücüyle kendi yangınından kaçmaya başlayınca Hoca arkadan bağırmış:
“Aklın varsa, Akşehir Gölü’ne!”

Al Abdestini Ver Pabucumu
Nasreddin Hoca, derede abdest alırken pabucunun tekini dereye düşürmesin mi? Peşi sıra seğirtmiş ama bir türlü pabucu yakalayamamış. Yalın kaldığını anlayınca münasip bir şekilde abdestini bozmuş ve dereye çıkışmış:
“Al abdestini, ver pabucumu!”

Allah’a Şükredin
Bir gün Nasreddin Hoca kürsüde:
“Ey cemaat!” demiş. “Allah’a ne kadar şükretseniz az. Ya deveyi kanatlı yaratsaydı…”
Cemaatten birisi, “Hoca’m, bunun şükürle ne ilgisi var?” deyince Hoca cevabı yapıştırmış:
“Senin dama bir konsaydı, görürdün!”

Altın Ne Kadar Eksik
Adamın biri Akşehir çarşısında akşam yürüyüşüne çıkan Hoca’ya bir altın uzatarak:
“Hoca’m!” demiş. “Sende bulunur, şunu bozuver!”
Hoca da ne hikmetse cebinde beş kuruş olmadığını söyleyememiş. Vaktim yok, acelem var dediyse de adam inatçı çıkmış, illa Hoca’ya bozduracak. Sonunda Hoca:
“Ver bakalım sarıkızı!” deyip altını adamın elinden almış.
Elinde evirip çevirdikten sonra:
“Kardeşlik…” demiş. “Bu altın eksik altın!”
Dedik ya adam inatçı diye, bu sefer:
“Ne kadar eksikse o kadar boz.” diye sırnaşmasın mı, Hoca çileden çıkmış:
“Bak kardeşim!” demiş. “Bu altın o kadar eksik ki bir altın daha verirsen ancak tamamlanır!”

Anasına Yas Tutuyor
Hoca’nın ibiği kınalı biricik tavuğunu tilki mi kapmış, yoksa bir hırsız mı çalmış bilinmez; tavuk kaybolmuş. Zavallı yavruları bir o yana bir bu yana süngüsü düşük kanatlarla dökülür olmuş. Hoca, civcivlerin boynuna siyah ip bağlamış. Komşulardan biri:
“Nedir bu?” deyince, Hoca ağlamaklı cevap vermiş:
“Anaları için yastalar!”

Aşçıya Diyeceğim Yok, Pilavı Bağışlayın
Selçuklu Sultanı Alaaddin, bir Ramazan günü Nasreddin Hoca’yı Konya’ya davet etmiş. Sultan çağırır da gidilmez mi; üstelik, Hoca’ya hususi arap atlarından birini göndermiş. Hoca şehre vardığında vezirlerden birisi karşılamış. Gün boyu Konya’nın gezilecek yerlerini gezmişler, görülecek yerlerini görmüşler. Akşam ezanıyla birlikte “sultan sofrası”nda iftara oturmuşlar. Âdet olduğu üzere evvela çorba gelmiş. Yine âdet olduğu üzere ilk kaşığı Sultan Hazretleri çalmış ama çalmasıyla parlaması da bir olmuş:
“Kaç defa ferman buyurdum; benim çorbama Erciyes kekiği atılacak diye. Kaldırın bu çorbayı! Kuzu tandırı getirin!”
Sofrada bulunanlar çorbanın kokusuyla yutkunadursunlar, bu defa kuzu tandır gelmiş. Sultan tadına bakar bakmaz; bu sefer de “Mendebur aşçıbaşı!” diye gürlemiş:
“Şu Selçuk ülkesinde kuzu mu kalmadı ki koç kızartırsınız. Götürün bunu çabuk!”
Hasılı, o yemeğe bir bahane, bu yemeğe bir bahane, sofraya ne gelirse Sultan Hazretleri, tadına baktıktan sonra, aşçıbaşını azarlayarak geri gönderiyormuş.
Nasreddin Hoca bakmış ki aç kalacak, ayağa fırladığı gibi pilav lengerini alıp önüne koymuş; hızla kaşıklamaya başlamış. Sultan Hazretleri:
“Hoca’m…” demiş. “Ne yapıyorsun?”
“Sultan’ım!” demiş Hoca. “Aşçıbaşı sizin olsun, bari pilavı bağışlayın!”

Ay Alıp Satmanın Zamanı Değil
Bir Ramazan günü Hoca’ya öğrencilerinden biri durup dururken; “Hoca’m…” demiş. “Bugün ay kaç?”
“Nerden bileyim!” demiş Hoca. “Ay alıp sattığım mı var!”

Ay Boğulacaktı
Hoca’nın gece vakti dili damağı kurumuş, içi yanmış. Mutfağa seğirtmiş ama ilaç için bir dirhem su yok. Bahçeye kuyudan su çekmeye çıkmış. Kuyunun kapağını kaldırınca ne görsün, ay kuyuda parlıyor.
“Eyvah, ay boğulacak!” demesiyle, çengelli ipi alıp gelmesi bir olmuş.
Hoca saatlerce ayı çengelle yakalayıp kuyudan çıkarmak için uğraşmış. Sonunda çengel, kuyu taşına mı takılmış, sahiden aya mı takılmış, çektim gelmez bir ağırlıkla uğraşmış Hoca. Var gücüyle ipe asılınca, sırtüstü yere serilmesin mi? Bir de bakmış ki dolunay gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor.
“Çok şükür Allah’ım!” demiş. “Yoruldum ama ayı da boğulmaktan kurtardım.”

Ayak Sesinin Kokusu
Bir Akşehir yazında, Nasreddin Hoca ve dostları sohbet ederken af buyurun, içlerinden biri seslice yellenmesin mi? Ne yapsın adamcağız, kızarmış bozarmış ama belli olmasın diyerek ayağını yere sürtmekten de geri durmamış. Hoca bu, taşı gediğine koymazsa rahat edemeyecek:
“Rahat ol evlat!” demiş. “Sesini biraz benzettin de kokusunu ne yapacaksın?”

Baltayı Kurtaralım
Hoca’nın son günlerde canı ciğer çekmiş. Gündüz ciğerci çırağıyla eve ciğer gönderiyormuş lakin, akşam eve geldiğinde sofrada yine bulgur pilavı… Bir böyle, iki böyle derken, bir akşam dayanamayıp sormuş:
“Yahu hatun, ben de nefis sahibiyim, kaç gündür ciğer gönderiyorum eve, akşam yine aynı yemek; ne oluyor bu ciğerlere?”
Kadın ne dese beğenirsiniz?
“Bana niye soruyorsun; şu hain kediye sor. Ne zaman pişirmeye kalksam fırsatını bulup kapıyor!”
Hoca birden yerinden fırladığı gibi baltayı hanımının çeyiz sandığına kilitlemiş; derin bir nefes almış. Karısı şaşkın şaşkın:
“Hayırdır, Hoca?” demiş. “Baltayı kimden saklıyorsun?”
“Kediden!”
“Yapma Hoca!” demiş, karısı. “Kedi baltayı ne yapsın?”
Hoca bu; sıradan bir koca değil ki:
“Bana bak kadın!” demiş. “Ciğer iki akçe idi, bu balta kırk akçe eder. Ya kedi kaparsa!”

Bana mı Eşeğe mi İnanırsın?
Pinti komşusu, Hoca’nın eşeğini ödünç istiyormuş. Bir vermiş, iki vermiş. Baktı ki baş edemeyecek, yine istediği bir gün:
“Tüh! Biraz önce başkasına verdim!” diyerek geri çevirmiş.
O sırada, ahırdaki eşek var gücüyle anırmaya başlamış.
Komşusu:
“Bu senin eşeğin sesi değil mi, hani yoktu?” demiş.
Hoca:
“Aşk olsun!” demiş. “Hoca, benim sözüme değil de eşeğin sözüne mi inanıyorsun?”

Baş Başa Yemek
Nasreddin Hoca gün boyu gelenden gidenden, sorandan sual edenden yorgun düşmüş. Eve gelip sofraya oturduklarında karısına:
“Hatun…” demiş. “Çıkar şu yazmayı başından!”
Karısı, yazmayı çıkarmış ama sormadan da edememiş:
“Efendi!” demiş. “Bayram değil seyran değil, baş başa yemek yiyoruz, nerden icap etti şimdi bu?”
O günkü kalabalığın uğultusu hâlâ kulaklarında olan Hoca:
“Bak hatun…” demiş. “Sen yazmayı çıkardın melekler kaçtı, ben ‘Bismillah’ dedim şeytanlar kaçtı; şimdi baş başa bir yemek yiyelim!”

Bayram
Kıtlığın, yoksulluğun kol gezdiği bir zamanda Nasreddin Hoca bir köye varmış ki ne görsün: Kazan kazan yahniler, sini sini pilavlar; millet gülüp eğleniyor, bir şenlik bir şenlik…
“Bre!” demiş. “Bu kıtlık zamanında bu ne?”
“Deme Hoca!” demişler. “Bugün bayramımız var, bütün bunlar o yüzden, gördüğün, göreceğin, göreceğimiz hepsi bu. Yoksulluk bizde de var.”
Hoca içini çekerek:
“Keşke…” demiş. “Her gün böyle bayram olsa!”

Belinde Su Kabağı
Hoca’ya, ikide bir, eşi dostu “Kendini kaybetme Hoca.” diye takılırmış.
Hoca bir gün, ana ata memleketi Sivrihisar’a gitmeye niyetlenmiş. Yine bir “kendini kaybetme” nasihatiyle karşılaşınca: “Aman kaybolmayayım.” diyerek beline bir su kabağı bağlamış… “Nedir bu?” diyen konu komşuya: “Bundan böyle kaybolursam, Nasreddin Hoca olduğum belli olsun istedim.” demiş.
Daha Akşehir’i çıkmadan muzibin biri Hoca’nın belindeki kabağı kesip kendi beline bağlamış. Tesadüf bu ya çarşıda karşılaşmışlar. Bakmış ki, belinde kabak yok, kendi kabağı tanımadığı birinin belinde bağlı:
“Şu işe bak!” demiş. “Karşıdan gelen adam benim. O zaman ben kim oluyorum?”

Ben Ona Karışmam
Hoca hastalanmış, yatağa düşmüş. Çıkıp Akşehir’de efkâr dağıtamaz hâle gelmiş. Hoca’nın karısının yâreni olan mahallenin kadınları, Hoca hastayken de âdetlerini sürdürmüşler. İçlerinden birisi:
“İlmine kurban olduğum…” demiş. “Allah hayırlısını versin, senin ardından ne söyleyelim, nasıl ağlayalım?”
Hoca yattığı yerden mırıldanmış:
“Armudu soyarak gitti
Dünyaya doyarak gitti
Hâlden bilmez kadınların,
Dırdırın duyarak gitti,,
deyin de artık ağlar mısınız, güler misiniz ben ona karışmam!” demiş.

Ben Öbür Dünyadanım
Artık toz mu olmuş, toprak mı olmuş, yoksa ayıp bir şey mi bulaşmış, nedir, Hoca’nın mintanı kirlenmiş. Kirlenmiş de ya yolda belde birisi görüp ayıplarsa:
“Sakalından, kavuğundan utan, derse…” diye Hoca yol üzerindeki mezarlığa sapmış. Boş bir mezarın içinde soyunup temizlenirken, rüzgâr mintanını alıp kaçmasın mı… Mezarlıkta bir o yana bir bu yana, mintan önde Hoca arkada kovalamaca sürerken bir de ne olsa beğenirsiniz; yoldan geçen bir taifenin atları ürkmesin mi? Attan güç bela inen birkaç süvari Hoca’nın etrafını çevirip hesap sormaya başlamışlar:
“Bre kendini bilmez, az kaldı bir kazaya kurban gidecektik. İn misin, cin misin mezarlıkta çırılçıplak ne koşturup duruyorsun?”
Hoca bakmış, iş kolay değil, postu deldirmek var işin ucunda.
“Durun çocuklar!” demiş. “Ne inim ne cinim ne de bildiğiniz hortlağım. Ben ölmüş bir kişiyim, öbür dünyanın ahalisindenim. Orayı kirletmeyeyim diye abdest bozmaya çıktım. Siz işinize bakın; hemen geri dönerim.”

Ben Seni Kurtaramam
Kınamayın canım, hevestir bu, herkeste olur. İşte Nasreddin Hoca zamanında, baykuş sesli bir adamcağız da müezzinliğe özenmiş. Üstelik ezan vakti de değil ama olsun, çıkmış minareye; ezan okumaya çalışırken Hoca aşağıdan ikaz etmiş:
“Hey evlat, başının çaresine bak; öyle dalsız budaksız bir ağaç ki çıktığın, seni kurtaran olmaz!”

Ben Yıldıza Bakarım
Nasreddin Hoca, bir gün talebelerine:
“Çocuklar…” demiş. “Konya ile Akşehir’in havası aynı olur.”
“Hoca’m…” demişler. “Yanlışın olmasın!”
“Ne yanlışı?” demiş Hoca. “Akşehir’de ne kadar yıldız varsa Konya’da da o kadar var!”

Benimki de Düşünür
Bizim Hoca Akşehir pazarında dolaşırken bir de ne görsün, minicik bir kuşa bir eşek yükü para isteniyor.
Merakla pazarlığı seyretmiş. Kuşun tek meziyetinin konuşması olduğunu öğrenince koştura koştura eve gelip baba hindisini kaptığı gibi tekrar pazara dönmüş. Hindinin fiyatını sormuşlar. Hoca ne eksik ne fazla, papağana biçilen fiyatın aynısını söyleyip izahını yapınca:
“Onun özelliği var, o konuşur.” demişler. Hoca düşünmeden:
“Bu da düşünür.” demiş.

Beş Parmak Altı Parmak
Nasreddin Hoca kaşık bulamamış mı nedir, “Bismillah” deyip sağ eliyle zerdeye dayanmış. Aynı yöntemi uygulayan bir hasis:
“Hoca…” demiş. “Afiyet olsun da neden beş parmağınla yiyorsun?”
Hoca bu, hiç altta kalır mı?
“Altı parmağım olmadığından!”

Bıldırcınım Havalandı
Nasreddin Hoca bir ahbabına bıldırcın ziyafeti çekmek istemiş. Pazardan bıldırcını almış. İşi hanımına da bırakmayarak kendi elceğiziyle kızartmış. Sofrayı hazırlamış.
Dostu da Hoca gibi latife düşkünü biriymiş ki kaşla göz arasında sofradaki bıldırcınları saklayıp cebindeki sağ bıldırcınları sofraya bırakmış. Hoca bakmış ki biraz önce kızarttığı bıldırcınlar tüye teleğe bürünmüş uçuyor.
“Allah’ım…” demiş. “Hikmetinden sual olunmaz anladım, bıldırcınları kurtarıp sevindirdin de benim yağım, tuzum, biberim, kursağımda kalan hevesim ne olacak?”

Bilmenin Üç Yolu
Nasreddin Hoca bir cuma günü, kürsüye çıkınca:
“Ey Müslümanlar!” demiş. “Bugün size ne anlatacağımı biliyor musunuz?”
Cemaat şaşkın, cevap vermiş:
“Bilmiyoruz!”
Hoca’nın, “Madem bilmiyorsunuz, o hâlde konuşmaya gerek yok.” demesiyle kürsüden inmesi bir olmuş. Kimse bu işin hikmetini çözememiş. Cemaat kendi arasında, bir dahaki sefere Hoca aynı soruyu sorarsa; “Biliyoruz.” diyelim kararına varmış.
Hoca, ertesi cuma günü kürsüde tekrar aynı soruyu sorunca verilen karar üzerine cemaat:
“Biliyoruz!” cevabını vermiş. Hoca:
“O hâlde konuşmama hacet kalmadı.” diyerek yine kürsüden inmiş.
Bir sonraki cuma vaazında Hoca’mız, cemaate yine aynı soruyu sorunca önceden anlaştıkları üzere bazısı “Biliyoruz.” bazısı “Bilmiyoruz.” demişler. Hoca bağdaş kurduğu kürsüden inerken cemaate seslenmiş:
“İyi ya, bilenler bilmeyenlere anlatsın!”

Binme Adabı
Hoca eşeğine artık odun mu yükletmiş, su mu yükletmiş; bir de yüklü eşeğin üzerine çıkıp dehlemiş. Dehlemiş ama Hoca’nınki binme değil; ayaklar üzengide, ayakta. Karşıdan gelen bir Akşehirli:
“Yahu Hoca’m, seksen yaşına geldim böyle eşeğe binen görmedim.” deyince Hoca:
“Ahbap.” demiş. “Zaten zavallıcık yükü zor çekiyor, üstüne üstlük ayaklarımı da taşıyor, bir de ben oturursam yazık olmaz mı hayvana…”

Hiç Âşık Olamadım
Hâlden anlar birisi:
“Hoca’m.” demiş. “Sen hiç âşık oldun mu?”
Hoca biraz düşünmüş. İçini çekerek:
“Bir kere oluyordum.” demiş. “Üstüme geldiler.”

Bir Dağın Ardı Kaldı
Hoca kaybettiği eşeğini arıyormuş. Ama nasıl arama, mübarek düğüne gidiyor sanki; hem türkü çığırıyor hem eşeği arıyor… Görenler:
“Hayırdır?” demişler. “Böyle ne dolanıp duruyorsun?”
“Bizim eşek kayboldu da.” demiş Hoca.
“İlahi Hoca’m.” demiş biri. “Türkü söyleyerek eşek aranır mı?”
“Şu dağın ardına da bakayım.” demiş Hoca. “Bulamazsam, siz o zaman seyreyleyin gümbürtüyü!”

Bir Kile Hikâyesi
Nasıl olmuşsa olmuş, Hoca odundan gelirken bir tavşan yakalamış. Tavşanı torbaya koyduğu gibi ağzını bağlamış. Eve getirdikten sonra çarşıya çıkıp eşine dostuna:
“Akşam misafirim olun.” demiş. “Size çok tuhaf bir şey göstereceğim.”
Hoca çarşıda dolaşa dursun, Hoca’nın hatuncuğu bu torbada ne ola ki diye torbanın ağzını açınca; tavşan artık kapıdan mı çıkmış, pencereden mi atlamış bilinmez, sırra kadem basmış. Kadın da Hoca ne der, korkusuyla torbaya arpa ölçeğini koyup ağzını bağlamış; eski yerine bırakmış.
Akşam, o çok tuhaf şeyi görmek isteyen Akşehirliler merakla Hoca’nın evine toplanmışlar. Hoca herkesin gözü önünde torbanın ağzını çözüp ters çevirince, arpa ölçeği teker meker ortaya yuvarlanmış. Hoca hiç bozuntuya vermeden:
“İşte…” demiş. “Bunun on dolusu bir kile eder!”

Bir Nar, Bir Cevap
Hoca, eşeğiyle evine dönerken bir dervişe rastlamış. Dervişin heybesinin Bursa narıyla dolu olduğunu gören Hoca’nın canı nar çekmiş. Tanış olursam belki ikram eder umuduyla dervişe selam verip sormuş:
“Erenler, nereden gelip nereye gidersin?”
“Nereden geldiğim de nereye gittiğim de önemsiz.” demiş derviş. “Kendimi arıyorum!”
Aklı nar heybesinde olan Hoca, dervişin sözünü fırsat bilip:
“Eğer…” demiş. “Her bilgi karşılığında bir nar verirsen kendini bulmana yardım ederim.”
Dünya malına yüz çeviren adamcağız; dünyadan ahiretten, geçmişten gelecekten birçok soru sormuş. Hoca da soruları, nar karşılığında, güzel güzel yanıtlamış. Derken, en can alıcı soru sorulunca, Hoca’nın ağzını bıçak açmaz olmuş. Derviş:
“Herhâlde bilemedin.” deyince Hoca:
“Sen öyle san.” demiş. “Heybede nar kalmayınca bende cevap tükendi!”

Bir Oğlun Oldu
Hoca’nın karısı ilk çocuğuna gebeymiş. Gebelik ki ne gebelik! Canı ne çektiyse Hoca bulup buluşturmuş, hatuncağızı kuş sütüyle beslemiş. Kadın da nazlı mı nazlı. Doğrusu Hoca’ya yaptırmadığı şey kalmamış. Bir gün Hoca bir iş için gittiği Konya’dan dönüşünde, cimri komşusu:
“Hoca’m.” demiş. “Nur topu gibi bir oğlun oldu, gözlerin aydın olsun; müjdeliğimi isterim!”
“Git işine be adam.” demiş, Hoca. “Oğlum olduysa benim oldu, bundan sana ne?”

Biraz Ondan Biraz Bundan
Hikâye bu ya, Nasreddin Hoca, Subaşı ve Kör Kadı sohbet ediyormuş. Kör Kadı lafın en tatlı yerinde:
“Hoca’m, çok konuşan çok yanılır derler. Sen de biraz öylesin.” deyince:
“Hayır.” demiş Hoca. “Bir defasında parmağım gözüne Kör Kadı diyecektim ama dilimi tuttum.”
Kör Kadı bakmış ki kurnazlığı ile kendisi zor duruma düşüyor.
“Hoca’m.” demiş. “Seni bir türlü çözemedim. Cin desem değilsin, öküz desem o da değil.”
Hoca bir sağındaki Kör Kadı’ya bakmış, bir solundaki Subaşı’ya:
“Biraz ondan, biraz bundan.” demiş. “İkisinin ortasıyım.”

Biraz da Ben Öleyim
Hoca’yı bir ahbabı iftara davet etmiş. Sofra tamam kurulmuş, kulaklar ezanda iken ortaya iftar aşı konmuş. Ev sahibi kepçe gibi bir kaşık alırken Hoca’ya da çay kaşığına yakın bir kaşık vermişler. Ezan okunur okunmaz ev sahibi o kocaman kaşıkla peş peşe iftar aşını cennetlik mideye indiriyor, her seferinde “Oh, öldüm!” diyormuş. Hoca bakmış olacak gibi değil; yemek bitti bitecek, bitmese bile bu küçücük kaşıkla sahura kadar yese iftarı edemeyecek. Sonunda dayanamayıp o kocaman kaşığı adamın elinden kaptığı gibi yemeğe daldırmış:
“Senin öldüğün yeter, biraz da ben öleyim!”

Bize Niye Uğramıyor?
Elde dedikodu mu yok; Hoca’nın yolunu çeviren bir kara dilli:
“İki gözüm Hoca, senin hatun bir günde kırk kapının ipini çekiyor, sabahtan akşama geziyor.” deyince bizim Hoca, itiraz etmiş:
“Vallahi benim zerrece haberim yok, öyle olsaydı bizim eve de uğrardı!”

Boğazımda Yangın Var
Nasreddin Hoca bir gün yemekte ihtiyatı elden bırakmış. Çok acıktığından mı, yoksa üşüdüğünden mi bilinmez; yüzüne tüten sütlü bulgur tasını ağzına dayadığı gibi içmeye kalkmış. Kalkmış ama tası elinden fırlatmasıyla soluğu kapıda alması bir olmuş. Bir yandan avuç avuç kar yutuyor, bir yandan bağırıyormuş:
“Yetişin ey Müslümanlar, boğazımda yangın var.”

Borcuna Sadık Müşteri!
Bizim Nasreddin Hoca’nın yapmadığı iş olur mu? Bir dönem de pazarda meyve sebze satmaya başlamış. Sizlere ömür, vefat eden bir ahbabının hanımı, tezgâhına gelerek narlara, incirlere, şeftalilere bakmış; hepsinin fiyatını sormuş. Lakin, ne alıyor ne de tezgâhın önünden ayrılıyormuş. Hoca, kadına:
“Hele şu incirden bir tat.” demiş… “Parası kolay, bugün olmazsa yarın ödersin.”
“Yok tadamam.” demiş kadın. “Niyetliyim de. Yedi yıl önceden oruç borcum vardı, onu ödüyorum! İyi görünüyor, sen üç beş okka tart bundan!”
Söylediğine bin pişman:
“Tanrı’ya borcunu yedi yıl sonra hatırlayan kişi kula borcunu tanır mı?” demiş.

Boş Tencere
Nasreddin Hoca misafiri çok severmiş. Her akşam üç beş ahbabıyla gelir evde ne varsa, Allah ne verdiyse yerler içerlermiş.
Yine bir gün arkadaşlarıyla eve geldiğinde Hoca’nın karısı:
“Aman Hoca.” demiş. “Gözünü seveyim, evde zırnık yiyecek yok. Komşulardan istemeye de yüzüm kalmadı. Şimdi ben ne yapayım?”
Hoca eline bir boş tencere alıp misafirlerin yanına gelmiş.
“Dostlarım.” demiş. “Evde yağ, pirinç, un… Bulunsaydı, işte bu tencerede size çorba yapacaktım!”

Bozukluk Bal Çömleğinde
Allah hiçbir şehrin başına vermesin, Konya kadısı rüşvetçinin tekiymiş. Az çok bir şey almadan parmağını oynatmazmış. Hikâye bu ya, Hoca’nın Konya’da kadılık bir işi çıkmış. Hemen bir çömlek bal hazırlayıp Kadı’ya götürmüş. Kadı çömleğin ağzını açıp şöyle bir bakmış; of, mis gibi oğul balı! Hoca’nın istediği ilamı kaşla göz arasında vermiş.
Gelgelelim Kadı o akşam eve varır varmaz çömleği sofraya koymuş. Kaşığı daldırmış ki bir de ne görsün; çömleğin üstü bal; altı bildiğimiz çamur. Ertesi gün adamını Hoca’ya göndermiş. Adamcağız:
“Hoca Hazretleri…” demiş. “Kadı Efendi acele seni istiyor; dün verdiği kâğıtta bir bozukluk varmış; düzeltilmesi gerekiyormuş!”
“Var git Kadı’ya söyle…” demiş Hoca. “O bozukluk ilamda değil, bal çömleğinde!”

Boy Abdesti
Elde münasebetsiz mi yok; kum gibi mübarek… İşte bunlardan bir tanesi:
“Hoca’m, sen bu işleri bilirsin, Akşehir Gölü’nde boy abdesti alırken ne yana döneyim?” diye sormasın mı?
Hoca:
“Madem bana sordun…” demiş. “Elbisenin olduğu tarafa dön!”

Bu Adam Bendir Diye
Hoca, çarşıda bir adamla uzun uzun sohbetten sonra, damdan düşer gibi sormuş:
“Birader, sahi sen kimsin?”
“Madem tanımıyordun beni…” demiş adam. “Ne diye konuştun yahu?”
Hoca istifini bozmadan:
“Ne bileyim.” demiş. “Kavuğun kavuğuma kaftanın kaftanıma benziyor, seni kendim sandım!”

Bu Baş Tanıdık Ama…
Hoca’nın eşeğinin yuları çalınmış. Bir gün Akşehir pazarında dolaşırken bakmış ki Karakaçan’ın yuları uyuz bir eşeğin boynunda.
“Yahu!” demiş. “Bu eşeğin başı bizim olmasına bizim de gövdesini çıkaramadım.”

Buğu Hakkı
Yoksul bir adamcağız, birinin yemek tenceresinden çıkan buğuda bayat ekmeğini yumuşatıp yemiş. Sen misin bunu yapan, diğer adam, ver buğumun parasını, ver buğumun parasını, diye fakirin yakasına yapışmış. Neyse, uzatmayalım, kadılık olmuşlar. Kadı da kim olacak, bizim Nasreddin Hoca. Her iki tarafı da dinledikten sonra birkaç akçe çıkarıp şöyle bir şangırdatmış. Sonra hakkımı isterim diyen zengin adama dönüp:
“Hakkını aldın artık.” demiş. “Daha ne istiyorsun?”
Henüz bir şey anlamayan adam itiraz edecek olunca Hoca:
“Aldın ya paranın sesini be adam.” demiş. “Ne diye duruyorsun karşımda? Yemeğin buğusunun hakkı, paranın sesidir.”

Bulma Zevki
Hoca bir gün eşeğini kaybetmiş. Önüne gelene soruyor kim bulursa müjdelik olarak eşeği, bulana vereceğini söylüyormuş. Herkes eşek aramaya çıkadursun, Hoca’nın bir dostu:
“Etme Hoca’m.” demiş. “Madem bulana vereceksin eşeği, niye arıyorsun?”
Hoca cevap vermiş:
“Bulma zevkini tatmayan vermeden anlayamaz.”

Burnum Ensemden Belli
Hoca’ya bir gün:
“Burnunu göster.” demişler.
Hoca tutmuş, işaret parmağını ense çukuruna koyup:
“İşte burnum.” demiş.
“Yapma Hoca’m.” demişler. “Tam da zıddını gösterdin?”
“Biliyorum.” demiş, Hoca. “Bir şeyin zıddı bilinmezse kendisi hiç bilinip anlaşılmaz!”

Buyurun Cenaze Namazına
Can çıkar, huy çıkmaz derler; Hoca bu, çenesi durur mu? Bir gün nalbantta üç beş kişiyi bir arada bulunca, başlamış Aksak Timur hakkında atıp tutmaya. İçlerinden biri:
“Hoca.” demiş. “Maşallah adama söylemediğini bırakmadın!”
Hoca daha neler neler söyleyecekmiş ama içine mi doğdu nedir, işkilleneceği tutmuş. Renk vermeden adamın yüzüne bakarak:
“Kardeşlik.” demiş. “Memleket nere?”
“Maveraünnehir!”
“Ya mübarek adınız?”
“Emir Timur!”
Artık rengi mengi kalmayan Hoca:
“Ey Müslümanlar!” demiş. “Buyurun er kişi niyetine, cenaze namazına!”

Cenaze Evi
Hoca’nın komşusu ölmüş. Cenaze, mezarlığa götürülürken karısı başlamış ağıt yakmaya:
Gittiğin yerin adı var,
Ne tuzu var ne tadı var,
Ne odu ne ocağı var,
Böyle nereye gidersin!
Hoca, karısına dönüp:
“Hanım.” demiş. “Galiba cenaze bizim eve geliyor!”

Cennet Cehennem Dolana Kadar
Bir gün Nasreddin Hoca’ya, Akşehir’in ileri gelenlerinden birinin cenazesinde:
“Hoca’m.” demişler. “İnsanlar ne zamana kadar böyle doğup ölecek?”
Hoca düşünmüş mü cevap vermiş, yoksa hemen mi söylemiş bilinmez ama şu cevabı vermiş:
“Cennetle cehennem dolana kadar!”

Çağırıyorum Ama Gelmiyor
Nasreddin Hoca, cuma vaazı için kürsüye çıkmış. “Ey cemaat…” diye söze başlamış. Fakat gerisi bir türlü gelmemiş. Düşünmüş, taşınmış, aklına bir türlü gerisi gelmiyor. Sonunda bakmış ki olmuyor:
“Ey cemaat.” demiş. “Çağırıyorum, ama aklıma bir şey gelmiyor.”
Hoca’nın hâline gülen cemaatten biri:
“Hoca’m.” demiş. “Aklına oradan inmek de mi gelmiyor?”

Çekirdeğin Parası
Hoca, artık Yemen hurması mıdır, Medine hurması mıdır, yoksa Acem hurması mıdır bir kilo hurma almış. Eve gelir gelmez de başlamış çekirdekleriyle birlikte yemeye. Karısı:
“İlahi Efendi.” demiş. “Sen ki gün görmüş bir ulu kişisin; hiç hurma çekirdeğiyle yenir mi?”
Hoca bir yandan hurmaları tıkıştırırken ağız ucuyla:
“Ne diyorsun hatun?” demiş. “Hurmacı çekirdekleriyle tarttı, onun da parasını ödedim!”

Çocuklaşan Kavuk
Mahallenin çocukları, Hoca’yı çok severmiş. O da onların muzipliklerinden hayli keyiflenirmiş. Çocukla çocuk olur, onların arasına karışırmış.
Bir gün Hoca, pazardan yorgun argın evine dönerken mahallenin çocukları her zamanki gibi çevresini sarmış. Hoca’dan kavuğunu istemişler.
“Kavuğu ne yapacaksınız?” demiş Hoca.
“Onu biraz gezdireceğiz, seveceğiz.” demişler.
Hoca, siz benimle dalga mı geçiyorsunuz, demeye kalmadan, kavuğu başından kaptıkları gibi birbirlerine atmaya başlamışlar. Hoca evine kavuksuz dönünce hanımı şaşırarak sormuş:
“Kavuksuz kendini çıplak sanırdın, kavuğun nerede?”
“Baktı ki büyük olmak hiç de iyi bir şey değil, çocuklarla biraz çocuk olmaya gitti.” demiş.

Dağ Yürümezse
Nasreddin Hoca, Sivrihisar’dan Bursa’ya giderken bir handa soluklanmak için durmuş. Nerelisin, kimlerdensin diye sorduklarında:
“Akşehirli erenlerdenim.” demiş.
Hoca’nın cevabından işkillenen birisi:
“Eren olmak kolay değil, şu yüce dağı ayağına getir de görelim Hoca.” demez mi? Hoca:
“Ey ulu dağ, rahatını bozacağım ama yanıma geliver.” diye seslenmeye başlamış.
Dağda hiçbir kıpırtı olmadığını görenler:
“Hoca.” demişler. “Nefesin hiç de kuvvetli değilmiş.”
Hoca dağa doğru yürümeye başlamış ve:
“Biz büyüklük yapmayız.” demiş. “Dağ yürümezse abdal yürür!”

Dağına Göre Kış
Hoca’nın kadılığında Akşehirliler hep birlikte huzuruna gelmişler.
“Dertlerimize çare olur, haksızları, hırsızları cezalandırırsın. Bu Aksak Timur başımızın belası kesildi, herifin astığı astık, kestiği kestik… Ne olur, onun gazabından bizi kurtar.” demişler.
Hoca ne yapsın? Bunca insan korku içinde yaşıyor. Dayanamamış, Timur’un huzuruna çıkmış. Timur, Hoca’nın ağzını aramak için sormuş:
“Söyle bakalım Hoca, adil miyim zalim mi?”
Hoca bakmış, durum nazik. Yanlış bir söz söylese kavuğu kanla dolacak.
“Hünkârım.” demiş. “Allah, dağına göre kış verir!”

Damda Sadaka
Nasreddin Hoca, dama yün sererken kapısı çalınmış. Zamansız gelen misafire sinirlenen Hoca, damdan seslenmiş:
“Kim o?”
Dilenci, eli boş dönme korkusuyla:
“Aşağıya in de söylerim.” diye cevaplamış.
Meraklanan Hoca, bin bir güçlükle damdan inmiş.
Dilenci; kan ter içinde damdan inen Hoca’ya:
“Allah rızası için bir sadaka!” demiş.
Öfkesi kabaran Hoca:
“Hele gel bir dama çıkalım da.” demiş!
Hoca’yla dilenci bin bir zahmetle dama çıkmışlar. Hoca, inip çıkmanın tutuşturduğu öfkeyi dilencinin yüzüne savurmuş:
“Allah versin!”

Damdan Düşenin Hâli
Nasreddin Hoca karısıyla bir yaz gecesi damda yatarken artık ne olduysa olmuş, damdan aşağı düşüvermiş. Gürültü patırtı derken Hoca’nın başına toplanmışlar. İçlerinden biri:
“Hoca’m, hâlin nicedir; ne yapalım?” deyince:
“Tez, bana bir damdan düşen getirin. Hâlimden ancak o anlar!” demiş.

Deli Dolu
Hoca, ağustos sıcağında yollara düşmüş. Konya’ya eşek bakmaya gidiyormuş. Yaz, ağustos sıcağı… Susuzluktan dili damağı kurumuş. Ne var ki çeşme akmıyormuş, kurnasını bir tahtayla tıkamışlar. Kerbela susuzu kesilen Hoca, tıpaya var gücüyle asılmış. Asılmış asılmasına da tıpanın çıkmasıyla, yüzüne gözüne su fışkırması bir olmuş.
Hoca, bir çeşmeye, bir güneşten cayır cayır yanan bozkıra bakıp şöyle demiş:
“Bre deli çeşme. Bu bozkırda bile deli dolu aktığın için ağzını tıkamışlar!”

Derya Olsan, Tuzla Neye Yarar?
Hikâye bu ya, Nasreddin Hoca, ilk defa denizi görüyormuş. Aman bu ne su bolluğu diyerek sahile seğirtmiş. Susuzluktan dili damağı kurumuş olacak ki eğilip kana kana içmek istemiş. Bir yudum almasıyla püskürmesi bir olmuş. Susuzluğu azalacağına daha da artmış, ağzı acılaşmış, boğazı yanmış. Can havliyle pınara koşmuş. Demir gibi soğuk suya ağzını verip yüreğini serinlettikten sonra; dalgalı denize bakarak:
“Ne kabarıp duruyorsun?” demiş. “Boyundan utan; şu pınarcık kadar olamadın.”

Dilin Arşını Yok
Nasıl hacı hacıyı, hoca hocayı bulursa; kadı da kadıyı bulur. Bir gün Nasreddin Hoca’ya İranlı bir kadı misafir olmuş. Hoca yedirmiş içirmiş, bir eksiği kalmasın diye Hanya’yı da Konya’yı da gezdirmiş. Söylemeyi unutmayalım, Hoca neyimiz iyi dese İranlı çok daha iyilerinin, çok daha büyüklerinin kendi ülkesinde olduğunu söylüyormuş. Bakmış ki İranlı ne söylese avcı ve atıcı muhabbetine dönüşüyor, geri kalmak istememiş. Hoca, ile İranlı karşılıklı övünürken ne konuşuyor bunlar, diye kulak kabartanlar da bulunuyormuş.
“Şahımız bir çeşme yaptırdı, boyu yedi yüz arşın, bin tane kurnası var, cümlesi som altından, içinden zemzem akar.” diyen İranlıya:
“O da bir şey mi?” demiş Hoca. “Bir hamam yaptırdı ki Sultan’ım kullarına, boyu tam on bin arşın, çıkılmaz surlarına, kırk bin kurna koydurdu, som altın duvarına…”
Yalnızca hamamın boyunun on bin arşın olduğunu duyan birisi:
“Yapma Hoca’m.” demiş. “Hamam olsa olsa en fazla elli arşın olur!”
Bir diğeri:
“Bak şimdi oldu mu, eni boyuna uymadı, gelin onu beş bin yapalım.” demez mi?
Hoca bakmış ki hava alay havasına çalacak, İranlı kadıya dönüp:
“Şu münasebetsiz olmasa…” demiş. “Enini boyuna uydurmasını bilirdim!”

Diş Çektirdim Bilirim
Hikâye bu ya, bir gün Hoca’ya, bir kendini bilmez ahlayıp sızlayarak ağrıyan başı için ne yapması gerektiğini sormuş. Hoca’da çözüm tükenir mi?
“Kardeşlik…” demiş. “Ben bu ağrı meselesini iyi bilirim, geçenlerde dişim ağrımıştı, gittim çektirdim. Hiç bekleme; git dişini çektir.”

Doğuran Kazan
Bilirsiniz ya Hoca, mal canlısı bir komşusundan kazan istemiş. İşi bittikten sonra da bir tencere güzeliyle birlikte kazanı komşusuna götürmüş.
“Sağ ol komşu.” demiş. “Bu kazanın, bu da yavrusu; doğurdu!”
Komşunun canına minnet, fırsatı kaçırır mı tencereyi aldığı gibi mutfağa yerleştirmiş.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/neizvestnyy-avtor-24202785/nasreddin-hoca-fikralarindan-secmeler-69429427/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler Неизвестный автор
Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler

Неизвестный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Юмор и сатира

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bu coğrafyada yaşayan herkesin en az bir fıkrasını bildiği ya da duyduğu ulusal bir kişilikten söz ediyoruz: Nasreddin Hoca… Diktatörler, hükümdarlar ve devlet erkânı ne kadar güç, kudret sahibi olursa olsun mizahla baş edemezler. İşte Nasreddin Hoca da her defasında keskin zekâsıyla, nükteleriyle çoğu zaman padişahları bile alt edebilen bir mizah anlayışına sahiptir. Âdeta bir mizah dehasıdır. Nasreddin Hoca memleketimizin gülümseyen yüzüdür diyebiliriz. Onun hazırcevaplığı ve bilge kişiliği, bizleri güldürürken her zaman düşünmeye de sevk ediyor. Nasreddin Hoca öyle bir kişilik ki bundan sonraki yıllarda da o hep bizim ve neslimiz için yol gösterenimiz, ışık tutanımız ve güler yüzlü öğretmenimiz olmaya devam edecektir. Hikâye bu ya, Hoca eşeğiyle Akşehir sokaklarında düdük satmaya başlamış. Düdüğü çok seven çocuklar, kapış kapış düdük alıyormuş. Bir gün pinti bir komşusu: “Hoca.” demiş. “Şu düdüklerden bir tane ödünç ver de bizim çocuk hevesini geçirsin.” Hoca yarım ağızla cevap vermiş: “Parayı veren düdüğü çalar.”

  • Добавить отзыв