Savaş ve Barış II. Cilt
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Savaş ve Barış; kaleme alındığı çağın, coğrafyanın sınırlarını aşan ve neredeyse tüm dünya dillerine çevrilen, evrensel niteliğe sahip bir başyapıttır. Eser; yaşamın anlamını arayan, manevi sırra erişmek isteyen her insanın mutlaka okuması gereken klasikler arasındadır. 1805-1812 yılları arasında Rus halkı, birtakım savaşlara dâhil olmaktadır. Fiziki savaş cephede sürdürülürken asıl ve belki de daha zorlayıcı olan savaş, bizzat insanların içinde verilmektedir. Bir tarafta işgal altında olan vatanı savunmaya çalışan ordu, diğer tarafta ise lüks yaşamlarından taviz vermeyen sosyete toplumu bulunmaktadır. Aslında silahlar, asıl olarak insan ile insani değerler arasında çekilmektedir. Dolayısıyla bu savaşın kazananı da kaybedeni de yine kişinin kendisi olacaktır. Savaş ve Barış; okurunu tarih sahnesinin detaylarına tanık ederken perde arkasını da göstererek gerçek bir “savaş”ın ve daima bulunması ümit edilen “barış” arayışının içerisine çekecektir. Bu arayışın yolu ise mutlaka iyilik ve sonsuz sevginin keşfinden geçecektir. “Aşk, ölümü engelliyor. Aşk, hayattır. Hayattan anladığım her şeyi, sevdiğim için anlıyorum ancak. Her şey, sevdiğim için vardır. Her şey yalnızca aşkla birbirine bağlanır. Aşk, Tanrı’dır. Ölmek; benim için, aşkın bir parçası için evrensel kaynağa dönmektir.”
Lev Tolstoy
Savaş ve BarışII. Cilt
Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.
Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.
Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.
Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.
20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.
Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…
DOKUZUNCU BÖLÜM
I
Batı Avrupa kuvvetlerinin tam anlamıyla silahlanması ve bir araya toplanması, 1811’in sonunda başladı ve 1812’de bu kuvvetler -orduyu nakledenler ve besleyenler de dâhil milyonlarca insan- Rus sınırlarına doğru batıdan doğuya yürümeye koyuldular. 1811’den başlayarak Rus kuvvetleri de aynı yönde sınırlara yığılmışlardı. 12 Haziran’da, Batı Avrupa kuvvetleri Rus sınırlarını aştı ve savaş başladı; yani akla ve insan doğasına aykırı bir olay gerçekleşti. Milyonlarca insan, birbirlerine, bütün dünya mahkemelerinin yüzyıllar boyunca benzerlerini bir araya getiremeyeceği sayısız alçaklık, hıyanet, hilekârlık, hırsızlık, sahtekârlık yaptı, kalp para çıkardı, yağmaladı, yakıp yıktı ve can aldı. Ama bu dönem boyunca suçları işleyenler, onları birer cürüm olarak görmüyorlardı.
Bu olağanüstü olayı doğuran neydi? Olaya hangi nedenler yol açmıştı? Tarihçiler safdillikle şu nedenleri ileri sürerler: Oldenburg Dukası’na yapılan hakaret, kıta ablukasına uyulmaması, Napolyon’un egemenlik tutkusu, Aleksandr’ın sebatkârlığı, diplomatların yaptıkları yanlışlar vs.
Onlara göre Metternich’in, Rumyantsef’in ya da Talleyrand’ın, bir kabul töreni ile bir ziyaret arasında daha ustaca bir nota kaleme almaları ya da Napolyon’un, Aleksandr’a “Monsieur mon Frère; je consens à rend re le duché au Duc d’Oldenbourg.”[1 - “Sayın Kardeşim; dukalığı, Oldenburg Dukası’na geri vermeyi kabul ediyorum.”] diye yazması, savaşın patlak vermemesine yetecekti.
Çağdaşların, olayları böyle görmeleri anlaşılabilir bir şey. Napolyon’un, savaşın nedenini İngiltere’nin çevirdiği dolaplarda bulması (Saint-Helena’da söylemiştir bunu.); İngiliz Parlamentosu üyelerinin aynı nedeni Napolyon’un egemenlik tutkusuna, Oldenburg Prensi’nin kendisine karşı zor kullanılmasına, tüccarların Avrupa’yı yıkıma uğratan kıta ablukasına, eski askerlerin ve generallerin her şeyden önce kendilerine bir iş verilmesi zorunluluğuna, lejitimistlerin les bons principes[2 - İyi ilkeler.] uygulama gerekliliğine, diplomatların ise 1809’da Rusya ile Avusturya arasında gerçekleştirilen ittifakın Napolyon’dan yeterince ustalıkla gizlenmemesine ve 178 no.’lu memorandumun acemice yazılmasına bağlamaları da anlaşılabilir bir şeydir. Çağdaşların, görüş açılarının sonsuz çeşitliliğinden kaynaklanan bu nedenleri ve sayısız başka nedeni ileri sürmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Ama bu büyük olayı bütün genişliği içinde gören, apaçık ve korkunç anlamını irdeleyen bizler; yani sonraki kuşaklar için bu nedenler yeterli değildir. Milyonlarca Hristiyan’ın Napolyon egemenlik hırsıyla yanıp tutuştuğu, Aleksandr sebatkârlık gösterdiği, İngiliz siyaseti kurnazlıkla dolu olduğu, Oldenburg Dukası hakarete uğradığı için birbirini boğazlaması ve acı çekmesi, bizce anlaşılabilir bir şey değil. Biz, bu olay ve şartlar ile cana kıymalar ve şiddet hareketleri arasında bir bağlantı olabileceğini anlayamıyoruz; bir düke hakaret edilmesinin, Avrupa’nın öteki ucundan gelen milyonlarca insanın, Smolensk ve Moskova eyaletlerini yakıp yıkmasına ve buralarda oturanları öldürmesine ve onlar tarafından öldürülmesine yol açabileceğini kavrayamıyoruz.
Tarihçi olmayan, araştırma tutkusuna kapılmayan ve bundan ötürü olayı gölgelenmemiş bir sağduyuyla görebilen bizler, yani daha sonraki kuşaklar için bu nedenler, sayısız denecek kadar çoktur. Bu nedenleri irdelemeyi derinleştirdikçe sayılarının arttığını görüyoruz ve bunlar arasından tek başına ele aldığımız biri ya da bir dizisi, kendi başına doğru ama olayın büyüklüğüne oranla önemsiz ve bu olayı belirlemesi (öteki bağlantılı nedenlerin etkisi olmaksızın) bakımından yetersiz olması dolayısıyla yanlış görünüyor. Fransız onbaşılarından rastgele birinin yeniden hizmete girmeyi isteyip istememesi; Napolyon’un, ordusunu Vistül’ün gerisine çekmeyi ya da Oldenburg Dukalığı’nı geri vermeyi reddetmesi kadar geçerli bir neden olarak görünüyor bize. Çünkü şu ya da bu asker, ondan sonra bir ikincisi, bir üçüncüsü ve binlercesi orduya katılmayı reddetseydi, Napolyon’un ordusunda o miktarda asker eksik olacaktı ve savaş da yapılamayacaktı.
Napolyon, Vistül gerisine çekilmeyi şüpheyle karşılamasaydı ve birliklerini ileri sürmeseydi, savaş olmazdı ama bütün çavuşlar hizmete girmeyi reddetselerdi yine savaş yapılamazdı. Aynı şekilde İngiltere’nin entrikaları, Oldenburg Prensi, Aleksandr’ın onuru, Rusya’daki mutlakiyetçi yönetim, Fransız Devrimi ve ardından gelen diktatörlük ve imparatorluk; devrime yol açmış olan bütün gerçekler ve benzerleri de olmasa savaş olmazdı. Bu nedenlerden herhangi biri olmadan hiçbir şey gerçekleşemezdi. Demek ki bütün bu nedenler -milyarlarca neden- olayın ortaya çıkması için bir araya gelmişti. Bundan ötürü de nedenlerin hiçbiri birinci neden değildi ve olay, gerçekleşmesi gerektiği için gerçekleşti. Birkaç yüzyıl önce yığınlarca insanın doğudan batıya yürüyerek benzerlerini öldürmelerinin gerektiği gibi milyonlarca insanın, aklı ve bütün insanca duyguları bir yana bırakarak batıdan doğuya yürümeleri ve benzerlerini öldürmeleri gerekiyordu; olayın ortaya çıkıp çıkmamasının, söyleyecekleri bir tek sözcüğe bağlı gibi göründüğü Napolyon’un ve Aleksandr’ın davranışları, kura ya da toplama erlerinin davranışları kadar az özgürdü. Başka türlü de olamazdı. Çünkü olayın dış görünüş bakımından bağlı olduğu bu kimselerin iradesinin gerçekleşebilmesi için sayısız durum ve şartın bir araya gelmesi gerekiyordu. Bunlardan biri olmasa olay gerçekleşmezdi. Gerçek güce sahip olan milyonlarca insanın; silah kullanan, erzak ve topları taşıyan askerlerin; yalnız ve güçsüz bireylerin iradesini kullanmayı kabul etmesi ve bunu, çeşitli ve karmaşık sayısız nedenin etkisinde yapması gerekiyordu.
Akıl dışı (yani anlamını kavrayamadığımız) olayları açıklayabilmek için tarih alanında kaderciliği kabul etmek gereklidir. Bu olayları mantıklı bir şekilde açıklamaya ne kadar çabalarsak onlar, aynı ölçüde akıl dışı ve kavranamaz görünürler bize.
Her insan kendisi için yaşar, özel amaçlarına ulaşmak için kullanır özgürlüğünü ve şu ya da bu hareketi gerçekleştirebileceğini ya da gerçekleştiremeyeceğini kesinlikle hisseder. Ama gerçekleştirir gerçekleştirmez bu hareket artık geri alınamaz ve tarihin malı olur, özgür olmaktan çıkar ve önceden belirlenmiş bir anlam kazanır.
Her insanın hayatında iki yan vardır: Duyduğu ilgiler ne kadar soyutsa o kadar özgür olan bireysel hayat ve insanoğlunun kendine dikte edilmiş yasalara boyun eğdiği ve öncelik taşıyan topluluk hayatı.
İnsan şuurlu olarak kendisi için yaşar fakat tarihî, sosyal gayelere ulaşmak için şuursuz bir alet olarak hizmet eder. Gerçekleştirilmiş hareket geri alınamaz ve öteki insanların gerçekleştirdiği milyonlarca hareketle aynı zamanda ortaya çıkarak tarihî bir önem kazanır. İnsan, toplumsal merdivende ne kadar yukarılardaysa ve ilişkisi olduğu kimselerin sayısı ne kadar fazlaysa öteki insanlar üzerindeki etkisi ve hareketlerinin önceden belirlenmişliği ve kaçınılmazlığı o ölçüde açık seçiktir.
“Kralların yüreği, Tanrı’nın ellerindedir.”
“Kral, tarihin kölesidir.”
Tarih; yani insanlığın bilinçsiz, ortaklaşa ve topluluğa dayanan hayatı, tasarılarını gerçekleştirmek için kralların hayatından bir araç olarak her an yararlanır.
Şu 1812 yılında Napolyon verser ya da ne pas verser le sang de ses peuples’ün[3 - Halkının kanını akıtmak ya da akıtmamak.] (Aleksandr, son mektubunda böyle yazmıştı ona) kendi elinde olduğuna her zamankinden fazla inanmış olduğu hâlde, gerçekleşecek olan şeyi; umumi dava için, tarih için yerine getirmeye kendisini zorlayan yasalara (oysa istediği gibi davrandığına inanıyordu o) her zamankinden daha fazla boyun eğmiş durumdaydı.
Batının insanları, boğazlaşmak üzere doğunun insanlarına doğru yürüyordu. Nedenlerin bir araya gelmesi yasası uyarınca bu hareketin ve savaşın binlerce küçük nedeni ortaya çıktı ve bu olayla aynı zamanda kendini gösterdi: Kıta ablukasına uyulmaması suçlamaları, Oldenburg Dukası, silahlı barışı gerçekleştirmek için orduların Prusya’ya girişi (amacın sadece bu olduğuna inanıyordu Napolyon), Fransa İmparatoru’nun, halkının eğilimlerine denk düşen savaş aşkı ve alışkanlığı, büyük hazırlıkların doğurduğu coşkunluk, bunların yol açtığı masraflar ve bunları karşılayacak avantajların sağlanması zorunluluğu, Dresden’deki baş döndürücü tazim gösterileri, çağdaşların inancına göre içten gelen bir barış isteğiyle yürütülmüş olan ama iki tarafın da onurunu zedelemekten başka sonuç vermeyen diplomatik görüşmeler ve bu olayın ortaya çıkmasına katkıda bulunan milyonlarca başka neden, onunla aynı zamanda kendini gösterdi.
Bir elma olgunlaşıp düşünce bu düşüşün nedeni nedir? Ağırlığının elmayı yere doğru çekmesi, sapının kuruması, güneşin yakması, çok ağırlaşmış olması, rüzgârın etkisi ya da dibinde duran çocuğun onu yemek istemesi midir?
Neden, bunların hiçbiri değildir. Burada söz konusu olan; her hayati, organik, temel olayın gerçekleşmesine yol açan şartların bir araya gelmesidir sadece. Ve hücre dokusunun çürümesinden ötürü elmanın düştüğünü söyleyen botanik bilgini, elma ağacının altında duran ve elmayı yemek istediği ve bunu Tanrı’dan dilediği için meyvenin düştüğünü söyleyen çocuk kadar haklıdır. Napolyon’un istediği için Moskova üzerine yürüdüğünü ve Aleksandr’ın istediği için orada mahvolduğunu söyleyen kimse de milyonlarca ton ağırlığı olan ve altı kazılmış bir dağın, son işçinin vurduğu son kazma darbesiyle yıkıldığını söyleyen kimse kadar haklı ya da haksızdır. Büyük dediğimiz adamlar, tarihî olaylarda, bu olaylara adlarını veren birer yaftadır sadece ve tıpkı yaftalar gibi olayla pek az bir ilgileri vardır.
Kendilerine özgür görünen hareketlerin her biri, tarihî anlamda irade dışıdır; tarihin genel gidişatına bağlıdır ve ezelden beri belirlenmiştir.
II
Napolyon; prenslerin, dukaların, kralların ve hatta bir imparatorun oluşturduğu bir saray halkıyla çevrili olarak üç hafta geçirdiği Dresden’den 29 Mayıs’ta ayrıldı. Yola çıkmadan önce hoşnut kaldığı prenslere, krallara ve İmparator’a iltifat etti; kızdığı kralları ve prensleri de haşladı, Avusturya İmparatoriçesi’ne kendi inci ve elmaslarından, yani başka krallardan aldığı inci ve elmaslardan armağan etti ve İmparatoriçe Marié-Louise’i şefkatle kucakladı ve tarihçisinin yazdığına göre Marié-Louise’i (Paris’te bir başka eşi olmasına rağmen bu da eşi olarak kabul ediliyordu.) dayanamayacak gibi göründüğü bir ayrılık acısıyla baş başa bıraktı. Diplomatların, barışı koruma konusunda umutsuzluğa düşmemiş olmalarına ve bu yönde büyük çaba harcamalarına, İmparator Napolyon’un, Aleksandr’a bir kişisel mektup göndererek ona “Sayın Kardeşim” diye hitap etmesine, savaşı içtenlikle istemediği konusunda şüphelerini gidermesine, kendisini her zaman sevip sayacağını belirtmesine rağmen aynı Napolyon; Rusya’ya doğru yola çıkmıştı ve her konakta, birliklerin batıdan doğuya hareketini hızlandırmaktan başka amacı olmayan yeni buyruklar veriyordu. Çevresinde genç hizmet subayları, yaverler ve muhafız birliği olduğu hâlde; altı atın çektiği bir uzun yol arabasıyla Posen, Thorn, Danzig, Königsberg ana yolunda ilerliyordu. Bu kentlerin hepsinde, binlerce insan, coşku ve korku içinde karşılıyordu onu.
Ordu, batıdan doğuya ilerliyordu ve Napolyon her konakta değiştirilen altı atlı arabayla aynı yönde gidiyordu. 10 Haziran’da orduya yetişti ve geceyi Vilkoviski Ormanı’nda, bir Leh kontunun malikânesinde, kendisi için hazırlanmış dairede geçirdi.
Ertesi gün orduyu geride bırakarak arabayla Niemen’e vardı ve bir geçit yeri tespit etmek üzere Leh üniforması giyerek ırmağın kıyısına gitti.
Öteki kıyıda kazakları ve derinlerinde, Büyük İskender’in istila ettiği İskitlerin başkentine benzeyen Moskova’nın, kutsal kentin bulunduğu stepleri gören Napolyon; büyük bir şaşkınlık yaratarak ve bütün stratejik, diplomatik sorunları hiçe sayarak ileri yürüyüş emri verdi ve ertesi gün birlikler Niemen’i geçti.
12 Haziran günü erken saatte Niemen’in sarp sol kıyısında o gün kurulmuş olan çadırından çıktı ve ırmak üzerinde kurulmuş üç köprüye yönelmek için Vilkoviski Ormanı’ndan dalgalar hâlinde çıkan birliklerini bir dürbünle seyretti. Askerler, İmparator’un orada olduğunu biliyorlar ve gözleriyle arıyorlardı onu; tepede, çadırın önünde, yanındakilerden ayrı duran redingotlu ve şapkalı silüetini görünce başlıklarını havaya fırlatarak “Vive l’Empereur!”[4 - “Yaşasın İmparator!”] diye haykırıyorlar; sonra, birbirleri peşinden sonsuz bir dizi oluşturarak oraya kadar kendilerini gözden saklayan ormandan dışarı atıyorlar ve kümelere ayrılarak üç köprüden öteki kıyıya geçiyorlardı.
Genç, ihtiyar, her mizaçtan ve toplumsal tabakadan insanlar:
“On fera du ehemin cette foisci. Oh! quand il s’en mêle luimême, ça chauffe… Nom de Dieu!.. Le voilà… Vive l’Empereur!.. Nous voilà dans les steppes de l’Asie! Vilain pays tout de même. Au revoir, Beauché, je te réserve le plus beau palais de Moscou. Au revoir! Bonne chance… L’astu vu, l’Empereur? Vive l’Empereur… pereur! Si on me fait gouverneur aux Indes, Gérard, je te fais ministre du Cachemire, c’est arrêté. Vive l’Empereur! Vive! vive! vive! Les gredins de cosaques, commes ils filent. Vive l’Empereur! Le voilà! Le voistu? Je l’ai vu deux fois comme je te vois. Le petit caporal!.. Je l’ai vu donner, la croix à l’un des vieux… Vive l’Empereur!..”[5 - “Yol göründü bu sefer. Hey! Kendisi işin içine girince ortalık nasıl da kızışıyor. Tanrı’m!.. İşte kendisi… Yaşasın İmparator!.. Asya steplerindeyiz! Berbat memleket. Hoşça kal Beauche, Moskova’nın en güzel sarayını sana ayıracağım. Hoşça kal! Talihin açık olsun… İmparator’u gördün mü? Yaşasın İmparator… Beni Hindistan’a vali yaparlarsa seni Keşmir elçisi yaparım. Yaşasın İmparator! Yaşasın! Yaşasın! Yaşasın! Ta kendisi! Görüyor musun? Seni böyle gördüğüm gibi iki kere gördüm onu. Küçümen onbaşı! Eskilerden birine haç nişanı verirken gördüm onu… Yaşasın İmparator!..”] deyip duruyorlardı. Bütün bu insanların yüzünde, çoktandır beklenen seferin başlamasından doğan aynı neşe ve tepenin üzerinde ayakta duran redingotlu adam için duyulan aynı coşku ve bağlılık okunuyordu.
13 Haziran’da, kendisine safkan bir Arap atı getirilen Napolyon, ata binip Niemen köprülerinden birine doğru dörtnala uzaklaştı. Adamların coşkulu sesleri sürekli olarak kulaklarını dolduruyordu ve bunların kendisine duydukları sevgiyi dile getirmelerini yasaklamak imkânsız olduğu için sesini çıkarmıyor gibi görünüyordu. Ama her yerde karşılaştığı bu alkışlar içini sıkıyor ve orduya katıldığından beri aklından çıkmayan askerî sorunlardan başka yöne çeviriyordu düşüncelerini. Kayıklar üzerinde sallanan köprülerin birinden öteki kıyıya geçti, birden sola döndü ve atını Kovno yönünde dörtnala kaldırdı. Mutluluktan çılgına dönmüş muhafız atlı avcı askerleri, önünden giderek birlikler arasından yol açıyordu ona. Geniş Vilno Irmağı’na varınca orada yer almış olan Leh Uhlan Alayı’nın yanında durdu.
Lehler, onu görmek için sıralarını bozarak ve itişerek aynı coşkuyla “Yaşasın!” diye haykırdılar. Napolyon; ırmağı inceledi, atından indi ve kıyıdaki bir ağaç kütüğünün üzerine oturdu. Bir işareti üzerine, tek borulu uzun bir dürbün getirdiler; dürbünü, büyük bir mutluluk içinde koşup gelen genç bir hizmet askerinin omuzuna dayadı ve öteki kıyıyı inceledi. Sonra, ağaç kütükleri arasına yayılmış haritaya daldı.
Biraz sonra, başını kaldırmadan bir şeyler söyledi ve iki yaver, atlarını Leh Uhlanlarına doğru dörtnala sürdüler.
Yaverlerden biri Uhlanların yanına varınca askerler, “Ne oldu? Ne dedi?” diye sormaya başladılar.
Bir geçit bulma ve öteki kıyıya geçme emri verilmişti. Pembe yüzlü bir ihtiyarcık olan ve heyecandan ne dediğini bilmeyen Uhlanların albayı, bir geçit aramadan at sürüp askerleriyle ırmağı yüzerek geçme izninin verilip verilmeyeceğini sordu yavere. Ata binme izni isteyen bir oğlan çocuğu gibi reddedilme korkusunun bütün izleri yüzünde okunarak bunu İmparator’un, gözleri önünde yapma iznini rica ediyordu. Yaver, İmparator’un, bu ateşli girişimden hoşnutsuzluk duymayacağının kesin olduğunu söyledi.
Bu sözü duyar duymaz bıyıklı ihtiyar subay, mutlu bir yüz ve parlayan gözlerle, kılıcını havaya kaldırıp “Yaşasın!” diye haykırdı ve Uhlanlarına kendisini izlemeleri emrini vererek atını mahmuzlayıp dörtnala ırmağa yöneltti. Şaşıran hayvanı hırsla sürdü, akıntının hızlı olduğu yere yönelerek suya gömüldü. Yüzlerce Uhlan, atlarını dörtnala sürerek onu izledi. Akıntının ortasında soğuktan âdeta donmuşlar ve korkuya kapılmışlardı. Uhlanlar, birbirlerine yapışıp atlarından yuvarlanıyorlardı. Birkaç at boğuldu, askerlerden de boğulan oldu ve ötekiler kıyıya ulaşmaya çalıştılar. Oradan yarım verst uzakta bir geçit olmasına rağmen ağaç kütüğünün üzerine oturmuş olan ve yaptıklarına pek bakmayan adamın gözleri önünde yüzmekten ve boğulmaktan gurur duyuyorlardı. Yaver geri döndü ve uygun bir anda Polonyalıların kendisine ne kadar bağlı olduklarına İmparator’un dikkatini çekme cesaretini buldu. Kurşuni renkli redingotlu ufak tefek adam ayağa kalktı ve Berthier’yi yanına çağırdı; emirler vererek boğulan ve dikkatini dağıtan Uhlanlara hoşnutsuzlukla ara sıra bakarak birlikte ırmak kıyısında dolaşmaya koyuldu.
Afrika’dan Moskova steplerine kadar dünyanın her bucağında, kendi varlığının aynı etkiyi doğurduğu ve insanları fedakârlık çılgınlığına sürüklediği inancı, onun için yeni bir şey değildi. Atını getirtti ve konak yerine döndü.
Kayıkların yardıma gönderilmelerine rağmen kırk kadar Uhlan, ırmakta boğulmuştu. Çoğu gerisin geriye kıyıya dönmüştü. Albay ve birkaç asker öte kıyıya ulaştılar ve sudan güç bela çıktılar. Ama sırılsıklam karaya ayak basar basmaz Napolyon’un duraklamış olduğu ama artık bulunmadığı yere coşkuyla bakarak “Yaşasın!” diye haykırdılar ve o an, mutlu olduklarına inanıyorlardı. Napolyon kendisinin başkanlık ettiği Legion d’honneur’e, akşamüzeri, iki emire -biri, Rusya’ya sokulmak üzere hazırlanan sahte Rus banknotlarının gönderilmesini hızlandırmaya; öteki, Fransız ordusunun yer değiştirmelerine ilişkin bilgileri kapsayan bir mektupla yakalanan bir Saksonyalının kurşuna dizilmesine ilişkindi- ek olarak, zorunlu olmadığı hâlde ırmağa atlayan Leh albayının da katılmasını öngören bir üçüncü emir verdi.
“Quos vult perelere dementat.”[6 - “Mahvetmek istediğini akıldan yoksun kılar.”]
III
Bu sırada Rus İmparatoru, iki aydan fazladır Vilno’da bulunuyor, resmigeçitlere ve manevralara katılıyordu. Herkesin beklediği ve hazırlıkları dolayısıyla İmparator’un Petersburg’dan ayrılmış olduğu savaş için hiçbir şey hazır değildi. Genel harekât planı yoktu. İmparator genel karargâhta bir ay geçirdikten sonra, teklif edilmekte olan planlar arasında bir seçim yapma konusundaki tereddütü daha da arttı. Üç ordunun her birinin kendi başkomutanı vardı ama hepsinin başında tek bir komutan yoktu ve İmparator, kendisi bu görevi üstüne almıyordu.
İmparator’un Vilno’da kalışı uzadıkça savaş hazırlıkları daha az yapılıyordu ve savaşı beklemek bezginlik vermişti. Çevresindekilerin bütün çabası, zamanını hoş geçirterek İmparator’un yaklaşan savaşı unutmasını sağlamaya yönelmiş gibi görünüyordu.
Leh devlet adamlarının, saraylıların ve İmparator’un kendisinin verdiği birçok balo ve yaptığı şenlikten sonra haziran ayında, Polonyalı general yaverlerden birinin aklına, kendi meslektaşları adına, İmparator’a bir şölen ve balo vermek fikri geldi. Herkes, bu fikri sevinçle karşıladı. İmparator da onayladı. General yaverler imzayla para toplamaya başladılar. Seçilmesinden İmparator’un en fazla hoşnut kalacağı hanım, ev sahibeliği yapmaya davet edildi. Vilno eyaletinde toprakları olan Kont Bennigsen, Zakreta’daki bu şenlik için yazlık konağını teklif etti ve balonun, şölenin, sandal gezintisinin ve donanma şenliğinin 13 Haziran’da yapılması kararlaştırıldı.
Napolyon’un Niemen’i geçme emrini verdiği ve öncü birliklerinin, kazakları püskürterek Rus sınırını aştıkları gün Aleksandr; geceyi, Bennigsen’in yazlık konağında, general yaverlerinin kendisine verdiği baloda geçiriyordu.
Çok neşeli ve parlak bir eğlence oldu bu; işin erbabı, bu kadar güzel kadının bir araya gelmesinin pek az görüldüğünü söylüyorlardı. Başka Rus hanımları arasında Petersburg’dan Vilno’ya kadar İmparator’un peşinden gelmiş olan Kontes Bezuhova, Ruslara özgü denen biraz kabaca güzelliği ile narin Polonyalı hanımları gölgede bırakarak dikkati çekiyordu. Nitekim göze çarptı ve İmparator tarafından dansa kaldırılarak onurlandırıldı.
Boris Drubetskoy, karısını Moskova’da bırakıp kendi dediği gibi en garçon[7 - Bekâr olarak.] baloya gelmiş ve general yaver olmadığı hâlde, balo için para toplanırken büyük bir miktar vermişti. Boris iyice yükselmiş olan, kimseden yardım istemeyen ve kendisini, yaşıtları arasında en yüksek yerlerde bulunanlarla eşit tutan bir kimseydi artık.
Gece yarısı hâlâ dans ediliyordu. Kendisine layık bir kavalye bulamayan Helen, Boris’i, mazurkaya bizzat davet etmişti. Böylece üçüncü çifti oluşturdular. Boris, Helen’in sırma işlemeli koyu renk tül tuvaletinden taşan göz kamaştırıcı çıplak omuzlarına kayıtsızca bakarak eski ortak tanıdıklarından söz ediyor ve hiç kimse farkına varmadan aynı salonda bulunan İmparator’u gözlemekten de geri kalmıyordu. İmparator dans etmiyordu, bir kapının yanında duruyor ve kendisinden başkasının söyleyemeyeceği tatlı sözlerle bazı kimseleri durduruyor ve konuşmaya dalıyordu.
Boris, mazurka başladığında İmparator’un en yakınlarından biri olan General Yaver Balaşef’in, genç bir Polonyalı hanımla konuşan Hükümdar’a yaklaştığını ve kurallara uymayacak kadar yakınında durduğunu gördü. Hanımla birkaç kelime konuşan İmparator, “Ne var?” der gibi Balaşef’e baktı ve şüphesiz ciddi bir neden olmasa böyle davranmayacağını düşünerek hanımı başıyla hafifçe selamlayıp yaverine döndü. Balaşef konuşmaya başlar başlamaz İmparator’un yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Yaverinin koluna girip kendisine geniş bir yol açan davetlilere bakmadan salondan geçti. İmparator kendisiyle birlikte giderken Arakçeyef’in yüzünde beliren heyecan, Balaşef’in gözünden kaçmamıştı. Arakçeyef, İmparator’a göz altından bakarak ve kırmızı burnundan soluyarak kendisine bir şeyler söylemesini bekliyormuş gibi kalabalıktan sıyrıldı. (Boris, Arakçeyef’in Balaşef’i kıskandığını ve önemli olduğu apaçık belli olan bir haberin, kendisinden başka biri tarafından İmparator’a iletilmesinden huzursuzluk duyduğunu anlamıştı.)
Ama İmparator ve Balaşef; onu fark etmeden dışarıya, aydınlık bahçeye çıktılar. Kılıcını tutan ve çevresine öfkeyle bakan Arakçeyef yirmi adım kadar geriden onları izledi.
Boris, bir yandan mazurka figürlerini yaparken bir yandan da Balaşef’in getirdiği bu haberin ne olduğunu ve onu, ötekilerden önce nasıl öğrenebileceğini düşünüp kıvranıyordu.
Dansın, kendisine yeni bir dam seçmesini gerektirdiği yerde Boris; Kontes Pototskaya’yı seçeceğini ve onun, balkona çıkmış olduğunu Helen’e fısıldayarak bahçeye açılan kapıya doğru hızla ilerledi ve taraçanın merdivenlerinden yanında Balaşef’le çıkan İmparator’u görünce durdu. İmparator ve Balaşef, giriş kapısına yöneliyorlardı. Boris, kenara çekilmeye vakit bulamamış gibi aceleyle kapı kenarına çekildi ve başını önüne eğdi.
İmparator, kendisine hakaret edilmiş bir kimse gibi heyecanla konuşmanın sonunu şu sözlerle bitiriyordu:
“Savaş ilan etmeden Rusya’ya girmek ha! Topraklarım üzerinde silahlı tek bir düşman kalsa bile barış yapmayacağım!”
Boris, İmparator’un bu sözleri belli bir tat alarak söylediği izlenimine kapıldı; düşündüklerini böyle güzel bir şekilde dile getirmiş olmasından memnundu ama bu sözleri duymak hoşuna gitmemişti.
İmparator, kaşlarını çatarak “Kimse duymasın!” diye ekledi.
Boris, bunun kendisine söylenmiş olduğunu anladı ve gözlerini kapayarak başını hafifçe eğdi. İmparator salona döndü ve daha yarım saat baloda kaldı.
Boris, Fransız birliklerinin Niemen’i aştıklarını öğrenen ilk kişi olmuştu ve böylece yüksek görevlerde bulunan bazı kimselere, başkalarından saklanan birçok şeyi bildiğini gösterme fırsatını elde etmiş ve onların gözünde daha da büyümüştü.
Fransızların Niemen’i geçtikleri haberi, bir aylık beyhude beklemeden sonra ve tam balonun ortasında ulaştığı için daha da şaşırtıcı olmuştu. İmparator, öfke ve kırgınlık duygularının etkisinde ilk arada; daha sonra ün kazanan, kendisinin çok hoşuna giden ve duygularını tastamam dile getiren o vecizeyi bulmuştu. Balodan dönünce sabahın ikisinde, Sekreter Şişkof’a adam yolladı ve birliklere bir günlük emir, Feldmareşal Prens Saltikof’a da bir emirname yazmasını emretti. Rus topraklarında silahlı tek bir Fransız kalsa bile barış yapmayacağı sözünün emirnameye konmasını kesinlikle istedi.
Ertesi gün, Napolyon’a şu mektup yazıldı:
Monsieur mon Frère. J’ai appris hier que malgré la loyauté avec laquelle j’ai maintenu mes engagements envers Votre Majesté, ses troupes ont franchi les frontières de la Russie, et je reçois à l’instant de Pctersbourg une note par laquelle le comte Lauriston, pour causé de cette agression, annonce que Votre Majesté s’est considéré comme en état de guerre avec moi dès le moment oû le Prince Kourakine a fait 2a demande de ses passeports. Les motifs sur lesquels le duc de Bassano fondait son refus de les lui délivrer n’auraient jamais pu me faire supposer que cette démarche servirait jamais de prétexte à l’agression. En effet, cet ambassadeur n’y a jamais été autorisé comme il Ta déclaré luimême, et aussitôt que j’en fus informé, je lui ai fait connaître combien je le désapprouvais en lui donnant l’ordre de rester à son poste. Si Votre Majesté n’est pas intentionnée de verser le sang de nos peuples pour un malentendu de ce genre et qu’elle consente à retirer ses troupes du territoire russe je regarderai ce qui s’est passé comme non avenu et un accommodement entre nous sera possible. Dans le cas contraire. Votre Majesté, je me verrai forcé de repousser une attaque que rien n’a provoquée de ma part. Il dépend encore de Votre Majesté d’éviter à l’humanité les calamités d’une nouvelle guerre.
Je suis, etc. (signé) ALEXANDRE.[8 - Aziz Kardeşim. Majestelerine karşı taahhütlerimi dürüstlükle tutmama rağmen birliklerinizin, dün Rusya sınırını aştıklarını öğrendim. Petersburg’dan şimdi aldığım bir notta, Kont Lauriston, bu saldırıya neden olarak Majestelerinin, Prens Kuragin, pasaportlarını istediği için benimle savaş durumuna girdiğini düşündüğünü bildirdi. Dük Bassano’nun ona pasaportları vermek istemeyişinin dayandığı nedenlerin, böyle bir girişimin saldırı için bir bahane oluşturacağı aklıma hiç gelmezdi. Gerçekten de bu elçi, söylediği yetkileri taşımıyordu ve bu konuda bilgi edinir edinmez kendisini onaylamadığımı bildirdim ve görevinde kalması talimatını verdim. Majesteleri, böyle bir anlaşmazlık dolayısıyla halkımızın kanını dökmek niyetinde değillerse ve birliklerini Rus topraklarından çekmeyi kabul ederlerse bütün bunlara olmamış gözüyle bakacağım ve aramızda bir uzlaşma imkânı doğacak. Ama böyle olmazsa hiçbir şekilde sorumlu olmadığım bir saldırıyı püskürtmek zorunda kalacağım. İnsanlığı, yeni bir savaşın felaketlerinden korumak, yine de Majestelerinize kalıyor.Ben, vs. (İmza) Aleksandr.]
IV
13 Haziran gecesi saat ikide, İmparator; Balaşef’i çağırdı ve Napolyon’a yazdığı mektubu okuyarak Fransa İmparatoru’na bizzat götürüp vermesini emretti. Yaverini uğurlarken Rus toprakları üzerinde silahlı tek bir düşman kalsa bile barış yapmayacağını tekrarladı ve bu sözleri Napolyon’a mutlaka söylemesi gerektiğini bildirdi. İmparator, son anlaşma girişimini de engelleyebileceğini sezdiği için bu sözlere mektubunda yer vermemişti. Ama Balaşef’in bunu, Napolyon’un yüzüne karşı söylemesi konusunda ısrar etti.
Yanında bir borazancı ve iki kazak olduğu hâlde ayın 13’ünü 14’üne bağlayan gece yola çıkan Balaşef, Fransız İleri Karakolu’nun bulunduğu Rikonti köyüne gün ağarırken vardı ve Fransız süvari nöbetçileri tarafından tutuklandı.
Koyu kırmızı üniformalı, tüylü kalpaklı bir Fransız hafif süvari astsubayı, yaklaşan Balaşef’e durması için bağırdı. Balaşef bunu dinlemedi ve ilerlemeye devam etti.
Kaşlarını çatan, küfürler savuran astsubay; atını Balaşef’e doğru sürüp kılıcına el attı ve sağır olup olmadığını, söylediklerini duyup duymadığını sorarak Rus Generali’ne kaba bir şekilde çıkıştı. Balaşef kendisini tanıttı. Erbaş, bir subaya haber vermek üzere bir er gönderdi.
Balaşef’e aldırış etmeyen astsubay, arkadaşlarıyla kendi işlerinden söz ediyor; Rus Generali’ne bakmıyordu bile.
En yüksek iktidar ve güce yakın olan, daha üç saat önce İmparator’la konuşmuş bulunan ve genellikle görevi dolayısıyla her zaman saygı gören Balaşef; Rus toprağı üzerinde böyle düşmanca bir tavırla karşılaştığı ve özellikle kaba kuvvet tarafından hiçe sayıldığı için tedirgin olmuştu.
Güneş, bulutların ardından henüz beliriyordu; hava serin ve nemliydi. Köyden çıkan bir sürü, otlaklara yönelmişti. Tarlalarda su yüzüne çıkan kabarcıklar gibi kırlangıçlar, cıvıltılarla art arda göğe yükseliyordu.
Balaşef, haber gönderilen subayın köyden gelmesini bekleyerek çevresine göz gezdiriyordu. Kazaklar ve Rus borazancı, arada bir Fransız süvarileri ile göz göze geliyorlardı.
Yatağından yeni kalkmış olduğu belli olan Fransız Hafif Süvari Albayı, güzel kır bir at üzerinde köyden çıkıp geldi; yanında, maiyetinden iki kişi vardı. Subayın, askerlerinin ve atlarının üzerinden güven ve zarafet akıyordu sanki.
Seferin henüz başıydı ve birlikler resmigeçitteymiş gibi alımlıydılar ama savaşçı bir çalım ve savaş başlangıcında her zaman görülen neşe ve zindelik vardı üzerlerinde.
Fransız Albayı, esnemelerini güçlükle önlüyordu ama kibar davrandı ve Balaşef’in görevinin tüm önemini kavramış gibi göründü. Onu, ileri karakol hattının ötesine geçirdi ve isteği üzerine kendisini hemen İmparator’a takdim edeceğini çünkü genel karargâhın pek yakında olduğundan şüphe duymadığını söyledi.
Fransız hafif süvarilerinin atlarını bağladıkları kazıkların, Albay’larını selamlayan ve Rus üniformalarına merakla bakan nöbetçilerin ve erlerin arasından geçip Rikonti köyünden çıktılar. Balaşef’i kabul edecek ve istediği yere götürecek tümen komutanının iki kilometre uzakta olduğunu söyledi Albay.
Güneş yükselmişti ve göz kamaştırıcı yeşillikler üzerinde neşeyle parıldıyordu.
Tepe üzerindeki bir hanı ancak geçmişlerdi ki karşı bayırdan bir grup atlının kendilerine doğru geldiğini gördüler. Başlarında, koşumları güneşte parlayan siyah bir atın üzerinde; kırmızı pelerinli, şapkası sorguçlu, uzun boylu bir adam vardı. Siyah saçları, kıvrım kıvrım omuzlarına dökülüyordu ve uzun bacaklarını, Fransızların ata binme tarzına uygun olarak ileri doğru uzatmıştı. Sorguçları, mücevherleri, sırmaları, parlak haziran güneşinde parıldayarak dörtnala Balaşef’e yaklaştı bu adam.
Balaşef ile bilezikli, sorguçlu, gerdanlıklı ve sırmalı bu azametli ve gösterişli süvari arasında iki at boyu uzaklık kalınca Fransız Albay Ulner, saygıyla fısıldadı: “Le Roi de Naples.”[9 - “Napoli Kralı.”] Gerçekten de bu süvari, artık “Napoli Kralı” diye adlandırılan Murat’ydı. Napoli Kralı olmasının nedenini anlamak imkânsız olduğu hâlde böyle deniyordu ve Napoli Kralı olduğuna o kadar inanmıştı ki eskisinden çok daha azametli ve kasıntılı bir hâl almıştı. Bu konuda o kadar şüphesizdi ki ayrılmasından bir gün önce karısıyla Napoli sokaklarında dolaşırken birkaç İtalyan, “Viva Il Re!”[10 - “Yaşasın Kral!”] diye bağırınca hüzünlü bir tebessümle eşine dönerek “Les malheureux, ils ne savent pas que je les quitte demain!”[11 - “Yarın kendilerini terk edeceğimi bilmiyor zavallılar!”] demişti.
Ne var ki Napoli Kralı olduğundan şüphe duymadığı ve geride bıraktığı uyruklarının acısını yürekten paylaştığı hâlde, orduya katılma emrini almasından ve özellikle, “Je vous ai fait roi pour régner à ma manière mais pas à la vôtre.”[12 - “Kendinize göre değil bana göre saltanat sürün diye kral yaptım sizi.”] diyen kayınbiraderi Yüce Napolyon’la Danzig’de görüşmesinden bu yana, alışık olduğu işine neşeyle koyulmuş ve besili ama hantallaşmamış bir beygir gibi arabaya koşulur koşulmaz yerinde duramaz olmuş; cafcaflı ve şatafatlı bir şekilde süslenerek neşe ve mutlulukla, nereye ve niçin gittiğini bilmeden Polonya yollarında at koşturmaya başlamıştı.
Murat, Rus Generali’ni görünce bukleli uzun saçlarının süslediği başını krallara yaraşır azametli bir hareketle geriye atarak Fransız Albayı’na “Ne var?” der gibi baktı. Albay da adını bir türlü söyleyemediği Balaşef’i, Majestelerine saygıyla tanıttı.
Albay’ın, onun ismini söylemekte zorlandığını fark eden Murat, “De Balmachève!” dedi ve krallara yaraşır bir alçak gönüllülükle
“Charmé de faire votre connaissance Général.”[13 - “Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum General.”] diye de ekledi.
Yüksek sesle ve hızlı konuşmaya başlayınca krallara has bütün yüceliği, kendisi farkına bile varmadan Kral’ı bırakıp gitmiş ve kişiliğinin esas özelliği olan babacan tavıra bürünmüştü. Elini, Balaşef’in atının boynuna koydu. Gücünü aşan bir duruma esef ediyormuş gibi “Eh bien, Général, tout est à la guerre, à ce qu’il paraît.”[14 - “Evet General, duruma bakılırsa her şey savaşın patlayacağını gösteriyor.”] dedi.
Balaşef, “Votre Majeste” unvanı kendisi için henüz bir yenilik olan bir kimseye hitap ederken kaçınılmaz olduğu gibi bu unvandan sonuna kadar yararlanarak “Sire, l’empereur mon maître ne désire point la guerre, comme Votre Majesté le voit.”[15 - “Sör, imparatorumuz efendimiz, Majestelerinin de gördüğü gibi savaş istemiyor.] diye cevap verdi.
Monsieur de Balachoff’u dinlerken Murat’nın yüzü budalaca bir hoşnutlukla ışıldıyordu. Ama royauté oblige[16 - Krallığın şanındandır.] Aleksandr’ın gönderdiği bu görevli ile bir kral ve müttefik olarak siyasetten konuşmanın zorunlu olduğunu hissediyordu. Attan indi, Balaşef’in koluna girdi ve onu, saygılı bir şekilde beklemekte olan maiyetinden birkaç adım uzaklaştırdı ve ciddi bir şekilde konuşmaya çalışarak bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Birliklerini Prusya’dan çekmesi isteğinin Napolyon’un onuruna dokunduğunu, özellikle bunun açığa vurulması dolayısıyla Fransa’nın saygınlığının zedelenmesinden sonra bunun böyle olduğunu söyledi. Balaşef, bu istekte, saygısızca bir şey bulmadığını çünkü… Murat sözünü kesti onun:
“Bu işten sorumlu olan Aleksandr değil mi sizce?” diye sordu ansızın aptalca bir babacanlıkla gülümseyerek.
Balaşef, savaşın sorumlusunun aslında Napolyon olduğunu niçin düşündüğünü açıkladı.
Efendilerinin kavgasına rağmen birbirleriyle dost kalmak isteyen hizmetkârlar gibi konuşan Murat, yeniden sözünü kesti onun:
“Eh, mon Général, je désire de tout mon coeur que les empereurs s’arrangent entre eux et que la guerre commencée malgré moi se termine le plus tôt possible.”[17 - “Evet Aziz General, imparatorların bir anlaşmaya varmalarını ve buna rağmen başlamış olan savaşın en kısa zamanda sona ermesini bütün gönlümle diliyorum.”]
Sonra Büyük Prens’i, sağlığını sordu; Napoli’de birlikte geçirdikleri güzel zamanlardan söz etti. Ansızın sanki kral olma yüceliğinin bilincini yeniden edinmiş gibi azametle doğruldu, taç giydiği zamanki pozu takındı ve sağ elini sallayarak “Je ne vous retiens plus, Général; je souhaite le succès de votre mission.”[18 - “Sizi fazla alıkoymayayım, General; görevinizde başarılar dilerim.”] dedi.
Ardından sırmalı kırmızı pelerini ile sorguçları rüzgârda dalgalanarak mücevherleriyle parıldayarak kendisini büyük bir saygıyla bekleyen maiyetinin yanına gitti.
Balaşef, Murat’nın sözlerine inanıp kısa bir süre sonra Napolyon’a takdim edileceğine inanarak yoluna devam etti. Ama Napolyon’la çok geçmeden görüşeceği yerde, Davout’nun piyade kolordusuna bağlı nöbetçiler; ileri hatlarda olduğu gibi daha sonraki köyde durdular onu ve durumdan haberdar edilen kolordu komutanının yaverlerinden biri, Balaşef’i Mareşal Davout’nun yanına köye götürdü.
V
Davout, İmparator Napolyon’un Arakçeyef’iydi; ödlek olmayan ama aynı ölçüde işine bağlı, gaddar ve bağlılığını gaddarlıktan başka bir yolla gösteremeyen bir Arakçeyef’ti. Bir devletin çarkları arasında, bu çeşit insanlar, doğadaki kurtlar kadar gereklidirler ve bunlar varlıklarını sürdürürler, her zaman meydana çıkarlar; varlıkları ve devlet başkanına yakınlıkları ne kadar akılalmaz görünürse görünsün ayakta kalmasını bilirler.
Humbaracıların bıyıklarını kendi elleriyle yolan, sinirleri zayıf olduğu için hiçbir tehlikeyi göğüsleyemeyen bu gaddar Arakçeyef’in; bu kültürsüz, yontulmamış adamın; soylu, şövalye ve sevecen yaradılışlı Aleksandr’ın yanı başında, elinde sınırsız bir güçle var olabilmesini ancak bu gereklilik açıklayabilir.
Balaşef, Davout’yu; bir köy evinin samanlığında, bir fıçının üzerine oturmuş yazı yazarken buldu. (Hesapları denetliyordu.) Yaveri, yanında ayakta duruyordu. Daha iyi bir yer bulunabilirdi ama Mareşal Davout, asık suratlı olmaya hak kazanmak için kendisini en zor şartların içine sokan insanlardandı. Bu yüzden sözü geçen insanlar, acil işlerden başlamazlar. Yüzünde, “Gördüğünüz gibi pis bir samanlıkta, bir fıçının üzerinde çalışırken gel de hayatın tatlı yanlarını düşün!” der gibi bir anlam vardı. Bu adamların en büyük zevki ve uğraşı, hayatın tadını çıkaran insanları görünce kendi bitip tükenmeyen kasvetli çalışmalarını onların gözüne sokmaya çalışmaktır. Balaşef yanına getirildiği zaman, Davout bu zevki tatma fırsatını kaçırmadı. Rus Generali içeri girince işine daha da daldı, sabahın büyüleyiciliği ve Murat ile konuşmasının etkisiyle canlılık kazanmış olan Balaşef’in yüzüne şöyle bir baktıktan sonra, ne ayağa kalktı ne de bir hareket yaptı; yalnızca kaşlarını daha fazla çattı ve pis pis gülümsedi.
Bu karşılanmanın Balaşef üzerinde kötü bir izlenim bıraktığını fark edince başını kaldırdı ve ne istediğini soğuk bir şekilde sordu.
Bu çeşit bir karşılanmanın, Davout’nun karşısında İmparator Aleksandr’ın General Yaveri ve temsilcisinin bulunduğunu bilmemesinden kaynaklanabileceğini düşünen Balaşef; kim olduğunu ve görevini açıklamak için acele etti. Ama beklentisinin tersine, söylediklerini dinledikten sonra daha da sert ve kaba olmuştu Davout.
“Zarfınız nerede?” dedi. “Donnezle moi, je l’enverrai â l’Empcreur.”[19 - Verin bana, İmparator’a göndereceğim.]
Balaşef, zarfı kendi eliyle İmparator’a verme emri almış olduğunu söyledi.
“İmparator’unuzun emirleri ordunuzda geçerlidir, burada değil.” dedi Davout. “Söyleneni yapmalısınız.”
Sanki kaba bir kuvvetin etkisi altında olduğunu karşısındakine daha iyi hissettirmek istiyormuş gibi yaverini, nöbetçi subayı çağırmaya gönderdi.
Balaşef, içinde İmparator’un mektubu bulunan zarfı çıkarıp masanın üzerine koydu. (Bu masa, iki fıçının üzerine konmuş olan ve boşta kalan rezeleri sallanan bir kapıydı.) Davout zarfı alıp üstündeki yazıyı okudu.
“Bana saygı gösterip göstermemek size kalmış bir şey. Ama izninizle, Majestelerinin bir general yaveri olma onurunu taşıdığımı hatırlatayım.” dedi Balaşef.
Davout ona şöyle bir baktı, Balaşef’in yüzünde beliren şaşkınlık ve heyecandan zevk aldığı besbelliydi.
“Gereken saygı gösterilecektir…” dedi.
Ve zarfı cebine koyup samanlıktan çıktı.
Pek az sonra, Mareşal’in Yaveri M. de Castries içeri girdi ve Balaşef’i kendisi için hazırlanmış odaya götürdü.
Balaşef o gece, fıçılar üzerine konmuş aynı kapının üzerinde Mareşal’le birlikte yemek yedi.
Ertesi gün Davout, Balaşef’i yanına çağırttıktan ve emredici bir tavırla bulunduğu yerde kalmasını, emir verilirse ağırlıklarla birlikte buradan ayrılmasını ve M. de Castries’ten başka kimseyle konuşmamasını rica etti.
Pek az bir zaman önce içinde bulunduğu güçlü ve özgür durumunun hemen ardından geldiği için daha da derinden hissedilen acizlik, bağımlı olma düşüncesi, sıkıntı ve yalnızlık içinde geçen dört günden ve Mareşal’in ağırlıkları ve tüm bölgeyi işgal etmiş olan Fransız kuvvetleri ile birkaç yerden geçtikten sonra Balaşef; şimdi Fransızların eline geçmiş olan Vilno’ya getirildi.
Ertesi gün İmparator’un Mabeyincisi M. de Turenne, Balaşef’in yanına geldi; İmparator Napolyon’un kendisini kabul etme lütfunu esirgemediğini bildirdi.
Balaşef’i götürdükleri evin önünde, dört gün önce muhafızlık görevini Preobrajenski Alayı’nın nöbetçileri yapıyordu ama şimdi, önleri açık, mavi üniformalı, tüylü kalpaklı iki Fransız humbaracısı, bir hafif süvari ve mızraklı asker muhafız birliği ve peronda Napolyon’un binek atıyla memlukü Roustan’ın çevresinde İmparator’un çıkışını bekleyen parlak üniformalı yaverler, genç hizmet askerleri ve generaller vardı. Napolyon; Balaşef’i, Aleksandr’ın onu göreve gönderdiği konakta kabul ediyordu.
VI
Sarayların görkemine çok alışık olmasına rağmen Balaşef, Napolyon’un çevresindeki şatafat karşısında şaşırmıştı.
Turenne Kontu, Balaşef’i; birçok generalin, mabeyincinin ve Rusya İmparatoru’nun sarayında birçoğunu gördüğü Polonyalı yüksek görevlilerin beklediği büyük bir salona aldı. Duroc; İmparator’un, Rus Generali’ni gezintisinden önce kabul edeceğini bildirdi.
Biraz sonra görevli mabeyinci göründü ve Balaşef’in önünde saygıyla eğilerek kendisini izlemesini rica etti.
Balaşef, bir kapısı çalışma odasına açılan küçük bir salona alındı; Rusya İmparatoru’nun kendisine son görevini vermiş olduğu odaydı bu. Birkaç dakika bekledi. Ardından telaşlı ayak seslerinin geldiği kapının iki kanadı da hızla açıldı. Bir sessizlik oldu ve odadan gelen tok, sert başkasına ait ayak sesleri yankılandı: Napolyon’du bu. At gezintisi için tuvaletini yeni bitirmişti. Yuvarlak karnına inen beyaz bir yelek üstüne mavi üniforma giymişti; beyaz deriden bir pantolon, bacaklarını, dolgun kaba etini sımsıkı sarıyordu; ayaklarında geniş konçlu çizmeler vardı. Kısa saçlarının biraz önce tarandığı belliydi ama bir tutam saç, geniş alnının tam ortasına düşmüştü. Beyaz ve dolgun boynu, üniformanın siyah yakasından keskin bir çizgiyle ayrılıyordu. Buram buram kolonya kokuyordu. Genç gösteren dolgun ve çıkık çeneli yüzüne hükümdarlara özgü güleç ve haşmetli bir incelik vardı.
Napolyon, her adımda titreyerek başını hafifçe geriye atarak ilerledi. Geniş, kalın omuzları, elinde olmayarak ileri verdiği karnı ve göğsüyle biraz şişmanlamış olan kısa vücudunun bütününde kırkına yaklaşan insanların gösterişli, heybetli hâli vardı. Ayrıca o gün, keyfinin yerinde olduğu da görülüyordu.
Balaşef’in saygı dolu uzun selamına bir baş hareketiyle karşılık verdi ve ona yaklaşarak zamanın her dakikasına değer veren, söyleyeceği sözü önceden hazırlamaya lüzum görmeyen, her zaman iyi, gerekeni söyleyeceğinden emin bir adam gibi hemen söze başladı.
“Günaydın General! İmparator Aleksandr’dan getirdiğiniz mektubu aldım ve sizi gördüğüme sevindim.”
İri gözlerini Balaşef’e dikti ve hemen bir başka yere çevirdi.
Balaşef’in bir kişi olarak onu hiç ilgilendirmediği besbelliydi. Sadece ruhunda olup bitenlere alaka duyduğu anlaşılıyordu. Dışında olan hiçbir şeyin önemi yoktu çünkü bütün dünya sadece onun iradesine bağlıydı.
“Savaşı istemiyorum ve hiçbir zaman istemedim…” dedi. “Ama zorladılar beni. Şimdi de…” Bu sözü üzerine basa basa söylüyordu. “Bana yapacağınız bütün açıklamaları dinlemeye hazırım.”
Sonra, Rus Hükûmeti’nden duyduğu hoşnutsuzluğun nedenlerini açıkça ve kısaca açıkladı.
Konuşmasındaki sakin, ılımlı ve dostane hava; Napolyon’un barış istediği ve görüşmeler yapma niyetinde olduğu inancına kesin bir şekilde varmasına yol açtı Balaşef’in.
Napolyon sözünü bitirip bir şey sorar gibi yüzüne baktığı anda Balaşef, çoktandır hazırladığı konuşmasına:
“Sire! l’Empereur, mon maître…” diye başladı.
Üzerine dikilmiş olan gözler Balaşef’i heyecanlandırmıştı. Onun üniformasını ve kılıcını belli belirsiz bir gülümsemeyle inceleyen Napolyon, “Heyecanlandınız, toparlayın kendinizi.” der gibiydi. Kendisini toparlayıp konuşmaya başladı Balaşef. İmparator Aleksandr’ın, Kuragin’in pasaportları istemesini savaş için yeterli bir neden olarak görmediğini ve Kuragin’in, Hükümdar’ın rızası olmadan kendi başına bu davranışta bulunduğunu, İmparator Aleksandr’ın savaş istemediğini ve İngilizlerle hiçbir ilişki kurulmamış olduğunu söyledi.
“Henüz kurulmadı…” dedi Napolyon.
Ve duygularına kapılmaktan korkuyormuş gibi kaşlarını çatarak devam edebileceğini belirtmek için Balaşef’e hafif bir baş işareti yaptı.
Söylemekle görevlendirildiği her şeyi açıkladıktan sonra, İmparator Aleksandr’ın barış istediğini ama görüşmelere ancak… Burada ansızın duraksadı. İmparator’un mektubunda yer vermediği ama Saltikof’a emirnamesinde mutlaka bulunması gerektiğini istediği ve Napolyon’a aktarması için de kendine emir verdiği sözleri hatırladı. Hatırlıyordu bu sözleri: “Rus topraklarında silahlı tek bir düşman kalmayıncaya dek…” Ama karmaşık bir duygu bunları söylemekten alıkoydu Balaşef’i. İstediği hâlde söyleyemedi bunları. Duraksadı ve “Fransız birlikleri Niemen’in gerisine çekilmesi şartıyla başlayacak.” dedi.
Balaşef’in, son sözleri söylerken duraksadığını fark etmişti Napolyon. Yüzü bozuldu, sol baldırını düzenli titremeler aldı. Olduğu yerde durarak başlangıçtakinden daha yüksek ve aceleci bir sesle konuşmaya başladı. Bütün bu konuşma boyunca gözlerini birkaç kere yere indiren Balaşef, Napolyon’un sesini yükselttikçe artan ve sol baldırını kaplayan titremeyi, elinde olmadan izledi.
“Ben, İmparator Aleksandr’dan daha az barış istiyor değilim…” diye başladı. “Barışı elde etmek için on sekiz aydır her şeyi yapan ben değil miyim? On sekiz aydır açıklama bekliyorum. Ama görüşmelere başlamak için benden ne isteniyor?” diye ekledi kaşlarını çatarak ve beyaz, tombul, ufacık eliyle soru sorar gibi enerjik bir hareket yaparak. “Birliklerin Niemen’in gerisine çekilmesi, sire…” dedi Balaşef.
“Niemen’in gerisine mi?” diye tekrarladı Napolyon. “Şimdi Niemen’in gerisine mi çekilmemi istiyorsunuz? Yalnızca Niemen’in mi?..” Bunu derken Balaşef’in gözlerinin içine bakıyordu.
Balaşef, saygıyla başını önüne eğdi.
Dört ay önce Pomeranya’nın boşaltılması istenmişti Napolyon’dan ve onun yerine şimdi Niemen’in gerisine çekilmesi isteniyordu yalnızca. Napolyon hızla döndü ve odayı arşınlamaya koyuldu.
“Görüşmelere başlamak için Niemen’in gerisine çekilmemin istendiğini söylüyorsunuz ama iki ay önce de aynı şekilde, Oder ve Vistül’ün gerisine çekilmem istenmişti ve buna rağmen görüşmelere başlamayı kabul ediyorsunuz.”
Bir şey söylemeden odanın bir ucundan öteki ucuna yürüdü ve Balaşef’in önünde yeniden durdu. Yüzü, sert bir ifade içinde taş kesilmiş gibiydi ve sol baldırı daha da fazla titriyordu. Napolyon bu özelliğini biliyordu. Daha sonra “La vibration de mon mollet gauche est un grand signe chez moi”[20 - “Sol baldırımın titremesi, bende büyük bir alamete işarettir.”] demişti.
“Oder’i ya da Vistül’ü boşaltmak gibi teklifler, Bade Prensi’ne yapılabilir…” dedi âdeta bağırarak ve buna kendisi de şaşırarak. “Bana Petersburg ve Moskova’yı verseniz de bu şartları kabul etmem. Savaşı benim çıkarttığımı söylüyorsunuz. Peki, ordusunun yanına ilk giden kim? İmparator Aleksandr, ben değil. Milyonlar harcamamdan, İngiltere ile ittifak kurmanızdan sonra durumunuz kötüyken görüşme teklifi yapıyorsunuz bana, öyle mi? İngiltere ile ittifakınızın amacı nedir? Ne sağladı size?” diyordu soluk almadan.
Barışın yararlarını övmek ve imkânlarını araştırmak için değil de yalnızca haklı ve güçlü olduğunu, Aleksandr’ın hatalarını ve haksızlıklarını göstermek için konuştuğu belliydi.
Konuşmaya başlarken durumunun üstünlüğünü belirtmek ama yine de görüşmelerin başlamasını kabul ettiğini açıklamak amacını güttüğü açıktı. Ama konuştukça söyledikleri, kontrolden daha çok çıkmaya başlamıştı.
Konuşmasının şimdiki amacı ise kendisini yüceltmek ve Aleksandr’ı küçük düşürmekti, yani konuşmaya başlarken yapmak istediği şeyin tam tersiydi şüphesiz.
“Türklerle barış yaptığınız söyleniyor, öyle mi?”
Balaşef, “evet” der gibi başını eğdi:
“Barış yapıldı…” diye başladı.
Ama Napolyon sözünü kesti. Yalnızca kendi sözlerini dinlemek ihtiyacını duyduğu belliydi. Şımarmış insanların kontrolsüz belagati ve heyecanıyla devam etti:
“Evet biliyorum; Moldavya’yı, Valaşi’yi almadan Türklerle barış yaptınız. Oysa ben Finlandiya’yı verdiğim gibi bu bölgeleri de İmparator’unuza verebilirdim. Evet, Moldavya ve Valaşi’yi İmparator Aleksandr’a vermek konusunda sözüm vardı ve verebilirdim ama şimdi bu güzel bölgeleri elde edemeyecek. Oysa imparatorluğuna katabilirdi onları ve tek bir saltanat altında Rus sınırlarını, Botni Körfezi’nden Tuna ağzına kadar genişletebilirdi. Büyük Katerina daha fazlasını yapamazdı…” diye devam etti Napolyon.
Gittikçe kızışarak odada dolaşıyor ve Tilsit’te, Aleksandr’a söylediklerini kelimesi kelimesine tekrarlıyordu Balaşef’e.
“Tout cela il aurait dû à mon amitié. Ah! Quel beau règne, quel beau règne!”[21 - “Bütün bunları benim dostluğuma borçlu olacaktı. Ah! Ne şahane bir saltanat, ne şahane bir saltanat!”] dedi ardı ardına. Durakladı, cebinden altın bir enfiye kutusu çıkardı ve açgözlülükle bir tutam çekti. “Quel beau règne aurait pu être celui de l’Empereur Alexandre!”[22 - “İmparator Aleksandr’ın saltanatı ne şahane bir saltanat olabilirdi!”]
Acıyarak baktı Balaşef’e ve bir söz söylemesine izin vermeden hemen yeniden konuşmaya başladı:
“İstediği ve aradığı ne olabilir ki benim dostluğumda bulmasın onu?” dedi omuz silkerek. “Ama çevresine düşmanlarımı topladı, hem de hangilerini? Steinleri, Armfeldtleri, Bennigsenleri, Wintzingerodeleri çağırdı yanına. Stein, ülkesinden kovulmuş bir haindir; Armfeldt, bir sefih ve dalaverecidir; Wintzingerode, kaçak bir Fransız uyruğu… Benningsen ötekilerden biraz daha fazla askerdir ama 1807’de elinden hiçbir şey gelmemiş olan ve İmparator Aleksandr’da korkunç anılar uyandırması gereken bir acizdir. Bir şey yapabilselerdi, yararlanılabilirdi onlardan.” diye devam etti Napolyon, haklı ya da güçlü olduğunu (Onun gözünde, bu ikisi aynı şeydi.) kendisine gösteren yığın yığın delili dile getirecek kadar hızlı konuşamadan. “Ama böyle bir durum da yok, bu adamlar ne savaşa ne barışa yarar! Barclay, hepsinden becerikli diyorlar ama ilk davranışlarına bakarak böyle bir şey söyleyemem. Peki ne yapıyor bunlar, bütün bu saray mensupları? Pfuhl teklif ediyor, Armfeldt tartışıyor, Benningsen araştırıyor ve Barclay’a gelince harekete geçmesi istendiğinde hangi tarafı tutacağını bilmiyor ve zaman geçiyor. Yalnızca Bagration bir savaş adamıdır. Kalın kafalıdır ama tecrübelidir, hemen görür ve karar verir. Bu güruh arasında Genç İmparator’unuz ne gibi bir rol oynuyor? Bu adamlar onu lekeliyorlar ve olup bitenlerin sorumluluğunu ona yüklüyorlar. Un souverain ne doit être à l’armée que quand il est général.”[23 - “Bir hükümdar ancak generalse orduda bulunmalıdır.”] diye sözlerini bitirdi.
Son cümleyi İmparator’a doğrudan doğruya açıklanmış bir meydan okuma gibi söyledi.
“Harekât başlayalı bir hafta oldu, Vilno’yu savunmasını bilemediniz. İkiye bölündünüz ve iki Polonya eyaletinden geri atıldınız. Ordunuz sızlanıyor.”
Kendisine söylenenleri zar zor kavrayabilen ve havai fişekleri andıran bu sözleri güçlükle izleyen Balaşef “Tam tersine, sire…” dedi. “Birliklerimiz büyük bir sabırsızlıkla…”
“Her şeyi biliyorum…” diye sözünü kesti Napolyon. “Her şeyi biliyorum, taburlarınızın sayısını benimkileri bildiğim gibi kesin olarak biliyorum. İki yüz bin askeriniz yok, bende ise üç misli kadarı var; şerefim üzerine söylüyorum…” diye de ekledi, verdiği şeref sözünün hiçbir değeri olamayacağını unutarak… “Je vous donne ma parole d’honneur que, j’ai cinq cent trente mille hommes de ce côté de la Vistule.[24 - “Şerefim üzerine söylüyorum ki Vistül’ün bu yakasında beş yüz otuz bin askerim var.”] Türkler, size yardım edemezler! Bir işe yaramaz onlar ve bunu sizinle barış yaparak gösterdiler. İsveçlilerin alın yazısı da deli krallar tarafından yönetilmektir. Kral deliydi, değiştirdiler ve bir başkasını tahta getirdiler: Bernadotte’u. O da hemen çıldırdı çünkü bir İsveçli ancak deliyse Rusya ile ittifak yapabilir.”
Napolyon kötü kötü gülümsedi ve enfiye kutusunu yeniden burnuna götürdü.
Bu sözlere karşı çıkmak istiyordu Balaşef, konuşmak istediğini belirtip duruyor ama Napolyon fırsat vermiyordu ona. İsveçlilerin deliliği konusunda Balaşef, bu ülkenin arkasında Rusya olduğu zaman bir ada sayılabileceğini söylemek istedi. Ama Napolyon öfkeyle haykırdı onun sesini bastırmak için. Haklı olduğunu kendine kanıtlamak isteyen bir kimsenin durup dinlenmeden konuşmasına yol açan bir taşkınlık içindeydi. Balaşef’in durumu güçleşiyordu: Elçi olarak itirazlarda bulunmayarak görevini gerektiği gibi yerine getirmemekten endişeleniyordu; insan olarak da Napolyon’un, pençesine düşmüş olduğundan şüphelenilmeyecek olan gereksiz öfkesi karşısında manen büzülüyordu. Napolyon’un şu anda söylediklerinin önemli olmadığını, yatışınca bunlardan utanacağını biliyordu. Başı öne eğik, onun titreyen kalın bacaklarına bakıyor ve onunla göz göze gelmekten kaçınıyordu.
“Sizin müttefiklerinizin ne önemi var?” diye devam etti Napolyon. “Benim de müttefiklerim var: Polonyalılar. Seksen bin asker, aslanlar gibi dövüşüyorlar. Sayıları iki yüz bine çıkacak.”
Ve belki de bu sözle bir yalan söylemiş olmasına ve Balaşef’in başına gelene razı olmuş gibi karşısında durmasına daha da sinirlenerek birden geri döndü, ona iyice yaklaştı ve beyaz elleriyle enerjik ve hızlı hareketler yaparak neredeyse avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Prusya’yı üzerime sürmeye kalkarsanız, bu ülkeyi haritadan sileceğimi bilin…” dedi öfkeden bembeyaz kesilmiş olarak ve ufacık ellerinden birini hızla ötekine vurarak. “Evet, sizi Dvina’nın, Dinyeper’in ötesine atacağım ve Avrupa’nın büyük bir cürüm işleyerek ve körcesine davranarak yıktığı seddi, size karşı yeniden kuracağım. Evet, sizi bekleyen bu işte, benden uzaklaşarak kazandığınız şey bu!”
Omuzlarını sarsarak birkaç adım attı. Enfiye kutusunu yeleğinin cebine koydu, yeniden çıkardı, birkaç kere burnuna götürdü ve Balaşef’in karşısında durdu. Bir an sesini çıkarmadı, alaycı bir havayla onun gözlerinin içine baktı ve sakin bir sesle şöyle dedi:
“Cependant quel beau règne aurait pu avoir votre maître!”[25 - “Oysa efendinizin ne şahane bir saltanatı olabilirdi!”]
Cevap vermesi gerektiğini hisseden Balaşef, Ruslar açısından durumun bu kadar karanlık görünmediğini söyledi. Napolyon, alaycı bir şekilde bakarak hâlâ susuyordu ve şüphesiz, söylediklerini dinlemiyordu. Balaşef, Rusların savaştan en iyi sonuçları beklediklerini belirtti. Napolyon, hoş gören bir eda ile “Göreviniz gereği böyle konuşuyorsunuz ama söylediklerinize inanmıyorsunuz, sizi ikna ettim.” der gibi başını salladı.
Balaşef sözünü bitirince Napolyon enfiye kutusunu yeniden çıkardı, bir tutam çekti ve işaret olarak ayağıyla parkeye iki kere vurdu. Kapı açıldı; saygıyla iki büklüm olmuş bir mabeyinci, şapkasını ve eldivenlerini uzattı İmparator’a; bir başkası da mendilini verdi. Napolyon onlara bakmaksızın Balaşef’e döndü.
“Benim adıma, geçmişte olduğu gibi şimdi de kendisine sadık olduğumu İmparator Aleksandr’a iletiniz. Kendisini çok iyi tanır ve yüksek niteliklerini çok takdir ederim. Je ne vous retiens plus, Général, vous recevrez ma lettre à l’Empereur.”[26 - “Sizi alıkoymayayım General, İmparator’a götüreceğiniz mektubumu alacaksınız.”]
Ve Napolyon hızla kapıya yöneldi. Salonda bulunanların hepsi, merdivenlerden aşağıya koşuştular.
VII
Balaşef; Napolyon’un bütün söylediklerinden, öfkelenmelerinden ve soğuk bir şekilde söylenen “Je ne vous retiens plus, Général, vous recevrez ma lettre!” sözlerinden sonra; İmparator’un kendisini görmek istemeyeceğinden ve üstelik, küçük düşürülmüş ve özellikle yakışık almaz davranışlarına şahit olmuş bir elçi olarak da kendisinden kaçınacağından şüphe duymuyordu. Ama aynı gün, Duroc tarafından, İmparator’un masasına davet edilince şaşırdı.
Yemekte Bessière, Caulaincourt ve Berhier vardı.
Napolyon, neşeli ve güleç bir yüzle karşıladı Balaşef’i. Sabahki öfkesinden ötürü zerre kadar sıkıntı ya da pişmanlık duymuyordu ve üstelik Balaşef’in sıkıntısını da gidermeye çalışıyordu. Napolyon’un hiçbir zaman aldanmadığından uzun süredir emin olduğu ve bütün yaptıklarını, iyilik ya da kötülük kavramıyla ilişkisi bakımından değil de kendisi yaptığı için iyi olarak gördüğü besbelliydi.
İmparator, kalabalıkların kendisini coşkuyla karşıladığı ve izlediği Vilno’daki bu at gezintisinden sonra çok neşeliydi. Geçtiği bütün caddelerde pencereler, halılarla, bayraklarla ve armasıyla donatılmıştı ve Polonyalı hanımlar, mendillerini sallayarak selamlıyorlardı onu.
Balaşef’i yanına oturtmuştu ve sadece nezaket göstermiyor; onu, kendi saray mensuplarından, tasarılarını doğru bulan ve başarılarından sevinç duyanlardan biri olarak sayıyormuş gibi davranıyordu. Bir ara, Moskova’dan söz etti ve Balaşef’e, Rus başkenti konusunda sorular sordu. Hem görmeyi tasarladığı bir yer konusunda bilgi edinen meraklı bir yolcu hem de Rus olduğu için Balaşef’in bu meraktan gurur duyması gerektiğine inanıyormuş gibi soruyordu bu soruları.
“Moskova’da kaç kişi yaşıyor, kaç ev var? Bu kente ‘Kutsal Moskova’ dendiği doğru mu? Kaç kilise var?” dedi Napolyon.
İki binden fazla olduğu söylenince yeniden sordu:
“Niçin bu kadar çok kilise var?”
“Ruslar çok dindardır…” dedi Balaşef.
“Zaten, kilise ve manastır sayısının çokluğu geri kalmış halklara özgü bir şeydir…” dedi Napolyon, doğrulaması için Caulaincourt’a bakarak.
Balaşef, nazik bir şekilde, Fransa İmparatoru’nun görüşüne katılmadığını belirtti.
“Her ülkenin kendine özgü töreleri vardır…” dedi.
“Ama Avrupa’da böyle bir şey yok…” diye cevap verdi Napolyon.
“Özür dilerim Majestelerinden ama Rusya’nın yanı sıra İspanya var; kiliseler ve manastırlar, orada da aynı ölçüde çoktur.”
Fransızların İspanya’daki son yenilgisine telmih olan bu sözler, kendisi anlattığı zaman Aleksandr’ın sarayında çok beğenilmiş ama sessizce geçiştirildiği Napolyon’un masasında ilgi uyandırmamıştı.
Sayın mareşallerin ilgisizlik ve şaşkınlık okunan yüzlerinden, Balaşef’in ses tonuyla belirginleştirdiği bu sözün iğneleyici yanının neresi olduğunu kendilerine sordukları belli oluyordu. Yüzleri, “Bu sözlerde bir incelik varsa bile anlayamadık ve hiç de esprili değil bunlar.” der gibiydi. Balaşef’in cevabı o kadar önemsenmedi ki Napolyon dikkat bile etmedi ona ve Moskova’ya doğrudan giden yolun hangi kentlerden geçtiğini safça sordu. Yemek boyunca diken üzerinde oturan Balaşef, “Comme tout ehemin mène à Rome, tout chemin mène à Moscou…”[27 - “Bütün yollar Roma’ya çıktığı gibi bütün yollar Moskova’ya da çıkar…”] dedi.
Birçok yol olduğunu, bunlardan birinin Poltava’dan geçen ve XI. Charles’ın seçtiği yol olduğunu söyledi ve taşı gediğine koymuş olmanın verdiği hoşnutlukla yüzünün kızarmasını engelleyemedi. Ama henüz “Poltava” demişti ki Caulaincourt, Petersburg-Moskova yolunun kötülüğünden söz etmeye, Petersburg anılarını anlatmaya koyuldu.
Yemekten sonra, kahve içmek için Napolyon’un çalışma odasına geçtiler; burası dört gün önce Aleksandr’ın çalışma odasıydı. Napolyon oturdu, Sevres fincanı içindeki kahvesini hafifçe kımıldatarak Balaşef’e, yanında bir yer işaret etti.
İnsanda öğle yemeği sonrasında duyulan malum bir keyif vardır ki onu kendisinden memnun olmaya, herkesi dost saymaya makul bütün sebeplerden daha kuvvetli zorlar. Napolyon da bu ruh hâli içindeydi. Kendisine tapan insanlarla çevrili olduğunu sanıyordu. Masasında yemek yedikten sonra Balaşef’in de kendi dostu ve hayranı olduğundan şüphe duymuyordu. Tatlı ve hafifçe şakacı bir tebessümle Balaşef’e döndü.
“İmparator Aleksandr’ın odasıymış burası, öyle dediler. Garip değil mi General?” dedi.
Aleksandr’dan daha üstün olduğunu gösteren bir delil olduğu için bu sözü Balaşef’in hoşuna gideceğini bilerek söyler gibiydi.
Balaşef, buna bir karşılık bulamadı ve başını öne eğdi.
“Evet, dört gün önce Wintzingerode ve Stein danışma hâlindeydiler bu odada…” diye devam etti Napolyon, aynı alaycı ve kendinden emin tebessümle. “İmparator Aleksandr’ın, çevresine benim düşmanlarımı toplamasını aklım almıyor. Bunu anlayamıyorum… Benim de aynı şeyi yapabileceğimi düşünmedi mi?”
Bunu hatırlaması, henüz izleri silinmemiş olan sabahki öfkesini yeniden duymasına yol açmıştı şüphesiz.
“Bunu yapacağımdan şüphesi olmasın…” dedi ayağa kalkarak ve kahve fincanını iterek. “Almanya’dan bütün akrabalarını kovacağım; Wurtembergleri, Badeleri, Weimarları… Evet, kovacağım onları. Onlara sığınacak yer arasın Rusya’da!”
Balaşef, ayrılmak istediğini davranışıyla göstermek isteyerek başını önüne eğdi. Başka bir şey yapamadığı için söylenenleri dinliyordu. Napolyon, onun bu davranışını fark edemedi; karşısındakine, sanki düşmanın elçisi değil de şimdi kendisine bütün varlığıyla bağlanmış olan ve eski efendisinin küçük düşürülmesinden memnuniyet duyan bir kimseymiş gibi hitap ediyordu:
“Ordularının komutasını niçin üzerine aldı İmparator Aleksandr? Neye yarar bu? Savaş benim mesleğimdir, onunki hüküm sürmektir, birliklere komuta etmek değil. Böyle bir sorumluluğu niçin üzerine aldı?”
Napolyon, enfiye kutusunu yeniden çıkardı; odada, konuşmadan birkaç adım attı ve beklenmedik bir şekilde Balaşef’e yaklaştı. Hafif bir gülümsemeyle ve onun için sadece önemli değil aynı zamanda hoş bir iş yapıyormuş gibi kendinden emin, çabuk ve basit bir hareketle elini bu kırklık Rus Generali’nin yüzüne doğru kaldırdı, kulağını tuttu, yalnız dudaklarıyla gülümseyerek hafifçe çekti.
Avoir l’oreille tirée par l’empereur,[28 - Kulağı hükümdar tarafından çekilmek.] en yüce onurlandırma ve iltifat sayılırdı Fransız sarayında.
“Eh bien, vous ne dites rien, admirateur et courtisan de l’Empereur Alexandre?”[29 - “Eee, İmparator Aleksandr hayranı ve yakını, bir şey söylemiyorsunuz?”] dedi.
Kendi yanında, kendisinden -Napolyon’dan- başkası için courtisan ve admirateur olabilmeyi, komik bir şey olarak görüyor gibiydi.
Balaşef’in selamına başını hafifçe öne eğerek cevap verirken “General için atlar hazırlatıldı mı?” diye ekledi.
“Benimkilerden verin, uzun bir yol var önünde…”
Balaşef’in götürdüğü, Napolyon’un Aleksandr’a yazdığı son mektup oldu. Yapılan konuşmanın bütün ayrıntıları Rusya İmparatoru’na aktarıldı ve savaş başladı.
VIII
Piyer’le Moskova’da yaptığı görüşmeden sonra Prens Andrey; ailesine, işleri için gittiğini söyleyerek ama gerçekte Prens Anatol Kuragin’i bulmak ve onunla hesaplaşmak için Petersburg’dan ayrılmıştı. Piyer, Prens Andrey’in kendisini aradığı konusunda kayınbiraderini uyarmıştı. Anatol Kuragin, Savunma Bakanlığından hemen bir görev almış ve Moldava ordusuna katılmıştı. Petersburg’da kaldığı sırada, Prens Andrey; kendisine her zaman yakınlık gösteren eski generali Kutuzof’la karşılaşmış ve Yaşlı General Kuzutof, başkomutanlığına getirildiği Moldava ordusuna beraber gelmesi için Prens’e teklifte bulunmuştu. Prens Andrey de genelkurmayda görev alıp Türkiye’ye gitti.
Kuragin’i yazıyla düelloya davet etmeyi uygun bulmuyordu Prens. Yeni bir bahane olmazsa böyle bir davranışın, Kontes Rostova’nın onurunu zedeleyebileceğini düşünüyordu. Bundan ötürü, düello için yeni bir bahane bulabileceği umuduyla Kuragin’le yüz yüze gelmek istiyordu. Ama gelişinden biraz önce Rusya’ya dönmüş olan Kuragin’le, Türkiye ordusunda da karşılaşamadı. Bu yeni ülkede ve yeni hayat şartları içinde kendisini daha rahat hissetti. Herkesten titizlikle sakladığı için kendisine daha da ağır gelmiş olan nişanlısının ihanetinin darbesinden sonra, mutluluk duyduğu hayat şartları ona çekilmez gelmeye başlamıştı ve bir zamanlar kendisi için çok değerli özgürlük ve bağımsızlık da daha dayanılmaz bir şey olmuştu. Austerlitz savaş alanında ilk olarak zihninde doğan, Piyer’in karşısında geliştirmekten hoşlandığı ve önce Boguçorovo’da, sonra İsviçre’de ve Roma’da yalnızlığını gideren düşüncelere kendisini bırakmak şöyle dursun; önünde sonsuz ve ışıklı ufuklar açan bu fikirleri hatırlamak bile istemiyordu. Şimdi yalnızca, eski uğraşılarıyla ilgisi olmayan günlük ve pratik sorunlar ilgilendiriyordu onu ve eski uğraşıları artık uzaklarda kaldığı için yenilerine daha da hırsla sarılıyordu. Sanki bir zamanlar üzerindeki o sonsuz gökyüzü, ağırlığı altında ezildiği ve içinde her şeyin apaçık, öncesiz, sonrasız ve sırlı olmadığı alçak ve sınırlı bir kubbeye dönüşmüştü.
Yapabileceği şeyler arasında askerlik, en basiti ve en iyi bildiğiydi. Kutuzof’un karargâhında general yaver olarak görevini büyük bir bağlılık ve titizlikle yapıyor; çalışmaktan aldığı tat ve dakikliği, komutanını şaşırtıyordu. Kuragin’i Türkiye’de bulamayan Prens Andrey, onu izleyerek Rusya’ya kadar gitmeyi gerekli görmedi. Ama aradan zaman geçmesine, Kuragin’i küçümsemesine ve onunla karşılaşacak kadar küçülmemek için ortadaki bütün nedenlere rağmen karşısında onu bulunca aç bir insanın bulduğu yiyeceğe saldırmadan edemeyeceği gibi onu kışkırtmadan edemeyeceğini de biliyordu. Ve hakaretin hıncının alınmamış, öfkenin boşalmamış olduğunu düşünmek; yüreğine kurşun gibi oturuyor ve bir bakıma yüksek mevkilere yönelmiş, gösteriş sever gibi görünen çabası sayesinde Türkiye’de kendisine yaratmış olduğu sözde rahatlığı zehirliyordu. Napolyon’la savaş haberi, 1812’de Bükreş’e ulaşınca (Kutuzof, gecesini gündüzünü Balaşka’sının yanında geçirerek iki aydır bu kentte yaşıyordu.) Prens Andrey, batı ordusuna gönderilmesini istedi. Çalışkanlığını, kendi tembelliğine yöneltilmiş bir sitem gibi gördüğü Bolkonski’yi, istediği yere memnuniyetle gönderdi Kutuzof ve ona Barclay de Tolly’nin yanında bir görev verdi.
Mayıs ayında Drissa ordugâhında bulunan orduya katılmadan önce Prens Andrey, babasının malikânesine -Smolensk ana yolundan üç verst uzakta olduğu için yolunun üzerinde olan Lisi Gori’ye-uğradı. Son üç yıl içinde hayatında o kadar büyük değişiklikler olmuş, o kadar çok şey düşünmüş, yaşamış ve görmüştü ki (Batıya da doğuya da gitmişti.) Lisi Gori’ye gelip de en küçük ayrıntısına kadar her şeyi aynı durumda bulunca değişmeyen bu hayat akışı onu çok şaşırttı. Ağaçlıklı yolda ilerleyip taş avlu kapısından geçerken uykuya dalmış sihirli bir şatodan içeri giriyordu sanki. Evde aynı saygınlık, aynı titizlik, aynı sessizlik hüküm sürüyordu; aynı eşyalar, aynı duvarlar, aynı gürültüler, aynı koku ve biraz yaşlanmış ama yine de korku dolu aynı yüzlerdi bunlar. Prenses Mariya, hayatının en güzel yıllarını boşuna ve neşesiz geçirerek korku ve manevi acılar içinde yaşlanan aynı çekingen ve çirkin genç kızdı. Matmazel Bourienne; kendisinden hoşnut, en neşeli umutlarla dolu ve hayatın her anının tadını çıkaran aynı cilveli kızdı. Prens Andrey onu, biraz daha kendinden emin bulmuştu yalnızca; İsviçre’den getirdiği Eğitmen Desalles, Rus biçimi bir redingot giymişti ve Rusçanın kafasını gözünü yararak hizmetkârlara bir şeyler söylüyordu ama aynı dar kafalı, okumuş, erdemli ve ukala eğitmendi.
İhtiyar Prens’te göze çarpan biricik bedenî değişiklik, ağzının kenarındaki bir dişin eksilmiş olmasıydı manevi bakımdan her zamanki gibiydi; yalnızca dünyada olup bitenlere karşı biraz daha öfkeli ve şüpheli olmuştu belki. Sadece Nikoluşka büyümüş, değişmiş, yüzüne renk gelmiş, koyu renk saçları kıvrım kıvrım olmuştu; gülerken ve neşeli bir hâldeyken güzel ağzının üst dudağını, tıpkı Küçük Prenses gibi yukarı kaldırıyordu bilmeden. Yalnızca o; bu sihirli ve uykuya dalmış şatoda, değişmezlik yasasına uymuyordu. Dış görünüş bakımından her şeyin aynı kalmasına rağmen bu insanlar arasındaki yakın ilişkiler, Prens Andrey’in onları görmemesinden bu yana değişmişti. Evde yaşayanlar, yabancı ve düşman iki kampa bölünmüştü; Andrey burada olduğu için şimdi bir araya geliyorlar ve her zamanki hayatlarının dışına çıkıyorlardı. Kampların birinde İhtiyar Prens, Matmazel Bourienne ve kalfa; ötekinde Prenses Mariya, Desalles, Nikoluşka, bütün dadılar, sütanneler yer alıyordu.
Prens Andrey’in Lisi Gori’de bulunduğu sürece, hep birlikte yemek yediler ama hepsi de tedirgindi ve Andrey, kendisi için kural dışı davranılan bir konuk olduğunu, burada bulunuşunun herkesi rahatsız ettiğini hissediyordu. İlk gün, öğle yemeğinde, elinde olmadan bunu hisseden Andrey hiç susmadı; onun bu durumunu fark eden İhtiyar Prens de kasvetli bir sessizliğe gömüldü ve yemekten hemen sonra odasına çekildi. Akşamüstü Andrey yanına gelip de onun ilgisini uyandırmak için Genç Kont Kamenski’nin seferinden söz etmeye başlayınca İhtiyar Prens, durup dururken Prenses Mariya’dan laf açtı ve kör inançları, söylediğine göre kendisine bağlı biricik insan olan Matmazel Bourienne’e yakınlık duymaması dolayısıyla suçladı onu.
İhtiyar Prens, eğer hastaysa Prenses Mariya yüzünden böyle olduğunu; onun, kendisini bile bile üzdüğünü, kışkırttığını, şımartmaları ve saçma laflarıyla Küçük Prens Nikolay’ı bozduğunu söylüyordu.
İhtiyar Prens, hayatı pek tatsız olan kızına kendisinin azap çektirdiğini ama böyle yapmadan edemeyeceğini de biliyor; onun, bunu hak ettiğini düşünüyordu. Bütün bunları gören Prens Andrey, kız kardeşinden niçin söz etmiyor bana? diye düşünüyordu. Kızından, durup dururken uzaklaşan ve Fransız kızını kendine yaklaştıran bir vicdansız ya da ihtiyar bir bunak olduğumu düşünüyor? Anlamıyor durumu, anlatmak gerekiyor, dinlemeli beni… Ve kızının saçma mizacına katlanamayışının nedenlerini açıklamaya koyuldu.
“Bana sorarsanız.” dedi Prens Andrey, babasına bakmadan. Onu, ilk defa kabahatli buluyordu. “Bundan söz etmek istemiyordum ama sorarsanız, bütün bunlar konusunda düşündüklerimi açıkça söyleyeceğim. Maşa ile aranızda yanlış anlamalar ve uyuşmazlıklar varsa onu, bunlardan hiçbir zaman sorumlu tutamam. Sizi ne kadar çok sevdiğini ve saydığını bilirim. Bunu bana sorduğunuzda…” diye sinirlenerek devam etti Andrey. “Ancak şunu söyleyebilirim: Yanlış anlama varsa kabahat, kız kardeşimin yanında bulunmaması gereken o beş para etmez kadınındır.”
“Yanında bulunmaması gereken kim? Ha? Bakıyorum konuşmuşsunuz! Ha?”
“Efendim, yargılamak istemiyorum…” dedi Prens Andrey hırçın ve sert bir şekilde. “Ama bu sözü siz açtınız ve ben de Prenses Mariya’nın değil, bu Fransız kadının kabahatli olduğunu söyledim ve söyleyeceğim…”
“Demek yargıladın! Suçlu buldun beni ha!” dedi İhtiyar Prens alçak sesle.
Ve Prens Andrey onun utandığını sandı ama birden ayağa fırladı, haykırdı ihtiyar:
“Defol! Defol! Bir daha gözüm görmesin seni!..”
Prens Andrey hemen ayrılmak istedi ama Prenses Mariya, bir gün daha kalmasını rica etti. O gün, ortada görünmeyen Matmazel Bourienne ile Tihon’dan başka kimseyi yanına almayan ve gidip gitmediğini birçok kere soran babasını görmedi. Ertesi gün ayrılmadan önce Prens Andrey, oğlunun yanına gitti. Annesi gibi kıvırcık saçlı olan gürbüz oğlan, kucağına oturdu. Prens Andrey de Mavi Sakal masalını anlatmaya başladı ona ama bitirmeden düşüncelere daldı. Dizlerindeki bu güzel çocuğu, oğlunu değil; kendini düşünüyordu. Babasını sinirlendirmesinden ötürü pişmanlık duyup duymadığını anlamaya çalışıyor ama içinde böyle bir şey veya ondan ayrıldığı için bir esef duygusu bulamıyordu. (Hayatında ilk defa arası bozuluyordu onunla.) Daha da kötüsü, küçük çocuğu okşarken ve dizlerine alırken yeniden duyacağını umut ettiği eski sevgisini boş yere arayıp durmasıydı.
“E hadi anlat…” diyordu oğlu.
Prens Andrey, bir şey demeden dizlerinden indirdi onu ve odadan çıktı.
Günlük uğraşlarını bıraktıktan ve özellikle mutlu olduğu zamanlardaki yaşam şartlarına döndükten sonra Prens Andrey, daha önce olduğu kadar güçlü bir tiksinti duymuştu yaşamaya karşı ve bu anılardan kaçıp en kısa zamanda bir uğraş bulmak için acele ediyordu.
“Gerçekten gidiyor musun Andrey?” diye sordu kız kardeşi.
“İyi ki gidebiliyorum!” dedi Prens Andrey. “Senin de böyle yapamamana esef ediyorum.”
“Niçin böyle diyorsun?” diye haykırdı Prenses Mariya. “Bu korkunç savaşa katılmak için giderken ve onun bu kadar yaşlanmış olduğu bir zamanda, niçin şimdi söylüyorsun bunu? Matmazel Bourienne, seni sorduğunu söyledi.”
Bu konuya değinir değinmez Prenses’in dudakları titredi ve gözlerinden yaşlar boşandı. Olduğu yerde dönüp odayı arşınlamaya başladı Prens Andrey.
“Ah Tanrı’m, Tanrı’m! Ne aşağılık insanlar! Başkalarının mutsuzluğuna yol açıyorlar!” dedi, Prenses Mariya’yı korkutan bir hınçla.
Küçük gördüğü bu aşağılık insanlardan söz ederken huzurunu kaçıran Matmazel Bourienne’in yanı sıra mutluluğunu yıkan adamdan da söz ettiğini anlamıştı Prenses Mariya.
“Andrey, yalvarıyorum sana, bir tek şey rica ediyorum.” dedi kardeşinin dirseğini tutarak ve gözyaşları içinde parıldayan gözlerle bakarak. “Anlıyorum seni… Başını önüne eğdi. İnsanların mutsuzluğuna başka insanların neden olduğunu sanma. İnsanlar, Tanrı’nın elinde birer araçtırlar.”
Bir portrenin bulunduğu bilinen yere çevrilen kendinden emin bakışlardan biriyle Andrey’in başının biraz üzerine baktı.
“Acılar bize, onun tarafından gönderilmiştir; insanlar tarafından değil. İnsanlar onun elindeki araçlardır ve suçlu değillerdir. Birisinin sana karşı suç işlediğine inanıyorsan unut ve bağışla. Ceza verme hakkımız yok bizim. O zaman bağışlamanın mutluluğunu anlayacaksın!”
“Kadın olsam yapardım bunu Mariya. Kadınların erdemidir bu. Ama bir erkek unutmamalıdır ve bağışlamamalıdır ve böyle yapamaz.” dedi.
Ve o ana kadar Kuragin’i düşünmemiş olduğu hâlde intikamı alınmamış hınç, yüreğinde ansızın kabardı. Prenses Mariya, beni bağışlamaya yöneltmek istediğine göre çoktan cezalandırmam gerekirdi… dedi kendi kendine. Ve daha fazla konuşmayarak Kuragin’le karşılaşacağı büyük öfke anını düşünmeye başladı. (Onun orduda olduğunu biliyordu.)
Prenses Mariya, bir gün daha kalmasını rica etti kardeşinden; Andrey kendisiyle barışmadan giderse babasının ne kadar mutsuz olacağını bildiğini söyledi. Ama Prens, kısa bir zaman sonra ordudan geri dönebileceğini; babasına yazmaktan geri kalmayacağını ve burada daha fazla kalırsa aralarının daha da bozulabileceğini belirtti.
“Adieu, André! Rappelczvous que les malheurs viennent de Dieu et que les homines ne sont jamais coupables.”[30 - “Güle güle Andrey! Mutsuzlukların Tanrı’dan geldiğini ve insanların hiçbir zaman suçlu olmadığını unutmayın.”]
Ayrılırken kız kardeşinden duyduğu son sözler, bunlar oldu.
Başka türlü olamazdı… diye geçiriyordu içinden Prens Andrey, Lisi Gori’nin ağaçlık yolunu geride bırakırken. Zavallı ve masum kız, çocuklaşmış bir ihtiyarın pençesinde. Babam suçlu hissediyor kendisini ama değişemez. Benim oğlan, bütün ötekiler gibi aldatan ya da aldatılan olacağı bu hayattan memnun büyüyor. Orduya gidiyorum ama niçin? Bilmiyorum ve küçümsemediğim bir insanla, ona, beni öldürmek ya da maskara etmek fırsatı vermek için karşılaşmak istiyorum! Eskiden de hayatının ögeleri aynıydı ama birbiriyle uyum içindeydiler o zamanlar, şimdi ise her şey çözülüp dağılıyordu. Yalnızca aralarında hiçbir bağ bulunmayan, anlamdan yoksun görüntüler geçiriyordu kafasından.
IX
Prens Andrey, ordu genel karargâhına haziran ayı sonunda geldi. İmparator’un bulunduğu birinci ordu birlikleri, Drissa’daki tahkim edilmiş ordugâhtaydı; ikinci ordununkiler ise birinciye ulaşmaya çalışarak geri çekiliyordu ve iki kuvvetin arasına sayıları kabarık yabancı birliklerin girmiş olduğu söyleniyordu. Harekâtın gelişiminden hiç kimse hoşnut değildi ama hiç kimse de Rus eyaletlerinin işgali tehlikesini düşünmüyor ve savaşın, Polonya’nın batı eyaletlerinin ötesine kayabileceğini aklına getirmiyordu.
Prens Andrey; yanında görevlendirildiği Barclay de Tolly’yi, Drissa kıyılarında yerleşmiş olarak buldu. Ordugâh yakınında hiçbir büyük köy, bir yerleşme yeri olmadığı için orduda bulunan çok sayıda general ve saray mensubu, on verst çapında bir alan içinde, ırmağın iki yakasında bulunan en iyi köy evlerine yerleşmişlerdi. Barclay de Tolly, İmparator’dan dört verst uzakta bir evde kalıyordu. Bolkonski’yi soğuk bir şekilde karşıladı ve görevini belirlemesi için İmparator’a başvuracağını ama bu arada kendi kurmayında yer alacağını söyledi. Prens Andrey’in orduda rastlamayı umut ettiği Anatol Kuragin, orada yoktu; Petersburg’daydı ve Bolkonski, bundan memnun oldu. Yürütülmekte olan büyük harekâtın içine girince ilgi duymaya başladı. Kuragin’i düşünmekten bir süre kurtulduğu için memnun olmuştu. Hiç kimsenin kendisini çağırmadığı ilk dört gün, tahkim edilmiş ordugâhı baştan aşağı gezdi ve hem kendi bilgilerinin hem de uzmanlarla yaptığı konuşmaların yardımıyla, kesin bir fikir edindi. Ama ordugâhın bir avantaj oluşturup oluşturmadığı konusunda sonuca varamadı. Savaşlarda edindiği tecrübeyle, en iyi hazırlanmış planların hiçbir öneminin olmadığına (Austerlitz’de gördüğü gibi), her şeyin beklenmedik ve gözlenmeyen düşman darbelerini karşılamaya ve savaşı yönetenlerin değerine bağlı olduğuna inanıyordu. Bu sonuncu sorunu aydınlığa kavuşturmak isteyen Prens Andrey durumundan ve tanıdıklarından yararlanarak ordunun komutasının, içindeki insanların ve grupların temel niteliklerini iyice kavrayabilmeye çalıştı ve şu sonuca vardı:
İmparator henüz Vilno’da bulunduğu zaman, kuvvetlerimiz üç parçaya ayrılmıştı: Birinci ordu Barclay de Tolly’nin, ikincisi Bagration’un, üçüncüsü Tormasof’un komutasındaydı. İmparator birinci ordudaydı ama başkomutan değildi. Günlük emirlerde, komuta edeceği değil; yalnızca orduda bulunacağı söyleniyordu. Ayrıca, başkomutanlık kurmayı yoktu; sadece imparatorluk büyük karargâhının kurmayı vardı. Yanında imparatorluk kurmayı başkanı, karargâh komutanlığı generali, Prens Volkonski, generaller, yaverler, diplomatlar ve çok sayıda yabancı vardı ama ordu kurmayı yoktu. Bununla beraber, belli bir görevi olmaksızın eski Savunma Bakanı Arakçeyef, rütbe bakımından en kıdemli general olan Kont Bennigsen, Çareviç Büyük Prens Konstantin Pavloviç, Başbakan Kont Rumyantsef, eski Prusya Bakanı Stein, İsveç Generali Armfeldt, sefer planının baş düzenleyicisi Pfuhl, Prusyalı General Yaver Paulucci, Woltzugen ve daha başkaları da İmparator’un yanındaydılar. Bunların, orduda resmî görevleri yoktu ama durumları dolayısıyla etki gösteriyorlardı ve kimi zaman, bir kolordu komutanı ve hatta Başkomutan, Bennigsen’in ya da Büyük Prens’in ya da Arakçeyef’in ya da Volkonski’nin; herhangi bir soruyu niçin sorduğunu ya da niçin bir öneride bulunduğunu, onların açıkladığı tavsiye niteliğindeki bir emrin yerine getirilip getirilmemesi gerektiğini bilmiyordu. Ama bu dış görünüşte böyleydi; İmparator’un ve saraya bağlı bütün bu insanların (İmparator’un karşısında herkes saraya bağlı bir insan oluyordu.) orada bulunuşunun taşıdığı gerçek anlam, kimsenin gözünden kaçmıyordu. İşin içyüzü şuydu: İmparator, başkomutan unvanını almamıştı ama bütün orduları yönetiyordu ve çevresindekiler onun yardımcılarıydı. Arakçeyef, düzenin sadık bekçisi ve İmparator’un fedaisiydi. Bennigsen, Vilno eyaletinde toprak sahibiydi ve bölgenin temsilcisi olarak Hükümdar’ı ağırlayan kimse olarak görünüyordu ama tavsiyeleriyle yararlı olan değerli bir generaldi ve Barclay’ın yerine geçirilmek üzere el altında bulunduruluyordu. Büyük Prens, canı istediği için oradaydı. Eski Bakan Stein ise yararlı tavsiyelerde bulunuyordu ve İmparator, onun niteliklerini çok beğeniyordu. Armfeldt, Napolyon’un can düşmanıydı ve kendine çok güvenen bir generaldi; bu da İmparator’u etkiliyordu. Paulucci, dobra dobra ve kendinden emin konuşmasından ötürü oradaydı. General yaverler de oradaydı çünkü İmparator’un bulunduğu her yerde onlar da bulunuyordu. Son olarak ve özellikle Pfuhl oradaydı çünkü Napolyon’a karşı savaş planını düzenlemiş ve bunun, kusursuz bir plan olduğuna Aleksandr’ı inandırarak bütün harekâtı yönetmeye başlamıştı. Sorunları hemen kesip atan, tepeden bakıp herkesi küçümseyen derin bir kuramcı olan Pfuhl’un düşüncelerini daha anlaşılabilir bir şekilde açıkladığı için Wolzogen de onun yanında bulunuyordu.
Yukarıda adı geçen Ruslardan ve yabancılardan (özellikle, kendi çevreleri dışındaki bir çevrede çalışanlara özgü bir ataklıkla Tanrı’nın her günü beklenmedik yeni fikirler ileri süren bu yabancılardan) başka, ikinci derecede önemli birçok kimse de efendileri orada olduğu için ordudaydı.
Bu kaynayıp duran, parlak ve gururlu kalabalık içinde ortaya çıkan görüşlerde ve kanaatlerde, kesin çizgilerle ayrılan eğilimlerin ve grupların oluşturduğu alt bölümleri açıkça görüyordu Prens Andrey.
Birinci grupta; çapraz hareket, çevirme vs.leri kapsayan değişmez birtakım yasalara dayanan bir savaş biliminin varlığına kesinlikle inananlar yer alıyordu. Bunların kuramcıları Pfuhl idi. Pfuhl ve taraftarları, bu sözde savaş kuramının sağlam yasaları uyarınca ülkenin içine doğru çekilmek gerektiğini ileri sürüyorlar ve bu kurama aykırı her düşünceyi bir barbarlık, bilgisizlik ve kötü yüreklilik olarak görüyorlardı. Bu grupta Alman prensleri Wolzogen, Wintzingerode ve çoğu Alman olan başka kimseler vardı.
İkinci grup birincinin karşıtıydı. Her zaman olduğu gibi bir aşırı ucun yanında, öteki aşırı ucun temsilcileri yer almıştı. Vilno’dan beri, Polonya’ya saldırmayı ve önceden düzenlenen hiçbir plana bağlı kalmamayı isteyenler bu grupta idi. Eylemde atılganlıktan yana olmalarından başka bunlar, ulusalcı ruhla da doluydular ve bundan ötürü tartışmalarda daha da tekelci bir tutum benimsiyorlardı. Bunlar Ruslardı: Bagration, sivrilmeye başlayan Yermolof ve başkaları. Yermolof’un İmparator’dan, tek inayet olarak kendisini Almanlığa terfi ettirmesini rica ettiği ağızdan ağıza dolaşıyordu. Bu gruptakiler Suvorof’u anarak uzun uzadıya düşünmek, haritaların üzerine iğneler tutturmak yerine; dövüşmek, düşmanı yenmek, onun Rusya’ya girmesini önlemek ve birliklerin moralinin bozulmamasını sağlamak gerektiğini ileri sürmekteydiler.
İmparator’un en fazla güvendiği üçüncü grupta ise bu iki eğilimi uzlaştırmak isteyen saray mensupları bulunuyordu. Çoğu sivil olan bu kimseler (ve özellikle onlar arasında yer alan Arakçeyef), bir görüş ve inanışları olmayan ama varmış gibi görünmeye çalışan bütün insanlar gibi düşünüyor ve konuşuyorlardı. Bonapart (Napolyon’a yeniden “Bonapart” deniyordu.) gibi bir dâhiye karşı girişilecek savaşta enine boyuna düşünmek; derin bilgilere sahip olmak; Pfuhl’un bu açıdan eşsiz olduğunu ama kuramcıların, genellikle dar bir açıdan baktıklarını da kabul etmek ve bundan ötürü onlara körü körüne inanmamak; Pfuhl’un karşısındakilere, işe önem veren bu tecrübeli insanlara da kulak vermek ve bu iki karşıt eğilim arasında ortayı bulmak gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bunlar, Drissa ordugâhını Pfuhl’un planına uygun olarak muhafaza edip öteki iki ordunun harekâtını değişikliğe uğratmayı kabul ettirmiş bulunmaktaydılar. Böylece iki amaçtan hiçbiri elde edilmemiş olmasına rağmen bu gruptakiler, bunu çok daha iyi olduğuna inanıyorlardı.
Dördüncü eğilimin en önde gelen temsilcisi Veliaht Büyük Prens’ti. Fransızları büyük bir gözü peklikle yeneceğini düşünerek başında miğferi, sırtında süvari muhafız ceketiyle, resmigeçitteymiş gibi muhafız birliği başında ilerlerken birden kendini en ileri hatta bulan ve o büyük kargaşa içinde canını zor kurtaran Veliaht, Austerlitz’deki bu hayal kırıklığını hiç unutamıyordu. Bu gruptakilerin yargılarında, içten olma üstünlüğü ve kusuru vardı. Napolyon’dan korkuyorlardı; onda kuvveti, kendilerinde güçsüzlüğü görüyor ve bunu açıkça söylüyorlardı. Durmadan şöyle tekrarlıyorlardı:
“Bütün bunlar mutsuzluk, utanç ve felaketten başka şey getirmeyecek! Vilno’yu bıraktık, Vitebsk’i elden çıkardık, Drissa’yı da bırakacağız! Yapabileceğimiz tek şey, Petersburg’dan kovulmadan önce en kısa zamanda barış yapmaktır!”
Bu görüş, ordunun üst düzeylerinde çok yaygındı ve hem Petersburg’da hem de başka nedenlerden, yani devletin varlığına ilişkin nedenlerden dolayı barış isteyen Başbakan Rumyantsef tarafından destekleniyordu.
Beşinci olarak, bir insan olarak değil de savunma bakanı ve komutan olarak Barclay de Tolly’yi tutanlar geliyordu. Bunlar şöyle diyorlardı: “Kusurları ne olursa olsun (Hep bu sözlerle başlanıyordu söze.), namuslu, ciddi bir adam bu ve daha iyisi yok. Ona gerçek yetkiyi verin, savaşın başarıyla yönetilmesi için gerekli bir şart olan komuta birliğini sağlayın, bakın Finlandiya’da gösterdiği gibi neler yapacak! Ordumuz örgütlüyse, güçlüyse ve Drissa’ya kadar hiçbir yenilgiye uğramadan çekildiyse bunu yalnızca Barclay’a borçluyuz. Şimdi yerine Bennigsen getirilse her şey mahvolacak çünkü Bennigsen, işe yaramadığını 1807’de gösterdi.”
Altıncı grubu oluşturan Bennigsen taraftarları da aynı şekilde; ondan daha becerikli ve tecrübeli kimse bulunmadığını, ne yapılırsa yapılsın sonunda ona dönüleceğini ileri sürüyorlardı. Ve Drissa’ya kadar çekilmemizi, en utanç verici bir yenilgi ve hatalar zinciri olarak görüyorlardı. “Yanlışlar ne kadar çoğalırsa o kadar iyi…” diyorlardı. “En azından, böyle devam edilemeyeceği anlaşılacak. Bize gerekli olan, Barclay gibi biri değil; 1807’de kendisini göstermiş olan ve Napolyon’un bile hak verdiği Bennigsen gibi bir adam ve otoritesi seve seve kabul edilecek bir komutandır; bu da Bennigsen’den başkası olamaz.”
Yedinci grup, hükümdarların -özellikle genç hükümdarların- çevresinde her zaman bulunan ve İmparator Aleksandr’ın yanında sayıları çok kabarık olan ve ona, hükümdarlığından çok kişiliğinden dolayı ve Rostof’un 1805’te bağlı olduğu gibi çıkar gözetmeksizin büyük bir saygı ve hayranlıkla içten bağlı olan ve sadece bütün erdemleri değil insanca üstünlüklerin hepsini de atfeden generaller ve yaverler bulunuyordu. Bunlar, Hükümdar’ın, ordulara komuta etmemekle gösterdiği alçak gönüllülüğe hayran kalmakla birlikte, bu aşırı alçak gönüllülükten ötürü onu kabahatli buluyorlar ve bir tek şey istiyorlar, bir tek şey üzerinde ısrar ediyorlardı: Taparcasına bağlı oldukları Hükümdar’ın, bu kendine güvensizliği bırakarak ordunun başına geçtiğini açıklamasını, başkomutanlık kurmayını nezdinde hemen oluşturmasını, gerekiyorsa kuramcılara ve tecrübeli uygulamacılara danışmasını ve böyle davranarak coşturup yüreklendireceği birlikleri bizzat yönetmesini istiyorlardı.
En kalabalık ve ötekilere oranı doksan dokuza bir olan sekizinci grup ise sadece tek bir şeyi, yani ötekilerin hepsinden daha temel olan şeyi; kendileri için en fazla yarar ve zevki isteyen kimselerden oluşuyordu. İmparator’un büyük karargâhında kaynaşan ve birbirine karışan entrikaların bulanık suyunda, başka zaman hayal edilemeyecek şeyler başarılabilirdi. Kimi, kendisine büyük avantajlar sağlayan görevini elden kaçırmamak için bugün Pfuhl’un görüşlerini, yarın hasmının görüşlerini benimsiyor, öbür gün de İmparator’un hoşuna gitmek ve sorumluluktan sıyrılmak için o konuda hiçbir görüşü olmadığını söylüyordu. Kimi de avantajlar sağlamak istediği için İmparator’un bir gün önce hafifçe değindiği bir konu üzerine gürültü koparıyor, itiraz edenleri düelloya davet ediyor ve böylece, genel iyilik için kendini fedaya hazır olduğunu gösteriyordu. Bir üçüncü; hasımları bulunmadığı elverişli bir zamanda, reddedilmesine vakit olmadığını bilerek sadakat dolu hizmetlerine karşı para yardımı yapılması için ricada bulunuyordu. Bir dördüncü, İmparator ne zaman baksa işi başından aşkın olarak çalışıp duruyordu. Bir beşinci; çoktandır istediği şeyi -İmparator’un masasına çağrılmak- gerçekleştirmek için yeni ortaya atılmış bir görüşün doğruluğunu ya da yanlışlığını canını dişine takarak göstermeye çalışıyor ve bu amaçla, şu ya da bu ölçüde çarpıcı ve yerinde deliller ileri sürüyordu.
Bütün bu adamlar; para, nişan ve rütbe avına çıkmışlardı ve bu avda, İmparator’un ilgi ve lütfunun ne yöne döndüğünü gözlemlemekten başka şey yapmıyorlardı. Bir yöne döndüğünü belirleyince bu eşek arısı sürüsü de aynı yere yöneliyor ve bu yüzden, İmparator’un bir başka yere yönelmesi güçleşiyordu. Durumun belirsizliğinde; her şeye telaşlı bir mahiyet veren tehdit edici tehlikenin ciddiyetinde; karşıt görüşlerin ve duyguların çatışmasının, entrikaların, onurların girdabında; çeşitli uluslardan insanların oluşturduğu bu kalabalıkta; sayıları en fazla olan ve kişisel çıkarlarını düşünenlerin meydana getirdiği bu sekizinci grup, durumu daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hâle getirmekten başka şey yapmamaktaydı. Hangi soruya el atılsa daha önceki konu üzerinde kopardığı patırtıyı henüz bitirmemiş olan bu eşek arısı sürüsü, yeni sorunun üzerine üşüşüyor ve içtenlikle tartışanların sesini, vızıltılarıyla bastırıyordu.
Bütün bu gruplar, Prens Andrey orduya geldiği sırada kendini göstermeye başlayan bir dokuzuncu gruba kaynaklık etmişti. Yaşlı, aklı başında, devlet işlerinde tecrübeli olan ve karışık görüşlerden hiçbirini bir şekilde incelemesini ve belirsizliğe, kararsızlığa, kargaşaya ve zayıflığa son verecek çareleri aramayı bilenlerin oluşturduğu bir gruptu bu.
Bunlar bütün kötülüğün, her şeyden önce İmparator’un ve askerî yardımcılarının ordu içinde bulunmasından ileri geldiğini; saraya uygun düşen ama orduda çok zararlı olan belirsiz ve alışılagelmiş kararsızlığın buraya getirilmiş olduğunu; İmparator’un birliklere komutanlık değil hükümdarlık etmesi gerektiğini; bu duruma bulunacak biricik çözümün, İmparator ve çevresindekilerin buradan ayrılması olduğunu; burada bulunuşunun, kişisel güvenliği için gerekli elli bin kişinin elini kolunu bağladığını; sıradan ama bağımsız bir komutanın, İmparator’un varlığı ve otoritesinin etkisindeki en becerikli komutandan daha iyi olduğunu söylüyorlardı.
Prens Andrey’in Drissa’da, görevi tam olarak belirlenmeden beklediği sırada, bu grubun en gözde üyelerinden biri olan Devlet Sekreteri Şişkof; İmparator’a, Balaşef ve Arakçeyef’in de imzalamayı kabul ettikleri bir mektup yazmıştı. Şişkof bu mektubunda, harekâtın genel olarak gelişmesi üzerindeki düşüncelerini belirtmesi konusunda verdiği izinden yararlanarak İmparator’a, başkent halkını savaş konusunda yüreklendirmek ve coşturmak gerektiği bahanesiyle ordudan ayrılmasını saygıyla teklif ediyordu.
Savaş için coşku yaratmak ve yurt savunması için halka başvurmak gereği, -Rusya’nın zafer kazanmasının başlıca nedeni olan bu millî heyecan- (İmparator’un Moskova’da bulunmasının özellikle yol açması dolayısıyla) evet bu gerek, ordudan ayrılması için bir bahane olarak ona sunulmuş ve onun tarafından kabul edilmişti.
X
Bir gün Barclay, yemek sırasında Bolkonski’ye Türkiye konusunda bilgi almak üzere İmparator’un kendisini görmek istediğini ve aynı gün akşam altıda, Bennigsen’in yanına gitmesi gerektiğini söylediğinde bu mektup henüz İmparator’a sunulmamıştı.
Aynı gün, Napolyon’un ordu için tehlike oluşturacak yeni bir hareketine ilişkin olan ve daha sonra yanlış olduğu ortaya çıkan bir haber, İmparator karargâhında duyuldu. Aynı sabah Albay Michaux, İmparator ile birlikte Drissa istihkamlarını gezerek Pfuhl tarafından kurulan ve Napolyon’un mahvolmasına yol açacak bir taktik “chefd’oeuvre”ü[31 - Şaheser.] olarak kabul edilen bir ordugâhın, saçma bir şey olduğunu ve Rus ordusunun mahvolmasına yol açacağını ona göstermişti.
Prens Andrey, ormanın tam kıyısında küçük bir konağı seçmiş olan Bennigsen’in konakladığı yere geldi. Bennigsen de İmparator da yoktu orada ama İmparator’un yaverlerinden biri olan Çernişef, Bolkonski’yi karşıladı ve Majestelerinin, değerinden şüphe duyulan Drissa ordugâhını aynı gün ikinci kere gözden geçirmek üzere General Bennigsen ve Marki Paulucci ile birlikte gittiğini söyledi.
Çernişef birinci salonda, pencerenin yanında bir Fransız romanı okuyordu. Burası bir balo salonuydu şüphesiz, üzerine halıların yığılmış olduğu bir org duruyordu hâlâ ve Bennigsen’in yaverinin yatağı bir köşedeydi. Yaver oradaydı. Bir ziyafet ya da çalışma yüzünden hâlsiz düştüğü belli oluyordu; dürülü yatağın üzerine oturmuş, uyuklamaktaydı. Salonun iki kapısından karşıdaki eski salona, sağdaki ise çalışma odasına açılıyordu. Birinci kapıdan, Almanca ve ara sıra da Fransızca konuşanların gürültüsü duyulmaktaydı. Orada, eski salonda, bir savaş kurultayı değil (İmparator kesin tespitlerden hoşlanmazdı.); içinde bulunulan güçlükler dolayısıyla görüşlerini öğrenmek istediği kimseler toplanmıştı. Bir savaş kurultayı değildi bu ama İmparator’un kendisi için bazı sorunları çözümleyecek olan bir çeşit seçkinler toplantısıydı. Çağırılmış olanlar şunlardı: İsveçli General Armfeldt, General Yaver Wolzogen, Napolyon’un “Kaçak Fransız Uyruğu” dediği Wintzingerode, Michaux, Toll, askerlikle ilgisi olmayan Kont Stein ve nihayet Andrey’e dendiğine göre işin la “cheville ouvrière”i[32 - Ana kuvveti.] olan Pfuhl. Prens Andrey, bu adamı iyice inceleme fırsatını bulmuştu. Çünkü kendisinden biraz sonra gelmiş ve salona geçmeden önce Çernişef ile konuşmak için biraz durmuştu.
Sırtında eğreti duran, kötü kesilmiş Rus generali üniformasıyla tebdili kıyafet geziyormuş gibi görünen Pfuhl; hiç görmediği hâlde Prens Andrey’e ilk ağızda tanıdık biri gibi gelmişti. Weirother’den, Mack’ten, Schmidt’ten ve 1805’te tanıma imkânı bulduğu öteki kuramcı Alman generallerinden bir şeyler vardı onda ama hepsinden daha tipikti. Öteki Alman kuramcılarının bütün ayırt edici özelliklerini bu ölçüde bir araya getiren başka bir Alman’ı görmemişti hiç.
Pfuhl, ufak tefek, çok zayıf, ama sağlam yapılı, kaba çizgili, geniş kalçalı, kürek kemikleri iri bir adamdı.
Yüzünde çok kırışık vardı ve gözleri çukurdaydı. Saçlarının, önde ve şakaklarında acele fırça darbeleriyle düzleştirilmiş olduğu görünüyordu ama başının arkasında el değmediği belli, tutamlar hâlinde dikilmişti. Yöneldiği salonda her şey onu korkutuyormuş gibi, çevresini tedirgin ve işkilli bakışlarla süzerek içeri girdi. Kılıcını acemice tutarak Çernişef’e döndü ve İmparator’un nerede olduğunu Almanca sordu. Odadan elden geldiğince çabuk geçmek; selamlaşmaları, kibarca lafları kısa kesmek ve kendisini rahat hissettiği haritanın başında hemen çalışmaya başlamak istediği belliydi. Çernişef’in söylediklerine hemen başını sallayarak cevap verdi ve İmparator’un, kendisi yani Pfuhl tarafından kuramlarına uygun olarak tahkim edilmiş mevkisini gözden geçirmeye gittiğini öğrenince alaycı bir şekilde gülümsedi. Kendinden emin Almanlara özgü sert bas sesiyle, tek başına konuşuyormuş gibi “dummkopf”[33 - “Budala.”] ya da “zu Grunde die ganze Geschichte”[34 - “Cehennemin dibine.”] ya da “S’wird was gescheites d’raus werden.”[35 - “Başının çaresine baksın.”] cinsinden sözler etti. Prens Andrey, söylediklerini iyi duymadı ve oradan uzaklaşmak istedi. Ama Çernişef, savaşın başarılı bir şekilde sona ermiş olduğu Türkiye’den geldiğini belirterek onu, Prens Pfuhl’la tanıştırdı. Pfuhl, Prens’e değil de ötelere bir göz atarak güldü ve “Da muss ein schöner tactischer Krieg gewesen sein.”[36 - “Çok güzel bir taktik savaş olmuştur bu herhâlde.”] dedi.
Sonra hor gören bir tavırla bıyık altından gülerek yüksek sesli konuşmaların geldiği salona girdi.
Her zaman acı acı alay etmekten hoşlanan Pfuhl’un, düzenlediği ordugâhın, kendisi olmadan gezilmesine ve hakkında karar verilmesine kalkışılmasından ötürü bugün özellikle çok sinirli olduğu görülüyordu. Pfuhl ile bu çok kısa görüşmesi, Austerlitz anıları sayesinde Prens Andrey’in bu insan hakkında çok net bir fikir edinmesine yetti. Almanlar; kendilerine duydukları güveni sadece soyut bir fikir, yani bilim, yani mutlak hakikatin sözde bilgisi üzerinde temellendirdikleri için sadece onlar gibi kendisine ölesiye güven duyan bir kimseydi Pfuhl. Fransız; kendine güven duyar çünkü hem fiziğiyle hem de kafasıyla, kadınlar üzerinde olduğu gibi erkekler üzerinde de karşı konulamaz bir etki gösterdiğine inanır. İngiliz; dünyanın en iyi örgütlenmiş devletinin vatandaşı olduğu, ne yapmak gerektiğini İngiliz olarak her zaman bildiği ve İngiliz olarak yaptığı her şey tartışılmaz bir şekilde iyi olduğu için güven duyar kendine. İtalyan; heyecanlı olduğu, hem kendini hem başkalarını hemen unuttuğu için güvenle doludur. Rus da hiçbir şey bilmediği ve hiçbir şey bilmek istemediği ve bir şeyin tamamıyla bilinebileceğine inanmadığı için kendine güven duyar. Alman’ın güveni; en kötüsü, en inatçısı, en tiksindiricisidir. Çünkü hakikati, yani kendisinin icat ettiği ama bir mutlak hakikat olarak kabul ettiği bilimi kavradığını hayal eder. Pfuhl da böyle bir kimseydi şüphesiz. Büyük Frederik’in savaşlarından çıkarılmış yanlama hareket kuramına, bu bilime sahipti o ve son zamanlarda yapılan savaşlar hakkında edinebileceği bilgiler, saçma şeyler olarak geliyordu ona. Bunlar, çarpışan tarafların sayısız hata işlediği karmakarışık bir kör dövüşüydü ve savaş adına bile layık değillerdi; kurama uymuyorlardı ve bundan ötürü bilimin konusu olamazlardı.
1806’da Pfuhl, Jena ve Aurstaedt’le sonuçlanan savaş planının düzenleyicilerinden biriydi. Ama ona göre savaşın böyle sonuçlanması, kuramının yanlış olduğunu hiçbir şekilde göstermiyordu. Tam tersine kuramına aykırı olarak yapılan hareketler, başarısızlığın biricik nedenleriydi ve her zamanki alaycılığıyla “Ich sagte ja dass die ganze Geschichte zum Teufel gehen werde.”[37 - “Bütün bu işin rezaletle sonuçlanacağını söylemiştim.”] diyordu.
Pfuhl, kuramına; amacını, pratik uygulanmasını unutacak kadar dalmış kuramcılardan biriydi ve kuram aşkı yüzünden her uygulamadan nefret ediyor ve hepsini alaya alıyordu. Başarısızlıklara bile seviniyordu çünkü kuramın uygulamadaki çiğnenmesinden doğan bir başarısızlık, kuramının doğruluğunu ispatlıyordu ona.
Prens Andrey ve Çernişef’e her şeyin kötü gideceğini önceden bilen ve bundan hiç de hoşnutluk duymayan bir adam tavrıyla birkaç kelime etmişti. Ensesinde dikilip duran saç tutamları ve acele taranmış şakakları, çok güzel bir şekilde dile getiriyordu bunu.
Öteki odaya geçti ve bas sesinin gürleyişi o saat duyuldu.
XI
Prens Andrey, bakışlarını Pfuhl’dan henüz çevirmişti ki Kont Bennigsen telaşla içeri girdi ve Bolkonski’ye başıyla selam vererek ve yaverine emirler yağdırarak öteki salona geçti. Arkasından İmparator geliyordu ve Bennigsen, bazı önlemler alıp onu karşılayabilmek için önden gelmişti. Çernişef ve Prens Andrey perona çıktılar. İmparator, yorgun bir tavırla atından indi. Marki Paulucci, bir şeyler söylüyordu ona. İmparator; Paulucci’nin heyecanlı bir şekilde söylediklerini, başı sola eğik ve sıkıntılı bir hâlde dinliyordu. Konuşmayı kesmek istediği belli olacak bir şekilde ileriye doğru birkaç adım attı. Ama kıpkırmızı kesilmiş ve çok heyecanlanmış olan İtalyan, bütün kuralları unutarak sözüne devam edip peşinden geldi.
“Quant à celui qui a conseille ce camp, le camp de Drissa…”[38 - “Bu karargâhın Drissa karargâhının yapılmasını tavsiye edene gelince…”] diyordu.
O sırada İmparator, merdivenlerden çıkıp Andrey’i görmüş ve kendisi için yeni olan bu yüzü incelemeye başlamıştı.
“Quant a celui, Sire.”[39 - “Sür yapılmasını tavsiye edene gelince.”] dedi Paulucci, her şeye hazır ve kendisini tutamayan bir adam tavrıyla. “Qui a conseille le camp de Drissa je ne vois pas d’autre alternative que la maison jaunc ou Ie gibet.”[40 - “Tavsiye edene gelince; tımarhaneden ya da darağacından başka seçenek görmüyorum.”]
İtalyan’ın sözlerini duymamış gibi davranan ve kesen İmparator, Bolkonski’yi tanıyarak iltifat dolu bir tavırla “Seni gördüğüme çok memnun oldum…” dedi. “İçeriye toplantıya gel, beni bekle.”
İmparator çalışma odasına girdi. Ardından Prens Piyotr Mihailoviç Volkonski ve Baron Stein onu izlediler ve kapılar kapandı. Prens Andrey, İmparator’un izni uyarınca Türkiye’de tanıdığı Paulucci’yi izledi ve toplantının yapıldığı salona girdi.
Prens Piyotr Mihailoviç Volkonski, İmparator’un Genelkurmay Başkanlığı görevini yapıyordu. Çalışma odasından çıktı ve elindeki haritaları masanın üzerine yayarak tartışılacak sorunları toplantıdakilere açıkladı. Gerçekten de geceleyin, Fransızların Drissa Kampı’nı çevirdikleri haberi gelmişti. (Daha sonra yalan olduğu anlaşıldı.)
İlk olarak General Armfeldt söz aldı ve karşılaşılan güçlüğü göğüslemek için hiçbir gerekçe gösterilemeyecek yepyeni bir yerde mevzilenmek teklifinde bulundu. (Gerekçe olsa olsa General’in kendisinin de bir görüşe sahip olabileceğini gösterme isteğiydi.) Burası, Petersburg ve Moskova yollarından uzaktı ve görüşüne göre, ordu burada toplanmalı ve düşmanı beklemeliydi. Bu planın Armfeldt tarafından uzun süreden beri düşünülmüş olduğu ve asla cevap vermediği ve şimdi ortaya çıkmış olan sorunları çözmek için değil, bu fırsattan yararlanıp açıklanması için ileri sürüldüğü anlaşılıyordu. Savaşın nasıl bir hâl alacağının bilinmediği zamanlarda ileri sürülen ve herhangi biri kadar iyi olan görüşlerden biriydi bu. Kimi bu görüşe karşı çıktı kimi de savundu. Albay Tolly, İsveçli General’in tasarısını büyük bir hararetle eleştirdi ve yan cebinden çıkardığı notlarla dolu bir defteri okuma izni istedi. Uzun bir açıklama yaparak İsveçli General’inkiyle olduğu gibi Pfuhl’unkiyle de taban tabana zıt bir savaş planı önerdi. Tolly’yi eleştiren Paulucci, içinde bulunulan belirsizlikten ve kapandan (Drissa ordugâhı için söylüyordu bunu.) kurtulmanın biricik çaresi olan kendi savunma ve saldırı planını önerdi. Pfuhl hor gören bir tavırla burnundan soluyup duruyor ve bu tür budalalıkları tartışacak kadar alçalmayacağını gösteriyordu böylece. Tartışmayı yöneten Prens Volkonski, görüşünü açıklamasını isteyince Pfuhl yalnızca şunları söyledi:
“Neden bana soruyorsunuz? General Armfeldt, cephe gerisi açık çok iyi bir savaş durumu önerdi. Ya da bu İtalyan beyefendi, çok iyi bir savaş planı sundu. Bana sorulması gereksiz. Her şeyi, benden daha iyi biliyorsunuz!”
Ama Volkonski kaşlarını çatıp İmparator adına bunu sorduğunu söyleyince Pfuhl hemen kalktı ve birden canlanarak konuşmaya başladı:
“Her şey berbat edildi. Herkes benden daha çok şey biliyor ama şimdi de bana soruluyor, durum nasıl düzelecek diye. Düzelecek bir şey yok! Açıkladığım ilkeleri olduğu gibi uygulamak gerek…” dedi kemikli parmaklarıyla masayı tıkırdatarak. “Güçlük neredeymiş? Saçma bu, Kinderspie.”[41 - “Çocuk oyuncağı.”]
Masaya yaklaşıp parmağını haritaya uzatıp hızla konuşmaya; hiçbir durumun Drissa ordugâhının değerini azaltamayacağını, her şeyin önceden hesaplanmış olduğunu, bir çevirme hareketi yapacak olursa düşmanın mutlaka yok edileceğini ileri sürmeye başladı.
Almanca bilmeyen Paulucci, ona Fransızca sorular sordu. Woltzogen, Fransızcayı kötü konuşan şefinin imdadına koştu;
olup biten her şeyin ve olabilecek olanların tümünün planda öngörülmüş olduğunu, ortaya çıkan aksaklıkların her şeyin gerektiği gibi uygulanmamasından doğduğunu ispatlamaya çalışan Pfuhl’un söylediklerine zorla yetişerek onları çevirmeye başladı. Pfuhl, alaylı alaylı gülümseyip duruyor ve anlatıyordu. Sonunda, küçümseyen bir tavırla ispatlamaya çalışmayı bıraktı. Doğru çözüldüğü kanıtlanmış olan bir problemi, başka yöntemlerle doğrulamaktan vazgeçen bir matematikçi gibiydi. Woltzogen, onun yerine geçerek Pfuhl’un fikirlerini Fransızca açıklamaya girişti. Arada bir “Nicht whar, Excellenz?”[42 - “Öyle değil mi Ekselans?”] diye soruyordu.
Çarpışmanın heyecanı içinde kendi tarafındakilere de ateş eden birisi gibi Pfuhl, yardımcısı Woltzogen’e de çıkıştı:
“Nun ja, was soll denn da noch expliziert werden?”[43 - “Tabii, açıklanacak ne var bunda?”]
Paulucci ve Michaux, ikisi birden Fransızca konuşarak saldırıyorlardı Woltzogen’e. Armfeldt, Pfuhl’a Almanca hitap ediyordu. Tolly her şeyi Rusça olarak açıklıyordu Prens Volkonski’ye. Prens Andrey, sesini çıkarmadan dinliyor ve gözlüyordu bunları.
Bu adamlar arasında Prens Andrey’in en fazla yakınlık duyduğu kimse; öfkeli, kararlı ve kendisinden delice emin olan Pfuhl’du. Aralarında yalnızca o, kendisi için herhangi bir şey istemiyor ve kimseye kişisel düşmanlık duymuyordu. Tek bir şey istiyordu o: Üzerinde yıllarca çalıştığı bir kuramın sonucu olan planını uygulatmak. Gülünç ve alaycılığı tatsız bir kimseydi ama düşüncelerine bütün varlığıyla bağlı oluşu ister istemez saygı uyandırıyordu. Ayrıca Pfuhl dışında, bütün ötekilerin söylediklerinde, 1805 Savaş Kurultayında görülmeyen bir ortak özellik vardı: Napolyon’un dehasından duydukları ve saklamaya çalıştıkları panik uyandırıcı bir korkuydu bu. İtirazlarının her birinde kendini gösteriyordu bu korku. Onun her şeyi yapabileceği kabul ediliyor, aynı anda her yandan boy göstermesi bekleniyor, birinin teklifi çürütülmek istendiğinde onun korkunç adından yararlanılıyordu. Yalnızca Pfuhl, kuramına karşı çıkanların tümü gibi Napolyon’u da bir barbar olarak görür gibiydi. Ama Pfuhl, saygının yanı sıra, acıma da uyandırıyordu Prens Andrey’de. Saray mensuplarının ona davranışları, Paulucci’nin İmparator’a söyleme cesaretini gösterdiği sözler ve özellikle Pfuhl’un kendisinde gözlenen bir çeşit umutsuz şiddet, yakında gözden düşeceğini hem başkalarının hem de kendisinin bildiğini gösteriyordu. Kendine güvenine ve Almanvari alaycılığına rağmen şakaklarda düz taranmış ama ensede dikilmiş saçlarıyla acıma uyandırıyordu. Sinirli ve küçümseyici dış görünüşü altında; kuramını, çok büyük bir ölçüde ispatlamak ve doğruluğunu tüm dünyaya göstermek için yakalamış olduğu bu biricik fırsatı elinden kaçırmak üzere olduğunu görüp umutsuzluğa düştüğü belliydi.
Tartışmalar uzun sürdü; uzadıkça haykırmalara ve kişisel suçlamalara kadar vardı ve söylenenlerden genel bir sonuç çıkarma imkânı gittikçe kayboldu. Çeşitli dillerde yapılan bu tartışmaları, varsayımları, planları, karşı çıkmaları ve haykırışları dinleyen Prens Andrey; söylenenlere şaşırmaktan başka bir tepki gösteremiyordu. Askerlik hayatı boyunca sık sık ve eskiden beri aklına takılan bir savaş bilimi olmadığı ve bundan dolayı “askerî deha” denen şeyin de olamayacağı düşüncesi, şimdi ona, apaçık bir hakikat olarak görünüyordu. Şartları ve durumları bilinmeyen ve belirlenemeyen etkileyici güçlerinin belirlenmesi de daha az mümkün olan bir işte bir kuram ve bilim söz konusu olabilir miydi? Ordumuzun ve düşmanın durumunun yarın ne olacağını kimse bilemezdi, şu ya da bu birliğin gücünü de kimse kestiremezdi. Kimi zaman, ilk saflarda bulunan ve “Mahvolduk!” diye bağıran, kaçan bir ödleğin yerine coşkulu ve yürekli bir asker “Hurra!” diye bağırdığında beş bin kişilik bir birlik, Schoengraben’de görüldüğü gibi otuz bin askere bedel olurdu ve kimi zaman Austerlitz’deki gibi elli bin kişi, sekiz bin kişinin önünden kaçabilirdi. Bütün pratik sorunlarda olduğu gibi, hiçbir şeyin önceden kestirilemediği ve her şeyin, ne zaman gerçekleşeceğini kimsenin bilmediği bir anda önemleri belli olan sayısız koşula bağlı olduğu bir işte bilim söz konusu olabilir miydi? Armfeldt, ordumuzun irtibatının kesildiğini söylerken Paulucci, Fransız ordusunu iki ateş arasında bıraktığımızı ileri sürüyordu; Michaux, Drisse ordugâhının kusurunun arkasında ırmak bulunmasından ileri geldiğini, Pfuhl ise bu durumun ordugâhın kuvvetli yanı olduğunu savunuyordu. Tolly bir plan teklif ediyor, Armfeldt bir başka plan ileri sürüyordu; hepsi yararlı ya da kusurluydu bunların, tekliflerin üstün yanı ancak olay gerçekleştiği an belli olacaktı. Öyleyse neden herkes askerî dehadan söz ediyordu? Peksimetin dağıtılmasını tam zamanında emretmesini ya da birinin sağa, birinin sola gitmesi konusunda emir vermesini bilen kimse mi askerî dehaydı? Generaller sadece, şatafat ve iktidara bürünmüş olduklarından ve bir alçaklar güruhu, onlara olmayan sıfatlar yakıştırarak iktidara dalkavukluk ettiği için kendilerine dâhi diyor. Tam tersine, tanıdığım en iyi generaller kalın kafalı ya da dalgın kimselerdi. Aralarında en iyisi Bagration’dur. Napolyon da kabul etmiştir bunu. Ya Napolyon? Austerlitz savaş alanında, kendinden hoşnut ve kaba yüzünü hatırlarım onun. İyi bir komutan için dehada özel nitelikler de gerekli değildir; tam tersine insanın en yüksek, en iyi niteliklerinden, sevgiden, şiirden, şefkatten, felsefi şüpheden yoksun olması gerekir onun. Dar görüşlü, yaptığı işin çok önemli olduğundan kesinlikle emin -yoksa sabrı taşar- bir kimse olmalıdır; o ancak o zaman yiğit bir komutan olacaktır. Birini sevmekten, birine acımaktan, haklı ve haksız üzerinde düşünmekten Tanrı korusun onu! Kudretli olduklarından, eski zamanlardan beri onlar için deha diye bir şey uydurulmuş olması kolayca anlaşılıyor. Savaştaki başarı onların eseri değildir çünkü zafer ya da mağlubiyet, ilk saflarda bulunan ve ilk olarak “Hurra!” ya da “Mahvolduk!” diye bağıran askere bağlıdır aslında ve yararlı olmaya kesinlikle inanarak ancak saflarda hizmet edilebilir.
Tartışmaları dinlerken işte böyle düşüncelere dalıp gitmişti Prens Andrey ve toplantı dağılırken Paulucci seslendiğinde kendini toparladı.
Ertesi gün resmigeçitte İmparator, Prens Andrey’e nereye atanmak istediğini sordu ve Prens, Majestelerine bağlı olmak yerine orduda hizmet etmek iznini isteyince saray mensuplarının gözünde eline geçen büyük şansı geri dönüşü olmayacak bir şekilde kaybetmiş oldu.
XII
Seferin başlamasından önce Rostof, anne babasından bir mektup almıştı. Mektupta, Nataşa’nın hasta olduğu ve Prens Andrey ile nişanının bozulduğu (Nataşa istemediği için böyle olduğu ileri sürülüyordu.) kısaca belirtildikten sonra, istifa etmesi ve eve dönmesi bir kere daha isteniyordu. Nikolay mektubu alınca istifa etmek şöyle dursun, izin bile istemeyi düşünmedi. Nataşa’nın hastalığına ve nişanın bozulmasına üzüldüğünü, isteklerini yerine getirmek için elinden geleni yapacağını yazdı. Sonya’ya da ayrı bir mektup gönderdi.
Ruhumun tapındığı sevgi… diyordu mektubunda. Yalnızca onurum, eve gelmemi engelliyor. Seferin başlayacağı şu sırada, mutluluğumu ödevime, aşkımı yurduma tercih etseydim; yalnızca bütün arkadaşlarımın değil, kendi gözümde de onursuz bir kimse olacaktım. Ama son ayrılığımız olacak bu. Bil ki savaştan sonra hâlâ yaşıyor ve senin tarafından seviliyorsam her şeyi bırakıp seni, ateşli bağrımda artık ayrılmamacasına sıkmak için oraya koşacağım.
Gerçekten de yalnızca savaşın başlamak üzere olması Rostof’u verdiği söz gereği geri gelip Sonya ile evlenmekten alıkoymuştu. Otradnoye’de avlarla geçen güz, kış mevsiminin Noel eğlenceleri ve Sonya’nın aşkı; sakin hazlarla ve kış hayatının tatlarıyla dolu ve daha önce bilmediği ama şimdi büyüsüne kapıldığı bir dünya açmıştı ona. Kusursuz bir eş, çocuklar, bir yığın av köpeği, on on iki çift rüzgâr gibi koşan tazı, toprakların yönetimi, komşular, belki de soyluların oyuyla yükleneceğim görevler… diye düşünüyordu. Ama savaş başlıyordu şimdi ve alayında kalmak zorundaydı. Ve böyle olduğu için de Nikolay Rostof, yaradılışı dolayısıyla, alaydaki hayatından daha az hoşnut değildi ve bu hayatı zevkli hâle getirmeyi bilmişti.
İzinden gelince arkadaşları tarafından sevinçle karşılanan Nikolay, at tedarikiyle görevlendirilmiş ve Ukrayna’dan, kendisinin çok beğendiği ve komutanlarının kutlamalarına neden olan çok güzel atlar getirmişti. Bu arada yüzbaşılığa yükseltilmiş ve alay savaş durumuna getirilip mevcudu takviye edilince eski bölüğü yine kendisine verilmişti.
Savaş başlayınca alay, Polonya’ya yöneldi; aylıklar iki katına yükseldi; yeni subaylar, yeni askerler, atlar geldi. Özellikle savaşın başlangıcında görülen neşe, her yanı kapladı ve alay içindeki durumunun avantajlarını bilen Rostof; er geç ayrılacağını bildiği hâlde askerliğin zevklerine ve ödevlerine bütün benliğiyle verdi kendini.
Birlikler, çeşitli siyasal ve taktiksel nedenlerden ötürü Vilno’dan çekilmişlerdi. Çekilmenin her adımına, karargâhta; çıkarların, iddiaların, tutkuların karmakarışık çatışmaları eşlik ediyordu. Ama yazın ortasında bol erzakla gerçekleştirilen bu çekilme, Pavlograd hafif süvarileri için kolay ve tatlı bir işti. Korku, endişe ve entrikaya yalnızca genel karargâhta rastlanıyordu; orduda ise nereye ve niçin gidildiği bile sorulmuyordu. Geri çekilme, alışılmış bir yerden uzaklaşmaya ya da güzel bir Polonyalı kızdan ayrılmaya neden olduğu için esefle karşılanıyordu. İşlerin kötü gittiği düşünülecek olsa bile, iyi bir asker olarak neşe hiçbir zaman kaybolmuyor; genel durum üzerinde durulmuyor ve hemen yapılması gereken işle ilgileniliyordu. Başlangıçta, Polonyalı çiftlik sahipleriyle ahbaplık ederek resmigeçide hazırlanarak ve Çar ya da yüksek komutanlar tarafından teftiş edilerek Vilno kıyılarında tatlı bir zaman geçirmişlerdi. Daha sonra Sventsyanı’ya çekilme ve taşınamayacak erzakı yok etme emri geldi. Sventsyanı, bütün orduda sarhoşluk ordugâhı diye ün saldığından ve ayrıca, çevreden erzak toplamak emri bahanesiyle at, araba ve Polonyalı toprak sahiplerinden halılar toplandığı ve bu yüzden birliklerden çok yakınıldığı için unutulamayan bir yerdi. Rostof, Sventsyanı’yı, buraya ilk geldiği gün bölük eminini değiştirdiği ve kendisinin haberi olmadan beş fıçı eski birayı götüren zilzurna sarhoş olmuş bütün bir bölüğün hakkından gelemediği için hatırladı. Sventsyanı’dan çekile çekile Drissa’ya kadar geldiler. Sonra, Drissa’dan da çekildiler ve Rus sınırlarına yaklaştılar.
13 Temmuz’da Pavlograd hafif süvarileri, ilk olarak ciddi bir durumla karşılaştılar.
12 Temmuz gecesi, harekâttan önce şiddetli bir fırtına patladı; yağmur ve dolu yağdı. 1812 yaz mevsimi, genellikle fırtınalarla başlamıştı.
İki Pavlograd Süvari Bölüğü, büyükbaş hayvanların ve atların çiğneyip ezdikleri başaklanmış bir çavdar tarlasında açık ordugâh kurmuştu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ve Rostof, himayesine aldığı Genç Subay İlin yanında olduğu hâlde, aceleyle kurulmuş bir barakadaydı. Kurmaylıktan dönerken yağmura tutulmuş sarkık bıyıklı bir subay, Rostof’un yanına geldi.
“Kurmaylıktan geliyorum Kont. Rayevski’nin kahramanlığını duydunuz mu?” dedi.
Ardından Saltanovka çarpışmasının ayrıntılarını anlatmaya koyuldu.
Rostof; içine yağmur damlaları sızan boynunu kısmış piposunu içiyor, söylenenleri ilgisizlikle dinliyor ve arada bir yanında oturan Genç Subay İlin’e bakıyordu. On altı yaşındaki bu Subay, alaya yeni gelmişti ve Nikolay’a olan ilgisi, yedi yıl önce Nikolay’ın Denisof’a olan ilgisinden farksızdı. İlin her şeyde onu taklit etmeye çalışıyordu ve ona sanki bir kadın gibi vurgundu.
Uzun bıyıklı Subay Zdrjinski, Saltanof Bendi’nin Rusların Termopil’i durumuna geldiğini ve bu bentte General Rayevski’nin Antik Çağ’a yaraşır göz kamaştırıcı bir başarıyı nasıl gerçekleştirdiğini üzerine basa basa anlatıyordu. General, iki oğluyla korkunç bir ateş altında bentte ilerlemiş ve onlarla birlikte saldırıya kalkmıştı. Rostof bu öyküyü dinlerken Zdrjinski’nin coşkusunu paylaşmak için bir şey söylemiyordu ve ters bir şey söylemek de istemiyordu. Anlatılanlardan utanç duymuş gibi görünüyordu. Savaş olayları anlatılırken kendisinin de yaptığı gibi insanların her zaman yalan söylediklerini, Austerlitz’den ve 1807 savaşlarından bu yana kişisel tecrübelerinden biliyordu Rostof. Ayrıca savaşta her şeyin, hayal edildiği ve anlatıldığından bambaşka bir şekilde olup bittiğini bilecek kadar da tecrübesi vardı. Bundan ötürü her zamanki gibi karşısındakinin burnunun dibine sokulup konuşan ve bu daracık barakada onları rahatsız eden koca bıyıklı Zdrjinski de öyküsü de Rostof’un hoşuna gitmemişti. Rostof bir şey demeden bakıyordu ona.
Önce saldırılan bent üzerinde korkunç bir kargaşa vardı şüphesiz ve Rayevski oğullarıyla ileri atılmış bile olsa bu davranış ancak en yakınındaki beş on kişi üzerinde etkili olabilirdi. Ötekiler nasıl ve kiminle ileri atıldığını görmezlerdi. Görselerdi bile, coşkuya kapılmazlardı. Çünkü kendi canlarını kurtarmak söz konusuyken Rayevski’nin şefkatli babalık duyguları onlar için ne anlam taşıyabilirdi ki? Sonra bize öğrettiklerine göre Termopil’de olduğu gibi yurdumuzun alın yazısı, Saltanof Bendi’nin alınıp alınmamasına bağlı değildi. Öyleyse neye yarardı böyle bir fedakârlık? Sonra çocukları savaşa bulaştırmak niye? Değil kardeşim Petya’yı, yabancım olan şu efendi çocuğu, İlin’i, bile karıştırmak istemezdim savaşa; güvenlik içinde olacağı bir yere gönderirdim onu… diye düşünüyordu Rostof, Zdrjinski’yi dinlerken.
Ama düşüncelerini açıklamıyordu, bu konuda çok tecrübesi vardı. Bu öykünün, silahlı birliklerimizin onurunu yükselteceğini ve bundan ötürü ona inanıyormuş gibi görünmek gerektiğini biliyordu. Yaptığı da buydu.
Zdrjinski’nin sözlerinin Rostof’un hoşuna gitmediğini fark eden İlin, “Dayanılacak gibi değil…” dedi. “Çoraplar da gömlek de üstümde ne varsa sırılsıklam. Sığınacak bir yer arayayım. Daha az yağıyor galiba.”
İlin çıktı ve Zdrjinski de yola koyuldu.
Beş dakika geçmemişti ki ayaklarını çamurda şaplatarak İlin barakaya koştu.
“Hurra! Hemen gel Rostof. Buldum! İki yüz adım ötede bir han var, bizimkiler yerleşmişler bile. Hiç olmazsa üstümüzü kuruturuz, Mariya Genrihovna da orada.”
Mariya Genrihovna, alay doktorunun karısıydı. Doktor, bu genç ve güzel Alman kadınıyla Polonya’da evlenmişti. Başka bir çaresi olmadığı ya da evliliğinin başlarında genç karısından ayrılmak istemediği için alayla birlikte gittiği her yere onu da götürüyordu ve kıskançlığı, hafif süvari subaylarının her zamanki şaka ve alaylarının konusu oluyordu.
Rostof pelerinini sırtına attı, eşyalarını alıp arkalarından gelmesi için Lavruşka’ya seslendi ve İlin’le birlikte çamurlarda kayarak, sulara batıp çıkarak hafifleyen yağmur altında, kimi zaman uzaklarda çakan şimşeklerle yırtılan gecenin karanlığında yola koyuldu.
“Rostof, neredesin?”
“Buradayım. Amma şimşek ha!” diye konuşuyorlardı.
XIII
Önünde doktorun kibitkası[44 - Üstü örtülü bir çeşit binek arabası.] duran handa beş altı subay vardı. Sarışın ve tombulca bir Alman kadını olan Mariya Genrihovna; sırtında bir entari, başında gece başlığıyla geniş bir kanapenin üzerinde baş köşeye kurulmuştu. Doktor kocası da arkasında uyuyordu. Rostof ve İlin, kahkahalar ve neşeli bağırışlarla karşılanarak içeri girdiler.
“Bak hele! Çok eğleniyorsunuz galiba…” dedi Rostof gülerek.
“Ya siz nerelerdeydiniz?”
“Şunlara bak. Sırılsıklam olmuşlar. Bizim salonu suya boğmayın!”
“Mariya Genrihovna’nın elbiselerini kirletmeyin!” diyen sesler duyuldu.
Rostof ve İlin, Mariya Genrihovna’yı utandırmadan elbiselerini değiştirebilecekleri bir yer bulmaya çalıştılar. Bölmenin arkasındaki dipteki yere geçmek istediler. Ama boş bir sandığın üzerindeki, bir tek mumun ışığında kart oynayarak burasını tamamen doldurmuş olan üç subay, yerlerini onlara vermek istemedi. Mariya Genrihovna, perde yerine kullanılmak üzere bir etekliğini onlara ödünç verdi ve bu perde arkasında Rostof’la İlin, eşyaları getirmiş olan Lavruşka’nın da yardımıyla ıslak elbiselerini çıkarıp kurularını giydiler.
Kırık dökük bir sobada ateş yakıldı. Bulunan bir tahta, iki eyerin üzerine yerleştirildi ve üzerine bir çul serildi; bir semaver, bir sandık ve yarım şişe rom bulundu. Mariya Genrihovna’dan, ev sahibeliği yapmasını istediler ve hepsi onun çevresinde toplandılar. Biri küçücük ellerini kurulaması için temiz bir mendil veriyor, öteki ayaklarını rutubetten korumak için süvari ceketini yere seriyor, bir başkası hava cereyanını önlemek için peleriniyle pencereyi kapatıyor, başka biri de uyanmasın diye kocasının yüzünden sinekleri kovuyordu.
Mariya Genrihovna, çekingen ve mutlu bir şekilde gülümseyerek “Bırakın onu…” dedi. “Geceyi uykusuz geçirdi, top patlasa uyanmaz!”
Subay, “Olmaz Mariya Genrihovna, doktora çok iyi bakmalı…” dedi. “Belki o da ayağımı ya da kolumu keseceği zaman şefkatle davranır.”
Yalnız üç bardak vardı ve su çok bulanık olduğu için çayın koyu mu açık mı olduğu belli olmuyordu. Semaver de ancak altı bardaklık su alıyordu. Ama bardağı, kıdem sırasına uygun olarak Mariya Genrihovna’nın kısa tırnaklı ve pek temiz olmayan elinden almak da çok hoştu. O gece, bütün subaylar Mariya Genrihovna’ya gerçekten vurulmuş gibiydiler. Bölmenin arkasında kâğıt oynayan subaylar bile oyunu bırakıp semavere yaklaştılar, genel havaya uydular ve Mariya Genrihovna’ya kur yapmaya başladılar. Böyle seçkin ve terbiyeli gençlerle sımsıkı sarılmış olan Mariya Genrihovna’nın yüzü mutlulukla parlıyordu. Saklamaya çalışmasına ve arkasında uyuyan kocasının her hareketinden korkuyla irkilmesine rağmen belliydi bu.
Bir tek kaşık vardı ve şeker boldu. Ama herkesin çayını karıştırması çok uzun sürdüğü için Mariya Genrihovna’nın sırayla karıştırmasını önerdiler. Rostof bardağını aldı, içine rom koydu ve karıştırmasını rica etti Mariya Genrihovna’dan.
Kendisinin ya da başkalarının söyledikleri çok eğlenceli şeylermiş gibi durmadan gülümseyen Mariya Genrihovna, “Ay! Şekersiz mi içiyorsunuz?” dedi.
“Bana şeker gerekli değil, bardağımı güzel elinizle karıştırmanız yeter…” dedi Rostof.
Mariya Genrihovna, birisinin aşırdığı kaşığı aramaya başladı.
“Küçük parmağınızla karıştırın.” dedi Rostof. “Daha tatlı olur.”
Mariya Genrihovna kızardı. “Ama sıcak!”
İlin; su dolu kovayı aldı, içine biraz rom damlattı ve parmağıyla karıştırmasını Mariya Genrihovna’dan rica etti:
“Bu benim fincanım, parmağınızı sokun, hepsini içeceğim.”
Semaver boşalınca iskambil kâğıtlarını alan Rostof, Mariya Genrihovna ile kral oyunu oynamayı önerdi. Onunla oynamak için kura çektiler. Rostof’un teklifiyle kral olan, Mariya Genrihovna’nın elini öpme hakkını kazanacaktı; sonda kalan da doktor uyanınca ona yeni bir semaver hazırlayacaktı.
“Ya Mariya Genrihovna kral olursa?” diye sordu İlin.
“O bizim kraliçemiz zaten, sözleri yasa sayılır!”
Oyuna başladıkları sırada Mariya Genrihovna’nın arkasından, doktorun karmakarışık yüzü yükseldi birden. Çoktandır uyumuyor ve söylenenleri dinliyordu. Bütün bu sözlerde ve davranışlarda, gülünecek ya da eğlenceli hoş bir yan bulmadığı belliydi. Yüzünde sıkıntı ve bezginlik okunuyordu. Subayları selamlamadı, biraz kasındı ve çıkmak için yol istedi onlardan. Dışarı çıkar çıkmaz bütün subaylar kahkahalarla gülmeye başladılar. Mariya Genrihovna, ağlayacak gibi kıpkırmızı oldu ve bu, subayların gözünde daha da çekici yaptı onu. Geri dönen doktor, karısına (Artık eskisi gibi neşeyle gülümsemiyor ve kocasının söyleyeceklerini bekleyerek korkuyla bakıyordu ona.) yağmurun dindiğini, geceyi geçirmek için kibitkaya gitmek gerektiğini yoksa her şeyi çalıp götüreceklerini söyledi.
“Bir iki emir eri gönderirim doktor, yapmayın…” dedi Rostof.
“Ben nöbet tutarım…” diye atıldı İlin.
“Hayır beyler, siz uykunuzu aldınız ama iki gecedir gözümü kırpmadım ben…” dedi doktor.
Ve asık suratla karısının yanına oturup oyunun sonunu beklemeye başladı.
Yan gözle karısını süzen doktorun somurtkan yüzüne bakan subaylar, daha da neşelendiler ve yeri gelince kahkahalarını koyvermekten alamadılar kendilerini. Doktor, karısını alıp çıkarak onunla kibitkaya yerleşince subaylar, ıslak kaputlarına sarınarak handa yattılar. Ama uzun süre doktorun surat asması, karısının neşesi üzerinde çene çaldılar ya da merdivenlere kadar gidip arabada olup bitenleri anlatarak uyumadılar. Birkaç kere başını örterek uyumak istedi Rostof ama birisi yeniden bir söz attı ortaya, yeniden bir konuşma başladı ve ardından nedensiz, neşeli ve çocukça kahkahalar yeniden yükseldi.
XIV
Bölük emini gelip Ostrovno denilen yere hareket edilmesi emrini getirdiğinde saat sabahın üçüydü ve daha kimse uyumamıştı.
Subaylar çene çalıp neşeyle yeniden gülerek hızla hazırlandılar, bulanık suyla semaveri kaynattılar. Ama Rostof, çayı beklemeden bölüğe gitti. Ortalık ağarmış, yağmur dinmiş, bulutlar dağılmıştı. Hava rutubetliydi ve iyice kurumamış elbiseler üşütüyordu insanı. Handan çıkarken Rostof ile İlin; sabahın alaca karanlığında, doktorun yağmurda parıldayan meşin kaplı kibitkasına göz attılar. Doktorun bacakları meşin perdenin dışına taşmıştı; ortada, bir yastık üzerinde karısının gece başlığı görülüyor, solumaları duyuluyordu.
Rostof, “Çok hoş bir kadın gerçekten…” dedi İlin’e.
“Çok nefis bir kadın!” diye cevap verdi İlin, on altı yaşın büyüklük taslamasıyla.
Yarım saat sonra süvari bölüğü, sıraya dizilmiş yolun üzerinde duruyordu.
“At bin!” komutu duyuldu.
Askerler haç çıkararak atlarına bindiler. Rostof başa geçip “İleri!” komutunu verdi.
Hüsarlar;[45 - Alman atlı askeri.] dörtlü sıralar hâlinde, çamurdan duyulan şapırtılı nal sesleri, kılıç şakırtıları ve mırıldanmalar arasında, iki yanında kayın ağaçları bulunan geniş yolda, piyadenin ve topçunun arkasından yola koyuldular.
Rüzgâr, tan yerinde kıpkırmızı kesilmiş darmadağınık laciverdimsi mavi bulutları önüne katmış sürüyordu. Ortalık gittikçe aydınlanıyordu. Yan yollarda her zaman biten o kıvır kıvır, yağmurda iyice ıslanmış otlar; rüzgârda sallanan ve sağa sola saydam damlalar serpen ıslak kayın ağacı dalları iyice görünüyordu şimdi. Askerlerin yüzleri de gittikçe daha belirginleşmişti. Yanlarından ayrılmayan İlin’le birlikte Rostof, yolun kenarındaki çift sıra kayın ağaçları arasında ilerliyordu.
Rostof cephede, alay atına değil de kazak atına biniyordu. Attan çok iyi anlıyordu ve bu işin meraklısıydı. Kısa bir süre önce ak yeleli, sert, iri bir don atı edinmişti. Bu atla herkesi geçiyordu. At büyük bir zevk veriyordu Rostof’a. Yolda ilerlerken atını, doktorun karısını düşünüyor; ağaran günü seyrediyordu. Kendilerini bekleyen tehlike, aklının ucundan bile geçmiyordu.
Savaşa giderken korkardı eskiden, oysa şimdi en hafif bir korku yoktu içinde. Bunun nedeni savaşa alışmış olması (Tehlikeye alışılmaz.) değil, tehlike karşısında kendine hâkim olmasını öğrenmesiydi. Çarpışmaya giderken kendisini en fazla ilgilendirmesi gereken şeyden, bekleyen tehlikeden başka her şeyi düşünme alışkanlığını edinmişti. Bütün çabalarına, kendini korkaklıkla suçlayıp durmasına rağmen ilk zamanlar yapamadığı bu şey; yıllar geçince kendiliğinden oluşmuştu. Ve şimdi dallardan eline gelen yaprakları ara sıra kopararak, kimi zaman ayağıyla atının sağrısına dokunarak içip bitirdiği pipoyu geri dönmeksizin arkasındaki hüsara vererek yanında İlin olduğu hâlde, sanki gezmeye çıkmış gibi kayın ağaçları arasında sakin ve kaygısız ilerliyordu. Sinirli sinirli konuşan İlin’in yüzünü görünce üzülmekten de kendini alamıyordu. Dehşeti ve ölümü beklerken insanın çektiği korkunç azabı kendi tecrübelerinden biliyordu ve buna zamandan başka hiçbir şeyin kâr etmeyeceğinden de şüphesi yoktu.
Güneş, bulutlar arasındaki tertemiz bir boşluğa çıkınca rüzgâr da bu güzel yaz sabahını bozmak istemiyormuş gibi dinmişti. Yağmur damlaları hâlâ damlıyordu ama sağa sola değil, dikine düşüyorlardı toprağa. Güneş ufukta iyice yükseldi ve ince uzun bir bulutun içinde kayboldu. Biraz sonra, bulutun kenarını yırtarak eskisinden daha parlak bir şekilde yeniden göründü. Her şey daha parlak, daha ışıltılıydı şimdi. Ve parlak ışıkla birlikte, sanki ona bir cevap veriyormuşçasına top sesleri duyuldu.
Rostof, kendini toparlayıp ne kadar uzaklıkta ateş edildiğini kestirmeye çalışıyordu ki Kont Osterman-Tolstoy’nun bir yaveri Vitebsk’ten dörtnala çıkageldi ve tırısa kalkılması emrini getirdi.
Süvari bölüğü çabuk ilerlemek için acele eden piyadeyi ve topçuyu geride bıraktı, sırtı aştı, terk edilmiş boş bir köyden geçti, yeniden bir sırta tırmandı. Atlar köpürmeye, askerlerin yüzü kızarmaya başlamıştı.
Tümen komutanının sesi duyuldu:
“Dur! Hizaya gir!”
“Sağa çark, adımla ileri, arş!” komutu yükseldi ileriden.
Hüsarlar, birlikler boyunca ilerleyip sol kanada yöneldiler ve ilk hatta yer alan Uhlanların arkasında durdular. Sağda, piyademizin yoğun hattı göze çarpıyordu ve bunlar yedekleri oluşturuyorlardı. Onların üzerinde tepeden, apaçık ve tertemiz havada, sabahın eğri ve parlak ışıkları altında, tam ufuk hattında toplarımız görülüyordu. İleri hattımız, derede düşmanla savaşa tutuşmuş; mermi yağdırıyordu.
Çoktandır duymadığı bu sesler sanki canlı bir musikiymiş gibi coşturmuştu Rostof’u. “Trap-ta-ta-tap” diye silah sesleri ansızın aralıklı ya da art arda duyuluyordu. Sonra her şey susuyor ve üzerine basılmış kestane fişeklerinin patlaması gibi sesler yeniden işitiliyordu.
Hüsarlar, oldukları yerde bir saat kadar durdular. Bu sefer topçu ateşi başlamıştı. Maiyetiyle süvari bölüğünün arkasından geçen Kont Osterman, durup alay komutanıyla konuştu ve sonra topların olduğu yere yöneldi.
Biraz sonra Uhlanlara verilen komut şuydu:
“Kol hâlinde saldırıya hazır ol!”
Öndeki piyadeler, süvarilerin geçmesi için ikiye ayrılmıştı. Uhlanlar, kargılarının tepesindeki küçük bayrakları dalgalandırarak ilerlediler. Sırtın sağ eteğinde görünen Fransız süvarilerine doğru tırısa kalktılar.
Uhlanlar harekete geçer geçmez topçuları korumak üzere hüsarların tepeye yönelmesi emri verildi. Hüsarlar, Uhlanların yerini alınca ateş hattında boşa gitmiş kurşunlar vızıldayıp ıslık çalarak havada uçuşmaya başladı.
Uzun süredir duymadığı bu sesler, ilk silah seslerinden daha fazla coşturdu Rostof’u. Doğruldu ve tepeden görülen savaş alanına baktı. Yüreği sanki Uhlanların yanındaydı. Uhlanlar Fransız dragonlarına saldırıyorlardı. Duman içinde her şey birbirine karıştı ve beş dakika sonra Uhlanlar; geriye, ilk bulundukları yere değil, daha sola çekildiler. Al atlara binmiş turuncu üniformalı Uhlanların arasında ve yoğun bir kitle hâlinde arkalarında, kır atlara binmiş mavi Fransız dragonları görünüyordu.
XV
Uhlanlarımızı kovalayan mavi üniformalı dragonları keskin avcı gözleriyle ilk görenlerden biri, Rostof olmuştu. Bozguna uğramış Uhlanlar ve onların peşindeki Fransız dragonları gittikçe yaklaşıyorlardı. Tepeden küçücük görünen bu insanların karşılaşmaları, çarpışmaları, kollarını ve kılıçlarını sallamaları seçiliyordu.
Rostof, ilerisinde olup bitenleri bir sürek avında gibi seyrediyordu. O anda, hüsarlarıyla Fransız dragonlarına saldırsa onları dağıtacağını içgüdüsüyle seziyordu. Ama hemen, o anda yapmak gerekiyordu bunu; yoksa gecikmiş olacaktı. Çevresine bir göz attı. Yanındaki yüzbaşı da aşağıdaki süvarilere gözünü dikmişti.
“Andrey Sevastiyaniç…” dedi Rostof. “Şunları darmadağın ederiz, değil mi?”
“Yaman iş olur doğrusu…” dedi yüzbaşı.
Rostof onun sözünü bitirmesini beklemeden atını mahmuzlayıp bölüğün önüne geçti ve gönülleri aynı duygularla dolu askerleri, verdiği emri duyar duymaz hep birlikte arkasından atlarını sürdüler. Rostof, nasıl ve niçin böyle bir davranışta bulunduğunu bilmiyordu. Bütün bunları tıpkı avdaki gibi düşünmeden, ölçüp biçmeden yapmıştı. Dragonların çok yakında olduklarını, dağınık bir hâlde dörtnala geldiklerini görüyordu. Dayanamayacaklarını, bunun anlık bir mesele olduğunu, bu anı kaçırırsa bir daha hiçbir zaman elde edemeyeceğini biliyordu. Kurşunların ıslık sesleri onu öylesine kışkırtıyor, atı ileri atılmak için öylesine sabırsızlanıyordu ki tutamamıştı kendini. Atını mahmuzlayıp haykırarak komut verdi ve aynı anda, arkasından gelen bölüğün nal seslerini duyarak tam tırısa geçip sırttan aşağı dragonlara doğru süzüldü. Sırtın eteğine varınca atlar kendiliğinden dörtnala kalktı. Uhlanlarımıza ve peşlerindeki Fransız dragonlarına yaklaştıkça daha hızlı koşmaya başladılar. Dragonlar çok yakındaydı şimdi. Hüsarları görünce öndekiler geri döndü, arkadakiler de durdu. Rostof, bir kurdun yolunu kesmek için at sürdüğü zamanki aynı duyguyla don atını doludizgin sürüp Fransız dragonlarının dağınık saflarına dümdüz daldı. Bir Uhlan durdu, bir piyade çiğnenmemek için kendini yere attı, binicisiz bir at hüsarların arasına girdi. Hemen hemen bütün Fransız dragonları atlarını geri çevirmişlerdi. Rostof kır ata binmiş birini seçip peşine düştü. Önüne bir funda çıktı, cins atı sıçrayarak aştı engeli ve eyerin üzerinde güçlükle tutunan Rostof, seçmiş olduğu düşmana neredeyse yetiştiğini gördü. Üniformasına bakılırsa subay olması gereken bu Fransız; eyere kapanmış, kılıcıyla vurarak atını dörtnala sürüyordu. Bir an sonra Rostof’un atı, göğsüyle subayın atının arkasına çarptı. Subay neredeyse düşüyordu ve aynı anda Rostof, nedenini bilmeden kılıcını kaldırıp Fransız’a vurdu.
Aynı anda bütün heyecanı uçup gitti. Kolunu, dirseğinin yukarısından hafifçe yaralayan kılıç darbesinden çok, atın sarsılmasından ve korkudan düşmüştü subay. Atını durduran Rostof, kimi tepelediğini görmek için baktı. Fransız subayı, bir ayağı üzengiye takılmış hâlde sekip duruyordu. Her an yeni bir darbe bekliyormuş gibi gözlerini kırpıştırarak, yüzünü korkuyla buruşturarak dehşet içinde yukarıya, Rostof’a bakıyordu. Çukur çeneli, parlak mavi gözlü, sararmış, çamura belenmiş sarışın ve genç yüzü, savaş alanlarına yaraşır bir düşman yüzü değil; uysal bir muhallebi çocuğu yüzüydü. Rostof, ona ne yapacağını kararlaştırmadan subay bağırdı:
“Je me rends!”[46 - “Teslim oluyorum!”]
Ayağını üzengiden kurtarmak için boşuna çabalıyor ve korku dolu gözlerle Rostof’a bakıyordu. Koşup gelen hüsarlar, subayı bu durumdan kurtarıp eyere oturttular; şimdi her yanda, dragonlarla çarpışıp duruyorlardı. Dragonlardan biri yaralıydı, yüzü kana bulanmıştı ama atını vermek istemiyordu. Bir başkası, bir hüsara kollarını dolayıp onun atının terkisine yerleşmişti; bir başkası da bir hüsarın yardımıyla atına binmeye çalışıyordu. Fransız piyadeleri önlerinde, ateş ederek kaçıyordu. Hüsarlar, esirleriyle birlikte aceleyle geri döndüler. Rostof; yüreğinde tatsız bir duygu, bir çeşit acıyla, ötekilerle birlikte dörtnala geri döndü. Bu Fransız subayını esir etmesi ve vurduğu kılıç darbesi sonucunda ne olduğunu açıkça anlayamadığı belirsiz ve karışık bir şey kaplamıştı benliğini.
Kont Osterman-Tolstoy, geri dönen hüsarları karşılamaya geldi; Rostof’u kutladı, yiğitliğini İmparator’a bildireceğini ve ona “Georgiy Haçı” verilmesini rica edeceğini söyledi. Kont Osterman’ın yanına çağırıldığı zaman, saldırıya emir verilmeden giriştiği ve disiplini bozduğu için mutlaka cezalandırılacağını düşünüyordu Rostof. Bundan ötürü, Osterman’ın övgüleri ve bir ödül alacağı konusunda verdiği sözün, onun için tatlı bir sürpriz olması gerekirdi. Ama o belli belirsiz ruhi bunalım, Rostof’un yakasını yine de bırakmamıştı. General’in yanından ayrılırken; Peki, içimi kemiren kaygı ne? diye soruyordu kendine. İlin mi? Hayır, sapasağlam o. Kötü bir hareket yapmış olmam mı? Hayır! Hiçbiri değil. Pişmanlık gibi bir şey azap veriyordu ona. Evet evet, çukur çeneli Fransız subayı bunun nedeni! Kaldırdığım zaman kolumun, nasıl bir an durduğunu hatırlıyorum.
Rostof esirlerin götürüldüğünü görünce çukur çeneli Fransız’a bakmak için atını hızla sürdü. Sırtında acayip üniforması, güçlü bir hüsar atının üzerinde çevresine kaygıyla bakınıyordu Fransız. Kolundaki kılıç yarasına, yara denemezdi pek. Sıkıntıyla gülümsedi Rostof’a ve elini sallayarak selamladı onu. Rostof, hâlâ tedirginlik ve belirsiz bir pişmanlık duyuyordu.
O gün ve ertesi gün, dostları ve arkadaşları, Rostof’un sıkıntılı ve öfkeli olmasa da sessiz, dalgın ve düşünceli olduğunu gördüler. Tat almadan içiyor, yalnız kalmaya çalışıyor ve bir şeyler düşünüyordu.
Rostof, Georgiy nişanını kazanmasını sağlayan (Buna şaşmıştı.) ve bir kahraman olarak ün kazanmasına yol açan parlak yiğitlik başarısını düşünüyor ve hiçbir şey anlamıyordu. Demek ki onlar bizden de fazla korkuyorlar… diyordu kendi kendine. Öyleyse kahramanlık dedikleri bu mu? Ben bunu vatan için mi yaptım sanki? Çukur çenesi ve mavi gözleriyle kabahati neydi onun? Ne kadar da korktu! Kendisini öldüreceğimi sandı. Ne diye öldürecektim? Elim titredi. Ve bana Georgiy nişanı verdiler. Anlamıyorum, hiçbir şey anlamıyorum.
Rostof; düşüncelerine açıklık getiremeden bu sorular üzerinde uzun uzadıya dururken talihin çarkı, çoğunlukla olduğu gibi onun yararına dönüyordu. Ostrovno Savaşı’ndan sonra terfi etmiş ve bir hüsar bölüğü komutanlığına getirilmişti. Yiğit bir subay gerektiği zaman, ona görev veriliyordu.
XVI
Nataşa’nın hastalığını öğrenen Kontes, tamamen iyileşmemiş ve güçsüz olduğu hâlde Petya ve ev halkıyla birlikte Moskova’ya gelmişti. Rostof ailesi, Mariya Dimitriyevna’dan kendi evlerine taşınıp artık tam anlamıyla Moskova’ya yerleşti.
Nataşa’nın hastalığı çok ciddiydi ve bu yüzden hastalığın nedeni, daha önceki davranışları ve nişanlısından ayrılması unutulmuş; bu da hem kendisi hem de ailesi için iyi olmuştu. Çok hasta olduğu için olup bitenlerden ne ölçüde kabahatli olduğu düşünülmüyordu bile. Yemiyor, uyumuyor, öksürüyor ve mum gibi eriyip bitiyordu Nataşa. Doktorların davranışı, tehlikenin çok ciddi olduğunu gösteriyordu. Onu iyileştirmekten başka şey düşünülemezdi. Doktorlar hem tek geliyor hem de konsültasyon yapıyorlardı. Fransızca, Almanca Latince bir yığın laf söylüyorlardı. Birbirlerini eleştiriyorlar, bildikleri bütün hastalıkların iyileştirilmesine yarayan çeşitli ilaçlar veriyorlardı. Ama canlı bir insanın başına bela olan tek tek hastalıklardan hiçbirini anlamak kabil olmadığı gibi Nataşa’nın çektiği hastalığı da anlayamayacakları çünkü her canlı insanın kendine özgü özellikleri olduğu; kendine özgü, yeni, karmaşık ve tıbbın bilmediği rahatsızlıklar çekebileceği; bunların tıp kitaplarında yazılı akciğer, böbrek, deri, kalp vs. hastalıkları değil, bu organlarda baş gösteren sayısız dertlerin sayısız bileşimlerinden biri olabileceği -evet, bu basit düşünce- hiçbirinin aklına gelmiyordu. Bunu hiçbiri düşünmüyordu, büyücünün büyü yapamayacağını düşünmediği gibi. Çünkü onların işi, hastalıkları iyileştirmekti. Bunun için para alıyorlardı ve hayatlarının en güzel yıllarını doktor olmak için harcamışlardı. Çok yararlı oldukları için de düşünemiyorlardı bunu ve gerçekten de Rostof ailesi için çok yararlıydılar. Yararları, hastaya çoğu zaman zararlı maddeler -az miktarda verildikleri için bu zarar gözden kaçıyordu- yutturmalarından değil; hastanın ve onu sevenlerin manevi ihtiyaçlarını karşılamalarından ileri geliyordu. Bundan ötürü yalancı doktorlar, üfürükçüler ve homeopatlar her zaman vardı ve varlıklarını da her zaman koruyacaklardı. İnsanın acı duyduğu zaman ihtiyacı olan o ezelî umudu, yani rahatlama umudunu sağlıyorlar; şefkat ve kendisiyle ilgilenildiğini görme ihtiyacını karşılıyorlardı onlar. Çocukta en ilkel bir şekilde görülen ihtiyacı, berelenen bir yerin ovuşturulması ihtiyacını gideriyorlardı. Bir yerini inciten, acıtan çocuk, annesinin ya da babasının kollarına atılır hemen; acıyan yeri ovuşturulup öpülünce rahatlar. Kendisinden daha güçlü ve akıllı kimselerin, ağrısına bir çare bulamaması söz konusu değildir çocuk için. Rahatlama umudu ve annesinin acıyan yerini ovuştururken gösterdiği şefkat yatıştırır onu. Nataşa için de doktorlar, ufusunu öpüp okşayarak arabacıya, Arbatski Alanı’ndaki eczaneden bir ruble yetmiş kapike bir tozla güzel bir kutu içine konmuş haplar getirten ve bu ilaçları, zamanını hiç geçirmeden iki saatte bir kaynamış su ile alırsa acısının hemen geçeceğini söylemeye yarayan kimselerdi. Belli zamanlarda alınan bu haplar, bu sıcak içecekler, tavuk köfteleri, doktorun yerine getirilmesi zorunlu tavsiyeleri olmasa Sonya, Kont ve Kontes ne yaparlardı; hiçbir şey yapmadan nasıl dururlardı? Eğer Kont, Nataşa’nın hastalığı için binlerce ruble harcadığını bilmese, iyileşmesi için daha binlerce rubleyi esirgemeyeceğini düşünmese, yine binlerce ruble harcayıp yabancı ülkelere götürüp doktorlara göstermeyi tasarlamasa; Metivier ile Feller’in hastalığı anlamadıklarını, Frise’in anladığını, Mudof’un ise çok iyi bir teşhis koyduğunu ayrıntıları ile açıklama imkânını eline geçirmemiş olsa sevgili kızının hastalığına nasıl dayanabilirdi? Kontes, doktorun tavsiyelerine gerektiği gibi uymuyor diye hasta Nataşa ile kavga etmese ne yapardı?
Üzüntüsünü unutturan bir sinirlilikle şöyle derdi Kontes:
“Bu doktoru dinlemezsen hiçbir zaman iyileşemezsin. Şaka değil bu, zatürreye çevirebilir bu!”
Anlamını başkalarının da bilmediği bu kelimeyi söylemesi bile, içine su serperdi onun. Sonya da doktorun söylediklerini yerine getirmeye hazır olmak için başlangıçta üç gece soyunmadığını ve küçük altın kutudaki pek az zararlı hapları zamanında almak için geceleri pek uyumadığını düşünmese ne yapardı? Kendisini hiçbir ilacın iyileştiremeyeceğini, bütün bunların anlamsız olduğunu söylemesine rağmen kendisi için bu kadar fedakârlık yapıldığını, belli saatlerde ilaç alması gerektiğini görünce Nataşa bile memnun oluyordu. Tedaviye inanmadığını ve hayatına değer vermediğini gösterebilmek için doktorun söylediklerine aldırış etmeyerek için için memnuniyet duyduğu bile oluyordu.
Doktor her gün geliyor, nabzını yokluyor, diline bakıyor ve bitkin yüzüne aldırış etmeden şakalaşıyordu onunla. Ama peşinde telaşla koşuşan Kontes olduğu hâlde öteki odaya geçtiğinde ciddileşiyor ve başını düşünceli bir tavırla sallayarak tehlikeli olmakla birlikte, bu son ilacın etkisine güvendiğini, beklemek gerektiğini söylüyor ve sözlerine devam ederek hastalığın daha çok ruhi olduğunu, ancak…
Kontes kendisinden de doktordan da saklamaya çalışarak onun eline bir altın sıkıştırıyor ve içi rahatlamış olarak hastanın yanına dönüyordu.
Nataşa’nın hastalığının belirtileri: Az yemesi, az uyuması, öksürmesi ve sürekli neşesizlikti. Doktorlar, hastanın tıbbi denetimden uzak tutulamayacağını söylüyorlar; kentin boğucu havasının dışına çıkarmıyorlardı onu. Bu yüzden Rostoflar 1812 yaz mevsiminde köye gitmediler.
Yığın yığın hap, damla, toz almış olmasına -ilaç şişelerinden ve kutularından, bunları çok seven Madam Schoss büyük bir koleksiyon oluşturmuştu- alışık olduğu açık havadan uzakta yaşamasına rağmen Nataşa’nın gençliği galebe çalmıştı. Duyduğu üzüntü ve acı; günlük hayatın izlenimleriyle gitgide azalmış, şiddetini yitirmiş, geçmişin derinliklerine yavaş yavaş itilmiş ve Nataşa vücutça düzelmeye başlamıştı.
XVII
Nataşa sakinleşmişti ama daha neşeli değildi. Neşeli hayatın bütün dış şartlarından, balolardan, gezintilerden, konserlerden, tiyatrolardan kaçınmakla kalmıyordu ve arkasından bir ağlama gelmeden güldüğü de olmuyordu. Şarkı da söyleyemiyordu. Gülmeye ya da bir başına şarkı söylemeye kalkınca gözyaşlarına boğuluyordu. Pişmanlıktan gelen, o artık geri dönmeyecek olan tertemiz zamanlara adanmış olan, mutlulukla geçireceği genç hayatını boşuna ziyan edişinden doğan kırgınlıktan kaynaklanan gözyaşlarıydı bunlar. Gülmek ve özellikle şarkı söylemek, üzüntüsünü ayağa düşürmek gibi geliyordu ona. Beğenilmek de istemiyordu, kısıtlaması gereken bir gösteriş eğilimi yoktu içinde. Bütün erkeklerin, onun gözünde Soytarı Nastasya İvanovna’dan farklı olmadığını hissediyor ve bunu söylüyordu. Yüreğinin derinliklerinde bir şey, her çeşit zevki yasaklıyordu ona. Genç kızlık çağının bütün o eski, tasasız, umut dolu yaşama ilgileri kaybolup gitmişti. En sık ve en fazla acı duyarak güz aylarını, avları, yaşlı amcayı ve Nicolas ile Otradnoye’de geçirdikleri Noel yortularını anımsıyordu. O zamanların bir tek gününü geri getirmek için neler vermezdi! Ama geri dönmemecesine geçip gitmişti bunlar. Ne var ki yine de yaşamak zorundaydı.
Eskiden sandığı gibi dünyadaki insanların hepsinden daha iyi görmüyordu kendisini. Daha fena bir kimse olduğunu düşünmekten tat alıyordu. Ancak bu, büyük bir anlam taşımıyordu onun için. Buna inanıyorum ama peki sonra? diye de soruyordu. Sonrası hiçti. Hiçbir tadı yoktu hayatın ve geçip gidiyordu. Kimseye yük olmamaya, engel olmamaya çalışıyor gibiydi Nataşa. Kendisi için bir şey istemiyor, evdeki herkesten kaçıyordu. Yalnızca kardeşi Petya’nın yanında bir iç huzuru duyuyordu. Onunla birlikte olmayı, başkalarının yanında olmaktan çok daha fazla seviyordu. Baş başa kaldıkları zaman güldüğü bile oluyordu. Evden dışarı hemen hemen çıkmıyor ve gelen konuklar arasında da yalnızca bir kişiden, Piyer’den hoşlanıyordu. Kimse Kont Bezuhof kadar şefkatle, özenle, ciddiyetle davranamazdı ona. Bu şefkati yarım yamalak seziyordu Nataşa ve bundan ötürü onunla birlikte olmaktan hoşlanıyordu. Ama bu şefkatten ötürü ona borçlu duymuyordu kendini. Çaba harcamadan iyi olan bir kimseydi Piyer. Herkese iyi davranmak, onun için o kadar doğaldı ki üstün bir nitelik olarak görünmezdi. Piyer’in, onunla konuştuğu sırada acı anılarını tazelemekten korkarak kimi zaman şaşırdığını, sıkıldığını fark ediyordu Nataşa. Bunu, onun iyi kalpliliğine, kendisine karşı olduğu gibi herkese karşı da duyduğu utangaçlığa verirdi.
Nataşa büyük heyecan duyduğu bir anda, özgür bir erkek olsa diz çöküp onun elini ve gönlünü isteyeceği konusunda ağzından kaçırdığı sözlerden sonra Piyer, ona hislerinden hiç söz etmemişti. O zaman Nataşa’yı bunca avutmuş olan bu sözler, ağlayan bir çocuğu avutmak için söylenmiş anlamsız sözler gibiydi şüphesiz. Piyer evli olduğu için değil, aralarındaki ahlaki engellerden ötürü -ki bunların yokluğunu Kuragin’in yanında derinden hissetmişti- onunla olan ilişkisinde, kendisinde ve çok daha az bir ihtimalle Piyer’de bir aşk duygusu uyanması şöyle dursun, birkaç örneğini bildiği ve erkekle kadın arasında gerçekleşebilen şefkatli ve şairane bir dostluğun doğabileceği bile aklından geçmemişti.
Rostofların, Otradnoye’den komşusu olan Agrafena İvanovna Belova; Moskova’nın kutsal yerlerini ziyaret için “Büyük Perhiz” sonunda gelmişti. Nataşa’ya bir süre kendini dine vermesini önermiş, o da bunu sevinçle kabul etmişti. Sabah erken dışarı çıkması doktorlarca yasaklanmış olmasına rağmen Rostoflarda her zaman yapıldığı gibi evde üç dua dinlemekle yetinmeyerek Agrafena İvanovna gibi hiçbir akşam, öğle ve sabah ayinini kaçırmadan bütün hafta dinî vecibeleri yerine getirmekte ayak diremişti.
Kontes, Nataşa’nın bu dinî bağlanışından hoşlanmıştı. Başarısız tıbbi tedaviden sonra, ibadetin ilaçlardan daha yararlı olacağını umuyordu. Bundan ötürü, doktorlardan saklayarak ve biraz korkarak da olsa Nataşa’nın isteğine boyun eğdi ve onu Belova’ya emanet etti.
Agrafena İvanovna, sabah saat üçte Nataşa’yı uyandırmaya geliyor ve onu çoğunlukla uyanık buluyordu. Nataşa, sabah duası saatinde uyanamamış olmaktan korkuyordu. Elini yüzünü çabucak yıkayıp en kötü elbisesini ve eski bir mantosunu giyen Nataşa, sabahın serinliğinde titreyerek gün doğumunun saydam ışığıyla aydınlanmış ıssız sokaklara çıkardı. Agrafena İvanovna’nın verdiği öğüt uyarınca kendi dinî yönetim çevresinde değil; bu dindar kadının dediğine göre papazı, çok saygıdeğer ve dinî uygulamalara aşırı düşkün bir kimse olan kilisede ibadet ederdi. Kilisede pek az kimse olurdu. Belova ile birlikte, sal kilirozun arkasına yerleştirilmiş Meryem Ana tasvirinin önünde, her zamanki yerlerinde otururlardı. Sabahın bu alışılmadık saatinde, önünde yanan mumlar ve pencereden giren sabah ışıklarıyla aydınlanan Meryem Ana’nın siyah yüzüne bakarken ve anlayarak izlemeye çalıştığı ayini dinlerken çok büyük ve ulaşılmaz bir şey karşısında duyulan yepyeni bir hiçlik duygusu kaplardı Nataşa’yı. Duanın sözlerini anladığı zaman, kişisel duyguları ince farklarıyla karışırdı duasına; anlamadığı zaman da her şeyi anlamak isteğinin bir gurur olduğunu, her şeyi anlayamayacağını, sadece bu dakikalarda ruhuna yol gösteren -duyardı bunu- Tanrı’ya inanmak, kendini ona bırakmak gerektiğini düşünerek daha da büyük bir tat alırdı. Haç çıkarır, secde eder; anlamadığı zaman, kendi iğrençliği karşısında dehşete düşerek her şeyi, hem de her şeyi bağışlaması için Tanrı’ya yalvarırdı. Kendini bütün varlığıyla verdiği dualar, tövbe dualarıydı. Sabahın erken saatinde eve dönerken işe giden duvarcılardan ve sokakları süpüren kapıcılardan başkasına rastlamadıkları ve herkesin yatağında uyuduğu sırada Nataşa; kendini kusurlarından arınacağı, temiz ve mutlu yeni bir hayat kurma imkânının varlığını duyardı…
Bu hayatın devam ettiği bütün bir hafta boyunca bu duygu gittikçe güçlendi. Kuddas ayinine katılmak ya da Agrafena İvanovna’nın ona söylediği gibi Tanrı’ya ulaşmak mutluluğu ona o kadar büyük görünüyordu ki kutsal pazar gününe kadar yaşayamayacağı korkusu kapladı içini.
Ama mutlu gün geldi. Nataşa hiçbir zaman unutamayacağı o pazar günü, beyaz elbiseleriyle Kuddas ayininden döndüğünde aylardır ilk olarak derin bir iç huzuru duydu ve önündeki hayatı ağır bir yük olarak görmedi.
Aynı gün gelen doktor, Nataşa’yı muayene ettikten sonra iki hafta önce verdiği toza devam edilmesini söyledi.
Doktorun bu mesleki başarıdan memnun olduğu belliydi.
“Sabah ve akşam mutlaka almalı bu tozu…” dedi. “Ama tam zamanında alınmasını rica ediyorum. İçiniz rahat etsin Kontes…” diye ekledi avuç içiyle altını ustaca yakalayarak. “Yakında şarkı söylemeye, gülüp oynamaya başlar. Son ilaç çok, hem de çok yaradı; rengi iyice yerine geldi.”
Kontes, nazar değmesin diye tırnaklarına bakarak tükürdü ve neşeli bir yüzle misafir salonuna döndü.
XVIII
Temmuz başında, savaşın gidişatına ilişkin olarak Moskova’da yayılan söylentiler; daha da telaşlandırıcı hâle geldi. İmparator’un halka bildirisinden, ordudan ayrılarak Moskova’ya gelişinden söz ediliyordu. Bildiri ve halka çağrı 11 Temmuz’a kadar açıklanmadığı için bu konuya ve Rusya’nın durumuna ilişkin abartılı dedikodular dolaştı ortalıkta. İmparator’un ordu tehlikede olduğu için ayrıldığı, Smolensk’in düştüğü, Napolyon’un milyonluk ordusu olduğu, Rusya’nın ancak bir mucizeyle kurtulabileceği söyleniyordu.
11 Temmuz Cumartesi günü bildiri geldi ama henüz basılmamıştı. Rostoflarda bulunan Piyer de ertesi gün, yani pazar günü öğle yemeğine geleceği ve Kont Rastopçin’den elde edebileceği bildiri ile çağrıyı getireceği konusunda söz verdi.
Rostoflar, o pazar günü, her zaman olduğu gibi Razumovskilerin özel kilisesine ayine gittiler. Sıcak bir temmuz günüydü ve sabah saat onda Rostoflar kilisenin önünde arabadan indiklerinde sıcak havada, seyyar satıcıların bağırmalarında, açık renk yazlık elbiselerde, bulvardaki ağaçların tozlu yapraklarında, çalgı seslerinde, geçit törenine giden bir taburun askerlerinin beyaz pantolonlarında, kaldırımdan yükselen gürültülerde, kızgın güneşin parlak ışıklarında, saydam ve sıcak bir yaz günü özellikle kentlerde kuvvetle duyulan yorgunluk, memnuniyet ve sıkıntı ortalığı kaplamıştı. Moskova’nın önde gelen kimseleri, Rostofların tanıdıklarının hemen hepsi -her zaman köye giden zengin ailelerin çoğu, bir şey bekliyormuş gibi bu yıl kentte kalmıştı- Razumovskilerin kilisesindeydi. Annesinin yanında, kalabalıkta yol açan üniformalı uşağın arkasında ilerlerken kendisinden söz eden bir delikanlının gereğinden fazla yüksek sesle mırıldandığını duydu Nataşa:
“Rostova bu, hani şu…”
“Ne kadar zayıflamış ama yine de güzel!”
Kuragin ve Bolkonski adlarının da geçtiğini duydu Nataşa ya da öyle sandı. Her zaman öyle sanıyordu zaten. Kendisini gören herkesin, başından geçenleri düşündüğüne inanıyordu. Her zaman olduğu gibi yüreği acılarla dolu, leylak rengi siyah dantelli ipek elbiseleriyle ancak azap ve utanç içindeki kadınların yapabildiği bir şekilde sükûnet ve ağırbaşlılıkla ilerliyordu. Güzel olduğunu biliyor ve bunda aldanmıyordu. Ama eskisi gibi hoşnut da olmuyordu bundan. Tam tersine, son zamanlarda acı duyuyordu güzelliğinden ve özellikle kentteki bu parlak ve sıcak yaz günü, daha da derinden duyuyordu bu acıyı. “Bir pazar daha, bir hafta daha…” diye söylendi kendi kendine önceki pazar burada olduğunu hatırlayarak. Hep aynı ruhsuz hayat ve eskiden o kadar iyi olan yaşam şartları. Güzel ve gencim, eskiden kötü olduğumu ama şimdi iyi bir insan hâline geldiğimi biliyorum… diye düşündü. Hayatımın en iyi yılları, evet, en iyi yılları hiçbir şeye ve hiç kimseye yaramadan geçip gidiyor… Annesinin yanında durup yakınlarındaki bir tanıdığı başıyla selamladı. Her zamanki alışkanlığıyla hanımların giyim kuşamını gözden geçirdi, yakınında duran bir hanımın; daracık yerde, eliyle kaba bir hareket yaparak haç çıkarmasını kınadı. Ama kendisi başkalarını kınadığına göre, başkalarının da kendisini kınadıklarını düşündü ve canı sıkıldı. Ve birden, ayin seslerini duyarak iğrençliğinden, eski temizliğini yeniden kaybetmiş olmasından dolayı bir dehşet duygusuna kapıldı.
Ağırbaşlı, temiz yüzlü bir ihtiyar; dindarların ruhunu güçlendiren ve rahatlatan yüce bir huzur içinde ayini yönetiyordu. Mihrap kapıları kapandı, perde ağır ağır çekildi ve oradan esrarengiz, hafif bir ses yükseldi. Nedenini bilmediği gözyaşlarına boğuldu Nataşa, neşe dolu bir heyecan kapladı yüreğini.
Ne yapacağımı, hayatımda nasıl hareket edeceğimi, kendimi her zaman için nasıl düzelteceğimi bana öğret!.. diye geçirdi içinden.
Diyakoz kürsüye çıktı ve başparmağını ötekilerden iyice ayırarak cübbesinin altından uzun saçlarını kurtardı eliyle ve istavrozu göğsüne dayayarak yüksek ve ağır bir sesle okumaya başladı:
“Hep birlikte dua edelim Tanrı’ya.”
Bir birlik olarak hepimiz; sınıf ayrılığı gözetmeden, kin duymadan, kardeş sevgisiyle birleşmiş olarak dua edelim… diye düşündü Nataşa.
“Üstümüzdeki âlem için ruhlarımızın kurtuluşu için!”
“Üstümüzdeki melekler ve bütün cisimsiz ruhlar için…” diye dua etti Nataşa.
Ordu için dua edilince kardeşini ve Denisof’u hatırladı. Denizde ve karada yolculuk edenlerin hepsi için dua edilince de Prens Andrey’i hatırladı; onun için, ona yaptığı fenalığı Tanrı’nın bağışlaması için dua etti. Bizi sevenlerin hepsi için dua edilince ev halkı için babası, annesi ve Sonya için; onlara karşı gösterdiği kötü davranışları ve duyduğu sevginin tüm gücünü ilk defa anlayarak dua etti. Bizden nefret edenler için dua edilince düşmanlar bulmaya çalıştı. Babasına ödünç para verenleri, onunla iş ilişkisi içinde bulunanları düşman olarak gördü; düşmanları her hatırlayışında, kendisine çok büyük kötülük yapmış olan ama kendisinden nefret edenlerden biri olmayan Anatol geldi aklına ve bir düşmanmış gibi hoşnutlukla dua etti onun için. Prens Andrey’i de Anatol’u da sakin ve net bir şekilde ancak dualarında düşünebildiğini hissetti ve onlara beslediği duyguların, Tanrı sevgisi ve korkusu karşısında silinip gittiğini kavradı.
İmparator için Sinod için dua edince anlamasa da şüphe edemeyeceğini, Kutsal Sinod’u yine de sevdiğini, onun için dua ettiğini söyleyerek eğiliyor; daha çok haç çıkarıyordu.
Diyakoz, duayı bitirip göğsünün çevresini atkısıyla istavrozladı ve şöyle dedi:
“Kendimizi ve hayatımızı Tanrı Hristos’a teslim ediyoruz.”
Nataşa, Kendimizi Tanrı’ya teslim ediyoruz! diye tekrarladı içinden. Tanrı’m, kendimi senin isteğine veriyorum… diye düşündü. Hiçbir şey istemiyorum; ne yapacağımı, irademi nasıl kullanacağımı öğret bana; beni al! Beni al! diye tekrarlıyordu sabırsızlıkla. Haç çıkarmıyordu artık ve incecik kollarını iki yanına salıvermiş, görünmez bir kuvvetin kendisini hemen almasını; bedeninden, yakınmalarından, isteklerinden, vicdan azaplarından, özlemlerinden, kusurlarından kurtarmasını bekliyordu sanki.
Ayin sırasında kızının duygulu yüzüne, parıldayan gözlerine birkaç kere baktı Kontes; ona yardım etmesi için Tanrı’ya dua etti.
Ayinin ortasında, herkesi şaşırtan ve Nataşa’nın iyi bildiği ayin kurallarına aykırı düşen bir şey oldu: Diyakoz yamağı, Teslis Günü, diz çökülerek duaların okunduğu iskemleyi getirdi ve mihrap kapılarının önüne koydu. Papaz leylak renginde sivri kadife külahıyla göründü, saçlarını düzeltti, güçlükle diz çöktü. Herkes, birbirinin yüzüne şaşkın şaşkın bakarak aynı hareketi yaptı. Rusya’nın düşman elinden kurtulması için hazırlanmış ve Sinod’dan henüz gelmiş bir dua okunacaktı.
“Ey güç sahibi Tanrı, ey kurtarıcı Tanrı’mız!” diye başlayarak Rus gönlüne derin etki yapan İslav din adamlarının o saydam, yalın ve tatlı sesiyle okumaya başladı papaz:
Ey güç sahibi Tanrı, ey kurtarıcı Tanrı’mız! Değersiz yaratıklarını lütfunla, kereminle koru bugün; şefkatle dinle bizi, esirge ve bağışla! Bütün yurdunda kargaşa çıkarmak ve dünyayı yıkıma uğratmak isteyen düşman üzerimize yürüdü; bu caniler senin yurdunu, kutsal Kudüs’ünü, sevgili Rusya’nı yakıp yıkmak, tapınaklarını kirletmek, mihraplarını yerle bir etmek, kutsallığını ayaklar altına almak için toplandılar. Tanrı’m; günahkârlar, ne zamana, ne zamana kadar övünecekler? Katilliklerini ne zamana kadar sürdürecekler?
Ey güç sahibi Tanrı! Sana dua eden bizleri dinle. İyi yürekli ve yüce İmparator’umuz Aleksandr Pavloviç’in kılıcını keskin eyle; onun ne kadar doğru, ne kadar yumuşak olduğunu hatırla, iyiliği için onu ödüllendir; bizleri, senin sevgili İsrail’ini böyle yönettiğini unutma. Onun niyetlerini, girişimlerini, yaptığı işleri kutsa; her şeye güç veren sağ elinle saltanatını pekiştir, düşmana karşı onu muzaffer eyle; Musa’yı Amalekt’e, Gedeon’u Madiam’a, Davout’u Calud’a karşı muzaffer eylediğin gibi! Ordularını koru, senin adına savaşanları Midyalıların oklarıyla donat, savaş için onlara güç ver, silahını ve kalkanını alıp bizimkilerin yardımına koş, bizim kötülüğümüzü isteyenler utanıp yerin dibine geçsinler; sana bağlı ordular önünde, yel karşısındaki toza dönsünler; güçlü meleğin onları yerlere çalsın, önüne katıp sürsün; akıllarından geçirmedikleri sırada bir ağa düşsünler, kendi tuzaklarına kendileri yakalansınlar. Kullarının ayaklarına kapansınlar, ordularımız çiğnesin onları. Tanrı’m, küçük büyük her şeyi kurtarırsın! Tanrı’m, insanoğlu sana karşı bir şey yapamaz.
Babalarımızın Tanrı’sı! Sonsuz bağışlayıcılığını ve şefkatini hatırla; bizi kendinden uzaklaştırma, değersizliğimizi hoş gör; bağışlayıcılığının ve iyiliğinin sonsuzluğunda, suçlarımızı ve kabahatlerimizi de hoş gör! Yüreğimizi temizle, yeni bir ruh oluştur içimizde; sana duyduğumuz inançla güçlendir hepimizi, umutla güçlendir, birbirimize gerçek bir sevgiyle canlandır, bize ve babalarımıza verdiğin mal mülkü savunmamız için birlik olarak silahlandır bizi; haksızların yönetimi kutsal halkını boyunduruk altına almasın!
İnandığımız, umut bağladığımız Ulu Tanrı! Bağışlayıcılığına duyduğumuz inanç için utandırma bizi, koruduğunu bir işaretle göster ve bizden ve kutsal yurdumuzdan nefret edenler bunu görüp şaşırsınlar ve utansınlar ve herkes adının Tanrı olduğunu, bizim de senin kulların olduğumuzu bilsin. Bugün lütfunu göster bize ve bizi kurtar! Merhametinle, sana bağlı olanların yüreğine su serp; düşmanlarımıza vur ve sana inananların ayaklarının altına ser! Sen, sana inananların savunması, yardımı ve zaferisin. Ululuk; Baba, Oğul, Kutsal Ruh şimdi, her zaman ve sonsuza kadar senindir! Âmin!
Nataşa’nın dinî duygularla dolu olduğu o anda bu dua üzerinde büyük bir etki yaptı. Musa’nın Amelekt’i, Gedeon’un Madiam’ı, Davud’un Calud’u yenmesi ve Kudüs’ün yakılıp yıkılması konusundaki sözleri dinledi; yüreğini dolduran sevgi ve ateşle Tanrı’ya dua etti. Ama dualarında ne istediği konusunda açık seçik bir fikri yoktu. Temiz bir ruh edinilmesi, yüreklerin umutla, inançla pekiştirilmesi konusundaki isteğe bütün benliğiyle katılmıştı. Ama daha biraz önce düşmanlarının sayıca çok olmasını, onları bağışlamayı ve onlar için dua etmeyi istemişken şimdi ayaklar altında ezilmeleri için dua edemiyordu. Ama papaz tarafından diz çökerek okunan bu duanın doğruluğundan da şüphe duyamazdı. İnsanların, işledikleri günahlar yüzünden uğrayacakları cezayı ve özellikle kendi günahlarını düşünerek benliğinin derinliklerinde, dindarca ve titretici bir dehşet duydu Nataşa; herkesi ve kendisini bağışlaması, herkese ve kendisine huzur ve mutluluk vermesi için Tanrı’ya dua etti. Ve Tanrı dualarını duyuyormuş gibi geldi ona.
XIX
Rostoflardan dönerken kuyruklu yıldızı seyrettiği ve Nataşa’nın minnet dolu bakışını hatırlayarak önünde sanki yeni bir ufkun açıldığını hissettiği günden beri, yakasını hiç bırakmayan mesele; -dünyevi şeylerin boşluğu ve anlamsızlığı sorunu- Piyer’e azap vermez olmuştu artık. Önceleri her işinde kafasını meşgul eden, “Niçin? Neden?” sorusunun yerine bir başka soru geçmemişti, sorusuna bir cevap bulmuş da değildi; yerini onun çağrışımı almıştı yalnızca. Bayağılıklarını duyduğu ya da kendisine bu tür şeyler anlatıldığı insanoğlunun adiliği ya da budalalığı konusunda bir şeyler okuduğu ya da duyduğu zaman eskisi gibi dehşete düşmüyordu; her şey bu kadar kısa ömürlü ve belirsizken, insanların niçin böyle uğraşıp durduklarını sormuyordu artık. Onu, son gördüğü hâliyle hatırlıyordu ve bütün şüpheler silinip gidiyordu içinden. Aklından çıkmayan sorudan kurtulmuş olduğu için değil ama onun hayalî varlığını, hiçbir şeyin doğru ya da yanlış olmadığı bir başka ve parlak manevi etkinlik dünyasına alıp götürdüğü; yaşanmaya değer bir güzellik ve sevgi âlemine ulaştırdığı için silinip gidiyordu bütün şüpheler. Ne gibi bir iğrençlikle karşılaşırsa karşılaşsın şöyle diyordu:
“Filanca kişi devleti ve Çar’ı soysun, devlet ve Çar da onu yüksek yerlere getirip ödüllendirsin isterse! Dün bana gülümsedi o ve gelip kendisini görmemi rica etti ve ben onu seviyorum; kimse de bunu bilmeyecek!”
Piyer; yine kibarlar âleminde görünüyor, çok içiyor, aynı avare ve dağınık hayatı yaşıyordu. Rostoflarda geçirdiği saatlerin dışındaki zamanı da geçirmesi gerekiyordu çünkü. Moskova’da edindiği ahbaplar, bu tür bir hayata kaçınılmaz olarak çekiyordu onu. Ama savaş alanından daha da kaygılandırıcı haberler geldiği, Nataşa’nın sağlığının düzeldiği ve artık ona karşı eskisi gibi şefkatli bir acıma duymadığı şu son zamanlarda gitgide büyüyen anlaşılmaz bir tedirginlik sardı Piyer’i. İçinde bulunduğu durumun uzun zaman süremeyeceğini, hayatını altüst edecek bir felaketin yaklaştığını hissediyor ve bunun belirtilerini her yerde sabırsızlıkla arıyordu. Farmason kardeşlerden biri, Yuhanna’nın Apokalips’inden çıkarılan ve Napolyon’a ilişkin olan bir kehaneti açıklamıştı.
Apokalips’in on üçüncü bölümünün on sekizinci ayetinde şöyle deniyordu:
Bilgelik burada. Anlayış sahibi kimse canavarın sayısını saysın: Bu bir insanın sayısıdır ve bu sayı altı yüz altmış altıdır.
Aynı bölümün beşinci ayetinde de şöyle denir: Ve onun iri lakırtılar, küfür dolu sözler söyleyen bir ağzı vardır ve ona bir saltanat verilmiştir ki kırk iki aylıktır.
Fransız alfabesi, ilk on harfin birimleri, ondan sonrakilerin onları temsil ettiği İbrani alfabesi gibi ele alınırsa harfler şu değerleri edinir:
A B C D E F G H K L M N O
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 20 30 40 50
P Q R S T U V W X Y Z
60 70 80 90 100 110 120 130 140 150 160
Bu sistem uyarınca “l’Empereur Napoleon”[47 - “İmparator Napolyon.”] sözü rakamlara dökülünce elde edilen sayıların toplamı 666 etmektedir ve Napolyon’un, Apokalips’te haber verilen canavar olduğu meydana çıkmaktadır. Yine aynı işlem yapılınca canavarın egemenlik süresi olan quarante-deux-nün[48 - Kırk iki.] toplamı da 666 olmaktadır. Bundan da Napolyon’un iktidarının kırk iki yaşına geldiği 1812’de sona ereceği sonucu çıkarılmaktadır. Bu kehanet Piyer’i çok etkilemişti. Canavarın, yani Napolyon’un iktidarına neyin son vereceğini kendine sık sık soruyor ve harfleri sayıları çevirme yöntemiyle bu soruya bir cevap bulmaya çalışıyor “l’Empereur Alexandre, La nation Russe”[49 - “İmparator Aleksandr, Rus ulusu.”] yazıyor, bunların sayılarını topluyor ama sonuç 666’dan ya fazla ya da eksik çıkıyordu. Bu hesaplarla uğraşırken bir kere kendi adını da yazdı: “Comte Piyer Besuhoff.” Sayıların toplamı yine tutmadı. İmlayı değiştirerek “s” yerine “z” yazdı, bir “de” ve artık olarak “le” ekledi ama istediği sonucu yine de elde edemedi. Aranılan cevap kendi adında bulunuyorsa milliyetinin de mutlaka yazılması gerektiğini düşündü. Le Russe Besuhoff yazdı, rakamları topladı ama 671 çıktı. 5 sayı fazlaydı bu ve 5 “e” harfine, “l’Empereur Napoleon” deyimindeki “article”de bulunan ama düşmüş olan “e”ye tekabül ediyordu. “E” harfini aynı şekilde ama kurallara aykırı olarak düşürerek aradığı cevabı, toplamı 666 eden “l’Russe Besuhoff”ta buldu. Bu buluş heyecanlandırdı onu. Apokalips’te haber verilmiş olayla nasıl ve ne gibi bir ilişkiyle kendisi arasında bağ kurulmuş olduğunu bilmiyordu. Ama bu ilişkiden de hiç şüphe etmiyordu. Nataşa’ya duyduğu aşk, Deccal, Napolyon istilası, kuyruklu yıldız, 666, l’Empereur Napoleon ve l’Russe Besuhoff’un; evet, bütün bunların olgunlaşarak bir araya gelmesi, patlaması ve kendisini esiri gibi duyduğu sihirli ama bayağı Moskova kibarlar dünyasından çekip çıkarması, büyük bir sınanmaya, bir mutluluğa götürmesi gerekiyordu.
Ayinin yapıldığı pazardan bir gün önce Piyer, halka bildiriyi ve ordudan gelen son haberleri yakın dostu Kont Rastopçin’den alıp Rostoflara getirme konusunda söz vermişti. Sabah, Kont Rastopçin’e gittiğinde ordudan yeni gelmiş bir kuryeyle karşılaştı. Kurye, Piyer’in tanıdığı ve Moskova balolarında sık sık rastladığı birisiydi.
“N’olur bana yardım edin…” dedi kurye. “Çantam, yakınlarınızın mektuplarıyla dolu.”
Bu mektupların arasında Nikolay’ın babasına yazdığı da vardı. Piyer bunu aldı, Kont Rastopçin de İmparator’un Moskova halkına çağrısının -yeni basılmıştı- bir kopyasını, son günlük emirleri ve en son afişini verdi ona. Günlük emirleri gözden geçiren Piyer; bunların birinde ölülere, yaralılara ve ödüllendirilenlere ilişkin haberleri okurken Ostrovno Savaşı’nda gösterdiği fayda dolayısıyla dördüncü dereceden Georgiy nişanıyla ödüllendirilen Nikolay Rostof’un ve aynı günlük emirde Nişancı Alayı Komutanlığı’na atanan Andrey Bolkonski’nin adlarını gördü. Piyer, Bolkonski’yi Rostoflara hatırlatmak istemezdi ama oğullarının ödüllendirilmiş olduğunu onlara haber vermek isteğinin önüne geçemedi ve öğle yemeğinde kendisi götürmek üzere İmparator’un çağrısını, Rastopçin’in afişini ve öteki emirleri yanına alarak o emri ve mektubu Rostoflara gönderdi.
Kont Rastopçin’le yaptığı konuşma, Kont’un aceleci ve tedirgin hâli, ordudaki berbat durumundan kayıtsızca söz eden kurye ile karşılaşması, Moskova’da casusların yakalandığı ve Napolyon’un ağustostan önce her iki başkente de gireceğini açıklayan bir kâğıdın kentte elden ele dolaşması konusundaki söylentiler, ertesi gün İmparator’un beklenen gelişi; evet bütün bunlar, kuyruklu yıldızın ortaya çıkışından ve özellikle savaşın başlarından beri Piyer’in yakasını bırakmayan heyecanı ve bekleyiş duygusunu daha da güçlendirmişti.
Orduya katılma düşüncesi çoktandır kafasındaydı ve böyle yapacaktı ama önce evrensel barışı ve savaşın ortadan kaldırılmasını gerçekleştirmek isteyen Farmason Cemiyetine bağlıydı ve ayrıca üniforma giyen ve yurtseverlik gösterisi yapan çok sayıda Moskovalı bayları görünce aynı adımı atmaktan utanç duyuyordu. Orduya girmemesinde en fazla etkisi olan şey ise kendisinin yani l’Russe Besuhoff’un, canavarın esrarlı numarası olan 666’ya sahip olduğu ve iri laflar, küfür dolu sözler söyleyen canavarın iktidarını sona erdirmek konusunda kendine verilen görevin ta ezelden belirlendiği ve bundan ötürü herhangi bir girişimde bulunmanın kendisine düşmediği, olacak olanları beklemesi gerektiği yolundaki belli belirsiz düşüncesiydi.
XX
Rostoflarda, her zamanki gibi yakın dostlar, pazar yemeği için bir araya gelmişlerdi. Onları yalnız bulmak umuduyla önceden gelmişti Piyer.
Bir yıldır o kadar şişmanlamıştı ki eğer bu kadar uzun boylu, geniş omuzlu ve ağırlığını kolayca taşıyacak kadar sağlam yapılı olmasaydı, çok çirkin görünecekti şüphesiz.
Soluyarak ve bir şeyler mırıldanarak merdivenleri çıktı. Arabacısı, bekleyip beklememesi gerektiğini bile sormamıştı: Kont’un, Rostoflara gelince saat on ikiden önce dönmek istemeyeceğini bilirdi. Rostofların uşakları; Piyer’in bastonunu, pelerinini ve şapkasını almak için sevinçle yanına geldiler. Kulüpteki alışkanlığına uygun olarak, bastonunu da şapkasını da sofada bırakırdı Piyer.
Rostoflarda, ilk Nataşa’yı gördü. Daha pelerinini çıkarırken sofada sesini duymuştu onun, salonda solfej çalışıyordu. Piyer hastalığından bu yana onun şarkı söylemediğini biliyordu. Bundan ötürü sesini duyunca çok sevindi. Kapıyı hafifçe açtı ve Nataşa’yı, ayinde giydiği leylak rengi elbiseyle odada gezinip şarkı söylerken gördü. Kapıyı açtığında arkası dönüktü ama birden dönüp Piyer’in ablak ve şaşkın yüzünü görünce kızardı ve hızla ona yaklaştı.
“Yeniden şarkı söylemeye çabalıyordum…” dedi. “Ne de olsa bir uğraş işte…” diye de ekledi özür diler gibi.
“Çok haklısınız.”
“Gelmenize çok sevindim. Bugün öyle mutluyum ki…” dedi Piyer’in uzun zamandır görmediği canlı bir havayla. “Biliyorsunuz, Georgiy nişanını aldı Nicolas. Onunla iftihar ediyorum.”
“Elbette! Günlük emri ben gönderdim. Ama sizi rahatsız etmek istemem…” diyerek salona yürüdü.
“Kont! Şarkı söylemem fena mı?” dedi Nataşa kızararak.
Bakışlarını Piyer’in gözlerine dikmiş, cevap bekliyordu.
“Yoo… Niçin olsun? Ama bunu neden soruyorsunuz bana?”
“Bilmiyorum…” diye cevap verdi Nataşa hızla. “Ama hoşunuza gitmeyen bir şey yapmak istemem. Size mutlak bir inancım var. Benim için ne kadar değerli olduğunuzu, benim için neler yaptığınızı bilemezsiniz.”
Nataşa bu sözleri hızla söylüyordu ve Piyer’in yüzünün kızardığını fark edememişti.
“Aynı emirde onun, Bolkonski’nin (Bu adı, hızla ve alçak sesle söyledi.), Rusya’da, orduda olduğunu okudum. Ne dersiniz? Beni bir gün bağışlar mı?” diye hemen ekledi, sözünü bitirmeye kuvveti yetmemesinden korkuyor gibi. “Bana karşı bir gün kötü duygu beslemekten vazgeçer mi? Ne dersiniz? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?”
“Bence…” dedi Piyer. “Onun bağışlayacağı bir şey yok… Onun yerinde olsam…”
Ansızın bir çağrışımla, bir başkası ve dünyanın en iyi ve serbest erkeği olsaydı, karşısında diz çöküp kendisiyle evlenmesini istediğini Nataşa’ya söylediği anı hatırladı Piyer ve aynı şefkat, merhamet ve aşk duyguları sardı benliğini, dilinin ucuna aynı sözler geldi. Ama onları söylemesine izin vermedi Nataşa.
“Evet, evet siz, siz…” Bu siz kelimesini belli bir coşkuyla söylüyordu. “Siz başka… Sizin kadar iyi, gönlü yüce bir kimse bilmiyorum; olamaz da. Eğer o sırada ve hatta şimdi siz olmasaydınız, hâlim ne olurdu kim bilir! Çünkü…”
Birden gözleri doldu, öte yana döndü, notayı gözlerine kadar kaldırdı, okumaya başladı, salonda yeniden yürümek üzere ilerledi.
Bu sırada, koşarak misafir odasına geldi Petya.
Petya on beş yaşında, güzel, pespembe bir oğlan çocuğuydu; dolgun dudaklarıyla Nataşa’ya çok benziyordu. Üniversiteye hazırlanıyordu ama son zamanlarda, arkadaşı Obolenski ile birlikte hüsar yazılmaya gizlice karar vermişlerdi.
Petya bu işi konuşmak üzere adaşına koşmuştu. Hüsarlığa kabul edilip edilmeyeceğini öğrenmesini rica etti Piyer’den.
Piyer, Petya’nın söylediklerini dinlemeden salonda dolaşıp duruyordu.
Petya, kendisini dinlemesi için elini çekiştirdi onun.
“Benim işim için bir şey söyleyin lütfen, Piyotr Kiriliç! N’olur! Tek umudum sizde…” diyordu.
“Ha, senin işin mi? Hüsar mı olacaksın? Söylerim, söylerim! Bugün mutlaka söylerim, unutmam.”
“Sevgili dostum, bildiri sizde mi?” diye sordu İhtiyar Kont. “Kontes Razumovskiler de ayindeydi, yeni duayı orada dinledi, çok güzel diyor.”
“Evet, bende…” diye cevap verdi Piyer. “Yarın İmparator geliyor. Olağanüstü bir soylular toplantısı yapılacak. Ha, sizi de kutlarım.”
“Evet, evet, Tanrı’ya şükürler! Söyleyin bakalım, ordudan ne haberler var?”
“Yeniden çekildik. Smolensk dolaylarına kadar çekildikleri söyleniyor…” diye cevap verdi Piyer.
“Aman Tanrı’m, aman Tanrı’m!” dedi Kont. “Bildiri nerede?”
“Bildiri, ha evet!”
Piyer cebindeki kâğıtları karıştırdı, bulamadı. Bu arada içeri giren Kontes’in elini öptü. Şarkı söylemediği anlaşılan ama misafir odasına da gelmeyeceği belli olan Nataşa’yı bekleyerek kaygıyla karıştırıyordu ceplerini.
“Ma parolc, je ne sais plus oû j’ai fourre…”[50 - “Nereye soktuğumu bilmiyorum doğrusu…”] dedi.
“Ah, her şeyi kaybeder…” dedi Kontes.
Nataşa heyecanlı, duygulu bir yüzle geldi ve Piyer’e sessizce bakarak oturdu. O içeri girer girmez Piyer’in üzüntülü yüzü aydınlanmıştı. Kâğıtları ararken birkaç kere Nataşa’ya baktı.
“Ama yemeğe gecikirsiniz sonra.”
“Evet, arabacı da gitti.”
Aynı kâğıtları aramak için sofaya giden Sonya, Piyer’in şapkasının içinde buldu onları. Piyer büyük bir titizlikle astarın içine koymuştu onları. Bildiriyi hemen okumak istedi. Ama Kont işin tadını daha da fazla çıkarmak istiyor olmalı ki yemekten sonra okunmasını istedi.
“Olmaz, yemekten sonra…” dedi.
Yemek sonunda, yeni Georgiy Şövalyesi şerefine şampanya içilirken Şinşin; ihtiyar Gürcü Prenses’in hastalığına, Metivier’in Moskova’da ortadan kaybolmasına, Rastopçin’e bir Alman getirildiğine ve bunun bir şampiyon[51 - Fransızca “espion” kelimesinden gelen Rusça “spiyen” kelimesi, casus anlamına gelir. Halk bunu “şampiyon” şeklinde söyler ve bu da Fransızca “mantar” anlamına gelir.] olduğunun bildirildiğine (Kont Rastopçin kendisi böyle diyordu.) ve Kont Rastopçin’in de halka, bunun bir şampiyon değil; düpedüz bir mantar Alman olduğunu söyleyerek Alman’ın serbest bırakılmasını emrettiğine ilişkin haberler aktardı.
“Boyuna da yakalıyorlar…” dedi Kont. “Fransızca az konuşmasını Kontes’e her zaman söyler dururum. Zamanı mı şimdi?”
“Duydunuz mu?” dedi Şinşin. “Prens Golitsin Rus öğretmen tuttu, Rusça öğreniyor. İl commence à devenir dangereux de parler français dans les rues.”[52 - “Sokakta Fransızca konuşmak tehlikeli hâle geliyor.”]
“E, ne dersiniz Kont Piyotr Kiriliç; milis kuvveti toplanınca sizin de ata binmeniz gerekecek galiba, değil mi?” dedi İhtiyar Kont.
Yemek boyunca sessiz ve düşünceli duran Piyer bu sözler üzerine bir şey anlamamış gibi Kont’a baktı.
“Ha evet, savaş için…” dedi. “Askerlik nerede ben nerede! Ama her şey öylesine garip ki hiçbir şey anlamıyorum doğrusu. Askerlik denilen şeye hiç eğilimim yoktur. Ama bugünlerde hiç kimse hiçbir şeyi açıklayamaz doğrusu.”
Yemekten sonra Kont, rahat bir koltuğa oturdu. Okumadaki maharetiyle tanınan Sonya’dan, bildiriyi okumasını ciddi bir yüzle rica etti.
Birinci başkentimiz Moskova’ya,
Düşman, kuvvetleriyle Rusya’nın sınırlarını aştı. Sevgili yurdumuzu yıkıp yakmaya geliyor.
İncecik sesiyle ve büyük bir dikkatle okuyordu Sonya. Gözlerini kapayan Kont, bazı yerleri iç çekerek dinliyordu.
Dimdik oturan Nataşa; dikkatle ve bir şey öğrenmek ister gibi bir babasına, bir Piyer’e bakıyordu.
Nataşa’nın bakışlarını üzerinde hisseden Piyer, ona bakmamak için çaba harcıyordu. Kontes, bildirinin tumturaklı her cümlesini duyduğunda beğenmediğini ve sinirlendiğini belirten bir şekilde sallıyordu başını. Bütün bu sözler, oğlunun içinde bulunduğu tehlikenin henüz ortadan kalkmayacağını açıklıyordu ona. Dudaklarında alaycı bir gülümseme beliren Şinşin de komik bulacağı ilk şeye; Sonya’nın okuyuşuna, Kont’un bir sözüne, hatta böyle bir bahane bulamazsa bildirinin kendisine gülmeye hazırlanıyordu.
Rusya’yı tehdit eden tehlikelere, İmparator’un Moskova’ya ve özellikle soylulara bağladığı umutlara ilişkin yerleri okuduktan sonra Sonya; sesinin dikkati çekmiş olmasından duyduğu heyecanın etkisiyle titreyerek son sözleri de okudu:
Başkentimizin ve ülkemizin başka yerlerinde bugün düşmanı önleyen ve görüldüğü her yerde bozguna uğratılması için yeni kurulan milislerimizle görüşmek ve onları yönetmek için halkımızın arasına katılmakta gecikmeyeceğiz! Bizi içine sokmayı umduğu felaket, düşmanın başına çöksün! Boyunduruktan kurtulan Avrupa, Rusya’nın onurunu yükseltsin!
Kont, yaşlarla dolu gözlerini açtı; burnunun dibine ağır kokulu bir şey tutulmuş gibi birkaç kere hızla soluyarak “İşte bu çok güzel!” dedi. “Sen yalnız iste Hükümdarım! Her şeyi veririz biz, hiçbir şeyi esirgemeyiz!”
Şinşin, Kont’un yurtseverliği konusunda hazırladığı şaka yollu sözü söylemeye vakit bulamadan Nataşa babasına koştu ve onu öptü.
“Ne tatlı babadır bu!” dedi.
Ardından neşesiyle birlikte kazandığı o bilinçsiz cilvesiyle Piyer’e baktı.
Şinşin, “Bakın hele, şu yurtsever kıza!” dedi.
“Hiç de yurtseverlik değil, yalnızca…” dedi Nataşa alınganlıkla. “Her şey şaka gelir size. Oysa şaka yanı yok bunun…”
Kont, “Ne şakası canım!” dedi. “Bir sözü yeter, hepimiz gideriz. Biz Alman değiliz öyle…”
“Dikkat ettiniz mi ‘görüşmek için’ deniyor…” dedi Piyer.
“Ne için olursa olsun canım…”
Bu sırada hiç kimsenin fark etmediği Petya, babasına yaklaşmıştı. Bir kalın bir ince çıkan sesiyle “Şimdiden söyleyeyim babacığım…” dedi. “İsterseniz anneme de söylerim. Askere yazılmama izin vereceksiniz, kesin olarak söylüyorum bunu. Çünkü duramam artık… İşte bu kadar!”
Kontes gözlerini dehşetle açtı, ellerini çırpıp öfkeyle döndü kocasına.
“Alın bakalım!” dedi.
Kont heyecanını bastırıp kendisini toparlamıştı.
“Hadi, hadi! Askere bak hele! Budalalığı bırak, okuman gerek senin.”
“Babacığım, budalalık değil bu! Benden küçük olan Obolenski Fedya da yazılacak. Asıl sorun, gitsem de gitmesem de okuyamayacak oluşum. Yurdumuzu…” Burada biraz durakladı Petya, kulaklarına kadar kızarmış bir hâlde. “Yurdumuz tehlikedeyken ben okuyamam!”
“Yeter, yeter bu budalalık!”
“Ama her şeyi veririz, esirgemeyiz demediniz mi?”
Yüzü sapsarı kesilmiş, donuk gözlerle küçük oğluna bakan karısına bakarak bağırdı Kont:
“Petya! Sana söylüyorum, kes sesini!”
“Ben de diyorum ki… Şey, Piyotr Kiriliç söylesin…”
“Saçmalama diyorum sana. Ağzı süt kokuyor, bir de askere gidecekmiş! Hadi, hadi…”
Kont, belki de çalışma odasında bir kere daha okumak için kâğıtları alarak odadan çıkarken:
“Piyotr Kiriloviç, haydi tütün içelim biraz…” dedi.
Piyer şaşkın ve kararsız bir hâldeydi. Nataşa’nın şefkati aşan bir duyguyla üzerine çevrilmiş gözleri, allak bullak etmişti onu.
“Ben eve gitsem daha iyi olacak…”
“Ne demek? Geceyi bizde geçirmek istiyordunuz hani? Zaten çok seyrek geliyorsunuz bize. Sonra bu bizimki…” Burada Nataşa’yı göstererek güleç bir yüzle ekledi: “Yalnız sizin yanınızda neşelidir.”
“Evet ama unutmuştum, eve dönmem gerek, bir işim var…” dedi Piyer.
Kont odadan çıkmak üzereydi.
“Peki, gidin öyleyse…” dedi.
Meydan okuyan bir tavırla Piyer’in gözlerinin içine baktı Nataşa.
“Niçin gidiyorsunuz? Niçin?” dedi.
Piyer, “Çünkü seni seviyorum!” demek istedi. Ama söyleyemedi bunları. Kızarıp gözlerini yere indirdi.
“Size seyrek gelmem daha iyi… Çünkü… Hayır, yalnızca işim var.”
“Hayır, söyleyin nedenini. Niçin?…”
Başladığı sözünü biteremedi Nataşa.
İkisi de utanarak ve korku içinde birbirlerine bakıyorlardı. Piyer gülmeye çalıştı ama beceremedi. Yüzünde beliren hafif gülümseme, duyduğu acıyı dile getiriyordu. Nataşa’nın elini öptü ve tek kelime söylemeden çıktı.
Bir daha Rostoflara gitmemeye karar vermişti.
XXI
İsteğinin kesinlikle geri çevrildiğini gören Petya, odasına kapanıp acı acı ağladı. Suratı asık, gözleri kızarmış ve sessiz bir hâlde çaya geldiğinde kimse bir şey fark etmemiş gibi davrandı.
İmparator ertesi gün geldi. Çar’ı görmek için Rostofların hizmetçilerinden birkaçı izin aldılar. Petya o sabah titizlikle giyinip tarandı, büyüklerinki gibi bir yaka taktı. Aynanın karşısında gözlerini kısıp kaşlarını çatıyor, el kol hareketleri yapıyor, omuzlarını silkiyordu. Kasketini giydi sonunda ve kimseye görünmeden arka kapıdan çıktı. Petya, doğrudan doğruya İmparator’un bulunduğu yere gitmeye, bir mabeyinciye (İmparator’un her zaman mabeyincilerle çevrili olduğunu sanıyordu.), kendisinin Kont Rostof olduğunu; yaşının küçük olmasına rağmen yurduna hizmet etmek istediğini; çok genç olmanın, bağlılığa engel olmadığını doğrudan doğruya anlatmaya karar verdi. Kendisinin, her şeyi vermeye hazır… Mabeyinciye söyleyeceği böyle birçok güzel sözü, giyinirken hazırlamıştı Petya.
Çocuk denecek kadar genç olduğu için İmparator’a tanıştırılmasında başarı elde edeceğini umuyordu Petya. (Yaşının küçüklüğü karşısında herkesin nasıl şaşıracağını da hayal ediyordu.) Ama yakası, saçlarını tarayış şekli, ağırbaşlı yürüyüşüyle büyük biri gibi görünmeye çalışıyordu. Ama ilerledikçe ve Kremlin’e doğru akın akın gelen insanlara daha fazla ilgi duymaya başladıkça büyüklere özgü ağırbaşlılığı unutuyordu. Kremlin’e daha da yaklaştıklarında, ezilme tehlikesinden kurtulmaya çalışarak dirseklerini sert ve korkutucu bir tavırla iki yana verdi. Ama bu kararlı hâline rağmen Troytski kapısında, hiç şüphesiz onun ne kadar büyük yurtsever duygularla Kremlin’e geldiğini bilmeyen kalabalık; Petya’yı öyle sıkıştırdı ki herkese uymak ve arabalar kemerlerin altından gürleyerek geçerken olduğu yerde durmak zorunda kaldı. Petya’nın yanında bir köylü kadın, bir uşak, iki tacir ve bir emekli asker vardı. Kapı kenarında bir süre durduktan sonra, bütün arabaların geçmesini beklemeyen Pet-ya; öndekileri iteklemeye ve kararlı bir şekilde dirseklerini işletmeye koyuldu. Ama yanında duran ve ilk dirsek darbesini yiyen kadın kızgınlıkla bağırdı:
“Ne diye itip duruyorsun küçük bey! Herkesin durduğunu görmüyor musun?”
“Böyle herkes yol açmasını bilir…” dedi uşak.
Ve dirsek vurmaya başladı. Petya’yı kapının pek kötü kokan bir köşesine iteledi.
Petya, yüzünü kaplayan teri elleriyle sildi ve büyüklerin taktığına benzeyen sırılsıklam olmuş yakasına çekidüzen vermeye çalıştı.
İmparator’un karşısına çıkacak bir görünüşü olmadığını hissediyor ve mabeyincilerle karşılaşırsa kendisini, Hükümdar’ın huzuruna bırakmayacaklarından korkuyordu. Ama kalabalık, üstüne başına bir çekidüzen vermesine ve bir başka yere geçmesine imkân tanımıyordu. Önlerinden geçen generallerden biri aile dostuydu. Ondan yardım rica etmek istedi Petya ama bunun erkekliğe aykırı düşeceğini düşündü. Arabaların hepsi geçince kalabalık yeniden akın etti. Petya’yı da halkın her tarafını tuttuğu alana alıp götürdü. Yalnız meydanda değil; ağaçlarda, damlarda da insanlar vardı. Kendini meydanda bulan Petya; Kremlin’i kaplayan çan seslerini, halkın coşkun ve neşeli konuşmalarını duydu birden.
Bir ara itiş kakış azaldı ve herkes şapkasını çıkardı, sonra hep birlikte ilerlediler. Petya nefes alamayacak kadar sıkışmıştı. Herkes “Hurra! Hurra! Hurra!” diye haykırıyordu. Petya ayak uçları üzerinde dikiliyor, çevresindekilerle itişiyor ama kalabalıktan başka hiçbir şey göremiyordu.
Bütün yüzlerde aynı heyecan ve duygululuk vardı. Petya’nın yanındaki bir tacir karısı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Babamız, meleğimiz, babamız!” diye tekrarladı gözlerini silerek.
Her yandan “Hurra!” sesleri duyuldu yeniden.
Bir aralık duraklayan kalabalık, yeniden ileri atıldı.
Ne yaptığını bilmeden dişlerini sıktı Petya, gözlerini fıldır fıldır döndürdü ve dirseklerini işletti. O anda, kendini de herkesi de öldürmeye karar vermiş gibi “Hurra!” diyerek ileri atıldı. Ama aynı anda, yüzleri onunkinden farksız insanlar da “Hurra!” diyerek ileri atıldılar.
“İşte İmparator bu!” dedi Petya.
Sonra, Bir başıma ona dilekçe sunmam çok abartılı bir davranış olur! diye düşündü. Ama umutsuzca ileri atılmaktan da geri kalmadı. Önündekilerin omuzları arasından, kırmızı çuha serili bir yolun uzandığı boş bir alan görünüp kayboluyordu. Tam bu sırada, kalabalık geriye doğru dalgalandı. (Ön tarafta, İmparatorluk Alayı’na çok sokulan halkı geriye itiyordu polisler.) Göğsüne korkunç bir darbe yiyen ve sıkıştırılan Petya’nın gözleri karardı ansızın. Kendine geldiğinde ensesinden kırçıl bir tutam saç sarkan mavi cübbeli bir din adamı (bir diyakos yardımcısı olmalı); onu koltuğunun altından bir elle tutuyor, öteki eliyle de kalabalıktan korumaya çalışıyor ve “Ah küçük beyim, sizi ezdiler… Durun biraz, yavaş olun! Ezdiler, ezdiler!” diyordu.
İmparator, Uspenski Katedrali’ne geçmişti. Kalabalık biraz açılır gibi oldu ve diyakos yardımcısı, Petya’yı topların şahına[53 - XVI. yüzyılda yapılmış olan bu topun ağırlığı 196.500 kilodur.] doğru sürükledi. Birkaç kişi genç çocuğa acıdı ve birden herkes çevresinde toplandı, bir kalabalık oluştu. Yakında duranlar yardımına koşuyor, redingotunun düğmelerini çözüyor, onu topun dayanağına oturtuyor ve ezenlere lanetler yağdırıyordu.
“Neredeyse ezip öldüreceklermiş!”, “Nedir bu?”, “İnsan mı öldürülecek burada!”, “Zavallıcık, mum gibi sararmış!” diye sesler duyuluyordu.
Çok geçmeden kendine geldi Petya, yüzü gerçek rengini aldı, acısı geçti ve tatsız olay, topun üzerinde bir yer kazanmasına yol açtı. Şimdi buradan İmparator’u, geri dönerken göreceğini umuyordu. Artık dilekçe sunmayı düşünmüyordu Petya. Ah onu bir görebilseydi! Bu bile mutlu olması için yeterdi.
Uspenski Katedrali’nde, biri İmparator’un gelişi öteki Türklerle yapılan barış için düzenlenen iki şükran ayini sırasında kalabalık biraz dağıldı. Kvas,[54 - Bir çeşit şıra.] çörek ve Petya’nın canının çok çektiği ayçiçeği satıcıları ortaya çıktılar; sıradan konuşmalar duyulmaya başladı. Bir satıcı kadın, yırtılan şalını gösterip onu ne kadar pahalıya aldığını anlatıyordu. Bir başkası, ipekli şalların pahalandığından söz ediyordu. Petya’yı kurtaran diyakos yardımcısı, bir memurla, hangi saygıdeğer papazın ayini yönettiği konusunda konuşuyordu. Diyakos yardımcısı, Petya’nın anlamını kavrayamadığı “yüce kat” sözünü birkaç kez tekrarladı. İki burjuva genci, fındık kıran hizmetçi kızlarla şakalaşıyorlardı. Bütün bu konuşmalar ve özellikle hizmetçi kızlara yöneltilen ve kendisi için o yaşta çok çekici olması gereken sözler hiç ilgilendirmiyordu Petya’yı. Sürekli olarak İmparator’u ve ona beslediği sevgiyi düşünerek topun üzerinde duruyordu. İtişip kakışma sırasında duyduğu acı ve korku, coşkunluğuyla birlikte o anın yüceliğini daha da derinden hissettiriyordu ona.
Birden, rıhtım boyundan gelen top sesleri duyuldu. (Türklerle yapılan barışı kutlamak için atılıyordu bu toplar.) Kalabalık, topları görmek için rıhtıma yöneldi. Petya da oraya koşmak istiyordu. Ama küçük beyi koruması altına alan diyakos yardımcısı engelledi bunu. Top sesleri henüz kesilmemişti ki subaylar, generaller, mabeyinciler; Uspenski Katedrali’nden dışarı fırladılar.
Arkalarından, onlar kadar aceleci olmayan başkaları göründü. Şapkalar yeniden çıkarıldı, topları görmeye gidenler geri döndüler. Sonunda katedralin kapısından üniformalı, kordonlu dört kişi daha çıktı. Kalabalık yeniden “Hurra! Hurra!” diye bağırmaya başladı.
“Hangisi, hangisi?” diye ağlamaklı bir sesle sordu Petya.
Ama hiç kimse cevap vermedi ona. Herkesi derin bir heyecan sarmıştı. Sevinçten ağlayarak, bu dört kişiden birini seçerek (o kişi, İmparator olmadığı hâlde) sanki çıldırmış gibi “Hurra!” diye haykırdı Petya.
Ve ne olursa olsun hemen ertesi gün askere yazılmaya karar verdi.
İmparator’un arkasından koşan kalabalık, onu saraya kadar izledi ve sonra dağılmaya başladı. Vakit hayli geç olmasına rağmen Petya bir şey yememişti. Buram buram terliyor ama eve gitmiyor, sayısı hâlâ hayli fazla olan kalabalık arasında sarayın önünde duruyor, pencerelere bakıyor, Hükümdar’ın sofrasına katılan yüksek görevli kimselere de pencerelerde arada bir görünüp kaybolan uşaklara da aynı ölçüde imreniyordu.
Valuyef, yemek sırasında pencereden dışarı bakarak İmparator’a “Halk, Majestelerini görmekten hâlâ umudunu kesmedi…” dedi.
Yemek sona ermişti, elinde yiyip bitirmediği bir bisküviyle balkona çıktı İmparator. Aralarında Petya da olduğu hâlde halk ileri atıldı.
“Meleğimiz, babamız! Hurra! Babamız!..” sesleri ortalığı kapladı.
Halk ve onlarla Petya, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kadınlar, bazı yufka yürekli erkekler ve Petya; heyecandan yine ağlamaya başlamışlardı.
İmparator’un elinde tuttuğu bisküviden büyük bir parça kırılarak önce balkonun korkuluğuna, oradan da yere düştü. En ileride duran önlüklü bir arabacı, parçayı hemen yakaladı; kalabalıktan birkaç kişi de arabacıya doğru atıldı. Bunu fark eden İmparator, bisküvi tabağının getirilmesini emretti ve balkondan bisküvi atmaya koyuldu. Petya’nın gözleri kanlanmıştı, ezilme tehlikesi daha da tahrik ediyordu onu; hemen bisküvilerin üzerine saldırdı. Nedenini bilmeden İmparator’un elinden düşmüş bisküvilerinden birini mutlaka alması gerektiğini hissediyordu; hiçbir şey, bu isteğini gerçekleştirmekten alıkoymamalıydı onu! İleri atıldı, bir bisküviyi ele geçirmeye çalışan ihtiyar bir kadını yere yıktı. Düşmüş olmasına rağmen kendini mağlup saymıyordu ihtiyar kadın, bisküvilere uzandı ama yetişmedi. Pet-ya, diziyle ihtiyarın koluna vurup bir yana itti onu ve geç kalmaktan korkar gibi “Hurra!” diye bağırdı.
Ama sesi kısık çıkıyordu artık.
İmparator gittikten sonra halkın büyük bir bölümü dağıldı.
“Bekleyelim demedim mi? Bak, dediğim çıktı işte!” diye sevinçle söylenen sözler duyuluyordu.
Çok mutlu olmasına rağmen eve gitmek ve bugünün verdiği tadın sona erdiğini görmek, Petya’nın yüreğini üzüntüyle dolduruyordu. Petya, eve değil; kendisi gibi askere yazılmaya çalışan on beş yaşındaki arkadaşı Obolenski’ye gitti. Eve dönünce de izin verilmezse kaçacağını kesin olarak açıkladı. Ertesi gün Kont İlya Andreyiç; oğlunun isteğine büsbütün boyun eğmemekle birlikte, onu tehlikesiz bir göreve yerleştirmek için imkânlar araştırmaya başladı.
XXII
Üç gün sonra, ayın on beşinde, sabah saatlerinde, Slobodski Sarayı’nın önünde sayısız araba duruyordu.
Salonlar doluydu. Birincisinde üniformalı soylular, ikincisinde mavi kaftanlı ve madalyalı tacirler toplanmıştı. Soyluların bulunduğu salon gürültülü ve hareketliydi. Hükümdar’ın portresinin altında bulunan masada, yüksek arkalıklı sandalyelere en yüksek rütbeden kimseler oturmuştu.
Piyer’in bazen kulüpte, bazen evlerinde beraber olduğu bu soyluların kimi Katerina çağı kimi Pavlof çağı kimi yeni Aleksandr çağı üniforması kimi de soyluların genellikle giydiği üniformayı giymişti ve bu üniformalılar topluluğu; ihtiyar, genç, birbirinden farklı ve tanıdık bu kişilere, garip ve çarpıcı bir görünüm kazandırıyordu. Gözleri iyi görmeyen, dişsiz, dazlak, yağlı, buruşuk ya da zapzayıf ihtiyarlar özellikle dikkati çekiyordu. Bunların çoğu yerlerinde oturuyorlardı; yalnızca, gezmek ya da konuşmak istediklerinde gençlere yaklaşıyorlardı. Bütün bu yüzlerde insanı şaşırtan şey, Petya’nın alandaki kalabalıkta gördüğü yüzlerdeki gibi birbirini tutmayan ilgileri ve uğraşları olduğunu gösteren çizgilerdi. Yüce bir şeyi bekleme ifadesinin altından günlük endişeler; bir Boston oyunu partisine, işçi Petroşka’ya, Zinayda Dimitriyevna’ya ilişkin düşünceler kendini belli ediyordu.
Piyer, vücudunu sıkan daralmış soylu üniformasıyla sabahtan beri salonda bekliyordu. Heyecanlıydı; bu olağanüstü toplantı, yalnızca soyluları değil; tacirleri -çeşitli zümreleri, yani Etats Generaux’yu- de bir araya getiren bu kalabalık, uzun zamandır üzerinde durmadığı ama benliğinin derinliklerine işlemiş olan Contrat Social’den[55 - Jean-Jacques Rousseau’nun eseri: Toplum Sözleşmesi.] ve Fransız Devrimi’nden kaynaklanan bir yığın düşüncenin zihninde canlanmasına yol açıyordu. İmparator’un, bildirideki halkla “görüşmek” üzere geleceğine ilişkin olan ve Piyer’in dikkatini çeken sözleri, şu andaki duygularını pekiştiriyordu. Çoktandır beklediği bir şeyin bu doğrultuda gerçekleşeceği kanaatiyle salonda dolaşıp duruyor, gözlemler yapıyor, söylenenlere kulak kabartıyor ama düşüncelerine uygun düşecek hiçbir şeyle karşılaşmıyordu.
İmparator’un heyecan uyandıran bildirisi okunduktan sonra öbek öbek toplandılar ve konuşmaya başladılar. Her zamanki konular dışında, İmparator içeri girince en yüksek soyluların nerede duracağı, şeref balosunun ne zaman verileceği, ilçe ilçe mi ayrılmak gerekeceği, yoksa il olarak bir arada bulunmanın mı doğru olduğu vs. üzerinde konuşulduğunu duydu Piyer. Ama savaşa ve soyluların toplanmasının amacına değinildiğinde konuşmalar kararsız ve belirsiz bir nitelik kazanıyordu.
Emekli deniz subayı üniforması giymiş, yakışıklı, mert tavırlı, orta yaşlı bir adam salonların birinde bir kalabalık arasında konuşuyordu. Piyer yaklaşıp kulak kabarttı. Katerina çağına özgü Voyvoda[56 - Eski çağlarda kent başkanı, vali.] kaftanıyla ve yüzünde tatlı bir tebessümle herkesi tanıdığı kalabalık içinde dolaşıp duran Kont İlya Andreyiç de bu topluluğa yaklaştı. Her zamanki gibi gülümseyerek ve konuşmacının sözlerini onayladığını belirten baş hareketleriyle söylenenleri dinlemeye koyuldu. Emekli deniz subayı, lafını esirgemeden konuşuyordu. Onu dinleyenlerin yüzlerinden ve Piyer’in en uysal ve yumuşak kimseler olarak tanıdığı insanların oradan uzaklaşmalarından anlaşılıyordu bu. Piyer, yol açarak topluluğun içine iyice sokuldu. Konuşanın, gerçekten bir liberal ama kendisinin olduğundan bambaşka anlamda bir liberal olduğunu anladı. Deniz subayı, seçkin kimselerin tınılı ve olgun bariton sesiyle, “r”leri hoş bir şekilde boğarak ve sessiz harfleri yutarak sefahate ve emretmeye alışık kimselerin “Gason, si-aram” filan demeleri gibi konuşuyordu:
“Smolensk soylularının İmparator’a milis kuvvetleri kurma teklifinin ne önemi var? Onların yaptığı bizim için yasa mıdır? Moskovalı soylular, gerekli görülürse İmparator’a bağlılıklarını başka bir şekilde gösterebilirler. 1807 yılındaki milis unutuldu mu? Ama bu; hırsızları, yağmacıları zengin etmekten başka işe yaramadı!”
Kont İlya Andreyiç, tatlı tatlı gülümseyerek başını salladı.
“Milislerimizin ülkeye bir yararı oldu mu? Hayır. Çiftliklerimizi mahvettiler, o kadar! Asker toplamak daha iyi… Yoksa savaştan geri dönen, ne bir asker ne de bir köylü niteliği taşıyacak; yalnızca bir sefih olacak. Hepsi bu! Soylular kanlarını dökmeye hazırdır. Kura askeri de getiririz. İmparator’un bize çağrıda bulunması yeter, hepimiz ölürüz onun yoluna…” diye ekledi subay heyecanlanarak.
İlya Andreyiç hoşnutlukla yutkundu, dirseğiyle Piyer’i dürttü. Ama Piyer de bir şeyler söylemek istiyordu. Nedenini bilmediği bir heyecan duyarak ve ne söyleyeceğini de bilmeden ilerledi. Tam ağzını açacağı sırada, deniz subayının yanında duran zeki, sert yüzlü ve tamamen dişsiz bir senatör engelledi onu. Tartışmada büyük ustalığı ve tecrübesi olduğu belliydi. Alçak ama iyice duyulan bir sesle “Sanıyorum ki beyefendi…” dedi dişsiz ağzını oynatarak. “Buraya, ülke için en yararlı şeyin kura askeri mi milis mi olduğunu tartışmak için çağrılmadık. İmparator’un bizi onurlandıran bildirisine cevap vermek için çağrıldık. Kura askeri mi milis mi elverişlidir tartışmasını yüksek kata bırakalım…”
Heyecanını boşaltacağı bir yer bulmuştu Piyer. Soylularla görüşme konusunu çok dar ve kalıplaşmış bir şekilde ele almaya kalkan senatör öfkelenmişti. İlerleyip senatörün sözünü kesti. Ne söyleyeceğini bilmiyordu ama heyecanla, araya Fransızca sözler de karıştırarak kitabi bir Rusçayla konuşmaya başladı:
“Özür dilerim Ekselans…” dedi. (Bu senatörü iyi tanırdı ama burada kendisine resmî bir şekilde davranmayı daha uygun görmüştü.) “Her ne kadar bu beyle aynı görüşte değilsem de…” Ne söyleyeceğini şaşırdı. “Mon tres honorable preopinant.”[57 - “Çok sayın muhatabım.”] demek istedi. “Bu beyle -que jc n’ai pas l’honneur de connaîire-[58 - “Ki tanışmak şerefinden yoksun bulunuyorum.”] öyle sanıyorum ki soylular sınıfı buraya, yalnızca coşkusunu ve bağlılığını dile getirmek için değil ama aynı zamanda, ülkeye yararlı olacak önlemleri tartışmak için de çağırıldı. Öyle sanıyorum ki…” Daha da heyecanlanarak devam etti: “İmparator, bizleri, fikir danışılacak kimseler olarak değil de yalnızca hizmetine vereceğimiz köylülerin sahibi ve… Chair â canon[59 - “Kurbanlık.”] olarak karşısında bulsaydı, bundan memnun kalmazdı.”
Senatörün küçümseyen gülüşünü ve Piyer’in lafını esirgemeden konuştuğunu gören birtakım kimseler, topluluktan hemen uzaklaşmışlardı. Piyer’in sözlerinden yalnız İlya Andreyiç hoşnut kalmıştı. Deniz subayının, senatörün genellikle son dinlediği her sözden hoşnut olduğu gibi…
“Öyle sanıyorum ki…” dedi Piyer. “Bu sorunu tartışmadan önce İmparator’a sormalı. Ordumuzun asker sayısını ve ne durumda bulunduğunu bize bildirmesini Majestelerinden rica etmeliyiz. O zaman…”
Ama Piyer, sözünü bitirmeden her yandan saldırılarla karşılaştı. Eskiden tanıdığı Boston oyunu meraklısı Stepan Adraksin, herkesten daha sert bir şekilde saldırıyordu. Stepan Stepanoviç üniformalıydı. Bu ya da bir başka nedenden ötürü Piyer, karşısında tanıdığından bambaşka bir adam görüyordu. Yüzünde birden beliren bir ihtiyarlara has öfkeyle haykırdı Stepan Stepanoviç: “Önce şunu söyleyeyim: Bunu İmparator’a sormaya hakkımız yok. Sonra Rus soylularının buna hakkı olsa bile İmparator cevap vermez. Ordunun asker sayısını düşmanın harekatı belirliyor, bu yüzden azalmalar ve çoğalmalar var.”
Piyer’in eskiden beri Çingenelerin çaldığı yerlerde rastladığı ve kötü bir kumarbaz olarak tanınan, orta boylu, kırk yaşlarında ve üniformanın bambaşka bir kimse hâline getirdiği bir adamın sesi Adraksin’inkini bastırdı:
“Tartışmayla kaybedilecek zaman yok…” dedi. “İş görmek gerek. Savaş Rusya’da oluyor; ülkemizi harap etmek, babalarımızın mezarlarını çiğnemek, karılarımızı, çocuklarımızı alıp götürmek için geliyor düşman!” Soylu bağrını yumruklamaya başladı. “Çar babamız, hepimiz ayaklanırız, hepimiz birden gideriz!” Kan çanağına dönmüş gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Onaylayan birkaç ses duyuldu kalabalıktan. “Rus’uz biz; dinimizi, başkentimizi, yurdumuzu savunmak için kanımızı akıtmaktan kaçınmayız. Bu yurdun evlatlarıysak abuk sabuk sözleri bırakmak gerek. Rusların Rusya için nasıl ayaklanacağını Avrupa’ya göstereceğiz…” diye haykırdı.
Piyer, karşı çıkmak istiyordu ama tek söz söyleyemedi. Sözlerinin anlamı ne olursa olsun, heyecana kapılmış olan bu soylunun söylediklerinden daha az duyulacağından şüphesi yoktu.
İlya Andreyiç, arkalarda başını sallayıp duruyordu. Bazı kimseler, konuşmasını bitiren kişiye dönerek “Evet böyledir bu, doğru, çok doğru!” diyorlardı.
Piyer; para, mülk ve kendi kişiliği söz konusu olduğunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyeceğini ama çare bulmak için durumu bilmek gerektiğini söylemek istiyor, başaramıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, bağırılarak konuşuluyordu ve İlya Andreyiç, herkese baş sallamaya yetişemiyordu. Topluluk büyüdü, dağıldı, yeniden birleşti, uğultulu konuşmalarla büyük salondaki masaya yöneldi. Piyer bir şey söylemeye kalkışsa sözünü kaba bir şekilde kesiyorlar, onu tersliyorlar, ona ortak düşmanlarıymış gibi davranıyorlardı. Söylediklerinden hoşnut olmamalarından ileri gelmiyordu bu; daha sonraki sözlerin ardından, onunkileri unutmuşlardı bile. Bu; kalabalığın, aşırı heyecanı içinde, sevgi ya da nefretinin yöneldiği elle tutulur bir nesnenin bulunması gereğinden ileri geliyordu. Piyer işte böyle bir nesneydi. Heyecanlı soyludan sonra, birçok kimse de aynı tonda konuşmuştu. Çoğu çok güzel ve özgün bir şekilde dile getirmişti söylediklerini.
Rus habercisini çıkaran ve orada tanınan Glinka (“Yazar! Yazar!” diye bağıran sesler duyuluyordu kalabalıkta.), cehennemin cehennemi kovması gerektiğini ve şimşeklerin ışığında, gök gürültülerinde, bir çocuğun güleç yüzünü gördüğünü ama bizim bu çocuk gibi olmayacağımızı söylemişti.
Arka sıralardan “Evet, evet, gök gürültülerinde!” diye onayladılar.
Piyer’in evlerinde, yanlarında soytarılarıyla ya da kulüpte Boston oynarken gördüğü üniformalı, kordonlu, yoz ve dazlak yetmişlik ihtiyar kodamanların oturduğu büyük masaya yaklaştı kalabalık. Uğultu kesilmemişti. Kalabalığın baskısıyla sandalyelerin yüksek arkalıklarına yaslanmak zorunda kalan hatipler, birbirlerinin peşi sıra konuşuyorlardı ve kimi zaman da iki hatip aynı anda konuşuyordu. Arkalarında duran hatibin atladığı noktalar üzerinde duruyor ve bunları hemen söylemek için sabırsızlanıyorlardı. Daha başkaları ise bu sıkışıklıkta ve bu sıcakta açıklayacak bir düşünce bulmak için kafalarını arayıp tarıyorlar ve bunu hemen belirtmek istiyorlardı. Piyer’in tanıdığı ihtiyar kodamanlar yerlerinde oturuyor, kimi zaman şuna kimi zaman buna bakıyorlardı; çoğunun, sıcaktan patladığı anlaşılıyordu hâlinden. Ama Piyer çok heyecanlı hissediyordu kendisini; söylenenlerin anlamından çok seslerde ve yüzlerde kendisini dile getiren genel duygu, zafere giden yolda engel diye bir şey tanınmadığını gösterme isteği, onun da benliğini sarmıştı. Düşüncelerinden dönmüş değildi ama bir şey konusunda kabahatli olduğunu hissediyor ve kendisini temize çıkarmak istiyordu.
Sesini ötekilerden daha çok yükseltmeye çalışarak “Ne gibi ihtiyaçlar olduğunu bilirsek, fedakârlık yapmamızın daha kolay olacağını belirtmek istemiştim ben!” dedi.
Yanında duran ufak tefek bir ihtiyar dönüp baktı ona ama hemen sonra, masanın öte tarafından gelen seslere yöneltti dikkatini.
Birisi, “Moskova terk edilecek! Bizim kurtarıcımız olacak o!” diyordu.
“İnsanlığın düşmanıdır o!” diye haykırıyordu bir başkası. “Bırakın konuşayım lütfen… Beyler, eziyorsunuz beni!..”
XXIII
Tam bu sırada general üniforması giymiş, omuzdan aşırtma kordonlu, sivri çeneli, gözleri fıldır fıldır dönen Kont Rastopçin; iki yana açılan soylular kalabalığının arasından geçerek hızla içeri girdi:
“İmparator hazretleri şimdi gelecek…” dedi. “Oradan geliyorum ve öyle sanıyorum ki içinde bulunduğumuz durumda fazla tartışma gereksiz. İmparator, bizi ve tacirleri toplamak lütfunda bulundu. Oradan (Tacirlerin bulunduğu salonu işaret ediyordu.) milyonlar akacak. Bize gelince ödevimiz, milisi hazırlamak ve her fedakârlığı yapmaktır… Yapabileceğimizin en azıdır bu!”
Masada oturan en yaşlılar arasında bir konuşma başladı. Çok alçak sesle konuşuluyordu. En son gürültü patırtıdan sonra, bu yaşlı insanların teker teker “Aynı görüşteyim.” ve aynı şeyi başka bir şekilde söylemek için değişikliğe uğratarak “Benim fikrim de aynı.” demelerini duymak, insanı hüzünlendiriyordu.
Moskovalı soyluların, Smolenskliler gibi bin kişide tam teçhizatlı on kişi verecekleri konusundaki kararı yazması kâtibe emredildi. Toplantıya katılan beyler, üstlerinden bir yük kalkmış gibi hafiflediler; sandalyeleri gürültüyle çekip birbirlerinin koluna girerek bacakları açılsın diye salonda dolaşmaya başladılar.
“İmparator, İmparator!” diye bir ses duyuldu salonlarda ve herkes kapıya üşüştü.
İmparator, soyluların oluşturduğu iki sıra arasındaki geniş geçitten salona girdi. Bütün yüzlerde saygılı ve çekingen bir merak okunuyordu. Epey uzakta olan Piyer, İmparator’un sözlerini iyice işitemiyordu. Moskovalı soylulara bağladığı umuttan söz ettiğini anlamıştı. Soyluların biraz önce aldığı kararı İmparator’a açıklayan birinin sesi duyuldu. Ardından, İmparator’un titreyen sesi işitildi:
“Beyler!”
Kalabalık hafifçe dalgalandı ve sonra her şey yeniden yatıştı ve Piyer, İmparator’un insanca ve dokunaklı sesini duydu:
“Rus soylularının bağlılığından hiçbir zaman şüphe duymadım. Ama bugün beklentilerimi de aştınız. Yurdumuz adına size teşekkür ederim. Harekete geçelim beyler, zaman her şeyden değerlidir!..”
İmparator sustu, kalabalık çevresini sarmaya başladı; dört bir yandan coşkulu haykırışlar duyuldu.
“Evet, her şeyden değerli olan… Çar’ın sözüdür!” diyen, hiçbir şey duymamış olan ama her şeyi kendine göre anlayan İlya Andreyiç’in hıçkırıklara boğulmuş sesi duyuldu arkalardan.
İmparator, soylular salonundan tacirler salonuna geçti. Aşağı yukarı on dakika kaldı orada. Piyer de başka birçok kimse gibi İmparator’u, tacirler salonundan gözleri yaşlı olarak çıkarken gördü. İmparator’un tacirlere söyleve başlarken ağlamaklı olduğu ve sözlerini, titreyen bir sesle bitirdiği sonradan öğrenildi. Piyer; İmparator’u, yanında iki tacirle çıkarken görmüştü. Bunların biri kendisinin de tanıdığı şişko bir müteahhit; öteki zapzayıf, sivri sakallı, uçuk benizli bir belediye başkanıydı. Zayıf olanın gözleri yaşlıydı ama öteki, bir çocuk gibi hıçkırıyor ve durmadan tekrarlıyordu:
“Hayatımızı da malımızı mülkümüzü de al Majeste!”
Piyer bu anda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağını ve her şeyi vermeye hazır olduğunu göstermek isteğinden başka şey hissetmiyordu. Meşrutiyetçilik kokan sözleri yüzünden utanıyordu şimdi. Bunu gidermek için fırsat arıyordu. Kont Mamonof’un bir alay verdiğini öğrenince bütün giyim ve beslenme masraflarını karşılayacağı bin kişi vereceğini orada, Kont Rastopçin’e hemen söyledi.
İhtiyar Rostof, olup biteni karısına anlatırken gözyaşlarını tutamadı ve Petya’nın isteklerine boyun eğerek onu askere yazdırmaya kendisi gitti.
İmparator, ertesi gün gitti. Bütün soylular üniformalarını çıkardılar; evlerinde, kulüplerinde eski yerlerini aldılar. Milis konusunda kâhyalarına homurdanarak emirler verdiler ve yaptıklarına kendileri de şaşmaktan geri kalmadılar.
ONUNCU BÖLÜM
I
Napolyon Rusya ile savaşa başladı çünkü Dresden’e gelmeden, tazimlerden başı dönmeden, Polonya üniforması giymeden; kendini bir haziran sabahının canlı izlenimlerine kaptırmadan ve Kuragin’in, sonra da Balaşef’in yanında öfkeyle parlamadan edememişti.
Küçük düşürüldüğüne inandığı için Aleksandr, her çeşit görüşmeyi geri çeviriyordu; Barclay de Tolly, ödevini yerine getirmek için orduyu elinden geldiği en iyi şekilde yönetmek ve büyük komutan olarak ün kazanmak istiyordu. Rostof, atını yamaçtan aşağı hızla sürmek zevkine karşı gelemediği için Fransızların üzerine yürümüştü. Bu savaşa katılmış olan sayısız insan da kendi özelliklerine, törelerine, yaşam şartlarına göre işte böyle hareket ediyorlardı. Ne yaptıklarını bilerek davrandıklarını ve bunları kendileri için yaptıklarını sanarak övünüyorlar, korkuyorlar, seviniyorlar, öfkeleniyorlar, yargılar veriyorlardı. Oysa hepsi de kendilerine rağmen tarihin elindeki birer araçtan başka şey değillerdi ve görmedikleri ama bizim anladığımız bir işi gerçekleştiriyorlardı. Bütün eylem adamlarının kaderi budur ve bunlar toplum tabakalarının ne kadar yükseğinde iseler, o ölçüde az özgürdürler.
Bugün, 1812 olaylarının aktörleri sahneden çoktan beri çekilmiş bulunuyorlar; hem de hiçbir iz bırakmadan.
Bizim karşımızda ise yalnızca bu tarihî dönemin sonucu bulunuyor.
Ama Napolyon komutasındaki bu Avrupalıların, Rusya’nın derinlerine girmek ve orada mahvolmak zorunda olduklarını söyleyebiliriz. O zaman bu savaşa katılanların bütün anlamsız, çelişkili ve gaddar davranışları, anlaşılabilir şeyler hâline gelir.
Alın yazısı, kendi kişisel amaçlarına ulaşmaya çalışan bu insanları (Napolyon’u, Aleksandr’ı ya da önemsiz kişileri), hiç umut etmedikleri korkunç ölçüde büyük bir sonucun doğmasına katkıda bulunmaya sürükledi.
1812 yılında, Fransız ordularının mahvolmasının nedenlerini bugün açıkça kavrıyoruz. Rusya’nın derinlerine kış seferi hazırlığı yapılmaksızın çok geç girilmesinin, ayrıca Rus kentlerinin yakılarak savaşa bambaşka bir özellik verilmesinin ve Rus halkında düşmana karşı korkunç bir kin ve nefret duygusu uyandırılmasının, Fransızların yenilgisine yol açtığı üzerinde tartışılamaz. Ama o sırada hiç kimse sekiz yüz bin kişilik dünyanın en iyi ordusunun -başında gelmiş geçmiş en iyi komutan vardı- yarısı kadar olan, tecrübesiz askerlerden ve komutanlardan oluşan Rus ordusu karşısında sadece bu yüzden mahvolacağını kimse kestiremiyordu ve bu ancak bugün apaçık bir şekilde görülebilmektedir. Evet, bunu kimse kestiremediği gibi Ruslar, Rusya’yı kurtarabilecek olan tek şeyi engellemeye çalışıyorlar ve Napolyon’un sözde askerî dehasına rağmen Fransızlar da yaz sonunda Moskova’ya mutlaka ulaşmaya, yani mahvolmalarına yol açacak olan şeyi yapmaya çabalıyorlardı.
1812’ye ilişkin tarih kitaplarında Fransız yazarları savaş hattının uzamasının doğurduğu tehlikeyi Napolyon’un sezdiğini, hemen savaşmak istediğini, mareşallerinin ona Smolensk’te kalmayı önerdiklerini yazmaktan; seferin tehlikelerinin güya daha o zamandan anlaşıldığını ileri sürmekten çok hoşlanırlar. Rus yazarları da Napolyon’u savaşın başından beri Rusya içlerine çekmeyi amaçlayan bir İskit Harbi planının var olduğunu söylemekten hoşlanırlar ve bu yazarlardan kimi planı Pfuhl’un kimi bir Fransız’ın kimi Tolly’nin kimi İmparator Aleksandr’ın düzenlediğini söylerler ve böyle davranılması gerektiğini dolaylı olarak belirten notlara, tasarılara, mektuplara dayanırlar. Ama olup bitenin daha önceden kestirilmesini dolaylı olarak ortaya koyan bütün bu değinmeler şimdi, Fransızlarca olduğu gibi Ruslarca da gerçekleşen olay onları doğruladığı için ileri sürülmektedir. Bu olay bildiğimiz şekliyle gerçekleşmeseydi, bütün bu dolaylı değinmeler de o zaman üzerinde önemle durulan ama doğru çıkmayan ve bundan ötürü de unutulan binlerce benzerleri gibi hafızalardan siliniverip gidecekti. Gerçekleşmekte olan bir olay konusunda o kadar çok tahmin yürütülür ki olay nasıl sona ererse ersin, sayısız varsayım arasında birbirine taban tabana zıt olanların yürütüldüğünü unutan ve “Bunun böyle olacağını o zaman söylemiştim ben.” diyen insanlar her zaman ortaya çıkar.
Hattın uzamasının yarattığı tehlikenin Napolyon tarafından anlaşılması ile Rusların, düşmanı Rusya içlerine çekme tahminleri, herhâlde bu tür varsayımlardandır. Tarihçiler, Napolyon ve mareşallerinin bu tür düşünceleri benimsediklerini ya da Rus generallerinin bu çeşit planlar düzenlediklerini kanıtlamakta büyük güçlük çekerler. Olayların kendisi bu tür varsayımlarla çelişmektedir. Gerçekten de bütün savaş boyunca Ruslar, Fransızları Rusya içine çekmek istemedikleri gibi daha ilk saldırılarından başlayarak onları durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Napolyon, savaş hattının uzamasından tedirginlik duymamış ve tam tersine her ilerlemeyi bir zafer olarak görmüş ve eski seferlerindekinden farklı olarak kesin bir savaşa tutuşmayı pek istememişti.
Savaşın daha başlangıcında bu kuvvetlerimiz ikiye ayrılmıştı. Bunların birleştirilmesi, geri çekilmek ve düşmanı ülkenin içlerine çekmek bakımından bir avantaj oluşturmadığı hâlde göz önünde tuttuğumuz biricik amaçtı. İmparator’un orduda bulunmasının nedeni, her karış Rus toprağını savunmak için maneviyatı yükseltmek amacını güdüyordu; çekilme amacını değil. Pfuhl’un planı uyarınca çok büyük bir Drissa ordugâhı kuruluyor ve daha geriye çekilmek düşünülmüyordu. Her geri çekilme, İmparator’un komutanı azarlamasına yol açıyordu. Moskova’nın yakılmasını değil, düşmanın Smolensk’e kadar ilerlemesini bile aklı almıyor; ordular birleştikten sonra Smolensk’in düşmesine ve yakılmasına, kentin önünde bir meydan savaşı verilmesine kızıyordu.
İmparator böyle düşünüyordu. Rus komutanları ve halk ise bizimkilerin ülke içine çekilmesi düşüncesine daha da ifrit oluyordu.
Napolyon; ordularımızı ikiye ayırıyor, ülkenin içlerine ilerliyor, kesin savaş fırsatlarını kaçırıyordu. Bunun kendisi için apaçık bir felaket olduğunu bugün görüyoruz. Ama Napolyon, ağustos ayında Smolensk’te ilerlemekten başka şey düşünmüyordu.
Olaylar, Napolyon’un Moskova’ya doğru ilerlemenin tehlikeli yanını kavrayamadığı gibi Aleksandr ve Rus komutanlarının da Napolyon’u içerilere çekmeyi düşünmediklerini göstermekteydi. Bunun tersinin gerçek olduğu bile söylenebilir. Napolyon’u ülkenin içlerine çekmek, bir plana göre gerçekleştirilmemiş -bunun gerçekleşebileceğine kimse inanmıyordu- savaşa katılan ve Rusya’nın tek kurtuluşunun nerede olduğunu göremeyenlerin çevirdikleri entrikalardan, tutkularından, güttükleri amaçlardan doğmuştu bu sonuç. Her şey birden oluvermişti. Savaşın başlangıcında ordu ikiye bölünmüş durumdaydı. Savaşmak ve düşmanın saldırısını durdurmak için orduyu birleştirmeye çalışıyor ama bunu yaparken düşmanın üstün kuvvetleriyle çarpışmaktan kaçınarak ve istemeden keskin bir açıyla çekilerek Fransızları Smolensk’e kadar getiriyorduk. Ama keskin bir açı içinde çekildiğimizi söylemek yeterli değildir; Fransızlar her iki ordunun arasında ilerliyorlardı, açı daha keskinleşiyor ve biz daha da çekiliyorduk. Çünkü sevilmeyen Alman[60 - Barclay aslında İskoçya asıllıydı ama o sıralarda “Alman” sözcüğü genişletilerek genellikle bütün yabancılar için kullanılıyordu.] Komutan Barclay de Tolly’den, Bagration da nefret ediyordu. İkinci orduya komuta eden ve Barclay’ın komutasına girmesi gereken Bagration, bunun gerçekleşmesini geciktirmek için Tolly ile birleşmeyi de geciktiriyordu. Bütün yüksek komutanların amacı birleşmek olduğu hâlde, böyle bir hareket yaparsa ordusunu tehlikeye sokacağını, düşmanı yandan ve arkadan tehdit edip ordusunu Ukrayna’da güçlendirerek güneye çekilmenin daha doğru olduğunu düşünen Bagration, bunu istemiyordu. Kendisinden rütbece küçük olan ve nefret ettiği Alman Barclay’ın komutasına girmek istemediği için böyle düşünüyordu.
İmparator moralleri yükseltmek için orduda bulunuyor ama bu durum; neye karar verileceğinin bilinmemesine, bir yığın danışman ve plan da birinci ordunun enerjisinin boşa harcanmasına ve geri çekilmesine yol açıyordu.
Drissa ordugâhında direnmeyi tasarlıyorlar ama başkomutanlığa göz koyan Paulucci’nin enerjisi, Aleksandr’ı etkiliyor; Pfuhl’un planı tamamen bir yana bırakılıyor; bütün sorumluluk Barclay’a veriliyor ama güven veren bir kimse olmadığı için yetkileri sınırlandırılıyordu.
Ordular bölünmüştü, tek komuta yoktu; Barclay sevilmiyordu fakat bu karışıklık, bölünmüşlük ve Alman Komutan’ın sevilmemesi, bir taraftan kararsızlığı (ordular bir arada bulunsa, Komutan Barclay olmasa kaçınılması imkânsız olan), savaştan çekinmeyi; diğer taraftan Almanlara karşı gittikçe artan hoşnutsuzluğun, vatanseverlik ruhunun uyanmasını doğuruyordu.
Sonunda İmparator ordudan ayrılıyor, ayrılması için biricik ve en uygun bahane olarak bir halk savaşı hazırlamak için başkentlerde milleti heyecanlandırıp coşturması gerektiği düşüncesi ileri sürülüyordu. İmparator’un Moskova’ya gidişi de Rus ordusunun gücünü üç kat artırıyordu.
Başkomutan’ın komuta yetkisini engellememek için İmparator ordudan ayrılıyor, çok da kesin önlemler alınacağı umuluyor ama Başkomutan’ın durumu daha da güçleşiyor ve zayıflıyordu. Bennigsen, Büyük Prens ve bir yığın general yaver; Başkomutan’ın hareketlerini kollamak, onu yüreklendirmek için orduda kalıyorlardı. Bütün bu “Çar’ın gözleri” altında Barclay; daha çekingen davranıyor, kesin hareketlerden ve savaştan kaçınıyordu. Büyük Prens ise onun hıyanet ettiğini üstü kapalı da olsa ileri sürmekten kaçınmıyordu. Lübomirski, Branitski, Vlotski ve başkaları da bu gürültüleri öylesine körüklüyorlardı ki Barclay; İmparator’a belge götürmeleri bahanesiyle Polonyalı general yaverleri Petersburg’a sepetliyor, Bennigsen’le ve Büyük Prens’le açık bir çatışmaya giriyordu.
En sonunda, Bagration’un isteğine rağmen ordular Smolensk’te birleşiyorlardı.
Bagration; Barclay’ın bulunduğu binaya arabasıyla geliyor, Barclay resmî başlığını takıp onu karşılamaya çıkıyor, kendisinden rütbece büyük olan Bagration’a tekmil veriyordu. Bagration, istemeye istemeye ve rütbece yüksekliğine rağmen Barclay’ın komutasına giriyor ama bundan sonra onunla daha az uyuşuyordu. İmparator’un emri gereği ona kişisel raporlar gönderen Bagration şöyle yazıyordu:
Hükümdar’ımın isteklerine rağmen nazırla (Barclay’a böyle diyordu.) bir arada yapamıyorum. Bir alay komutanlığına da olsa buradan başka bir yere gönderin beni lütfen. Burada duramam, bütün karargâh Almanlarla dolu; bir Rus’un yaşaması imkânsız burada ve bir işe de yaramaz bu. Hükümdar’a ve yurda hizmet ettiğimi düşünüyordum ama Barclay’a hizmet ediyorum aslında. Doğrusu, bunu yapmak istemiyorum.
Baranitskiler, Wintzingerodeler ve benzerleri; yüksek komutanların arasını daha bozuyorlar, birlik ve beraberlik daha da zayıflıyordu. Fransızlar, Smolensk önlerinde saldırıya hazırlanırken mevzileri teftiş için bir general gönderiliyor; Barclay’dan nefret eden bu general, kolordu komutanı olan bir dostunun yanına gidiyor; orada bir gün kaldıktan sonra, gezip görmediği elverişli savaş alanını en ince noktalarına kadar ele alıp eleştiriden geçiriyordu.
Gelecekteki ve elverişli savaş alanı üzerinde tartışmalar yapılırken, entrikalar çevrilirken ve Fransızları arayıp ileri hatlarının bulunduğu yer konusunda aldandığımız sırada onlar, Neverovski Tümeni’yle karşılaşıyorlar ve Smolensk surlarına kadar ilerliyorlardı.
Ulaşım yollarımızı güvenceye almak için Smolensk’te beklenmedik bir savaş vermemiz gerekiyordu. Savaş veriliyor ve her iki taraftan binlerce insan ölüyordu.
Smolensk, İmparator’un ve bütün halkın isteğine aykırı olarak terk ediliyordu. Ama kenti, valileri tarafından aldatılan halkın kendisi yakıyordu. Ve Rusya’nın geri kalan bölümüne bir örnek olan bu yersiz yurtsuz insanlar, kaybettiklerini düşünerek ve yürekleri düşmana duydukları kinle kabarmış hâlde Moskova’ya gidiyorlardı. Napolyon ilerliyor, biz çekiliyorduk ve böylece Napolyon’u yenilgiye uğratacak durum ortaya çıkıyordu.
II
Oğlu evden ayrıldıktan sonra, ertesi gün, Prens Nikolay Andreyiç; Prenses Mariya’yı yanına çağırdı.
“Memnun musun şimdi?” dedi. “Oğlumla aramı bozdun işte, bundan başka şey de istemiyordun zaten. Oldu mu?.. Benim için, ihtiyar ve güçsüz bir insan için ne acı şey! Demek, gönlün buna razı oldu. Artık sevin, sevin!”
Bundan sonra bir hafta boyunca babasını görmedi Prenses Mari-ya. İhtiyar Prens hastaydı ve çalışma odasından çıkmıyordu.
Babasının, bu hastalığı sırasında Matmazel Bourienne’i de yanına kabul etmediğini ve kendisine yalnızca Tihon’un bakmasına izin verdiğini şaşırarak fark etmişti Prenses Mariya.
Prens bir hafta sonra odasından çıktı, eski hayatına başladı yeniden; özel bir çaba harcayarak yapı ve bahçe işleriyle uğraşıyordu. Matmazel Bourienne’le arasındaki bütün eski ilişkileri de kesmişti. Mariya’ya karşı takındığı soğuk tavırla, “Görüyor musun işte; günahıma girdin, Fransız kızıyla ilişkim konusunda Prens Andrey’e yanlış bilgi verdin, oğlumla aramı bozdun; bana sen de gerekli değilsin, bu Fransız kızı da!” demek istiyor gibiydi.
Prenses Mariya; günün yarısını Nikoluşka ile geçiriyor, derslerini kontrol ediyor, Rusça öğretiyor ve müzik dersi veriyordu ona. Arada Desalles’le konuşuyor; günün geri kalan bölümünü de yaşlı dadıyla, kitaplarla ve kimi zaman arka kapıdan ziyaretine gelen din adamlarıyla geçiriyordu.
Prenses Mariya da savaş konusunda bütün öteki kadınlardan farklı düşünmüyordu. Cephede bulunan kardeşi için korkuyor ve hiçbir anlam veremediği insanların birbirlerini öldürmeye varan gaddarlıklarından dehşete düşüyordu. Ama kendisine daha eski savaşlardan farksız görünen bu savaşın önemi hakkında hiçbir fikri yoktu. Savaşın gelişmeleri ile yakından ilgilenen ve bu konudaki düşüncelerini kendisine açan Desalles; din adamlarının, Deccal’in gelişine ilişkin halk arasında yaygınlaşan söylentileri dehşet duyarak açıklamalarına ve artık Prenses Drubetskaya olan ve kendisiyle yeniden yazışmaya başlayan Jüli’nin Moskova’dan yurtseverlik dolu mektuplar göndermesine rağmen böyle bir fikir edinemiyordu.
Bir mektubunda şöyle diyordu Jüli:
Sevgili Dostum,
Size Rusça yazıyorum. Çünkü Fransız olan her şeyden nefret ettiğim gibi dillerinden de nefret ediyorum. Moskova’da hepimiz, İmparator’umuzun getirdiği coşkuyla doluyuz.
Zavallı kocam, Musevi lokantalarında eziyet ve açlık çekiyor. Ama ondan aldığım haberler, daha da yüreklendiriyor beni.
İki oğlunu kucaklayarak “Onlarla öleceğim ama yılmayacağız biz!” diyen Rayevski’nin kahramanlığını duymuşsunuzdur şüphesiz. Gerçekten de bizden iki kat fazla düşman karşısında sarsılmadık. Vaktimizi her zamanki gibi geçiriyoruz ama savaşta olması gerektiği gibi. Alina ve Sophie bütün gün benimle birlikte. Biz, yaşayan kocaların bahtsız dulları, sargı bezleri hazırlarken tadına doyum olmaz konuşmalar yapıyoruz. Bir de siz burada olsanız…
Prens Mariya’nın bu savaşın önemini kavrayamamasının başlıca nedeni, İhtiyar Prens’in savaştan söz etmemesi ve savaştan söz açtığı zaman Desalles’le sofrada alay etmesiydi. Prens o kadar kendinden emin ve sakindi ki Prenses Mariya hiçbir şey düşünmeden inanıyordu ona.
Temmuz ayı içinde durup dinlenmeden çalıştı İhtiyar Prens, yeni bir bahçe düzenledi ve hizmetçiler için yeni bir bina yaptırttı. Prenses Mariya; babasının az uyumasından, çalışma odasında her gün uyuma âdetinden vazgeçmesinden ve yattığı yeri her gün değiştirmesinden kaygılanıyordu sadece. Kimi zaman portatif karyolasını holde kurdurtuyor, kimi zaman misafir odasında divanın üzerinde ya da Voltaire koltuğunda elbiselerini değiştirmeden uyukluyor ve bu sırada Matmazel Bourienne’in yerini alan Petruşa ona kitap okuyor, kimi zaman da geceyi yemek salonunda geçiriyordu.
Ağustosun ilk günü, Prens Andrey’in ikinci mektubu da geldi. Ayrılışından az sonra yazdığı ilk mektubunda, babasına söylediklerinden ötürü bağışlanmasını rica etmiş; kendisine yine sevgiyle davranılmasını dilemişti ondan. İhtiyar prens, bu mektuba, sevgi dolu bir cevap yazdı ve bundan sonra Fransız kızını yanından uzaklaştırdı. Prens Andrey’in Vitebsk yakınlarında, Fransızların kenti işgalinden sonra yazdığı ikinci mektup ise bir planı; savaşın gelişmesine ilişkin kısa açıklamaları ve daha sonraki gelişmeler hakkındaki düşüncelerini kapsıyordu. Savaş alanına yakın ve düşmanın yolunun üzerinde bulunmalarının bir tehlike olduğunu belirten Prens, Moskova’ya gitmelerini tavsiye ediyordu.
O gün yemekte, Desalles’in, Fransızların Viteosk’a o girdikleri konusunda söylentiler olduğunu söylemesi üzerine İhtiyar Prens; oğlunun mektubunu hatırladı ve Prenses Mariya’ya “Prens Andrey’den bugün mektup aldım…” dedi. “Okumadın mı?”
“Hayır, mon pere.”[61 - “Babacığım.”] diye cevap verdi Prenses.
Geldiğini bile duymamış olduğu mektubu okuması imkânsızdı.
Prens içinde bulunulan savaştan söz ederken her zamanki alaycı gülümsemesiyle “Savaştan söz ediyor canım, hani şu savaştan.” dedi.
Desalles, “Çok ilginç olmalı…” dedi. “Prens işin içinde.”
Matmazel Bourienne de “Ah, ne kadar ilginç!” dedi.
İhtiyar Prens, Matmazel’e dönerek “Gidin getirin…” dedi. “Biliyorsunuz, küçük masanın üzerinde, tamponun altındadır.”
Matmazel Bourienne, sevinçle hopladı yerinden. Ama İhtiyar Prens kaşlarını çatarak bağırdı:
“Hayır, olmaz! Sen git Mihail İvaniç.”
Mihail İvaniç çalışma odasına gitti. Ama henüz çıkmıştı ki “Bir şey beceremez bunlar!” dedi Prens. “Her şeyi karmakarışık ederler.”
Kaygılı gözlerle, peçetesini atıp kendisi odaya yöneldi.
O çıkarken Mariya, Desalles, Matmazel Bourienne ve hatta Nikoluşka; hiçbir şey demeden bakışıp durdular. İhtiyar Prens, elinde mektup ve bir plan olduğu hâlde Mihail İvanoviç’le birlikte hızlı adımlarla geri döndü. Hepsini yanına koydu ve yemekte kimseye okutmadı.
Misafir salonuna geçilince mektubu Prenses Mariya’ya verdi. Yeni binalarının planını önüne serdi, gözlerini bunlara dikti ve Prenses Mariya’ya yüksek sesle okumasını söyledi. Mektubu okuyup bitiren Prenses Mariya, sorar gibi babasına baktı. Ama İhtiyar Prens plandan ayırmıyordu gözlerini, düşüncelerine dalmış gitmiş gibiydi.
“Bu konuda ne düşünüyorsunuz Prens?” diye sordu Desalles.
Prens, tatlı bir uykudan uyandırılmış da rahatsız edilmiş gibi ve gözlerini plandan ayırmaksızın “Ben mi ben mi?” dedi.
“Savaş alanının bize bu kadar yaklaşması çok mümkün görünüyor…”
“Ha, ha evet! Savaş alanı, doğru…” dedi İhtiyar Prens. “Her zaman söyledim ve yine söylüyorum, savaş alanı Polonya’dır ve düşman Niemen’den ileri geçemez.”
Düşman Dinyeper’de bulunduğu hâlde hâlâ Niemen’den söz eden Prens’e şaşkın şaşkın baktı Desalles. Niemen’in yerini unutan Prenses Mariya da babasının söylediklerinin doğruluğundan şüphelenmiyordu.
Kendisine daha dün olmuş gibi gelen 1807 Seferi’ni düşündüğü belli olan İhtiyar Prens, “Karlar eriyince hepsi Polonya bataklıklarında boğulurlar.” dedi. “Boğulduklarını görmezler tabii. Bennigsen’in Polonya’ya daha erken girmesi gerekirdi. O zaman durum kökten değişirdi…”
“Ama Prens…” diye çekingenlikle karşı çıktı Desalles. “Mektupta Vitebsk’ten söz ediliyor…”
Prens, hoşnutsuzluğu yüzünden belli olarak “Ha, mektupta mı? Evet, evet…” dedi. (Yüzünde derin bir üzüntü belirmiş ve bir süre susmuştu.) “Evet, Fransızların bilmem hangi ırmakta bozguna uğradıklarını yazıyor.”
Desalles, gözlerini yere indirdi.
“Prens bu konuda bir şey söylemiyor…” dedi kibarca.
“Yazmıyor mu? Ben mi uyduruyorum yani!”
Uzun bir süre sustular. İhtiyar Prens ansızın başını kaldırarak ve yapı planını göstererek “Evet, evet… Mihail İvaniç, söyle bakalım, bunda ne gibi değişiklikler yapmak istiyorsun?” dedi.
Mihail İvanoviç, plana yaklaştı; Prens onunla plan konusunda konuşmaya başladı ve sonra Prenses Mariya ile Desalles’e öfkeyle bakarak odasına geçti.
Prenses Mariya, Desalles’in babasına çevrilmiş bakışlarındaki sıkıntılı ve şaşkın anlamı fark etmişti. Susması da dikkatini çekmiş ve özellikle babasının, oğlundan gelen mektubu salon masasında unutmasına çok şaşmıştı. Ama bundan konuşmaktan, Desalles’e susmasının nedenini sormaktan korkuyordu. Bunları düşünmek bile korku veriyordu kalbine.
Prens’in gönderdiği Mihail İvaniç, Prens Andrey’in misafir odasında unutulan mektubunu almak için Prenses Mariya’nın yanına geldi. Prenses mektubu verdi. Pek yakışık almamasına rağmen babasının ne yaptığını Mihail İvaniç’e sordu.
“Çok meşgul…” dedi Mihail İvaniç saygılı ama alaycı bir gülümsemeyle.
Bu tebessüm, Prenses Mariya’nın sapsarı kesilmesine yetmişti. İvaniç konuşmaya devam etti:
“Yeni yapı üzerinde çok duruyorlar. Biraz okudular.” Sonra sesini alçalttı: “Şimdi de masanın başındalar, herhâlde vasiyetnameleriyle uğraşacaklar.”
Son zamanlarda, İhtiyar Prens’in en fazla sevdiği işlerden biri de ölümünden sonra bırakacağı ve “vasiyetnamem” dediği belgelerin hazırlanmasıydı.
“Alpatiç, Smolensk’e gönderiliyor mu?” diye sordu Prenses Mariya.
“Evet, efendim! Prens’in emirleri için çoktandır bekliyor.”
III
Mihail, mektubu alıp geri döndüğünde Prens gözlüklerini takmış; abajur mumların altında, kapağı açık yazı masasının başında gösterişli bir havayla oturmuş; biraz uzağında tuttuğu ve ölümünden sonra İmparator’a verilecek olan kâğıtlarını (Bunlara “değinmeler” diyordu.) okuyordu.
Mihail İvaniç içeri girdiği zaman, bunları yazdığı zamanları hatırlamanın etkisiyle gözleri dolmuştu. Getirilen mektubu aldı, cebine koydu. Kâğıtlarını yerleştirdi ve çoktandır bekleyen Alpatiç’i çağırttı.
Smolensk’te alacağı şeyler, Prens’in elindeki küçük bir kâğıtta yazılıydı. Prens, kapının yanında bekleyen Alpatiç’in önünde gezinerek emirler vermeye başladı:
“Önce mektup kâğıdı, anladın mı? Sekiz deste, işte şu örneğe uygun olacak, mutlaka, kenarları yaldızlı… Mihail İvaniç’in listesine göre de vernik ve mühür mumu alınacak…” Odada gezinip unutmaması için aldığı notlara baktı. “Sonra da mektubumu Vali’ye kendi elinle vereceksin.”
Yeni yapı için Kont’un düşündüğü çeşitten sürgüler mutlak alınmalıydı. Sonra, vasiyetnamenin konacağı ciltli dosyayı da ısmarlamak gerekiyordu.
Alpatiç’e emir vermesi iki saat kadar sürdü. Prens hâlâ bırakmıyordu adamcağızı. Oturdu, düşünceye daldı, gözleri kapandı, uyukladı. Alpatiç hafifçe kımıldadı olduğu yerde.
“Hadi, git git! Bir şey olursa çağırtırım seni…” dedi Prens.
Alpatiç çıktıktan sonra Prens yeniden yazıhanesine, yazı masasına şöyle bir göz attı; elini kâğıtların üzerinde gezdirdi ve kapağı kapattı. Vali’ye mektup yazmak için masanın başına geçti.
Mektubu hazır edip ayağa kalktığı zaman, vakit hayli geç olmuştu. Uyumak istiyordu ama en kötü düşüncelere yatakta daldığını ve uyuyamadığını biliyordu. Tihon’a seslendi, yatağı bu gece nereye sereceğini göstermek için onunla birlikte odaları dolaştı. Her köşeyi iyice gözden geçirerek dolaşıyordu.
Bir türlü yer beğenemiyordu, uyumaya alışık olduğu yazı odasındaki divan hepsinden kötüydü. Üzerinde yatarken korkunç şeyler düşünmüş olmalıydı, ürküyordu bu divandan. Yer beğenemiyordu; en iyisi, yine de dinlenme odasında piyanonun arkasındaki köşeydi; hiç uyumamıştı orada.
Tihon, sofracıbaşı ile birlikte yatağı getirdi ve yerleştirmeye başladılar.
Prens, “Öyle olmaz!” diye bağırdı. Ve karyolayı köşeden uzaklaştırdı ama sonra yeniden ileri dayattırdı. “Neyse bitti bu iş de. Şimdi dinlenebilirim…” dedi.
Ardından elbiselerini çıkarması için Tihon’a emir verdi.
Kaftanını ve pantolonunu çıkarmak için çaba harcayarak yüzünü buruşturuyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Sonra bütün ağırlığıyla çöktü karyolaya; sararmış, kupkuru bacaklarına bakarak küçümsercesine düşüncelere dalmıştı sanki. Ama aslında düşünmüyordu, bacaklarını kaldırıp yatağa yerleştirmesi için harcaması gereken çaba karşısında duraklamıştı. Of, ne güç iş! Of, şu acı çabuk dinse de beni bıraksanız! diye düşündü. Dudaklarını kısıp yirmi bininci defa aynı çabayı gösterdi ve yattı. Ama altındaki yatak, düzgün hareketlerle ve sanki soluyormuş gibi kıpırdanarak sallanmaya başladı. Hemen her gece böyle olurdu. Kapamış olduğu gözlerini açtı yeniden.
“Rahatlık yok ki! Tanrı’nın cezaları!” diye öfkeyle birilerine homurdandı. “Evet, önemli bir şey daha vardı; gece yatakta düşünürüm diye bırakmıştım. Sürgüler miydi? Hayır, söyledim bunu. Salonda bir şey olmuştu galiba. Prenses Mariya bir şey saçmalamıştı. Desal-les denen budala bir şey söylüyordu. Cebimde bir şey vardı, hatırlayamıyorum.”
Tihon’a seslendi:
“Tişka, yemekte ne konuşulmuştu?”
“Prens Mihail’den…”
“Sus bakayım!” diyerek elini masaya vurdu Prens. “Evet biliyorum, Prens Andrey’in mektubu. Prenses Mariya okudu onu. Desal-les de Vitebsk konusunda bir şey söyledi. Şimdi okurum mektubu.”
Mektubu getirtti, üstünde limonatası ve burmalı bir mum duran masanın yaklaştırılmasını emretti; gözlüğünü takıp okumaya başladı. Orada, yeşil abajurdan sızan hafif ışıkta, gecenin sessizliğinde mektubu okuyunca önemini birden kavradı:
“Fransızlar Vitebsk’te. Dört günlük yürüyüşle Smolensk’e varabilirler. Belki de varmışlardır bile.”
“Tişka!”
Tihon yerinden sıçradı.
“Hayır, istemez, istemez!” diye bağırdı Prens.
Mektubu şamdanın altına koyup gözlerini yumdu. Tuna Irmağı, aydınlık bir öğle vakti, kamışlar, Rus ordugâhı ve yüzünde tek kırışık olmayan, gözü pek, neşeli, genç bir general, yani kendisi, Potemkin’in sırmalı çadırına girerken gözünün önüne geldi ve bu gözdeye karşı duyduğu haset aynı güçle canlandı yüreğinde. Potemkin’le ilk karşılaşmasında söylenen bütün sözleri hatırladı. Sarı ve tombul yüzlü, kısa boylu ana kraliçe, kendisini iltifat ederek ilk defa kabul edişi, sonra katafalktaki yüzü ve elini ilk olarak öpme hakkı konusunda Zubof’la çıkan tartışma geldi gözünün önüne.
Ah! Hemen, çabucak o zamana dönebilsem! Şimdiki zaman çabucak sona erse ve beni rahat bıraksalar! dedi içinden.
IV
Prens Nikolay Andrey Bolkonski’nin malikânesi Lisi Gori, Smolensk’in altmış verst kadar arkasında ve Moskova yolunun üç verst uzağındaydı.
Prens’in, Alpatiç’e emirler verdiği gece Desalles; Prenses Mariya ile görüşmek istemiş ve İhtiyar Prens’in sağlığının yerinde olmadığı ve güvenlik konusunda hiçbir önlem almadığı için ve üstelik Prens Andrey’in mektubundan, Lisi Gori’de kalmanın tehlikeli olduğunun açıkça anlaşılmasından ötürü, Prenses Mariya’nın kendisinin Smolensk Valisi’ne bir mektup yazıp Alpatiç ile göndermesini ve durum konusunda kendisine bilgi verip burada kalmanın ne ölçüde tehlikeli olduğunu bildirmesini istemesini rica etmişti. Prenses Mariya, kendi ağzından Desalles’in yazdığı mektubu imzaladı ve hemen valiye götürmesini, tehlike söz konusu ise hemen geri dönmesini Alpatiç’e emretti.
Bütün emirleri aldıktan sonra Alpatiç, kendisini uğurlayan ev halkıyla birlikte, başında beyaz tüylü şapkası -Prens’in armağanıydı bu- ve elinde Prens’inkine benzeyen bir baston olduğu hâlde, besili üç kır atın koşulu olduğu arabaya binmek üzere dışarı çıktı.
Büyük çıngırak bağlıydı, küçüklerinin içine de kâğıt doldurmuşlardı. Prens, Lisi Gori’de kimsenin çıngırak kullanmasına izin vermiyordu. Ama Alpatiç, uzun yolculuklarda büyük ve küçük çıngırakları kullanmayı severdi. Alpatiç’i bütün takımı, ayak işlerine bakan çocuk, muhasebeci, efendilerin ve hizmetçilerin aşçıları olan kadınlar, iki ihtiyar kadın, seyis, arabacı ve ötekiler uğurlamaya çıkmışlardı.
Kızı; Alpatiç’in arkasına, basma kaplı kuş tüyü yastıklar, minderler yerleştirdi. Yaşlı baldızı, gizlice içi dolu bir çıkın yerleştirdi arabaya. Arabacı da binmesine yardım etti.
“Ah, kadınların şu işgüzarlığı! Ah, şu kadınlar, kadınlar!” dedi Alpatiç tıpkı Yaşlı Prens gibi konuşarak.
Sonra tarlalarda yapılması gereken işler hakkında talimat verdi ve Prens’i taklit etmeyi bir yana bırakarak dazlak kafasından şapkasını kaldırıp üç kere haç çıkardı.
Savaşa ve düşmana ilişkin söylentilere dolaylı olarak değinen karısı “Eğer bir şeyler olursa… N’olur geri dönün Yakof Alpatiç, bize acıyın!” diye bağırdı.
“Ah şu kadınlar, şu kadınlar! Kadınların şu işgüzarlığı!” dedi yine Alpatiç kendi kendine. Yer yer sararmış çavdar, henüz yeşil sık yulaflara ve çimenlerle kaplı ve bazı yerleri de kapkara olan tarlalara bakınarak yola koyuldu.
Bu yeni yaz gününü seyrederek, yer yer biçilmiş çavdar tarlalarının oluşturduğu çizgilere bakarak, tohum ve hasat konusunda hesaplar yaparak ve Prens’in unutulmuş bir emri olup olmadığını düşünerek ilerliyordu Alpatiç.
Yolda hayvanları yemlemek için iki kere durduktan sonra, 4 Ağustos akşamı kente vardı.
Yolda ağırlıklara ve askerî birliklere rastlamış, onları geçmişti. Smolensk’e yaklaşırken top sesleri duydu ama buna hiç şaşırmadı. En fazla ilgisini çeken şey, askerlerin yem için biçtikleri besbelli olan ve üzerinde ordugâh kurulmuş bulunan çok güzel bir yulaf tarlasıydı. Bu, çok etkilemişti Alpatiç’i ama kendi işlerini düşünerek çok geçmeden bunu da unuttu.
Otuz yıldır Alpatiç’in hayatla bütün ilgisi, yalnızca Prens’in istekleriyle sınırlanmıştı. Bu çemberin içinden hiçbir zaman çıkamamıştı o. Prens’in emirlerini uygulamaya ilişkin olmayan herhangi bir şey, ilgilendirmezdi Alpatiç’i ve onun için var bile olamazdı.
Alpatiç, 4 Ağustos akşamı Smolensk’e gelince Dinyeper’in öte yakasındaki Gaça varoşunda bir hanın önünde; otuz yıldır gelip gittiği Ferapontof’un Hanı’nın kapısında durdu. Ferapontof, Alpatiç’in olumlu sonuç veren aracılığıyla on iki yıl önce Prens’ten bir koru satın almış ve ticaret yapmaya başlamıştı. İl merkezinde bir evi, bir hanı, bir de uncu dükkânı vardı şimdi. Kalın dudaklı, iri burunlu, çatık siyah kaşlarının üzerinde yumrular göze çarpan, kırk yaşlarında, iri yarı ve koca göbekli bir mujikti Ferapontof.
Sırtında yelek ve basma bir gömlekle, sokağa bakan dükkânının önünde duruyordu. Alpatiç’i görünce hemen yaklaştı.
“Hoş geldin Yakof Alpatiç!” dedi. “Millet kentten çıkıyor, sen kente geliyorsun!”
“Ne? Kentten mi çıkıyor?” dedi Alpatiç.
“Tabii! Şu bizim millet aptaldır derim her zaman, korkarlar Fransızlardan!”
“Kadın uydurması bunlar, kadın lafı!” dedi Alpatiç.
“Tam üstüne bastın! Onları kentte bırakmamak gerektiği konusunda emir olduğuna göre, bu böyledir. Ama köylüler araba başına üç ruble istiyorlar, kimsede insaf kalmamış doğrusu.”
Yakof Alpatiç, yarım yamalak dinliyordu söylediklerini. Semaverin hazırlanmasını ve hayvanlar için kuru ot istedi. Çayını içtikten sonra da yattı.
Bütün gece boyunca hanın önünden askerî birlikler geçti. Alpatiç ertesi sabah, yalnızca kentte kullandığı elbisesini giyerek işlerini yapmak üzere dışarı çıktı.
Aydınlık bir sabahtı, saat sekiz olduğu hâlde hava iyice sıcaktı. Hasat için eşsiz bir gün! diye düşündü Alpatiç. Sabahın erken saatlerinden beri, kentin uzak yerlerinden silah sesleri duyuluyordu.
Saat sekizden sonra silah seslerinin yanı sıra top sesleri de duyulmaya başladı. Sokaklarda, aceleyle bir yerlere giden insanlar ve askerler görülüyordu. Ama arabacılar arabalarıyla dolaşıyor, esnaf dükkânlarının önünde duruyor, kiliselerde ayin yapılıyordu her zamanki gibi. Alpatiç; dükkânlara, resmî dairelere, postaneye, Vali’ye gitti. Buralarda herkes ordudan ve artık kente saldırmaya başlayan düşmandan söz ediyor ve birbirini yatıştırmaya çalışıyordu.
Vilayet konağının önünde toplanmış kalabalık, kazaklar ve Vali’nin uzun yol arabası, Alpatiç’in dikkatini çekti. Merdivenlerde iki soyluya rastladı. Bunlardan birini, eski polis komiserini tanıyordu. Komiser heyecanla konuşuyordu:
“Yalnız olan için sorun yok! Tek başın derdi mi olur? Ama on üç kişilik bir aileyi düşün! Mal mülk de var… Her şeyi berbat ettiler. Ne biçim hükûmet bu… Ah, bu haydutları asardım ben…”
Öteki, “Yeter canım!” dedi.
“Ne olur yani, isterlerse duysunlar! Köpek gibi mi yaşayacağız!”
Çevresine bakınırken Alpatiç’i gördü.
“Aaa! Yakof Alpatiç, burada işin ne?”
Alpatiç, Prens’i andığı zaman daima yaptığı gibi başını gururla dimdik tutup elini göğsüne koydu.
“Ekselanslarının emriyle Vali hazretlerine geldim…” diye cevapladı. “Durum konusunda bilgi edinmemi buyurdular.”
“Edin öyleyse… İşi o kadar berbat ettiler ki ne araba var ne bir şey! Duyuyorsun değil mi?” dedi silah seslerinin geldiği tarafı işaret ederek.
“İşi berbat ettiler, berbat! Mahvolduk! Haydutlar!”
Alpatiç başını sallayıp merdivenleri çıktı. Kabul salonunda birbirine sessizce bakan tacirler, kadınlar, memurlar gördü. Vali’nin odasının kapısı açıldı, hepsi kalkıp o yana yöneldiler. Kapıda bir kâtip göründü, bir tacirle konuştu, boynu istavrozlu bir başka memura seslendi ve kendisine çevrilen bakışlardan, yöneltilen sorulardan kurtulmak için hemen içeri girdi. Alpatiç ileri yürüdü, kâtip ikinci defa kapıda görününce elini redingotunun yakasının içine sokarak iki mektup uzattı.
“Prens Bolkonski’den, Sayın Baron Aş’a…” dedi kurumlu bir şekilde.
Öyle kurumlu bir şekilde söylemişti ki bunu, kâtip hemen dönüp mektupları aldı. Birkaç dakika sonra Vali’nin huzurundaydı. Vali aceleyle şöyle diyordu:
“Prens’e ve Prenses’e hiçbir şey bilmediğimi söyle. Ben, aldığım yüksek emirlere göre davranıyorum. Al, işte!” Alpatiç’e bir kâğıt uzattı. “Ama Prens rahatsız olduğuna göre, Moskova’ya gitmelerini salık veririm onlara… Ben de gidiyorum şimdi, bilgilerine sun bunları…”
Vali sözünü bitirmeden toza toprağa bulanmış, ter içinde bir subay koşarak geldi. Fransızca bir şeyler söylemeye başladı, Vali’nin yüzü allak bullak olmuştu.
Alpatiç’e başıyla işaret etti ve “Git!” dedi.
Sonra subaya bir şeyler sormaya başladı. Vali’nin odasından çıkan Alpatiç’in üzerine, korku ve çaresizlik dolu bakışlar çevrilmişti. Gittikçe şiddetlenen ve yaklaşan silah seslerine elinde olmadan kulak kabartan Alpatiç, hızlı adımlarla hana yöneldi.
Vali’nin Alpatiç’e verdiği kâğıtta şunlar yazılıydı:
Smolensk kentinin hiçbir tehlike karşısında olmadığını ve tehlike ihtimalinin de bulunmadığını belirtmek isterim. Bir taraftan ben, öte yandan Prens Bagration, ayın yirmi ikisinde Smolensk önünde gerçekleşecek birleşme için hareket hâlindeyiz. İki ordunun birleşik kuvvetleri, yurdu düşmanlardan temizleyinceye ya da son neferini kahramanca feda edene kadar, size emanet edilen kenti savunacaklardır. Smolensk halkını yatıştırmak için elinizde haklı nedenler var. Böyle iki kahraman ordunun koruduğu kimseler bundan emin olabilirler.
(Barclay de Tolly’nin, Smolensk Sivil Valisi Aş’a günlük emri, yıl 1812.)
Halk, sokaklarda kaygı içinde dolaşıyordu.
Sandalyelerle, kap kacakla, küçük dolaplarla ağzına kadar yüklü arabalar evlerin avlu kapılarından çıkıp yola koyuluyorlardı. Ferapontof’nun komşularının evi önünde arabalar duruyor, kadınlar ağlaşarak birbirlerinden ayrılıyordu. Koşulu hayvanların önünde dört dönen bir ev köpeği havlayıp duruyordu.
Alpatiç, her zamankinden çok daha hızlı yürüyerek avluya girdi; dosdoğru atlarının, arabasının bulunduğu odunluğa yöneldi. Uyuyan arabacıyı uyandırdı, atları arabaya koşmasını emrederek eve girdi. Ev sahibinin odasından çocuk ağlamaları, iç parçalayıcı kadın hıçkırıkları, Ferapontof’un boğuk ve öfkeli sesi geliyordu. Alpatiç içeri girdiğinde aşçı kadın, ürken bir tavuk gibi çırpınıyordu:
“Bayılttı bizim hanımı, bayılttı! Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
“Ne diye dövdü?”
“Hanım gitmek istedi. ‘Götür beni, çoluk çocuğu perişan etme!’ dedi. ‘Bütün halk çekip gitti, biz niye duruyoruz.’ dedi. Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
Alpatiç, bu sözleri doğru buluyormuş gibi başını salladı. Başka bir şey sormadan satın aldığı şeylerin bulunduğu yere, ev sahibinin odasının kapısında bulunan odaya yöneldi.
Bu sırada başında parçalanmış bir başörtüsü, kollarında bir çocukla, sarı benizli, kupkuru bir kadın kapıdan fırladı ve avluya kaçarken bağırdı:
“Alçak, rezil!”
Arkasından Ferapontof çıktı, Alpatiç’i görür görmez yeleğine ve saçlarına çekidüzen verdi, esnedi ve onun ardından odaya girdi.
“Gidiyor musun yoksa?” dedi.
Alpatiç, cevap vermeden ve ev sahibine bakmadan eşyalarını toplamaya koyuldu ve borcunun ne kadar olduğunu sordu.
“Hesap ederiz canım. Eee, Vali’nin yanında neler oldu?” diye sordu Ferapontof. “Neye karar verildi?”
Vali’nin kesin bir şey açıklamadığını söyledi Alpatiç.
“Olacak iş mi bu?” dedi Ferapontof. “Dorogobuj’a kadar her yük arabası için yedi ruble vermek gerekiyor. Dedim ya, insanlarda insaf kalmamış.”
Bir an durakladıktan sonra, “Perşembe günü işi yolundaydı Silvanof’un, çuvalı dokuz rubleden un sattı orduya…” diye ekledi. “Çay içecek misiniz?”
Atlar koşulurken ikisi birlikte çayı içtiler. Zahire fiyatları, hasat için elverişli ve bereketli havalar konusunda konuştular.
Üç bardak çayı içmiş olan Ferapontof, “Sesler kesildi. Bizimkiler ağır basmış olmalı…” dedi. “Kente giremezler, denmişti; yeterince kuvvetimiz var demek… Geçenlerde anlattılar: Matvey İvaniç Platof, hepsini Marin Irmağı’na dökmüş; bir günde on sekiz bin kadarını boğmuş.”
Alpatiç, satın aldığı şeyleri topladıktan sonra arabacıya verdi ve ev sahibiyle hesabını gördü. Yola koyulan kibitkaların tekerleklerinin gürültüleri, çıngırak ve nal sesleri duyuluyordu avlu kapısından.
Vakit öğleyi hayli geçmişti, sokağın bir yarısı gölgeydi, öteki yarısı da parlak güneş ışığı içindeydi. Pencereden baktıktan sonra kapıya doğru yürüdü Alpatiç. Ansızın bir ıslık ve çarpan bir cismin sesi duyuldu uzaktan. Ardından pencereleri zangırdatan top sesleri geldi.
Alpatiç sokağa çıkınca iki adamın köprüye doğru koştuğunu gördü. Islıklar, kente düşen güllelerin uğultusu, humbaraların patlaması duyuluyordu dört bir yandan. Ama bunlar pek açıkça duyulmuyor ve kenttekiler, ötelerden gelen top seslerinin yanında bu gürültüleri pek fark etmiyorlardı. Napolyon’un yüz otuz topla saat beşte başlamasını emrettiği bombardımandı bu. Halk, bombardımanın anlamını başlangıçta kavrayamamıştı.
Düşen güllelerin ve patlayan humbaraların sesleri, merak uyandırmıştı önceleri. Odunluğun önünde yüksek sesle ağlayıp duran Ferapontof’un karısı, kollarında çocuğu olduğu hâlde avlu kapısına çıktı; bir şey söylemeden halka baktı ve sesleri dinledi.
Aşçı kadın ve bir dükkâncı da kapıya çıktılar. Hep birlikte, neşeli bir merak içinde başlarının üstünden geçen gülleleri görmeye çalışıyorlardı. Sokağın köşesinde, heyecanla konuşan birkaç kişi belirmişti.
“Amma da kuvvetliymiş ha!” dedi biri. “Damı da tavanı da tuzla buz etti.”
“Toprağı da domuz gibi eşeledi…” dedi bir başkası. “İnsanı yüreklendirir bu doğrusu…” diye de ekledi gülerek.
“İyi ki yana fırladın, yoksa dümdüz edecekti seni!”
Ötekiler de bu adamların yanına gittiler. Adamlar bir güllenin, hemen yanı başlarındaki eve nasıl düştüğünü anlatıyorlardı. Bu sırada; başka mermiler, hızlı ve hazin ıslıklarla gülleler, tatlı bir vızıltıyla humbaralar, halkın tepesinde uçuşup durmaktaydı. Ama mermilerin hiçbiri yakına düşmüyor, geçip gidiyordu. Alpatiç, kibitkasına bindi. Ev sahibi kapıdaydı. Anlatılanları merak ettiği için çıplak dirseklerini oynata oynata kırmızı etekliğiyle köşebaşına yönelen aşçı kadına bağırdı:
“Ağzı açık ayran budalası gibi ne yapıyorsun orada?”
“Ay, ne tuhaf şey!” diye mırıldandı aşçı kadın.
Ama ev sahibinin sesini duyunca kıvırdığı etekliğini düzelterek geri döndü.
Bir ıslık daha duyuldu. Ama bu seferki çok yakındı. Bir gülle yukarıdan aşağı kuş gibi süzüldü, sokağın ortasında parladı, bir patlama sesi duyuldu ve etrafı duman kapladı.
Ev sahibi, aşçı kadına doğru koşup haykırdı:
“Rezil! Ne yapıyorsun orada?”
O anda çığlıklar kapladı ortalığı, bir çocuk korkuyla ağlamaya başladı; kalabalık, sapsarı yüzleriyle aşçı kadının çevresinde toplanmıştı.
Aşçı kadının iniltileri ve haykırışları bütün gürültüleri bastırıyordu:
“Ah kardeşlerim, canım kardeşlerim, ölüme bırakmayın beni! N’olur, canım kardeşlerim!”
Biraz sonra, sokakta kimse kalmamıştı. Şarapnel parçasıyla kalça kemiği kırılan aşçı kadını mutfağa taşıdılar. Alpatiç, arabacısı, Ferapontof’un karısı, çocukları ve kapıcı; bodrumda oturmuş, çevreyi dinliyorlardı. Topların uğultuları, mermilerin ıslık sesleri ve aşçı kadının hepsini bastıran iniltileri bitmek bilmiyordu. Hancının karısı, bir yandan çocuğunu sallayarak avutuyor; öte yandan bodruma giren herkese, sokakta kalan kocasının nerede olduğunu acıma hissi uyandıran bir şekilde fısıldayarak soruyordu. Bodruma gelen dükkâncı, kocasının kalabalıkla birlikte mucizeli Smolenski ikonasının kaldırıldığı katedrale gittiğini söyledi ona.
Ortalığın kararmasıyla birlikte top sesleri de kesildi. Alpatiç kapıya çıktı ve eşikte durdu. Saydam gökyüzü dumanlarla kararmıştı. Yükseklerdeki yeni ay hilali, dumanların arasında garip bir şekilde parlıyordu. Top uğultularından sonra her yandan işitilen ayak sesleri, iniltiler, uzaklardan duyulan çığlıklar ve yangın çatırtılarının bozduğu bir sessizlik yayılmıştı kentin üzerine. Aşçı kadın inlemiyordu artık. Şurada burada, duman sütunları göğe yükseliyor ve dağılıyordu. Sırtlarında çeşitli üniformalar bulunan askerler, düzenli bir şekilde değil; bozulan bir yuvadan çıkan karıncalar gibi sağa sola gidiyor, koşuşup duruyorlardı. Bunlardan birkaçının Ferapontof’un avlusuna kaçtığını gördü Alpatiç ve dışarı çıktı. Bir alay itişerek geri geri gidiyor, yolu tıkıyordu.
Alpatiç’i fark eden bir subay “Kent teslim ediliyor, kaçın buradan, kaçın!” dedi.
Ve askerlere dönerek haykırdı:
“Evlere kaçmak neymiş, gösteririm ben size!”
Eve dönen Alpatiç, yola çıkması için arabacıya seslendi. Alpatiç’in ve arabacının ardından, evdekilerin hepsi sokağa döküldü. Dumanları ve alaca karanlıkla birlikte iyice fark edilmeye başlanan yangın alevlerini gören kadınlar, birden haykırıp bağırmaya başladılar. Sokağın öteki ucundan, onların yankısı gibi başka haykırışlar duyuldu. Alpatiç, çatı saçağı altında birbirine karışmış dizginleri ve koşumları düzeltmek için titreyen ellerle arabacıya yardım ediyordu.
Kapıdan dışarı çıkarken Ferapontof’un açık dükkânında, on kadar askerin, yüksek sesle konuşarak torbalarını ve çantalarını buğday unu ve ayçiçeğiyle tıka basa doldurduklarını gördü. Sokaktan dönen Ferapontof da o sırada dükkâna girdi. Askerlere bağırmak istedi önce ama birden olduğu yerde kaldı ve parmaklarını saçlarına geçirerek hıçkırıklarla ve yüksek sesle gülmeye başladı.
“Alın çocuklar, hepsini götürün. Şu iblislere hiçbir şey bırakmayın!” diye haykırdı ve çuvalları yakalayıp sokağa fırlatmaya başladı.
Askerlerin bazıları korkup kaçtılar ama bazıları torbalarını ve çantalarını doldurmaya devam ettiler. Ferapontof, Alpatiç’i görmüştü.
“Rusya bitti artık!” diye bağırdı. “Alpatiç, bitti artık! Hepsini kendi elimle yakacağım, bitti artık!”
Ardından koşarak eve girdi.
Yığınlarca asker, sokağa üşüşmüştü. Geçemeyen Alpatiç beklemek zorunda kaldı. Ferapontof’un karısı da yanında çocukları, bir araba içinde hemen oradan uzaklaşmak için fırsat kolluyordu.
Vakit hayli ilerlemişti. Gök yıldızlıydı ve hilal, dumanlar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Askerler ve öteki arabaların yanı sıra ilerlemeye çalışan Alpatiç’in ve Ferapontof’un karısının arabaları Dinyeper’in inişinde durmak zorunda kaldılar. Durdukları dört yol ağzının biraz ilerisinde yanan bir ev ve bazı dükkânlar görünüyordu. Yangın neredeyse sönecekti. Ama alevler kimi zaman azalıyor, kara dumanlar arasında görünmez oluyor kimi zaman da birden parlayarak dört yol ağzında birikmiş olan insanların yüzlerini şaşılacak ölçüde aydınlatıyordu. Yangının önünden kapkara insan silüetleri geçiyor, ateş çıtırtıları arasında koşuşmalar ve çığlıklar işitiliyordu. Alpatiç yere indi ve arabasının kolayca ilerlemeyeceğini görünce yangını seyretmek üzere sokağa girdi. Askerler, yangının çevresinde gidip geliyorlardı. İki askerle yün kumaştan kaput giymiş bir adamın yanan mertekleri yandaki bir avluya sürüklediklerini, başkalarının da kucak kucak kuru ot taşıdıklarını gördü.
Çevresini alev sarmış bir ambarın karşısında duran kalabalığa yaklaştı. Alev duvarları sarmış, arka duvar yıkılmıştı; ince tahtalardan yapılmış çatı, neredeyse çökecekti. Kalabalığın, çatının çökeceği anı beklediği belliydi. Alpatiç de aynı şeyi bekliyordu. Tanıdık bir ses duydu birden:
“Alpatiç!”
Genç Prens’in sesini tanımıştı Alpatiç.
“Aman Tanrı’m! Ekselans, siz!..”
Sırtında peleriniyle, yağız bir at üzerinde kalabalığın arasında duruyordu Prens Andrey ve Alpatiç’e bakıyordu.
“Ne işin var burada?” diye sordu.
“Ekselans, Ekselans!” diyen Alpatiç hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
Kekeleyerek devam etti:
“Eksel… Eksel… Yoksa işimiz bitti mi?”
“Ne işin var burada?” diye tekrarladı Prens Andrey.
Parlayan alevde, genç efendisinin bitkin ve sararmış yüzünü görüvermişti Alpatiç. Niçin gönderildiğini ve yolda nasıl güçlük çektiğini efendisine açıkladı.
“Ekselans, işimiz bitti mi yoksa?” diye yeniden sordu Alpatiç.
Cevap vermeyen Prens Andrey not defterini çıkardı, dizine dayayarak kurşun kalemle kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Kız kardeşine yazıyordu:
Smolensk terk edilecek, Lisi Gori de bir hafta içinde düşman tarafından işgal edilecek. Derhâl Moskova’ya hareket etmelisiniz. Yola çıktığınızda Usviyaj’a, bana bir adam göndererek haber verin.
Kâğıdı yazıp Alpatiç’e verdikten sonra Prens’in, Prenses’in, oğlunun ve öğretmeninin yola çıkmaları sırasında neler yapılacağı ve kendisine nasıl ve nereye haber gönderileceği konusunda sözlü emirler verdi. Sözlerini bitirmeden kurmay başkanlığı subaylarından birinin maiyetiyle ve at sırtında kendisine yaklaştığını gördü Andrey.
Subay ona tanıdık gelen bir sesle ve Alman aksanıyla “Albay mısınız siz?” diye haykırdı. “Karşınızda evler yanıyor, siz burada öylece duruyorsunuz. Ne demek bu? Hesabını vereceksiniz!”
Haykıran, birinci ordu piyade kuvvetleri sol kanat kurmay başkanı yardımcılığına getirilmiş olan Berg’di ve bu görevin çok elverişli, çok istenen bir görev olduğunu söyleyip duruyordu.
Prens Andrey cevap vermeden ona baktı ve Alpatiç’e emirlerini açıklamaya devam etti.
“Ayın onuna kadar haber beklediğimi söyle. O tarihte hepsinin gittiği konusunda haber alamazsam burada her şeyi yüzüstü bırakıp Lisi Gori’ye gelmek zorunda kalacağım.”
Berg, Prens’i tanıyarak “Prens, yalnızca emirleri yerine getirmek zorunda olduğum için böyle konuşuyorum. Emirleri eksiksiz yerine getiririm. Beni bağışlayın lütfen!” diye özür dilemeye başlamıştı.
Alevlerin orta yerinde bir çatırtı duyulmuştu. Ateş bir an söner gibi oldu ve damdan kalın duman sütunları yükseldi. Ardından daha şiddetli bir çatırtı duyuldu ve ağır bir kütle yere çöktü.
İçinden yanmış çörek kokusu gelen ambarın çöküşüyle birlikte halk “Hurra!” diye bağırdı.
Parlayan bir alev yangının çevresindeki insanların heyecanlı, neşeli ve yorgun yüzlerini aydınlattı.
Yün kaputlu adam, elini havaya kaldırıp haykırdı:
“Yaşasın! Ne güzel yanıyor be! Ne güzel değil mi çocuklar?..”
“Bu, mal sahibinin kendisi!” diyen sesler duyuldu.
Prens Andrey, “Anladın değil mi? Dediklerimi aynen tekrarlarsın…” dedi.
Ve yanında suspus duran Berg’e tek kelime söylemeden atını mahmuzlayıp uzaklaştı.
V
Birlikler, Smolensk’ten çekiliyordu. Düşman da peşlerindeydi. Prens Andrey’in komuta ettiği alay, 10 Ağustos’ta, Lisi Gori’ye giden caddeyi kesen büyük yolda ilerliyordu. Sıcak ve kuraklık üç haftadır sürüp gitmişti. Gün boyunca beyaz bulutlar güneşi kapatarak geçip gidiyorlardı ama akşama doğru hiçbiri görünmez oluyordu. Esmerimtrak ve kırmızı bir buğunun arasına giriyordu güneş. Gecenin bol çiği biraz serinlik veriyordu yalnızca. Biçilmeden bırakılmış ekinler kurumuş, taneler dökülmüştü. Bataklıklar da kurumuştu. Kavrulmuş çayırlarda yiyecek bir şey bulamayan hayvanlar açlıktan böğürüyorlardı. Yalnızca ormanlarda ve geceleyin, çiğ devam ettiği sürece biraz serinlik oluyordu. Ama birliklerin izlediği büyük yolda geceleyin ormanlardan geçilse de serinlik diye bir şey yoktu. Yarım ayak kalınlığındaki kumlu tozda, çiğ taneleri kaybolup gidiyordu. Ortalık ağarırken yola çıkılıyor; ağırlık kolları ve topçu birlikleri dingillere kadar, piyadeler baldırlarına kadar bu yumuşak, boğucu ve geceleri bile soğumayan kumlu tozlarda sessizce ilerliyorlardı. Kumlu tozların bir bölümü ayaklar ve tekerlekler altında daha da ufalanıyor, bir bölümü de havaya yükselip askerlerin üzerinde bir bulut oluşturuyor; gözlere, saçlara, kulaklara, burun deliklerine ve özellikle yolda ilerleyen insanların ve hayvanların ciğerlerine doluyordu. Güneşle birlikte toz bulutu da yükseliyordu. Önü bulutlarla kaplı olmayan güneşe, bu ince ve kızgın toz bulutu arasından çıplak gözle bakılabilirdi. Kocaman, kıpkırmızı bir yuvarlak gibi görünüyordu güneş. Rüzgâr yoktu, durgun hava insanları boğuyordu. Burunlarına, ağızlarına mendiller sarmışlardı. Bir köye varınca hemen kuyulara saldırıyor, su için boğuşuyorlar ve geride çamur kalana kadar içiyorlardı suları.
Prens Andrey, bir alaya komuta ediyordu. Alayın yönetimi, askerlerin rahat ettirilmesi, emir alıp verme bütün zamanını dolduruyordu. Smolensk yangını ve kentin terk edilmesi, Prens’in hayatında yepyeni bir dönem başlatmıştı. Düşmana duyduğu yeni kin, kendi derdini unutturmuştu ona. Bütün varlığıyla, alayının işleriyle uğraşıyordu. Askerlere ve subaylara ilgi gösteriyor, onları hoş tutuyordu. Alaydakiler, “Bizim Prens” dedikleri Andrey’le övünürler ve onu severlerdi. Andrey, Timohin ve benzerleri gibi yeni ve yabancı bir çevreden gelmiş olan ve kendisinin geçmişini bilmesi imkânsız olan kimselere karşı iyi ve sabırlı davranırdı. Eskiden tanıdığı kimselerden biriyle karşılaştığında tüyleri diken diken oluyor; sert, alaycı, hor gören bir kimse hâline geliyordu. Geçmişin anılarına ilişkin her şey tiksindiriyordu onu ve o yüzden o bir zamanların dünyasına karşı haksız bir duruma düşmemeye, vazifesini yerine getirmeye çalışıyordu.
Gerçekten de 6 Ağustos’tan, yani Smolensk’in terk edilmesinden -oysa ona göre bu kent savunulabilirdi ve savunulmalıydı- ve özellikle hasta babasının Moskova’ya kaçmak ve çok sevdiği, kendisinin kurup yaşanır hâle getirdiği Lisi Gori’yi talancılara bırakmak zorunda kalışından beri her şey kapkara görünüyordu Prens Andrey’e. Ama alayı, bu tür genel düşüncelerden kurtulmasını sağlıyordu. 10 Ağustos günü, alayının bulunduğu kol, Lisi Gori hizasına ulaşmıştı. Babasının, oğlunun ve kız kardeşinin Moskova’ya gittiklerini bildiren mektubu iki gün önce almıştı Prens Andrey. Lisi Gori’de yapacağı bir şey yoktu ama kendisine özgü dert tazeleme arzusuyla oraya gitmesi gerektiğine karar verdi.
Atını eyerlenmesini emretti ve konak yerinden, doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği babasının malikânesine doğru yola çıktı. Bir sürü kadının çene çalarak çamaşır tokaçladıkları gölün kıyısında kimsenin bulunmadığını ve yarı yarıya batmış salın, gölün ortasında ağır ağır yüzdüğünü gördü. Bekçi kulübesine yaklaştı. Açık olan taş avlu kapısında kimse yoktu. Bahçenin yollarında otlar büyümüştü bile; danalar, atlar İngiliz bahçesinde başıboş dolaşıyorlardı. Prens Andrey kış bahçesine yaklaştı: Camlar kırılmış, kasalardaki fidanların kimi kurumuş kimi de devrilmişti. Bahçıvan Taras’a seslendi ama cevap veren olmadı. Taraçanın üstünden kış bahçesine dolandı, oymalı parmaklığın tamamen yıkılmış olduğunu ve eriklerin dallarıyla koparılarak yolunduğunu gördü. Yaşlı bir mujik -Prens Andrey, çocukluğunda kapıda görürdü onu- yeşil bir sıraya oturmuş, ağaç lifinden çarık örüyordu.
Sağır olduğu için Prens Andrey’in geldiğini duymamıştı. Yaşlı mujik, Prens’in oturmayı sevdiği sırada oturuyordu. Yanında, kırık ve kurumuş bir manolyanın dallarına lif çilesi asılıydı.
Prens Andrey eve yöneldi; eski bahçedeki birkaç ıhlamurun kesilmiş olduğunu, bir alaca atın yavrusuyla güller arasında dolaştığını gördü. Evin panjurları çivilenmişti. Yalnızca aşağıda bir pencere açıktı. Hizmetkârlardan birinin çocuğu, Prens Andrey’i görerek içeri kaçtı.
Ailesini göndermiş olan Alpatiç, yalnız başına Lisi Gori’de kalmıştı. Evinde oturmuş Ermişlerin Hayatı’nı okuyordu. Prens Andrey’in geldiğini öğrenince gözlükleri burnunun üstünde, düğmelerini ilikleyerek evden çıktı; hızla Prens’e yaklaştı ve hiçbir şey söylemeden dizlerine sarılarak ağlamaya başladı.
Sonra böyle bir çocuk gibi davranmasına kızıp kendini toparlayarak olup bitenleri anlatmaya başladı. Değerli ne varsa Boguçorovo’ya gönderilmişti. İki yüz elli kental kadar tutan buğday da oraya ulaştırılmıştı. Alpatiç’in dediğine göre bu yıl olağanüstü olan ot ve ekin yeşilken askerler tarafından biçilmişti. Mujikler çok kötü durumda kalmıştı. Bir kısmı Boguçorovo’ya gitmiş, geriye az bir kimse kalmıştı.
Alpatiç sözünü bitirmeden Prens Andrey sordu:
“Babam ve kız kardeşim ne zaman gittiler?”
“Moskova’ya ne zaman gittiler?” demek istiyordu Prens. Ama Alpatiç Boguçorovo’ya ne zaman gittiklerinin sorulduğunu sanarak ayın yedisinde ayrıldıklarını bildirdi ve yeniden evdeki işlerden söz ederek emir bekledi.
“Makbuz karşılığı orduya yulaf vermemi emir buyurur musunuz? Bizde hâlâ bir yüz kental kadar var…” dedi.
Sorularının yersizliğini bilen ama çektiği acıyı dindirmek için sorup duran ihtiyarın güneşte parıldayan kellesine bakan Prens Andrey, Ona ne cevap vermeli? diye düşündü.
“Peki ver öyleyse…” dedi sonunda.
“Bahçenin hâli gözünüzden kaçmamıştır. Önleyemediğimiz için böyle oldu. Üç alay geceledi burada, hele dragonları sormayın! Şikâyet etmek için komutanın rütbesini ve adını aldım.”
“Peki sen ne yapacaksın? Düşman buraya gelirse kalacak mısın?” diye sordu Prens.
Alpatiç yüzünü çevirerek ona baktı ve gösterişli bir hareketle elini gökyüzüne doğru kaldırarak “O benim koruyucumdur, ne isterse o olur!” dedi.
Başları açık bir köylü ve hizmetkâr kalabalığı çimlerin üzerinde ilerleyerek Prens Andrey’e yaklaşıyordu.
Prens, Alpatiç’e doğru eğilerek “Eh öyleyse görüşmek üzere…” dedi. “Sen de git, ne götürebilirsen yanına al götür! Köylülere de Ryazan’daki ya da Moskova yakınındaki malikâneye gitmelerini söyle.”
Alpatiç, Prens’in bacaklarına sarılıp ağlamaya başladı. Prens, yumuşak bir hareketle onu kendisinden ayırdı ve atını sürerek ağaçlı yoldan dörtnala indi.
İhtiyar mujik, taraçada, sevilen bir ölünün yüzündeki sinek gibi kayıtsızca olduğu yerde duruyor; çarığın kalıbına vuruyordu. İki kız çocuğu, etekleri kopardıkları eriklerle dolu koşarak geliyorlardı. Ansızın Prens Andrey’le karşılaştılar; büyüğü, Prens’i görünce küçüğün elini korkuyla kavradı; etrafa saçılan erikleri toplamaya zaman bulamadan bir kayın ağacının arkasına saklandılar.
Prens Andrey, kendilerini fark ettiğini anlayıp korkuya kapılmasınlar diye başını hemen çevirdi. Bu güzel ve korku içindeki küçük kız çocuğuna bakmaya çekiniyordu ama bakmak için güçlü bir istek de duyuyordu içinde. Çocukları görünce yepyeni, rahatlatıcı, yatıştırıcı bir duygu kaplamıştı benliğini; kendisininkilerden kökten farklı ama o ölçüde haklı başka ilgi ve isteklerin de var olduğunu kavramıştı. Bu küçük kızlar, tutkuyla tek bir şey istiyorlardı: Yeşil erikleri götürüp kimse görmeden yemek. Ve Prens Andrey, onların bu girişiminin başarıya ulaşmasını içtenlikle diliyordu. Onlara şöyle bir bakmaktan alamadı kendini. Çocuklar, güven içinde olduklarını sanarak pusularından çıktılar; incecik sesleriyle yaygaralar kopararak eteklerinin uçlarını kaldırıp çayırın üzerinde küçük ve esmer bacaklarıyla neşe ve canlılık içinde koşturdular.
Prens Andrey, birliklerin izlediği büyük yoldaki tozlu bölgeden kurtulunca biraz ferahlamıştı. Ama Lisi Gori’ye yakın bir yerden büyük yola yeniden çıkan ve küçük bir göl bendi yakınında mola vermiş olan alayına yetişti. Öğleüstü saat ikiydi ve güneş, tozlar içinde kırmızı bir topu andıran ceketinin içinde sırtını dayanılmaz bir acıyla yakıp kavuruyordu. Toz, dinlenen birliklerin üzerinde hiç kımıldamadan asılıp kalmış gibiydi. Esinti yoktu, su bendi boyunca ilerlerken çamur kokusunu ve gölün çevreye yaydığı serinliği duyuyordu Prens Andrey. Çok pis de olsa suya girmeye can atıyordu. Haykırmalar ve kahkahaların duyulduğu göle baktı. Bu küçük, bulanık ve sazlı su birikintisi; yarıdan fazla yükselmiş ve bendi doldurmuş gibiydi. Elleri, yüzleri ve boyunları kiremit kırmızısı askerlerin beyaz ve çıplak gövdeleri, küçük gölün her yanını doldurmuştu. Bütün bu çıplak ve beyaz vücutları, çamurlu gölün içinde yakalanmış balıklar gibi çırpınıp duruyorlardı. Bu suya batıp çıkmalarda neşeli bir yan vardı ve bu da insanın içini hüzünle dolduruyordu.
Baldırı kayışlı sarışın ve genç bir asker -Prens Andrey onu üçüncü bölükten tanırdı- hız alıp dalmak için haç çıkararak geri geri çekiliyordu. Saçları dağınık ve yağız bir astsubay, beline kadar suya girmişti ve kaslı gövdesini hareket ettiriyor, bileklerine kadar kapkara elleriyle başını ıslatarak neşeli neşeli soluyordu. Şamar sesleri, çığlıklar, bağırmalar her yanı kaplamıştı.
Kıyılarda, bentte, küçük gölde, her yerde, kaslı ve sağlıklı insan gövdeleri görülüyordu. Küçük kırmızı burunlu Subay Timohin; elinde bir havlu, bendin üzerinde kurulanıyordu. Prens’i görünce tedirgin oldu ama bir şeyler söylemekten de geri kalmayarak “Çok iyi geliyor insana Ekselans…” dedi. “Siz de bir deneseniz!”
“Çok pis su!” dedi Prens Andrey yüzünü buruşturarak.
“Derhâl temizleriz efendim.”
Timohin, daha giyinmeden gerekeni hemen yapmak için koştu.
“Prens suya girmek istiyor!” diye bağırdı.
“Hangi Prens? Bizimki mi?” diyen sesler yükseldi.
Askerler hemen toparlanmaya çalıştılar. Prens, onları yatıştırana kadar zorluk çekti. Salaçta su dökünmenin daha iyi olacağına karar vermişti.
Ten, gövde, chair â canon…[62 - Kurbanlık] diye düşündü çıplak gövdesine bakarak ve soğuktan çok, pis suya dalıp çıkan insan vücutları karşısında içini kaplamış olan ve ne olduğunu pek kavrayamadığı tiksintinin ve dehşetin etkisiyle titredi.
Prens Bagration, Smolensk yolu üzerindeki Mihailovka karargâhından 7 Ağustos’ta şu mektubu yazdı:
Sayın Kont Aleksey Alekseyeviç,
(Arakçeyef’e yazdığı bu mektubu İmparator’un da okuyacağını bildiği için sözcükleri, elinden geldiği kadar titizlikle seçiyordu.)
Smolensk’in düşmana bırakılması konusundaki raporunu, nazırın daha önce sunduğunu sanıyorum. En önemli bir yerin düşmana boşu boşuna terk edilmesi çok ağır, çok üzücü bir şeydir ve orduyu umutsuzluğa sürüklemiştir. Ben, bu konuda nazıra kesinlikle ısrar ettim ve yazdım da. Ama hiçbir şey yola getirmedi onu. Napolyon’un şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı zor bir duruma düşmüş olduğuna şerefim üzerine yemin ederim. Ordusunun yarısını kaybederdi de yine Smolensk’i alamazdı. Askerimiz, her zamankinden daha yiğitçe dövüştü ve dövüşüyor. Ben, bin beş yüz kişiyle düşmanı otuz beş saatten fazla duraklattım ve sonunda yendim. Ama nazır, on dört saat bile dayanmak istemedi. Bu ayıptır ve ordumuza sürülmüş bir lekedir. Ona gelince; yaşamaya layık bir kimse bile değildir bence. Kaybın büyük olduğunu söylerse yalandır bu ancak dört bin kişi kaybettik, hatta o kadar bile değil. On bin olsaydı, ne olurdu; savaş bu! Ama bu durumda düşman, çok büyük kayıplara uğrayacaktı.
İki gün daha dayansaydık ne olurdu? En azından düşman kendisi gidecekti çünkü ne askerlere ne de atlara içirecek suları vardı. Çekilmeyeceği konusunda bana söz verdi ama geceleyin çekildiğini bildirdi ansızın. Böyle savaşılamaz ve böyle olursa sonunda düşmanı Moskova’ya getiririz…
Barış yapmayı düşündüğünüz söyleniyor. Tanrı, bundan korusun bizi! Bütün fedakârlıklardan ve saçma sapan çekilmelerden sonra barış mı yapmak? Bütün Rusya’yı karşınıza alırsınız ve her birimiz sırtımızdaki üniformadan utanırız. Bu durumda bulunduğumuza göre, Rusya direndikçe ve insanlarımız ayakta durdukça savaşmak gerekir.
İki kişinin değil bir kişinin komuta etmesi zorunludur. Nazırınız, belki nazır olarak iyidir ama general olarak kötü değil; tiksindiricidir ve yurdumuzun alın yazısı ona teslim edilmiş bulunmaktadır… Neredeyse çıldıracağım, böyle yazdığım için küstahlığımı bağışlayın. Barış yapmayı ve nazırı ordunun başında bırakmayı salık veren kimsenin, hepimizin mahvolmasını istediği besbelli. Gerçeği yazıyorum size: Milis kuvvetlerini hazırlayın. Çünkü nazır, konuğunun önüne düşmüş ve ona, başkentin yolunu kibarca göstermiştir. Yaver Woltzogen, tüm orduda şüphe uyandırıyor. Bizim değil, Napolyon’un adamı olduğu söyleniyor ve her konuda nazıra akıl veriyor. Ona yalnızca kibarca davranmıyorum, rütbece yüksek olduğum hâlde bir onbaşı gibi boyun eğiyorum. Bu çok acı ama Velinimetim, İmparatorumu sevdiğim için böyle yapıyorum. Şanlı ordumuzu böyle adamlara teslim ettiği için İmparator’umuza üzülmekle yetiniyorum. Çekildiğimiz için yorgunluktan ve hastalıktan ötürü on beş bin kişi kaybettik, saldırıya geçseydik bu olmazdı. Tanrı aşkına söyleyin bana: Rusya’mız -anamız- bu kadar korktuğumuzu, böyle güzel ve yüce bir yurdu alçaklara teslim ettiğimizi, her yurttaşın yüreğinde nefret ve utanç duyguları uyandırdığımızı görünce ne der? Niçin ve kimden korkuyoruz? Nazır; kararsızın biriyse, ödlekse, kafasızsa, ağırsa benim kabahatim mi bu? Bütün ordu kan ağlıyor ve ona lanetler yağdırıyor…
VI
Hayat olayını içine sokabileceğimiz sayısız kategorileri, içeriğin ağır bastıkları ve biçimin ağır bastıkları olmak üzere iki ana bölümde toplayabiliriz. Bu sonuncular arasında Petersburg hayatı da yer alabilir ve kır, taşra, bölge hayatına ve hatta Moskova’daki hayata ters düşmesi bakımından böyledir bu. Değişmez bir hayat tarzı vardır bu kentte.
1805 yılından bu yana Bonapart’la barışmış, bozuşmuş, anayasalar yapmış, bunları bozmuş yenilerini düzenlemiştik. Ama Anna Pavlovna ile Helen’in salonları; birincisi yedi, ikincisi beş yıl önce nasılsa öyle kalmışlardı. Anna Pavlovna’nın salonunda, Bonapart’ın başarılarından yine şaşkınlık ve hayranlıkla söz ediliyor; bu başarılar ve Avrupalı hükümdarların ona büyük bir uysallıkla boyun eğmeleri, Anna Pavlovna’nın temsilcisi olduğu saray çevresine üzüntü ve tedirginlik vermekten başka amaç taşımayan kalleşçe bir komplo olarak görülüyordu. Rumyantsef’in bile ziyaret ederek şereflendirdiği ve çok zeki bir kadın olarak kabul ettiği Helen’in çevresinde ise “Büyük Millet”ten ve “Büyük Adam”dan, 1812’de de tıpkı 1808’de olduğu gibi heyecanla söz ediliyor ve hemen bir barışla sonuçlandırılması gereken Fransa ile düşmanlık hâli esefle ele alınıyordu.
Son zamanlarda, İmparator ordudan döndükten sonra, bu karşıt salonlarda heyecanlı bir hava esmiş ve bazı düşmanca belirtiler ortaya çıkmıştı ama çevrelerin eğilimleri herhangi bir değişikliğe uğramamıştı. Anna Pavlovna’nın çevresine, Fransızlardan, yalnızca en koyu kralcılar kabul ediliyor; Fransız Tiyatrosu’na gitmemek gerektiği ve tiyatronun masrafının bir kolordununkini karşılayacak kadar çok olduğu yolunda vatanseverlik dolu bir düşünce ileri sürülüyordu. Askerî olaylar heyecanla izleniyor, bizimkilerin başarılı olduğu konusunda söylentiler çıkarılıyordu. Helen’in, Rumyantsef’in, yani Fransızseverlerin çevresinde ise savaşın sertliği ve düşmanın gaddarlığı konusunda çıkarılan söylentiler yalanlanıyor; Napolyon’un anlaşma yolundaki bütün girişimleri üzerinde duruluyordu. Sarayın ve ana kraliçenin gözetimi altında bulunan kız öğretim kurumlarının Kazan’a götürülmesi konusunda zamansız tekliflerde bulunanlar eleştiriliyordu. Bütün savaş olayları Helen’in çevresinde, genellikle barışla bitecek beyhude gösteriler olarak ele alınıyor; şimdi Petersburg’da bulunan ve Helen’in evine sık sık gelen Bilibin’in -zaten, her akıllı insanın bu eve gelmesi gerekiyordu- sorunu, barutun değil onu icat edenlerin çözümleyeceği yolundaki düşüncesi benimseniyordu. İmparator’un Petersburg’a dönüşüyle birlikte duyulan Moskova’daki coşku konusunda, bu salonda, ihtiyat da elden bırakılmadan ince ince dalga geçiliyordu.
Anna Pavlovna’nın çevresinde ise bu coşkulardan hayranlıkla ve Plutarkhos’un eski Romalılardan söz ettiği gibi söz ediliyordu. Hep aynı önemli görevde bulunan Prens Vasili, iki çevre arasında birleştirici halka gibiydi: “Ma bonne amie”[63 - Aziz dostum.] Anna Pavlovna’ya gider, “dans le salon diplomatique de ma fille”e[64 - Kızımın diplomatik salonuna.] uğrar ve birbiri peşi sıra çok sık yaptığı bu ziyaretlerden aklı karışıp bir salonda söylemesi gerekeni ötekinde söylerdi.
İmparator’un gelişinden pek az sonra, Anna Pavlovna’nın salonunda savaştan söz eden Prens Vasili; Barclay de Tolly’yi sert bir dille eleştirdi ve kimin başkomutanlığa getirilmesi konusunda karar veremediğini söyledi. Kendisinden genellikle, “un homme de beaucoup de mérite”[65 - “Çok değerli bir kimse.”] diye söz edilen davetlilerden biri, Petersburg milis şefi seçilen ve gönüllü kabulü için hazine salonundaki toplantıya başkanlık eden Kutuzof’u o gün gördüğünü anlatarak onun aranan her niteliğe sahip bir kimse olduğunu ihtiyatla ileri sürmek cesaretini gösterdi.
Anna Pavlovna üzüntüyle gülümsedi ve Kutuzof’un, İmparator’un başına dert açmaktan başka bir şey yapmamış olduğunu söyledi.
“Asilzadeler toplantısında söyledim ve tekrarladım ama kimse dinlemedi…” diye söze karıştı Prens Vasili. “Onun milis şefi seçilmesinin, İmparator’un hoşuna gitmeyeceğini söyledim. Dinlemediler beni. Hep bu itiraz etme hastalığı…” diye sözüne devam etti. “Hem de kimin için oynuyorlar bu oyunu? Doğrusu bilmek isterdim. Moskova’nın aptalca coşkusunu taklit etme isteğinden doğuyor bunlar.”
Prens Vasili, şaşırarak Moskova’nın heyecanlarıyla Helen’in salonunda alay etmek ve Anna Pavlovna’da ise onlara hayranlık duymak gerektiğini unutmuştu. Ama kendisini hemen topladı:
“Kont Kutuzof gibi Rusya’nın en yaşlı generalinin orada toplantı yapması ne demek, et il en reslera pour sa peine![66 - “Üstelik boşuna zahmete girecek.”] Ata binemeyen, toplantıda uyuklayan, kötü huyları olan bir kimse nasıl olur da başkomutan atanır? Bükreş’te âleme rezil oldu. Askerlik niteliklerinden söz etmiyorum ama bunak ve kör bir adam şu anda bu göreve getirilir mi? Korgeneral de hayret verici bir şey! Burnunun ucunu görmez o, körebe oynamaktan başka işe yaramaz! Evet, burnunun ucunu bile göremez!”
Kimse bu sözlere karşı çıkmadı.
24 Temmuz’da bunlar doğru olarak kabul ediliyordu. Ama 29 Temmuz’da Kutuzof’a “Prens” unvanı verildi. Kendisinden kurtulmak için böyle yapmış olabilirlerdi ve Prens Vasili’nin düşüncesi hâlâ geçerliydi ama bunu açıklamakta artık pek acele etmiyordu. Ne var ki 8 Ağustos’ta, savaş sorunlarını görüşmek üzere General Feldmaraşal Saltikof, Arakçeyef, Vyazmitinof, Lopuhin ve Koçubey’den oluşan bir komite toplandı ve başarısızlıklarının, tek bir komutanın bulunmamasından ileri geldiğine karar verdi. Komitedekiler, İmparator’un Kutuzof’tan hoşlanmadığını bildikleri hâlde, kısa bir görüşmeden sonra onun başkomutanlığa getirilmesini önerdiler. Aynı gün Kutuzof, ordulara ve orduların işgali altında bulunan ülkelere “tam yetkili başkomutan” olarak atandı.
Prens Vasili, 9 Ağustos’ta, Anna Pavlovna’nın salonunda “un homme de beaucoup de mérite”[67 - “Çok değerli kimse.”] ile yeniden karşılaştı. Bu adam, bir kız öğretim kurumuna atanmak istediği için Anna Pavlovna’ya yaranmaya çalışıyordu. Prens Vasili, bütün istekleri yerine gelmiş bir kimse; zafer kazanmış bir general gibi içeri girdi.
“Eh bien, vous savez la grande nouvelle. Le prince Koutouzov est maréchal.”[68 - “Eee, günün haberini biliyor musunuz? Prens Kutuzof mareşal oldu.”] diye söze başladı. “Bütün anlaşmazlıkların sona ermesi sevindirdi beni.”
Salondakileri sert bir bakışla süzdü ve anlam dolu bir sesle ekledi:
“Enfin voilà un homme!”[69 - “İşte, adam diye buna derim.”]
L’homme de beaucoup de mérite, yüksek bir görev kapmak istemesine rağmen daha önce aynı düşüncede olmadığını Prens Vasili’ye hatırlatmaktan kendini alamadı. (Anna Pavlovna’nın salonunda, Prens Vasili’ye karşı da bu haberi sevinçle karşılayan Anna Pavlovna’ya karşı da kabaca bir davranıştı bu ama kendini tutamamıştı.)
Prens Vasili’ye daha önce söylediklerini hatırlatarak “Mais, on dit qu’il est aveugle, mon Prince…”[70 - “Ama kör olduğunu söylüyor Prens…”] dedi.
Prens, bütün güçlükleri çözdüğü sesi ve öksürüğüyle “Allons done, il y voit assez. Allez, il voit assez…”[71 - “Yok canım, yeterince görüyor. Haydi canım, yeterince görüyor…”] diye tekrarladı.
Ardından sözüne devam etti:
“En fazla memnun olduğum nokta da İmparator’un, ona, bütün ordular ve bölgeler üzerinde tam bir yetki, yani şimdiye kadar hiçbir başkomutanın alamamış olduğu yetkiyi vermiş olmasıdır. İkinci bir otokrat sayılır artık…” diye bilmiş bilmiş gülümsedi.
“Umarım, umarım!” dedi Anna Pavlovna.
“İmparator, bu yetkiyi istemeye istemeye verdi…” diyorlar. “On dit qu’il rougit comme une demoiselle à laquelle on lirait Joconde en lui disant: Le souverain et la patrie vous décernent cet honneur.”[72 - “Hükümdar ve vatan, sizi bu onurla ödüllendirdi, derken kendisine Joconde okunan bir hanım kız gibi kızardı diyorlar.”]
“Peut-être que le coeur n’était pas de la partie.”[73 - “Belki de tam isteyerek yapmadı bunu.”] dedi Anna Pavlovna.
“Ooo, hayır, hayır!” diye heyecanla bağırdı Prens Vasili.
Kutuzof’u kimseye vermiyordu artık. Onun kusursuz bir insan olduğunu düşünmekle kalmıyor, herkesin de ona hayranlık duyduğuna inanıyordu.
“Hayır, İmparator onu daha önce de takdir etmişti!” diyordu.
“Gerçek iktidarı Prens Kutuzof ele alsa da kimsenin işlerini karıştırmasına izin vermese…” dedi Anna Pavlovna.
Prens Vasili, bu kimsenin kim olduğunu anında anlamıştı. Yavaşça “Kutuzof’un, orduda veliahtın bulunmamasını kesin olarak ileri sürdüğünü çok iyi biliyorum…” dedi. “Vous savez ce qu’il a dit à l’empereur?”[74 - “İmparator’a söylediğini biliyor musunuz?”]
Prens Vasili, Kutuzof’un İmparator’a söylediği ileri sürülen “Kötü bir şey yaparsa onu cezalandıramam, iyi bir şey yaparsa da ödüllendiremem!” sözünü tekrarladı ve “Kutuzof kadar zeki insan bulunmaz. Je le connais de longue date…”[75 - “Uzun zamandır tanırım onu…”] diye ekledi.
Saray nezaketini pek iyi bilmeyen l’homme de beaucoup de mérite de söze karışmaktan kendini alamamıştı:
“Hatta Prens’in, Hükümdar’ın da orduya gelmemesini istediği söyleniyor.”
Bunu söyler söylemez Prens Vasili ve Anna Pavlovna yüzlerini hemen öteye çevirip onun saflığı karşısında iç çekip hüzün dolu gözlerle birbirlerine baktılar.
VII
Petersburg’da bütün bunlar olurken Fransızlar, Smolensk’i aşmışlardı ve Moskova’ya gittikçe yaklaşmaktaydılar. Napolyon’un tarihçisi Thiers, öteki tarihçileri gibi onun, isteğine aykırı bir şekilde Moskova varoşlarına kadar sürüklendiğini söyleyerek kahramanını haklı göstermeye çalışır. Bu açıklamasında, tarihî olayları tek bir insanın iradesiyle açıklamaya çalışan bütün tarihçiler kadar haklıdır. Napolyon’un Moskova’ya, Rus generallerinin maharetiyle getirildiğini söyleyen Rus tarihçileri kadar haklıdır. Burada, bütün geçmişi, sonraki olayların hazırlayıcısı olarak ele alan “geri dönüşlülük” yasasının yanı sıra, karşılıklı etki de işin içine girmekte ve konuyu bulandırmaktadır. İyi bir satranç oyuncusu, oyunu, işlediği bir hata sonucu kaybettiğini düşünür. Bu hatayı, oyunun başlangıcında arar. Oyun boyunca başka hatalar da işlediğini ve hiçbir hamlesinin kusursuz olmadığını unutur. Dikkatini çeken hatayı ancak düşman bundan faydalandığı için fark eder. Belirli sürelerde oynanması gereken ve cansız taşları tek bir iradenin yönetmediği, her şeyin, çeşitli iradelerin sayısız çarpışmasının sonucu olduğu savaş oyunu ise ne kadar karmaşık bir şeydir!
Napolyon, Smolensk’ten sonra, Vyazma’ya yakın Dorogobuj’da ve ardından Tsarevo-Zaymişçe önlerinde savaşa tutuşmak istedi ama sayısız nedenlerden ötürü Ruslar, Moskova’dan yüz on iki verst uzaktaki Borodino’ya kadar savaşı kabul etmediler. Napolyon, Vyazma’dan sonra, Moskova üzerine dosdoğru yürüme emri verdi.
Moscou, la capitale asiatinque de ce grand eriıpire, la ville sacréc des pcuples d’AIexandre, Moscou avec ses innombrables églises en forme de pagodes chinoises![76 - Bu büyük imparatorluğun Asyaî başkenti Moskova, Çin pagodaları şeklindeki sayısız kilisesiyle Moskova!] Evet, bu Moskova, Napolyon’un hayal gücünü rahat bırakmıyordu. Vyazma’dan Tsarevo-Zaymişçe’ye giderken Napolyon; kır İngiliz atı üzerinde muhafızları, maiyeti, hizmet askerleri ve yaverleriyle ilerliyordu. Süvarilerin esir aldığı Rusları sorguya çekmek için geride kalmış olan Kurmay Başkanı Berthier, yanında Tercüman Lelorme d’Ideville olduğu hâlde Napolyon’a yetişti ve güleç bir yüzle atını durdurdu.
“Ne var?” diye sordu Napolyon.
“Un cosaque de Platov,[77 - “Platof’un kazaklarından biri.”] Platof kolordusunun büyük orduyla birleşmek üzere olduğunu ve Kutuzof’un başkomutanlığa getirildiğini söylüyor. Tres intelligent et bavard.”[78 - “Çok zeki ve geveze.”]
Napolyon gülümseyerek bu kazağa bir at verilmesini ve hemen yanına getirilmesini söyledi. Kendisi konuşmak istiyordu onunla. Yaverler hemen atlarını sürdüler. Bir saat kadar sonra Denisof’un, Rostof’a bıraktığı toprak kölesi Lavruşka; sırtında emir eri gömleğiyle ve bir Fransız eyeri üzerinde, hilekâr, sarhoş ve neşeli bir yüzle Napolyon’a yaklaştı.
“Kazak mısınız?” diye sordu Napolyon.
“Evet, efendim.”
Thiers bu olayı şöyle anlatır:
“Le cosaqu ignorant la compagnie dans laquelle il se trouvait; car la simplicité de Napoléon n’avait rien qui pût révéler à une imagination orientale la présence d’un souverain, sientretint avec la plus extrême familitarité des affaires de la guerre actuelle.”[79 - “Napolyon’un sade görünümü, bir Doğulunun hayal gücünde hükümdarlığı çağrıştırmayacağı için kimlerin karşısında bulunduğunu anlayamayan kazak, savaş olayları üzerinde büyük bir teklifsizlikle konuştu.”] Aslında, fitil gibi oluncaya kadar içen efendisini yemeksiz bırakan Lavruşka; tavuk bulmak için köye gönderilmişti ama orada kendini çapulculuğa kaptırmış, Fransızların eline düşmüştü. Lavruşka çok şey yaşamış, her şeyi dalavereyle ve hilekârca yapmayı ödev bilmiş; efendisine her çeşit hizmete hazır, onların aşağılık eğilimlerini hemen keşfeden, gösteriş meraklarını ve küçük yanlarını kolayca kavrayan kaba ve küstah uşakların en iyi örneklerinden biriydi.
Lavruşka, karşısındakinin Napolyon olduğunu hemen kavramış; hiç şaşırmamış ve sadece yeni efendilerine hizmet etmeye hazırlanmıştı.
Karşısındakinin Napolyon olduğunu çok iyi biliyordu ve onun karşısında Rostof’un ya da eli sopalı bölük emininin karşısında olduğundan daha fazla etkilenmiş değildi. Çünkü bölük emininin de Napolyon’un da kendisini yoksun bırakabileceği hiçbir şeyi yoktu Lavruşka’nın.
Emir erleri arasında konuşulanların hepsini anlattı. Bunların çoğu doğruydu. Ama Napolyon, Rusların Bonapart’ı yenip yenemeyecekleri konusunda ne düşündüklerini sorunca Lavruşka; kendisi gibi kurnaz insanların her zaman yaptığı gibi bunda ince bir kurnazlık olduğunu düşündü.
Düşünceli bir tavırla “Sizin anlayacağınız, hemen savaşa tutuşulursa kazanırsınız; kesin bu. Ama üç gün geçer ve çarpışma sonra olursa bu savaş uzar gider…” dedi.
Lelorme d’Ideville, gülümseyerek bu sözleri Napolyon’a şöyle çevirdi: “Si la bataille est donnée avant trois jours, les Français la gagneraient, mais si elle était donnée plus tard, Dieu sait ce qui en arriverait.”[80 - “Savaş üç gün içinde verilirse Fransızlar kazanır ama daha sonra verilirse ne olacağını Tanrı bilir.”]
Çok keyifli görünmesine rağmen Napolyon gülümsemedi ve söylenenleri, tekrarlattı.
Lavruşka bunu fark etti ve karşısındakini neşelendirmek için kim olduğunu bilmiyormuş gibi konuştu:
“Biliyoruz, sizde bir Bonapart var ki bütün dünyayı tepelemiş ama bizimle iş başkadır…”
Bu yurtseverlik gösterisinin, sözlerinde niçin ve nasıl dile geldiğini kendisi de bilmiyordu. Tercüman, bu sözleri, son bölümünü çıkararak çevirdi Napolyon’a. Bonapart gülümsedi. Thiers, “Le jeune cosaque fit sourire son puissant interlocuteur.”[81 - “Genç kazak, güçlü muhatabını güldürdü.”] diyor bu konuda. Napolyon hiçbir şey söylemeden birkaç adım attı, Berthier’ya döndü ve karşısındaki adamın, İmparator’un ta kendisi, ölümsüz ve yüce adını ehramların üzerine yazdırmış İmparator olduğunu açıklamanın sur cet enfant du Don[82 - “Bu Don çocuğu üzerinde.”] üzerinde yaratacağı etkiyi görmek istediğini bildirdi.
Açıklama yapıldı.
Lavruşka -bunun kendisini sınamak için yapıldığını ve Napolyon’un kendisini afallamış bir durumda görmek istediğini sezinlemişti- yeni efendilerine yaranmak için şaşırmış, küçük dilini yutmuş gibi yaptı; gözlerini fal taşı gibi açtı, kırbaçlanmaya götürüldüğü zamanki ifadesine büründü. Thiers şöyle yazıyor: A peine l’interprète de Napoléon avaitil parlé quele cosaque, saisi d’une sorte d’ébahissement, ne proféra plus une parole et marcha les yeux constamment attachés sur ce conquérant dont le nom avait pénétré jusqu’à lui, à travers les steppes de l’Orient. Toute sa loquacité s’était subitement arrêtée, pour l’aire place à un sentiment d’admiration naïve et silencieuse. Napoléon, après l’avoir récompensé, lui fit donner la liberté, comme à un l’oiseau qu’on rendt aux champs qui l’ont vu naître.[83 - Napolyon’un tercümanı ağzını henüz açmıştı ki şaşkınlığa uğrayan kazak, tek kelime söylemeden adı doğu steplerinden kendisine kadar ulaşmış bu fatihten gözlerini ayıramadan ilerledi. Bütün konuşkanlığı, yerini çocuksu ve eşsiz bir hayranlığa bırakmak üzere birden kesilmişti. Napolyon, ona bir armağan verdi ve doğduğu kırlara salıverilen bir kuş gibi ona özgürlüğünü bağışladı.]
Napolyon, hayal gücünü büyülemiş olan Moskova üzerine düşler kurarak yoluna devam etti: l’oiseau qu’on rendit aux champs qui l’ont vu naître[84 - Doğduğu kırlara salıverilen kuş.] ise arkadaşlarına anlatacağı hikâyeleri uydurarak atını dörtnala sürüp ileri karakollara geri döndü. Anlatılmaya değer bulmadığı için başından gerçekten geçmiş olaylar üzerinde durmuyordu. Kazaklara yetişip Platof kolordusuna bağlı alayın yerini öğrendi, akşama doğru da Yankof’ta bulunan ve İlyin’le birlikte yakın köyleri gezmeye gitmek için atına henüz binen efendisi Nikolay Rostof’u buldu. Rostof, Lavruşka’ya başka bir at verdi ve onu da yanına aldı.
VIII
Prenses Mariya, Prens Andrey’in sandığı gibi Moskova’da ve tehlikeden uzakta değildi. Alpatiç, Smolensk’ten döndükten sonra İhtiyar Prens, sanki ansızın uykudan uyanmıştı. Köylerden milis toplanıp silahlandırılmaları konusunda emir verdi. Rusya’nın en eski generallerinden birinin esir edileceği ya da öleceği Lisi Gori’yi savunmak konusunda önlem alıp almamayı kendisine bıraktığını ama şahsen orada kalıp kendisini savunacağını bildiren bir mektubu Başkomutan’a gönderdi. Ve ev halkına da Lisi Gori’de kalacağını bildirdi.
Kendisi kalmakla birlikte Prenses’in, Desalles’le Küçük Prens’in Boguçorovo’ya ve oradan Moskova’ya gönderilmelerini emretti. Babasının, eski vurdumduymazlığının yerini geceli gündüzlü bir çalışmanın aldığını görerek tedirgin olan Prenses Mariya; onu yalnız bırakmadı ve ilk defa emrini dinlemeyerek reddetti gitmeyi. İhtiyar yeniden korkunç derecede öfkelendi ve kızını her zamanki gibi suçladı. Kendisini üzdüğünü, oğluyla arasını bozduğunu, hayatını zehir etmek istediğini söyledi; gidip gitmemesinin umurunda olmadığını da ekledi ve çalışma odasından kovdu. Orada olup olmadığını da bilmek istemediğini ama gözüne görünmezse daha iyi olacağını da eklemeyi unutmadı. Babasının kendisini zorla göndereceğinden korkan Prenses Mariya, sadece gözüne görünmemesini istediği için sevinmişti. Çünkü bu, evde kalmasına babasının için için memnun olduğunu kanıtlıyordu.
Nikoluşka’nın gittiği günün ertesi sabahı İhtiyar Prens, resmî üniformasını giyip Başkomutan’a gitmeye hazırlandı. Arabası da hazırlanmıştı. Prenses Mariya, üniformasıyla ve bütün nişanlarını takınmış olarak evden çıktığını; silahlı köylüleri ve hizmetkârları teftiş için bahçeye ilerlediğini gördü. Pencerenin önünde oturdu ve konuşmalarını dinlemeye başladı. Ağaçlı yoldan, korku dolu yüzlerle birkaç kişi ansızın fırlamıştı.
Prenses Mariya da perona, çiçek bahçesine ve ağaçlı yola koştu. Karşıdan bir milis ve hizmetçi kalabalığı geliyordu; kalabalığın ortasındaki birkaç kişi, üniformalı ve göğsü nişanlarla dolu ihtiyarı kollarının altından destekleyerek sürüklüyordu. Prenses Mariya, onlara doğru koştu. Ihlamur ağaçlarının gölgeleri arasından süzülen ışık daireciklerinin titreyişleri içinde İhtiyar Prens’in yüzünde herhangi bir kesin değişim göremedi. Yalnızca, sert ve kendinden emin yüz ifadesinin yerini bir ürkeklik ve teslimiyet almıştı.
Kızını görünce güçsüz dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söylemek istedi ama sadece bir hırıltı çıktı ağzından. Ne demek istediğini anlamak imkânsızdı. Kaldırıp çalışma odasına götürdüler onu ve son zamanlarda içine korkular salan divanın üzerine yatırdılar.
O gece getirilen doktor, Prens’ten kan aldı ve sağ tarafına inme indiğini söyledi.
Lisi Gori’de kalmak gittikçe tehlikeli hâle geliyordu, ertesi gün Boguçorovo’ya gittiler ve doktor da onlarla birlikte geldi.
Oraya geldikleri zaman Desalles, Küçük Prens’le Moskova’ya hareket etmişti.
İhtiyar Prens; iyileşme ya da kötüleşme belirtileri göstermeden Boguçorovo’da, Prens Andrey’in yaptırdığı yeni evde üç hafta yattı. Kendinden geçmişti ve büzülmüş bir ceset gibiydi. Kaşlarını, dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylemek istiyordu. Çevresinde olup bitenleri anlayıp anlamadığını söylemek imkânsızdı. Yalnızca bir şey kesindi: Acı çekiyordu ve bir şey anlatmak istiyordu. Ama bunun ne olduğunu hiç kimse söyleyemezdi. Neredeyse delice ve hastaca huysuzluk mu söz konusuydu, olup bitenlere ya da aileye ilişkin bir şey mi söylemek istiyordu, kimse bilemezdi bunu.
Doktor, bu hareketlerin hiçbir anlam taşımadığını ve yalnızca fizik nedenleri olduğunu söylüyordu. Ama Prenses Mariya, kendisi bulunduğu zaman babasının bu hareketleri daha fazla yaptığını göz önünde bulundurarak kendisine bir şeyler söylemek istediğini sanıyordu.
Bedenen de ruhen de acı çektiği belliydi. İyileşme umudu yoktu. Bir başka yere götürülemezdi. Yolda ölürse ne yaparlardı? Son, büsbütün son daha iyi olmaz mı? diye düşünüyordu Prenses Mariya kimi zaman. Gece gündüz, hemen hiç uyumadan gözlüyordu onu ama işin korkunç yanı, iyileşme belirtileri değil; sonun geldiğini gösteren belirtiler görmek içindi bu.
Böyle bir duyguya kapıldığını kabul etmek Prenses için çok garipti ama yine de bu duygu vardı içinde.
Prenses Mariya’yı daha da dehşete düşüren gerçek ise babasının hastalığından beri (hatta belki daha da önce, bir şey bekleyerek onunla birlikte kaldığı zamandan beri) içinde uyuyan bütün unutulmuş umut ve isteklerin uyanmış olmasıydı. Yıllardır zihninde yer almamış düşünceler; babasının zorbalığından uzak, özgür bir hayat; hatta aşk ve mutlu bir evlilik rüyası, şeytanın aldatmaları gibi hayal gücünü büyülüyordu. Bu düşünceyi kovmak istiyordu ama bundan sonra hayatını nasıl düzenleyeceğini düşünmekten bir an kurtulamıyordu. Bu, şeytanın bir aldatmasıydı ve Prenses Mariya biliyordu böyle olduğunu. Tek kurtuluşun ibadette olduğunu da biliyordu ve ibadet etmeye çalıştı. Duaya yöneldi, kutsal tasvire baktı, dua okumak istedi ama beceremedi. Şimdi, içinde bir tutsak gibi yaşadığı ve tek avuntunun ibadet olduğu manevi dünyanın tam tersi olan gerçek hayat dünyasına, çalışma ve serbestçe hareket etme dünyasına sürüklendiğini hissediyordu. Dua edemiyor ve ağlayamıyordu artık, somut hayat ele geçiriyordu benliğini.
Boguçorovo’da kalmak daha da tehlikeli olmuştu. Fransızların yaklaştığı haberleri geliyordu. Oraya on beş verst uzaktaki bir köydeki ev, Fransızlar tarafından yağma edilmişti.
Doktor, Prens’in götürülmesi gerektiğini söylüyordu. Soylular temsilcisi, Prenses Mariya’ya bir görevli göndererek elden geldiğince çabuk gitmesini sağlamak istemişti. Asilzade önderi; Boguçorovo’ya gelip Fransızların kırk verst uzakta olduklarını, Fransız bildirilerinin köylerde dolaştığını, Prenses babasıyla birlikte ayın on beşinden önce gitmezse hiçbir sorumluluk kabul edemeyeceğini söyleyerek aynı konuda ısrar etti.
Prenses ayın on beşinde gitmeye karar verdi. Yol hazırlıkları verilecek talimat -şimdi herkes ona başvuruyordu- bütün gününü alıyordu. Ayın on dördünü on beşine bağlayan geceyi, Prens’in yattığı odanın yanında, her zamanki gibi soyunmadan geçirdi. Birkaç defa uyandı; babasının sayıklamalarını, karyolasının gıcırtılarını, yatakta dönmesine yardım eden Tihon ile doktorun ayak seslerini duydu. Birkaç kere kapıya kulak verdi. Babası, bu gece, her zamankinden daha rahatsız gibi geliyordu Prenses’e. Uyuyamıyordu, birkaç kere kapıya yaklaşıp girmek istedi ama yapamadı. Gerçi konuşamıyordu ancak babasının, kendisine kaygıyla bakılmasından ne kadar hoşlanmadığını görüyordu ve biliyordu Prenses Mariya. Kimi zaman gözlerini fark etmeden babasına diktiği vakit onun, hoşnutsuzlukla hemen başka bir yere baktığı gözünden kaçmamıştı. Geceleyin, uygun olmayan bir saatte yanına gelmesinin, onu tedirgin edeceğini biliyordu.
Ama babası için hiçbir zaman bu kadar üzülmemiş, onu kaybetmek Prenses Mariya’ya hiçbir zaman bu kadar acı gelmemişti. Hayatının tümünü gözden geçiriyor, her kelimede, her harekette babasının kendisine duyduğu sevginin bir delilini buluyordu. Kimi zaman, bu anıların arasına şeytanın aldatmaları giriyordu; babasının ölümünden sonra ne olacağını, yeni ve özgür hayatını nasıl düzenleyeceğini düşünüyordu. Ama bu düşünceleri tiksinti duyarak kovuyordu kafasından. Sabaha doğru biraz yatıştı ve uyuyakaldı.
Sabah geç uyandı. Uyanma anına kimi zaman eşlik eden gerçek içtenlik, babasının hastalığında en çok ilgilendiği yanının ne olduğunu açıkça gösterdi ona. Kapının öte yanında olup bitenlere kulak kabarttı ve babasının iniltisini duyunca içini çekip değişen bir şey olmadığını düşündü.
“Peki ne olacaktı? Ne istiyorum ben? Ölmesini mi bekliyorum?” diye bağırdı kendisinden tiksinerek.
Elini yüzünü yıkadı, giyindi ve duasını okuyup perona çıktı. Eşyalarının yüklendiği araba, atlar koşulmamış olarak girişte duruyordu.
Sabah sıcak ve sisliydi. Manevi zayıflığının doğurduğu dehşet duygusundan kurtulamamıştı henüz, basamaklarda biraz durdu ve babasının yanına gitmeden önce düşüncelerine bir düzen vermeye çalıştı.
Doktor, merdivenden inip yanına geldi.
“Bugün biraz daha iyi…” dedi. “Sizi arıyordum. Söylediklerinden bir şeyler anlaşılır gibi. Zihni daha açık. Gelin, sizi çağırmıştı.”
Prenses Mariya’nın yüreği hızla çarpmaya başladı, yüzü sarardı ve düşmemek için duvara yaslandı. Ruhu; bütün bu dehşetli, şeytanca düşünceler ve aldanmalarla doluyken babasını görmek ve onunla konuşmak, Prenses Mariya için hem sevindirici hem de korkunç bir şeydi.
“Haydi, gidelim…” dedi doktor.
Prenses, babasının yanına girip karyolaya yaklaştı. Hasta sırtüstü yatırılmıştı, başı yüksekteydi; kemikli, mor, şişkin ve damarlı küçücük elleri yorganın üzerindeydi, sol gözü ileri bakıyordu, sağ gözü de yana kaymıştı; kaşlarında ve dudaklarında hiçbir hareket yoktu. İyice erimiş, küçülmüş, acınacak hâle gelmişti. Yüzü sanki büzülmüş, hatları incelmişti. Prenses Mariya daha da yaklaşıp babasının elini öptü. Sol eliyle, Prenses Mariya’nın elini sıktı; kızını çoktandır beklediği belli oluyordu. Biraz sonra elini sarsmaya başladı, kaşları ve dudakları öfkeyle kıpırdanır gibi oldu.
Prenses Mariya kendisinden ne istediğini anlamaya çalışıyor, korkuyla ona bakıyordu. Kımıldayarak sol gözü karşısındakini görecek duruma gelince Prens yatıştı. Bakışlarını birkaç saniye kızından ayırmadı. Sonra dudakları ve dili kımıldamaya başladı, sesler duyuldu, söylediklerini anlamayacak diye kızına korkuyla ve yalvarırcasına bakarak konuşmaya çalıştı.
Prenses Mariya tüm dikkatiyle bakıyordu ona. Dilini oynatmak için babasının harcadığı gülünç çaba, Prenses’in gözlerini yere indirmesine yol açtı; hıçkırıklarını tutmak için bütün gücünü seferber etti. Hasta, söylediklerini tekrarlayarak bir şeyler anlatmaya çalıştı. Prenses Mariya söyleneni anlayamıyor, bir anlam vermeye çalışıyor ve babasının sözlerini sorgu olarak tekrarlıyordu.
“Ru… ac… yor…” dedi hasta birkaç kere.
Sözleri anlamak imkânsızdı. Doktor anladığını sanarak “Prenses korkuyor mu?” dedi.
Hasta başıyla “hayır” der gibi bir işaret yaptı ve söylediklerini tekrarladı. Prenses Mariya ansızın kavradı:
“Ruhum acı çekiyor…” dedi.
Babası “evet” der gibi bir inilti çıkardı, kızının elini yakalayıp sanki onun gerçek yerini arıyormuş gibi göğsünün şurasında burasında dolaştırdı.
Sözlerinin anlaşıldığını gören hasta daha açık bir şekilde konuşmaya başlamıştı:
“Bütün düşüncem… Sensin… Sen… Sen…” dedi.
Hıçkırdığını ve ağladığını görmesin diye başını onun eline dayadı Prenses Mariya. Hasta, elini kızının saçlarında gezdiriyordu.
“Bütün gece sana seslendim…” dedi.
Prenses, gözyaşları arasından “Bilseydim…” dedi. “İçeri girmeye korkuyordum…”
Kızının elini sıktı.
“Uyumadın mı?”
Prenses başıyla “hayır” işareti yaptı.
“Hayır, uyumadım.”
Babasına uyarak elinde olmadan onun gibi konuşuyordu, işaretler yapıyor, sanki dilini zorla kımıldatıyor gibiydi.
Prens, “Canım!” ya da “Yavrum!” gibi bir şeyler söyledi.
Prenses Mariya söyleneni iyice anlayamadı. Ama babasının bakışlarından, bu sözlerin hiçbir zaman söylemediği tatlı ve yumuşak sözler olduğu belliydi.
“Niçin uyumadın?..”
Ben de onun ölümünü istiyordum… diye geçirdi içinden Prenses Mariya.
İhtiyar Prens, bir süre konuşmadı. Sonra yeniden başladı:
“Teşekkür ederim… Kızım benim… Yavrum… Bağışla beni… Teşekkür ederim…” dedi gözlerinden yaşlar akarak.
“Andryuşka’yı çağır…” diye ekledi birden.
Bunu söylerken çocuksu bir ürkeklik ve güvensizlik belirdi yüzünde. İsteğinin anlamsız olduğunu kendisi de biliyordu ya da Prenses Mariya’ya öyle gelmişti.
“Ondan mektup aldım…” diye cevap verdi Prenses.
Babası korkuyla bakıyordu.
“Nerede o?”
“Orduda, Smolensk’te.”
Gözlerini kapayıp uzun süre konuşmadı. Sonra, kendi şüphelerine bir cevapmış ve şimdi her şeyi hatırlayıp anlamış gibi başını salladı ve gözlerini açtı.
Alçak ama anlaşılabilir bir sesle “Evet, Rusya mahvoldu!” dedi. “Mahvettiler onu!”
Yeniden hıçkırmaya başladı ve ağladı. Prenses Mariya da kendini artık tutamamış, ona bakarak ağlamaya başlamıştı.
Hasta yeniden gözlerini kapadı. Ağlamıyordu artık. Eliyle gözlerini işaret etti. Tihon, istediğini anlayarak gözyaşlarını sildi.
Bir süre sonra gözlerini yeniden açtı. Kimsenin anlayamadığı bir şeyler söyleyip durdu. Prenses, söylediklerini biraz önceki ruhi durumu açısından yorumlayarak anlamaya çalışıyor; babasının Rusya’dan, Prens Andrey’den, kendisinden, torunundan ya da ölümünden söz ettiğini sanıyordu. Bundan ötürü bir şey anlayamıyordu.
Hasta, “Beyaz elbiseni giy, hoşuma gider o…” dedi.
Prenses Mariya bunu anlayınca katılır gibi ağlamaya başladı. Koluna giren doktor; sakinleşmesi, hazırlıklarla uğraşması gerektiğini söyledi ve odadan taraçaya çıkmasına yardım etti. Prenses Mariya çıktıktan sonra hasta yeniden oğlundan, savaştan söz etmeye, öfkelenip kaşlarını oynatmaya, sesini yükseltmeye çalıştı. İkinci ve sonuncu kriz gelmişti.
Prenses Mariya taraçada durdu. Hava açık, güneşli ve sıcaktı. Babasına karşı duyduğu ve sanki o ana kadar farkında olmadığı tutkulu ve ateşli sevgiden başka hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Bahçeye çıktı ve hıçkırıklara boğularak Prens Andrey’in dikmiş olduğu ıhlamur fidanları arasından göle doğru koştu.
Bahçeyi hızla geçip hıçkırıklarla kabaran göğsünü eliyle bastırırken “Evet… Ben… Ben… Onun ölümünü istedim. Hemen ölmesini istedim… Rahat etmek istiyordum… Peki ne olacaktım ben? O olmadıktan sonra rahatlık nedir ki?” diye mırıldanıyordu.
Yeniden eve dönmek üzere bahçedeki dolaşmasını bitirdiğinde karşıdan Matmazel Bourienne (Boguçorovo’da kalmış, ayrılmak istememişti.) ile tanımadığı bir erkeğin kendisine doğru geldiklerini gördü. Tanımadığı kimse, hemen yola çıkması gerektiğini Prenses Mariya’ya bildirmeye gelen bölge soyluları temsilcisiydi. Prenses onun söylediklerini dinledi ama anlamadı. Kendisini eve götürüp kahvaltı etmesini rica etti ve bir süre yanında kaldı. Daha sonra özür dileyip İhtiyar Prens’in odasının kapısına yaklaştı. Endişeli bir yüzle dışarı çıkan doktor, içeri giremeyeceğini söyledi:
“Gidiniz Prenses, gidiniz, gidiniz!” dedi.
Yeniden bahçeye çıkan Prenses, gölün kıyısındaki sırtta, kimsenin göremeyeceği bir yerde otların üzerinde oturdu. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu. Koşan bir kadının ayak sesleriyle kendine geldi. Kendisini aradığı belli olan oda hizmetçisi Dunyaşa, onu görünce korkmuş gibi durakladı. Sonra titreyen bir sesle mırıldandı:
“Lütfen geliniz Prenses, geliniz…”
“Geliyorum, geliyorum…” dedi Prenses, onun sözünü kesip eve doğru koşarken.
Giriş kapısında karşısına çıkan soylular temsilcisi “Tanrı’nın istediği oldu Prenses…” dedi. “Her şeye hazır olmalısınız.”
“Bırakın beni, doğru değil bu!” diye öfkeyle bağırdı Prenses.
Kendisini durdurmak isteyen doktoru iterek kapıya koştu.
Korku dolu yüzleriyle bu insanlar beni niçin durdurmak istiyorlar? Kimseye ihtiyacım yok! Ne yapıyorlar orada?
Kapıyı açtı. Daha önce yarı karanlık olan odayı dolduran aydınlık, yüreğine derin bir korku saldı. Bazı kadınlar ve dadı vardı odada. Karyolanın yanından çekilip yol verdiler. Babası hep aynı şekilde yatıyordu. Sakin yüzündeki sert ifade, Prenses’i kapının eşiğinde durdurdu.
“Hayır, ölmedi, olamaz bu!” dedi.
Duyduğu dehşeti yenip yaklaştı, dudaklarını onun yanaklarına değdirdi. Ama birden geri çekildi. Ve onda, babası için duyduğu bütün sevgi uçup gitti; önünde yatan bu şey karşısında derin bir korku duymaya başladı.
O yok artık! Artık yaşamıyor ve bulunduğu aynı yerde yabancı, uğursuz bir şey; korkunç, dehşet verici, tiksindirici bir sır var!
Yüzünü elleriyle kapayan Prenses Mariya, kendisini tutan doktorun kollarına yığıldı.
Tihon’un ve doktorun yanında kadınlar, Prens’in cenazesini yıkadılar; bir mendille sertleşince açık kalmasın diye ağzını, başka mendille de bir araya getirip açık kalmış bacaklarını bağladılar. Sonra göğsü nişanlarla dolu üniformasını giydirdiler, kurumuş ufacık cesedi masanın üzerine yatırdılar. Bütün bunları ne zaman ve kim yapmıştı bilinmez ama her şey kendiliğinden olup bitmişti sanki. Gece yarısına doğru tabutun çevresinde mumlar yakıldı, üstüne bir örtü kondu, yere ardıç serpildi, ölünün kurumuş kafasının altına basılı bir dua kondu; yüksek sesle Mezamir okuyan diyakos, bir köşeye yerleşti.
Ölü bir atın çevresinde toplanan, ürküp soluyan, huysuzlanan atlar gibi tanıdık tanımadık herkes tabutun çevresinde toplandı; soyluların temsilcisi, muhtar, köylü kadınlar, hepsi, korku dolu ve sabit gözlerle istavroz çıkardılar ve eğilerek İhtiyar Prens’in kaskatı soğuk elini öptüler.
IX
Prens Andrey’in yerleşmesinden önce Boguçorovo, terk edilmiş bir malikâneydi. Köylüleri de Lisi Gori köylülerinden çok farklı insanlardı. Konuşma, giyim ve töre bakımından onlardan ayrılıyorlardı. “Step adamları” derlerdi onlara. Hasada yardım etmek, gölcükler ya da hendekler kazmak için Lisi Gori’ye geldiklerinde İhtiyar Prens; işten yılmamaları bakımından onları över ama yabaniliklerinden ötürü sevmediğini de belirtirdi.
Prens Andrey’in Boguçorovo’da son kalışında gerçekleştirdiği yenilikler -hastaneler, okullar, vergi indirimleri- davranışlarında bir yumuşaklık yaratmamış; tam tersine, İhtiyar Prens’in yabanilik diye nitelediği yanlarını pekiştirmişti. Garip söylentiler dolaşırdı aralarında: Kimi zaman hepsinin kazak yapılacağı, yeni bir dine girecekleri, Çar’ın bazı bildiriler yayımladığı, Pavel Petroviç’e 1797’de edilen yeminden (köylünün daha o zaman azat edildiği ama toprak beylerinin bunu geri çevirdikleri), Piyotr Feodoroviç’in yedi yıla kalmadan tahta çıkacağı, o mezarından kalkınca tam bir özgürlüğün gerçekleşeceği, düzenin değişeceği söylenir dururdu. Savaş, Bonapart ve istila haberleri; onların zihinlerinde Deccal’a, dünyanın sonunun geldiğine ve tam özgürlüğe ilişkin düşüncelere karışırdı.
Boguçorovo’nun yakınlarında, Çar’a ve toprak sahiplerine aidat ödeyen köylülerin oturduğu büyük köyler vardı. Yakınlarda oturan toprak beylerinin sayısı pek fazla değildi. Bundan ötürü okuma yazma bilen ev hizmetkârları ya da köle sayısı da azdı ve çağdaşların nedenlerini ve anlamını pek kavrayamadıkları ama Rus sosyal hayatının temelini oluşturan esrarlı etkiler ve eğilimler burada çok daha açık ve yoğun olarak ortaya çıkıyordu. Yirmi yıl önce köylüler, sıcak olduğu söylenen bazı ırmaklara göç etmek istemişlerdi. Aralarında Boguçorovoluların da bulunduğu yüzlerce köylü, hayvanlarını satıp aileleriyle birlikte güneybatıya hareket etti. Okyanusun ötesindeki bilinmeyen bir yere uçan kuşlar gibi karıları ve çocukları ile birlikte bu adamlar, daha önce hiçbirinin ayak basmadığı güneybatıya yöneldiler. Kafileler hâlinde, tek tek fidyelerini vererek ya da kaçarak arabalarla ya da yaya, sıcak ırmaklara gidiyorlardı. Bunların çoğu cezalandırıldı, Sibirya’ya sürüldü, birçoğu yollarda açlıktan ve soğuktan öldü, bir bölümü de kendi isteğiyle geri döndü ve bu hareket tıpkı başladığı gibi hiçbir görünür neden olmadan sona erdi. Ama derin etkiler ve akımlar halk arasında yayılıp gidiyordu ve yeni bir şekilde ortaya çıkmayı; garip beklenmedik ve aynı zamanda basit, doğal, kaçınılmaz bir biçimde meydana çıkmayı bekliyordu. 1812 yılında, köylülerle iç içe yaşayan bir kimse içten içe güçlü bir kaynaşma olduğunu ve yakında bu tür bir patlamanın gerçekleşeceğini gözlemleyebilirdi.
İhtiyar Prens’in ölümünden biraz önce Boguçorovo’ya gelen Alpatiç; halk arasında kaynaşma olduğunu, tüm köylüleri steplere giden -köylülerini yağmacı kazaklara bırakmışlardı- Lisi Gori bölgesinde altmış verstlik bir bölgede olup bitenlerin tersine buradakilerin, Fransızlarla ilişki kurdukları söylentisinin yayıldığını, elden ele dolaşan bazı yazılı kâğıtları onlardan aldıklarını ve yerlerinden kımıldamadıklarını gördü. Ayrıca kendine bağlı köylülerden, bölgede sözü geçen ve hükûmetin el koyduğu bir arabayı götüren Karp adlı mujiğin, köylülerce bırakılmış köylerin kazaklar tarafından talan edildiği ama Fransızların buralara dokunmadıkları haberiyle dönmüş olduğunu da öğrendi. Bir gün önce bir başka mujiğin de Fransızların bulunduğu Vislouhova köyünden, köylülere hiçbir zarar verilmeyeceğini; köylerinde kalırlarsa kendilerinden alınan her şeyin karşılığının verileceğini bildiren ve Fransız Generali’nin imzasını taşıyan bir kâğıdı getirdiğini de biliyordu. Delil olarak da bu mujik, ot için peşin olarak kendine verilen yüz rublelik banknotları -bunların sahte olduğunu bilmiyordu- Vislouhova’dan getirmişti.
Alpatiç’in edindiği en önemli bilgi ise Prenses’in eşyasını Boguçorovo’dan götürmek üzere muhtara arabaları hazırlama emri verdiği gün, sabah erkenden köyde toplantı yapılmış ve köyden çıkmayıp bekleme kararının alınmış olmasıydı. Ama gecikmekte olduklarını da düşünüyordu Alpatiç. Soyluların temsilcisi, Prens’in öldüğü gün, 15 Ağustos’ta gitmesi için Prenses Mariya’ya ısrar ediyor; tehlike dolayısıyla, on altısından sonra hiçbir sorumluluk yüklenemeyeceğini söylüyordu. Prens’in öldüğü gün akşam ayrılırken ertesi gün cenazeye geleceği konusunda söz vermişti. Ama Fransızların birden ilerledikleri haberini alınca gelmedi; kendi malikânesinden, değerli eşyalarını ve ailesini alıp götürecek zamanı buldu ancak.
İhtiyar Prens’in “Dronuşka” diye hitap ettiği Muhtar Dron, Boguçorovo’yu otuz yıldır yönetiyordu.
Dron; ergin olur olmaz sakal bırakan ve altmış ya da yetmiş yaşına kadar hiç değişmeyen, saçlarına bir tek ak düşmeyen ya da bir tek dişi eksilmeyen ve altmışında da otuzundaki kadar güçlü ve dimdik kalacak kadar hem bedenen hem de ruhen sağlam mujiklerdendi.
Sıcak ırmaklara yapılan ve kendisinin de katıldığı göçten pek az sonra Boguçorovo’ya muhtar olmuş ve yirmi üç yıldır görevini kusursuz yürütmüştü. Mujikler, efendilerinden daha çok ondan korkarlar; beyler, İhtiyar ve Genç Prens, kâhya, ona saygı gösterirler; şaka yollu “Nazır” diye hitap ederlerdi. Görevi süresince sarhoş görülmemiş ve bir kere bile hasta olmamıştı. Uykusuz geçen gecelerden ya da ağır işlerden sonra yorulduğu hiç görülmez; okuryazar olmadığı hâlde, koca yük arabalarıyla sattığı unun kilesinin hesabını ve aldığı parayı hiç unutmaz, Boguçorovo tarlalarının bir hektarından elde edilen tek buğday demetini bile şaşırmazdı.
Yağma edilmiş Lisi Gori’den gelen Alpatiç, işte bu Dron’u, Prens’in cenaze günü yanına çağırdı ve Prenses’in arabaları için on iki at ve götürülecek eşya için de on sekiz araba hazırlaması emrini verdi. Köylülerin, toprak kölesi gibi çalışmayıp rant ödemelerine rağmen Alpatiç; bu emirleri kolaylıkla yerine getirebileceklerini düşünüyordu çünkü Boguçorovo’da iki yüz otuz aile vardı ve köylüler varlıklıydı. Ama emirleri duyan Dron, başını önüne eğip bir şey söylemedi. Alpatiç, arabaları alacağı köylülerin adlarını verdi.
Dron, adı verilen köylülerin hayvanlarının çalıştırıldığını söyledi; Alpatiç başka adlar saydı; Dron’a göre bunların atları yoktu; bir bölümünü ordu almış, geri kalanlar da yemsizlikten ölmüştü. Yük arabaları bir yana, Prenses’in arabaları için yeterli at bulmak umudu bile yoktu.
Alpatiç, Dron’a dikkatle bakıp kaşlarını çattı. Dron örnek bir muhtardı ama Alpatiç de yirmi yıldır Prens’in malikânesini laf olsun diye yönetmemişti, o da örnek bir kâhyaydı. Köylülerin isteklerini ve içgüdülerini sezmekte büyük bir yeteneği vardı. Dron’a göz atınca verdiği cevapların, kendi öz düşüncelerini değil; kendisini de sürükleyen ve yaygın olan genel eğilimi dile getirdiğini anladı. Zenginleşmiş ve bundan ötürü köyün nefretini çekmiş olan Dron’un, iki kamp, yani efendilerle köylüler arasında tarafsız olması gerektiğini de biliyordu.
Gözlerindeki kararsızlığı fark etmişti, kaşlarını çatarak Dron’a yaklaştı:
“Beni dinle Dron…” dedi. “Masal istemem. Köyün boşaltılmasını ve düşman gelince kimsenin kalmamasını Ekselans Prens Andrey Nikolayeviç bana bizzat emrettiler; ayrıca, bu konuda Çar’ın da emri var. Kalan, Çar’a hıyanet etmiş olur. Duydun mu?”
Dron gözlerini kaldırmadan “Duydum efendim…” dedi.
Bu cevap Alpatiç’e yetmemişti.
“Bana bak Dron, sonra çok fena olur!” diye üsteledi.
“Emir sizin!” dedi Dron üzüntüyle.
“Bana bak Dron, bırak bu işi…” dedi Alpatiç.
Elini göğsünün üzerinden çekip gösterişli bir hareketle Dron’un ayak ucunu göstererek “Senin yalnız içindekileri değil, üç kadem altındakileri de görürüm…” dedi Dron’un bastığı yere bakarak.
Dron şaşırarak Alpatiç’e göz ucuyla baktı ve başını yine önüne eğdi.
“Bu saçmalıkları bırakıp herkese Moskova’ya gitmek üzere hazırlanmalarını ve Prens’in eşyaları için arabaları yarın sabah getirmelerini söyle. Sen de toplantıya filan gitme. Anladın mı?”
Dron birden onun ayaklarına kapandı.
“Yakof Alpatiç, bu görevden affedin beni. Anahtarları alın, bana yol verin, n’olur, Tanrı aşkına!”
“Kes, kes!” dedi Alpatiç. “İçinin üç arşın derinliğini bile görüyorum.”
Arılara bakmaktaki ustalığının, yulaf tohumu serpme gününü çok iyi bilmesinin ve İhtiyar Prens’i yirmi yıl memnun etmesinin, büyücü olarak ün kazanmasına neden olduğunu ve büyücülerin de insan içinin üç arşın derinliğini görebildiklerine inanıldığını biliyordu.
Dron ayağa kalkıp bir şeyler söylemek istedi. Alpatiç bırakmadı.
“Ne var şu kafanızda, ha? Neler düşünüyorsunuz?..”
“Köylülerle ne yapacağım ben!” dedi Dron. “Hepsi aynı durumda. Ne söyleseniz para etmez.”
“Söylüyorum ya…” dedi Alpatiç. Sonra birden sordu: “İçiyorlar mı?”
“Hepsi çıldırdı. İkinci fıçıyı getirdiler.”
“Öyleyse dinle beni. Emniyet başkanına gideceğim. Sen de bu saçmalıkları bırakıp arabaları getirmelerini söyle onlara.”
“Başüstüne!” dedi Dron.
Yakof Alpatiç, fazla ısrar etmedi. İtaat ettirmenin en iyi çaresinin, itaat edeceklerinden şüphe edildiğini göstermemek olduğunu bilecek kadar uzun zaman yönetmişti insanları. Dron’dan itaatkârane bir “Başüstüne!” koparan Alpatiç bununla yetindi. Oysa askerî birliklerin yardımı olmadan tek bir araba bile bulamayacağını düşünüyor, hatta buna kesinlikle inanıyordu.
Nitekim akşamüstü arabalar toplanmadı. Meyhanenin önünde yeni bir köylü toplantısı yapıldı ve bu toplantıda, atları ormana sürüp araba vermemek kararı alındı. Alpatiç olup bitenlerden söz etmedi Prenses’e. Lisi Gori’den gelen kendi eşyalarının boşaltılmasını ve atlarının da Prenses’in kupa arabasına koşulmak üzere hazırlanmasını emretti. Ondan sonra, polis görevlilerini görmeye gitti.
X
Prenses Mariya, babasının cenazesinden sonra odasına kapandı ve kimsenin içeri girmesine izin vermedi. Bir hizmetçi, Alpatiç’in yolculuk konusunda talimat istediğini söylemek üzere geldiğinde (Alpatiç’in Dron’la konuşmasından önce oluyordu bu.) uzanmış olduğu divandan kalktı ve kapalı duran kapının ardından, hiçbir yere gitmeyeceğini ve kendisini rahat bırakmalarını söyledi.
Prenses Mariya’nın odasının pencereleri batıya bakıyordu. Divanın üzerinde, yüzü duvara dönük olarak yatıyordu; meşin yastığın düğmelerini parmaklarıyla yokluyor, bu yastıktan başka bir şey görmüyordu. Belli belirsiz düşünceleri tek bir konuya yönelmişti: Ölümün geri çevrilmezliği. Kendi manevi bayağılığı ile dua etmek istiyordu ama cesareti yoktu buna. Bulunduğu durumda Tanrı’ya dönemezdi. Uzun süre öylece yattı Prenses Mariya.
Güneş, evin öte yanına geçmişti. Akşamın eğri ışıkları, açık pencereden, odayı ve Prenses Mariya’nın gözlerini diktiği meşin yastığı aydınlatıyordu. Düşüncelerinin akışı ansızın kesildi; kendisi de farkında olmadan doğruldu, saçlarını düzeltti, farkında olmadan ayağa kalktı, pencerenin yanına geldi, rüzgârlı ve berrak akşamın serinliğini içine çekti.
Evet, şimdi güneşin batışını keyfince seyredebilirsin. Artık o yok ve kimse seni engelleyemez… diye geçirdi içinden ve bir sandalyeye yığılıp başını pencere kenarına dayadı.
Birisi, yumuşak ve tatlı bir sesle bahçe tarafından onun adını söylüyordu. Başının öpüldüğünü hissetti Prenses Mariya, dönüp bakınca karalar giymiş olan Matmazel Bourienne’i gördü. Yavaşça Prenses’e yaklaşıp içini çekerek öptü onu ve ağlamaya başladı. Prenses Mariya ona bakıyordu. Onunla küskünlükleri, ona karşı duyduğu kıskançlıklar aklına geldi. Babası da son zamanlarda Matzamel Bourienne’e karşı değişmiş, onu görmek istememişti. Demek ki bu kadıncağızı çok sert yargılamıştı Prenses. Babamın ölümünü isteyen ben, kalkmış başkasını kınıyorum ha! diye düşündü.
Son zamanlarda ondan uzak duran, ona bağlı olmakla beraber yabancı bir evde oturan Matmazel Bourienne’in durumu, açıkça Prenses Mariya’nın gözünün önüne geldi. Ona acıdı; sorgulayıcı, tatlı bakışlarını yüzüne dikti ve elini uzattı. Matmazel Bourienne yeniden ağlamaya, Prenses’in ellerini öpmeye, kendisinin de paylaştığı acısından söz etmeye başladı. Acısının ancak bu acıyı Prenses’le paylaşmasına izin verilirse azalabileceğini söyledi. Bu büyük acı karşısında daha önceki bütün anlaşmazlıklarının ortadan kalkması gerektiğini, kendisini kimseye karşı suçlu hissetmediğini ve onun öte dünyadan, duyduğu sevgiyi ve minnettarlığı gördüğünü de sözlerine ekledi.
Sözlerini anlamadan ama kimi zaman ona bakarak ve sadece sesinin yankılarını işiterek dinliyordu Prenses.
“Sizin durumunuz iki kat korkunç, Sevgili Prensesim…” dedi Matmazel Bourienne. “İçinde bulunduğunuz durumda, kendinizi düşünmediğinizi ve düşünmeyeceğinizi biliyorum. Ama size duyduğum sevgi, benim sizi düşünmemi gerektiriyor. Alpatiç’i gördünüz mü? Gidiş için sizinle konuştu mu?”
Prenses Mariya cevap vermedi. Kimin, nereye gitmesi gerektiğini anlayamıyordu. Şimdi bir şey yapmak mümkün mü? Bir şey düşünülebilir mi ki? Bir şeyin ötekinden daha fazla önemi var mı ki? diye geçiriyordu içinden.
“Chère Marié[85 - “Sevgili Mariya.”] tehlike içinde bulunduğumuzu, Fransızlar tarafından sarıldığımızı bilmiyor musunuz? Şu anda yola çıkmak çok tehlikeli. Yola çıkarsak onların eline geçeriz ve belki de…” Prenses Mariya söylediklerinden hiçbir şey anlamadan bakıyordu ona. “Ah! Benim için hiçbir şeyin önemi yok artık. Asla onun yanından ayrılmayacağım… Alpatiç gidiş konusunda bir şeyler söyledi bana. Kendisiyle görüşün; ben bir şey yapamam, yapmak da istemiyorum, istemiyorum…”
“Konuştum onunla…” diye devam etti. “Yarın yola çıkabileceğimizi umuyor. Ama artık burada kalmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yolda, askerlerin ya da başkaldırmış köylülerin eline düşmenin çok korkunç bir şey olduğunu kabul ederseniz, chère Marié.”
Matmazel Bourienne, Fransız Generali Rameau’nun evlerini terk etmeyen halkın korunacağını açıklayan (Bildiri, alelade bir Rus kâğıdına yazılmamıştı.) bildirisini çantasından çıkardı, Prenses’e uzattı ve “En iyisi bu General’e başvurmaktır sanırım. Şüphesiz gereken saygıyı gösterecektir size…” dedi.
Prenses Mariya belgeyi okudu. Yüzüne ağlamaklı bir ifade belirmişti.
“Kimden aldınız bunu?” diye sordu.
Matmazel Bourienne kızarak “Adımdan Fransız olduğumu anlamış olacaklar ki…” dedi.
Prenses Mariya, elinde bildiriyle pencereden uzaklaştı. Sapsarı bir yüzle odadan çıkıp Prens Andrey’in eski çalışma odasına girdi.
“Dunyaşa! Alpatiç’i, Dronuşka’yı, birini çağır bana! Amaliya Karlovna’ya da söyle, yanıma gelmesin!” dedi Matmazel Bourienne’in sesini duyunca. Fransızların eline düşmek ihtimali karşısında dehşete kapılmıştı. Derhâl gitmek gerek, derhâl! diye geçirdi içinden.
Prens Andrey, kız kardeşinin Fransızların eline düştüğünü öğrenirse!.. Prens Nikolay Andreyiç Bolkonski’nin kızının, yani kendisinin General Rameau’ya sığındığını, korunmasını istediğini duyarsa!.. Bu düşünce derin bir korku saldı içine, iliklerine kadar titretti, yüzünü kızarttı. O ana kadar bilmediği bir öfke ve gurur duymasına da yol açtı. Durumunun güçlüğü ve özellikle küçültücü yanı gözünün önüne geldi. Fransızlar bu eve girecekler; General Rameau, Prens Andrey’in çalışma odasına yerleşecek. Onun mektuplarını, kâğıtlarını eğlence olsun diye karıştırıp duracak. Mademoiselle Bourienne lui fera les honneurs de Boguçorovo.[86 - Matmazel Bourienne, Boguçorovo’nun sahibiymiş gibi ağırlayacak onu.] Lütfedip bir oda verecekler bana. Askerler babamın madalyalarını, nişanlarını almak için taze mezarını kazacaklar, Rusları nasıl yenilgiye uğrattıklarını anlatacaklar bana, acımı paylaşıyorlar gibi yaparak ikiyüzlülük edecekler… diye düşündü Prenses Mariya. Bunları kendiliğinden değil, babasının ve kardeşinin düşüncelerini benimsemeyi bir görev bildiği için aklından geçiriyordu. Şurada ya da burada kalması, başına şunun ya da bunun gelmesi önemli değildi kendisi için. Ama ölmüş olan babasının ve Prens Andrey’in temsilcisi olarak görüyordu kendini. Onların düşünceleriyle düşünüyor, onların duygularıyla duygulanıyordu. Onların söylediklerini ve yaptıklarını olduğu gibi yerine getirmek gerektiğini hissediyordu. Böylece, Prens Andrey’in çalışma odasına gitti ve onun düşüncelerinin derinliklerine ulaşmak için kendi durumunu düşündü.
Babasının ölümüyle birlikte ortadan kalktığını sandığı zorunluluklar, yani hayatın zorunlulukları, bilinmedik bir güçle ansızın önünde boy göstermiş ve benliğini sürükleyip götürmüştü. Alpatiç’i, Mihail İvanoviç’i, Tihon’u ya da Dron’u çağırtmış; kızarmış bir yüzle, odada dört dönüyordu. Dunyaşa, dadı ve hizmetçi kızlar; Matmazel Bourienne’in söylediklerinin ne ölçüde doğru olduğu konusunda bir şey söyleyecek durumda değillerdi. Alpatiç de malikânede değildi, resmî makamlarla görüşmek üzere gitmişti. Çağrıldığı zaman uykulu gözlerle Prenses’in karşısına çıkan kalfa, Mihail İvanoviç de pek bir şey söyleyemiyordu. On beş yıldır kendi düşüncelerini belirtmeden İhtiyar Prens’in bütün söylediklerine bir cevap niteliği taşıyan gülümsemesiyle Prenses Mariya’nın sorularına ipe sapa gelmez cevaplar verdi. İhtiyar oda hizmetçisi, Tihon, çektiği acının derin izlerini taşıyan bitkin bir yüzle Prenses’in bütün sorularına “Başüstüne.” demekle yetindi ve ağlamamak için büyük bir çaba harcadı.
Sonunda Muhtar Dron girdi odaya. Prenses’i yerlere kadar eğilip selamlayarak kapı kenarında durdu.
Prenses Mariya, odada bir aşağı bir yukarı dolaştıktan sonra Muhtar Dron’un karşısında durdu.
Her yıl Vyazma Panayırı’ndan kendisine, çok sevdiği özel bademli çörekleri getiren ve gülümseyerek uzatan eski bir dostun karşısında olduğunu düşünerek “Dronuşka…” dedi. “Başımıza gelenlerden sonra, şimdi de…”
Sözüne devam edemedi.
“Hepimiz Tanrı’nın emrindeyiz…” dedi Dronuşka içini çekerek.
Bir süre konuşmadılar.
“Dronuşka; Alpatiç bir yere gitmiş, dert anlatacağım kimse yok. Buradan gidemeyeceğim söyleniyor, doğru mu?”
“Niçin gidemeyecekmişsiniz Ekselans? Gidebilirsiniz…” dedi Dron.
“Düşmanın her an tehlikeli olabileceği söylendi. Dostum, hiçbir şey yapamam ben, durum hakkında hiçbir bilgim yok, yanımda kimse de yok. Gece ya da yarın sabah erkenden gitmek istiyorum.”
Dron bir şey söylemedi. Kaşlarının altından Prenses Mariya’ya baktı.
“At yok…” dedi. “Daha önce Yakof Alpatiç’e de söylemiştim.”
“Neden yok?” diye sordu Prenses.
“Tanrı’nın bize bir cezası bu! Atların bazılarını ordu aldı, bazıları da öldü. Bu yıl çok kötüydü. Hayvanları beslemekten vazgeçtik, biz ölmeyelim… Üç gündür kursaklarına bir lokma gitmeyenler var. Bizi mahvettiler!”
Prenses Mariya, onun söylediklerini dikkatle dinliyordu.
“Demek köylüler perişan oldu, yiyecekleri yok?” dedi.
“Açlıktan ölüyorlar neredeyse. Arabayı düşünecek hâlleri yok.”
“Peki niye söylemedin bunu? Yardım edilemez mi onlara? Ben elimden gelen her şeyi yaparım…”
Yüreğine korkunç bir acı çöreklenmişken zengin ve yoksul insanların bulunabilecekleri garip geliyordu Prenses Mariya’ya. Efendilerin kendileri için zahire bulundurduklarını ve kimi zaman bunu köylülere verdiklerini hayal meyal biliyordu. Kardeşinin de babasının da zor durumdaki mujiklere yardımdan onu alıkoymayacaklarından da emindi. Mujiklere dağıtılmasını söyleyeceği buğdayın bölüşülmesinde bir yanlışlık yapmaktan korkuyordu sadece. Kendisini suçlamadan acılarını unutturacak bir uğraş bulduğu için huzur duyuyordu. Dronuşka’ya köylülerin herhangi bir ihtiyaçları ve Boguçorovo’da malikânenin buğdayının bulunup bulunmadığını sordu.
“Sanırım, kardeşimin buğdayı vardır burada?” dedi.
Dron gururlu bir şekilde “Malikânenin buğdayı duruyor…” diye cevapladı. “Prens’imiz, satılmamasını emretmişti bana.”
“Onu köylülere ver, ne ihtiyaçları varsa karşıla. Dağıt hepsini, kardeşim adına emrediyorum. Bizim olan her şeyin onların olduğunu söyle. Onlardan esirgediğimiz bir şey yok, söyle bunu.”
Dron gözlerini dikmiş, bunları söyleyen Prenses’e dikkatle bakıyordu.
“Beni bu görevden affet anacığım! Söyle, anahtarları benden alsınlar!” diye yalvarmaya başladı. “Yirmi üç yıl hizmet ettim, kusur işlemedim. Tanrı hakkı için beni görevden affet!”
Prenses Mariya, kendisinden ne istendiğini ve niçin istendiğini anlayamamıştı. Onun sadakatinden hiçbir zaman şüphe duymadığını ve hem onun hem de köylüler için her şeyi yapacağını söyleyerek cevap verdi.
XI
Bir saat sonra Dunyaşa, Dron’un geldiğini ve emri üzerine bütün mujiklerin ambar önünde toplandıklarını ve kendisiyle konuşmak istediklerini bildirmek üzere Prenses’in yanına geldi.
“Ben onları çağırmadım ki! Sadece buğday dağıtmasını söyledim Dronuşka’ya…” dedi Prenses Mariya.
“Aman efendim, emredin kovsunlar onları! Sakın gitmeyin oraya. Bir dolap çevirdikleri belli. Yakof Alpatiç gelince hemen buradan gideriz… Ama siz sakın…” dedi Dunyaşa.
“Ne dolap çevireceklermiş?” dedi Prenses.
“Sormayın, ben bilmiyorum… Dadıya sorun. Emrinize uymayıp köyden çıkmayı kabul etmedikleri söyleniyor.”
“Yanılıyorsun. Ben köyden çıkmalarını emretmedim…” dedi Prenses. “Bana Dronuşka’yı çağır!”
İçeri giren Dronuşka da Dunyaşa’nın sözlerini doğruladı: Köylüler, Prenses’in emriyle gelmişlerdi.
“Ama ben, gelmelerini hiçbir zaman söylemedim…” dedi Prenses. “Yanlış anlamış olmalısın. Onlara buğday dağıtılmasını emrettim yalnızca.”
Dronuşka içini çekerek karşılık verdi:
“Emriniz öyleyse giderler.”
“Hayır, hayır! Onları göreceğim!”
Dunyaşa’nın ve ihtiyar dadının yalvarmalarına rağmen Prenses Mariya perona çıktı. Dronuşka, Dunyaşa, dadı ve Mihail İvanoviç arkasından geliyorlardı.
Yerlerinde kalsınlar diye buğday dağıtıyorum ve onları Fransızların eline bırakıp kendim gideceğim diye düşünüyorlar herhâlde… Moskova yakınındaki malikânede aylık yiyecek ve oturulacak yer verileceğini söyleyeceğim onlara. Andrey olsa bu benim yaptıklarımdan daha fazlasını yapardı şüphesiz… Alaca karanlıkta ambarın yanında toplanmış köylülere yaklaşırken böyle düşünüyordu Prenses Mariya.
Kalabalık birden yoğunlaştı, kımıldadı ve şapkalar çıktı. Prenses Mariya, gözlerini yere indirip ayakları eteklerine dolaşarak onlara yaklaştı. Karşısında çeşitli ve çok sayıda ihtiyar ve genç gözler, değişik yüzler vardı. Bundan ötürü tek bir yüz göremiyor, tümüyle birden konuşmak gerekliliğini duyarak ne yapacağını bilmiyordu. Ama babasının ve kardeşinin temsilcisi olduğunu düşününce birden kendini toparladı ve konuşmaya başladı:
“Geldiğinize sevindim…” dedi bakışlarını yerden kaldırmadan ve kalbi şiddetle çarparak. “Dronuşka, savaş yüzünden perişan olduğunuzu söyledi. Bizim uğradığımız ortak bir felaket bu. Size yardım konusunda hiçbir şey esirgemeyeceğim. Kendim de gideceğim… Burada kalmak tehlikeli… Düşman çok yakında. Çünkü… Size her şeyi vereceğim dostlarım, merak etmeyin, her şeyi; bütün buğdayımızı alın, yeter ki yoksulluk çekmeyin. Bu buğdayı, burada kalmanız için verdiğimi söyledilerse yanlış bu. Bütün mallarınızı yanınıza alarak Moskova’daki malikânemize gitmenizi rica ediyorum. Orada yoksulluk çekmeyeceğiniz konusunda söz veriyorum size. Eviniz de buğdayınız da olacak.”
Prenses sustu. Kalabalıktan, iç çekmelerden başka ses duyulmuyordu.
“Bunu kendiliğimden yapmıyorum…” diye söze başladı yeniden. “İyi bir efendi olan babamın, kardeşimin ve oğlunun adına yapıyorum.”
Yeniden sustu. Kimse ağzını açmıyordu.
“Felaketimiz müşterektir ve bunu paylaşacağız. Neyim varsa sizindir…” dedi karşısındakilerin yüzlerine bakarak.
Hepsinin yüzünde ne olduğunu kavrayamadığı bir ifade vardı. Bu; merak, bağlılık, minnettarlık ya da korku ve işkillenme miydi belli değildi. Ama ifade, her yüzde aynıydı.
Arkalarından bir ses “İyiliğinize teşekkür ederiz ama efendilerin buğdayını almak işimize gelmez…” dedi.
“Niçin gelmez?” dedi Prenses.
Kimse cevap vermedi ve Prenses, göz göze geldiği köylülerin başlarını önlerine eğdiklerini fark etti.
Bu sessizlik, Prenses’i sıkmıştı. Birisiyle göz göze gelmeye çalıştı. Önünde duran ve değneğine dayanan bir ihtiyara sordu:
“Niçin bir şey söylemiyorsunuz? Başka şey istiyorsanız söyle. Onu da yapacağım.”
İhtiyar sanki kızmış gibi başını önüne eğerek söylendi:
“Niçin kabul edelim? Buğdaya ihtiyacımız yok!”
“Niçin her şeyi bırakıp gidelim? İstemiyoruz… Hayır, istemiyoruz. Razı değiliz buna, sana üzülüyoruz. Kendin yalnız git…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.
Ve bütün yüzlerde yeniden tek ve aynı anlam belirdi. Ne var ki bu sefer, merak ya da minnettarlık söz konusu değildi; düşmanca bir kararlılıktı bu.
“Şüphesiz yanlış anladınız…” dedi Prenses Mariya üzüntüyle gülümseyerek. “Niçin buradan gitmek istemiyorsunuz? Size ev ve yiyecek vereceğimi söylüyorum, söz bu. Burada düşman mahveder sizi…”
Ama kalabalığın gürültüsü arasında sesi duyulmaz olmuştu.
“Razı değiliz biz! Varsın mahvetsin bizi! Buğdayını almayacağız, razı değiliz!”
Prenses Mariya, kalabalıktan biriyle yeniden göz göze gelmek istedi. Ama hiç kimse gözlerine bakmıyordu, bakışlarını kaçırıyorlardı. Prenses ne yapacağını kestiremedi.
“Ne güzel öğütler de veriyor… Esirliğe devam etmek için ardından gidecekmişiz! Evin ocağın harap olsun, üstelik boyunduruk altında yaşamaya devam et! Bak hele! Buğday verecekmiş!” diyen sesler duyuluyordu kalabalıktan.
Başını önüne eğen Prenses Mariya kalabalıktan ayrıldı ve eve girdi. Hareket etmesi için ertesi gün kendisine at gerekli olduğunu Dron’a tekrarlayarak odasına çekildi ve düşüncelere daldı.
XII
Prenses Mariya, o gece, odasının açık penceresi önünde oturdu ve mujiklerin köyden yankılanan seslerini dinledi. Ama onları düşünmüyordu. Ne yapsa onları anlayamayacağını biliyordu. Bir tek şeyi düşünüyordu sadece: Bu da günün endişelerinin yarattığı duraklamadan sonra artık geçmişe aitmiş gibi görünen ve derinden duymuş olduğu o acıydı. Artık hatırlayabilir, ağlayabilir, dua edebilirdi. Güneş batınca rüzgâr da kesilmişti. Gece, sakin ve serindi. Gece yarısında köyden gelen sesler kesildi, bir horoz öttü. Ihlamurların arasından bir dolunay çıktı. Serin, beyaz bir çiğ sisi yükseldi; sessizlik, köyü ve evi kapladı.
Yakın geçmişin hatıraları, babasının hastalığı ve son günleri gözünün önünde canlandı. Bunları kederli bir sevinçle tek tek gözünün önüne getiriyor; yalnızca bir tanesini, gecenin bu esrarlı ve sakin saatinde, zihninde canlandırmaya bile cesaret edemediği babasının ölüm sahnesini uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bu tablolar öyle açık bir şekilde, öyle ince ayrıntılarıyla gözlerinin önüne geliyordu ki onları kâh bir gerçek kâh bir geçmiş kâh bir gelecek sanıyordu.
Babasına inme inmesi, Lisi Gori’de koltuklarına girip bahçede sürüklemeleri, dolaşan diliyle bir şeyler söylemeye çalışması, kırlaşmış kaşlarını oynatıp durması ve korku dolu gözlerle bakışı, sanki yeniden gerçekleşen ve onun gözünde canlanan şeylerdi.
Ölürken bana söylediklerini o anda söylemek istiyordu aslında. Bu sözleri söylemeyi her zaman istemişti… dedi Prenses kendi kendine.
Daha sonra, babasının isteğine karşı gelerek bir felaket olacağını önceden sezip Lisi Gori’de kaldığı geceyi, krizden önceki geceyi hatırladı. Uyuyamamış, ayaklarının ucuna basarak aşağıya inmiş, babasının geceyi geçirdiği çiçekliğin kapısına yaklaşarak onu dinlemişti. Bitkin ve yorgun sesiyle Tihon’a bir şeyler söylüyordu babası. Konuşmak istediği besbelliydi. Beni niçin çağırmadı? diye düşündü Prenses Mariya. Artık, içindekileri hiç kimseye açıklayamayacak. Düşündüklerinin tümünü söyleyebileceği o an, benim için de onun için de artık geri dönmemecesine kayboldu. Ben Tihon değilim, onu anlardım. Peki niçin odaya girmedim? Öldüğü gün söylediklerini belki o anda söyleyecekti bana. Tihon’la konuşurken iki kere beni sormuştu. Bense kapının ardında duruyor, içeri girmiyordum. Kendisini anlamayan Tihon’la konuşması büyük bir tatsızlıktı onun için. Öldüğünü unuttuğu Lise’den sağmış gibi söz ediyordu. Tihon gerçeği hatırlatınca “Aptal!” diye haykırdı. Karyolaya yatmasını ve “Tanrı’m!” diye inlemesini şimdi olmuş gibi hatırlıyorum. Niçin girmedim içeri? Ne yapardı bana? Kaybedeceğim ne vardı? Belki yatışıp o sözleri söyleyiverirdi bana. Prenses Mariya, babasının öldüğü gün kendisine söylediği bir sözü yüksek sesle tekrarladı: “Canım!” Sonra içini rahatlatan gözyaşları döküldü gözlerinden.
Karşısında onun yüzünü görüyordu şimdi. Küçüklüğünden beri uzaktan gördüğü yüzü değildi bu; son gün, söylediklerini iyice işitmek için ağzına doğru eğilerek bütün buruşukları ve ayrıntılarıyla ilk defa çok yakından gördüğü o çekingen ve güçsüz yüzü…
“Canım!” diye tekrarladı.
Bu sözü söylediği zaman ne düşünüyordu ve acaba şimdi ne düşünüyor? diye geçirdi zihninden. Buna verilmiş bir cevap gibi tabutta beyaz mendille bağlı yüzündeki ifadeyle gördü onu. Ona dokunduğu ve dokunduğu şeyin o değil, esrarlı ve dehşet verici bir şey olduğunu hissettiği anki korku ve tedirginlik yeniden benliğini kapladı. Başka bir şey düşünmek, dua etmek istedi ama yapamadı. Onun ölü yüzünü yeniden görmeyi bekleyerek fal taşı gibi açılmış gözleriyle ay ışığına ve gölgelere bakıyordu; evin içini ve dışını kaplamış sessizlikte, zincire vurulmuş gibi hissediyordu kendisini.
“Dunyaşa!” diye fısıldadı.
Haykırdı ardından: “Dunyaşa!..”
Ve sessizliğin elinden sıyrılır gibi hizmetkârların odasına, sesini duyup dışarı fırlayan dadıya ve hizmetçilere doğru koştu.
XIII
17 Ağustos’ta Rostof ve İlin, esirlikten yeni dönen Lavruşka’yı ve bir hüsar emir erini de yanlarına alarak Boguçorovo’dan on beş verst uzaktaki Yankovo’da bulunan açık ordugâhlarından atla gezintiye çıktılar.
İlin’in yeni satın aldığı atı denemek ve köylerde ot bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyorlardı.
Son üç gün içinde Boguçorovo, çarpışan iki ordu arasında kalmıştı. Öyle ki Rus artçıları da Fransız öncüleri de kolayca girebilirlerdi buraya. Uyanık bir süvari bölüğü komutanı olan Rostof; bundan ötürü Boguçorovo’da bulunabilecek erzaktan, Fransızlardan önce yararlanmak istiyordu.
Rostof ile İlin çok neşeliydiler. Bir prensin malı olduğunu bildikleri ve içinde büyük bir konak, kalabalık bir ev halkı ve aralarında belki de güzel hizmetçi kızların bulunduğu bu malikâneye yaklaşırken Lavruşka’ya Napolyon konusunda sorular soruyor; onun anlattıklarına gülüyor ve İlin’in yeni atını sınamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gittikleri köyün, kız kardeşinin eski nişanlısı Prens Bolkonski’nin mülkü olduğu Rostof’un aklının ucundan bile geçmiyordu.
Boguçorovo’nun yakınlarında, Rostof ve İlin son defa yarıştılar ve İlin’i geçen Rostof, köyün yoluna ondan önce dörtnala girdi.
İlin’in yanakları kızarmıştı.
“Beni geçtin…” dedi.
Köpüğe belenmiş don atını okşayan Rostof “Evet, düzlükte de burada da hep ben birinci oluyorum…” dedi.
Lavruşka, kendi lagar beygirini kastederek “Bendeniz de Ekselans, bu benim Fransız’la geçerdim doğrusu ama utandırmak istemedim…” dedi arkalarından.
Büyük bir köylü kalabalığının önünde toplandığı ambara yaklaştılar.
Köylülerin kimi şapkalarını çıkararak kimi de çıkarmadan bakıyordu. Meyhaneden çıkan yüzleri buruşuk, sakalları seyrek iki ihtiyar; ayarsız sesleriyle anlaşılmaz bir şarkı mırıldanarak, sallanarak ve gülümseyerek subaylara yaklaştılar.
“Çok tatlı adamlar bunlar!” dedi Rostof gülerek. “Ot var mı?”
“Amma da birbirlerine benziyorlar!” dedi İlin.
“Eğlen… celi… li… der… ne… ği… ği… miz…” diye bir şarkı tutturan mujiklerden biri güiümsüyordu.
Kalabalığın içinden çıkan bir köylü, Rostof’a yaklaşıp sordu:
“Hangi taraftansınız siz?”
“Fransızların tarafından…” dedi İlin gülerek. “Bu da Napolyon’un ta kendisi…” diye ekledi Lavruşka’yı göstererek.
“Herhâlde Rus’sunuz?” diye yeniden sordu köylü.
Ufak tefek bir başkası yaklaştı. “Kuvvetiniz çok mu?” diye sordu.
“Tabii, hem de pek çok…” dedi Rostof. “Siz neden toplandınız burada? Bayram filan mı var?”
“İhtiyarlar, köy işlerini görüşmek için toplanmışlardı…” dedi köylü uzaklaşırken.
Bu sırada, konaktan çıkan ve subaylara doğru gelen iki kadın ve beyaz şapkalı bir adam göründü.
İlin, kararlı bir şekilde kendisine yaklaşan Dunyaşa’yı göstererek “Pembelisi benim, sululuk istemem…” dedi.
“Evet bizim olacak o…” dedi Lavruşka göz kırparak.
“İstediğiniz nedir güzelim?” diye sordu İlin gülümseyerek.
“Prenses, hangi alaydan olduğunuzu ve adınızı sormamı istedi.”
“Bu, Bölük Komutanı Kont Rostof. Ben de sadık hizmetkârınız.”
“Eğlen… celi… li…” diye şarkı söyleyen sarhoş köylü, ağzı bir karış açık hâlde ve sırıtarak İlin’in hizmetçiyle konuşmasını seyrediyordu. Dunyaşa’nın arkasından gelen Alpatiç, şapkasını çıkararak Rostof’a yaklaştı. Büyük bir saygıyla ama karşısındaki subayın gençliğini küçümseyen bir edayla elini yakasına sokarak “Rahatsız etmeme izin veriniz Ekselans…” dedi. “Bu ayın on beşinde ölen Başkomutan General Prens Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin kızı olan hanımefendim, bu adamların (Eliyle köylüleri gösterdi.) cahilliği yüzünden çok güç bir durumda bulunuyor ve teşrifinizi rica ediyor… Acaba biraz uzaklaşmak lütfunda bulunur musunuz? Bunların yanında…” diyerek bir atın peşinde dolaşan at sinekleri gibi arkasından ayrılmayan iki köylüyü gösteriyordu Alpatiç.
Köylüler ağızları kulaklarına vararak “Hey Yakof Alpatiç!.. Hay Allah, Yakof Alpatiç!.. Amma iş ha… Bizi bağışla n’olur… Tanrı hakkı için ha!..” diyorlardı.
Eliyle gösterişli bir şekilde köylüleri göstererek “Belki de bunlar Ekselanslarını eğlendiriyor?” dedi Alpatiç.
Rostof onlardan uzaklaşarak “Hayır, eğlenilecek bir şey yok bunda!” dedi. “Ne var? Anlatın bana.”
“İzninizle anlatayım: Bu köyün kaba halkı, hanımefendinin malikâneden ayrılmasını önlüyorlar ve atları koşumdan çıkarırız diye tehdit ediyorlar. Bundan ötürü, her şey sabahtan beri arabalara yerleştirilmiş olduğu hâlde, Prenses hareket edemiyor.”
“Nasıl olur bu?” diye bağırdı Rostof.
“Gerçeği size iletmekle mutluluk duyuyorum efendim…” diye cevap verdi Alpatiç.
Rostof atından inip dizginleri hüsara verdi ve Alpatiç’e olay hakkında sorular sorarak onunla birlikte eve yöneldi.
Gerçekten de Prenses’in köylülere buğday vermek istemesi, Dron’la ve onlarla konuşması, işleri iyice çıkmaza sokmuştu. Bu yüzden Dron, anahtarları teslim etmiş ve kesin olarak köylülere katılmıştı. Alpatiç’in çağırmasına aldırış etmemiş ve yanına gitmemişti. Prenses sabahleyin ayrılmak üzere hayvanların arabaya koşulmasını söyleyince köylüler ambarın önüne yığılmışlardı. Köyden gitmesine izin vermeyeceklerini, göç etmeme emrinin çıktığını ve atları koşumdan çözeceklerini bildirmek üzere adam da göndermişlerdi. Onları yola getirmek isteyen Alpatiç yanlarına gitmişti. Ama ona da Prenses’i bırakamayacaklarını, bunun için emir çıktığını, burada kalması gerektiğini, her zamanki gibi ona boyun eğeceklerini, hizmet edeceklerini söylemişlerdi. (Dron kalabalığın arasında görünmüyor, en çok Karp konuşuyordu.)
Rostof ve İlin yolda dörtnala ilerledikleri sırada Prenses Mariya, Alpatiç’in, dadının ve hizmetkârların vazgeçirmek için harcadıkları çabalara rağmen atların koşulmasını söylemişti. Kesinlikle gitmek istiyordu. Ama atlıları gören arabacılar, onları Fransız sanarak kaçmışlardı. Evdeki kadınlar da ağlamaya başlamıştı.
Rostof sofayı geçerken ağlamaklı sesler duyuluyordu:
“Ah, iyi kalpli efendimiz! Kurtarıcımız! Tanrı gönderdi sizi!”
Rostof’u yanına götürdükleri zaman Prenses Mariya, çaresizlik ve şaşkınlık içinde salonda oturuyordu. Onun kim olduğunu, buraya niçin geldiğini ve kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. Ruslara özgü yüzünü ve içeri girişini gördüğü, söylediği ilk sözü işittiği zaman Rostof’un kendi çevresinden bir kimse olduğunu anlayıp derin ve ışıltılı bakışlarını ona çevirmiş; heyecandan titreyen bir sesle konuşmaya başlamıştı. Bu karşılaşma, romanlardaki sahneleri hatırlattı Rostof’a. Ayaklanmış kaba köylülerin eline düşmüş, üzüntü ve acı içinde yapayalnız bir kız! Beni buraya getiren alın yazısı, ne garip bir şey! diye düşünüyordu Rostof, Prenses’i dinlerken. Bakışlarını ona çevirdiğinde Yüzünün çizgilerinde ve taşıdığı anlamda ne ince bir soyluluk ve yumuşaklık var!.. diyordu içinden.
Bütün bunların babası gömüldükten bir gün sonra olduğunu söylediği sırada Prenses’in sesi titredi, başını yana çevirdi. Ama Rostof’un, kendisini etkilemek istediği için böyle davrandığını düşünebileceğini aklına getirerek ürkek ve sorgulayıcı bakışlarını yeniden genç adama çevirdi. Rostof’un gözleri yaşlanmıştı. Prenses Mariya bunu fark etti ve yüzünün çirkinliğini unutturan ışıltılı gözleriyle baktı ona.
“Bir rastlantıyla buraya gelmiş ve size hizmet etme imkânı elde etmiş olduğum için ne kadar mutluluk duyduğumu anlatamam Prenses…” dedi Rostof ayağa kalkarak. “Buyurun, hareket edin. Size muhafızlık etmeme izin verirseniz, kimsenin canınızı sıkmaya kalkışmayacağını şerefim üzerine temin ederim.”
Hükümdar ailesinden prenseslerin karşısında selam verilirken yapıldığı gibi eğilerek Prenses Mariya’yı selamladı ve kapıya yöneldi.
Rostof saygıyla, Prenses’le daha yakından tanışmayı bir mutluluk saydığını ama içinde bulunduğu zor durumdan yararlanarak böyle bir şeyi zorla gerçekleştirmeye çalışmadığını belirtiyordu.
Prenses Mariya bunu fark etmiş ve etkilenmişti.
“Size çok minnetarım, hem de çok…” dedi Fransızca. “Ama umarım ki bütün bunlar bir anlaşmazlığın sonucudur ve kimse kabahatli değildir.”
Prenses birden ağlamaya başlamıştı.
“Özür dilerim!” dedi.
Rostof kaşlarını çattı, Prenses’i saygıyla yeniden selamlayarak dışarı çıktı.
XIV
“Eee nasıl, güzel mi bari? Benim pembeli çok şeker bir şey dostum! Adı da Dunyaşa…”
Rostof’un yüzündeki ifadeyi gören İlin, hemen sustu. Kahraman ve komutanının bambaşka düşünceler içinde olduğunu fark etmişti. Rostof kızgınlıkla baktı ona ve cevap vermeden köye doğru hızla yöneldi.
“Gösteririm ben onlara! Aşağılık herifler!” diye mırıldanıyordu.
Alpatiç koşmamak için kendisini zor tutarak hızlı adımlarla onun arkasından geliyordu.
Hizasına gelince “Efendimiz, acaba ne gibi kararlar aldınız?” dedi.
Rostof yumruklarını sıktı ve tehdit edercesine Alpatiç’in üzerine yürüyerek “Karar mı? Ne kararı, ihtiyar bunak!” diye haykırdı. “Gözünü açsana sen! Köylüler ayaklanıyor, sen de onların hakkından gelmesini bilmiyorsun ha! Sen de hainin birisin! Bilirim senin gibileri, hepinizin derisini yüzeceğim!”
Enerjisinin tümünü harcamak istemiyormuş gibi Alpatiç’i bırakarak hızla ilerledi. Alpatiç, duyduğu kırgınlığı yenerek hızla onu izledi ve bu konuya ilişkin görüşlerini açıklamaya devam etti. Köylülerin büyük bir taşkınlık içinde bulunduğunu, askerî bir birlik olmadan onlara karşı koymanın doğru olmayacağını, önce bir birlik meydana getirmek gerektiğini söyledi.
Öfkesini birine yöneltmek isteğiyle yanan ve akıl dışı, hayvani bir kızgınlık duyan Rostof, anlamsız bir şekilde mırıldandı:
“Askerî birlik neymiş, gösteririm ben onlara! Gösteririm…”
Ne yaptığını bilmeden kararlı ve hızlı adımlarla kalabalığa yaklaştı. O yaklaştıkça bu önceden hesaplanmamış davranışın, en olumlu sonuçları vereceğini hissediyordu Alpatiç. Rostof’un hızlı ve kendinden emin yürüyüşünü, çatık kaşlarını görünce köylüler de aynı şeyi hissetmişlerdi.
Hüsarlar köye girdikten ve Rostof, Prenses’in yanına gittikten sonra; köylüler arasında bir şaşkınlık ve görüş ayrılığı baş göstermişti. Bazı köylüler, bu süvarilerin Rus olduklarını ve genç hanımlarının gitmesine engel oldukları için başlarına bela geleceğini söylüyorlardı. Dron da bu görüşe katılıyordu. Ama düşüncesini açıklamaya kalkıştığında Karp ve ötekiler ona şiddetle karşı çıktılar.
“Yıllardır köyün kanını emdin!” dedi Karp. “Senin için hava hoş! Paranı toprağa gömüp basar gidersin! Evlerimiz yıkılmış ya da yıkılmamış, umurunda mı?”
“Düzeni korumak, buradan ayrılmamak, hiçbir şey götürmemek emrediliyor. Bütün sorun bu!” dedi bir başkası.
“Senin oğlan gidecekken onun yerine benim Vanka’yı gönderdin!” dedi bir ihtiyar ansızın patlayarak. “Şimdi de ölelim, değil mi?”
“Evet, evet öleceğiz!”
“Ben topluluğumuza karşı gelmiyorum…” diyordu Dron.
“Karşı değilsin ama göbeğini iyice şişirdin…
Uzun boylu iki mujik de kendi düşüncelerini açıklıyorlardı. Yanında İlin, Lavruşka ve Alpatiç bulunan Rostof kalabalığa yaklaşınca Karp; parmaklarını kemerine geçirip hafifçe gülümseyerek ilerledi. Dron ise en arka sıralara geçti ve kalabalık hemen toplandı.
“Söyleyin bakalım, muhtar hanginiz?” diye haykırdı Rostof hızla yaklaşarak.
“Muhtar mı? Ne yapacaksınız?..” dedi Karp.
Ama sözünü bitirmeden başlığı havaya uçtu ve sert bir darbeyle yana eğildi.
“Çıkarın başlıklarınızı alçaklar!” diye kalın sesiyle haykırdı Rostof. “Nerede muhtar?”
“Muhtar… Muhtarı istiyor… Dron Zahariç, seni istiyorlar…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.
Bu arada başlıklarını çıkarıyorlardı.
“Baş kaldırmaya hakkımız yok bizim, düzeni korumalıyız…” dedi Karp.
Aynı anda kalabalıktan çeşitli sesler yükseldi:
“İhtiyarların verdiği kararları yerine getiriyoruz biz. Sizin gibi emir veren çok kimse var…”
“Ne, tartışıyor musunuz?.. Baş kaldırmak demektir bu! Haydutlar! Hainler!” diye bağırıyordu Rostof tanınmaz bir sesle.
Bir yandan da Karp’ın yakasına sarılmıştı.
“Bağlayın şunu, bağlayın diyorum!” diye haykırdı.
Oysa ortada Lavruşka ve Alpatiç’ten başka Karp’ı bağlayacak kimse yoktu.
Ama Lavruşka gecikmedi, hemen koşarak iki elini arkasından yakaladı:
“Bizimkileri çağıralım mı efendimiz?” dedi.
Alpatiç de Karp’ı bağlamaları için iki köylüyü adlarıyla çağırdı. Köylüler uysal bir şekilde kalabalıktan ayrılıp kemerlerini çıkardılar.
“Muhtar nerede?” diye haykırdı Rostof.
Dron, sapsarı ve kaşları çatılmış hâlde kalabalığın arasından çıktı.
“Demek muhtar sensin!” diye bağırdı Rostof. “Lavruşka, bağla şunu da!”
Emri, karşı konulması imkânsız gibi söylemişti. Gerçekten de iki köylü hemen, Dron’u bağlamakla görevlendirdiler kendilerini. Dron da kemerini çıkararak onlara yardımcı oldu.
“Şimdi, hepiniz beni dinleyin!” dedi Rostof köylülere. “Haydi, hemen toz olun! Sesinizi filan duymayayım!”
“Biz bir kötülük yapmadık… Yalnız aptallık ettik, akılsızlık ettik… Bu doğru değil demiştim ben!” diye sesler yükseldi kalabalıktan.
Fırsattan yararlanan Alpatiç, “Size söyledim.” dedi. “Yanlış yapıyorsunuz dedim, arkadaşlar!”
“Aptallık ettik, Yakof Alpatiç!” diyen sesler yükseldi ve köylüler dağılıp evlerine yollandılar.
Bağlanmış olan iki kişi eve getirildi. Sarhoşlar da onların peşine takılmıştı.
“Ah, seni böyle görünce…” dedi sarhoşlardan biri Karp’a bakarak.
“Efendilerle böyle konuşulur mu? Ne sanıyordun? Aptalın birisisin sen…” dedi öteki. “Hem de tam aptal!”
İstenen arabalar, iki saat sonra avluda hazır duruyordu. Köylüler, efendilerinin eşyasını neşe içinde taşıyor ve yerleştiriyorlar; kapatıldığı odunluktan, Prenses’in isteğiyle çıkarılmış olan Dron da onlara emirler veriyordu.
Uzun boylu, ablak ve güleç yüzlü bir köylü, oda hizmetçisinin elindeki kutuyu alarak “Öyle konmaz…” dedi. “Para verildi buna! Fırlatma, sicimle bağla bakayım. Düşsün mü istiyorsun! Sevmem böyle şeyleri. Her şey namusluca ve gerektiği gibi yapılmalı… Evet öyle, hasırla ya da otla örtüver, işte oldu.”
Prens Andrey’in kitaplarını taşıyan bir başkası “Amma da çok kitap var ha! Ne de ağırmış! Doğrusu dehşet kitaplar…” dedi.
“Ne sandın! Bunu yazanlar, orada burada sürtmemişler!” diye cevap verdi ablak yüzlü mujik.
Üst üste konmuş sözlükleri işaret ediyordu göz kırparak.
Rostof, Prenses Mariya ile ahbaplığını ilerletmek istemediği için onun yanına gitmedi ve köyde kalarak yola çıkmasını bekledi. Prenses hareket edince atına bindi, Boguçorovo’ya on iki verst uzaklıkta olan ve birliklerimizin işgalinde bulunan yola kadar geçirdi onu. Yankovo’da kendisine saygıyla veda ederek elini ilk defa öptü.
Kendisini “kurtardığını” söyleyen Prenses Mariya’ya “Beni mahcup ediyorsunuz. Herhangi bir polis görevlisi de yapardı bunu…” dedi. “Yalnızca köylülerle savaşmak zorunda kalsaydık düşmanın bu kadar ilerlemesine izin vermezdik…” diye ekledi sıkılarak ve konuyu değiştirmeye çalışarak. “Sizinle tanışma fırsatını bulduğum için çok mutluyum. Hoşça kalın Prenses, mutluluklar, teselliler dilerim size. Sizinle daha mutlu şartlar altında karşılaşmak isterdim. Beni mahcup etmek istemezseniz, rica ederim, teşekkür etmeyiniz.”
Ama Prenses sözle değil, minnettarlık ve şefkatle parıldayan yüzüyle teşekkür ediyordu. Rostof’un ortada teşekkür edecek bir şey olmadığı konusundaki sözlerine de inanmıyor; tam tersine, Rostof olmasaydı hem Fransızların hem de ayaklanmış köylülerin kurbanı olacağını, kendisini apaçık ve korkunç tehlikelere attığını, onun çektiği acıyı anlayan yüksek ruhlu ve soylu bir insan olduğunu düşünüyordu. Babasının ölümünden ağlayarak söz ettiğinde Rostof’un yaş dolan iyi ve temiz gözlerini bir türlü unutamıyordu.
Rostof’la vedalaşıp yalnız kaldığı zaman gözlerinin ansızın yaşlarla dolduğunu hissetti Prenses ve ilk defa elinde olmayarak Onu seviyor muyum? diye sordu kendi kendine. Moskova’ya yol alırken arabada kendisiyle beraber olan Dunyaşa, durumunun pek de iç açıcı olmamasına rağmen hanımının, pencereden bakarken hüzünlü ve mutlu bir şekilde gülümsediğini fark etti.
Onu seversem, ne olur ki? diye kendi kendine sordu yine Prenses Mariya.
Kendisiyle belki de hiçbir zaman ilgilenmeyecek bir adamı sevebildiği için utanç duyduğu hâlde bunu hiç kimsenin bilemeyeceğini, hayatında ilk ve son olarak ölene kadar birini gizlice sevmenin bir kabahat olmadığını düşünerek avuttu kendisini.
Kimi zaman bakışlarını, yakınlığını, sözlerini hatırlıyor ve mutluluk pek o kadar uzak görünmüyordu Prenses’e. İşte o sırada Dunyaşa, Prenses’in pencereden gülümseyerek baktığını görüyordu.
Tam bu sırada Boguçorovo’ya geliyor! diye düşünüyordu Prenses. Kız kardeşi de Prens Andrey’e verdiği sözden dönüyor![87 - Ortodoks Kilisesi’nin, evli çiftlerin kardeşleri arasında evliliği yasaklayan kararı söz konusu burada. (ç.n.)] Bütün bunları Tanrı’nın isteği gibi görüyordu Prenses Mariya.
Rostof da Prenses’i hatırladıkça bir hoş oluyordu. Onu düşündüğü zaman neşeleniyor ve Boguçorovo’daki macerasını öğrenen arkadaşları, ot ararken Rusya’nın en zengin kızlarından birine tosladığını söyleyerek şakalaştıkları zaman kızıyordu. Kızmasının nedeni, sınırsız bir zenginliğe sahip uysal ve tatlı Prenses Mariya ile evlenmeyi birkaç kere düşünmüş olmasıydı. Ondan daha iyi bir kadın düşünemezdi kendisi için; böyle bir evlilik annesi Kontes’i mutlu kılar, babasının da işlerini yoluna sokardı ve hatta -bunu kuvvetle hissediyordu Rostof- Prenses Mariya’ya da mutluluk getirirdi.
Peki ya Sonya? Verdiği söz?
Prenses Mariya konusunda şakalaştıkları zaman, bundan ötürü kızıyordu Rostof.
XV
Kutuzof, orduların komutasını ele alınca Prens Andrey’i hatırladı ve genel karargâha çağırttı.
Prens Andrey, Tsarevo-Zaymişçe’ye; Kutuzof’un, birlikleri ilk olarak teftiş ettiği gün ve saatte geldi. Köyde, Başkomutan’ın arabasının bulunduğu yerde, papazın evinin önünde durdu ve şimdi herkesin “Serenisim”[88 - Haşmetli.] dediği Kutuzof’u beklemek için avlu kapısının yanındaki sıraya oturdu. Köyün arkasındaki alandan kimi zaman alay bandosunun sesi, kimi zaman da yeni Başkomutan için “Hurra!” diye bağıran sayısız insanın uğultusu geliyordu. Prens Andrey’den on adım kadar ötede iki süvari emir eri, bir kurye, bir metrdotel duruyor; Kutuzof’un yokluğundan ve havanın güzelliğinden yararlanıyorlardı. Bıyıkları ve favorileri birbirine karışmış, yağız ve ufak tefek bir hüsar yarbayı, atla kapıya yaklaştı ve Prens Andrey’e göz ucuyla bakarak Serenisim’in orada kalıp kalmadığını ve çabuk dönüp dönmeyeceğini sordu.
Prens, Serenisim’in kurmayında görevli olmadığını ve biraz önce geldiğini söyledi. Yarbay, giyimiyle göz alan emir erlerinden birine döndü. Emir eri, Başkomutan emir erlerinin subaylarla konuşurken takındıkları küçümseyici tavırla cevap verdi:
“Serenisim mi? Neredeyse gelir. Ne istiyordunuz?”
Subay bu tavır karşısında bıyık altından güldü, üzerinden indiği atını bir emir erine verdi ve hafifçe selamlayarak Bolkonski’ye yaklaştı. Bolkonski, sırada yer açtı ve yeni gelen onun yanına oturdu.
“Siz de mi Başkomutan’ı bekliyorsunuz?” diye sordu. “Galiba birçok kişiyi kabul ediyor. Tanrı’ya şükürler olsun. Sosisçilerle[89 - Almanlar.] başımız derde girmişti! Yermolof, Almanlığa terfi ettirilmesini boşuna istemedi doğrusu. Artık Ruslar da seslerini çıkarabilirler! Ne kötü durumdu o! Durmadan geri çekil!.. Siz de çarpışmalara katıldınız mı?”
Prens Andrey “Bu zevki tatmakla kalmadım, geri çekilişte benim için değer taşıyan ne varsa hepsini, mülkümü, evimi ve… Üzüntüsünden ölen babamı da kaybettim…” dedi. “Ben Smolenskliyim…”
“Yaa… Siz Prens Bolkonski misiniz? Tanıştığımıza sevindim. Ben, Yarbay Denisof; daha çok Vaska adıyla tanınırım…” dedi Denisof.
Ve üzüntülü bir bakışla Prens’i süzerek “Evet evet, bunu duymuştum…” diyerek elini sıktı. “İskit Savaşı yapılıyor evet ama bunu çekenler bilir. Demek, Prens Bolkonski’siniz siz… Tanıştığımıza çok memnun oldum Prens, çok memnun oldum…” dedikten sonra da başını salladı ve Prens’in yeniden elini sıktı.
Prens Andrey, Denisof’u, Nataşa’nın kendisine ilk talip olan kimseyle ilgili hikâyelerinden bilirdi. Bu anı, hem tatlı hem de acıydı onun için ve son zamanlarda unuttuğu hasta duygularını yeniden depreştirmişti. Son zamanlarda Smolensk’in elden çıkması, Lisi Gori’ye gitmesi, babasının ölüm haberi gibi olaylar öylesine ciddi izlenimler edinmesine yol açmıştı ki bu anılar aklına gelse bile eskisi gibi güçlü bir etki yapmıyorlardı. Bolkonski adının Denisof’ta çağrıştırdığı anılarsa bir akşam yemeğinde Nataşa’nın söylediği şarkıdan sonra, on beş yaşındaki bu kıza evlenme teklifinde bulunduğu günün; o uzak ve şiir dolu geçmişin hatıralarıydı. O zamanları ve Nataşa’ya duyduğu çılgınca aşkı hatırladı ama hemen ardından, bütün benliğiyle ilgi duyduğu konuya geçti. Çekiliş sırasında ileri karakoldayken tasarladığı savaş planıydı bu. Planı Barclay de Tolly’ye sunmuştu, şimdi de Kutuzof’a sunmak istiyordu. Planın temeli şuydu: Fransızların harekât hattı çok uzamıştı, cepheden bir saldırı yerine ya da bu taktikle birlikte Fransızların ulaşım yollarına saldırmak gerekiyordu. Planını Prens Andrey’e açıklamaya girişti.
“Bu hat üzerinde tutunamazlar, imkânsız bu. Onları yarmayı üzerime alırım; beş yüz kişi verin, onları kesinlikle bozguna uğratırım. Bir tek sistem var: O da çete savaşı.”
Denisof ayağa kalkmış, el kol hareketleriyle planını Prens Andrey’e anlatıyordu. Bu arada teftiş yerinden haykırışlar, müzik ve şarkılar her taraftan ve daha karışık bir şekilde duyuluyordu. Ayak sesleri ve çığlıklar geliyordu köyden.
Kapıda duran kazak “İşte, geliyor!” diye bağırdı.
Andrey ve Denisof, bir bölük askerin (Şeref kıtasıydı bu.) önünde durduğu kapıya yaklaştılar ve küçük doru bir at üzerinde yaklaşan Kutuzof’u gördüler. Arkasından kalabalık bir maiyet ve generaller geliyordu. Barclay, hemen hemen yanı sıra geliyordu; arkalarından ve yanlarından kalabalık bir subay alayı at koşturuyor; “Hurra!” diye haykırıyordu.
Yaverler, Kutuzof’tan önce avluya girmek üzere atlarını ileri sürdüler. Kutuzof, ağırlığı altında ezilmiş gibi tembel tembel yürüyen atını sürekli olarak dürtüyor ve durmadan başını sallıyor; elini, giydiği (kırmızı kenarlı ve güneşliksiz) süvari muhafızı kasketine götürüyordu. Kendisini selamlayan ve büyük bir kısmı madalyalı olan babayiğit humbaracılar mangasına yaklaşınca komuta etmeye alışmış bir insanın keskin bakışıyla bir şey söylemeden ve dikkatle süzdü onları. Sonra yanındaki generallere döndü. Yüzünde kurnazca bir ifade belirdi ve hayret ediyormuş gibi omuzlarını kaldırarak “Bu yiğitlerle geri geri çekiliyoruz ha!” dedi. “Hem de durmadan geri çekiliyoruz! Eh, hoşça kalın General!”
Ve atını kapıya, Prens Andrey ile Denisof’un önüne sürdü. Arkasından, “Hurra! Hurra! Hurra!” diye bağırıyorlardı.
Prens Andrey görmeyeli beri, Kutuzof adamakıllı şişmanlamış, yağ bağlamış ve âdeta şişmişti. Ama çok iyi bildiği ak gözü, yüzündeki yara, yorgun hâli hep aynıydı. Bir üniforma redingotu giymişti, ince kayışlı kırbacı omuzundan sarkıyordu ve kendini iyice koyvermiş hâlde, güçlü atının üzerinde ağır ağır sallanıyordu.
“Füv… Füv… Füv…” diye hafiften ıslık çalarak avluya girdi. Angaryayı yapıp bitirdikten sonra dinlenmeye niyet eden bir adamın sakin sevinci vardı yüzünde. Sol ayağını üzengiden çıkardı, bütün ağırlığını vererek ve yüzünü buruşturarak bacağını güçlükle eyerin üstünden geçirdi, diziyle dayandı, inledi ve hazır bekleyen kazakların ve yaverlerin kollarına bıraktı kendisini.
Birden kendini toplayıp gözlerini kırpıştırdı ve çevresini süzdü. Andrey’e baktı, tanımamış olmalı ki sallana sallana merdivenlere doğru yürüdü.
“Füv… Füv… Füv…” diye ıslık çalıp Andrey’e yeniden baktı. Yaşlı kimselerde çoğunlukla görüldüğü gibi Prens’in yüzüne bakınca kim olduğunu hemen anlayamadı. Yorgun bir hâlde “Ooo Prens, nasılsın yavrum, nasılsın, gel gidelim…” dedi.
Ve ağırlığı altında gıcırdayan merdivenlerden ağır ağır çıktı. Redingotunun düğmelerini çözüp perondaki sıraya oturdu.
“Eee, baban nasıl bakalım?”
“Dün ölüm haberini aldım…” dedi Prens Andrey kısaca.
Kutuzof, korku dolu ve açılmış gözlerle baktı ona; kasketini çıkarıp haç çıkardı.
“Yeri cennet olsun! Tanrı’nın isteği hepimizin üzerine olsun!” dedi. Derin bir iç geçirdikten sonra sustu. “Onu sever ve sayardım, acına gönülden katılırım.” dedi ve Andrey’i koluyla sararak tombul göğsüne bastırdı ve uzun süre bırakmadı.
Kolunu gevşettiği zaman, Kutuzof’un sarkık dudaklarının titrediğini ve gözlerinde yaşlar biriktiğini gördü Prens Andrey. Kutuzof içini çekti ve kalkmak için iki elini sıraya dayadı.
“Gel, biraz konuşalım.” dedi.
Ama üstleri karşısında da düşman karşısında olduğu kadar atak olan Denisof, tam bu sırada, yaverlerin kendisini öfkeyle fısıldayarak durdurmak istemelerine aldırış etmeden mahmuzlarını şakırdatarak merdivenlerden çıktı. Kutuzof, sıraya dayadığı ellerini kaldırmadan ve hoşnutsuzluğunu belirten bir ifadeyle Denisof’a baktı. Kendini tanıtan Denisof, yurdun yararı için altese çok önemli bir konu açacağını söyledi.
“Yurdun yararına mı?” dedi Kutuzof. “Neymiş bu, görelim bakalım.”
Denisof genç bir kız gibi kızardı -bu yıpranmış, bıyıklı, sarhoş yüzün kızardığını görmek gerçekten garipti- ve Smolensk ile Vyazma arasında düşmanın harekât hattını yarma planını hiçbir çekingenlik duymadan anlatmaya başladı. Denisof, bu bölgelerde yaşadığı için çok iyi bilirdi buraları. Kendinden emin sözleri, planının iyi bir şey olduğunu gösterir gibiydi. Kutuzof ayaklarına bakıyor, hoşa gitmeyecek bir şeyin çıkmasını bekler gibi kimi zaman komşu evin kapısına göz atıyordu. Gerçekten de Denisof konuşurken bu kapıdan, koltuğunun altında çantayla bir general çıktı.
Denisof’un sözünü keserek “Nasıl? Hazır mı?” diye sordu Kutuzof.
“Evet, altes!” dedi general.
“Tek bir adam bütün bunların üstesinden nasıl gelir?” der gibi başını salladı Kutuzof ve Denisof’u dinlemeye devam etti.
“Napolyon’un ulaşım hatlarını keseceğim konusunda size Rus subayının şeref sözünü veririm…” diyordu Denisof.
“Başlevazımcı Kiril Andreyeviç Denisof neyin olur senin?” diye onun sözünü kesti Kutuzof.
“Öz amcam olur altes.”
“Onunla dosttuk…” dedi Kutuzof neşeyle. “Peki dostum, peki; burada karargâhta kalın, yarın görüşürüz.”
Denisof’a başıyla bir işaret yaptıktan sonra, Konovnitsin’in getirdiği kâğıtları almak üzere döndü.
Nöbetçi general hoşnutsuzluğunu hafifçe belirten bir sesle “Odaya geçmek lütfunda bulunmaz mısınız altes? Planları gözden geçirmek ve bazı belgeleri imzalamak gerekiyor…” dedi.
Evden çıkan bir yaver, içeride her şeyin hazır olduğunu bildirdi. Ama Kutuzof’un işleri bitirmeden içeriye girmek niyetinde olmadığı belliydi. Alnını buruşturarak “Hayır dostum, buraya bir masa getirin. Hepsini burada göreceğim.” dedi. “Sen gitme!” diye ekledi Prens Andrey’e dönerek.
Prens, peronda kaldı ve nöbetçi generalin söylediklerini dinlemeye koyuldu.
General raporunu verirken giriş kapısının ötesinden gelen kadın fısıltıları, ipek elbise hışırtıları duyuyordu Andrey. Birkaç kere dönüp o yana baktı. Kapının ötesinde, elinde bir tabak, sırtında pembe bir elbise ve başında leylak rengi başörtüyle etine dolgun, pembe beyaz, güzel bir kadının beklediğini gördü. Şüphesiz Başkomutan’ın yanına gelmek istiyordu. Yaver, alçak sesle, hoş geldiniz anlamına gelen tuzu ve ekmeği sunmak için bekleyen papazın karısı, yani ev sahibesi olduğunu açıkladı. Kocası, altesi, kilisede haçla karşılamıştı; o da evde karşılıyordu…
“Çok güzel bir şey…” diye ekledi.
Bu sözler üzerine Kutuzof başını çevirdi. Generalin, Tsarevo-Zaymişçe’deki mevziyi eleştiren raporunu, tıpkı Denisof’u ve yedi yıl önce Austerlitz Savaş Kurultayındaki tartışmaları dinlediği gibi dinliyordu. Bir tanesi pamukla tıkalı olmasına rağmen yine de Tanrı kulak vermiş olduğu için dinliyordu şüphesiz. Ama nöbetçi generalin söylediklerinden hiçbiri şaşırtmaz ve ilgilendirmezdi onu. Söyleyeceği şeyleri zaten biliyordu ve papazın duasının dinlenmesi gerektiği gibi dinliyordu bunları. Denisof’un bütün söyledikleri makul ve uygulanabilir şeylerdi. Nöbetçi generalin söyledikleri daha da öyleydi. Ama Kutuzof’un bilgi ve zekâyı küçümsediği, sorunu çözecek olan ve bilgi ile zekâya bağlı bulunmayan bir başka şeyi bildiği belliydi. Prens Andrey, Başkomutan’ın yüzündeki ifadeleri dikkatle izliyordu. Fark edebildiği biricik ifade; can sıkıntısı, kapının ardındaki kadın fısıltısının ne olduğunu öğrenme arzusu ve nezaketi elden bırakmama isteğiydi. Kutuzof’un zekâyı, bilgiyi ve hatta Denisof’un gösterdiği yurtseverliği küçümsediği besbelliydi. Ama zekâsıyla, duygularıyla, bilgisiyle değil -bunları göstermeye tenezzül bile etmiyordu- başka bir şeyle; yaşlılığıyla, edindiği hayat tecrübesiyle küçümsüyordu bunları. Rapordan sonra kendisinin aldığı tek önlem, Rus birliklerinin çapulculuğuna ilişkindi. Nöbetçi general en sonunda, yeşil yulafların biçilmesinden ötürü bir toprak sahibinin şikâyeti üzerine bazı subayların cezalandırılması konusundaki dilekçeyi imzalanmak üzere altese sundu.
Kutuzof, konuyu öğrenince ağzını şapırdattı.
“Sobaya, sobaya. Yakın!” dedi. “Kaç kere söyledim sana, dostum… Bunların tümünü ateşe atmak gerekir. Ekinleri kessinler, odunları da yaksınlar, istedikleri kadar! Ben bunu ne emrederim ne de buna izin veririm ama cezalandıramam da. Kaçınılmaz bir şey bu. Hamama giren terler!”
Kâğıda bir kere daha göz attı.
“Ah, bu Almanların titizliği ve şaşmazlığı!” dedi başını sallayarak.
XVI
“Tamam, işte hepsi bitti…” dedi Kutuzof, son belgeyi de imzalayarak.
Çenesini yukarı doğru kaldırarak güçlükle yerinden doğruldu. Neşeli bir yüzle kapıya yöneldi.
Yüzü iyice kızarmış olan papazın karısı, bütün hazırlıklarına rağmen zamanında sunamadağı tabağa sarıldı; saygıyla eğilerek Kutuzof’a uzattı.
Kutuzof, gözlerini kırpıştırıp gülümsedi ve kadının çenesini tuttu.
“Ne güzel bir yüz! Teşekkür ederim yavrum!” dedi.
Cebinden çıkardığı birkaç altını tabağa bıraktı.
“Nasılsın bakalım?” diyerek kendisine ayrılan odaya yürüdü.
Papazın karısı, pembe yüzünde gamzeler oluşturan gülümsemesiyle arkasından geliyordu. Peronda Prens Andrey’in yanına gelen yaver, onu yemeğe davet etti. Yarım saat sonra, yeniden Kutuzof’un kendisini çağırdığını bildirdiler Prens Andrey’e. Düğmeleri çözük redingotuyla bir koltuğa yerleşmiş olan Kutuzof, Fransızca bir kitap okuyordu. Prens Andrey içeri girince okuduğu sayfanın arasına kâğıt keseceğini koyup kitabı kapattı. Kapağındaki yazıyı görmüştü Prens Andrey. Mme de Genlis’in Les Chevaliers du Cygne adlı kitabıydı bu.
“Gel bakalım, gel, otur şuraya, biraz çene çalalım…” dedi Kutuzof. “Senin baban yerinde olduğumu, bir ikinci baban olduğumu unutma dostum…”
Prens Andrey, babasının son anlarına ilişkin bütün bildiğini ve Lisi Gori’ye gittiği zaman gördüklerini anlattı.
Prens Andrey’i dinledikten sonra, Rusya’nın durumunu düşündüğü belli olan Kutuzof heyecanlandı.
“Şu ülkeyi ne hâle soktular, ah ne hâle soktular!” dedi.
Sonra öfkelenerek ve hiç şüphesiz heyecanlanmasına yol açan bu konu üzerinde daha fazla durmak istemeyerek ekledi:
“Ama sabredelim biraz, sabredelim… Yanımda alıkoymak için çağırdım seni.”
“Alteslerine çok teşekkür ederim ama genelkurmayda bir işe yaramayacağımı sanıyorum…” dedi Prens Andrey.
Prens’in hafifçe gülümsediğini fark etmişti Kutuzof. Soru sorar gibi baktı onun yüzüne.
“Özellikle alayıma alıştıktan, subaylarımı sevdikten sonra, böyle düşünüyorum…” dedi Prens Andrey. “Onların da beni sevdiklerini sanıyorum. Onlardan ayrılmak zor gelir bana. Bahşettiğiniz şerefi geri çevirmemin…”
Kutuzof’un yüzünde zekâ, iyilik ve aynı zamanda ince bir alaycılık belirmişti. Bolkonski’nin sözünü kesti:
“Çok yazık. Bana lazımdın ama haklısın. Burada adama ihtiyacımız yok. Danışman her zaman bulunur ama adam yok. Danışman denilenler, birliklerde senin gibi hizmet etselerdi, askerî kuvvetlerimiz böyle olmazdı. Ben seni Austerlitz’den hatırlarım, hem de elinde sancakla hatırlarım.”
Bu hatırlama, Prens Andrey’in yüzünün kızarmasına yol açtı. Kutuzof onu kolundan çekti, yanağını uzattı. Prens Andrey, ihtiyarın gözlerinin yeniden yaşardığını gördü. Kutuzof’un yufka yürekli olduğunu, kendisine gereğinden fazla iltifat ettiğini, babasının ölümü dolayısıyla acısını paylaşmak ve ilgi göstermek istediğini bildiği hâlde Austerlitz’i hatırlayışı Prens Andrey’in hoşuna gitmiş, koltuklarını kabartmıştı.
“Kendi çizdiğin yolda yürü ve Tanrı yardımcın olsun. Bunun şeref dolu bir yol olduğunu biliyorum!” dedi Kutuzof.
Bir süre sustu.
“Bükreş’te de yokluğunu hissettim. Sana bazı görevler verecektim…” Konuyu değiştirerek Türkiye ile yapılan savaştan ve yapılan barıştan söz etti. “Evet, bana hem savaş hem de barış için çok azar çektiler…” dedi. “Oysa hepsi de zamanında oldu. Tout vient â point â qui sait attendre.[90 - “Beklemesini bilen için her şey zamanında gerçekleşir.”] Orada da en az buradaki kadar danışman vardı. Ah, şu danışmanlar ah! Herkesi dinleyecek olsaydık orada, Türkiye ile barış yapmazdık, savaşı da bitirmezdik. Her şeyi çabuk gerçekleştirmeli ama acele işe şeytanın karıştığını da unutmamalı. Ölmeseydi, Kamenski’nin hâli haraptı. Kaleye otuz bin kişiyle saldırdı. Kale almak kolay ama bir savaşı sona erdirmek zordur. Gerekli olan saldırı değildir, sabır ve zamandır. Kamenski, Rusçuk’a saldırmak üzere asker gönderdi ama ben yalnızca onlara, sabır ve zamana güvendim ve ondan daha fazla kale alıp Türklere at eti yedirdim.”
Başını sallıyordu Kutuzof.
“Fransızlara da at eti yedireceğim. İnan bana!” dedi heyecanlanarak ve göğsüne vurmaya başlayarak.
Gözlerinde yeniden yaşlar parıldıyordu.
“Ama çarpışmayı yine de kabul etmek…” dedi Prens Andrey.
“Herkes isterse kabul etmek gerekecek. Elden bir şey gelmez… Ama sözlerimi unutma sevgili yavrum. En güçlü savaşçılar bu ikisidir, yani zaman ve sabırdır. Onlar her şeyi alt eder. Ancak bizim danışmanlar, ne l’en-tendcnt pas de cette oreille, voilâ lc mal.[91 - “Ama böyle düşünmezler, işin kötüsü de budur.”] Bazıları istiyor, bazıları istemiyor bunu. Peki ne yapmalı?”
Bir cevap bekliyor gibiydi.
“Evet sence ne yapmalı?” diye tekrarladı.
Gözlerinde derin ve zekâ dolu bir parıltı belirmişti. Prens Andrey yine cevap vermeyince “Öyleyse ben sana söyleyeyim…” dedi. “Ne yapmak gerektiğini ve ne yaptığımı söyleyeceğim. Dans le doute, mon cher…”[92 - “Durum şüpheli olunca.”] Bir an durakladı ve yavaşça konuştu: “Abstienstoi.”[93 - “Karar verme.”]
Sonra “Haydi, güle güle yavrum…” diye ekledi. “Acını derinden paylaştığımı; senin Serenisim’in ya da prensin ya da başkomutanın değil, baban olduğumu unutma. Bir şeye ihtiyacın olursa doğrudan doğruya bana gel. Güle güle dostum!”
Prens Andrey daha dışarı çıkmadan Kutuzof içini çekerek güzelce yerine yerleşti ve Mme Genlis’in yarıda bıraktığı romanı Les Chevaliers du Cygne’i okumaya koyuldu.
Kutuzof’la yaptığı bu konuşmadan sonra işlerin gidişinden hoşnut olmuş, başkomutanlığın istenen adamı bulduğuna inanmıştı Prens Andrey. Bunun niçin böyle olduğunu bilmiyordu. Bu ihtiyar şefin, kendi benliğinden geriye yalnızca tutkulu alışkanlıkları kalmış ve kişisel menfaatten arınmış olduğunu ve ayrıca nedenleri kavrayıp sonuçlar çıkaran bir zekâ yerine, olayların akışını sakin bir şekilde seyretme yeteneğine sahip bulunduğunu gördükçe her şeyin yolunda gideceğine daha fazla inanıyordu. Kendinden bir şey yapmıyor, bir önlem almıyor… diye düşünüyordu Prens Andrey. Ama her şeyi dinliyor, hatırlıyor, yerli yerine koyuyor, yararlı şeyleri engellemiyor, zararlılara da izin vermiyor; kendi iradesinden daha güçlü bir şeyin, yani olayların önüne geçilmez akışının var olduğunu biliyor. Onları görüyor ve anlamlarını kavrıyor, anlayınca da kendisi işin içine karışmıyor, iradesini uygulayıp başka bir sey yapmak istemiyor. Ona inanılmasının başlıca nedeni de Mme Genlis’nin romanını okumasına ve Fransız atasözlerini ağzından düşürmemesine rağmen Rus olmasıdır; “Şu ülkeyi ne hâle soktular!” dediği zaman sesinin titremesi ve “Onlara at eti yedireceğim!” diye haykırdığı zaman ağlamaklı olmasıdır…
Gerçekten de saray dalaverelerine karşıt olarak millî duygular içinde Kutuzof’un başkomutanlığa getirilmesinin genel olarak doğru bulunmasının temelinde, herkes tarafından şu ya da bu ölçüde bilinçli olarak benimsenmiş olan bu düşünce yatıyordu.
XVII
İmparator gittikten sonra Moskova’da hayat her zamanki gibi akıyordu, o kadar az değişmişti ki eski yurtseverlik heyecanlarını ve coşkulu günleri hatırlamak kolay değildi. Rusya’nın gerçekten tehlikede olduğuna ve İngiliz Kulübü üyelerinin aynı zamanda her türlü fedakârlığı yapmaya hazır vatan evlatları olduklarına inanmak zordu. İmparator’un Moskova’da bulunduğu zamanki coşkulu yurtseverliği hatırlatan şeyler, yalnızca hemen yerine getirilmesi gereken ve zorunlu olarak görünen insan ve para yardımıydı. Düşman, Moskova’ya daha da yaklaşınca bu kenttekilerin durumlarını daha ciddiye almalarına değil; tehlikenin yaklaştığını bilen insanlarda her zaman görüldüğü gibi daha da kaygısız davranmalarına yol açmıştı. Tehlike yaklaşırken insanın içinde, aynı güçle dile gelen iki ses duyulur: Bunların birisi, tehlikenin ne olduğunu incelemek ve ondan kaçınılması için gerekli önlemleri almak gerektiğini söyler. Akla ondan da daha yakın olan ikincisi ise her şeyi engellemek ve olayların genel akışından sıyrılmak insanın gücünü aştığı için tehlikeyi düşünmenin çok ağır ve acı verici bir şey olduğunu ve bundan ötürü, bu tatsız olayı, gerçekleşene kadar görmezlikten gelip tatlı şeyleri düşünmek gerektiğini ileri sürer. Yalnızca birinci sese kapılır insan, topluluk içindeyse ikincisine kulak verir. Moskovalılar da şimdi, ikinci sese kulak veriyorlardı. Çoktandır Moskova’da, bu yılki kadar eğlenceli bir hayat sürülmemişti.
Rostopçin afişlerinin üst bölümünde bir meyhane, bir meyhaneci ve bir Moskovalı zanaatkâr olan Karpuşka Çigirin’in resmi vardı. Milis yazılmış olan Karpuşka, ayaküstü son kadehi de yuvarlıyor; Bonapart’ın Moskova’ya gelmek istediğini duyup bütün Fransızlara söverek meyhaneden çıkıyor; tabelanın altında kalabalığa nutuk çekiyordu. Bu afişler, Vasili Lvoviç Puşkin’in son yazdığı şiirler kadar çok okunuyor ve yorumlanıyordu.
Afişleri okumak için kulübün köşedeki odasında toplanmışlardı. Karpuşka’nın “Rus lahanasından şişeceklerini, bulgur çorbasından patlayacaklarını, lahana çorbasından gebereceklerini; hepsinin cüce olduğunu, bir köylü kadının yabayla üçünü birden havaya savurabileceğini” söyleyerek Fransızlarla alay etmesi bazı üyelerin hoşuna gidiyor, bazıları da bunun çok kaba ve yersiz olduğunu ileri sürüyorlardı. Rostopçin’in, Fransızları ve bütün yabancıları Moskova’dan çıkardığını; bunlar arasında casusların ve Napolyon’un adamlarının bulunduğunu söylüyorlardı. Ama yabancılar gönderilirken Rostopçin’in yaptığı nükteleri anlatmak için söylüyorlardı bunları. Yabancılar bir tekneyle Nijni’ye gönderilirken Rostopçin şöyle demişti onlara: “Rentrez en vousmêmes, entres dans la barque et n’en faites pas une barque de Charon.”[94 - “Kendinizi toparlayın, sandala binin ve bunun bir ölüm sandalı olmamasına dikkat edin.”] Moskova’daki bütün resmî dairelerin taşınmış olduğunu söylüyorlar ve Şinşin’in, yalnızca bu durum için Moskovalıların Napolyon’a teşekkür etmesi gerektiğini ileri sürerek yaptığı nükte söz konusu ediliyordu. Mamonof’un alayının ona, sekiz yüz bin rubleye patlayacağı; Bezuhof’un, kendi milisleri için daha çok para harcadığı ama yurtsever olduğunu gösterebileceği en soylu delilinin, üniformasını giyip alayının başına geçmesi ve kendisini hayranlıkla seyredecek olanlardan para almaması olacağını da ileri sürülüyordu.
Jüli Drubetskaya, didik didik olmuş bir tiftik yığınını yüzük dolu ince parmaklarıyla sıkıştırıp topladı.
“Bezuhof est ridicule[95 - “Komiktir.”] ama o kadar iyi yürekli, o kadar sevimli ki!” dedi. “Bu kadar caustique[96 - “İğneleyici.”] olmaktan ne tat alıyorsunuz bilmem!”
Jüli’nin “mon chevalier”[97 - “Şövalyem.”] dediği ve Nijni’ye birlikte geldiği milis üniformalı genç adam, “Ceza!” dedi.
Rusya’nın birçok salonunda olduğu gibi Jüli’nin salonunda da yalnızca Rusça konuşma kararı verilmişti. Yanılıp da Fransızca konuşanlara, bağış komitesi yararına ceza veriliyordu.
Orada bulunan bir Rus yazarı “Galisizm[98 - Kurallara aykırı olduğu hâlde kullanıla kullanıla yerleşmiş söz ya da deyiş.] için de bir başka ceza kesilmeli…” dedi. “Tat almak, Rusça değildir.”
Yazarın söylediklerine aldırış etmeyen Jüli, milise dönerek “Kimseyi hoş görmüyorsunuz…” dedi. “Caustique demekle hata ettim, kabul ediyor ve cezamı ödüyorum; gerçeği söylemek pahasına daha da öderim ama galisizmlere gelince…” Yazara dönmüştü. “Sorumlu değilim bundan, Prens Galitsin gibi bir hoca tutarak Rusça öğrenmek için param da zamanım da yok. Aaa işte gelmiş… Quand on…[99 - “Ne zaman…”] Yok, yok, bir hatamı daha yakalayamazsınız.” Piyer’e dönerek kibarca gülümsedi. “Şimdi sizden söz ediyorduk.” Yüksek sosyete hanımlarına özgü bir kolaylıkla yalan söylüyordu Jüli. “Güneşten söz edilince ışıkları görülür değil mi? Alayınızın, Mamonof’un alayından iyi olacağından şüphe duyulmadığını söylüyorduk.”
Piyer, ev sahibesinin elini öperek ve yanına oturarak “Ah! Şu alaydan söz etmeyin bana…” dedi. “Bıktım doğrusu.”
“Alayın komutasını siz alacaksınız şüphesiz…” dedi Jüli, milise bakıp alaycı bir şekilde gülümseyerek.
Ama milis, Piyer’in karşısında eskisi kadar caustique değildi ve bu alaycı gülümsemenin ne anlama geldiğini kavramaya çalışıyordu. Piyer’in kişiliği dalgınlığına, iyi yürekliliğine rağmen yanında her türlü alay teşebbüsüne hemen son vermişti.
Gülerek ve koskoca gövdesini gözden geçirerek “Hayır…” dedi Piyer. “Fransızlar için çok kolay bir hedef olurum ben. Zaten atın sırtına çıkabileceğimi de pek sanmıyorum.”
Jüli, çeşitli kimselerden söz ettikten sonra Rostoflarda karar kıldı.
“İşleri çok fena gidiyor…” dedi. “Bu Kont da o kadar saçma bir kimse ki! Razumovskiler konağını ve Moskova yakınındaki malikânesini satın almak istiyorlardı ama iş sürüncemede kaldı. Kont çok yüksek fiyat istiyor.”
“Bugünlerde satılacakmış…” dedi birisi. “Oysa bugün Moskova’da bir şey satın almak deliliktir.”
“Neden?” diye sordu Jüli. “Moskova’nın gerçekten tehlike içinde olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
“Değilse niçin ayrılıyorsunuz kentten?”
“Ben mi? Ne garip soru. Ayrılıyorum çünkü… Çünkü herkes ayrılıyor. Ve ben ne Jeanne d’Arc’ım ne de Amazon.”
“Pekâlâ, pekâlâ… Bana biraz bez verin.”
“İşini bilse bütün borçlarını ödeyebilir…” dedi milis, Kont Rostof’u kastederek.
“Çok iyi yürekli bir ihtiyar ama pauvre sire.[100 - “Zavallı adam.”] Burada niçin bu kadar çok kalıyor? Ta ne zaman köye gitmek istiyordu! Natali, tamamen iyileşti sanırım?” diye kurnazca gülümseyerek Piyer’e sordu Jüli.
“Küçük oğullarını bekliyorlar…” dedi Piyer. “Obolenski kazaklarına katıldı ve Belaya Tserkov’a gitti. Bir alay oluşturuluyordu orada. Ama şimdi benim birliğe aldırdılar ve gelmesini bekliyorlar. Kont çoktan beri gitmek istiyordu ama Kontes, oğlu gelmeden gitmeyi kesinlikle reddediyor.”
“Önceki gün, Arharoflarda gördüm onları. Natali yine güzelleşmiş, pırıl pırıl olmuş. Şarkı da söyledi. Bazı insanlar her şeyi ne kolay da atlatıyorlar?”
“Neyi atlatıyorlar?” dedi Piyer hoşnutsuzlukla.
Jüli gülümsedi.
“Sizin gibi şövalyelere ancak Madema Suza’nın romanlarında rastlanır Kont.”
“Ne şövalyesi? Ne demek bu?” dedi Piyer kızararak.
“Rica ederim Kont, c’est la table de tout Moscou. Je vous admire, ma parole d’honneur.”[101 - “Moskova’da dillere destan oldu bu. Doğrusu, hayranım size.”]
“Ceza! Ceza!” diye haykırdı milis.
“Peki, olsun. Neredeyse konuşamayacağız! Ne sıkıcı şey!”
“Qu’est-ce qui est la fable de tout Moscou?”[102 - “Moskova’da dillere destan olan neymiş?”] diye sordu Piyer, asık suratla yerinden kalkarken.
“Hadi canım, siz çok iyi bilirsiniz!”
“Hiçbir şey bilmiyorum.”
“Natali ile ahbap olduğunuzu biliyorum ve bundan ötürü… Ama ben Vera ile her zaman daha ahbabım da… Cette chère Vera!”[103 - “Bu sevgili Vera”]
“Non, madame.”[104 - “Hayır, hanımefendi.”] dedi Piyer hoşnutsuzlukla. “Kontes Rostova’nın koruyucu şövalyeliğini üzerime almış değilim ve aşağı yukarı bir aydır da evlerine gitmedim. Ama anlamıyorum, bu gaddarlık…”
Jüli, gülümseyerek ve elindeki tiftiği bilmiş bilmiş sallayarak “Qui s’excuse s’accuse.”[105 - “Özür dileyen, kendi kendini suçlar.”] dedi.
Ardından son söz kendisinde kalsın diye konuyu hemen değiştirdi:
“Zavallı Mariya Bolkonskaya dün Moskova’ya geldi, biliyor musunuz? Babasını kaybettiğini de duydunuz mu?”
“Öyle mi? Nerede kendisi? Onu çok görmek isterdim…” dedi Piyer.
“Dün akşamı onunla birlikte geçirdim. Bugün ya da yarın sabah yeğeniyle birlikte Moskova yakınındaki malikâneye gidecek.”
“Peki… Nasıl kendisi?” dedi Piyer.
“Fena değil. Ama üzüntülü. Mariya’yı kimin kurtardığını biliyor musunuz? Tam roman bu! Nikolay Rostof kurtarmış. Prenses Mariya’yı sarmışlar, öldüreceklermiş, adamlarını da yaralamışlar. Rostof atılmış ve kurtarmış onu…”
“Evet, bir roman daha…” dedi milis. “Bu genel kaçış, evde kalmış kızların koca bulmasına yarayacak herhâlde. Önce Catiche, şimdi de Prenses Bolkonskaya.”
“Bana kalırsa un petit peu amoureuse du jeune homme.”[106 - “Genç adama biraz âşık.”]
“Ceza! Ceza! Ceza!”
“Aman canım, insan bunu Rusça nasıl söyler ki?..”
XVIII
Eve döndüğünde Rostopçin’in o gün getirilen iki afişini verdiler Piyer’e. Birincisinde, Moskova’dan ayrılmanın Kont Rostopçin tarafından yasaklandığı konusunda çıkarılan söylentilerin yalan olduğu ve tam tersine sosyete hanımlarının ve tacir eşlerinin kentten ayrılmalarının Kont’u memnun edeceği belirtiliyor ve “Böylece, daha az korku ve daha az havadis olacak. Ama yine de kara ruhlunun Moskova’ya giremeyeceğine kendi başım üzerine ant içerim!” deniyordu. Bu sözler, Fransızların Moskova’ya gireceğini Piyer’e ilk olarak açıkça gösteriyordu. İkinci afişte genel karargâhımızın Vyazma’da bulunduğu, Kont Wittgenstein’ın düşmanı yendiği, birçok Moskovalı silahlanmak istediği için isteklerini karşılamak üzere cephaneliklerde kılıçlar, tabancalar, silahlar bulundurulduğu ve bunların ucuz fiyata satın alınabileceği belirtiliyordu. Bu afişin havası, Çigirin’in sözleri kadar alaycı ve neşeli değildi. Bu afişler uzun uzun düşündürdü Piyer’i. Ruhunun bütün gücüyle çağırdığı ve içini istemediği bir tedirginlikle dolduran felaket fırtınası yaklaşıyordu şüphesiz.
Belki yüzüncü kere Askere yazılıp orduya mı gitsem yoksa beklesem mi? diye düşündü. Masanın üzerindeki iskambil destesini alıp fal açmaya koyuldu.
Kartları karıştırıp bakışlarını yukarıya çevirdikten sonra, Bu fal açılırsa demektir ki… Evet, ne demektir bu?.. (Bunun ne demek olacağına karar vermesinden önce içeri girip giremeyeceğini soran Büyük Prenses’in sesi kapının ardından duyuldu.) Orduya katılacağım demektir! dedi Piyer kendi kendine.
“Giriniz, giriniz!” diye ekledi yüksek sesle.
(Kısa bacaklı ve yüzü hissiz, yaşlı Büyük Prenses; hâlâ Piyer’in evindeydi, kendisinden küçük iki kız kardeşi evlenmişlerdi.)
Sitem eder gibi ve heyecanlı bir şekilde “Rahatsız ettiğim için özür dilerim kuzenim…” dedi. “Ama bir karara varmak gerekiyor. Ne olacak böyle? Herkes gitti buradan ve halk ayaklanmaya başladı. Niçin bekliyoruz?”
Prenses’in koruyucu rolünü oynamaktan duyduğu sıkıntıyı gizlemek için her zaman yaptığı gibi alaycı bir tonda “Tam tersine kuzinim, her şey yolunda gidiyor…” dedi Piyer.
“Her şey yolunda gidiyor… Öyle mi? Birliklerimizin başarılarını Varvara İvanovna anlattı bana. Onlar için büyük bir onur bu. Ama halk tamamen başkaldırdı, itaat nedir bilmiyor; hizmetçim bir kabalaştı! Böyle giderse boğazımı sıkarlar. Sokağa çıkmak imkânsız. Üstelik Fransızlar neredeyse gelecekler, ne bekliyoruz biz? Bir tek isteğim var sizden: Beni Petersburg’a gönderin kuzenim. Hiçbir şekilde, Bonapart’ın egemenliği altında yaşayamam.”
“Bu bilgileri nereden alıyorsunuz kuzinim? Tam tersine…”
“Sizin Napolyon’unuza boyun eğemem ben. Başkaları, istediklerini yapsınlar… Sizden dilediğimi yapmak istemezseniz…”
“Nasıl olur, hemen emir vereceğim.”
Kızacak kimse bulamayan Prenses’in canı sıkılmıştı. Bir şeyler mırıldanarak sandalyenin ucuna ilişti.
“Yanlış haberler vermişler size…” dedi Piyer. “Kentte her şey yolunda, hiçbir tehlike yok. Şimdi okudum…” Prenses’e afişleri gösterdi. “Kont, düşmanın Moskova’ya gelmeyeceğini başı üzerine yemin ederek söylüyor.”
“Ah, sizin şu Kont’unuz!” dedi Prenses. “İkiyüzlünün, sefilin biridir o; halkı kışkırtan da kendisi! Kim olursa olsun, yakasından yakalayıp karakola sürükleyin diye bu saçma afişlerde yazan da o değil mi? ‘Böyle yapanlar onurlu ve seçkin kişilerdir.’ diyordu. İşte, liberalizmin sonuçları! Varvara İvanovna, Fransızca konuştuğu için halkın elinden zor kurtulduğunu söyledi bana…”
“Peki, peki…” dedi Piyer. “Her şeyi büyütüyorsunuz siz.”
İskambilleri eline alıp yeniden falına döndü.
Falı çıktığı hâlde, Piyer orduya katılmadı; boşalan Moskova’da kaldı. Tedirginlik, kararsızlık, korku ve neşeden oluşan karmaşık bir duyguyla korkunç bir şeyin gerçekleşmesini beklemeye başladı.
Ertesi akşam Prenses yola çıktı ve Piyer’in başkâhyası, alayın donatılması için gerekli paranın ancak bir malikâne satılarak sağlanabileceğini söylemek üzere yanına geldi. Kâhya, Piyer’in alay kurma tasarısının, onu parasız bırakacağını anlatmak istiyordu. Kâhyanın sözlerini dinlerken gülümsemesini güçlükle gizliyordu Piyer.
“Ne yapalım, satın bir malikâne!” dedi. “Yapacak bir şey yok, sözümden dönemem artık!”
Genel durum kötüleştikçe ve özellikle kendi işleri çıkmaza girdikçe neşeleniyordu Piyer, beklediği felaketin çok yakın olduğunu gösteriyordu bunlar. Artık kendi tanıdıklarından hemen hiç kimse kalmamıştı kentte. Yakın dostlarından, yalnızca Rostoflar vardı. Ama Piyer, onların evine gitmiyordu.
Piyer o gün biraz vakit geçirmek istiyordu, Leppik tarafından düşmanı yok etmek için yapılan küre şeklindeki büyük balonu ve ertesi gün havaya salıverilecek olan deneme balonunu görmek üzere Vorontsovo köyüne gitti. Balon henüz hazır değildi ama balonun İmparator’un isteği üzerine yapıldığını öğrenmişti Piyer. İmparator, Kont Rostopçin’e şöyle yazmıştı:
Aussitôt que Leppich sera prêt, composez-lui un équipage pour sa usuelle d’hommes sûrs et intelligents et dépêchez un courrier au général Koutouzov pour l’en prévenir. Je l’ai instruit de la chose.
Recommandez, je vous prie, è Leppich d’être bien attentif sur l’endroit oû il descendra, la première fois, pour ne pas se tromper et ne pas tomber dans les mains de l’ennemi. Il est indispensable qu’il combine ses mouvements avec le général en chef.[107 - Leppik hazır olunca balonu için ona, güvenilir ve zeki klmselerden oluşan bir tayfa oluşturun ve haber vermek üzere General Kutuzof’a kurye yollayın. Kendisine bu konuda haber verdim. Yanılmaması ve düşmanın eline düşmemesi için ilk defa ineceği yere dikkat etmesini Leppik’e söyleyin lütfen. Hareketlerini, Başkomutan’ın harekâtına uydurması zorunludur.]
Vorontsovo’dan dönerken Bolotmiy dörtyol ağzından geçen Piyer, Lobnoye Alanı’nda bir kalabalık gördü ve arabadan indi. Casuslukla suçlanan bir Fransız aşçıya ceza veriliyordu. Ceza henüz sona ermişti; cellat, inleyip duran sarı favorili, mavi çoraplı, yeşil mintanlı şişman bir adamı işkence sandalyesinden henüz çözüyordu. Benzi atmış zayıf bir başka suçlu da sırasını bekliyordu. Her ikisinin de Fransız olduğu yüzlerinden belliydi. Zayıf Fransız’ınkine benzeyen sapsarı bir yüzle kalabalığı yararak ilerledi Piyer.
“Nedir bu? Kim bunlar? Ne oluyor?” diye sordu. Ama kalabalığın (memurlar, esnaf, tacirler, köylüler, çocuklu ve mantolu kadınlar) dikkati Lobnoye Alanı’nda olup bitenlere öylesine çevrilmişti ki kimse cevap vermedi ona. Şişman adam kalktı, kaşlarını çatarak omuz silkti, şüphesiz metin görünmeye çalışarak çevresine hiç bakmadan giyinmeye koyuldu. Ama birden dudakları titredi, kendisine öfkelenerek kanı çok, yaşlı insanların yaptığı gibi ağlamaya başladı. Kalabalık, yüksek sesle konuşmaya koyuldu. Duydukları merhamet hissini bastırmak istiyorlarmış gibi geldi Piyer’e.
“Bir prensin aşçısıymış bu…”
Fransız’ın ağladığını gören ve Piyer’in yanında duran buruşuk yüzlü ufak tefek bir memur “Eee, mösyö, Rus salçası Fransız’a çok ekşi geldi herhâlde… İnsanın dişleri kamaşır bundan!” dedi.
Alaycı sözlerinin beğenileceğinden emin bir şekilde baktı çevresine. Bazıları ağız dolusu güldüler, bazıları da kamçılamak üzere ikinci Fransız’ı soyan cellada korkuyla bakmaya devam ettiler.
Piyer hızla soludu, yüzü karmakarışık olmuştu. Birden dönerek arabasına yöneldi. Kendi kendine bir şeyler homurdanıyordu. Yolda birkaç kere ürpererek öyle yüksek sesle bağırdı ki arabacı “Ne dediniz, efendim?” diye sordu.
“Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı Piyer, Lubyonkaya girdikleri zaman.
“Valiye gitmemizi emretmiştiniz…” dedi arabacı.
“Budala! Hayvan!” diye sövmeye başladı Piyer pek yapmadığı hâlde. “Eve gitmeni söyledim, avanak!”
Ardından “Hemen, bugün ayrılmak gerekiyor!” dedi kendi kendine.
Lobnoye Alanı’nda cezalandırılan Fransız’ı ve çevresindeki kalabalığı gören Piyer, Moskova’da kalamayacağına ve o gün orduya katılması gerektiğine o kadar kararlıydı ki bunu arabacıya söylediğini ya da arabacının kendiliğinden düşünmesi gerektiğini sanıyordu.
Piyer eve gelince her şeyi bilen, her şeyi yapabilen ve bütün Moskova’nın tanıdığı arabacısı Evstafyeviç’e; bu gece Mojaisk’te orduya katılacağını, binek atlarının oraya gönderilmesini söyledi. Bunların hepsi bir günde yapılamazdı ve Evstafyeviç’in teklifleri üzerine Piyer yolda değiştirilecek atların hazırlanması için hareketini bir gün geciktirmek zorunda kaldı.
Ayın 24’ünde hava düzelmişti ve o gün öğle yemeğinden sonra yola çıktı. Geceleyin, Perhuşkovo’da at değiştirirken o akşam büyük bir çarpışma olduğunu öğrendi. Top seslerinden, yerin sarsıldığını söylüyorlardı. Piyer kimin kazandığını sordu ama cevap alamadı. (Bu, ayın 24’ündeki Şevardino Savaşı’ydı.) Gün ağarırken Mojaisk’e geldi Piyer.
Mojaisk’te bütün evler askerî birliklerce işgal edilmişti. Seyisi ve arabacısı tarafından karşılandığı handa boş oda yoktu, hepsi subaylarla doluydu.
Mojaisk’te ve yakınlarında, her yerde karargâh kurmuş ya da gelip geçen birlikler vardı. Her yerde kazaklar, piyadeler, atlı askerler, arabalar, sandıklar, toplar görülüyordu. Piyer ilerlemek için acele ediyordu; ilerledikçe ve bu asker okyanusunun içine daldıkça tedirginliği ve yepyeni bir duygunun heyecanı gittikçe şiddetlenerek kaplıyordu benliğini. Bu, Slobodsk Sarayı’na, İmparator’un geldiği zaman duyduğuna benzer bir duyguydu. Hemen bir şeyler yapmak, bir fedakârlıkta bulunmak gerektiği hissini uyandıran güçlü bir istekti. Yaşamında mutluluğunu oluşturan her şeyin, rahatlığın, zenginliğin ve hatta hayatın kendisinin bir hiç olduğunu; bir şeye kıyasla, bütün bunları bir yana atmanın mutluluk verdiğini memnuniyetle duyuyordu şimdi. Bu şeyin ne olduğunu söyleyemezdi ve her şeyi kimin ve ne için böyle mutluluk duyarak feda ettiğini de açık bir şekilde kavrayamıyordu. Önemli olan, bu fedakârlığı niçin istediği değildi; ona böylesine bir neşe ve hafiflik veren fedakârlığın kendisiydi.
XIX
Ayın 24’ünde Şevardino Tabyası’nda savaş oldu. 25’inde iki taraf da tek bir kurşun atmadı. 26’sında ise Borodino Savaşı yapıldı.
Şevardino ve Borodino savaşları ne için ve ne amaçla oldu? Özellikle Borodino Savaşı niçin yapıldı? Ne Fransızlar ne de Ruslar için bu savaşın hiçbir anlamı yoktu. Bunun ilk ve zorunlu sonucu, Ruslar bakımından Moskova’nın kaybedilmesini -dünyada en korktuğumuz şey buydu- Fransızlar bakımından ise bütün ordularının kaybedilmesini yakınlaştırmasıydı; onlar da dünyada en fazla bundan korkuyorlardı. Bu sonuç daha o zaman besbelliydi ama Napolyon ve Kutuzof da bu savaşı kabul ettiler.
Askerî şeflerin ve aklı başında kimselerinse Napolyon’un ülke içine iki bin verst girip ordusunun birini kaybetme ihtimaliyle karşılaşarak mahvolacağını anlamaları, Kutuzof’un da savaşı kabul ederek ve ordusunun dörtte birini kaybederek Moskova’nın mutlaka elden çıkmasına yol açacağını bilmesi gerekirdi. Dama oyununda, eksik bir taşım olduğu zaman kırışırsam oyunu kesinlikle kaybedeceğim ne kadar belliyse Kutuzof için de bu, o kadar açık bir matematik bir gerçekti. Karşımdakinde on altı, bende on dört taş varsa ondan sekizde bir zayıfım demektir ama on üç taş kırışırsam benden üç kat daha güçlü olacaktır.
Borodino Savaşı’ndan önce kuvvetlerimizin Fransız kuvvetlerine oranı, beşin altıya oranıydı; savaştan sonra ise birin ikiye oranı hâline geldi. Yani savaştan önce yüz bine karşı yüz yirmi ve savaştan sonra elli bine karşı yüz bin oranı söz konusuydu. Buna rağmen zeki ve tecrübeli Kutuzof, savaşı kabul etti. Askerî bir deha denen Napolyon da ordusunun dörtte birini kaybetmesine ve cephe hattının daha da uzamasına yol açan bir savaş verdi. Moskova’yı ele geçirip Viyana’yı aldığı zaman olduğu gibi savaşı sona erdirmeyi düşündüğü söylenecek olursa bunun karşısına birçok delil çıkarılabilir. Napolyon’un tarihçileri bile, onun daha Smolensk’te durmak istediğini, cephe hattını uzatmanın tehlikeli olduğunu ve Moskova’yı ele geçirmekle savaşın sona ermeyeceğini kavradığını çünkü Smolensk’ten başlayarak kentlerin kendisine nasıl bırakıldığını gördüğünü, görüşmelere başlamak için yaptığı birçok girişime tek bir cevap bile alamadığını yazarlar.
Kutuzof ve Napolyon, biri Borodino Savaşı’nı verirken ve öteki kabul ederken özgür davranmıyorlardı ve akıllıca hareket etmiyorlardı. Tarihçiler, her şey olup bittikten sonra, komutanların ileri görüşlülüğünün ve dehasının karmaşık ve ince delillerini ortadaki duruma uydurmuşlardır. Oysa bu komutanlar, dünya tarihinin araçları arasında en bağımlı ve en az özgür olan araçlardır.
Eskiler bize kahramanlık destanları bırakmışlardır ve bunlarda, tarihin anlamı birkaç kahramana yüklenmiştir. İnsanlığın içinde bulunduğumuz gelişme aşamasında, bu tür tarih anlayışının anlamsız olduğunu düşünmeye hâlâ alışmadık.
Borodino ve ondan önceki Şevardino savaşlarının nasıl verildiği sorusuna gelince; bu konuda da çok yaygın ölçüde kabul edilen ama aynı ölçüde yanlış bir görüş vardır. Bütün tarihçiler, durumu şöyle anlatıyorlar:
Rus ordusu, Smolensk’ten çekilirken genel bir savaş için en iyi yeri aramış ve bunu da Borodino’da bulmuş.
Ruslar, bu yeri önceden, Moskova-Smolensk yolunun solunda ve yola hemen hemen dikey olarak Borodino’dan Utitsa’ya doğru savaşın olduğu yerde tahkim etmişler.
Bu yerin ilerisinde, Şevardino Tepesi’ne, düşmanı gözetlemek için tahkimli bir ileri karakol da yerleştirilmiş. Ayın 24’ünde Napolyon ileri karakola saldırıp burasını almış, 26’sında da Borodino’da mevzilenmiş olan bütün Rus ordusuna saldırıya geçmiş.
İşin derinine inmek isteyen herkesin kolayca göreceği gibi bütün tarihlerde yapılan bu açıklamalar tamamen yanlıştır.
Ruslar en iyi yeri aramamışlardı; tam tersine, çekilirken Borodino’dan çok daha iyi yerleri geçmişlerdi. Kutuzof; kendisinin seçmediği bir yerde mevzilenmek istemediği, topyekûn millî bir savaş verme zorunluluğu duyulmadığı, Milarodoviç milisleriyle henüz yaklaşmadığı ve daha birçok nedenden ötürü, Ruslar bu mevzilerden hiçbirinde durmamışlardı. Gerçek şudur: Önceki mevziler daha sağlamdı. Savaşın olduğu Borodino mevzisi, Rus İmparatorluğu haritasında rastgele işaret edilecek herhangi bir yerden farklı değildi.
Ruslar, Borodino Ovası’nın solunda yola dikey olan mevzilerini (savaşın olduğu yer) tahkim etmedikleri gibi 1812 yılının 25 Ağustos’una kadar burada savaş olabileceğini akıllarına bile getirmemişlerdi. Bunun ilk delili, 25’inden önce burada tahkimat bulunmaması ve 25’inde başlayan tahkimat çalışmalarının da 26’sında tamamlanmasıdır; ikinci olarak Şevardino Tabyası, savaşın kabul edildiği mevzinin önünde bulunduğu için gerçek bir değer taşımıyordu. Öyleyse bu tabya niçin ötekilerden çok daha fazla tahkim edilmişti? Ve bu tabyayı 24’ü gecesinin geç saatlerine kadar savunmak için hangi amaçla bütün çabalar harcanmış ve altı bin kişi feda edilmişti? Düşmanı gözetlemek için bir kazak devriyesi yeterdi. Üçüncü olarak Barclay de Tolly’nin ve Bagration’un ayın 25’ine kadar, Şevardino Tabyası’nın “mevzinin sol kanadı” olduğuna kesinlikle inanmaları ve Kutuzof’un savaşın hemen ardından yazdığı raporda, Şevardino Tabyası’nı mevzinin sol kanadı olarak adlandırması, savaşın verildiği yerin önceden belirlenmediğini ve bu tabyanın, mevzinin ileri noktası olmadığını gösterir. Daha sonraları, Şevardino Savaşı’na ilişkin raporlar yazılırken -herhâlde yanılmaz olması gereken Başkomutan’ın hatasını örtmek için- Şevardino Tabyası’nın ileri karakol görevini yerine getirdiği -oysa mevzinin sadece sol kanadıydı- ileri sürüldü ve Borodino Savaşı’nı ansızın ve tahkim edilmemiş bir yerde kabul ettiğimiz hâlde, burası, önceden seçilmiş ve tahkim edilmiş bir yer gibi gösterildi.
Gerçekte sorun şuydu: Mevzi, büyük yolu dikey olarak değil yatay olarak kesen Koloça Irmağı boyunca belirlenmişti; sol kanat Şevardino’da, sağ kanat Novoye köyünün yakınında; merkez de Koloça ve Voyna ırmaklarının birleştiği yerde, Borodino’daydı. Savaşın nasıl gerçekleştiğini unutup Borodino Ovası’na göz atan bir kimse, Koloça Irmağı’nın koruması altında bulunan bu mevzinin, Smolensk yolu boyunca Moskova’ya ilerleyen düşmanı durdurmak amacını güden bir ordu için besbelli bir mevzi olduğunu hemen görür.
Napolyon ayın 24’ünde Valuyevno’ya hareket ederek -tarihler yazdığı gibi- Utitsa’dan, Borodino’ya doğru olan Rus mevzisini görmedi -bunu göremezdi çünkü böyle bir şey yoktu- Rus ordusunun ileri karakolunu da görmedi ve Rus artçılarını izlerken mevzinin sol kanadıyla, yani Şevardino Tabyası’yla karşılaştı. Rusların beklemediği bir anda da orduyu Koloça’dan geçirdi. Bunun üzerine Ruslar, meydan savaşına girişmeye zaman bulamadan tutmaya karar verdikleri mevziden sol kanatlarını çektiler; önceden belirlenmemiş ve tahkim edilmemiş bir mevziyi tuttular. Napolyon, ırmağın ve yolun soluna geçince yapılacak savaşı Rusların sağ yanından sol yanına geçirdi; Utitsa Semyonovsko ve Borodino arasındaki alana -mevzi olarak Rusya’nın herhangi bir yerinden daha elverişli hiçbir yanı olmayan bir yere- aktarmış oldu. Ayın 26’sında da bütün savaş bu alanda gerçekleşti. Tasarlanan ve gerçekleşen savaşın planı kabaca şöyleydi:
Napolyon, 24 Ağustos akşamı Koloça’ya varmasaydı ve derhâl saldırma emri vermeyip tabyaya ertesi sabah saldırsaydı, şüphesiz, Şevardino Tabyası mevzimizin sol kanadı olacaktı. Savaş beklediğimiz gibi gerçekleşir ve bu durumda sol kanadımızı, Şevardino Tabyası’nı daha iyi savunurduk herhâlde. Merkezden ya da sağdan Napolyon’a saldırabilirdik. Ve ayın 24’ünde, önceden belirlenmiş ve tahkim edilmiş bir mevzide meydan savaşı olurdu. Ama sol kanadımıza, artçılarımızın çekilişinden yani Giridniyevo çarpışmalarından hemen sonra saldırıldığına ve Rus komutanları 24 akşamı meydan savaşını kabul etmek istemediklerine ya da buna vakit bulamadıklarına göre, Borodino Savaşı’nın ilk ve en önemli evresi, daha ayın 24’ünde kaybedilmiş ve ayın 26’sında verilen savaşın kaybedilmesine yol açmıştı.
Şevardino Tabyası elden çıkınca ayın 25’inde sabaha karşı sol kanatta mevzisiz kaldık ve bu kanadı düzenlemek, rastgele bir yerde hemen tahkim etmek zorunda kaldık.
26 Ağustos’ta, Rus birliklerinin zayıf ve bitmemiş bir tahkimatla savunulmaları yetmiyormuş gibi Rus komutanlarının gerçekleşmiş olan durumu -sol kanatta mevzinin kaybedilmesi ve yapılacak savaşın mevzinin sağdan sola aktarılması- göz önüne almayarak Novoye’den Utitsa’ya kadar uzanan bir alanda mevzilenmeleri ve bundan ötürü savaş sırasında birlikleri sağdan sola kaydırmaları, durumun elverişsizliğini daha da artırıyordu. Bundan ötürü, savaş boyunca sol kanadımıza saldıran tüm Fransız ordusunu, onun yarısı kadar bir kuvvetle karşılamak zorunda kalmıştık. (Ponyatovski’nin Utitsa’ya, Uvarof’un Fransızların sağ kanadına karşı giriştikleri hareketler, savaşın genel gidişinden bağımsızdı.)
Böylece Borodino Savaşı, komutanlarımızın hatalarını örtmek isteyen ve dolayısıyla Rus ordusunu da halkını da küçük düşüren tarihçilerin anlattığı gibi gerçekleşmedi. Bu savaş, çok iyi belirlenmiş ve tahkim edilmiş bir yerde ve Fransızlardan biraz daha zayıf Rus kuvvetleriyle verilmedi. Şevardino Tabyası’nın elden çıkmasından sonra Ruslar, Fransızların yarısı kadar bir kuvvetle, açık ve hemen hiç tahkim edilmemiş bir mevzide savaş verdiler. Öyle ki bu durumda, on saat çarpışmak ve savaşı sonuçsuz bırakmak şöyle dursun, orduyu tam bir bozgundan ve kaçıştan üç saat alıkoymak bile imkânsızdı.
XX
25 Ağustos sabahı Piyer, Mojaisk’ten ayrıldı. Kentin dışına çıkan dik ve dolambaçlı bayır aşağı yoldan indikten, sağdaki tepede yer alan ve bir ayinin yapıldığı katedralin yanından geçtikten sonra arabadan çıkıp yürümeye başladı. Kilisenin çanları çalıyordu. Arkasından, şarkıcılarıyla bir süvari alayı inmekteydi. Karşısından da bir gün önceki savaşta yaralananlarla dolu bir araba yokuş yukarı tırmanıyordu. Köylü arabacılar atlara sesleniyor, kamçılarıyla vurarak bir yandan öteki yana koşuşuyorlardı. Yaralıların yattığı ya da oturduğu arabalar, kaldırım taşı diye şuraya buraya atılmış taşların üzerinde zıplayarak ilerliyordu. Yaraları bezlerle sarılmış, benizleri sapsarı, dudakları kısılmış, kaşları çatılmış yaralılar; arabanın kenarına tutunarak onunla beraber zıplıyorlar, birbirlerine çarpıyorlar; saf ve çocuksu bir merakla Piyer’in beyaz şapkasına ve yeşil frakına bakıyorlardı.
Piyer’in arabacısı, yaralıların arabalarına yoldan çekilmeleri için öfkeyle bağırdı. Süvari alayı, şarkılar söyleyerek bayırdan inip Piyer’in arabasına yaklaştı ve yolu kapladı. Piyer, yamacın oyulmasıyla oluşturulmuş yolun kıyısına iyice çekilerek durdu. Dağ yamacının dikliği yüzünden güneş, yolun derinliklerini aydınlatamıyordu; buraları serin ve rutubetliydi. Piyer’in üstünde parlak bir ağustos sabahı vardı ve çan sesleri havada neşeyle yankılanıyordu. Yaralılarla dolu bir araba, Piyer’in yanında, yolun kıyısında durdu. Çarıklı bir arabacı soluyarak koştu, çembersiz arka tekerleklerin altına bir taş koydu ve atının adımını düzeltmeye başladı.
Arabanın arkasından giden kolu sargılı yaşlı bir yaralı asker sağlam eliyle arabaya tutunup Piyer’e döndü ve sordu:
“Hemşehrim, burada mı yatıracaklar bizi, yoksa Moskova’ya mı götürecekler, ne dersin?”
Piyer, soruyu duymayacak kadar dalmıştı. Kimi zaman yaralı kafilesiyle karşılaşan süvari alayına kimi zaman da içinde ikisi oturan biri de yatan üç yaralının bulunduğu talikaya bakıyordu. Oturan askerlerden biri yüzünden yara almış olmalıydı; başının her yanı bezlerle sarılmış, yüzünün bir yanı bir çocuk başı kadar şişmişti. Ağzı ve burnu yüzünün bir yanına kaçmıştı. Katedrale bakarak haç çıkarıyordu. İncecik yüzünde bir damla kan kalmamışa benzeyen genç bir kura eri, suratında donup kalmış bir gülümsemeyle bakıyordu Piyer’e; yüzükoyun yatmış olan üçüncünün yüzü görünmüyordu. Süvari alayının şarkıcıları talikanın yanından Kirpi kafalı yuttu hapı… Yurdundan uzaktasın… diye bir oyun havası söyleyerek geçiyorlardı.
Yükseklerden, onlara eşlik etmek ister gibi ama bambaşka neşeli bir tonda madenî çan sesleri duyuluyordu. Güneşin ışınları da aydınlıkta pırıl pırıl parlayan karşıki bayırı bir başka neşeye boğuyordu. Ama Piyer’in bulunduğu yer, yani yamacın eteği, yaralıların arabasının yanı ve soluyan atların olduğu yer; rutubetli, loş ve kasvetliydi.
Yüzü yaralı asker, kızgınlıkla baktı şarkı söyleyen süvarilere.
“Züppeler!” dedi.
“Bugün yalnız askerler değil, mujikler de var. Onları da cepheye sürüyorlar, ayırt etmiyorlar şimdi… Bütün halkla yüklenmek isteniyor… Moskova söz konusu. Yapılacak bir tek şey var şimdi.”
Arabanın arkasında duran ve hüzünle gülümseyen asker, Piyer’e dönerek söylemişti bunları. Sözlerinin açık bir anlam taşımamasına rağmen onun söylemek istediğini anlamıştı Piyer. Başıyla “Evet.” der gibi bir işaret yaptı.
Yol yeniden açıldı, Piyer bayır aşağı yürüdü ve daha sonra arabayla yoluna devam etti.
İki tarafına bakıp tanıdık bir yüz arayarak ilerliyor; beyaz şapkasına ve yeşil frakına şaşkın şaşkın bakan, çeşitli sınıflardan tanımadığı askerlerle karşılaşıyordu.
Aşağı yukarı dört verst yürüdükten sonra ilk tanıdığa rastladı ve neşeyle seslendi ona. Bir ordu başhekimiydi bu; yanında genç bir meslektaşıyla, üstü açık bir binek arabasında Piyer’e doğru yaklaşıyordu. Onu tanıyınca arabacı, yerinde oturan kazağa seslenerek durmasını söyledi.
“Kont, Ekselans! Ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu doktor.
“Şöyle bir görmek istemiştim de…”
“Evet, görülecek çok şey olacak…”
Piyer arabadan inip doktorla konuştu. Savaşa katılmak istediğini söyledi ona.
Doktor ona doğrudan doğruya Serenisim’e başvurmasını salık verdi.
“Savaş sırasında kimsenin sizi tanımadığı, bilinmeyen bir yerde niçin bulunacakmışsınız?” dedi genç arkadaşıyla bakışarak. “Serenisim sizi tanır ve memnuniyetle kabul eder. Böyle yapmalısınız, sevgili dostum.”
Doktor bezgindi ve acele eder gibi görünüyordu.
“Sizce… Mevzinin nerede olduğunu da sormak istiyordum size…” dedi Piyer.
“Mevzi mi? Bu benim işim değil. Tatarinovo’yu geçtiğiniz zaman orada bir şeyler kazıp durduklarını göreceksiniz. Tepeden görürsünüz.”
“Öyle mi… Eğer siz…”
Doktor, Piyer’in sözünü kesti ve arabasına doğru yürüdü.
“Size yolu göstereyim ama artık burama geldi!” Boynunu gösteriyordu. “Acele kolordu komutanına gidiyorum. Bizde işler nasıldır bilirsiniz Kont… Yarın savaş vereceğiz, yüz bin askerden yirmi bininin yaralanacağını söyleyebiliriz. Oysa bizde, altı bin kişi için bile ne sedye ne yatak ne sıhhiye görevlisi ne hekim var. On bin araba var ama başka şeyler de gerekli. Kendi yağımızla kavrulmak zorundayız.”
Beyaz şapkasına neşeli bir merakla bakan sağlıklı ve canlı, genç ve yaşlı bu binlerce insanın içinden yirmi bininin yaralanmaya ve ölmeye kaçınılmaz bir şekilde mahkûm olduğu -bunlar, kendi gördüğü kimseler olabilirdi- düşüncesi, Piyer’i çok etkilemişti.
Yarın ölebilirler… Peki, nasıl oluyor da ölümden başka bir şey düşünebiliyorlar? diye düşünüyordu. Ansızın gizli bir çağrışımla Mojaisk Tepesi, yaralılarla dolu arabalar, çan sesleri, güneşin eğik ışınları, süvarilerin şarkıları canlandı hayal gücünde. Tatarinovo’ya doğru ilerlerken: Süvariler savaşa gidiyor ve yolda yaralılarla karşılaşıyorlar, kendilerini bekleyen şeyi bir an bile düşünmüyorlar, yaralıların yanından onlara göz kırparak geçiyorlar, oysa aralarından yirmi bini ölüme mahkûm ve şapkama bakıp matrak geçiyorlar! Ne garip! diye düşündü.
Bir büyük toprak sahibinin yolun solundaki evinin önünde, binek ve yük arabaları, emir erleri, devriyeler duruyordu. Serenisim burada kalıyordu. Ama Piyer geldiğinde evde değildi, kurmay subaylarından da kimse yoktu, hepsi ayindeydi. Piyer, Gorkiy’e doğru yoluna devam etti.
Tepeye gelip köyün yoluna varınca kalpakları haçlı ve beyaz gömlekli köylü milisleri ilk defa gördü. Piyer; yolun sağında, üzerini otlar kaplamış bir tepede, yüksek sesle konuşarak, gülerek ter içinde, canla başla çalışıyorlardı. Tepede duran iki subay emir veriyordu.
Asker olmaktan hoşlandıkları belli olan bu köylüleri görünce Mojaisk’teki yaralı askerleri hatırladı ve “Bütün halkla yüklenmek isteniyor.” diyen askerin bu sözünün gerçek anlamını kavramaya başladı. Savaş alanında çalışan, garip ve kaba çizmeli, boyunları terlemiş, düğmeleri çözülmüş gömleklerinden güneşte yanmış köprücük kemikleri görünen bu sakallı mujikler; Piyer’e göre durumun ciddiyetine ve yüceliğine, o ana kadar görüp işittiği her şeyden daha fazla şahitlik ediyordu.
XXI
Piyer arabadan indi; çalışan milislerin yanından geçip doktorun, savaş alanını görebileceğini söylediği tepeye tırmandı.
Saat on birdi; güneş biraz solda, Piyer’in arkasındaydı ve pırıl pırıl, saydam havada, önünde bir anfiteatr şeklinde açılan bayırın her yerini parlak ışıklarıyla aydınlatıyordu.
Tepenin beş yüz adım kadar ilerisinde ve aşağısında, beyaz kiliseli köyden (Borodino’ydu burası.) geçen büyük Smolensk yolu, bu anfiteatrı keserek yukarısında ve solda kıvrılarak uzanıyordu. Köyün sonunda bir köprüden geçen yol, inişler ve yokuşlar oluşturup kıvrılarak altı verst uzakta görülen Valuyeva köyüne doğru yükseliyordu. (Napolyon şu anda oradaydı.) Valuyeva’nın ötesinde de ufukta, sararmış bir ormanın içinde gözden kayboluyordu. Sağda, bu ormanın içinde, ta uzakta, Kolost Manastırı’nın haçı ve çan kulesi güneşte parlıyordu. Bu uzak mavilikte, ormanın ve yolun sağında ve solunda yakılmış ateşlerin dumanları; bizim ve düşmanın, belli belirsiz asker yığınları görülüyordu. Sağda, Koloça ve Moskova ırmakları boyunca arazi engebeli ve dağlıktı. Tepeler arasındaki boğazlardan, Bezzuhovo ve Zaharino köyleri göze çarpıyordu. Solda arazi düzdü; yakılmış bir köy, Semyonoskaya köyü görünüyordu uzaktan.
Piyer’in gördükleri o kadar belirsizdi ki arazinin hiçbir bölümü hayalinde canlandırdığı görüntüye uymuyordu. Hayal ettiği savaş alanını hiçbir yerde bulamıyor; yalnızca tarlalar, boş alanlar, ormanlar, dumanlar, köyler, tepeler, dereler görüyordu. Bütün dikkatine rağmen bu görünümde mevzi diyebileceği bir şey bulamıyordu. Bizim kıtaları bile düşman kıtalarından ayırt etmesi imkânsızdı.
“Bir bilene sormalı!” diyerek iri gövdesine, sivil kıyafetine merakla bakan bir subaya döndü.
“Şu karşıdaki köyün hangisi olduğunu söyler misiniz lütfen!” dedi.
“Borodino. Öyle değil mi?” dedi subay, arkadaşına dönerek.
“Evet, Borodino…” dedi arkadaşı.
Subayın, bir sohbet imkânı doğmasından hoşnut olduğu besbelliydi.
“Şu karşıdakiler, bizimkiler mi?” dedi Piyer.
“Evet, biraz ötedekiler de Fransızlar. Bakın, görünüyorlar.”
“Nerede? Nerede görünüyorlar?” dedi Piyer.
“Çıplak gözle görülebiliyorlar. İşte!”
Subay, ırmağın ötesinde yükselen dumanı işaret ediyordu. Piyer, rastladığı birçok insanda gördüğü sert ve ciddi anlamın subayın da yüzünde belirdiğini fark etti.
“Ha evet… Fransızlar bunlar. Peki şuradakiler?..” diyerek solda, bir tepenin yakınında görünen birlikleri işaret etti Piyer.
“Onlar, bizimkiler.”
“Ha… Demek bizimkiler. Peki şuradakiler?..”
Daha uzaktaki bir tepeyi işaret etti. Boğazdan görünen köyün yakınındaki bu tepenin üzerinde bir ağaç vardı, köyün yanından da dumanlar yükseliyordu ve kapkara bir şey seçiliyordu.
“Ah, yine o!” dedi subay. (Orası Şevardino Tabyası’ydı.) “Dün bizimdi, bugün onun.”
“Peki bizim mevzimiz nerede?”
“Mevzimiz mi?” dedi subay hoşnutluk duyduğu apaçık belli olarak. “Bunu çok iyi açıklayabilirim size çünkü bütün siperlerimizi ben yaptım. Bakınız, bizim merkezimiz şurada, Borodino’dadır.” Tam karşılarındaki beyaz kiliseli köyü gösteriyordu. “Şurada da Koloça Irmağı’nın geçidi var. Şurada, sıra sıra kesilmiş otların durduğu yerde de köprü var. Orası merkezimizdir. Sağ kanadımız şurada.” Boğazın derinliklerinde tam sağda bir nokta gösterdi. “Moskova Irmağı oradan geçer, çok güçlü üç tabya kurduk orada. Sol kanat…” Burada biraz sustu. “Doğrusu, bunu anlatmak güç… Dün sol kanadımız orada, Şevardino’daydı; işte, şu meşe ağacının olduğu yerde, şimdi sol kanadı arkaya aldık, şimdi bakın, şu dumanları ve köyü; Semyonovsko’yu görüyor musunuz, sol kanadımız işte orada ve şurada.” Bunu derken Rayevski Tepesi’ni gösterdi. “Ama orada savaş olacağını sanmam. Onun buraya asker yığması aldatmacadır. Şüphesiz Moskova’nın sağından bir çevirme hareketi yapacaktır. Ama ne olursa olsun, yarın teftişte pek çok asker eksik olacak!”
Subay konuşurken yanına yaklaşmış olan yaşlı bir astsubay, onun sözünü bitirmesini bekliyordu. Ama son söylediklerine canı sıkılarak subayın sözünü kesti:
“Gabiyon almaya gitmek gerekiyor…” dedi sert bir şekilde.
Subay, ertesi gün birçok askerin eksik olacağının düşünülebileceğini ama bundan söz etmenin doğru olmadığını anlamış gibi bozuldu.
“Tamam! Yine üçüncü bölüğü gönderin…” dedi hemen.
“Peki, siz kimsiniz? Doktor musunuz?”
“Hayır, bir şey değilim…” dedi Piyer.
Ardından milislerin yanından geçerek yeniden aşağıya inmeye başladı.
Arkasından gelen subay, çalışanların yanından burnunu tıkayarak hızla geçerken “Ah, hayvan herifler!” dedi.
“İşte onlar…”, “Getiriyorlar onu, geliyorlar…”, “İşte!..” diye sesler duyuldu çevreden. Subaylar, erler, milisler yolda koşmaya başladılar.
Borodino’dan gelen kilise alayı, tepeye tırmanıyordu. Tozlu yolda, en önde; başlıklarını çıkarmış, tüfeklerini yere doğru çevirmiş olarak piyadeler düzenli bir şekilde ilerliyordu. Piyadenin arkasından ilahi sesleri geliyordu.
Başlıklarını çıkarmış olan askerler ve milisler, Piyer’i hızla geçerek gelenlere doğru koştular.
“Meryem Ana’mızı getiriyorlar. Koruyucu Ana’mızı getiriyorlar… Kutsal İveresk Ana’yı!..”
“Smolensk Ana’yı!..” diye düzeltti birisi.
Köyde bulunan ve bataryada çalışan milislerin hepsi küreklerini bir yana atıp alayı karşılamak üzere koştular. Tozlu yolda ilerleyen taburun arkasından sırma göğüslüklü papazlar, kilise kurulu, koro üyeleri ve başında külahıyla ufak tefek bir ihtiyar geliyordu. Onların arkasında da askerler, kara yüzlü ve gümüş çerçeveli çok büyük bir kutsal resim taşıyan askerler ve subaylar yürüyordu. Bu Smolensk’ten alınan ve o zamandan beri ordunun peşinde taşınan kutsal resimdi. Önünde, arkasında, çevresinde, başları açık yığınlarla asker koşuşuyor; yerlere kapanıp secde ediyordu.
Alay, tepeye çıkınca durdu; kumaşlar üzerinde kutsal resmi taşıyanlar nöbet değiştirdiler, diyakoslar buhurdanları yeniden yaktılar ve ayin başladı. Güneşin kızgın ışınları dimdik düşüyordu yere; çok hafif ve serin bir rüzgâr, açık başlarda saçları ve kutsal resmi süsleyen kurdeleleri dalgalandırıyordu. İlahiler, açık havada güçsüz yankılar yapıyordu. Başlıklarını çıkarmış olan büyük bir subay, asker ve milis kalabalığı, kutsal resmin çevresini sarmıştı. Papazların ve diyakosların arkasında, bir açıklıkta, yüksek görevli kimseler duruyordu. Boynundaki Georgiy nişanıyla dazlak bir general, tam papazın arkasında yer almıştı. Şüphesiz, bir Alman’dı bu çünkü istavroz çıkarmadan duruyordu. Herhâlde, Rus halkının yurtseverlik duygularını kabartmak için katılmayı gerekli gördüğü ayinin sonunu sabırla bekliyordu. Başka bir general, savaşçı bir tavırla duruyor ve çevresine bakarak mekanik bir hareketle ve hızla istavroz çıkarıyordu. Köylülerin arasına karışmış olan Piyer, bu görevliler ve subaylar arasında birçok tanıdık yüz gördü. Ama onlara bakmıyordu; dikkati, kutsal resme âdeta büyük bir susuzlukla bakan asker ve milis kalabalığının ciddi yüzlerine yönelmişti. Yirmi dua okuyarak yorulmuş olan koro üyeleri, “Kullarını belalardan, koru ya Meryem Ana!” diye gevşek gevşek alelade bir eda ile okumaya başlayınca ve “Sarsılmaz kalemiz ve koruyucumuz olarak hepimiz sana koşuyoruz!” diye papaz ve diyakos da onlara katılınca bütün yüzlerde, yaklaşmakta olan anın yüceliğini kavramaktan gelen bir ifade; Piyer’in Mojaisk’te dağın eteğinde o sabah rastgele karşılaştığı birçok yüzde gördüğü ifade belirdi. Başlar sık sık yerlere eğiliyor, saçlar dalgalanıyor, yüksek sesle iç geçirmeler ve istavroz çıkarırken dövülen göğüslerden çıkan sesler duyuluyordu.
Kutsal resmin çevresindeki kalabalık birden açıldı ve Piyer’i itip kakmaya başladılar. Geçtiği yerde herkesin hızla sıraya girmesine bakılırsa şüphesiz çok önemli bir kişi, kutsal resme yaklaşıyordu.
Bu kişi, mevziyi dolaşmış olan Kutuzof’tu. Tatarinovo’ya dönerken ayine katılmıştı. Hemen göze çarpan kendine özgü görünümünden, onu kolayca tanımıştı Piyer.
Sırtında uzun bir redingot bulunan Kutuzof; iri ve kambur gövdesiyle, bembeyaz saçlarıyla, pörsümüş yüzünde dikkati çeken akmış gözüyle, sallanarak yürüyüp görevlilerin oluşturduğu halkaya girdi ve papazın arkasında durdu. Kendinden emin bir hareketle istavroz çıkardı, eliyle yere dokundu ve derin bir iç çekişle beyaz başını önüne eğdi. Kutuzof’un arkasından Bennigsen ve maiyeti geliyordu. Bütün yüksek görevlilerin dikkatini çeken Başkomutan’ın orada bulunmasına rağmen milisler ve askerler ona hiç bakmadan duaya devam ettiler.
Ayin bitince Kutuzof kutsal resme yaklaştı, bütün ağırlığıyla dizlerinin üzerine çöktü, yere kapandı; uzun zaman kalkmaya çalıştı ama güçsüzlüğü ve gövdesinin ağırlığından ötürü beceremedi bu işi. Harcadığı çabadan ötürü beyaz başı titriyordu. Sonunda kalkmayı başardı, çocuksu ve saf bir edayla dudaklarını uzatarak kutsal resmi öptü, tekrar eğilerek eliyle yere dokundu. Generaller de onun gibi yaptılar; onları, subaylar izledi; onların arkasından da birbirlerini dirsekleyerek, soluyarak, itişip kakışarak askerler ve milisler heyecanları yüzlerinden okunarak kutsal resme yaklaştılar.
XXII
Piyer, çevresindekiler onu itip kaktıkları için olduğu yerde sallana sallana etrafa bakınıyordu.
Birinin “Kont Piyotr Kiriliç! Siz buralarda ne arıyorsunuz?” diye bağırdığını işitti.
Dönüp baktı. Boris Drubetskoy, kirlenmiş dizlerini elleriyle temizlemeye çalışıp -herhâlde o da tasvirin önünde secde etmişti- gülümseyerek Piyer’e yaklaşıyordu. Zarif giyinmişti, sefere katıldığını belli eden savaşçı bir havası vardı. Uzun bir redingot giymişti. Omuzunda da tıpkı Kutuzof’ta olduğu gibi bir kırbaç vardı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lev-tolstoy/savas-ve-baris-ii-cilt-69429364/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
“Sayın Kardeşim; dukalığı, Oldenburg Dukası’na geri vermeyi kabul ediyorum.”
2
İyi ilkeler.
3
Halkının kanını akıtmak ya da akıtmamak.
4
“Yaşasın İmparator!”
5
“Yol göründü bu sefer. Hey! Kendisi işin içine girince ortalık nasıl da kızışıyor. Tanrı’m!.. İşte kendisi… Yaşasın İmparator!.. Asya steplerindeyiz! Berbat memleket. Hoşça kal Beauche, Moskova’nın en güzel sarayını sana ayıracağım. Hoşça kal! Talihin açık olsun… İmparator’u gördün mü? Yaşasın İmparator… Beni Hindistan’a vali yaparlarsa seni Keşmir elçisi yaparım. Yaşasın İmparator! Yaşasın! Yaşasın! Yaşasın! Ta kendisi! Görüyor musun? Seni böyle gördüğüm gibi iki kere gördüm onu. Küçümen onbaşı! Eskilerden birine haç nişanı verirken gördüm onu… Yaşasın İmparator!..”
6
“Mahvetmek istediğini akıldan yoksun kılar.”
7
Bekâr olarak.
8
Aziz Kardeşim. Majestelerine karşı taahhütlerimi dürüstlükle tutmama rağmen birliklerinizin, dün Rusya sınırını aştıklarını öğrendim. Petersburg’dan şimdi aldığım bir notta, Kont Lauriston, bu saldırıya neden olarak Majestelerinin, Prens Kuragin, pasaportlarını istediği için benimle savaş durumuna girdiğini düşündüğünü bildirdi. Dük Bassano’nun ona pasaportları vermek istemeyişinin dayandığı nedenlerin, böyle bir girişimin saldırı için bir bahane oluşturacağı aklıma hiç gelmezdi. Gerçekten de bu elçi, söylediği yetkileri taşımıyordu ve bu konuda bilgi edinir edinmez kendisini onaylamadığımı bildirdim ve görevinde kalması talimatını verdim. Majesteleri, böyle bir anlaşmazlık dolayısıyla halkımızın kanını dökmek niyetinde değillerse ve birliklerini Rus topraklarından çekmeyi kabul ederlerse bütün bunlara olmamış gözüyle bakacağım ve aramızda bir uzlaşma imkânı doğacak. Ama böyle olmazsa hiçbir şekilde sorumlu olmadığım bir saldırıyı püskürtmek zorunda kalacağım. İnsanlığı, yeni bir savaşın felaketlerinden korumak, yine de Majestelerinize kalıyor.
Ben, vs. (İmza) Aleksandr.
9
“Napoli Kralı.”
10
“Yaşasın Kral!”
11
“Yarın kendilerini terk edeceğimi bilmiyor zavallılar!”
12
“Kendinize göre değil bana göre saltanat sürün diye kral yaptım sizi.”
13
“Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum General.”
14
“Evet General, duruma bakılırsa her şey savaşın patlayacağını gösteriyor.”
15
“Sör, imparatorumuz efendimiz, Majestelerinin de gördüğü gibi savaş istemiyor.
16
Krallığın şanındandır.
17
“Evet Aziz General, imparatorların bir anlaşmaya varmalarını ve buna rağmen başlamış olan savaşın en kısa zamanda sona ermesini bütün gönlümle diliyorum.”
18
“Sizi fazla alıkoymayayım, General; görevinizde başarılar dilerim.”
19
Verin bana, İmparator’a göndereceğim.
20
“Sol baldırımın titremesi, bende büyük bir alamete işarettir.”
21
“Bütün bunları benim dostluğuma borçlu olacaktı. Ah! Ne şahane bir saltanat, ne şahane bir saltanat!”
22
“İmparator Aleksandr’ın saltanatı ne şahane bir saltanat olabilirdi!”
23
“Bir hükümdar ancak generalse orduda bulunmalıdır.”
24
“Şerefim üzerine söylüyorum ki Vistül’ün bu yakasında beş yüz otuz bin askerim var.”
25
“Oysa efendinizin ne şahane bir saltanatı olabilirdi!”
26
“Sizi alıkoymayayım General, İmparator’a götüreceğiniz mektubumu alacaksınız.”
27
“Bütün yollar Roma’ya çıktığı gibi bütün yollar Moskova’ya da çıkar…”
28
Kulağı hükümdar tarafından çekilmek.
29
“Eee, İmparator Aleksandr hayranı ve yakını, bir şey söylemiyorsunuz?”
30
“Güle güle Andrey! Mutsuzlukların Tanrı’dan geldiğini ve insanların hiçbir zaman suçlu olmadığını unutmayın.”
31
Şaheser.
32
Ana kuvveti.
33
“Budala.”
34
“Cehennemin dibine.”
35
“Başının çaresine baksın.”
36
“Çok güzel bir taktik savaş olmuştur bu herhâlde.”
37
“Bütün bu işin rezaletle sonuçlanacağını söylemiştim.”
38
“Bu karargâhın Drissa karargâhının yapılmasını tavsiye edene gelince…”
39
“Sür yapılmasını tavsiye edene gelince.”
40
“Tavsiye edene gelince; tımarhaneden ya da darağacından başka seçenek görmüyorum.”
41
“Çocuk oyuncağı.”
42
“Öyle değil mi Ekselans?”
43
“Tabii, açıklanacak ne var bunda?”
44
Üstü örtülü bir çeşit binek arabası.
45
Alman atlı askeri.
46
“Teslim oluyorum!”
47
“İmparator Napolyon.”
48
Kırk iki.
49
“İmparator Aleksandr, Rus ulusu.”
50
“Nereye soktuğumu bilmiyorum doğrusu…”
51
Fransızca “espion” kelimesinden gelen Rusça “spiyen” kelimesi, casus anlamına gelir. Halk bunu “şampiyon” şeklinde söyler ve bu da Fransızca “mantar” anlamına gelir.
52
“Sokakta Fransızca konuşmak tehlikeli hâle geliyor.”
53
XVI. yüzyılda yapılmış olan bu topun ağırlığı 196.500 kilodur.
54
Bir çeşit şıra.
55
Jean-Jacques Rousseau’nun eseri: Toplum Sözleşmesi.
56
Eski çağlarda kent başkanı, vali.
57
“Çok sayın muhatabım.”
58
“Ki tanışmak şerefinden yoksun bulunuyorum.”
59
“Kurbanlık.”
60
Barclay aslında İskoçya asıllıydı ama o sıralarda “Alman” sözcüğü genişletilerek genellikle bütün yabancılar için kullanılıyordu.
61
“Babacığım.”
62
Kurbanlık
63
Aziz dostum.
64
Kızımın diplomatik salonuna.
65
“Çok değerli bir kimse.”
66
“Üstelik boşuna zahmete girecek.”
67
“Çok değerli kimse.”
68
“Eee, günün haberini biliyor musunuz? Prens Kutuzof mareşal oldu.”
69
“İşte, adam diye buna derim.”
70
“Ama kör olduğunu söylüyor Prens…”
71
“Yok canım, yeterince görüyor. Haydi canım, yeterince görüyor…”
72
“Hükümdar ve vatan, sizi bu onurla ödüllendirdi, derken kendisine Joconde okunan bir hanım kız gibi kızardı diyorlar.”
73
“Belki de tam isteyerek yapmadı bunu.”
74
“İmparator’a söylediğini biliyor musunuz?”
75
“Uzun zamandır tanırım onu…”
76
Bu büyük imparatorluğun Asyaî başkenti Moskova, Çin pagodaları şeklindeki sayısız kilisesiyle Moskova!
77
“Platof’un kazaklarından biri.”
78
“Çok zeki ve geveze.”
79
“Napolyon’un sade görünümü, bir Doğulunun hayal gücünde hükümdarlığı çağrıştırmayacağı için kimlerin karşısında bulunduğunu anlayamayan kazak, savaş olayları üzerinde büyük bir teklifsizlikle konuştu.”
80
“Savaş üç gün içinde verilirse Fransızlar kazanır ama daha sonra verilirse ne olacağını Tanrı bilir.”
81
“Genç kazak, güçlü muhatabını güldürdü.”
82
“Bu Don çocuğu üzerinde.”
83
Napolyon’un tercümanı ağzını henüz açmıştı ki şaşkınlığa uğrayan kazak, tek kelime söylemeden adı doğu steplerinden kendisine kadar ulaşmış bu fatihten gözlerini ayıramadan ilerledi. Bütün konuşkanlığı, yerini çocuksu ve eşsiz bir hayranlığa bırakmak üzere birden kesilmişti. Napolyon, ona bir armağan verdi ve doğduğu kırlara salıverilen bir kuş gibi ona özgürlüğünü bağışladı.
84
Doğduğu kırlara salıverilen kuş.
85
“Sevgili Mariya.”
86
Matmazel Bourienne, Boguçorovo’nun sahibiymiş gibi ağırlayacak onu.
87
Ortodoks Kilisesi’nin, evli çiftlerin kardeşleri arasında evliliği yasaklayan kararı söz konusu burada. (ç.n.)
88
Haşmetli.
89
Almanlar.
90
“Beklemesini bilen için her şey zamanında gerçekleşir.”
91
“Ama böyle düşünmezler, işin kötüsü de budur.”
92
“Durum şüpheli olunca.”
93
“Karar verme.”
94
“Kendinizi toparlayın, sandala binin ve bunun bir ölüm sandalı olmamasına dikkat edin.”
95
“Komiktir.”
96
“İğneleyici.”
97
“Şövalyem.”
98
Kurallara aykırı olduğu hâlde kullanıla kullanıla yerleşmiş söz ya da deyiş.
99
“Ne zaman…”
100
“Zavallı adam.”
101
“Moskova’da dillere destan oldu bu. Doğrusu, hayranım size.”
102
“Moskova’da dillere destan olan neymiş?”
103
“Bu sevgili Vera”
104
“Hayır, hanımefendi.”
105
“Özür dileyen, kendi kendini suçlar.”
106
“Genç adama biraz âşık.”
107
Leppik hazır olunca balonu için ona, güvenilir ve zeki klmselerden oluşan bir tayfa oluşturun ve haber vermek üzere General Kutuzof’a kurye yollayın. Kendisine bu konuda haber verdim. Yanılmaması ve düşmanın eline düşmemesi için ilk defa ineceği yere dikkat etmesini Leppik’e söyleyin lütfen. Hareketlerini, Başkomutan’ın harekâtına uydurması zorunludur.