Yakıcı Sır
Stefan Zweig
Genç, yakışıklı ve çapkın bir adam olan Baron, tatil için gittiği bir otelde zamanını renklendirecek bir kadın arayışındadır. Kısa süre içerisinde bu kadını bulan adam, amacına ulaşmak için ilk adımı onun on iki yaşındaki oğluyla ahbaplık kurarak atar. Ancak küçük oğlan Edgar, bir yetişkinin arkadaşlığına alışıp kendisini kaptırdıktan sonra, bu arkadaşlığı annesine verme korkusuyla yüz yüze gelir. Çok geçmeden yetişkin arkadaşının niyetini sezen Edgar, annesinin içine sürüklendiği fakat kendisinin bir türlü anlayamadığı macerada, çocukluğun verdiği temiz içgüdüyle annesini korumaya çalışmaktadır. Öyle ki, büyüklerin yaşantısı bazen çocukların masum bakışıyla daha net görünmektedir. “Zekâyı hiçbir şey tutkulu bir şüpheden fazla bileyemez, hiçbir şey olgunlaşmamış bir zekânın tüm imkânlarını karanlığa doğru giden bir yoldaki kadar geliştiremez. Bazen tek ve ince bir kapıdır; çocukları bizim gerçek kabul ettiğimiz dünyadan ayıran ve tesadüfen esen bir rüzgâr onu açıverir.”
Stefan Zweig
Yakıcı Sır
Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırt üstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
Partner
Lokomotif boğuk bir sesle öttü: Semmering’e ulaşılmıştı. Kara vagonlar, göğün gümüşümsü ışığında bir dakika mola verip, birkaç insanı boşaltıp, başkalarını yuttular, havada kızgın sesler dolaştı, sonra öndeki sesi kısılmış makine yeniden bağırdı ve kara diziyi, takırdayarak tünelin ağzına, aşağıya doğru çekti. Sonra ıslak rüzgârla temizlenmiş arazi yine sakinliğe büründü.
Gelenlerden genç, güzel giyimi ve doğal esnek adımlarla yürüyüşüyle sempatik görünen birisi, hızla diğerlerinden öne geçip otele gidecek ilk faytonu aldı. Atlar hiç acele etmeden yokuşu tırmanıyordu. Havada ilkbahar kokusu vardı. Gökyüzünde, sadece mayıs ve haziranda görülen o beyaz, küçük ve hareketli bulutlar göze çarpıyordu; yerinde duramayan gençler gibi aniden yüksek dağların arkasına saklanmak için mavi yolda oynayarak koşuşuyor, birbirleriyle kucaklaşıp kaçıyor, az sonra mendiller gibi buruşuyor, ya da çizgilere ayrılıyor ve sonunda dağların tepelerine muzip beyaz külahlar olarak oturuveriyorlardı. Yukarılarda rüzgâr da huzursuzdu, yağmurdan dolayı ıslaklığı henüz kurumamış cılız ağaçları öyle acımasızca sarsıyordu ki, oynak yerleri çatırdıyor ve ağaçlardan binlerce damla küçük kıvılcımlar gibi etrafa saçılıyordu. Bazen dağlardan kar kokusu geliyor gibi oluyor ve insan o zaman nefesinde aynı anda hem tatlı, hem de keskin bir şeyler hissediyordu. Havada ve toprakta her şey hareket hâlinde ve büyüyen bir sabırsızlık içindeydi. Atlar şimdi yokuş aşağı inen yolda hafiften soluyarak ilerliyor, çıngıraklarının sesi kendilerinden önce varıyordu uzaklara.
Genç adamın otele vardığında yaptığı -sonunda düş kırıklığına uğradığı- ilk iş, konuk listesine bir göz atmak oldu. “Buraya neden geldim?” diye sormaya başladı içinden huzursuz bir ses: “Burada dağın tepesinde tek başına olmak, büroda olmaktan daha da kötü. Belli ki erken gelmişim, ya da geç. Tatillerde hiç şansım olmuyor zaten. Bu kadar insanın arasında tanıdık tek bir isim yok. Hiç değilse birkaç kadın, bu haftayı tamamen sıkıcı geçirmemek için ufak hatta zararsız bir flört olsaydı.”
Avusturya memur aristokrasisinin pek meşhur olmayan baronlarından biri olan genç adam valilikte çalışıyordu ve bu kısa tatili, hiç de ihtiyacı yokken almıştı. Sadece bütün iş arkadaşları baharda bir hafta izin almayı başardıklarında, o da izni yanmasın diye böyle yapmıştı. Yalnız kalmayı beceremediğini kendisi de iyi bilir, insanların arasında olmaktan hoşlanırdı ve kendisi de aranılan bir insandı. Tek başına olmayı sevmezdi. Kendi kendisini yakından tanımayı hiç istemediğinden buna sebep olacak durumlardan mümkün olduğunca kaçınırdı. Yeteneklerini, sıcaklığını ve yüreğinin coşkusunu tutuşturmak için insanlarla birlikte olması gerektiğini biliyordu ve yalnız kaldığında kutudaki kibrit gibi donuk ve gereksiz olduğunu da.
Boş lobide keyifsiz bir aşağı, bir yukarı dolaştı, gazeteleri öylesine karıştırdı, sonra müzik salonuna geçip piyanoda bir vals çalmayı denedi, fakat parmakları bir türlü ritmi bulamadı. Sonunda bıkkın bir hâlde bir yere oturup, dışarıya karanlığın yavaş yavaş çöküşünü, çamlardan çıkan buharın sise dönüşmesini seyretti. Bir saati böyle geçirdi, hiçbir şey yapmadan ve sinir içinde. Sonra yemek salonuna sığındı.
Henüz birkaç masa doluydu, çabucak bir göz attı hepsine. Boşuna! Hiç tanıdık yoktu. Sadece orada -öylesine selamını iade ettiği-bir antrenör, sonra Ringstrasse’den tanıdık bir yüz, başka bir şey yoktu. Tek bir kadın bile yoktu, öylesine de olsa bir macera umut ettiren. Can sıkıntısı sabırsızlığa dönüştü.
Bu genç adam da güzel yüzlerinde hep mutluluk olan, hep yeni tanışmalara, yeni maceralara can atan, her zaman bir serüvenin bilinmezliklerine atılmak üzere hazır olan, her zaman her şeyi inceden inceye hesapladıkları için hiçbir şeye şaşırmayan, kendilerine kapıyı açan kadının ister bir dostlarından birisinin eşi, ister bir hizmetçi kız olsun, ilk bakışta bile her kadına şehvetle baktıkları için erotik hiçbir şeyi gözden kaçırmayan sevimli yüzlü genç insanlardandı.
Böyle insanlar hafifçe küçümseyerek kadın avcısı olarak kabul edildiğinde, bu kelimede ne kadar iyi gözlemlenmiş bir gerçek olduğu bilinmez, zira gerçekten de avlanmayla ilgili keşfetme, heyecanlanma ve ruhsal acımasızlık gibi tüm tutkulu içgüdüler durmaksızın uyanık olan bu tür insanların içinde sürekli olarak mevcuttur. Mütemadiyen tetikte, her zaman bir maceranın izini sonuna kadar sürmeye hazır ve kararlıdırlar. Her zaman tutkuludurlar, ancak seven birisinin tutkusu değildir bu, soğuk, hesapçı ve tehlikeli kumarbaz tutkusudur bu.
Aralarında öyle inatçılar vardır ki, genç yaşlarından sonraki yıllarda da tüm hayatları bu beklentileri yüzünden sonsuz bir maceraya dönüşür. Tek bir günleri bile -geçerken atılan bir bakış, kaçamak bir gülümseyiş, karşısında oturanın dizine değmek gibi- yüzlerce ufak erotik anlardan, bir yıl ise böyle geçen yüzlerce günden oluşur ve bu hayatlarını besleyen ve ateşleyen kaynaklarıdır.
Yemek salonunda bu oyunu kendisi ile oynayacak kimse yoktu, arayan bakışları bunu hemen fark etti. Elindeki kartların üstünlüğünün bilinciyle yeşil çuhalı masanın önünde oturmuş, oynayacak birini nafile bekleyen kumarbazın gerginliği kadar sinir bozucu olanı yoktur. Baron bir gazete istedi. Somurtkan bakışları sütunlar arasında dolaştı, ancak düşünceleri uyuşuktu ve sarhoşmuş gibi kelimeler arasında sendeliyordu.
O sırada, arkasında bir elbisenin hışırdadığını ve biraz öfkeli bir sesin, özentili bir edayla: “Maistaistoidonc, Edgar!”[1 - “Maistaistoidonc, Edgar!” (Fr.): Kapa çeneni Edgar! (ç.n.)] dediğini duydu.
İpekli bir giysi hışırdadı masasının yanından geçerken, uzun ve dolgun bir bedenin gölgesini gördü, arkasından da kendisine meraklı bakışlarla bakan, siyah kadife giysili, solgun yüzlü küçük bir oğlan çocuğunu. Kadın ve çocuk, kendilerine ayrılmış olan karşısındaki masaya oturdular, çocuğun gözlerindeki tedirginlik, düzgün davranma çabasıyla çelişmekteydi.
Kadın -Genç Baron sadece ona dikkat ediyordu- çok bakımlı ve dikkat çekici bir şıklıktaydı ve ayrıca pek hoşlandığı bir tipti; olgunluk çağının eşiğinde, tutkulu ama ihtiraslarını asil bir melankolinin arkasına saklayacak kadar tecrübeli dolgun Yahudi kadınlardandı. Genç Baron, henüz gözlerine bakmak istemiyordu ve sadece narin burnunun üzerindeki, ırkını hemen belli eden, fakat asil biçimiyle profilini keskin ve ilginç yapan kaşlarının kavisli hatlarına baktı hayranlıkla. Saçları da bu her yanından dişilik taşan dolgun vücuttaki her şey gibi, göze çarpacak kadar gürdü, pek çok hayranlıktan ötürü bir doygunluğu vardı ve kibirli olmuş gibiydi. Çok alçak bir sesle sipariş verdi, çatalıyla oynayarak ses çıkartan oğlunu ikaz etti, uslu oturmasını söyledi tüm bunları sanki Baron’un hiçbir şeyi kaçırmadan üzerinde dolaşan bakışlarını fark etmiyormuş gibi yaparken aslında onu, bu itinalı terbiye davranışlarına zorlayan onun yoğun ilgisiydi.
Baron’un yüzü birden aydınlandı, sinirleri içten gelen bir güçle canlandı, kırışıkları düzleşti, kasları gerildi, bedenini dikleştirdi ve gözleri parlamaya başladı. Adam içlerindeki tüm gücü çıkartmak için bir erkeğin mevcudiyetine ihtiyaç duyan kadınlardan pek farklı değildi. Ancak erotik bir cazibe enerjisini güçlendiriyordu. İçindeki avcı burada bir av kokusu almıştı. Gözleri ısrarla kadının bakışlarıyla buluşmayı deniyor, o bakışlar bazen geçerken parlak bir belirsizlikle denk geliyor, ancak hiç net bir cevap sunmuyordu. Bazen dudaklarının kenarında bir gülümseme başlıyor gibi hissediyor, ama bundan da emin olamıyordu ve tam da bu belirsizlik onu tahrik ediyordu. Baron’u umutlandıran tek şey, bakışların sürekli başka yöne kaçırılmasıydı. Çünkü bu bir direnç olduğu kadar bir çekinme belirtisiydi de. Bir de çocukla konuşurken gösterdiği o tuhaf özen, seyreden birisi olduğunu bildiği için böyle davrandığı pek belliydi.
Genç adam, göze çarpacak kadar çok belirli bu umursamazlığın ilk tedirginlikleri gizlediğini hissetti. Kendisi de heyecanlanmıştı: Oyun başlamıştı. Yemek yemeyi uzattı, yüzünün bütün çizgilerini iyice kafasına yerleştirene, dolgun vücudunun her yanına el sürmeden dokunana kadar, neredeyse yarım saat hiç aralıksız kadına baktı. Dışarıda bunaltıcı bir karanlık bastırmış, ormanlar -şimdi kocaman yağmur bulutları gri ellerini kendilerine uzattığında- çocuksu bir korkuyla inliyor, gölgeler gittikçe daha çok salonun içini doldurup karanlıklaştırıyor ve insanlar suskunluklarıyla gittikçe birbirlerine daha çok yapışıyor gibiydi.
Annenin çocuğuyla konuşmalarının bu sessizliğin baskısı altında, gittikçe daha zoraki, daha yapmacık olduğunu fark etti, az sonra da tamamen kesileceğini de hissetti. Bu durumda bir deneme yapmaya karar verdi. Herkesten önce ayağa kalktı, uzun uzun manzarayı seyrederek ve kadını görmezden gelerek yavaş yavaş kapıya gitti. Oraya vardığında, sanki bir şey unutmuş gibi, başını birden arkaya çevirdi. Ve kadının canlı bakışlarla arkasından baktığını yakaladı.
Bu durum onu kışkırttı. Holde bekledi. Kadın oğlanı elinden tutmuş geldi hemen, geçerken dergileri karıştırdı, çocuğa birkaç resim gösterdi. Ama Baron tesadüfen bir dergi aramak istermiş gibi, aslında kadının gözlerinin nemli pırıltısına daha iyi bakmak, hatta belki bir konuşma başlatmak için masaya yaklaştığında, kadın dönüp oğlunun omzuna hafifçe vurdu, “Viens, Edgar! Aulit!”[2 - “Viens, Edgar! Aulit!” (Fr.): Haydi, Edgar, yatağa! (ç.n.)] dedi ve soğuk bir tavırla yanından geçip gitti. Baron biraz hayal kırıklığı ile arkasından baktı. Aslında hemen bu akşam onunla tanışmayı ummuş ve böyle ters davranması düş kırıklığına neden olmuştu. Ancak nihayetinde bu dirençte de bir tahrik vardı ve tam da bu belirsizlik hırsını kamçılıyordu. Ne de olsa: bir partneri vardı ve oyun başlayabilirdi.
Hızlı Bir Arkadaşlık
Ertesi sabah Baron lobiye girdiğinde güzel yabancı kadının oğlunu iki asansör görevlisi delikanlıya heyecanla bir şeyler anlatıp, Karl May’ın bir kitabından resimler gösterdiğini gördü. Annesi orada değildi, belli ki henüz hazırlanmaktaydı.
Baron ancak o zaman oğlanı inceledi. Utangaç, tam gelişmemiş, asabi, on iki yaşlarında, savruk hareketleri ve çevreyi kolaçan eden kara gözleri olan bir çocuktu. Bu yaşlardaki çocuklarda çoğu zaman görüldüğü gibi ürkütülmüş bir hâli vardı, sanki şimdi uykudan uyandırılmış ve aniden yabancı bir ortama bırakılmış gibiydi. Yüzü çirkin değildi, ancak henüz tamamen kararsızdı, erkeklikle çocuksuluğun mücadelesi daha yeni başlıyor gibiydi, tüm malzeme vardı ancak yoğrulmuş gibiydi, henüz şekil verilmemiş, hiçbir çizgi netleşmemişti, sadece soluk ve huzursuzca karıştırılmıştı. Üstelik çocuklara giysilerinin asla uymadığı, kolların ve pantolonların zayıf eklemlerinin üzerinde döndüğü ve henüz dış görünüşlerine dikkat etme konusunda iç seslerinin onları uyarmadığı yaştaydı.
Oğlan orada ne yapacağını bilemeden dolaşıyor, oldukça acınacak bir izlenim bırakıyordu. Aslında herkesin ayağına dolanıyordu. Ya sorularıyla bunalttığı kapı görevlisi onu kenara itiyor, ya da girişi engelliyordu; belli ki arkadaş yokluğu çekiyordu. Çocuksu gevezelik ihtiyacı içinde otel görevlilerine yanaşmaya çalışıyordu, onlar da eğer zamanları varsa cevap veriyor, ama bir yetişkin göründüğünde ya da işleri olduğunda konuşmayı kesiveriyorlardı.
Baron gülümseyerek ve ilgiyle her şeye merakla bakan, ama herkesin kabaca yanından uzaklaştığı bu mutsuz çocuğu izledi. Bir defasında onun kendisine yönelttiği meraklı bakışlarını yakaladı, ancak oğlan yakalandığını fark edince kara gözleri ürkerek indirdiğini kirpiklerinin arkasına saklandı. Bu durum Baron’u eğlendirdi. Çocuk ilgisini çekmeye başlamıştı ve bu korku yüzünden ürkek davranan çocuğun, annesine en hızlı biçimde yaklaşabilmesi için aracı olamaz mı diye düşünmeye başladı. Hiç olmazsa bunu denemeliydi. O sırada dışarıya çıkan ve çocuksu bir şefkat ihtiyacıyla -gerçekten de hiç şansı yoktu- orada da arabacı kendisini sert bir biçimde uzaklaştırana kadar beyaz bir atın pembe burnunu okşayan oğlanı belli etmeden izledi. İncinmiş ve canı sıkılmış bir hâlde, boş ve biraz da hüzünlü bakışlarla duruyordu yine. Baron o zaman ona seslendi:
“Ee genç adam, buralar hoşuna gidiyor mu?” diye sordu aniden, sesine olabildiğince neşeli bir hava katarak.
Çocuk kıpkırmızı oldu ve gözlerini korkuyla kaldırdı. Mahcup bir tavırla ellerini bedenine bastırdı ve sağa sola sallanmaya başladı. Yabancı bir beyin onunla konuşması ilk defa başına geliyordu.
“Teşekkür ederim, evet.” diye güçlükle kekeledi. Son kelime ağzından konuşur gibi değil, sanki boğazlanıyormuş gibi çıkmıştı.
“Buna şaşırdım.” dedi Baron gülerek. “Aslında sıkıcı bir yer burası, özellikle de senin gibi genç bir adam için. Bütün gün ne yapıyorsun?”
Çocuk hemen bir karşılık veremeyecek kadar şaşkındı hâlâ. Kendisiyle hiç kimse ilgilenmezken bu yabancı şık beyin onunla konuşmak istemesi gerçekten mümkün olabilir miydi? Bu düşünce onu hem ürküttü, hem de gururlandırdı. Zorla toparlandı.
“Kitap okuyorum ve sık sık yürüyüşe çıkıyoruz annemle. Bazen de arabayla geziyoruz. Burada dinlenmeliyim, hastalanmıştım. Bu yüzden de çokça güneşte oturmamı söyledi doktor.”
Son kelimeleri söylerken oldukça emindi kendisinden. Çocuklar her zaman hastalıklarıyla gururlanırlar, zira tehlikenin ailelerinin gözünde onların önemini iki katına çıkardığını bilirler.
“Evet, güneş senin gibi genç beyler için iyidir, seni esmerleştirecektir. Ama bütün gün oturmamalısın. Senin yaşında bir delikanlı koşmalı, coşmalı, hatta biraz da yaramazlık yapmalı. Bence sen biraz fazla uslusun, koltuğunun altındaki büyük ve kalın kitabınla evden çıkmak istemeyen birisi gibi görünüyorsun. Senin yaşındayken ne haylazlıklar yaptığımı hatırlıyorum da, her akşam eve yırtılmış pantolonla dönerdim. Aman ha, fazla uslu olma!”
Çocuk gayriihtiyari gülümsedi ve korkusu geçti. Karşılığında bir şeyler söylemek isterdi, ama kendisiyle böyle dostça konuşan bu yabancı beyin karşısında fazla cesur davranırsa küstahlık yapmış olabileceğini düşündü.
Asla ukala bir çocuk olmamıştı ve her zaman biraz çekingendi, şimdi de mutluluktan ve utançtan kafası karışmıştı. Sohbeti devam ettirmeyi çok istiyor, ancak aklına hiçbir şey gelmiyordu. Şans eseri o anda otelin büyük sarı Saint Bernard’ı yanlarına geldi, ikisini de kokladı ve kendisini sevmelerine izin verdi.
“Köpekleri sever misin?” diye sordu Baron.
“Çok severim, büyükannemin Baden’deki villasında bir köpeği var, oraya gittiğimiz zaman bütün gün hep benimle olur. Ama bu yalnızca yazları orada olduğumuzda gerçekleşir.”
“Bizim evde, çiftliğimizde galiba iki düzine kadar var. Eğer burada uslu olursan birini sana hediye edeceğim. Beyaz kulaklı, kahverengi tüylü, çok küçük bir yavru. İster misin?”
Çocuk sevincinden kızardı.
“Ah, evet!” kelimeler ağzından heyecanla ve istekle döküldü. Ama hemen arkasından durakladı, korkmuş gibiydi, düşünceliydi.
“Ama annem buna izin vermez. Evde köpeğe katlanamayacağını söyler. Çok zahmetli oluyormuş.”
Baron gülümsedi. Nihayet söz anneye gelmişti.
“Annen o kadar sert mi?”
Çocuk düşündü, bir an başını kaldırıp sorgular gibi Baron’a baktı, bu yabancı adama güvenip güvenemeyeceğini tartar gibiydi. Cevabı temkinliydi.
“Hayır, annem sert değil. Şimdi hasta olduğum için her şeye izin veriyor. Belki bir köpeğe bile izin verir.”
“Bunu ondan ben rica edeyim mi?”
“Evet, edin lütfen!” diye bağırdı oğlan sevinçle. “Annem o zaman mutlaka izin verir. Köpek nasıldı? Beyaz kulakları vardı, değil mi? Vurulan avı getirmesini biliyor mu?”
“Evet. Her şeyi yapabiliyor.” Baron çocuğun gözlerinde böylesine çabuk ateşlediği kıvılcımlara bakarak gülümsedi. Birdenbire başlangıçtaki çekingenlik kalkmış ve korkudan bastırdığı tutku meydana çıkmıştı. Önceleri ürkek, çekingen olan çocuk bir anda neşeli bir oğlana dönüşmüştü. Annesi de, böyle olsa keşke, diye düşündü Baron, gayriihtiyari korkusunun ardında böyle ateşli olsa! Ama oğlan yirmi soruyla birden üzerine atlamıştı bile:
“Köpeğin adı ne?”
“Karo.”
“Karo!” diye sevinç çığlığı attı çocuk.
Nedense her söze gülmek ve çığlık atmak zorundaymış gibiydi, bu beklenmedik olay, birisinin dostça yaklaşması onu sarhoş etmişti. Baron’un kendisi de hızlı başarısı karşısında şaşırmıştı ve demiri tavında dövmeye karar verdi. Çocuğu kendisiyle biraz yürümeye davet etti, haftalardır bir arkadaşla zaman geçirmenin açlığını çeken zavallı oğlan bu teklife çok sevindi.
Yeni dostunun rastlantıymış gibi sorduğu soruların cevaplarını sohbet içinde ortaya döküverdi. Baron çok geçmeden aileyle ilgili her şeyi, öncelikle de Edgar’ın varlıklı Yahudi burjuvazisinden Viyanalı bir avukatın tek oğlu olduğunu öğrenmişti. Ve becerikli sorularıyla da annenin Semmering’de kalmaktan pek de hoşnut kalmayıp, sempatik bir ortam bulamamaktan şikâyetçi olduğunu öğrendi, hatta annesinin babasını çok mu sevdiğini sorduğunda Edgar’ın verdiği kaçamak cevaptan her şeyin pek de yolunda olmadığını çıkardı.
Bu art niyetsiz çocuğun ağzından kolaylıkla tüm bu küçük aile sırlarını aldığı için neredeyse utanmaktaydı, çünkü anlattıklarının bir yetişkinin ilgisini çekmesinden gurur duyan Edgar yeni arkadaşına tamamen güvendiğini fazlasıyla gösteriyordu. Çocuğun kalbi gururla çarpmaktaydı -Baron dolaşırlarken kolunu omuzuna atmıştı- herkesin içinde yetişkin biriyle samimiyet içinde yürüyorlardı. Yavaş yavaş kendisinin bir çocuk olduğunu unutarak bir yaşıtıyla berabermiş gibi çekinmeden, rahatça gevezelik etmeye başladı.
Anlattıklarından Edgar’ın çok zeki olduğu ve yetişkinlerle fazla vakit geçiren hastalıklı çocukların çoğu gibi zamanından önce olgunlaştığı, bir de tutku derecesinde sempati veya düşmanlık hissettiği anlaşılıyordu. Hiçbir şeyle ilişkisi sakin değildi, her insandan veya her şeyden ya büyük bir hayranlıkla, ya da yüzünü buruşturarak neredeyse kötü ve çirkin bir şekle sokacak kadar şiddetli bir nefretle söz ediyordu. Belki de kısa bir süre önce geçirdiği hastalıktan dolayı konuşmalarında vahşi ve tutarsız, fanatik bir ateş vardı ve sanki çekingenliği de kendi tutkusundan korkmasından kaynaklanıyordu.
Baron onun güvenini kolaylıkla kazandı. Sadece yarım saatte bu hararetle ve huzursuz çarpan yüreği ele geçirmişti. Çocukları kandırmak, kalplerini kazanmak için nadiren uğraşılan bu art niyetsizleri, aldatmak zaten her zaman kolay olurdu. Sadece kendi geçmişine gitmesi yetmişti, hiç zorlanmadan öylesine çocuksu bir sohbet sürdürüyordu ki, oğlan da onu kendisine eşit görmeye başladı ve birkaç dakikadan sonra tüm mesafe duygusunu kaybetti. Mutluluktan uçuyor gibiydi, bu ıssız yerde birdenbire bir arkadaş bulmuştu, hem de nasıl bir arkadaş! Viyana’dakilerin hepsi unutulmuştu, incecik sesli küçük oğlanlar, acemi gevezelikler, bu yeni yaşanan tek bir saat içinde artık tüm anıları silinmiş gibiydi! Tüm coşkulu tutkusu şimdi bu yeni, büyük arkadaşına aitti ve bu yeni arkadaşı ayrılırken ertesi gün öğleden önce tekrar buluşmak istediğinde ve uzaktan sanki ağabeyi imiş gibi el salladığında göğsü gururla kabardı. Bu belki de hayatının en güzel dakikasıydı.
Çocukları kandırmak bu kadar kolaydır. Baron koşarak giden çocuğun arkasından gülümsedi. Aracıyı elde etmişti artık. Oğlanın annesini bitkin düşürene kadar her şeyi anlatacağını, her bir sözcüğü tekrarlayacağını biliyordu, bu arada adresine ulaşacak pek çok iltifatı da ustaca konuşmalarına katmış olduğunu, ondan hep Edgar’ın “güzel annesi” diye söz ettiğini hatırlayarak keyiflendi.
Kabına sığamayan bu oğlanın kendisini ve annesini bir araya getirmeden rahat durmayacağını biliyordu. Kendisinin ise güzel yabancıyla arasındaki mesafeyi azaltmak için artık parmağını bile kıpırdatmasına gerek yoktu, rahat rahat hayal kurup manzarayı seyredebilirdi, zira bir çift sıcak çocuk elinin kadının kalbine giden köprüyü inşa ettiğinin farkındaydı.
Üçlü
Bir saat sonra planın mükemmel ve tüm ayrıntılarıyla başarılı olduğu belli oldu. Genç Baron kasıtlı olarak biraz geç gittiği yemek salonunda Edgar sandalyesinden fırladı, mutlulukla gülümseyerek selam verdi ve el salladı. Aynı anda da annesini kolundan çekiştiriyor, Baron’u göstererek heyecanla ve dikkat çekecek hareketlerle bir şeyler anlatıyordu.
Kadın utanarak ve kızararak oğlunu heyecanlı davranışları yüzünden uyardı, ama onun isteğini yerine getirmek için de o tarafa baktığında Baron bunu fırsat bilip, saygıyla eğilerek selam verdi. Tanışma gerçekleşmişti. Kadın teşekkür etmek zorunda kaldı, ancak o andan itibaren başını tabağına daha fazla eğdi ve tüm yemek boyunca bir daha o tarafa bakmaktan kaçındı. Edgar ise aksine sürekli Baron’a bakıyordu ve hatta bir defasında uzaktan onunla konuşmaya çalıştı ve bu uygunsuz davranışı nedeniyle hemen annesinden sert bir azar işitti.
Annesi yemekten sonra uyumaya gideceği söylemiş olmalıydı, aralarındaki hararetli fısıldaşmanın sonunda kadın oğlunun ricalarına dayanamayıp öbür masaya gidip arkadaşıyla selamlaşmasına izin verdi.
Baron birkaç samimi sözüyle çocuğun gözlerini yeniden parlattı, birkaç dakika onunla sohbet etti. Ancak birdenbire ve bir manevrayla ayağa kalktı ve diğer masaya dönerek şaşıran kadını böylesine akıllı ve neşeli bir oğlu olduğu için kutladı, onunla öğleden önce çok güzel zaman geçirdiğini de söyledikten sonra -o sırada Edgar sevinç ve gururdan kızarmış bir hâlde yanlarında duruyordu- çocuğun sağlık durumu hakkında öyle çok ve ayrıntılı sorular sordu ki, kadın cevap vermek zorunda kaldı. Böylece zorlanmadan oğlanın da mutlulukla ve bir çeşit saygıyla dinlediği uzun bir sohbete başlamış oldular.
Baron kendisini tanıttığında isminin bu kendini beğenmiş kadının üzerinde etki bıraktığını fark etti. En azından kadın kendisine karşı oldukça nazikti ve çocuğu öne sürüp özür dileyerek erkenden vedalaştı.
Oğlan şiddetle protesto etti, yorgun değildi ve tüm gece uyanık kalabilirdi. Ancak annesi Baron’a elini uzatmış, o da bu eli saygıyla öpmüştü bile.
Edgar, o gece rahat uyuyamadı. İçinde mutluluk ve çocuksu bir çaresizlik birbirine karışıyordu. Çünkü o gün hayatında yeni bir şey olmuştu. İlk defa yetişkinlerin kaderine dâhil olmuştu. Yarı yarıya düşlere dalmışken çocuk olduğunu unutarak kendisini bir anda büyük hissetti. O zamana kadar yalnız büyümüş, sık sık hastalanmış ve az arkadaşı olmuştu. Şefkat ihtiyacını karşılayacak kendisiyle fazla ilgilenmeyen anne babasından ve evdeki hizmetçilerden başka kimsesi yoktu.
Yalnızca başlangıçtaki sebebine bakmakla yetinirseniz bir sevginin gücünü yanlış değerlendirirsiniz, öncesindeki gerilime, kalbin büyük sarsıntılarına zemin hazırlayan, yalnızlığın ve düş kırıklıklarının yarattığı o boş ve karanlık duruma bakmak gerekir. Burada çok ağır yaşanmamış duygular beklemiş ve karşısına çıkan, bunu hak ettiği zannedilen ilk kişiye kollar açılarak boşaltılmıştı.
Edgar karanlıkta yatıyordu, hem mutlu hem şaşkındı, gülmek istiyor, ama ağlıyordu. Çünkü bu insanı hiçbir zaman bir arkadaşını veya anne babasını, hatta Tanrı’yı bile sevmediği kadar seviyordu. Daha iki saat önce ismini bile bilmediği bu adamın resmine çocuksu yaşının tüm olgunlaşmamış tutkusuyla sarılmıştı.
Ancak yine de bu beklenmedik ve garip arkadaşlık nedeniyle zorlanmayacak kadar akıllıydı. Ruhunu altüst eden şey kendisini değersiz bulma duygusu, kendisini bir hiç gibi hissetmesiydi. “Ona uygun muyum, ben küçük bir oğlanım: On iki yaşında ve henüz okula giden, akşamları herkesten önce yatağa gönderilen.” diye kendi kendine eziyet ediyordu. “Onun için ne olabilirim? Ona ne sunabilirim?”
Tam da bu durum, bir biçimde duygularını gösterememesi onu mutsuz ediyordu. Başka zamanlarda bir arkadaşını sevdiğinde, ilk yaptığı şey çekmecesinde biriktirdiği çocuksu hazinesindeki pullardan ve taşlardan bazılarını onunla paylaşmak olurdu, ancak şimdi bunlar, daha düne kadar ona çok önemli ve çekici gelen şeyler şimdi değersiz, saçma ve bayağı geliyordu.
Bunları bu yeni arkadaşına nasıl verebilirdi ki, hem de daha o kendisine sen diye hitap ederken aynı biçimde karşılık vermeye bile cesaret edemezken; duygularını ona göstermenin bir yolu, bir imkânı ne olabilirdi? Gittikçe daha çok, daha da çok küçük olmanın, yarım, olgunlaşmamış, on iki yaşında bir çocuk olmanın acısını hissediyordu ve çocuk olduğuna hiç bu kadar şiddetle öfkelenmemiş, hayal ettiği gibi uzun boylu ve güçlü bir adam, diğerleri gibi bir yetişkin olarak uyanmayı hiç bu kadar yürekten istememişti.
Bu huzursuz düşüncelerinin arasına bir de erkeklerin dünyasında olmanın renkli hayalleri de karıştı. Edgar nihayet gülümseyerek uyudu, ancak ertesi sabahki buluşmanın heyecanıyla uykusu bölündü. Daha saat yedide geç kaldığı korkusuyla uyanıverdi. Aceleyle giyindi, başka zaman onu yataktan zorla çıkarttığı için şaşırıp kalan annesinin odasına hızla dalıp onu selamladıktan sonra onun soru sormasına fırsat vermeden aşağıya koştu. Saat dokuza kadar sabırsızlıkla ortalıkta dolaştı, kahvaltı etmeyi unuttu, tek derdi gezintiye çıkacağı arkadaşını bekletmemekti.
Baron nihayet saat dokuz buçukta salına salına geldi. Tabii sözünü çoktan unutmuştu, ancak şimdi oğlanın büyük bir heyecanla yanına koştuğunu görünce bu coşku karşısında gülümseyerek sözünü tutmaya hazır olduğunu söyledi. Kolunu yine omuzuna atıp, mutluluktan yüzü parlayan çocukla birlikte lobide bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı ve usulca ama kesin bir dille hemen gezintiye çıkmak niyetinde olmadığını belirtti. Sanki bir şey bekliyor gibiydi, en azından kapıları tarayan huzursuz bakışları bunu işaret ediyordu. Birden duruşu dikleşti. Edgar’ın annesi içeriye girmişti ve Baron’un selamına karşılık vererek neşeyle ikisinin yanına geldi. Edgar’ın çok değerli bir şeyi saklar gibi kendisinden gizlediği gezi planlarını öğrenince gülümseyerek onayladı ve Baron’un onlara katılması için yaptığı daveti de hemen kabul etti. Edgar hemen somurttu, dudaklarını ısırdı. Annesinin tam da o sırada gelmiş olması ne can sıkıcıydı! Bu gezinti yalnızca ona aitti, arkadaşını annesiyle tanıştırdıysa bunu sadece nezaketinden yapmıştı, ama arkadaşını onunla paylaşmak istemiyordu. Baron’un annesine gösterdiği nezaketi fark edince içinde kıskançlığa benzer bir duygu oluştu.
Üçü birlikte gezmeye gittiler ve çocukta birdenbire oluşan değerli ve önemli olma duygusu, yolda ikisinin kendisine gösterdiği dikkat çeken ilgiyle daha da beslendi. Sohbetlerinin neredeyse tek konusu Edgar’dı, annesi çocuğun solgunluğundan ve sinirli oluşundan biraz da yapmacık bir kaygıyla söz ederken Baron gülümseyerek buna karşı çıkıyor ve kendisine hitap ettiği gibi “arkadaşının” güzel tavırlarını övüyordu.
Bu Edgar’ın geçirdiği en güzel saatti. Kendisine çocukluğu boyunca hiç tanınmamış hakları olmuştu. Hemen susması ihtar edilmeden konuşmalara katılabiliyor, hatta daha önceleri hoş karşılanmamış olan bazı isteklerini dile getirebiliyordu. Kendisinin artık bir yetişkin olduğu yanılsamasının hızla derinleşmesi şaşırtıcı değildi. Kurduğu pırıltılı hayallerde, küçüldüğü için atılan bir giysi gibi çocukluğu geride kalmıştı.
Edgar’ın gittikçe daha nazikleşen annesinin davetini kabul eden Baron, öğle yemeğinde onların masasına oturdu. Karşılıklı oturmaları yan yana oturmaya, ahbaplıkları arkadaşlığa dönüşmüştü. Üçlü oluşmuş, kadının, erkeğin ve çocuğun sesleri uyum içinde çıkıyordu.
Hücum
Şimdi artık sabırsız avcı için avına yaklaşma zamanı gelmiş gibiydi. Bir aile gibi üçlü buluşmalar hoşuna gitmiyordu. Üçlü olarak sohbet etmek elbette hoştu, ancak niyeti sohbet değildi sonuçta. Ve toplum kurallarına uymak için arzular maskelediğinde erkek ile kadın arasındaki erotizmin her zaman azaldığını, kelimelerdeki harareti, yakınlaşmanın sıcaklığını yok ettiğini biliyordu. Kadının onun asıl niyetini zaten anladığı için -bundan çok emindi- bu sohbetlerin ötesindeki esas amacı unutmaması gerekirdi.
Bu kadın için gösterdiği çabanın boşa gitmeyeceği ihtimali çok fazlaydı. Bir kadının aslında hiç sevmediği bir kocaya sadık kaldığı için pişman olmaya başladığı ve artık güzelliğinin kızıl tonlarda batan güneş gibi son demlerinde olduğunu anladığı, anaçlıkla dişilik arasında son ve önemli bir tercih daha yapma imkânı olduğu yaşlardaydı. Cevabını çoktan aldığını düşündüğü hayat, o zaman bir daha sorgulanır, isteğin büyülü ibresi son bir kez daha erotik bir macerayla tamamen kabulleniş arasında gider gelir. Bir kadın bu noktada ya kendi kaderini ya da çocuklarının kaderini yaşamak, kadın veya anne olmayı seçmek gibi tehlikeli bir karar vermek durumundadır.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/stefan-cveyg/yakici-sir-69429244/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
“Maistaistoidonc, Edgar!” (Fr.): Kapa çeneni Edgar! (ç.n.)
2
“Viens, Edgar! Aulit!” (Fr.): Haydi, Edgar, yatağa! (ç.n.)