Tepedeki Ev
Cesare Pavese
Yıl 1943, İtalya’nın Torino kenti, hükûmetin faşist askerleri ile faşist rejime direnen partizanların çatışmalarıyla çalkalanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki düşman kuvvetlerin göklerden yağdırdığı bombalar ile hükûmetin desteğiyle kenti basan Alman askerleri de eklenince savaş iyiden iyiye kızışır. Kendisini istemediği bir savaşın ortasında bulan öğretmen Corrado’nun ise hayattan tek dilediği huzur ve yalnızlıktır. Savaşın vahşetinden kaçıp sığındığı tepelerin sessiz ormanlarında geçmişini ve pişmanlıklarını yâd ederken direnişçilerle tanışır. Onlar ile zaman geçirmeye başlasa da ne savaştaki tarafsızlığını bozmaya cesaret edebilir ne de yüreğindeki yalnızlığın boşluğunu doldurabilir. Bir yandan yaşanan vahşetin anlamsızlığını ve dökülen kanların amacını sorgularken diğer yandan Almanların ölüm kokan nefesini ensesinde hissetmeye başlar. Yazarın hayatı ve dönemi hakkında çokça bilgi sahibi olacağımız eserde savaşın anlamını ve getirdiği yıkımı bariz bir şekilde sorgulayan yazarın, Corrado karakteriyle aktardığı şu cümleler bunu kanıtlar niteliktedir. "Ancak biteceğine inanmıyorum. Savaşa hatta bu sivil savaşa şahit olduktan sonra bir gün bitecek olursa herkesin dönüp kendisine şu soruları sorması gerekecek: “Peki ya yaşamını yitirenler? Onlar ne olacak? Niçin öldüler?” Bunlara ne yanıt vereceğimi ben de bilmiyorum. En azından şu an bilmiyorum. Bilen kimsenin olduğunu da sanmıyorum. Belki bunu yalnızca ölenler biliyordur ve belki savaş yalnızca onlar için tam anlamıyla bitmiştir."
Cesare Pavese
Tepedeki Ev
Cesare Pavese, İtalyan romancı, şair, kısa öykü yazarı, edebiyat eleştirmeni ve çevirmen. 9 Eylül 1908’de, İtalya’nın kuzeyinde yer alan Belbo Vadisi’ne yakın Santa Stefano Belbo adlı bir köyde dünyaya gelen Pavese, erken yaşlarında yine İtalya’nın kuzeyinde bulunan Torino’ya taşındı. İlkokuldan itibaren eğitimini burada almaya başlayan Pavese edebiyata, özellikle de İngilizce kaleme alınan edebî eserlere büyük ilgi besledi. Bu merakını temel alarak Torino Üniversitesinde edebiyat alanında öğrenim görerek eğitimini tamamladı.
Kariyerinin ilk yıllarında Amerikan ve İngiliz edebiyatlarından eserleri çevirerek İtalyancaya kazandırdı. Bunun yanı sıra edebiyat öğretmenliği de yaptı. Edebî kariyerinde ise onu döneminin seçkin İtalyan edebiyatçılarından biri yapan roman, öykü ve şiirlerini kaleme aldı. Özellikle şiirleri ve romanlarında sergilediği varoluşçu yaklaşımı ve savaş ile faşizmle mücadeleleri ile dikkat çeken Pavese, günümüzde hâlâ İtalyan edebiyatının simgesel edebiyatçılarından biri olarak tanınır.
Pavese’yi bu önemli konuma taşıyan unsur, eserlerinin birçoğunda başarılı şekilde işlenen yalnızlık, iç çelişki, çaresizlik ve bastırılma gibi psikolojik temaların yanı sıra bunların savaş ve savaş sonrası bağlamların içinde işlenmiş olmasıdır. Bu tema ve bağlamlar ise kendi yaşamının ve kısa yaşamı boyunca deneyimlediği sıkıntıların, bunalımların, çaresizliklerin, çıkmazların ve yalnızlığın doğrudan bir yansımasıdır. Eserlerinin başkahramanları, çevrelerindeki acımasız ve karmaşık dünya, iç dünyalarındaki umutsuzluk ve yalnızlık duyguları başarılı biçimde betimlenmiştir çünkü Pavese bu zorlukları bizzat deneyimlemiştir. Bu açıdan, Pavese’nin kaleme aldığı bu eserler kendi iç ve dış dünyasına ayna tutan kişisel eserlerdir.
Pavese’yi erken yaşta intihara sürükleyen bu bunalım ve sıkıntıların altında yatan nedenleri daha iyi anlayabilmek için içinde bulunduğu dönemin ve ülkenin koşullarının dikkate alınması gerekir. Benito Mussolini’nin 1922’de başbakan olarak İtalya’nın başına geçmesi ile faşist bir rejimin altına giren İtalyan halkında antifaşist örgütler oluşmaya, faşizme karşı çalışmalar yürütülmeye başlandı. İtalya 1945’te II. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğradıktan sonra ise Nazi Almanyası, Kuzey İtalya’yı işgal altına aldı. Bunun sonucu olarak tüm ülkeyi yıllardır kasıp kavuran faşizm-komünizm iç çatışmasının çapı genişledi ve daha da karmaşık bir hâl aldı.
Yaşamı İtalya’nın kuzeyinde geçen Pavese, böylesi bir karmaşanın içinde büyümüş ve eğitim görmüştü. Faşizme karşı olduğu için komünist grupların çalışmalarına dâhil oldu. 1935’te antifaşist etkinlikleri nedeniyle tutuklandı ve İtalya’nın güneyine sürüldü ancak bir yılın ardından serbest bırakıldıktan sonra Torino’ya geri döndü. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından İtalyan Komünist Partisi’ne katıldı ve partinin gazetesinde görev yaptı. 1943’te İtalya’nın kuzeyinde başlayan Alman işgalinin ardından Torino’nun sokaklarının Alman askerleri ile dolup taştığını gören Pavese, Torino’nun yakınlarındaki bir tepede ikamet eden kız kardeşinin yanına sığındı.
Antifaşist kitleler ve faaliyetlerle ilişkisi olsa da savaşa ve “partizanlar” olarak adlandırılan faşizmle mücadele eden direnişçilere dâhil olmak istememiştir. Ancak çevresindeki birçok arkadaşının başlarındaki totaliter rejime ve Alman işgaline karşı etkin şekilde mücadele ettiğini hatta birçoğunun bu yolda yaşamlarını yitirdiğini görmüştür. Bu durum, çekingen ve içine kapanık bir kişiliğe sahip olan Pavese’nin hem kendisini daha da yalnız hissetmesine hem de suçluluk duymasına yol açmıştır.
Bunların yanı sıra, küçüklüğünün geçtiği ve sonrasında da yaz aylarını geçirdiği köyü ile Kuzey İtalya’nın kırsallarına ve Torino’ya olan bağının büyük olduğunu, eserlerinde bunlara sık sık yer vermiş olmasından anlamak mümkün. Romanlarında ve kısa öykülerinde yalnızlık, savaşın ve yaşamın vahşeti, umutsuzluk, intihar ve ölüm gibi karamsar temalardan söz ederken bir yandan da tepelerden, kırsallardan, vadilerden sevgi ve özlemle bahseder. Kısa yaşamı boyunca kaleme aldığı bazı önemli eserler şunlardır: Senin Köylerin (1941 – roman), Ağustosta Tatil (1946 – öykü), Yoldaş (1947 – roman), Leuko İle Söyleşiler (1947 – deneme), Tepelerdeki Şeytan (1948 – roman), Tepedeki Ev (1949 – roman), Güzel Yaz (1949 – roman), Ay ve Şenlik Ateşleri (1950 – roman), Yaşama Uğraşı (1935 – 1950 – günlük), Yalnız Kadınlar Arasında (1949 – roman), Çalışmak Yorar (1936 ve 1943 – şiir derlemesi).
İçinde bulunduğu bunalım ve umutsuzluğa aşk hayatında yaşadığı sorunlar da eklenince mutluluk ve huzurdan tüm ümidini kesen Pavese kırk bir yaşında, edebî kariyerinin doruklarında, Strega Ödülü’nü aldıktan kısa bir süre sonra, 27 Ağustos 1950 tarihinde Torino’da bulunan bir otelde intihar ederek yaşamını sonlandırmıştır. Ölümünden kısa bir süre önce günlüğüne şunları girmişti:
“… Şimdi, kendime göre, girdabın içine girdim; güçsüzlüğümü seyrediyor, onu iliklerimde hissediyorum, beni ezen siyasal sorumluluğu yüklenemiyorum. Bunun tek çözümü var: intihar.”
Zeynep Elife Sunar, İngilizce eğitim veren okullarda eğitiminin büyük bir bölümünü aldıktan sonra lisansını Çankaya Üniversitesinde Mütercim-Tercümanlık (İngilizce-Türkçe) bölümünü tamamlayarak aldı. Ardından Edinburgh Üniversitesinde çevirmenlik eğitimi aldı ve masal çevirisi üzerine bir tez yazarak yüksek lisansını tamamladı. Akademik çeviri ve tıp çevirisi gibi alanlarda deneyimi vardır.
I
Eski günlerde bile tepelerden söz ederken denizden ya da ormandan bahseder gibi konuşurduk. Akşamları hava kararmaya başladığında kasabadan ayrılıp oraya dönerdim. Benim için ora eşi benzeri olmayan bir yerdi; bir bakış açısını, bir yaşam biçimini temsil ederdi. Gözümde o tepeler ile çocukken üzerinde oyunlar oynadığım, şimdi de yaşamakta olduğum bu kadim tepeler arasında bir fark yoktu. Toprağı işlenmiş ama yabanlığını koruyan, aynı yıkık dökük, düzensiz taşraydı. Yollar, köy kulübeleri, koyaklar aynıydı. Akşamları işitilen hava saldırısı sirenlerinden kaçan firarilerden biriymişim gibi çıkardım tepeye. Şiltelerini bisikletlerine ya da sırtlarına vurmuş, yatacak yer arayan yoksullar yollara saçılmış olurdu. Çayırlar bağırıp çağıranlar, inatçılık edip tartışanlar, etrafta saf saf dolaşanlar, eğlenip coşanlarla dolu olurdu.
Hep birlikte tepeyi tırmanmaya başlardık. Herkes yol boyunca, ölüme mahkûm edilmiş kent, üstlerine çökecek gece ve yaklaşan tehlikeler hakkında konuşurdu. Bir süredir tepede kaldığım için kalabalıktan kopup kendi yollarına gidenleri görmeye, kalabalığın dağılarak küçülüşünü izlemeye alışmıştım. Sonunda kendimi tek başıma çalılıklar ile bahçe duvarının arasından yukarı çıkarken bulurdum. Oradan ilerleyerek çevremdeki sesleri dikkatle dinler, gözlerimi yabancısı olmadığım ağaçlara diker, toprağın ve etrafımdaki her şeyin kokusunu içime çekerdim. Bunalımda değildim; gece kentin ansızın alevlere teslim olabileceğini, içindeki herkesin ölebileceğini biliyordum ama koyakların, evlerin, patikaların sabaha bunların hiçbiri yaşanmamış gibi uyanacağını da biliyordum. Her nasılsa meyve bahçesine bakan pencereden sabahın doğuşunu yine izleyecektim. Hâlâ yatabileceğim bir yatağım olacaktı. Sonra çayırlara ve ormana sığınanlar da benim gibi tekrar kente inecekti; tek farkımız onlar daha yorgun ve sersemlemiş olacaktı. Mevsimlerden yazdı; geçmişte kentte kaldığım günlerin akşamları geç vakitte güle oynaya, şarkılar şakıyarak döndüğümü hatırlardım. Tepeyi ve yolun ilerisinde beliren kenti yüzlerce ışığın parıltısı süslerdi. Kent âdeta bir ışık gölüne dönerdi. O günlerde akşamlarımı kentte geçirirdim. Fazla zamanımız kalmadığını o günlerde bilmiyorduk. Tesadüfi karşılaşmalar sayesinde birlikte vakit geçirdiğimiz birçok arkadaşımız, birçok günümüz vardı. Hem birlikte hem de birbirimiz için yaşıyorduk, en azından öyle olduğunu sanıyorduk.
Upuzun bir düşü anlatan bu öyküye başlamadan önce başıma gelenlerden savaşın sorumlu olmadığını belirtmem gerekir. Aksine, savaşın kurtuluşum olduğuna inanıyorum. Savaş başladığında bir süredir odalarını kiraladığım tepedeki köşkte kalıyordum. İşim nedeniyle Torino’da kalmıyor olsaydım evi başka bir tepede olan ihtiyar anne babamın yanına çoktan gitmiş olurdum. Savaş aslında yalnız başıma yaşıyor olduğum için duyduğum, yıllarca yüreğimde ağırlığını hissettiğim son vicdan azabını ortadan kaldırmıştı. Günlerden bir gün, kalan tek gerçek dostumun büyük köpeğim Belbo olduğunu fark ettim. Savaş, kaybettiğim fırsatların pişmanlığını duymadan günlerimi yaşamama olanak sağlamıştı. Dahası, savaşı bekler ve ona umut bağlar gibi bir hâlim vardı. Eşi benzeri olmayan, öyle büyük bir savaştı ki bu, tepedeki evime dönüp yatağa kıvrılıp şehrin üzerindeki göklerin yanıp tutuşmasını izlemek çok kolaydı. Artık öyle olaylar yaşanıyordu ki şikâyet etmeden hatta neredeyse sözünü bile etmeden sırf hayatta kalmaya çalışmak normalleşmişti. Gençliğime işleyen o bitkin dargınlık, savaşta sığınabilecek bir yuva ve ufuk bulmuştu.
Bir akşam yine tepeye tırmanıyordum. Hava kararıyor, duvarın arkasındaki yokuşların karaltısı görünüyordu. Belbo, yolun ilerisinde her zamanki yerinde kıvrılmış beni bekliyordu; karanlıkta ağladığını duyabiliyordum. Titreyerek yeri tırmalıyordu. Sonra bana doğru koşup yüzümü yalayabilmek için üzerime zıpladı. Konuşarak onu sakinleştirdikten sonra üzerimden inip ileriye doğru koştu, mutlu mutlu bir ağacın gövdesini kokladı. Yoldan devam etmek yerine ormana doğru ilerlediğimi fark edince neşe içinde yerinden fırlayıp ağaçların arasına daldı. Tepelerin arasında köpekle dolaşmak insana büyük zevk verir. Siz yürürken o bir yandan koklaya koklaya yerdeki kök, çukur, yarıkları bulur; farkına varılmayan varlıkları gün yüzüne çıkarır, ikinizin de keşfederek keyif duymasını sağlar. Çocukluğumdan beri köpek olmadan ormanlardan geçersem yaşamın sunabileceklerinin ve toprağın gizemlerinin önemli bir bölümünü kaçıracağımı düşünmüşümdür.
Akşam eve erken dönmek istemiyordum çünkü ev sahibelerimin her zamanki gibi beni beklediğini biliyordum. Bana bakmak için verdikleri zahmet, önüme koydukları soğuk akşam yemekleri ve gösterdikleri nezaketin karşılığında onlarla konuşmamı bekliyorlardı. Ben de savaş ve dünyanın genel durumu hakkında önceden uydurup hazırladığım bir iki görüşü ayaküstü paylaşırdım onlarla. Bazen savaşta yaşanan yeni bir olay, bir tehlike ya da bombaların patladığı alev alev yanan bir geceyi bahane edip beni kapı eşiğinde, meyve bahçesinde, masada yakalayıp çene çalar, şaşkınlıklarını dile getirirlerdi. Kim olduğumu anlayabilmek ve kendilerinden biri olduğumu teyit edebilmek için de beni ışığın altına çekerlerdi. Bense akşam yemeklerimi karanlık bir odada, yalnızlık içinde ve unutulmuş bir vaziyette, gecenin seslerine dikkat kesilmiş, zamanın akışını hissederek yemeyi yeğlerdim. Uzaktaki kentten siren sesleri işitildiğinde ilk hissettiklerim yalnız geçirdiğim zamanın bölünmüş olmasından kaynaklı bir hüsran, herkesin tedirginliğe kapılıp yaygara koparıyor olması nedeniyle bir öfke, evdeki iki kadının hâlihazırda ışığı kısık olan lambayı tamamen söndürmesinden kaynaklı bir kızgınlık ve önemli bir olayın yaşanacağına dair endişeli bir beklentiydi. Hepimiz meyve bahçesine çıktık.
Bu iki kadından daha yaşlı olanı, yani anneyle zaman geçirmeyi yeğlerdim. İri ve dermansız olan bu kadın, sakin ve aklı başında birine benziyordu. Yukarıdan bombalar yağarken karanlığa teslim olmuş bir tepeyi andırıyordu. Fazla konuşmazdı ama anlayışlı bir dinleyiciydi. Diğeri, yani kızı ise evde kalmış, kırk yaşında, iri kemikli, tutucu bir kadındı. Elvira adlı bu kadın savaş tepelere sıçrayacak korkusuyla devamlı panik içinde yaşıyordu. Benim için endişelendiğini fark ederdim. Öyle ki şehre indiğimde bunun ona eziyet gibi geldiğinden söz etmiş, bir defasında da annesi benim yanımda onla şakalaşırken bana dönüp düşman bombaları Torino’yu biraz daha tahrip ederse gecelerimi de gündüzlerimi de onlarla geçirmem gerekeceğini söylemişti.
Belbo önce önümde koştu, sonra beni ormanın içine dalmaya teşvik etmek için arkama geçip patikada koştu. Ancak o akşam yokuşun, büyük vadi ile yamaçları yukarıdan izleyebileceğim ağaçsız bir köşesinde oyalanmayı tercih ettim. İnişler ve çıkışları, çıkıntı ve bayırları ile büyük tepeyi gün batımında izlemeyi severdim. Tıpkı eski günlerdeki gibiydi ama o zamanlar bu yamaçlar benek benek parlayan ışıklarla kaplıydı. İnsanlar evlerine döndüğünde huzur dolu, sakin, mutlu bir havaya bürünürdü. Şimdi bile zaman zaman uzaktan konuşma ve kahkaha sesleri işitilebiliyordu ama artık her yerin üzerine büyük bir karanlık çökmüştü. Toprak da çocukluğumda alıştığım o yabani ve yalnız hâline geri dönmüştü. Sürülmüş arazilerin, yolların, evlerin ötesinde, ayaklarımızın altında yatan toprağın o tarih kadar eski, aldırışsız kalbi yeni yeni oluşan korkularla karanlığın içine gömülmüş, çukurların içinde, köklerin arasında yaşamaya, gizli yerlerin içine saklanmaya başlamıştı. Çocukluk anılarımdan zevk almaya bu zamanlarda başlamıştım. Sanki hissettiğim tüm o düş kırıklıkları, belirsizlikler ve yalnız kalma isteğimin altında kendimi küçük bir çocuk olarak yeniden keşfediyordum: Kendime bir yoldaş, bir görevdaş, bir oğul bulabilmek için. Yaşadığım yer yeniden gözlerimin önündeydi. O çocuk ile ben bir başımızaydık. Eski günlerin çılgın keşiflerini yeniden yaşıyordum. Evet, acı çekmiyor değildim ama komşusunu hem kabul etmeyen hem de sevmeyen birinin huysuzluğunu andıran bir tavır takınarak buna katlanıyordum. Tek başıma kendimle sohbet ediyor, kendi kendime eşlik ediyordum. Yapayalnızdık; sadece ikimiz vardık.
O akşam yine yokuşun tepesinde ara ara işitilen şarkı seslerine karışmış insan seslerinin uğultusu duyuluyordu. Sesler, tepenin diğer tarafından, hiç inmediğim bir bölümünden geliyordu. Başka zamanların yankısı, gençliğin sesi gibi geliyordu kulağa. Akşamları sığınmacıların, gezginler gibi tepenin kenarlarından akın akın gelip yaptıkları partiler canlandı birden gözümde. Görünürde hareket yoktu ama ses aynı yerden gelmeye devam ediyordu. Ürkütücü karanlığın altında, ne idiği belirsiz bir grup insan ya da ailenin sessizliğe bürünmüş şehrin karşısına geçerek şarkılar eşliğinde güle oynaya vakit geçiriyor olmaları tuhaf geldi. Bunun aslında cesaret gerektiren bir hareket olduğu o an aklıma gelmemişti bile. Aylardan hazirandı; akşamları hava çok güzel oluyordu. İnsanın tek yapması gereken kendini o güzel akşam havasına bırakmaktı. Ancak ben yalnız kalmayı tercih ediyordum; kimseyle bağım olmadan yaşamaktan mutluydum. Sanki kendimi kent ile tepe arasında kalmış böylesi durgun bir yerde bulacağımı, sabahları uyandığımda ertesi gün ne olacağını bilmemekten doğan o sonsuz ızdıraba geri döneceğimi her zaman biliyor gibiydim. Dinleyecek biri olsaydı bunu neredeyse itiraf edebilirdim ama beni ancak anlayışlı bir kalbi olan dinleyip anlayabilirdi.
Belbo tümseğin üzerine geçmiş seslere havlıyordu. Tasmasından tutup onu susturdum, gelen sesleri daha dikkatlice dinlemeye çalıştım. Çakırkeyif seslerin arasında birkaçını daha net işitebiliyordum. Sonra da bir kadının sesi duyuldu. Sonra gülüşmeye başladılar, ardından sesler yine birbirine karıştıktan sonra çok güzel bir erkek sesi yükseldi.
Geldiğim yoldan geri dönmek üzereydim ki birden durup kendime, “Delisin sen. Senin yaşlı kadınlar yolunu gözlüyordur şimdi. Varsın beklesinler.” dedim.
Karanlığın içinde şarkı seslerinin tam olarak nereden geldiğini anlamaya çalıştım. “En azından bildiğin insanlar.” dedim kendime. Belbo’yu tutup diğer taraftaki bayıra işaret ettim. Şarkının bir bölümünü mırıldandıktan sonra “Hadi oraya gidelim.” dedim. Hemen fırladı.
Sonra sesleri takip ederek patikayı izledim.
II
Yola çıktım ve gözlerimi karanlığa dikip kulağımı seslere verdim. Bayırın ilerisinden kulağıma, cıvıl cıvıl öten çekirgelerin neredeyse bastırdığı bir siren sesi süzülüyordu. Sanki oradaymışım gibi kentin âdeta donduğunu hissettim. Ayak sesleri kesilmiş, kapı çarpma sesleri durmuştu; sokaklar kasvetli ve ıssız bir hâl almıştı. Ne var ki burada yıldızların ışığı yeryüzüne âdeta parıl parıl akıyordu. Vadiden gelen şarkı sesleri de kesilmişti. Biraz ileride Belbo havlamaya başladı. Hemen yanına gittim. Birinin avlusuna girmiş, evden çıkan bir grup insanın arasına dalmış, oradan oraya zıplıyordu. Aralanmış kapının arkasından hafif bir ışık süzülüyordu.
Biri, “Kapıyı kapa, aptal!” diye bağırınca hepsi kahkaha atarak güldü. Kapı çekilerek kapatıldı.
Belbo bu insanlara yabancı değildi. Sohbetlerinde benim yaşlı kadınların esprili şekilde sözü geçti. Kim olduğumu sorgulamadan beni aralarına aldılar. Kimisi karanlığın içinde ileri geri yürüyordu. Aralarında küçük çocuklar da vardı. Hepsi yukarı bakıyor, “Gelecekler mi acaba?” diye soruyorlardı birbirlerine. Torino’dan, kişisel sorunlarından, yıkılan evlerden söz ediyorlardı. Aralarından bir kadın diğerlerinden ayrı bir yere oturmuş, kendi kendine söyleniyordu.
“Burada dans ettiğinizi sanıyordum.” diye sohbete başladım.
Az önce Belbo ile konuşan gölgedeki genç adam, “Evet, ediyorduk ama klarneti getirmek kimsenin aklına gelmemiş.” dedi.
“Peki unutmamış olsaydık dans etmeye cesaretin olur muydu?” diye sordu bir kız.
“Evi yanıyor olsa yine de dans ederdi o.”
“Haklı.” dedi bir başkası.
“Dans edemeyiz. Savaştayız.” Konuşanın ses tonu bu noktada değişti. “İtalyanlar, bu savaşı sizin için başlattım! Size sunuyorum; bunu hak ediyorsunuz siz. Bundan böyle ne dans edin ne de uyuyun. Sizin de artık tek yapmanız gereken benim gibi savaşmak.”
“Kapa çeneni Fonso. Ya bir duyan olsa?”
“Başka ne yapabiliriz? Anca şarkı söyleyebiliyoruz.”
Ardından şarkı söyleyen yeniden başladı şarkıya ama bu defa çekirgeleri ürkütmekten korkuyor gibi kısık bir sesle söylüyordu. Kızlar da eşlik etmeye başladı. Gençlerden ikisi açık alana doğru koşmaya başladı. Belbo öfkeyle havlamaya başladı.
“Uslu dur!” dedim Belbo’ya.
Ağaçların altında, üzerinde şarap şişesi ile iki kadeh olan bir masa vardı. Meyhane sahibi ihtiyar adam bana bir kadeh doldurdu. Mekân köy meyhanesi gibi bir yerdi. Herkes akrabaya benziyordu ve Torino’dan toplanıp gelmiş gibi bir hâlleri vardı.
“Hava böyle güzel olunca iyi tabii.” dedi ihtiyar bir kadın. “Yağmurlar başlayıp her yeri çamur götürdüğünde görürüm ben sizi!”
“Merak etme ninem, senin yerin bizim yanımız.”
“Bu bir şey değil ki. Ben kışı düşünüyorum.”
“Savaş kışa kalmaz ki.” dedi küçük oğlanlardan biri, sonra fırladı gitti.
Fonso ile kızlar, uzaktan gelebilecek herhangi bir uğultu ya da uçak motorlarının gürültüsünü duymaya hazır, şarkılarını kısık sesle söylemeye devam ediyorlardı. Ben de öten çekirge korosunun arasından gelebilecek herhangi bir sesi işitebilmek için sık sık kulak veriyordum ki birden yaşlı kadın yine kapıyı açtı. Bu sefer ben de seslenerek kapıyı kapamasını söyledim.
Bu insanlarda bana tanıdık gelen bir şey vardı. Bu genç adamların şakalaşmaları, dostlar ile şarapla kolay kazanılan bu samimiyet bana o eski günlerdeki kenti, Po Nehri’nin yukarısındaki köyde geçirdiğim akşamları, kasaba girişindeki pastaneleri, eski dostlukları hatırlatıyordu. Tepenin o serinliğinde, etrafındaki o açık alanlarda, sirenlerin çalmasıyla bastıran o gerginlikte gözden uzak kalmış, eski, kırsal bir tadı yeniden keşfediyordum. İçgüdüsel olarak kızların ve kadınların sesini takip edip sessizliğe büründüm. Fonso’nun esprilerine ses çıkarmadan, sallana sallana güldüm. Sonra açık gökyüzünün altında diğerleriyle birlikte bir kirişin üzerine oturdum.
Bir ses bana, “Peki ya sen? Sen ne yapıyorsun? Tatile mi çıktın?” diye sordu.
Sesi tanıdım. Şimdi geri dönüp baktığımda düşünmeme bile gerek yokmuş diyorum. Ses tonu oldukça pişkin, derin ve cüretkârdı. Bu civarlarda kadınlarda sıkça duyduğum bir ses tonuydu bu.
Şaka yaparak köpeğimle mantar toplamaya çıktığımı söyledim. Öğretmenlik yaptığım yerde mantar yiyip yemediğimizi sordu.
“Öğretmen olduğumu nereden çıkardın?” dedim şaşkınlıkla.
“Çok bariz.” diye yanıtladı karanlıkta.
Sesinde hafif bir alaycılık sezdim. Belki de maskeli balolarda duyulan iğneleyici şakalardan biriydi bu. Onunla o zamana dek konuştuklarımı seri şekilde kafamdan geçirdim ama kendimi ele verdiğime dair hiçbir delil bulamadığım için benim yaşlı ev sahiplerini tanıyanların çoktan hakkımda birçok şey biliyor olabileceklerine kanaat getirdim. Torino’da mı yoksa tepede mi kaldığını sordum kadına.
“Torino.” diye yanıtlayıverdi hemen.
Karanlıkta bile alımlı biri olduğunu anlayabildim. Omuz ve bacaklarının şeklini seçebiliyordum. Ellerini dizlerinde kavuşturmuş, gururlu bir tavırla başını geriye atmıştı. Yüzünü seçmeye çalıştım.
“Beni yemeyi düşünmüyorsundur umarım.” diye yapıştırdı.
Tam o anda kentte tehlikenin geçtiğine işaret eden alarm sesi işitildi. Herkes bir anlığına tereddüt içinde sessizliğe büründü sonra herkes derin bir oh çekti. Oğlanlar oradan oraya sıçramaya, yaşlı kadınlar şükür duaları mırıldanmaya, erkekler ise kadehlerine uzanıp sevinç içinde elleriyle masada ritim tutmaya başladı. Herkes bir yorum yapıyordu: “Bu gecelik de bu kadar.”
“Daha sonra gelirler artık.” “Sizin için yaptım bunu İtalyanlar!”
O kadın ise yerinden kımıldamamıştı. Hâlâ başını arkasındaki duvara dayamış oturuyordu. “Cate’sin sen. Cate’sin, öyle değil mi?” diye sordum fısıldayarak. Yanıtlamadı. Gözlerini kapadığını hisseder gibiydim.
Herkes toparlanıp evlerine dönmeye başladığı için benim de harekete geçme vaktim gelmişti. İçtiğim şarabın parasını ödemek istedim ama “Olmaz öyle şey!” diye çıkıştılar. Başımı eğerek teşekkür ettim, Fonso ve bir başkasıyla tokalaşıp Belbo’yu çağırdım. Sonra birden kendimi yolun ortasında yapayalnız, evin karanlık duvarına bakarken buluverdim.
Çok geçmeden köşke varmıştım. Bu sırada akşam olmuş, gecenin karanlığı üzerimize çökmüştü. Elvira neredeyse kapı eşiğine kadar çıkmış, ellerini önünde sıkıca birleştirmiş, dudaklarını büzmüş beni bekliyordu. “Bu sefer hava saldırısı sirenlerine yakalandın. Merak ettik seni.” dedi. Başımı sallamakla yetindim. Önümdeki tabağa bakarak gülümsedim, yemeğimi yemeye başladım. Elinde lambayla sessizce arkamdan dolanarak mutfağa girip gözden kayboldu. Ardından mutfak dolaplarını kapadı. “Keşke her akşam böyle olsa.” diye mırıldandım. Yanıt vermedi.
Yerken az önceki karşılaşmayı, olup bitenleri aklımdan geçirdim. Cate’ten ziyade eski zamanları, geçen yılları düşünüyordum. İnanması güçtü ama sekiz hatta on yıl olmuştu galiba. Unutulmuş bir odayı, göz ardı edilmiş bir sandığın kapağını yeniden açmıştım sanki, içinde ise başkasına ait bir yaşam bulmuştum. Risklerle dolu, boşa gitmiş bir yaşam. Unuttuğum işte buydu. Beni şaşırtan ise ne Cate ne de geçmişte yaşanmış o gelip geçici hazlardı, o günleri yaşamış olan genç adamdı. Aynı olayların başına gelmesinden korktuğu için her şey ve herkesten kaçan, büyüyüp adam olduğunu sanan ve devamlı çevresindekilere bakınan, canını dişine takmış, hayatın başlamasını bekleyen o sabırsız gençti. Bu gençle ortak yanlarımız nelerdi? Onun için ne yapmıştım? O sıradan ama hayat dolu akşamlar, o gündelik maceralar, kendi yatağım ya da evimdeki pencere kadar alışık olup sahiplendiğim o umutların hepsi sanki uzak diyarlara, endişe ve sıkıntıyla geçen bir yaşama ait bir anıydı. Öyle ki geriye dönüp baktığımda bundan nasıl zevk almışım, bu yaşama nasıl böyle ihanet edebilmişim diye merak ettim.
Elvira eline bir mum alıp odasının derinliklerine çekildi. İşim bitip odadan ayrılırken kapatmamı istediği lambanın yaydığı ışık çemberinin dışında kalıyordu Elvira. Tereddüt içinde olduğunu görebiliyordum. Lamba düğmesinin yanında bahçe lambasının düğmesi de vardı. Yanlışlıkla o düğmeye basıp bahçeyi aydınlattığım çok olmuştur. “Merak etme, doğru düğmeye basacağım bu sefer.” dedim. Önce öksürdü sonra boğazını tutarak kendini gülmeye zorladı. “İyi geceler.” dedi.
Yalnız kalır kalmaz, “O eski günlerdeki genç adam değilsin. Artık risk almıyorsun.” diye düşündüm. “Bu kadın eve daha erken gelmeni, onunla sohbet etmeni istiyor ama söylemeye dili varmıyor. Ellerini önünde sıkıca birleştirmesi, yastığı sımsıkı kavraması, boğazını tutması bu yüzden. Bana fazla verebileceği yok, bunu da çok iyi biliyor. Ancak burada yalnız kaldığını gördüğü için kendisini kandırıp bu odada, bu lambanın altında, bu güzel perdelerin yanında, kendisinin yıkamış olduğu bu yatak örtülerinin arasında tüm yaşamını geçirmeni bekliyor. Sen de farkındasın bunun ama daha fazla risk almak istemiyorsun. Bu kadının peşinden değil, tepelerinin peşinden git!”
O eski Cate’in böylesi oyunlara kanıp kanmadığını merak ettim. Sekiz yıl önceki Cate nasıl biriydi? İşi gücü olmayan, alaycı, zayıf, devamlı eli ayağına dolaşan, çabuk öfkelenen bir kızdı. Birlikte bir yerlere çıktığımızda, sinemaya ya da çimlere gittiğimizde kırık tırnaklarını saklamak için koluma sarılması bir beklenti içinde olduğu anlamına gelmezdi. Nizza Sokağı’nda oda kiraladığım yıldı; ders vermeye yeni başladığım, yemeklerimi genelde büfeden yediğim bir dönemdi. Evdekiler de para gönderirdi. O günlerde fazla bir ihtiyacım olmazdı. Okulunu bitirmiş, kasabaya yerleşmiş, gözü açık, her sabahı yeni maceraların başlayabileceği yeni bir başlangıç olarak gören köylü bir gencin geleceğe dair beklentileri ne olabilirse benimkiler de bunun ötesine geçmezdi. Birçok insanla görüşüyor, günlerimi tayfamla geçiriyor, karşıma çıkan hiçbir fırsatı kaçırmıyordum. Çevremde birçok insan vardı; okuldan arkadaşlarım, sonrasında Sardinya’da bir bombaya kurban gidecek olan Gallo, çoğunluğunu arkadaşlarımın kız kardeşlerinin oluşturduğu kız ekibi, kasiyer bir kadınla evlenen Martino adlı kumarbaz. Sonra bir de kitaplar, oyunlar, şiirler yazıp bunları ceplerinde taşıyan, pastanelerde bunların muhabbetini edenler vardı. Gallo ile tepelerdeki danslara katılırdık. Memleketimiz aynıydı zaten. Birlikte köy okulu açmaktan söz ederdik; o tarım öğretecekti ben de doğa bilimleri. Bir arsa kiralayıp burayı fidanlığa çevirecek, sonra da bir tarım reformu planı hazırlayacaktı. Ancak Cate’in aramıza nasıl dâhil edildiğini hatırlamıyordum. Kentin girişine yakın, Po Nehri’ne uzanan çimliklerin ucunda bir yerde yaşardı. Gallo’nun bizimkinden farklı bir arkadaş tayfası vardı. Nizza Sokağı’nın ucundaki bir mekânda bilardo oynardı. Bir defasında, birlikte sandalla gezintiye çıkacakken bir bahçeye girip Cate’i çağırmıştı. Yaz geldiğindeyse Cate ile yalnız çıkmaya başlamıştık.
Cate ile bu gezilere çıktığımızda sandalı halatla kıyıya bağlar, çimlere geçer, çalıların arasında oynaşırdık. Başka kadınlarla rahat hissetmezdim ama Cate ile rahattım. Biraz huysuzluğu kaldırabilirdi; tartışmalarda geri adım atmanıza da gerek kalmazdı. Meyhanede içki içmeye benzerdi; önünüze kaliteli içki koymalarını beklemezsiniz ama ne geleceğini de bilirsiniz. Cate oturup ona dokunmama izin verirdi. Sonra birileri görecek diye paniğe kapılırdı. Konuşmakla vakit kaybetmezdik; bu da bana cesaret verirdi. Benden söylememi istediği bir şey ya da vermemi istediği bir söz yoktu. “Oynaşmakla birbirimize sokulup kucaklaşmak arasında ne fark var ki?” diye sorardım bazen ona. Bu nedenle isteksiz olduğumuz bir iki defada birlikte çimlere uzanırdık. Sonra bir gün tramvayla başka bir yere gidip sevişmek için önceden plan yaptık. Bir keresinde buluşur buluşmaz fırtınaya yakalanmış, fırsatımızı kaçırıp randevumuzu ertelemek zorunda kaldığımız için sayıp sövmüştük.
Bir akşam Cate huzur içinde sigarasını içebilmek için koşarak merdivenlerden çıkıp yanıma gelmişti. O gün yatakta daha büyük bir zevkle sevişmiştik. Soğuk, yağmurlu havalarda gelip benimle vakit geçirmekten, kalıp birbirimizle sırlarımızı paylaşarak sohbet etmekten ne kadar hoşlandığını söylemişti. Şakalaşarak kitaplarımı okşayıp koklamış, kimse rahatsız etmeden sabah akşam odamda oturup oturamadığımı sormuştu. Ailesiyle birlikte yaşıyor, altı ya da yedi kişi bahçeye açılan iki odada kalıyorlardı. Yanıma geldiği tek gece oydu. Bunun yerine arkadaşlarımı görmek için geldiğim pastaneye uğramayı yeğlerdi. Ancak Gallo orada olsa da hepimiz onunla konuşsak da huzursuz olduğu belli olurdu. Artık eskisi gibi de gülmüyordu. O zamanlar hislerim konusunda bir kafa karışıklığı içindeydim. Kendimin diyebileceğim bir sevgilim olduğu için gurur duyuyor ama aynı zamanda da bakımsız ve görmemiş bir kadın olduğu için de utanç duyuyordum. Daktiloda yazmayı öğrenmek istediğini, ardından da büyük bir işletmede işe girip hamamda yıkanmaya parası yetebilene dek çalışmak istediğini söylemişti. Bazen sürpriz yapıp ruj alırdım ona; çok mutlu olurdu. İşte o zaman anlamıştım ki bir kadına bakabilir, onu eğitebilir, oturmasını kalkmasını öğretebilirsiniz ama o şık görünümünü oluşturmak için neler yapıldığına bu kadar yakından şahit olunca büyü bozuluyormuş. Elbisesi o kadar yıpranmıştı ki zar gibiydi, kolundaki çantanın da derisi çatlamıştı. Yaşadığı hayat ile amaçları arasındaki o büyük farkı görmek üzücüydü ama o ruju verdiğimde yaşadığı mutluluğu görünce Cate için hissettiğim tek hissin cinsel bir arzu olduğunu kesin olarak anlamıştım. Bazen sevişmelerimiz bile sıkıcı ve zevksiz olurdu. Tatmin olmadığını ve bu kadar cahil olduğunu görmek canımı çok sıkardı. Ara sıra ilerleme kaydettiğini görürdüm ama yine de çocuksu heyecanlara kapıldığı, birden krize girip o inatçı ve saf yüzünü ortaya çıkardığı çok olurdu; bunlar da benim sinirimi bozardı. Ona bir şekilde bağlı olduğumu düşünmek ya da zamanını harcıyor olduğum için ona borçlu olduğumu hissetmek hep içime dert olurdu. Bir akşam istasyon pasajının altında kolundan tutmuş odama çıkması için onu ikna etmeye çalışıyordum. Yazın son günleriydi ve ev sahibesinin oğlu ertesi gün çiftlikten dönecekti; o oradayken eve kadın getirmem mümkün olmayacaktı. Gelmesi için yalvarıp yakarmış, espriler yapmış, aptalı oynamıştım. “Yemem seni.” demiştim. Hiç oralı olmamıştı. “Söz, yemeyeceğim seni.” diye tekrarlamıştım. Bitmek tükenmek bilmeyen bu utanmaları beni çok sinirlendirirdi. Sonra koluma yapışıp, “Yürüyüşe çıkalım.” demişti.
“Sonrasında seni sinemaya götürürüm.” demiştim gülerek. “Param var.”
Buna biraz bozulmuştu. “Seninle paran için buluşmuyorum.”
“Ama ben seninle yatmak için buluşuyorum.” deyivermiştim. İkimizin de yüzü pancar gibi kızarmış, birbirimize dargın dargın bakmıştık. Sonra bunu söylediğim için kendimden utanmıştım. Söyledikten sonra hissettiğim haz ve özgürlük hissi ağır basmamış olsaydı daha sonra yalnız kaldığımda kendime duyduğum öfkeden oturup ağlayabileceğimi hissetmiştim. Cate’in yanaklarından yaşlar süzülüyordu. “Peki öyleyse, gelirim senle.” demişti kısık bir sesle. Sessizlik içinde kapıma kadar geldik. Koluma yapışıp omzuma yaslanarak kapıda durdurdu beni. Sonra geri çekilip “Hayır, sana güvenmiyorum.” diyerek kolumu çimdikleyip kaçıverdi.
O akşam onu son görüşümdü. Geri geleceğini düşündüğüm için kaygılanmayı gereksiz bulmuştum. Gelmeyeceğini anladığımda ise bana karşı sergilediği o sert tavır nedeniyle hissettiğim üzüntü çoktan yok olmuştu. Gündemimi yeniden Gallo ile diğer arkadaşlarım oluşturmaya başlamıştı. Kısacası insanın yarasını iyileştirirken duyduğu o hazla yaşamın tadını çıkarmaya, daha sonra bende alışkanlık hâline gelecek olan fırsatları bilerek ve isteyerek tepme huyumdan zevk almaya başlamıştım bile. Gallo dahi artık sözünü etmiyordu; edecek zamanı yoktu çünkü. Afrika cephesine subay olarak atanmıştı; böylelikle onu bir süre görmeyecektim. O kış onun tarım ve köy okulu planlarını unutuvermiştim. Tam bir şehirli olmuştum, sürdüğüm yaşamdan çok memnundum. Birçok insanın evini ziyaret ediyor, siyaset konuşuyor, tanıştığım yeni zevklerden haz alıyor, daha büyük maceralara atılıp işin içinden zarar görmeden çıkıyordum. Bilimsel çalışmalara atılıyordum. Yeni insanlarla görüşüp meslektaşlarımı tanıyordum. Birkaç ay sıkı çalışıp kendime bir gelecek hayal etmeye başlamıştım. Belirsizliğin üzerimize çöken gölgesi, çevremdeki insanların heyecanı, çıkması an meselesi olan savaşın korkusu günlerimizi daha da heyecanlı, atıldığımız maceraları daha da anlamsız kılıyordu. İnsan bir bakıyordu kendini bu heyecana kaptırıvermiş, sonra tekrar kendine gelivermişti. Hiçbir şey olmuyordu ama herkeste bir beklenti vardı. Kim bilir, belki yarın bir değişiklik olacaktı…
Ancak şimdi birçok değişiklik yaşanıyordu, savaş başlamıştı. Tüm akşam benim zavallı ev sahibeleri huzur içinde mışıl mışıl uyurken lambanın altında oturup bunları düşündüm. Tepelerde herkes sağ salim evlerine sığınmışken, kapı aralıklarından ışık sızmadığı sürece hava saldırısı sirenlerinin ne anlamı vardı ki? Cate de herkes gibi ormandaki evinde uyuyor olmalıydı. Geçmişte ona yaptıklarım hâlâ aklına geliyor mudur? O yaşananlar dün gibi aklımdaydı. Bu karşılaşmamızın kısa sürmesi ve karanlığın içinde olması beni rahatlatmıştı.
Sonraki birkaç gün boyunca, Torino’da işe gidip eve dönerken, bir yandan da Belbo ile konuşurken hâlâ bunları düşünüyordum. Bir gün yine meyve bahçesine inmiştim ki tekrar sirenlerin sesi işitildi. Uçaksavar ateş etmeye başladı. Bombaların şiddetiyle sarsılan odamıza çekildik hepimiz. Patlamalardan saçılıp çevreye ıslıklar eşliğinde düşen parçalar ağaçların arasından işitilebiliyordu. Elvira tir tir titriyordu, ihtiyar annesi ise sessizliğe bürünmüştü. Ardından önce motorların gürültüsü, peşinden de başka patlamalar duyuldu. Odanın penceresi hiç sönmeyen kıpkırmızı bir ışıkla parlıyordu; içeri kör eden, alevleri andıran bir ışık saçılıyordu. Saldırı bir saatten fazla sürdü. Son patlamalar işitilirken dışarı çıktık. Gözlerimizin önünde Torino’nun tüm vadileri alev alev yanıyordu.
III
Ertesi sabah bir grup insanla, uzaktan gelen gürültü ve patlamaların eşliğinde kasabaya döndüm. İnsanlar kucaklarında bohçalarıyla oradan oraya koşturuyordu. Sokaklardaki asfaltta delikler, her yerlere saçılmış yapraklar, bazı yerlerde de su birikintileri vardı. Kasaba şiddetli bir dolu fırtınası atlatmış gibiydi. Patlamalardan kalan son yangınlar günün aydınlığında kıpkırmızı parlıyor, çatır çatır yanıyordu.
Okul her zamanki gibi ayaktaydı. Kasabadaki zararı gidip görmeye can atan ihtiyar Domenico beni telaş içinde karşıladı. Tehlikenin geçtiğine işaret eden sinyal sesinden sonra gün doğmadan zaten çıkıp gezmişti çevreyi. Herkesin saklandığı delikten çıktığı, öğrenci ya da öğretmenlerden birinin açtığı kapının aralığında cayır cayır yanan yangından parlayan ışığın sızdığı, içecek bir şeyler alıp arkadaşlarını tekrar görebildiği için sevindiği o saatlerde çıkmıştı. Geceyi geçirdiği sığınakta olup bitenleri anlattı bana. O gün derslerin tabii ki işlenmeyeceğini de söyledi. Hatta tramvaylar bile durmuştu; faciaya yakalandığı yerde içleri boş, kapıları açık öylece duruyorlardı. Tüm telleri kopmuştu. Sanki gözü dönmüş ateşten bir kuşun kanatları değmiş gibi duvarlarında yanık izleri vardı. “Mahvolmuş sokaklar. Etrafta da kimseler kalmamış.” deyip duruyordu Domenico. “Sekreterimi daha görmedim. Fellini’yi de. Kimseden haber alamıyoruz.”
Bisikletlinin biri gelip ayaklarını yere dayayarak yanımızda durduktan sonra Torino’nun tamamen harap olduğunu söyledi. “Binlerce insan öldü. İstasyonu yerle bir ettiler, dükkânları yakıp yıktılar. Radyoda bu akşam yine geleceklerini söylediler.” deyip arkasına bakmadan basıp gitti.
“Amma da konuştu.” diye mırıldandı Domenico. “Fellini de neyin peşinde anlamıyorum. Şimdiye çoktan gelmiş olmalıydı.”
Sokağımız gerçekten de sessiz ve bomboştu. Okul bahçesindeki ağaçlar köy bahçelerinde olduğu gibi eski duvarın üstünü kaplıyordu. Dışarıda işitilen günlük telaşelerin sesleri, tramvayın takırtıları, konuşma uğultuları bile buraya gelemezdi. Koşuşturan oğlanların ayak seslerini işitmiyor olmak bana eski günleri hatırlattı. Gecenin karanlığında, şu an sakinliğe bürünmüş göklerin altında bu evlerin acımasızca yıkılıp harap edildiğine inanmak güçtü. Domenico’ya Fellini’yi aramak istiyorsa gidebileceğini, bekçi kulübesinde onları bekleyeceğimi söyledim.
O sabahı, yakın zamanda yapılacak olan denetleme için sınıf defterini güncellemekle geçirdim. Hesaplamalar yapıp raporlar yazdım. Ara sıra başımı kaldırıp koridor ile boş sınıflara göz gezdirdim. Cansız bedenleri yatırıp, yıkayıp cenaze için kıyafet giydirip hazırlayacak kadınları düşündüm. Her an gökyüzü gürül gürül motor sesleriyle inleyebilir, göklerden üzerimize kıpkırmızı alevler yağabilir, okuldan geriye yalnızca devasa bir delik kalabilirdi. Önemli olan yalnızca hayattı, hayatta kalabilmekti. Bu sınıf defterleri, okullar, cesetler çoktan önemini yitirmişti.
O sessizliğin içinde çocukların adlarını mırıldanırken kendimi dualar eden yaşlı kadınlar gibi hissettim. Kendi kendime gülümsedim. Çocukların yüzleri canlandı gözümün önünde. Aralarında dün akşam ölen var mıydı? Hava saldırılarının ardından, gündelik yaşamlarının bu olağanüstü olaylarla tamamen altüst olup okulların tatil olmasını beklerkenki o neşeli heyecanları, akşamları sirenlerin beni serin odamda yatağıma rahatça uzanmış şekilde yakaladığında hissettiğim o hazzı anımsatıyordu. Çocukların suçluluk duygusundan ve farkındalıktan yoksun bu hâllerine nasıl gülebilirdim ki? Bu savaş süresince hiçbirimizde kalmamıştı o farkındalık çünkü hepimiz için bu ürkütücü olaylar günlük yaşamın bir parçası, rutinleşen tatsız olaylar hâline gelmişti. İnsanın bu olayları, “Savaşın içindeyiz.” diyerek ciddiye alması daha da kötüydü çünkü bu sefer de çevrenizdekiler aklınızı yitirdiğinizi düşünürlerdi.
Ancak ne olursa olsun o gece ölenler olmuştu. Binlerce olmasa da birçok insan hayatını kaybetmişti. Hatırı sayılır miktarda hem de. Kasabada kalan insanları düşündüm. Cate’i düşündüm. Her akşam tepeye çıkmayacağını kabullenmiştim. Bunu o gün bahçede birilerinin söylediğini duymuştum; gerçekten de sirenlerin çaldığı o akşamdan bu yana şarkı söyleyen yoktu. Ona söyleyecek bir şeyimin olup olmadığını sordum kendime. Onda beni korkutan bir şey mi vardı? Asıl özlediğim o karanlıktı, o ev ile ormanın havası, gençlerin cıvıl cıvıl sesleri, tüm bu yeniliklerdi. Belki de Cate o akşam söylenen şarkılara eşlik bile etmemişti. “Başlarına bir şey gelmediyse bu akşam gelirler.” diye düşündüm.
Telefon çaldı. Arayan, öğrencilerden birisinin babasıydı. Derslerin gerçekten de iptal olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Dün akşam yaşananların ne kadar korkunç olduğunu söyleyerek devam etti. Peki ya hocalar, müdür bey? Herkes iyi miydi? Acaba oğlu fizikten geçebilecek miydi? Savaşın acı gerçekleriymiş işte! Sabırlı olmalıymışız hepimiz. Yardıma muhtaç ailelere anlayış gösterip yardım etmeye devam etmeliymişiz. Saygı ve özürlerini sunarmış.
O andan itibaren telefon hiç susmadı. Öğrenciler, meslektaşlarım, sekreter ardı ardına aramaya başladı. Fellini saklandığı delikten arayıp telefonu benim açtığımı duyunca, “Çalışıyor musun sen?” dedi şaşkınlıkla. Hoşnutsuzlukla dudağını büktüğünü telefonun diğer ucundan görür gibiydim. “Hayır ama bekçi kulübesinde kimse yok. Tatile çıktığımızı mı sanıyorsun sen? Çık gel çabuk. Domenico’ya yardım et.” deyip telefonu kapadım. Sonra dışarı çıktım. Artık yapabileceğim başka bir şey yoktu. Dün yaşananların ardından bunların hepsi gülünç geliyordu. Sabahı, güneşin altında yıkıntıların arasında dolanarak geçirdim. Etrafta dolaşan insanlar da vardı, öylece dikilip bakınanlar da. İçi dışına çıkmış evlerden dumanlar yükseliyordu. Yolların kesiştiği noktalarda trafik vardı. Yukarıdan, yıkılan duvarların üstünden yırtılan halı parçaları ve kurusun diye asılmış çamaşırların üzerine güneş vuruyordu. Harabelerin yenisini eskisinden ayırmak güçtü. Nedense yağan bombaların aynı yere iki defa düşmeyeceğini düşünüyordu insan. Kan ter içinde kalmış meraklı bisikletliler ayaklarını pedallarından indirip dikiliyor, harabelere bakıyor, sonra başka yıkıntıları keşfetmek üzere bisikletine atlayıp tekrar yola düşüyorlardı. Bu meraklarının kaynağı hiç kuşkusuz yoldaşlarına körü körüne duydukları anlamsız sevgiydi. Yangın kalıntıları olan bir kaldırıma masalar, şilteler ve kırık mobilyalar yığılıyordu. Hepsini yaşlı bir kadın bir başına taşıyıp getiriyordu. Toplanan insanlar yalnızca izliyordu. Hepimiz ara sıra kafamızı kaldırıp gökyüzüne bakıyorduk.
Askerleri görmek tuhaf geliyordu. Birlikler hâlinde ellerinde kürek, başlarında çelik kasklarla dolanıyorlardı; sığınaklardan yıkıntı toplamaya, enkazın altından ölü ve dirileri çıkarmaya gittiklerini anlamak zor değildi. Bunu görünce insanın onları yüreklendirip “Hadi, ne olur acele edin!” diye seslenesi geliyordu. Aramızda, “Zaten başka bir işe yaradıkları yok ki.” diyorduk; savaşı kaybettiğimizden o kadar emindik. Ancak biz ne kadar acele etmelerini istesek de askerler ağır ağır yürüyor, oyuntuların arasından dolana dolana geçiyor, hatta dönüp yıkılan evlere bile bakıyorlardı. Yanlarından güzel bir kadın geçtiğinde koro hâlinde ona selam veriyorlardı. Zaten kadınların hâlâ var olduğunun yalnızca askerler farkındaydı. Kent devamlı karmaşa içinde ve alarm durumunda olduğu için bir süredir kimsenin kadınlara dikkatini verdiği yoktu. Yazlık elbiselerini de giyseler, gülücükler de saçsalar peşlerine takılan bile olmuyordu. Bunun altında yatan nedenin de savaş olduğunu tahmin etmiştim. Gerçi bir süredir kadın meselelerinde bana karşı bir tehlike söz konusu olmadığı için benim açımdan bir sorun yoktu. Bu tür arzulardan tamamen yoksun olmasam da hayallere kapılmıyordum artık.
Bir pastaneye geçip diğer müşterilerin kısık sesli konuşmaları eşliğinde gazete okumaya başladım. Ne de olsa gazeteler basılmaya devam ediyordu. Savaşın zorlu bir iş olduğunu ama bunun bizim savaşımız olduğunu, kendi inanç ve emellerimiz için verdiğimiz bir mücadele olduğunu, tutunabileceğimiz tek varlığımız olduğunu yazmışlardı. Söylenene göre Roma’ya da bomba düşmüş, bir kilise yerle bir edilmiş, bir de mezarlık harap edilerek ölüye büyük saygısızlık edilmişti. Bu olay, yaşayanlar ile ölüler arasında bir bağın kurulmasına yol açmış, tüm dünya medeniyetlerini ayağa kaldıran amansız olaylar dizisinin sonuncusu olmuştu. Yapılan bu son saygısızlığın bizi gayrete getireceği yazıyordu. Daha da kötüye varılamayacak bir noktaya gelinmişti. Düşman çaresizliğe kapılmaya başlamıştı.
Konuşanların arasında tanıdığım şen şakrak, şişman bir müşteri vardı. Savaşta çoktan galip geldiğimizi söylüyordu. “Çevreme baktığımda ne görüyorum biliyor musunuz?” diye bağırarak konuşuyordu. “Tıka basa doldurulmuş trenler, büyüyen toptan ticaretler, kara borsa ve para. Oteller tam gaz çalışmaya, işletmeler ve çalışanlar da aynı şekilde çalışıp harcama yapmaya devam ediyor. Pes eden ya da zayıf düştüğümüzü söyleyebilecek olan var mı? Ne varmış üç beş ev yıkıldıysa? Bir önemi yok bunların. Hem hükûmet zararları ödüyor zaten. Üç yılda bu noktaya gelebildiysek eminim biraz daha dayanabiliriz. Ne de olsa hepimiz yataklarımızda ölmeyi göze aldık.”
“Bu olanlardan hükûmet sorumlu tutulamaz.” dedi bir başkası. “Başka bir hükûmet olsa şimdi kim bilir nerelerde olurduk.”
Oradan ayrıldım. Bunların hepsini önceden de duymuştum. Dışarıda, caddedeki ihtişamlı malikânelerden birinde çıkan büyük yangın sönmeye başlamıştı. Ciddi hasarlar vermişti köşke. Uşakları dışarıya şamdanlar, koltuklar taşıyorlardı. Güneşin altına mobilyaları yığıyorlardı; aynalı masalar, büyük sandıklar gelişigüzel dizilmişti. Bu gösterişli eşyalar pahalı bir dükkânın vitrinini süsleyebilecek cinstendi. Birden eski günleri hatırladım. O evler, o akşamlar, o sohbetler, benim o ani öfke patlamalarım. Gallo bir süreliğine Afrika’ya gitmişti, bense Enstitü’ye okumaya gidiyordum. Bilimsel çalışmaların her vatandaşın hayatında yer etmesi gerektiğine ve laboratuvarları, kongreleri, profesörleri ile akademik bilim camiasında da bir gereksinim olduğuna hâlâ inandığım bir yıldı. Büyük maceralara atıldığım umut dolu bir dönemdi. Aynı zamanda Anna Maria ile tanışıp onunla evlenmek istediğim yıldı. Babasının asistanı olacaktım. Seyahatlere çıkardım. Evinde koltuklar, kırlentler vardı. Bunlar sohbetlerinde tiyatrodan, dağcılıktan söz eden insanlardı. Anna Maria kurnazlığıyla içimdeki köylüye nasıl hitap edebileceğini çok iyi bilirdi. Benim diğerlerinden farklı olduğumu söyleyip köy okulu planımı överdi. Ancak Gallo’dan söz ederken ona karşı mesafeli olduğu anlaşılırdı. Çok söylemeden konuşmayı ben Anna Maria’nın yanında öğrenmiştim. Bir de çiçek göndermeyi. Kış boyunca devamlı birlikte bir yerlere giderdik. Dağda kaldığımız bir akşam beni yatak odasına çağırmıştı. O andan itibaren dizginleri ele geçirip beni parmağında oynatmaya başlamış, hiçbir güven duygusu sağlamadan beni sefil bir köle gibi kullanmaya başlamıştı. Her gün yeni bir kaprisiyle beni sınar, yaptıkları karşısındaki sabrımı görünce de bununla alay ederdi. Ancak ben de bu yaptıklarına haklı olarak tehditler ve öfkeden deliye dönmüş bakışlarla karşılık verince suspus olup çocuk gibi ağlamasını da bilirdi. Beni anlamadığını ve onu ürküttüğümü söylerdi. Bunların hepsine bir çözüm getirmek için onunla evlenmek istemiştim. Ona akla gelebilecek her yerde evlilik teklifi yapmıştım: merdivenlerde, dans partilerinde, kapı aralıklarında. Gizemli bir edayla bana yalnızca gülümserdi.
Bu durum üç yıl böylece devam etmişti. Sonunda intiharın eşiğine gelmiştim. Ancak uğruna ölünecek biri değildi. Bunun ardından bilime, topluma ve bilim enstitülerine olan hevesimi yitirmiştim. Sanki yeniden bir köylüye dönüşmüştüm. O yıl savaş daha çıkmamıştı, (O zamanlar savaşın işleri yoluna sokabileceğine hâlâ inanıyordum.) bu yüzden öğretmenliğe başvurup şimdi sürdürmekte olduğum yaşama başladım. Artık bu çiçeklerden, kırlentlerden gülümseyerek söz edebiliyorum ama en başta bunları Gallo’ya anlatırken acısı hâlâ çok tazeydi. Üzerinde üniformasının olduğu bir gün, “Hepsi çok saçma. Bunlar er ya da geç hepimizin başına geliyor.” demişti. Ancak “başımıza geliyor” dediklerinin şans eseriyle oluşmadığının farkında değildi. Aslında Anna Maria’yı özlediğim için değil, tüm kadınların bende artık aynı tehlike hissini uyandırdığı için acı çekmeye devam ediyordum. Bu düş kırıklığına her geçen gün biraz daha sığınıyorsam bunun nedeni, bu düş kırıklığının artık benim için bir gereksinim hâline gelmiş olmasıydı çünkü aslında bu düş kırıklığının peşinden her zaman koşmuştum, yalnızca Anna Maria ile birlikteyken değil.
Darmaduman olmuş malikânenin önünde dikilirken bunları düşünüyordum. Caddenin ilerisinde, ağaçların arasından, yaz mevsimini yaşayan o yeşil, yüksek tepelerin sırtı görünüyordu. Akşam olmadan neden oralara kaçmayıp da kasabada kaldığımı sordum kendime. Sirenler genelde akşamları öterdi ama geçen gün Roma’da öğle vakti ötmüştü. Savaşın ilk günlerinde sığınağa inmeyip kendimi sınıfta kalmaya zorlamış, titreye titreye bir aşağı bir yukarı yürümüştüm. O zamanların hava saldırıları gülünecek boyuttaydı. Şimdikiler çok daha büyük ve korkutucu ölçüdeydi; artık sirenlerin çığlığı bile beni paniğe sokmaya yetiyordu. Akşama kadar kentte kalıyorsam kesinlikle bunları deneyimlemek için değildi. “Kalburüstü” dediğimiz o şanslı insanlardan oluşan kesim kırsallarda veya sahil kenarlarındaki köşklerine ya çoktan taşınmış ya da şimdi taşınıyorlardı. Oralarda yaşamlarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Köşklerine göz kulak olup çıkabilecek yangınlardan eşyalarını kurtarma görevi ise hizmetçilerine, uşaklarına, yani yoksul kesime kalmıştı. Hademelere, erlere, mühendislere kalmıştı. Sonra onlar da akşam olunca ormana, meyhanelere kaçarlardı. Fazla uyumazlardı ama bol bol içerlerdi. Sayıları onu bulabilen gruplar hâlinde bir deliğe sığınıp birbirleriyle dalaşırlardı. Bu insanlara dâhil olmadığım için kendimden utanıyordum. Onlarla caddelerde karşılaşıp sohbet etmek isterdim. Ya da belki göze aldığım o küçük tehlikeden zevk alıyor, hâlihazırdaki yaşamımı değiştirmemek için kılımı kıpırdatmıyordum. Yalnız olmak, dönüşümü bekleyen birilerinin olmaması hoşuma gidiyordu.
IV
O akşam ay ışığının eşliğinde eve dönüp akşam yemeğimi yedikten sonra tam da yaşlı ev sahibelerimin istediği gibi meyve bahçesine geçip onlarla sohbet ettim. Elvira’nın bakımından sorumlu olduğu on beş yaşındaki Egle adlı liseli kız, komşu evden çıkıp gelmişti. Okulların kapanmasının gerektiğinden söz ediyor, çocukları hâlâ kente gitmek zorunda bırakmanın suç olduğunu söylüyorlardı.
“Peki ya öğretmenler? Bakıcılar?” diye ekledim. “Tramvay görevlileri? Meyhanelerde çalışan kadınlar?”
Bu esprilerim Elvira’yı rahatsız ediyordu. Egle ise gözlerini kısarak bana bakıyordu.
“Söylediklerinde ciddi misin?” diye sordu. “Yoksa bu akşam da yine espri havanda mısın?”
“Savaş dediğin askerin işidir.” dedi Elvira’nın annesi. “Daha önce hiç böyle olmamıştı.”
“Hepimize düşen bir görev bu.” dedim. “Zamanı gelince herkese sırayla görevini yapmak düşer.”
Ağaçların arkasında ay batıyordu. Birkaç gün içinde dolunay olacak, hem gökyüzü hem de yeryüzü saçtığı ışıkla yıkanacak, beraberinde ise üzerimize yağacak daha fazla bomba getirecekti.
“Savaşın bu yıl biteceğini söyleyenler var.” dedi birden Egle.
“Bitmek mi?” diye çıkışıverdim. “Daha başlamadı bile.”
Birden durdum. Bir tepki verirler mi diye dikkatle dinledim. Yüzlerinde beliren şaşkınlık ifadesini fark ettim. Çok geçmeden Elvira kendine geldi, diğerleri ise sessizliğe büründü. “Biri şarkı söylüyor.” dedi Egle. Sessizliği bozduğu için içi rahatlamış gibiydi.
“Aferin onlara.”
“Sersemler.”
Ardından Egle’yi bahçe kapısına kadar götürüp uğurladım. Ağaçların arasında yapayalnız kalmıştım; yolu bulmakta biraz zorluk çektim. Belbo kendi yollarından birini takip ediyor, böğürtlen çalılarının arasında nefes nefese yürüyordu. Herkesin de yapacağı gibi ay ışığının altında nereye gittiğimi bilmeyerek dolanıyor, kendimi ağaçların arasında kaybediyordum. Torino, sığınaklar, saldırı sirenleri bir kez daha uzak diyarlara ait olağanüstü olaylar gibi gelmeye başladı. Gerçekleşmesini umduğum o karşılaşma, rüzgârın taşıyıp kulağıma getirdiği o sesler, hatta Cate bile gerçek değildi sanki. Mesela Gallo ile sohbet edebilmek için nelerimi vermezdim diye düşündüm o an.
Yola ulaştığımda aklım tekrar savaşa gitmişti bile. Savaşa ve boş yere yaşamını yitirenlere. Bahçede kimse yoktu. Evin arkasındaki çimliklerde şarkı söylüyorlardı. Belbo yokuşun yarısında dikilip kalmış olsa da kimse gelişimi fark etmedi. Puslu gölgenin altındaki pencere korkuluklarını, küçük taştan masaları ve aralanmış kapıyı görebiliyordum. Geçen yılın mısır koçanları ahşap balkondan aşağı sarkıyordu. Terk edilmiş bir mekâna benziyordu; ıssız bir köy evi gibiydi.
“Cate çıkıp gelirse öcünü almak için ağzına geleni söyleyebilir.” diye düşündüm.
Arkamı dönüp ağaçların arasına dalmak üzereydim. Cate’in orada olmamasını, Torino’da kalmış olmasını umuyordum. O an küçük bir oğlan çocuğu koşarak köşede belirdi ve aniden durdu. Beni görmüştü.
“Biri mi var orada?” diye seslendim çocuğa.
Kuşku dolu gözlerle bana baktı. Üstünde denizci kıyafeti olan, açık tenli bir çocuktu. Ay ışığının altında neredeyse komik görünüyordu. Önceki gece onu fark etmemiştim.
Kapıya yaklaşıp arkasından seslendim. “Anne!” diye seslendi o da. Elinde bir tabak sebze kabuğuyla Cate çıkıverdi kapıdan. Tam o an Belbo yuvarlana yuvarlana yanıma çıkıp gölgelerin arasına daldı. Çocuk ürküp Cate’in eteklerine yapışmıştı.
“Deli çocuk.” dedi Cate. “Korkacak bir şey yok.”
“Hâlâ hayattasın demek.” dedim Cate’e.
Elindeki kabukları dışarı atmak için korkuluklara yanaşmıştı. Aniden durup kafasını bana doğru çevirdi. Başını eskiden olduğundan daha yüksekte tutuyordu. Dudaklarındaki o alaycı gülümsemeyi tanıyordum. “Yürüyüşe mi çıkmıştın?” diye sordu. “Sırf yürüyüş yapmak için mi çıkıp duruyorsun böyle?”
“Dün akşam şarkı söylediğini duymadım.” dedim. “Gelmeyip Torino’da kaldığını düşündüm.”
“Dino!” diye seslendi çocuğa. Kabukları dışarı attı, sonra tabağı çocuğun eline tutuşturup içeri gönderdi.
Çocuk gittikten sonra gülmesi kesilmişti. “Diğerlerinin yanına gitmeye ne dersin?” dedi.
“Çocuk senin oğlun, değil mi?” diye karşılık verdim.
Ağzını açmadan bana öylece baktı.
“Evlendin mi?”
Sertçe başını salladı. Bu huyunu da hatırlıyordum. “Seni ilgilendirir mi bu?” dedi.
“Yakışıklı çocukmuş. Sağlığı da yerinde gibi.” dedim.
“Torino’ya götürüp okutuyorum.” dedi. “Hava kararmadan buraya dönüyoruz.”
Ay ışığında onu net bir şekilde görebiliyordum. Değişmemişti ama aynı zamanda da başka biri gibiydi. Kendinden emin ve soğukkanlı bir edayla konuşuyordu ama kolundan tutup onu yakaladığım günler sanki dün gibiydi. Üzerinde köylerde giydikleri kısa etekten vardı.
“Sen şarkı söyleyenlere katılmıyor musun o hâlde?” diye sordum.
Az önce de yaptığı gibi kasılarak gülümsedi, sonra aynı şekilde başını geriye attı. “Şarkılarımızı dinlemeye mi geldin? Pastanene geri dönsene sen.”
Son zamanlarda öğrendiğim bir gülümsemeyle, “Şapşal.” dedim. “Hâlâ o eski günleri mi düşünüyorsun?”
Alışık olduğum o alımlı dudaklarını hatırlıyordum ama artık daha sert, daha küçük duruyorlardı. Çocuk yeniden bahçeye çıkınca Belbo havlamaya başladı. “Belbo, gel buraya.” diye seslendim. Dino yanımızdan geçip içeri koştu.
“İnanmayacaksın ama bu köpek benim tek dostum.” dedim.
“Senin değil o.” dedi.
Esprili şekilde benim hakkımda her şeyi bilip bilmediğini sordum. “Bense senin hakkında bir şey bilmiyorum.” dedim. “Şimdiye dek nasıl bir yaşam sürdün? Neler yapıyorsun? Gallo’nun Sardinya’da yaşamını yitirdiğini biliyorsundur herhâlde.”
“Ciddi olamazsın!” dedi dehşet içinde. Olayın nasıl geliştiğini anlatınca neredeyse ağlayacaktı. “Demek savaş böyle bir şey.” dedi. “Deli çocuk.” Kendinde değildi sanki; kaşlarını çatmış yere bakıyordu.
“Sen neler yaptın peki?” diye sordum. “İstediğin gibi ayakçı olabildin mi?”
Yüzünde yine alaycı bir ifade belirdi. Bunun beni ilgilendirmediğini söyledi tekrar. Karşı karşıya dikiliyorduk. Elini tuttum. Geçmişimizi küçümsediğimi düşünmesini istemiyordum. Nazikçe bileğine dokundum. “Bana nasıl bir yaşam sürdüğünü anlatmayacak mısın?” dedim.
Aptala benzer ihtiyar bir kadın çıkıverdi içeriden. “Kim o?” diye sordu.
Cate gelenin ben olduğumu söyledi. Kadın gelip benle sohbet etmeye başladı. O sırada ay batmıştı.
“Dino diğerlerine takılıp gitti.” dedi Cate.
“Üzerindeki o denizci kıyafetini neden çıkarmıyorsun?” diye sordu yaşlı kadın. “Sonra çimlerde arkasını batırıyor, biliyorsun.”
Cate kadını yanıtladıktan sonra ben de ay hakkında yorum yapıp konuşmaya devam ettim. Birlikte çayırlara doğru yürümeye başladık. Şarkı sesleri kesilmiş, artık kahkaha sesleri geliyordu. O kısa yürüyüşümüzde az önce gördüğüm ihtiyar kadının Cate’in ninesi olduğunu, evin de Le Fontane adında bir meyhane olduğunu öğrendim. Savaş çıkınca müşterilerin ayağı kesilmişti tabii.
“Savaş biraz daha uzarsa deden her şeyini satıp köprü altlarında yaşamaya başlayacak.” dedi yaşlı kadın.
Evin arkasında toplanan grup bu sefer daha küçüktü. Fonso, başka bir adam, bir de iki kız vardı. Bir ağacın altında toplanmış, uzanabildikleri dallardan elma topluyor, gülüşerek katur kutur elmaları yiyorlardı. Dino çayırların kenarında durmuş onları izliyordu.
Cate yanlarına gidip onlarla sohbet etmeye başladı. Ben de yaşlı kadınla evin gölgesinin altında kalmayı yeğledim.
“Geçen akşam daha fazla insan vardı.” dedim. “Herhâlde gelmeyip Torino’da kalmak isteyenler oldu.”
“Hepimizin motorlu arabası yok.” dedi yaşlı kadın. “Kimisi akşama kadar çalışıyor. Zaten tramvaylar da artık çalışmıyor.” Sonra bana bakıp alçak bir sesle, “Tepemizdeki emir verenler rezil insanlar. Pis faşistler. Bizi hiç düşündükleri yok. Kimlerin eline düştük.” diye mırıldandı.
Fonso’ya uzaktan el salladım. O da bir şeyler bağırarak bana el sallıyordu. Ağacın altındakiler bağrışıp çağrışıyor, birbirlerinin elinden elmalarını kapıp kaçıyorlardı. Cate bize doğru döndü.
Dışarıdakileri evden çağırmaya başladılar. Karanlıkta kapının biri açılmış, “Vakit geldi Fonso.” diye seslendi biri.
Sonra hepsi, kızlar, gençler ile çocuk koşarak yanımızdan geçip gözden kayboldular.
Yaşlı kadın iç çekerek uzaklaşmaya başladı. “Ah şu insanlar keşke anlaşabilse. Didişip duruyorlar ama onlara göre hava hoş tabii. Olan bize oluyor.”
Cate ile ben yalnız kalmıştık. “Radyoyu dinlemeye gelmiyor musun?” dedi.
Birlikte birkaç adım attıktan sonra birden durdu.
“Faşist değilsindir umarım.” dedi.
Ciddiydi ama gülmeye başladı. Elini tutup küçük bir kahkaha attım. “Hepimiz değil miyiz, sevgili Cateciğim?” dedim nazikçe. “Faşist olmasak hepimiz canımızı hiçe sayıp bombalarla ayaklanırdık. Olan biteni izleyip olayların seyrini değiştirmeye çalışmayan herkes faşisttir.”
“Hayır, değil.” dedi. “Doğru zamanı bekliyorlar. Önce savaşın sona ermesi gerek.”
Kırgın ve öfke doluydu. Elini tutmaya devam ettim.
“Eskiden bilmezdin bunları.”
“Sen de herhâlde kayıtsız kalıp harekete geçmeyenlerdensin. Peki ya arkadaşların?”
Arkadaşlarımı bir süredir görmediğimi söyledim. Kimisi evlenmiş, kimisi de taşınıp gitmişti. “Martino’yu hatırlıyor musun? Düğününü meyhanede yaptı.”
Birlikte Martino’ya güldük. “Herkesin başına geliyor.” dedim. “Aylarınızı, yıllarınızı birlikte geçirirsiniz, sonra bir bakmışsın biri işinden olmuş, diğeri taşınıp gitmiş. Her gün yüzünü gördüklerini tanımaz hâle gelmişsin.”
Cate bunun suçlusunun savaş olduğunu söyledi.
“Savaş yeni bir olay değil ki.” dedim. “Bir gün kendini yapayalnız bulursun. Çok da kötü bir his değil.” Bunun üstüne beni baştan aşağı süzdü. “Zaman zaman tekrar birini bulursun.”
“Senin için değişen bir durum yok ki. Yapacak bir işi olmayan, yalnız kalmak isteyen sen değil misin?”
“Haklısın.” dedim. “Yalnız kalmayı seviyorum.”
Bunun ardından Cate kendisinden söz etmeye başladı. Çalıştığını söyledi. Otelde garsonluk yapmış, fabrikada ve tatil köyünde çalışmıştı. Şimdi de her gün bir hastaneye yardıma gidiyormuş. Geçtiğimiz yıl da Nizza Sokağı’ndaki eski ev yıkılmış, herkes ölmüştü.
“O akşam seni üzdüm mü, Cate?” diye sordum.
Bana baktı. Anlamını çözemediğim bir gülümseme belirdi dudaklarında. Nezaketen tekrar sordum: “Evli misin, değil misin?”
Sessizce başını salladı.
“Benden daha hovardalar da varmış.” diye düşündüm. “Oğlan senin çocuğun mu?” diye sordum.
“Öyleyse ne olacak?” diye yanıtladı.
“Utanmıyor musun peki?”
Eskiden yaptığı gibi omuz silkti. Güldüğünü sandım ama boğuk, kısık bir sesle, “Konuyu kapatalım artık Corrado. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Bu arada, sana hâlâ Corrado diye hitap edebilir miyim?” dedi.
Bunu duyunca üzüntüm biraz azaldı. Cate’in benle tekrar yüz göz olmak istemediğini fark ettim. Ne de olsa kendisine ait bir yaşamı vardı, bu da ona yetiyordu. Eski günlerdeki gibi tutku ile utanç arasında kalıp bu hislerini dışa vurmasından korkuyordum aslında.
“Şapşal.” dedim. “İstediğin gibi hitap edebilirsin.”
Belbo yanıma sokuldu. Elimi boynuna attım. O an herkes çene çalarak bağıra çağıra evden çıkıp geldi.
V
Haziran sona erdi. Okullar kapalıydı; ben de tüm vaktimi tepede geçiriyordum. Güneşin altında ağaçlı yokuşlarda dolanıp durdum. Le Fontane meyhanesinin arkasında geniş tarlalar ile üzüm bağları vardı. Oralara sık sık gider, korunaklı çukurlarında yabani çiçek ve yosun arayışına çıkardım, tıpkı çocukken bitkileri araştırıp bilimini çalışırken büyük bir hevesle yaptığım gibi. Kenarlarında sinsice yabani bitkilerin büyümeye başladığı sürülmüş tarlaları, köşklere ve bahçelere yeğlerdim. Le Fontane ormanın kenarında bulunduğundan yeri benim için çok uygundu. Sabahları da akşamları da Cate ile karşılaştığım olurdu ama kendimiz hakkında konuşmazdık. Zamanla Fonso’yu ve çevredeki diğer adamları tanımaya başladım.
Fonso ile şakalaşıp didişirdik. Henüz genç bir oğlandı; on sekizine dahi basmamıştı. “Söz konusu savaş olunca buna hepimiz dâhiliz.” dedim. “Sen yirmine, ben de kırkıma basınca çağıracaklar bizi. Sicilya’da nasıl ayakta durduğumuzu sanıyorsun?”
Fonso bir mühendislik firmasında getir götür işlerine bakıyordu. Her akşam annesi ve kız kardeşiyle gelir, sonra bisikletine atlayıp yanımızdan ışık hızıyla ayrılırdı.
Esprili ve alaycı üslubu olan bir gençti. Çok çabuk heyecana kapılıyordu.
“Sana söz: Beni çağırırlarsa gittiğim yeri havaya uçuracağım.” dedi.
“Sen de aynısın. Savaşın etkilerine maruz kalınca diğerlerinden bir farkın kalmayacak. İnsanlar anca kendi canı yanınca uyanıyor.”
“Savaşa çağrılan tüm delikanlılar sadece kendilerini uyandırmakla kalsalar fena olmazdı aslında.” dedi Fonso.
Fonso geçen yıl gittiği akşam okulunda istatistiğe, gazetelere ve güncel gelişmelere ilgi duymaya başlamıştı. Torino’da çalıştığı yerde Fonso’nun gözünü açan birileri vardı galiba. Savaş hakkında bilmediği yoktu; devamlı da bahsini ediyordu. Soru sorar, sonra yanıtını dinlerken konuşanın sözünü başka bir soruyla bölerdi. Bilimsel konulara, ilkelere de merak salmış, bunlar hakkında da büyük bir hevesle konuşurdu.
Ben konuşurken araya girdi. Benim de bu ülkenin bir vatandaşı olduğumu söyleyip harekete geçmeye hazır olup olmadığımı sordu.
“Onun için el becerikliliği gerek.” dedim. “Genç olmak gerek. Aylak aylak dolanmanın bir anlamı yok. Bunun tek yolu vahşetten geçer. Savaştayız ne de olsa.”
Fonso ise buna gerek olmadığını söyledi. Faşistlerin ödü kopuyormuş. Savaşı kaybettiklerini biliyorlarmış. İnsanları artık silahlandırmıyorlarmış bile. Kaçıp kalabalığın içinde kaybolmak, “Buyurun, siz devralabilirsiniz artık.” demek için fırsat kolluyorlarmış. Devrilmeye hazır bir iskambil kulesi gibilermiş âdeta.
“Öyle mi dersin? Böyle giderse her şeylerini kaybedecekler. Ölene kadar mücadele etmeye hazırlardır.”
Diğer adamlar, kadınlar ve Cate’in ninesi bizi dinliyordu.
“Rezil olduklarını söylüyorsa öylelerdir.” diyerek itiraz etti bizi konuk eden kadın. “Doğrusunu bilir o. İnan sen ona!”
Le Fontane meyhanesindeki herkes benim öğretmen ve bilim insanı olduğumu bilirdi. Bana büyük saygı gösterirlerdi. Zaman zaman Cate bile karşımda uysallaşırdı.
“Bu hükûmetin de elbet sonu gelecek.” dedi ihtiyar adam.
“İşte tam da bu yüzden gelmiyor aslında. Herkes sonunun geldiğini söylüyor ama kimse harekete geçmiyor.”
Herkes sessizlik içinde bana baktı.
“Ancak ölüm paklar onları.” dedim. “Sonra dizginleri ele geçirebiliriz. Savaşa buradan, evimizden devam edebiliriz. Artık kimse ikna edemez onları. Adam olmazlar. Hareket etmeye cüret ederlerse onları patlamaya hazır bir bombanın beklediğini bilirlerse susarlar ancak.”
Fonso iç çekip lafımı bölmeye hazırlanıyordu.
“Sen yapar mıydın peki?” diye sordu Cate.
“Hayır.” dedim. “Hiçbirimiz yapamazdık.”
Cate’in ihtiyar ninesi bize sitem dolu gözlerle bakıyordu. “Sizler…” dedi. “Bunların nelere mal olduğunu bilemezsiniz. Böyle vicdanınıza ağırlık yapmanın kimseye faydası yok. Bu insanlar da elbet bir gün ölecek.”
Bunun üstüne Fonso ona insanların nasıl orduya çağrıldığını anlattı.
Artık her akşam Le Fontane meyhanesine gidiyor, diğerleriyle birlikte radyoyu dinliyordum. Benim yaşlı ev sahibeleri Londra’ya gitmeme izin vermiyordu. “Yasak.” dedi Elvira. “Yoldan duyarlar seni.” Hava saldırıları sırasında ormanda dolanmamdan da şikâyetçilerdi. Torino’da yine korkunç bir saldırı olmuştu. Ertesi gün ikisi meyve bahçesinde bir bomba parçası bulmuşlardı. Çapanın ucu kadar keskin ve ağır görünüyordu. Beni yanlarına çağırıp bu parçayı gösterdiler. Kendimi tehlikeye atmamam için yalvardılar. Ben de yol üstünde birçok han olduğunu, gerek kalırsa oralara sığınabileceğimi söyledim.
Le Fontane meyhanesine bu defa gündüz gidiyordum; yeni bir maceraya atılıyormuş gibi bir hiş oluşturdu bu bende. Yokuşu tırmanıp bir zamanlar taş döşenmiş olan ıssız yola çıktım. Zirveden birkaç adım uzaktaydım. Çevremde hep ağaçlı yokuşlar vardı. Yolun arabalar, yürüyenler ve bisiklet sürenlerle dolu olduğu zamanlar geldi aklıma. Şimdi yürüyen bir kişi görmek bile zordu.
Meyve ya da içecek bir şeyler alabilmek umuduyla bahçede oyalandım. Yaşlı kadın bana kahve, şeker ve bir bardak su ikram etti. Para ödemek için bahanem olsun diye şarap siparişi verdim. Oraya o saatte Cate’i görmek için gitmemiştim hatta özellikle görmeyi amaçladığım kimse yoktu. Cate de tesadüfen orada olsaydı işten işe koşturuşunu izler, ona Torino’da neler konuşulduğunu sorardım. Genelde oralarda dolanmamın asıl nedeni ormana yakın olduğumda ve içine girdiğimde hissettiğim o zevkti. O tanıdık masa, alıştığım o yüzlerin arasında, temmuzun acımasız ve sonu gelmeyen o sıcak güneşinin altında uzatılan izin günlerimi geçirmekten büyük mutluluk duyuyordum. Bir keresinde Cate pencereye çıkıp, “Sen miydin gelen?” dedi ama aşağı bile inmemişti.
Oğlu Dino’nun ise bahçede ve evin arkasında olmadığı zaman yoktu. Okullar kapanınca ona ninesi bakmaya başlamıştı. Çevrede gezinmesine izin verir, yüzünü fanilayla siler, yemeğe çağırırdı. Dino ilk akşam gördüğüm o benzi atmış şaşkın çocuk değildi artık. Etrafta koşuşturuyor, taşlar atıyor, ayakkabılarını eskitiyordu. Zayıf ve afacan bir çocuktu. Nedense ona acıyordum. Ona baktığımda Cate’in bana önceden duyduğu öfke, o deneyimsiz bedeni, o günlerin utancını anımsıyordum. Anna Maria ile meşgul olduğum yılda olmuş olmalıydı. Yalnız kalmış, küçük düşürülmüş, kendini koruyamayacak hâle gelmişti demek. Bir şekilde başına gelmişti işte; belki bir dans partisinde, belki de çayırlıkta nefret ettiği bir adamla olmuştu. Belki de zavallı bir adamın tekiydi ya da belki mahallenin yakışıklısıydı. Yoksa bunun sorumlusu azmış bir zamparanın teki miydi? Kim olduğunu bana söyler miydi acaba? O gün o istasyonda yollarımız ayrılmasaydı belki de bu çocuk doğmamış olacaktı.
Dino’nun saçı gözünün önüne düşüyordu, üzerinde de yamalı bir kazak vardı. Bana devamlı okulundan ve defterlerinden söz eder, bunlarla övünürdü. Ben de onun kadar çeşitli konuda çalışmadığımı ama yine de zamanında biraz çizim yaptığımı anlattım ona. Küçük taşlar, fındıklar ve ender rastlanan bitkiler çizdiğimi anlattım. Onun için de bir şeyler çizdim. O gün beni tepeye kadar takip etti, birlikte yosun topladık. Yosunların arasındaki çiçekleri keşfetmekten büyük zevk alıyordu. Tepeye bir dahaki çıkışımızda büyütecimi getireceğime söz verdim. Bunu duyar duymaz bana büyütecin ne kadar büyüttüğünü sordu.
“Şu mor çiçekleri görüyor musun?” dedim. “Hepsi gül kadar, karanfil kadar büyüyecek.”
Eve doğru yola koyulduğumuzda beni koştur koştur takip ediyordu. Büyüteci görmek için eve kadar gelmek istedi. Konuşması açık seçikti; sözcükleri yutmadan, kekelemeden, karşısında yaşıtı varmış gibi kendinden emin şekilde konuşuyordu. Bana hitap ederken bu kadar resmî bir dil takınması gerekmediğini, benle de annesiyle konuştuğu gibi konuşabileceğini söyledim.
“Sen de annem gibi misin?” dedi birden. “Savaşı kaybetmemizi mi istiyorsun?”
“Sen savaşı seviyor musun?” diye yanıtladım.
Yüzünde gururlu bir ifade belirdi. “Ben de asker olup Sicilya’da savaşacağım.” dedi. Sonra burada da çatışma olup olmayacağını sordu.
“Zaten var.” dedim. “Saldırı sirenlerinden korkuyor musun?”
Hiç korkmadığını söyledi. Bombaların düştüğü yerleri görmeye bile gitmişti. Tüm uçak motorları ve modellerini biliyordu zaten. Tam üç tane bomba parçası toplayıp bunları evde saklıyordu. Bir çarpışmanın ardından ertesi gün meydana gidip tüfek fişeği toplanıp toplanamayacağını sordu.
“Fişekler kim bilir nereye gidiyordur.” dedim. “Ama savaş meydanlarında artakalanlar yalnızca mermi kovanları ve ölülerdir.”
“Çöllerde akbabalar vardır.” dedi. “Onlar ölüleri gömer.”
“Gömmez, yerler.” diye düzelttim. Dediğime güldü.
“Annen biliyor mu asker olup savaşmak istediğini?”
Bahçeye girmiştik. Cate ile yaşlı kadın ağaçların altında oturuyorlardı.
Dino kısık bir sesle, “Annem savaşın aşağılık bir şey olduğunu söylüyor. Her şeyin suçlusu faşistlermiş.”
“Anneni seviyor musun?” diye sordum.
Büyük adamların erkek erkeğe sohbetlerde yaptığı gibi yalnızca omuz silkti. İki kadın da gelişimizi izliyordu.
O günlerde Cate’in Dino ile vakit geçirmemi tasvip edip etmediğini bilmiyordum. Ancak yaşlı kadının kesinlikle hoşuna gidiyordu. Ne de olsa çocuğu oyalayarak onu bir yükten kurtarıyordum. Cate, Dino’nun çevremde dolanıp çiçek toplayışını, elimden büyütecimi kapışını hayretle izliyordu. Bazen Dino’yu yanıma çağırırken büyüklerine saygıda kusur eden çocuklara takınılan o otoriter tavrı benimsediğimi fark ettim. Ardından koşup annesine çizdiği resimleri ya da topladığı çiçek parçalarını gösterdi. Uzaktan Cate’e seslenerek çiçeklerle ilgili bir kitap getireceğimi söyledim. Cate Dino’yu tutup saçını düzeltti, sonra ona bir şeyler söyledi. Neredeyse Cate’in yanımızda olmamasını yeğliyor gibiydim.
Sonunda Cate’in oğlunu kıskandığı kanaatine vardım. Bir akşam bana bakarken gözlerinde bir küçümseme ifadesi sezdim. “Canını mı sıkıyorum, Cate?” dedim kısık sesle ve esprili bir edayla. Şaşırarak yere baktı, sonra alçak bir sesle, “Onu da nereden çıkardın?” dedi kekeleyerek. Normalde bu tür konuşmaları kısa keserdi.
“İkimiz de meraklı çocuklar gibi eğleniyoruz sadece.” dedim. “Ne de olsa öğrenmenin yaşı yoktur.”
Cate çoktan başını kaldırmış, bahçenin diğer ucuna doğru bağırarak sesleniyordu.
Kısa bir süre sonra, “Senin kadınlar bizimle konuşarak seviyeni düşürdüğünü biliyorlar mı?” dedi. “Akşamları yanlarına döndüğünde onlara buraya geldiğini söylüyor musun? Senle evlenmek isteyen o çirkin cadının adı neydi? Elvira mı?”
Bunların hepsini ona şaka olsun diye anlatmıştım. “Ne oluyor sana böyle?” dedim. “Seni, buradaki herkesi sevdiğim için geliyorum buraya. Ormanda, yollarda dolanmayı sevdiğim için. Seninle aramdaki ilişki, bu tepelerle olan ilişkimden farksız.”
“Peki bundan Elvira’nın haberi var mı?”
“Bunun Elvira ile ne ilgisi var?”
“Elvira köpeğinin annesi.” dedi sessizce. “Senden tüm gün nerelere gittiğinin hesabını vermeni beklemiyor mu?”
“Elvira aptalın teki.”
“Ama burada bizimle geçindiğin kadar iyi geçiniyorsun oradakilerle de.”
“Kıskanıyor olamazsın, değil mi Cate?”
“Kimi kıskanacakmışım? Güldürme beni. Fonso’yu mu kıskanacağım?”
“Fonso daha çocuk.” diye bağırdım. “Onu neden karıştırıyorsun şimdi?”
“Sana kalırsa hepimiz çocuğuz zaten.” diye karşılık verdi. “Tıpkı köpeğin gibi.”
O akşam ondan daha fazla bilgi koparamadım. Fonso, kızlar ve Dino geldi. Sohbet edip birbirimizi dinledik. Biri şarkı söylemeye başladı. Aramızda yeni yüzler de vardı. Fonso’nun tanıdıkları olan evli bir çift içiyordu evleri bomba saldırılarında yıkılmıştı. Dino’nun uyku vakti gelince o kaçıyor, Cate de onu yatağa yatırabilmek için peşinden koşuyordu. Karanlıkta herkes peşine düşmüştü. Sonra biri, “Corrado!” diye bağırdı. Herkes bir ağızdan, “Corrado!” demeye başladı. “Bu ada kim tepki verirse söz dinleyip yatağına gidecekmiş!” dediler.
VI
Cate tekrar bahçeye çıkar çıkmaz peşinden gittim. Henüz farkına varmamıştı. Belki de yine Elvira hakkında konuşacağımı düşünmüştü ki bana küçümseyici bir bakış atarak durakladı.
“Corrado diye sesleniyorlar.” dedim.
Şaşkınlıkla bana baktı.
“Benim adım.” dedim.
Ona özgü o kendinden emin tavırla başını geriye attı. Gölgede kalmış masada toplananlara baktı. “Git başımdan! Şimdi görecekler bizi.” diye fısıldadı panikle.
Dönüp yanına geçtim. Yürümeye başlamıştık ki hafif bir sesle, “Onun adının Corrado olduğunu bilmiyor muydun?” diye sordu.
“Ona neden o adı verdin?”
Yanıt olarak yalnızca omuz silkti.
“Kaç yaşında Dino?” dedim. Birden durdu.
Kolumdan tutup “Sonra konuşalım. Şimdi bunları düşünüp kendimi üzmek istemiyorum.” dedi.
O akşam bol bol savaş ve saldırı sirenleri hakkında konuşuldu. Fonso’nun arkadaşı Arnavutluk’ta yaralanmıştı, şimdi de artık herkesin duymaya alıştığı şeyleri anlatıyordu. “Sırf bir yastığa başımı koyabilmek için evlenmek istiyordum.” dedi. “Şimdi onu da aldılar elimden.” Eşi araya girip “Merak etme, tarlalarda uyuruz.” dedi. Bense yaşlı kadının yanına oturmuş sessizce Cate’i inceliyordum. O akşam sanki yeni biriyle tanışmıştım, onu şu zamana dek tanıyamamış olduğumu hissettim. Onunla her konuştuğumda bir öncekinden daha da kör, ondan daha da uzakmışım âdeta. Dino adını Corrado’nun kısaltması olarak kullandıklarını tesadüfen öğrenmem bile bir ayımı almıştı. Dino’nun yüzü neye benziyordu? Gözlerimi yumup kafamda canlandırmaya çalışsam da o an yüzünü anımsayamadım.
Birden ayağa fırlayıp bahçeye yöneldim. “Seninle geleyim mi?” diye sordu Cate ayağa kalkarak. Birlikte yürümeye başladık. Kendimi kötü hissediyordum. Tüm dünyam başıma yıkılıyordu sanki. Hava saldırıları sırasında tepesi sallanmaya başlayan bir sığınaktaymışım gibi hissediyordum. “Yapabileceğim çok şey vardı.” diye düşündüm.
Bir süre karanlıkta öylece yürüdük. Cate de sessizliği bozmuyordu. Koluma sarılıp benden destek alarak yanımda yürüyordu. “Tut beni Corrado.” dedi sessizce. Ağırlığını bana vererek yürüyebilmesi için tuttum onu. Sonra durduk.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/chezare-paveze/tepedeki-ev-69429238/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.