Küçük Prens Türkçe-Osmanlıca-İngilizce-Fransızca

Küçük Prens Türkçe-Osmanlıca-İngilizce-Fransızca
Antoine de Saint-Exupéry

Lev Tolstoy
İnsan Neyle Yaşar?İlyasÇileklerKıvılcımı Söndürmezsen Ateşi Zapt EdemezsinÜç Ölüm

Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.
Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.
Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.
Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.
20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.
Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…
Elif Arslan, 1995 yılında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İlk çalışma yıllarını TRT Dış Yayınlar’da Rusça tercüman olarak geçirdi. 2005-2007 yılları arasında İrlanda, Galway’da, 2007-2009 arası İtalya, Milano’da, 2009-2011 yılları arasında İstanbul’da, 2011-2014 yılları arasında da Azerbaycan Bakü’de çalıştı. 2014’te Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesinde İnsan Kaynakları Yönetimi Yüksek Lisans programını tamamladı. Yüksek lisans bitirme projesi için birçok çeviri yaptığı sırada çeviri sektörüne adım attı. 2017 yılından beri çevirmen ve çeviri editörü olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Çevirdiği kitaplardan bazıları: İnsan Neyle Yaşar (Tolstoy), Beyaz Zambaklar Ülkesi (Petrov), Future of Capitalism (P. Collier), A Teen’s Guide for Success (B. Bernstein), Secret of Power Negotiating (R. Dawson)

İNSAN NEYLE YAŞAR?

“Ölümden yaşama geçtiğimizi biliyoruz çünkü biz kardeşlerimizi seviyoruz. Sevmeyen ölümde kalır.” (İncil, 1. Yuhanna 3:14)
“Dünya malına sahip olup da kardeşini ihtiyaç içinde gördüğü hâlde ondan şefkatini esirgeyen kişide Tanrı sevgisi olabilir mi?” (İncil, 1. Yuhanna 3:17)
“Yavrularım, sözle ve dille değil, eylemle ve içtenlikle sevelim.” (İncil, 1. Yuhanna 3:18)
“Sevgili kardeşlerim, birbirimizi sevelim. Çünkü sevgi Tanrı’dandır. Seven herkes Tanrı’dan doğmuştur ve Tanrı’yı tanır.” (İncil, 1. Yuhanna 4:7)
“Sevmeyen kişi Tanrı’yı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir.” (İncil, 1. Yuhanna 4:8)
“Hiç kimse hiçbir zaman Tanrı’yı görmüş değildir. Ama birbirimizi seversek, Tanrı içimizde yaşar ve sevgisi içimizde yetkinleşmiş olur.” (İncil, 1. Yuhanna 4:12)
“Tanrı’nın bize olan sevgisini tanıdık ve buna inandık.” (İncil, 1. Yuhanna 4:16)
“Tanrı’yı seviyorum, deyip de kardeşinden nefret eden yalancıdır. Çünkü gördüğü kardeşini sevmeyen, görmediği Tanrı’yı sevemez.” (İncil, 1. Yuhanna 4:20)

I
Karısı ve çocuklarıyla küçük bir köy evinde yaşayan bir kunduracı vardı. Kendine ait bir evi ve bir parçacık toprağı olmadan kunduracılık yaparak geçiniyordu. Ekmek pahalı, emek ise ucuzdu, tüm kazandığını yiyeceğe yatırırdı. Kunduracının karısıyla birlikte giydiği tek bir paltoları vardı, o da giyilmekten artık paçavra olmuştu; iki yıldır, palto yapacağı yeni bir koyun postu almak için para biriktiriyordu.
Sonbahara doğru biraz para biriktirmişti: Üç ruble karısının sandığındaydı, beş ruble yirmi kapik de köylülerden alacağı vardı.
Kunduracı bir sabah, koyun postunu almak için köye gitmeye karar verdi. İncecik gömleğinin üzerine karısının pamuktan yapılma eski bir ceketini, onun da üzerine bir kaftan giydi, üç rubleyi cebine koydu ve baston olarak kullanmak üzere kestiği bir dal parçasını alarak kahvaltıdan hemen sonra çıktı. “Köylülerden beş rubleyi toplarım, cebimdeki üç rubleyi de ekler koyun postunu alırım.” diye geçirdi içinden.
Kunduracı köye indi, köylülerden birine uğradı ama adam evde yoktu; karısı, kocasının borcunu gelecek hafta ödeyeceğini söyleyip hiç para vermedi. Sonra bir başka köylüye uğradı ama adam parasının olmadığına dair yemin etti ve sadece keçeden çizmeleri onardığı için borçlu olduğu yirmi kapiği verdi. Bizim kunduracı, postu veresiye alabileceğini düşündü fakat satıcı buna razı olmadı.
“Parayı getir, o zaman istediğini alırsın.” dedi satıcı. “Borç vermenin ne demek olduğunu iyi biliriz biz.”
Böylece hiçbir iş yapamayan kunduracının elinde sadece üç ruble yirmi kapik ve bir çift de pençe vurulacak keçeden çizme kalakalmıştı.
Hâline iyice canı sıkılan kunduracı, köylünün verdiği yirmi kapiğe votka alıp içti, postu falan da satın alamadan eve doğru yürümeye başladı. Sabah soğuktan donarcasına üşümüştü ama şimdi içtiği votka sayesinde, palto olmadan da ısınmıştı. Kunduracı, bir elindeki değneğini donmuş toprağa vurup, diğer elindeki keçe çizmelerini de sallayarak yürürken başladı kendi kendine konuşmaya:
“Ben işte bak paltosuz da ısındım.” dedi kendi kendine. “Bir kadeh votka içtim, tüm damarlarım harekete geçti. Cekete bile ihtiyaç yok. Dertleri unuttum, yolumda yürüyorum. İşte böyle bir adamım ben! Umurumda mı sanki? Paltosuz da yaşarım. Hiç lazım değil bana. Fakat benim kadının buna canı çok sıkılacak. Ama böyle olmaz ki! Sen bu kadar çalış, didin, adamlar bir kuruş para ödemesin. Sen dur bakalım şimdi! Parayı hele bir getirmesin, o adamın derisini yüzeceğim! Yemin ederim yapacağım bunu! Bu ne yahu? Yirmi kapik veriyor bir de! Yirmi kapikle ne yapılır ki! Ancak içilir işte böyle. Diyor ki bir de: ‘Fakirlik işte.’ Sen fakirsin de ben değil miyim? Evin var, sığırların var, her şeyin var; ya ben?.. İşte böyle dımdızlak! Senin kendi buğdayın var, ekmeğini yaparsın; ben ise her tanesine para ödüyorum o buğdayın. Sadece ekmeğe haftada üç ruble ödüyorum ben. Şimdi eve gidiyorum, ekmek bitmiş; bir buçuk ruble daha gidecek. Öyleyse öde borcunu kardeşim…”
Böyle söylenerek yolun köşesindeki kiliseye varmıştı ki kilisenin arka duvarında beyazımsı bir şey fark etti. Hava kararıyordu. Dikkatlice baktı ama o şeyin ne olduğunu seçemedi. “Taş herhâlde.” diye düşündü. “Burada daha önce böyle bir taş yoktu. Öküz mü acaba? Gerçi öküze de benzemiyor. Bir insan kafasına benziyor ama bembeyaz; olamaz. Üstelik bir insanın burada ne işi olur ki?”
Biraz daha yaklaştı; artık beyazlığı daha net görebiliyordu. Garip şey! Bu çıplak bir insandı, canlı mı yoksa ölü mü belli değildi; hareketsiz duran, kilise duvarına yaslanmış bir adam vardı karşısında. Kunduracı bir an korkuya kapıldı ve “Adamı öldürüp soymuşlar, ardından da buraya bırakmışlar.” diye geçirdi içinden. “Şimdi yanına gidersem başıma dert açabilirim.”
Böylece kunduracı, yanından geçip gitti. Adamı görmezden gelip yürüyerek uzaklaştı. Biraz yürüdükten sonra arkasına baktı ve adamın artık duvara yaslanmamış olduğunu gördü; sanki kımıldanıp kendisine bakıyordu. Kunduracı daha da korktu:
“Yanına mı gitsem, yoksa yoluma mı devam etsem? Yanına gitsem beni soyabilir, kötü şeyler olabilir. Adam neyin nesi kim bilir? Buraya hayır için gelmediği kesin. Yanına gidersem, üzerime atlayıp beni boğabilir. Kaçacak yer de yok. Öyle olmasa bile başıma başka dert de açabilir. Çıplak bir yabancıyı ne yapacaksın Semyon? Ona üzerimde kalan son giysileri de veremem ya. Tanrı yardımcısı olsun!” diye söylendi.
Derken adımlarını iyice hızlandırdı. Kilise bir hayli geride kalmıştı ki bir an yolun ortasında durdu, vicdanı sızlıyordu.
“Nedir bu hâlin? Ne yapıyorsun be Semyon? Adam orada belki ölüp gidecek, sense korkup kaçıyorsun. Çok mu zenginsin de bir şeylerini çalmasından korkuyorsun? Ah Semyon, utan kendinden!” diyerek adamın yanına gitmek üzere geri döndü.

II
Semyon adama yaklaştı, ona yakından baktı: Vücudunda yara bere izi olmayan güçlü kuvveti bir delikanlıydı, sadece çok üşümüş ve korkmuştu; duvara dayanmış oturuyordu, başını kaldırıp Semyon’a bakacak hâli bile yoktu. Öylece duruyordu. Semyon daha da yaklaştı ve adam birden gözlerini açıp ona baktı. Bakışları sıcacıktı ve o an Semyon adama ısınmıştı. Elindeki çizmeleri yere bıraktı ve kuşağını çözüp çizmelerin üzerine koydu. Sonra da kaftanını çıkardı.
“Hiç konuşma!” dedi. “Giy şu kaftanı üzerine! Haydi!” Sem-yon adamın kolundan tutup kalkmasına yardım etti. Adam ayağa kalktı. Semyon, ince yapılı ve tertemiz görünen adamın yüzüne baktı; sevimliydi. Elleri ve ayakları da biçimliydi. Kaftanı adamın omuzlarına koydu ancak o, giymeyi beceremedi. Semyon adamın kollarını kaftana geçirmesine yardımcı oldu, güzelce tüm bedenini sarmasını sağladı ve kuşağı da alıp sıkıca beline bağladı.
Eskimiş şapkasını da adama vermek için çıkardı ancak kendi başı çok üşüyünce, “Benim başım kel, onun ise kıvır kıvır saçları var.” diye düşünerek şapkayı tekrar kendi başına taktı. “Çizmeleri ona giydirsem daha iyi.”
Adamı oturttu ve çizmeleri giymesine yardım etti.
Yardım ederken şunları söylüyordu kunduracı:
“İşte oldu kardeş, şimdi biraz hareket edip ısınabilirsin. Geri kalan sorunlar sonra çözülür. Yürüyebilecek misin?”
Adam ayağa kalktı, minnettarlıkla Seymon’a baktı ama bir şey söylemedi.
“Neden bir şey söylemiyorsun? Burası çok soğuk. Eve gitmemiz gerek. Benim şu sopamı al bakalım. Kendini güçsüz hissedecek olursan, bundan destek alırsın. Hadi bakalım yürü!”
Adam yürümeye başladı. Kolaylıkla ilerliyor, geride kalmıyordu.
Yürürken Semyon adama sordu:
“Nereden geliyorsun?”
“Buralardan değilim.”
“Ben de öyle düşünmüştüm. Buralardan olsan tanırdım çünkü. Bu kiliseye nasıl düştün onu soruyorum.”
“Bunu söyleyemem.”
“Birileri sana kötülük etti sanırım.”
“Kimse bana kötülük etmedi. Beni Tanrı cezalandırdı.”
“Elbette her şey Tanrı’dan gelir. Yine de bir şekilde barınacak bir yer bulmalısın. Nereye gitmek istiyorsun?”
“Benim için fark etmez.”
Semyon şaşırmıştı. Adam serseri biri değildi, konuşması da gayet düzgündü, kibardı ama kendisiyle ilgili hiçbir bilgi vermiyordu. “Kim bilir neler yaşadı?” diye geçirdi içinden Semyon ve adama şöyle dedi:
“O zaman benim eve gel, en azından biraz ısınırsın.”
Semyon yürüyor, adam da geride kalmıyor, yanından gidiyordu. Rüzgâr şiddetlenmişti ve Semyon soğuğun gömleğinin içinden işlediğini hissediyordu, içkinin etkisi geçmiş, üşümeye başlamıştı. Burnunu çekerek yürüyor ve karısının ceketine sıkıca sarılıyordu; “Koyun postuymuş, peh! Koyun postu almak için evden çıktım, hani nerede post! Eve kaftansız dönüyorum, üstelik bir de yanımda çıplak bir adamla.” diye geçirdi içinden. “Matryona bu işe hiç sevinmeyecek!”
Matryona’yı düşündükçe içi sıkılıyordu Semyon’un. Ama yanındaki yabancıya bakıp, onun kilisedeki bakışını hatırlayınca içine bir huzur doldu o an.

III
Semyon’un karısı o gün işlerini erkenden bitirmişti. Odunları kırmış, su taşımış, tavukları yemlemiş, kendi de yemeğini yemiş, oturmuş düşünüyordu:
“Ne zaman ekmek yapsam: Şimdi mi yarın mı?”
Hâlâ koca bir parça ekmekleri vardı.
“Semyon orada yemek yediyse akşama fazla yemez, ekmek böylece sabaha da kalır.” dedi içinden.
Ekmeği alıp elinde tarttı ve “Bugün daha ekmek yapmayayım. Bir ekmeklik un var zaten. Cuma gününe kadar idare etmeliyiz.” diye düşündü.
Ekmeği dolaba kaldırdı ve Semyon’un gömleğini yamamak için masanın başına oturdu. Yamayı yaparken bir yandan da kocasının palto için nasıl bir post getireceğini düşünüyordu.
“Satıcı onu kazıklamasa bari. Benim saf adamım iyi niyetlidir. Kimseyi kandırmak aklına gelmez ama bir çocuk onu hemen dolandırabilir. Sekiz ruble çok para, bu paraya iyi bir palto alınır. Yün postundan olmasa da olur, sağlam bir palto olsun yeter. Geçen kış soğuktan donduk! Ne dereye kadar gidebildim ne de başka bir yere. Semyon dışarı çıkarken her şeyimi giyiyor, bana bir şey bırakmıyor. Sabah pek erken çıkmadı ama bu saate kadar gelmiş olması gerekirdi. İçkiye kaptırmış olmasa keşke kendini benim adam?”
O bunları düşünürken, sundurmanın basamaklarının gıcırdadığını duydu ve içeri birileri girdi. Matryona iğneyi kumaşa batırdı ve verandaya çıktı. İki kişinin geldiğini gördü: Semyon ile şapkasız, keçe çizmeli bir adam.
Matryona kocasından gelen içki kokusunu hemen aldı. “Al işte, belliydi içtiği!” diye geçirdi içinden. Bir de üzerinde kaftan değil de sadece ceket olduğunu, oracıkta sessiz, utangaç ve elleri bomboş durduğunu görünce tüm umutları yıkıldı. “Bütün parayı belli ki bu adamla içkiye yatırdı, âlem yaptılar ki adamı da alıp gelmiş.”
Matryona içeri girmelerine izin verdi, kendi de geçti, genç ve zayıf yabancının üzerinde kocasının kaftanını gördü. Kaftanın altında bir gömlek yoktu, kafasında da şapkası. Öylece hareketsiz, donakalmış, bakışlarını yere dikmiş, konuşmadan duruyordu. “Korktuğuna göre içi kötü biri.” diye düşündü Matryona. Kaşları çatık, ne yapacaklarını bekler vaziyette sobanın yanında durdu.
Semyon şapkasını çıkarıp bir şey olmamış gibi sedire oturdu.
“Eh haydi Matryona! Akşam yemeğini hazırla da yiyelim birlikte.”
Kendi kendine homurdanan Matryona, sobanın yanından kımıldamadı, bir kocasına baktı bir de adama ve başını iki yana sallayıp durdu. Semyon karısının sinirlendiğini anlamıştı ama görmezden geldi, yabancının kolundan tutup onu masaya doğru çekti.
“Otur.” dedi. “Yemek yiyelim.”
Yabancı sedire oturdu.
“Bir şeyler pişirmedin mi?” diye sordu Semyon karısına. Matryona iyice sinirlendi.
“Pişirdim ama senin için değil. Anlaşılan içki aklını başından almış. Koyun postu almaya diye çıkıp, kaftansız dönüyorsun, üstelik yanında da çıplak bir berduşla geri geliyorsun. Benim böyle sarhoşlara verecek yemeğim yok!”
“Sus Matryona, bilip bilmeden dırdır ediyorsun! Bir sor bakalım kimmiş bu adam…”
“Sen parayı ne yaptığını söyle önce.”
Semyon ceketinin cebinden kâğıt parçaları çıkartıp düzeltti.
“Al para işte, Trifonov’dan alamadım ama yakında ödeyeceğine söz verdi.”
Matryona daha da gerilmişti. Kocası post falan almamış, ellerindeki tek kaftanı çıplak bir herife giydirmiş, onu da arkasına takıp eve getirmişti.
Paraları saklamak için masadan alan Matryona, giderken söylenmeye devam ediyordu:
“Yemeğim falan yok. Tüm çıplak sarhoşları doyuracak değiliz ya!”
“Eh be Matryona, şu dilini tut biraz. Ne söylüyor evvela dinle bakalım.”
“Yeterince akıl aldım ben aptal sarhoşlardan! Sen gibi bir sarhoşla evlenmeyi istememekte çok haklıydım. Anacığımdan yadigâr keten kumaşı bile gidip içkiye yatırdın sen. Onunla post almak için evden çıkıp sarhoş eve döndün.”
Semyon sadece yirmi kapiklik içtiğini ve adamı bulduğu yeri falan anlatmak istiyordu ama Matryona bir kelime etmesine müsaade etmiyor, oradan alıyor buraya koyuyor, hiç durmadan konuşuyordu. On yıl evvel kapanmış konuları açıp duruyordu.
Matryona konuştukça konuştu sonra Semyon’un üzerine atıldı ve kolundan yakaladı.
“Çıkart ceketimi, bir tek bu kalmıştı üzerime giyecek, onu da aldın. Ver çabuk, uyuz köpek, yüzünü şeytan görsün!”
Semyon ceketi çıkarmaya çalışırken, ceketin kolu ters döndü, kadın çekiştirirken dikişleri söküldü. Matryona ceketi kapıp üzerine geçirdi ve kapıya doğru koştu. Çıkıp gitmek istiyordu ama kararsızca durdu: Öfkesini yenmeye çalışıyor, her şeyi bırakıp gitmek istiyor ama bir yandan da yabancının kim olduğunu merak ediyordu.

IV
Oracıkta durduğu yerden söylenmeye devam etti:
“İyi bir adam olsaydı böyle çıplak olmazdı, üzerinde gömleği bile yok. İyi, matah bir şeyse madem, haydi söyle bakalım bu züppeyi nereden bulup getirdin?”
“Tamam, bak anlatıyorum sana: Yürüyordum ve kilisenin yanında donmak üzere olan bu adamı gördüm, çırılçıplaktı. Yaz günü değil ki bu adam böyle çıplak gezsin. Beni ona Tanrı gönderdi, yoksa ölürdü. Ne yapsaydım? İnsanların başına neler geliyor! Bu yüzden onu giydirdim ve alıp buraya getirdim. Biraz sakin ol artık. Günahtır, Matryona. Hepimiz bir gün öleceğiz.”
Matryona yine sert sözler söylemek istedi ama yabancıya baktı ve sustu. Adam sedirin kıyısına tünemiş, sessizce oturuyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koymuş, başını öne eğmiş, gözlerini kapamış, boğuluyormuş gibi yüzünü buruşturarak kesik kesik nefes alıyordu. Matryona susmuştu. Semyon devam etti:
“Matryona, Tanrı’ya inanmıyor musun sen?”
Matryona bu sözleri işitince durdu, adama baktı ve birdenbire içine bir huzur hissi doğup sakinleşti. Kapıdan içeri doğru geldi ve ocağa gidip yemek çıkardı. Masaya bir bardak koydu ve içine kvas[1 - Kvas: Rusların en fazla tükettiği alkolsüz, ham maddesi ekmek olan bir içecek. Sovyet kolası olarak bilinir ve votkadan sonra en çok tüketilen milli içecekleridir. (ç.n.)] doldurdu, tabakları koydu, yemeği getirdi, son ekmek parçasını da çıkarıp çatal ve bıçakları masaya dizdi.
“Haydi koparın ekmeği, yiyin, ne duruyorsunuz?”
Semyon adamı masaya getirdi.
“Sokul bakalım genç adam.” dedi.
Semyon ekmeği kopardı, yemeğin içine doğradı ve yemeye başladılar. Matryona da masanın köşesine oturup, elini çenesinin altına koyup adamı incelemeye koyuldu.
Adama merhamet duymaya başlamış ve içi ona ısınmıştı. Yabancının yüzü bir anda aydınlanmıştı. Artık yüzünü buruşturmuyordu, başını kaldırıp Matryona’ya gülümsedi.
Yemeği bitirdiler; Matryona masayı topladı ve yabancıya sorular sormaya başladı:
“Ee neredensin bakalım genç adam?”
“Buralı değilim.”
“Peki nasıl düştün buralara?”
“Bunu söyleyemem.”
“Kim soydu seni?”
“Beni Tanrı cezalandırdı.”
“Ve sen de böyle çırılçıplak sokakta mı kaldın?”
“Evet, çıplaktım, yatıyordum ve çok üşüyordum. Semyon beni gördü, acıdı ve kaftanını çıkarıp bana verdi, beni buraya getirdi. Siz de yedirip içirdiniz, bana merhamet ettiniz. Tanrı sizi korusun!”
Matryona kalktı, Semyon’un az önce yamadığı gömleğini pencerenin dibinden aldı yabancıya uzattı, bir de pantolon bulup getirdi.
“Al, görüyorum ki gömleğin yok. Bunu ve pantolonu al, giy ve nerede istersen orada yat. Tavan arasına da çıkabilirsin, burada sobanın yanında da yatabilirsin.”
Yabancı kaftanı çıkardı, gömlekle pantolonu giyip tavan arasına çıkıp yattı. Matryona da mumları söndürüp kaftanı aldı ve kocasının yanına yattı.
Kaftanı yettiği kadarıyla üzerine örtmüş ve yatmıştı ama bir türlü uyuyamıyor, yabancıyı aklından çıkaramıyordu.
Son ekmek parçasının da bittiğini, yarın için ekmeklerinin kalmadığını, gömleği ve pantolonu da ona verdiğini hatırladıkça canı sıkılıyordu, ama adamın gülümsemesi aklına gelince yüreği ferahlıyordu.
Uzun süre uyuyamadı Matryona. Semyon’un da uyumadığını, kaftanı üzerine çekiştirmesinden anladı.
“Semyon!”
“Ne var?”
“Son ekmeğimizi yediniz, yenisini yapmak için malzemem de yok. Yarın ne yapacağız bilmem. Çocukların vaftiz annesi Marta’dan mı istesek?”
“Henüz sağız, elbet doyarız.”
Matryona bir süre sesini çıkarmadı.
“İyi bir adama benziyor ama neden hiç kendinden bahsetmiyor?”
“Anlatması imkânsız şeyleri vardır belki.”
“Semyon?”
“Ne var?”
“Hep biz veriyoruz da neden kimse bize vermiyor?”
Semyon ne diyeceğini bilemedi. Sadece, “Konuşmayı keselim artık.” dedi ve arkasını dönüp uyudu.

V
Semyon ertesi sabah uyandığında çocuklar hâlâ uyuyordu, karısı komşulardan ödünç ekmek almak için dışarı çıkmıştı. Yabancı yalnız başına sedirde oturmuştu, üzerinde o eski gömlek ile pantolon vardı, yukarıya bakıyordu. Yüzü dünden daha parlak görünüyordu.
“İşte böyle sevgili dostum: Karın ekmek, sırtın da elbise ister. Para kazanmak, geçinmek lazım. Elinden ne iş gelir senin?” diye konuşmaya başladı Semyon.
“Hiçbir iş bilmem ben.”
Semyon şaşırmıştı. “Hevesin olsun yeter. İnsan her şeyi öğrenebilir.” diye devam etti.
“İnsanlar çalışıyor, ben de çalışırım.”
“Adın ne?”
“Mihail.”
“Peki Mihail, kendinden bahsetmek istemiyorsan bu senin bileceğin iş ama kendi paranı kazanmak zorundasın. Eğer söylediklerimi yapıp çalışırsan sana burada yiyecek ve yatacak yer veririm.”
“Tanrı sizi ödüllendirsin, tabii öğreneceğim. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyin yeter.”
Semyon bir iplik alıp parmağına doladı ve bükmeye başladı.
“Zor bir iş değil, bak böyle!”
Mihail onu izledi, hemen ipi parmağına dolayıp ustaca bükmeye başladı.
Daha sonra Semyon ona ipi ısıtarak nasıl mumlayacağını gösterdi. Mihail bu işi de hemen kaptı. Sonra kalın ipleri nasıl büküp dikiş yapacağını gösterdi, Mihail bunu da hemen öğrendi.
Semyon ne gösterirse Mihail kolayca kavrıyordu ve üç gün içinde sanki doğduğundan beri bu işi yapıyormuş gibi çalışmaya başlamıştı. Durmadan çalışıyor, çok az yemek yiyor; işi bitince de sessizce oturup yukarı bakıyordu. Ne sokağa çıkıyor ne bir şey konuşuyor ne bir şaka yapıyor ne de gülüyordu.
Sadece Matryona’nın ona ilk yemek verdiği akşamkinden başka görmediler gülümsediğini.

VI
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı ve bir yıl geçti. Mihail, Semyon’un yanı başından ayrılmadan yaşıyor ve hep çalışıyordu. Ünü o kadar yayılmıştı ki, insanlar kimsenin Semyon’un işçisi Mihail kadar düzgün ve sağlam çizmeler dikmediğini konuşuyorlardı; çevre köylerden bile çizme diktirmeye Semyon’a geliyorlardı, Semyon artık çok para kazanmaya başlamıştı.
Semyon ve Mihail bir kış günü oturmuş yine çalışırlarken çıngıraklı bir troyka[2 - Troyka: Üç atın çektiği, yanlarından çanlar sarkan, kızaklı, kapalı at arabası. (ç.n.)] kulübenin önüne yaklaştı ve tam karşısında durdu. Sesi duyunca pencereden bakmaya başladılar; iyi giyimli bir uşağın arabacının yanından atlayarak at arabasının kapısını saygıyla açtığını gördüler. Troykadan kürk mantolu bir beyefendi indi ve Semyon’un evine doğru yürümeye başladı. Matryona yerinden fırlayıp kapıyı ardına kadar açtı, mantolu beyefendi eğilerek kapıdan geçti ve içeri girdi, doğrulduğunda neredeyse başını tavana çarpacak kadar uzundu; odayı dolduracak kadar da iriydi.
Semyon yerinden kalkıp beyefendiyi selamladı ve şaşkınlıkla adama bakmaya başladı. Böyle birini şimdiye dek hiç görmemişti. Kendisi çok zayıf bir adamdı, Mihail cılızdı, Matryona zaten bir deri bir kemik bir kadındı; bu adam sanki başka bir dünyadan geliyor gibiydi: Tombul, kıpkırmızı bir yüzü vardı, dev gibi bir cüssesi, boğanınki kadar kalın bir boynu ve de çelik gibi de sağlam bakışları vardı.
Beyefendi üfleye püfleye kürkünü çıkardı ve sedire oturdu:
“Hanginiz çizme ustası?” diye sordu.
“Benim efendim.” dedi Semyon öne çıkarak.
Beyefendi uşağına seslendi:
“Hey Fedka, deriyi getir!
Uşak bir kutuyla birlikte koşarak içeri girdi. Beyefendi kutuyu alıp masanın üzerine bıraktı.
“Aç!” dedi.
Uşak kutuyu açtı. Beyefendi kutudan çıkan deri parçasını gösterdi:
“Bana bak kunduracı, şu deriyi görüyor musun?”
“Görüyorum ekselansları.” dedi Semyon.
“Peki bunun nasıl bir deri olduğunu biliyor musun?”
Semyon deriye dokundu:
“İyi bir deri ekselansları.” dedi.
“Elbette iyi olacak seni aptal! Böyle bir malı ömründe gördün mü acaba? Almanya’dan getirttim ve yirmi ruble ödedim.”
Semyon korkmuştu.
“Tabii ekselansları, biz nereden görelim böyle bir deriyi.” dedi.
“Aynen öyle. Bu deri parçasından benim ayağıma uygun bir çizme dikebilir misin?”
“Evet majesteleri, dikebilirim.”
Beyefendi bağırdı:
“Demek ‘yapabilirsin’ öyle mi? Nasıl bir deriden kime çizme dikeceğinin farkında mısın sen? Bana öyle bir çizme dikeceksin ki bir yıl boyunca dikişleri atmayacak ve şekli bozulmayacak. Bu çok iyi bir deri, bak! Ziyan edemem, bilesin! Yapabileceksen ihtiyacın olanı kes al, yapamayacaksan da açıkça bana söyle. Seni şimdiden uyarıyorum. Çizmeler, bir yıl içinde yıpranır ya da dikişleri atarsa seni hapse attırırım, haberin olsun! Ama bir yıl boyunca çatlayıp yırtılmazsa o zaman sana emeğin için on ruble öderim.”
Semyon korkmuştu, ne söyleyeceğini bilemedi. Mihail’e baktı ve onu dirseğiyle dürtüp “Ne diyorsun, alalım mı işi?” diye fısıltıyla sordu.
Mihail “Evet, alın.” anlamında başını salladı.
Semyon, Mihail’in dediğini yaptı ve bir yıl boyunca şekli bozulmayacak ve dikişleri atmayacak bir çizme yapma işine girişmiş oldu.
Beyefendi uşağına seslendi, ayaklarındaki çizmeleri çekmesini emrederek sol ayağını uzattı:
“Al bakalım ölçünü!”
Semyon kırk üç santimetrelik bir parça kesti kâğıttan ve dizlerinin üzerine eğildi. Majestelerinin çoraplarını kirletmemek için ellerini önlüğüne sildi ve ölçüyü almaya başladı. Tabanını ve ayağın üst kısmını ölçtü. Sonra da baldırlarının etrafını ölçmeye yeltendi ama kâğıt yetmedi. Adamın baldırları bir kalas kadar kalındı.
“Bak sakın baldırıma dar falan gelmesin.”
Semyon başka bir kâğıt parçası daha keserken, beyefendi kulübenin içine göz gezdirmeye başladı, bu sırada çorabının içindeki parmaklarını oynatıyordu. Mihail’i fark etti.
“Bu da kim? Senin çırak mı?” diye sordu.
“Bu benim ustam.” dedi Semyon. “Çizmeleri o dikecek.”
Beyefendi, “Unutma!” dedi Mihail’e dönerek. “Bir yıl boyunca bir şey olmayacak bir çizme dikeceksin.”
Semyon da Mihail’e baktı. Mihail, beyefendiye bakmıyordu bile. Onun arkasındaki köşede sanki biri varmış gibi dikkatle oraya bakıyordu… Mihail oraya baktı, baktı ve sonra gülümsemeye başladı. Yüzü aydınlanmıştı bir anda.
“Ne sırıtıyorsun sen aptal!” diye kükredi adam. “Çizmeleri zamanında hazır etmeyi aklına soksan iyi edersin.”
“Tam vaktinde hazır olacak, merak etmeyin.” dedi Mihail.
“Ona göre!” dedi beyefendi ve çizmelerini, kürkünü giydi, önünü yavaş yavaş ilikledi, kapıya doğru yürüdü. Ama eğilmeyi unuttuğu için kafasını kapının pervazına çarptı. Küfürler savurarak kafasını ovdu. Sonra da arabasına binip gitti.
Adam gider gitmez, Semyon “Adama bak! Balyozla vursan devrilmez, baksana pervaz çıktı adama bişeycik olmadı.” dedi.
Matryona atıldı:
“Onun gibi yaşasaydın sen de aynen böyle sağlam olurdun Semyon! Ölüm bile böyle bir kayaya çarpmaz.”

VII
“İşi aldık almasına ama başımızı bir derde sokmasak bari. Deri çok kıymetli, majesteleri çok sinirli. Bir hata yapmamalıyız. Gel haydi, senin gözlerin daha keskin, elin de benden daha çabuk, al şu kâğıdı da deriyi bu ölçüye göre kesiver, ben de dikişlerini hallederim.” dedi Semyon Mihail’e.
Mihail söyleneni yaptı. Deriyi alıp masanın üzerine yaydı. İkiye katladı ve bıçakla kesmeye başladı. Matryona gelip deriyi kesişini izledi. Nasıl yaptığını izlerken şaşkına döndü. Matryona çizme yapılırken derinin kesilişini çok izlemişti; Mihail’in ise deriyi çizmeye göre kesmediğini fark etti çünkü yuvarlak kesiyordu.
Bir şeyler söyleyecekti ki kendi kendine, “Belki de majestelerinin çizmelerinin özel bir durumu vardır, nasıl olması gerektiğini bilmiyorumdur, en iyisi karışmayayım.” dedi.
Mihail deriyi kestikten sonra ipi alıp dikmeye başladı. Ancak çizme dikerken yaptıkları gibi iki ucundan değil, terlik diker gibi tek bir uçtan dikiyordu.
Matryona iyice meraklandı ama yine Mihail’in işine karışmadı. Mihail öğlene kadar hiç durmadan dikti. Semyon yemek için kalktığında etrafına bakındı ve Mihail’in beyefendinin derisinden çizme değil, bir çift terlik diktiğini gördü.
“Ah!” diye iç geçirdi Semyon. “Bir yıldır benim yanımda olan ve bir kez dahi hata yapmayan bu çocuk nasıl olur da böylesine büyük bir hata yapar? Beyefendi bize uzun çizme siparişi verdi. Şeritleri olacaktı ve önü de ayağına göre geniş tutulacaktı. Benim Mihail ise tutmuş sade bir çift terlik yapmış, deriyi de boşa harcamış. Ben majesteye ne söylerim şimdi? Bu deriyi de yerine asla koyamam.” diye aklından geçirip durdu. Sonra da dönüp Mihail’e “Sen ne yaptın benim dostum? Mahvettin beni! Beyefendinin uzun çizme sipariş ettiğini biliyorsun ama bak! Sen ne yapmışsın?” dedi.
Daha Mihail’i azarlamaya henüz başlamıştı ki kapının önünde bazı sesler oldu ve kapıda asılı duran demirden tokmak vuruldu. Birisi gelmişti. Pencereden baktılar, atlı bir adam vardı; atını bağlıyordu. Kapıyı açtılar ve sabah beyefendiyle birlikte gelen uşağı tanıdılar, uşak içeri girdi:
“Selam!”
“Selam.” dedi Semyon da. “Sizin için ne yapabiliriz?”
“Efendinin hanımı beni çizmeler için gönderdi.”
“Çizmeler için mi?”
“Evet çizmeler için! Ancak efendimizin artık çizmelere ihtiyacı yok çünkü öldü.”
“Ne diyorsunuz siz?”
“Sizden çıktıktan sonra eve bile varamadan arabada öldü. Eve gelince kapıyı açtık ki ölmüş, taşıyamadık bile, ağır bir çuval gibi yere devrildi, belli ki arabanın içinde çoktan ölmüştü çünkü kaskatı olmuştu. Hanımı beni buraya yolladı ve ‘Git şu kunduracıya, bıraktığımız deriden artık çizmeye ihtiyaç olmadığını, naaşı için bir çift terlik yapmalarını söyle, terliği hemen diksinler, orada bekle paralarını ver ve terlikleri de al gel.’ dedi. Bu yüzden buradayım.” dedi uşak.
Mihail deriden artakalanları toparlayıp bir rulo yaptı, diktiği terlikleri aldı, birbirine vurdu, önlüğüne sildi ve uşağa rulo yaptığı derilerle birlikte uzattı. Uşak parayı verip, terlikleri alıp çıktı.

VIII
Aradan bir yıl, iki yıl derken tam altı yıl geçti, Mihail hâlâ Semyon’un yanındaydı. Her şey eskisi gibiydi. Mihail hiçbir yere çıkmıyordu, gerekmedikçe konuşmuyordu. Bu kadar yıl içerisinde sadece iki defa gülümsemişti; birincisi Matryona ona yemek verdiği vakit, ikincisi de o beyefendi evlerine çizme siparişi vermeye geldiği gün. Semyon, işçisinden pek memnundu. Nereden geldiğini, kimlerden olduğunu bir daha hiç sormadı, tek korkusu onun bir gün gidecek olmasıydı.
Bir gün hep beraber evde oturuyorlardı. Matryona demirden dökme tencereleri fırına koyuyor, çocuklar divanların üzerinde zıplayarak oynuyorlar, pencereden bakıyorlar, Semyon bir pencerenin dibinde dikiş dikiyor, Mihail de diğer pencerede bir kunduraya ökçe takıyordu.
Çocuklardan biri Mihail’in olduğu divana zıpladı ve onu omzunun üzerinden dışarıya baktı.
“Bak Mihail amca! Küçük kızları olan bir kadın var orada! Buraya doğru geliyorlar, kızlardan biri de topal, gördün mü?”
Çocuk bunu söyler söylemez Mihail işini gücünü bırakıp kafasını kaldırdı ve pencereden sokağa bakmaya başladı.
Semyon çok şaşırmıştı çünkü Mihail daha önce hiç dışarı bakmamıştı, oysa şimdi pencereye dayanmış, kadını ve kızlarını dikkatle izliyordu. Semyon da baktı; gerçekten iyi giyimli bir hanım onlara doğru geliyordu, kürk manto ve yün şalları olan iki kız çocuğunun ellerini tutmuştu. Kızlar birbirlerinin tıpatıp aynısıydı. Tek fark şuydu ki birisinin sol ayağı aksıyordu.
Kadın, verandayı geçti, kapının mandalını bulup kaldırdı, kapıyı açtı ve önce kızları içeri soktu, sonra da kendi girdi.
“İyi günler beyler, hanımlar!” diye seslendi.
“Buyurun, buyurun, içeri girin.” dedi Semyon. “Sizin için ne yapabiliriz?”
Hanım masanın yanına oturdu, kızlar da yanı başında durdular; içeridekilerden ürkmüş, onun dizlerine iyice yapışmışlardı.
“Kızlara baharda giymeleri için deri ayakkabı dikmenizi isteyecektim.”
“Tabii yaparız.” dedi Semyon. “Hiç bu kadar küçük ayakkabı yapmadık ama onlar için seve seve yaparız. Kenarları şeritli ya da düz yaparız, keten astarlar yaparız. Bu benim ustam Mihail.”
Semyon Mihail’e baktı ve onun işini bırakmış dikkatlice kızları incelediğini gördü. Semyon bu duruma şaşırmıştı. Kızlar gerçekten pek sevimlilerdi, siyah gözleri, tombul ve pembe yanakları vardı, kürkleri ve şalları çok şıktı, tamam, ama Mihail’in onları böyle incelemesine pek anlam veremedi. Sanki onları daha evvel tanıyormuş gibi bakıyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/antuan-de-sent-ekzuperi/kucuk-prens-turkce-osmanlica-ingilizce-fransizca-69429349/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kvas: Rusların en fazla tükettiği alkolsüz, ham maddesi ekmek olan bir içecek. Sovyet kolası olarak bilinir ve votkadan sonra en çok tüketilen milli içecekleridir. (ç.n.)

2
Troyka: Üç atın çektiği, yanlarından çanlar sarkan, kızaklı, kapalı at arabası. (ç.n.)
Küçük Prens Türkçe-Osmanlıca-İngilizce-Fransızca Лев Толстой
Küçük Prens Türkçe-Osmanlıca-İngilizce-Fransızca

Лев Толстой

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Küçük Prens Türkçe-Osmanlıca-İngilizce-Fransızca, электронная книга автора Лев Толстой на турецком языке, в жанре сказки

  • Добавить отзыв