Taaffüf
Ahmet Mithat Efendi
Yazı makinesi unvanını layıkıyla taşıyan Tanzimat dönemi yazarımız Ahmet Mithat Efendi’den kendine özgü dil ve üslubuyla kaleme aldığı başarılı bir eser: Taaffüf… Roman kahramanlarımızdan Rasih Efendi, Türk âdetleriyle yetiştirilmiş, iyi yürekli ve kültürlü genç bir beydir. Saniha Hanım ise biraz alafranga ama o da iyi yetiştirilmiş, kültürlü genç bir hanımdır. Birbirleriyle evlenmesi münasip görülmüş, ahlaklı ve birbirine denk yetiştirilmiş bu iki gencin ilişkisi evlilikle nihayet bulur. Bu evlilik ufak bir sınavdan geçecektir. Bu sınavda “Minerva gibi mi yoksa Venüs gibi mi davranılacak? Gerçek bir aşk hikâyesi mi yoksa sadece bir idefiks mi?” diye düşünürken sadakatinden ve ahlakından hiçbir zaman ödün vermeyen roman kahramanımız Saniha Hanım’ın ağzından şu büyülü sözler dökülüverir: "Geçen gün size 'Rasih’im ben sana âşığım!' dememiş miydim? Bunu tekrar ederim. Rasih’im, sana yeniden âşığım! Fakat yalnız o tasvir bahsini, o mitoloji bahsini, her gün anlatarak ve birçok meseleyi de onlar üzerinden ve fevkalade bir maharetle hallederek ve bu cihetten erkek nevinin en güzidelerinden olduğun için değil! O mektup parçalarını yeniden tertip ederek zevcenin epeyce bir kabahatine vâkıf olduğun hâlde onu yüzüne vurarak kendisini mahcup ve zor durumda bırakmayı istememek derecesinde bir cömertlik ve kahramanlıkta bulunduğun için sana yeniden âşık oldum Rasih’im!"
Ahmet Mithat Efendi
Taaffüf
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
İFADE
İşte size bir roman ki zamanımızın değişik edebiyat lezzetlerinden birçokları nezdinde belki de eski masallardan sayılarak beğenilmez. Lakin yenilik peşinde olanların içinde de bu gibi romanları beğenen hakikatperestlerin sayıları da az değildir. Bunlar dahi onların beğendikleri şeylerin birçoklarını beğenmezler. Kimse kimsenin zevkine karışamaz. Beğenen beğenir; beğenmeyen de beğenebileceği şeyleri arar.
1
MEKTUP PARÇALARI
Bakınız şu konağa. Önceleri bu gibi meskenlere “konak yavrusu” derlerdi ama şimdi “konak” diye bunlara derler. Yangına karşı daha güvenli olmak üzere umumen tasvip edilen surette, yani tuğladan kâgir olarak bina edilmiştir. Mimari sanatı hakkında biraz vukuf peyda etmiş olanlar bir binaya dışarıdan baktıkları zaman dahi iç taksimatını epeyce anlayabilirler. Fennî kıyafete[1 - İnsanın dış görünümünden hareketle karakterini tanımayı konu edinen ilmin adı.] vakıf olanların dahi yüzlerine baktıkları insanların iç âlemlerine dair birçok şeyleri tahmin ettikleri gibi. Lakin biz bu konağın yabancısı değiliz ve dolayısıyla iç taksimatını biliriz. İşte dıştan dahi görüldüğü gibi, zemin katı üzerine diğer iki kattan ibaret bir bina ki birinci katın tavanları dört metreden ziyade uzun olduğundan asıl kat sayılır ise de ikinci kat Frenklerin “mansard” tabir ettikleri tavan arası katıyla bizim “kat” diyeceğimiz şey arasında yapılmış bir tabakadır. O katın olduğu odalar tümüyle yatak odalarıdır. Birinci kat ise, biri büyük biri küçük iki salon ve biri efendiye diğeri hanıma mahsus olmak üzere iki iş odası ve bir sofa ve bir selamlık salonu ve onun yanında bir uşak odası ve iki de erkek misafiri için yatak odası suretinde düzenlenmiştir. Zemin katında arabalık, uşak odaları falan da vardır. Yukarıdaki büyük salonun altına denk gelen parça yemek salonu olarak tertip edilmiştir. Hem de öyle bir surette ki istenilirse harem, istenilirse selamlık için yemek salonu olarak kullanılabilir. Mutfak, hamam, ahır falan bahçenin öte tarafında ayrıca inşa edilmiştir.
Bu konak halkı eski konaklar gibi öyle pek kalabalık değildir. Asıl familya halkından bir hanım, bir efendi, bir hanımın validesi, bir de küçük oğlandan ibarettir. Bunlardan sonra haremde bir kethüda kadın ve birisi hanıma ve diğeri efendiye mahsus iki hizmet cariyesi, bir çocuk dadısı, bir de büyük hanımın halayığı vardır. Selamlıkta bir vekilharç, bir harem kethüdası -ki kethüda kadının da kocasıdır- bir ayvaz, birisi gündüzleri efendiyle birlikte gider, diğeri konakta kalır iki uşak, bir arabacı ve bir de muavini bulunur. Bahçe tarafında dahi bir aşçı, bir yamağı, bir seyis, bir külhancı, bir de bahçıvan vardır. Demek oluyor ki familya halkı toplam dört nüfustan ibarettir. Haremdeki hademenin toplamı beş, selamlık halkının toplamı ise on iki kişidir. Eski zamanlara göre pek kalabalık olmayan bir heyet ise de zamanımıza göre yine epeyce büyük bir daire demektir değil mi?
Dışarıdan konağa “Rasih Efendi Konağı” denilirse de bunu diyenler efendinin ahbaplarından ibarettirler. Mahallece konağın ismi “Daniş Bey Konağı”dır. Fakat bu isim dahi şimdilerde yalnız mahalle yaşlılarının dilinde kalmıştır. Mahallenin yeni yetişmeleri buna “Hanım’ın Konağı” derler ki şu tabirdeki belirsizliği gidermek için “Hangi hanımın?” denilecek olsa o hanımı da tarif için “Daniş Bey’in Hanım’ı” derler. İsimce bu küçümsemenin sebep ve hikmeti pek açık bir şeydir. Konak evvelce emekli mutasarrıflardan Daniş Bey’in konağıydı. On, on beş sene evvel onun vefatı üzerine hanımın ismi onun yerine geçmiş ve birkaç seneden beri de Rasih Efendi bu konağa iç güveyi girdiği cihetle de kendi ismi dahi söylenmeye başlanmıştır.
Bu konak halkıyla tanışacağız, zira hikâyemizin zemini işte bu konak ve bu ailedir. Hem de hikâyemiz öyle birtakım başka romanlar gibi dağlarda, taşlarda, izbe mağaralarda veyahut eşkıya ve rezillerin meskeni olan yerlerde, hapishanelerde, fuhuşhanelerde falanlarda dönüp dolaştığı sırada bir aralık bu konağa da uğrayacak değildir. Hikâyemizi teşkil olayların hemen hemen tamamı bu konak içinde geçiyor. Yine bu konak içinde neticelenmiş denilse hakikatten hiç de uzaklaşılmamış olunur. Onun için bu konak halkıyla mecburen tanışıp görüşeceğiz. Lakin tanışmayı dışarıda yapıp içeriye gireceğimize, içeriye girip de tanışmayı dahi orada yapsak daha tabii olmaz mı? Haydi, öyleyse hemen konağa girelim.
Şu sol taraftaki kapı, hem bahçe kapısı, hem de harem kapısıdır. Biz şu karşımızdaki kapıdan giriyoruz ki bu kapı selamlık kapısıdır. İşte size geniş ve Triyeste taşı döşeli bir ev altı. Şu tarafa arabaları çekmişler. Görüyorsunuz ya ne güzel şeylerdir. Büyük kupa hareme, şu küçücük kupa efendiye mahsustur. Körüklü fayton dahi efendinin demektir. Karşımızdaki çifte merdivenden çıkıyoruz. Bunların ortasındaki şu ufak kapı dahi orta taraftaki yemek salonuna açılır. Merdivenin inşa şekline dikkat etmeli. Bir hanenin inşasına ne derecelerde ehemmiyet verildiği, merdivenden belli olur. Bakınız basamak tahtalarına. Dört parmak kalınlığında meşe tahtalarından ki cilaları hâla solmamış. Dehlize dikkat ediyor musunuz dehlize? Parmaklıkları yine meşeden çektirilmiş, küpeşteleri dahi tik[2 - Çift çeneklilerden, kaplamada kerestesinden yararlanılan, doğal rengi sarı, zamanla havada kendiliğinden koyulaşan bir sıcak iklim ağacı.] ağacından yapılmış. Âdeta vapur kamaralarının merdivenleri kadar sanatlı, güzel ve süslü bir şey…
İşte birinci kattayız. Sofa biraz küçük ha! Yeni usul mimari böyle gerektiriyor. Eski konakların kocaman sofaları zaten de lüzumsuz şeylerdi. Sağ tarafımızdaki üç kapının ortasındaki kapı, selamlık salonu ve onun sağındaki kapı uşak odası ve solundaki kapı dahi iki erkek misafir odasına bağlı ve sofacığın kapısıdır. Şimdilik o tarafta işimiz yok. Şu sol taraftaki kapıdan gireceğiz. İşte burası harem dairesidir. Burada da, şu orta yerdeki kapı büyük salonun kapıları olup solundaki kapı, efendinin ve şu yan taraftaki kapı dahi hanımın iş odalarının kapılarıdır. Doğruca Saniha Hanım’ın iş odasına giriyoruz. Biliniz ki Saniha Hanım, Daniş Bey’in kızı ve Rasih Efendi’nin de zevcesidir. Nah işte! Saniha Hanım kendisi de iş odasında yazıhanenin başındadır. Burası harem, kendisi ev içi kıyafetiyle ise de buraya girişimiz hayalî olduğu cihetle hayalî olana hiçbir şey namahrem değildir.
Dikkat ediniz, oda ne kadar güzel ve ne kadar da süslenmiştir. Yalnız iki penceresi var ama başka yerlerdeki pencerelerin altısına mukabil olacak kadar geniş ve yüksektir. O yekpare camlar adi camlardan değildir, kristaldir. Hele perdelere bakınız ki istorlarıyla, dantelalarıyla perde, başlık topuz, püskül ve saçaklarıyla şu iki pencere takımına sarf olunan para, olur olmaz hanelerin bir odasını tefrişe bile kâfi gelir. Mefruşatı da buna mütenasip. Pencere önünde gayet mükellef bir uzun sandalye ve onun karşısında bir kanepe ile bunların arasına konulmuş iki koltuk, dört sandalyeden ibaret bir takım ki sandalyeleri fazla görseniz haksız görülmezsiniz. Bu takımların gerek ağaç kısmına gerek mefruşatına dikkat etmelisiniz. Som abanozdandırlar. İs boyaması değil. Mefruş oldukları kumaş dahi Lyon fabrikalarının birinci derecedeki mamulatındandır.
Hele asıl dikkatli nazarları çeken ise, kütüphane ile yazıhanedir. On dördüncü Louis namındaki Fransız kralının mimari tarzında yapılmış iki parça şey ki mutlaka İstanbul’a bir sefarethane için getirilmiş bulunduğu hâlde antikacıdan antikacıya buraya kadar gelmiştir dersiniz ama bu hükmünüz doğru değildir. Bunlar Saniha Hanım’ın pederi merhum Daniş Bey tarafından kendi zatı için hususi olarak Paris’ten getirilmiş şeylerdir. Kitaplar ne güzel ciltlidirler. Büyük bir kısmı Fransızca ve üçte biri kadar da Türkçe olduğu görülür.
Yazıhanenin üstü âdeta bir kırtasiye ve kalem çeşitlerinin olduğu bir sergi gibi. Bakınız neler yok? Her renk mürekkepleri havi alafranga, alaturka yazı takımları… Alaturka çok farklı kalemtıraşlar, mak-taalar[3 - Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veya madenden yapılmış bir alet.], makaslar. Her biri de maharetli bir üstadın nefis eserlerinden alafranga kazıyıcı aletler ve kurutma kâğıtları. Kalem silgileri, kâğıt ve kalem kesmek için kemik ve ağaçtan bıçaklar. Ama bunların da her biri nefis eserler. Her boydan güzel markalı zarfları içeren bir zarf kutusu… Bunların kâğıtları da işte yanı başındaki kâğıt muhafazası içindedir. Kâğıtları rüzgâra kaptırmamak içi yuvarlak dışı tümsek billurlar. Her birinin içinde türlü türlü resimler ki billurdan dışarıya yansımaları güzelliklerini arttırıyor. Hangi ayda hangi günde bulunduğunu gösteren birkaç türlü takvimler. Alaturkası başka, alafrangası başka küçücük oturtma saatler. Türkçe, Fransızca birkaç lügat falan şöylece yazıhanenin bir tarafında perakende hâliyle nazarlara çarpıyorlar. İpek dantelalı, canfes abajurlu lambaları dahi ihmal etmemeli ki bunlar, odanın ortasında, duvarlarında şöminesi üzerinde bulunan avize lamba, şamdan gibi farklı ışıklar saçmaktan başka ve yalnızca yazıhaneye mahsus şeylerdir.
Mevsimin gösterdiği lüzum üzerine şöminede ateş yanıyor. Hem de altında kok kömürü ve onun üzerinde birkaç parça gürgen odunu konulmuş olarak gayet parlak yanan bir ateş ki: “Mangal kenarı kış gününün lalezarıdır.” diyen şair bunu görseydi kim bilir daha ne parlak teşbihler ile bu ocağı tasvir eylerdi.
Odada ayna bulunmadığına dikkat ettiniz mi? Asıl alafrangada aynaları yatak odalarına, tuvalet odalarına hatta merdiven başlarına palto ve şemsiye filan bırakılan vestiyerlere koyuyorlar. Salonlara ve böyle iş odalarına aynaya bedel münasip resimler asılıyorlar. İşte buraya dahi dört büyük resim levhası konulmuş. Hem de ne manidar şeyler. Bakınız ilkbaharı tasvir eden kız ve uzaktan uzağa kendisine hayret ve dikkatle bakan delikanlılar çiçekler içinde. Yaz mevsimini tasvir eden şu gürbüz kadın ile önünde arkasında birer mesai aletleri almış olan çocukların sepetleri, koltukları, kucakları, türlü meyveler ile dopdolu. Şurada gördüğünüz üç köylü karısıyla iki kartça köylü ambarlara mahsulat taşıyorlar ki sanki güz mevsimi gibidir. Nah, işte dördüncü levhada gocuklara bürünmüş kadın, erkek ihtiyarların hâli de kış gibidir. Dört levha dört mevsimi teşkil ediyorlar demektir.
Şöminenin iki tarafına konulan heykeller, nazarıdikkat ve ehemmiyetinizden uzaklaşacaklar mı? Dikkatli bakınız, alçıdan dökülmüş şeyler değildir. Bazı birleşimler ile mermer taklidi olarak döktürülmüş şeyler de değildir. Halis beyaz mermer üzerine el ile yerleştirilmiş harika ustaların eserleridirler. Birisi cemal ve sevda Tanrıçası Venüs’ü tasvir ediyor. Diğeri ise güzel sanatlar, akıl ve hikmet Tanrısı Minerva’dır. Böyle eski mitolojiye ait heykellere rağbet bizim Osmanlılığımız âleminde henüz benimsenmemiş olduğundan, şurada ne kadar alafranga bir yerde bulunduğumuzu bunlarla kıyas etmelisiniz.
Yerdeki Anadolu halıları, duvarlardaki resimler, etrafa latif birer vaziyetle tertip olunan şallar dahi hesaba katılırsa şu odanın en az bin liraya tanzim edilebilmiş olduğu tahmin edildiğinde, hiç de mübalağaya sayılamaz. Acaba her bin lira sarfına kudreti olanlar böyle bir iş odası tefriş ettirebilirler mi? Binlerce lirayı sarf ettirecek kudreti bulmak pek de o kadar güç bir şey değildir. Asıl bu güzel intizamı, bu letafeti bulduracak zevkiselime malikiyet güç bir şeydir. Bu güzel şeylerin kimin olduğunu mu soruyorsunuz? Nah, işte yazıhanesi başında oturan Saniha Hanım’ın.
Bakınız, bakınız! Asıl şu genç hanımın letafetine bakınız. Odaya ziynet veren bunca nefis eşya ve bunların umumundan meydana gelen güzellik, onun letafetine mukabil, hiçbir şey ve naçiz seviyesinde kalıyor. Mil üstünde bulunması hasebiyle her tarafa kolayca dönen yazı iskemlesi üzerinde ne de edeplice bir vaziyette oturmuş. İki bileklerini yazıhane üzerine dayayarak sol elinin salavat parmağıyla bir köşesinden bastırdığı kâğıt üzerinde sağ elindeki kalemi ne büyük maharetle hareket ettiriyor. Ne güzel giyinmiş. Şu iskemleye oturmak için mutlaka yazıhanesinin sağ tarafından gelmiş ve bir “yarım sol” vaziyetiyle o iskemle üzerine oturuvermiş ki mavi kumaştan mamul uzun etekli elbisesinin eteği sağ tarafına doğru uzatarak sanki henüz denizden çıkan Venüs’e bir dalgacığın büyük bir istek ve hasretle diz çöktüğünü hayal ettiriyor. Ya bu genç kadının kendi hüsnü, kendi cemali? Oo, bunları kalem ile tasvir ancak şair kudretiyle mümkün olabilir. Fırça ile tasvir için de ressam gücüne müracaat etmeli.
Ah ey okuyucu! Hayalen değil hakikaten dahi görme imkânı olabilseydi de sizi şu yazıhanenin karşısındaki yaldızlı, nazik iskemlenin üzerine oturtsaydım. Saniha Hanım’ın yazı yazışını oradan temaşa etseydiniz. O kalem gibi parmakları… Kalem gibi mi? Adam sen de. Böyle eski tabirler, eski teşbihlerle o yeni elle yeni parmaklar nasıl tarif olunabilirler? Haydi bakalım. Meseleyi büyük bir maharetle piyano çalan ve birer elinin bir kaçar parmağıyla birden triple croche quadruple croche[4 - Üçlü sekizinci nota ve dörtlü sekizinci nota.] nağmeler yapan bir kadının ellerini, parmaklarına teşbihen tarif için bütün eski nesir yazarlarımızı çağıralım. Münasip bir teşbih ve tabir bulunabilir mi? Elindeki kalemi yazıhane üzerindeki hareket tarzı. İşte bu piyaniste benzeyen Saniha Hanım’ın parmakları dahi böyle teşbih ve tasvir imkânının dışındadır. Dört kelime yazabilmek için sağ dizini kaldırarak boynunu bükerek kargacık burgacık gibi hareket vaziyeti nerede, Saniha Hanım’ın vaziyeti nerede.
Yazıyor. Kalem durmadan hareket ediyor. Kaleme o hareketi veren parmak uçları dahi kımıldanıyor. Doğrusunu söyleyelim. O el bileğe kadar kımıldanıyor fakat diğer vücut azalarından hiç birisinde başka hiçbir hareket yok. Gözlerinin kirpikleri sanki ikişer sıra asker süngü oluşturmuşlar gibi muntazam bir vaziyet ile kâğıdın üzerine dikilmişler. İki kaşları arasından, başının saç çıkan mahalline kadar, alnı diğer emsaline kıyasen geniş olmakta birlikte, kaşlar hizasından başın etrafındaki yuvarlak olan daireye kıyasen, iki kaşı arasından saçlarına doğru resmedilecek hattan biraz daha geniş bir zaviyeden bakmanızı tavsiye ederiz. Bir bu zaviyeye bakmalı bir de şömine üzerindeki Minerva’nın yüzüne bakmalı. Bu mukayesede ehemmiyetli davranacak olursanız Minerva heykelini âdeta Saniha Hanım’ın heykelidir zannediverirsiniz.
Şu yazma vaziyetindeki Saniha Hanım’ın tavrındaki ciddiyet hakikaten kadim Yunan zamanından kalma heykellerdeki ciddiyetten ziyadedir. Yüzüne bakacak olsanız zannedersiniz ki nefes bile almıyor. Nefes aldığı yalnız geniş göğsünü sıkmış olan korsenin çene hizasından bir kısmının muntazam bir hareket ile kabarıp inmesinden anlaşılabilir.
Yazıyor, hem de besbelli ki gayet mühim bir şey yazıyor. O kadar mühim ki sanki yazdığı şeylerin dehşetinden kâh kendisi dahi dehşet alıyormuş gibi bazen rengi değişiyor. Hafif bir gül pembesinden latif bir açık simaya intikali pek güzel görülüyor. Aralıkta bir daha ziyade dehşet aldığından mıdır nedir, rengi kurşun rengine yaklaşıyor. Derken bir aralık da menekşe rengine teşbih olunabilecek bir renk peyda ediyor.
Yazıyor ama nasıl? Yazacağı şeyler sanki çok zamandan beri ezberinde imişler gibi durmadan yazıyor. Yalnız bir kere durdu. İşte bakınız kalemli elini alnına götürdü. O ne? Karşısındaki fotoğraf resmine bakıyor. Tuhaf! Güya yazacağı şeyi unutmuş da ona soruyor. O resim mi? Hey, biz biliyoruz ama… Sırrımızı gizleyeceğinize emniyetimiz olsaydı söylerdik. Ne o, yemin mi? Ne hacet efendim? O kadar müthiş bir mesele değil a! Laf zihnimizde kalsın. Tosun Bey’in resmidir. Saniha Hanım’ın kocası Rasih Bey’in candan aziz dostu Şık Tosun! Ayıplamamak lazım efendim. Gençlik hâli bu. Başlarda kavak yelleri estikçe böyle şeyler “olağandır” diye hoş görmeli.
Hanım yine yazmaya başladı. Ay! Yazamıyor. Bakınız, bakınız kalemini zorluyor, ama yazamıyor. Hani ya o deminki maharet? Şiiişşt! İşittiniz mi? Bir çocuk sesi geldi. “Anne!” diye çağırdı. O ne, hanıma bir ürküntü geldi. Düşünüyor. Aman Yarabbi! Rengi ne kadar sarardı. Kâğıda ne fena bakıyor. Okuyor. Hayır, hayır! Yazdığı satırları gözleriyle yiyor. Aman o hâl ne? Mosmor kesildi. Gözlerinden ateşler saçılıyor. O güzel mavi gözlerden. Of, yazıhane üzerine bir yumruk aşk etti ki ne kadar da kuvvetli imiş? Sinirleri mi tuttu ne oldu?
Vah vah yazık! Bakınız yazdığı mektubu büyük bir hışım ve gazapla cayır cayır yırttı. Parça parça etti. Ne kadar da çok yazmış. İşte kaldırdı parçaları odanın ortasına atıverdi. O ne hiddet. Yerinden bir fırlayış fırladı ki! Alınız efendim, o kıymetli resim Şık Tosun’un resmi fırladı, şömineye kadar gitti. Ne de tuhaf yanıyor. Lakin hanımın hâli fena. Müthiş bir telaş ile işte kapıda fırladı, çıktı, gitti.
Hele giderken arkasından bakınız. Ne boy ne bos… Ne kadar da güzel saçları var. Kuru kuruya tarayarak arkasına doğru dalgalandırıvermiş olduğu saçlar sarı ve altın bir manto gibi böbrekleri hizasından aşağıya inmiş gitmiş. Bu kadar üzüntülü, telaşlı olduğu hâlde böyle koşarcasına süratle yürüyor da yine arkasına giymiş olduğu uzun tekli elbise şeklini ve güzelliğini bozmuyor. Diğer birçok hanımlarda görüldüğü üzere hanım elbiseye tabi değil. Elbisesi içinde işkenceye çekilmiş değil. Elbise hanıma tabi. Giyinmeli ama; giyinmesini bilmeli de giyinmeli.
İşte ey okuyucu! Hayalen değil asıl hakikaten şu odanın bir tarafında bulunmalı idi de bu hâlleri görmeliydi. Hem bu temaşa bir tiyatro sahnesinde görmeye de kıyas kabul edemez. Bu sahnenin dekorları, yani penceresi, perdeleri ve mimari güzelliği falan, boyadan, resimden, mukavvadan falanda da ibaret değildir. Bu kadın, gecesi şu kadar altına, yalancıktan hünerini icra eder bir aktris de değildir. Görülen şeylerin tümü sahih ve hepsi de gerçektirler. Böyle şeyleri temaşadan gözler doymayıp usanmayacakları gibi sıhhat, hakikat ve ciddiyet hesaba katılmak şartıyla düşünmesinden ve hayalinden bile insan ne bıkar ne de usanır.
Fakat susalım. Dikkat edelim. Bakınız daha neler oluyor. İşte birisi geliyor. Yirmi sekiz, otuz yaşlarında bir adam. Ha tanıdık. Rasih Efendi öyle ya! Orta boylu, esmer yağız, koyu kumral saçlı, saçlardan daha koyu bıyıklı, geniş göğüslü, vakarlı ve ileri görüşlü olan bizim filozof Rasih. Ta kendisi.
Rasih kapıdan girer girmez bir kere irkildi. Kapıdan girerken hâl ve tavrı pek tabii idi. İrkilince, vaziyet ve tavrı değişti. Tabii değil mi? Halı üzerine serpilmiş olan mektup parçalarını gördü. Eğildi, en büyük parçayı aldı. O ne? Nazarıdikkat ve ehemmiyetine sebep oldu. Birini daha aldı. Ona da göz gezdirdiğinde beti benzi uçtu. Büyük olan heyecanından elleri titreyerek birkaç parçayı daha aldı. Başındaki saçlar dimdiktiler. Gözleri parıl parıl parlamaya başladılar. Ağzından iradesi dışında:
“Vay hain Tosun, vah benim zavallı Sanihacığım!” sözleri döküldü. Bir aralık elini alnına koyup sendelemek vaziyetiyle ayakta durdu. Mutlaka delikanlının gözleri kararıp beyni dönmüş olmalıdır. Bu hâl beş, on saniye kadar ancak devam ettikten sonra olanca kuvvetiyle nefsini zorluyormuş gibi bir tavır aldı. İşte yerdeki mektup parçalarını topluyor. Elinde oluşan terlere dikkat ettiniz mi? Bu terler mutlaka buz gibi soğukturlar. Ecel terleri gibidir. Hem gazaplı, hem de ümitsiz olan bu tavrı başka türlü izah edemezler.
Yerde bir tane bile kâğıt parçası kalmadı. Rasih hepsini birer birer topladı. Tam bu işi bitirdikten sonra dışarıda gelen bir ayak patırtısı Rasih’i fena hâlde ürküttü. Birisi geliyor, kadın gelişi. Mini mini adımların patırtısı kadın elbisesinin hışıltısı buna hükmettiriyor. Hanım geliyor, Saniha Hanım.
Hayır! Saniha Hanım değil. Başka birisi, bir cariye. Hanımın hizmetine mahsus olan Peyker.
Peyker dahi her zamanki tabii hâliyle, yani mütevazı ve nazikâne tebessümleri bayağı güzel sayılabilecek yüzüne ziynet verdiği hâlde gelip odaya girmiş iken, efendisini her zamanki tabii hâlinden çıkmış ve bambaşka, hem de korkunç bir hâle girmiş görünce o da hayretinden buz gibi dondu kaldı. Rasih titrek ve kesik bir seda ile kıza bir şeyler söylemeye, Peyker dahi cevap vermeye başladı. Şu muhavereye dikkatli kulaklarımızı hasretmeliyiz.
Rasih: “Peyker! Başka defalar dahi hanımefendi böyle kâğıtları yırtıp ortaya atar mı?”
Peyker: “Bazı bazı atar efendim.”
“Ee, sen bunları gördüğün zaman ne yaparsın?”
“Böyle sizin topladığınız gibi toplar, şömineye atarım efendim.”
“Öyle ama şömine her zaman böyle yanmaz ya?”
“Yine şömineye atarım da bir de kibrit yakıp ızgaranın altından tuttuğum gibi cüzice bir mavi dumandan sonra kâğıtlar alevlenir ve yanar gider.”
“Öyle ise bugün dahi öyle yapmış olacaksın.”
“Başüstüne efendim!”
“Yok ama öyle alelade bir başüstüne değil. Bunları sen toplamış, sen şömineye atmış, sen yakmış olacaksın. Dediğimi anladın mı? Meramımın ne olduğunu anlayabildin mi?”
Âciz cariyenin efendide gördüğü fevkalade hâlden dolayı korkusunun gittikçe artmakta bulunduğu ortadadır. Gerçi Rasih, hiddet göstermemek, gürültü ve patırtı etmemek için son dereceye kadar nefsini zorlayarak daha sakin bir şekilde söz söylemek istiyor idiyse de tabii hâli buna müsaade edebilir mi? Dolayısıyla son sualine vereceği cevabı Peyker âdeta korkusundan titreyerek veriyor. Diyor ki:
“Başüstüne efendim, nasıl emrederseniz…”
“Hayır Peykerciğim. Sadece bir başüstüne yetmez. Bana ve daha doğrusu asıl hanımefendiye ciddi ve hakiki bir hizmet görmüş olmak istersen bunu böylece dediğim gibi yapmış olacaksın.”
“Hiç efendime, hanımıma hizmet etmek istemez miyim?”
“Pekâla, bu hizmetini bana kaça satarsın?”
“Aman ya Rabbi, a beyim hiç hizmet satılır mı?”
“Evet, bu hizmet satılabilir; hem de istediğin kadar pahalı satılabilir. Seni azat etmek mukabilinde bu hizmeti görmüş olmaya razı olur musun?”
“Aman efendim!”
“Bir de mükemmel bir çeyiz takımı.”
“Vallahi beni korkutuyorsunuz efendim.”
“Dört odalı bir de ev. Fakat şayet bunları sen topladığından sen ateşe attığından başka türlü bir şeyi hanımefendiye söyleyecek olursan ben hanımefendinin hâlinden tavrından işi derhâl anlarım. O zaman bu dediklerime nail olmak şöyle dursun, bilakis kahrıma duçar olursun. Zira hanım bu işin doğrusunu yani şu kâğıt parçalarının benim elime geçtiğini duyacak olursa evimiz, barkımız yıkılacak. Hepimiz perişan olacağız. Biz perişan olacak olursak artık seni ne yapacağımı sen düşün. Yok, birkaç hafta bana tabii olarak sözümden çıkmayıp bana yardım ederek çalışacak olursan hepimiz mesut, hepimiz bahtiyar olacağız. O bahtiyarlığa senin himmetin ile nail olmuş olacağımızdan, mükâfat olarak dediğim şeyleri tümüyle yaparız. Seni gönlünün istediği bir kocaya vererek seni de bahtiyar ederiz. Anladın mı kuzum?”
“Ben efendilerimin hoşnutluğundan başka bir şey istemem efendim!”
“Öyleyse beni görmemişsin. Ben bu odaya gelmemişim. Bu kâğıt parçalarını görmemişim. Toplayıp alıp götürmemişim. Anladın mı? Onları sen toplayıp ateşe atmışsın. Hatta ben henüz konağa bile gelmemişim.”
“Anladım efendim, başüstüne efendim, hiç merak etmeyiniz efendim!”
Bu talimatı Peyker’e veren Rasih şu işteki ehemmiyeti bu sözlerden ziyade hâl ve tavrıyla Peyker’e anlatmış olduğuna hiç şüphemiz kalmamıştır. Aman ya Rabbi, o ne hâl, o ne tavır? Bu hâlden bu tavırdan korkmamak en metin en yürekli erkeklerin bile kârı değildir. Nerede kaldı ki âciz bir cariye, zayıf yürekli bir kadın korkmasın.
Komedya başladı ha!
Daha doğrusu dram başladı dram! Zira Rasih Efendi mektup parçalarını alarak ve gayet muzdarip ve ümitsiz bir tavırla acilen odadan çıkıp kaybolduktan beş altı dakika sonra, ondan daha ziyade muzdarip ve ümitsiz bir tavırla ve yıldırım gibi bir süratle Saniha Hanım geldi. Aradaki beş dakikalık fasılayı zavallı Peyker, büyük bir hayretle içinde geçirmiş idi. Şu kâğıt parçalarına efendisinin verdiği bu fevkalade ehemmiyete henüz akıl erdiremiyordu. Ona ek olarak bir de hanımefendinin acayip bir tavırla odaya girdiğini görünce Peyker bütün bütün şaşırdı. Bu şaşkınlık ile bir pencere perdesine doğru gidip korku hâli ile dizlerinin titremekte bulunmasından dolayı düşmemek için duvara dayanarak âdeta lal oldu kaldı.
Zavallı cariye bu hâllere nasıl duçar olmasın ki. Yıldırım kızgınlığıyla odaya giren hanımın kendini görecek gözleri yoktur. İşte gözlerinden şimşekler çakıyor. Birer ateş parçası hükmünü alan gözlerini halının üzerine dikip her tarafa gezdiriyor. Sanki bir şey kaybetmiş de onu arıyor. Yerlere o kadar dikkatli bakıyor ki aradığı şey bir pul iğnesi olsa görüp bulabilecek. Evet, iğneyi görüp bulabilecek ama pencere dibindeki koskocaman cariyeyi göremiyor.
Neden sonra Peyker’i de gördü. Dikkat ediyorsunuz ya? Peyker’i gördü ama gözlerinin Peyker’e tesadüfü sanki bir umacıya rast gelmiş imiş gibi o genç o güzel kadını ürküttü. Bilmelisiniz ki Saniha güzel olduğu kadar da mağrurdur. Bu âcizlik hâlini, bu yaratılışça olan zaafını bir cariyeye göstermek istemez. Dolayısıyla Rasih derecesinde büyük bir azim ile o da nefsini zorlayarak Peyker’i konuşturmaya başladı.
Saniha: “Peyker, efendi gelmiş öyle mi?”
Peyker: “Görmedim efendim.”
“Gelmiş gelmiş, hatta buraya girmiş.”
“Görmedim efendim, ne zaman gelmiş?”
“Şimdi gelmiş.”
“Ben deminden beri buradayım. Siz buradan çıkar çıkmaz ben geldim. Çıktığınızı duydum da belki bir hizmetiniz vardır diye geldim. Fakat ne efendiyi gördüm, ne başka bir kimseyi.”
“Buraya girdiğin zaman ortalıkta neler gördün?”
“Birçok kâğıt parçaları gördüm.”
Hanımda bir hareket! Zavallı kadıncağız nefsini zorlamakta gücü kalmayarak bütün metanetini kaybetti. Sanki Peyker her sırra vâkıf olmuş. Dudakları titreyerek sordu ki:
“Onları ne yaptın?”
“Ne yapacakmışım? Hepsini toplayıp şuraya ateşe attım.”
“Yalan söylüyorsun!”
“A! Size yalan söylemek benim haddim mi? İlk defa olan bir şey değil ya? Her zaman yere attığınız kâğıtları toplayarak ateşe atmaz mıyım?”
“Öyledir de… O hâl ve şanındaki perişanlık ne? Büyük bir fenalıktan korkmuşsun gibi görünüyorsun.”
“Gerçi öyledir. Sizi bu perişan hâlde görüp de sadık bir kulunuz olduğum hâlde ben de nasıl perişan olmam? Allah aşkına merhamet buyurunuz efendim! Size ne oldu, neniz var? Ben de bileyim ki çare olarak elimden ne gelebilirse onu yapayım.”
Oh! Cariyenin şu yakınması biçare Saniha’ya gereği gibi teselli verdi. Bakınız, bakınız rengindeki morluk âdeta yok oldu. Yüzünde tebessüm alametlerini göstermeye dahi nefsini zorluyor. Hele cariyeye:
“Gerçekten o kâğıtları toplayıp kendi elinle şömineye attın mı Peyker? Buna emin olayım mı?”
Sualini sorup da Peyker tarafından dahi:
“Evet efendim, her zaman nasıl yapıyor idiysem bugün dahi öyle yaptım.” cevabını aldığı zaman daha ziyade mutlu göründü. Lakin tamamıyla da emniyet edebilir mi ya? Gidip şömineye baktı. Evvelce yakmış olduğu fotoğrafın mukavvasının külü hâla orada. Hatta mukavvanın etrafı yaldızlı olduğu gibi resmin altında fotoğrafçının ismi de yaldızlı harfler ile matbu olarak o yaldızlar ise yanmamış. Parıl parıl parlayıp duruyorlar.
Peyker’in “Yaktım.” dediği kâğıtların külünden hiçbir eser görülmediğine dikkatle bunu da Peyker’den sual eyledi.
Aferin Peyker, yine zeki kız imiş be! Hanımın sualini müteakip hiç tereddütsüz ve hiç renk vermeden:
“Ateş pek hızlı yandığı için kâğıtların küllerini dahi baca çekip götürdü. Besbelli bu mukavva parçası ağır olduğu için uçamamış.” dedi. Nasıl, Peyker’in yalancılığına ne dersiniz? Korku bu, korku insana her şeyi yaptırır. Hele yalancılığı o zamanlarında iyi konuşur.
Peyker’in yalanı Saniha Hanımefendi’yi tamamıyla tatmin edip memnun ettiğine inanacağız. Zira o dahi bu işin efendiye haber verilmemesi için cariyeye sıkı sıkı tembihlere girişti. Peyker’den:
“Allah Allah, evin hizmetini nasıl gördüğümüzü de efendiye anlatacak değiliz ya! Bugün şu odayı böyle süpürdük, kanepeyi sandalyeleri böyle sildik, eşyanın tozlarını şu şekilde aldık diye her gün, her şeyi sayıp döküyor muyuz ki bu akşam topladığımı birkaç kâğıt kırpıntısını şömineye attığımızı da haber verelim.” cevabını aldığı zaman iradesi dışında bir tebessüm ile o güzel yüzü gerçek hâline döndü ki bu tebessümün manası: ‘Cariyenin hakkı var. Yerden birkaç parça kâğıt kırpıntılarını kaldırıp şömineye atıvermekte ne ehemmiyet olabilir? Ben de deli gibi şu küçük iş hakkında zanda bulunuyorum.’ düşüncesinden ibaret olacağına şüphe edemeyiz. Bununla beraber o gün yazıhanede uzun uzadıya yazı yazmış olduğunu da münasebetli olsun münasebetsiz olsun efendiye söylememesini Peyker’e tekrar tekrar tembih ederek:
“Gideyim efendiyi bulayım.” dedi çıktı, gitti. O çıkıp giderken Pey-ker dahi arkasından bakıp iradesi dışında birkaç defa başını salladı ki asıl manalı bir hareket sayılacak ise o da bu idi.
2
TURFANDA-TURFA
Hayalimizi sevk etmiş olduğumuz şu konak içine hayalimizle girmemizi müteakip karşılaştığımız bu hâller pek acayip ve garip şeylerdir, değil mi? Hâlbuki bunların ehemmiyeti de garipliğinden aşağı kalmaz. Bu gibi şeyler sırf eğlence tarzında telakki olunamazlar ve olunmamalıdırlar. Bunlar “sosyoloji” denilen ve insanların sosyal hayatlarında karşılaştıkları hikmetli, önemli ve ince işlerdir. İnsanların sosyal hayatları içinde hakiki olan bahtiyarlığı ve bedbahtlığını ortaya çıkarıp hüküm verdirilecek şey, işte bu meselenin mukayese ve muhakemesi sonucunda ortaya çıkar. Ama bu muhakeme ve mukayese, yalnız eğlence için roman okuyanları vazifeli kılacak şeylerden değildir ya! Onlar âlimlerin ve filozofların işleridir. Roman okuyucuları ise okudukları şeylerden alabilecekleri ibreti almakta ve hatta almamakta dahi serbesttirler. Onlar yalnız kendi eğlencelerine bakarlar. Yine öyle bakadursunlar da biz şu aile hakkında biraz daha bilgi verelim:
Bu familyanın ortaya çıkış tarihi asıl Girit’ten başlar. Telemak mütercimi Kâmil Paşa merhumun “Hikmet-i Minos” diye tanıttığı akıllı, adaletli ve anlayışlı filozof Minos’un vatanı ki büyük ve fevkalade bir hikmetle oluşturduğu kanunlar, birçok kavim tarafından asırlarca kullanılmış ve dolayısıyla Yunan filozofları arasında onun namını mabutlar mertebesine çıkartmıştır. Hakikaten, bu memleket dünyada acayip bir yer sayılmaya layıktır. Mevki ve heves ehlinin letafetiyle beraber nedir acaba o memleketteki o hâl, o sır ki ahalisi hem güzellikçe, hem de diğer güzel vasıflarca diğer kavimlerden daha üstün oluyor. O hakikati ispat için bizce o memleketin en eski tarihlerine gitmeye gerek yoktur. En yeni ahalisi olan Müslüman ahalisini incelemek dahi bu hakikati nazarımızda ispat eder. Ana lisanları Rumca olduğu hâlde Girit’in Müslüman ahalisi dahi lisan ve diğer eğitim öğretim ve ilim konularında diğer Osmanlı topraklarında yaşayan ahaliden geri değildirler. Ezcümle Aziz Efendi merhum ki yalnız “Muhayyelat” adlı meşhur eseri yazmamıştır. Tasavvuf konusundaki eserleri ve diğer birçok edebî makaleleri ve hikmetli eserleriyle Osmanlılığa ve Müslümanlığa öncü olmuş meşhur şahsiyetlerdendir. Ya asrımızda yaşamış olan Sırrı Paşa Hazretlerine ne dersiniz. Birçok edebî eserine ek olarak tefsir yolunda ortaya koydukları o nefis eserleri ki her birisi kendi alanlarında fevkalade olan bir kıymettedirler.
Bu ahalinin, malum memlekette doğdukları hakkındaki rivayetler muhtelif ise de hangisinin sahih olması farz edilse, büyük büyük incelemelere medar olabilirler. “Antropoloji” yani insanın hem dış özelliklerini hem de sosyal hayat içindeki durumunu inceleyen bir ilimdir ki bu açıdan o memlekette yaşayan Müslüman ahalinin durumu incelenmeye değer.
Bu memleketin Osmanlı Devletine katılması henüz iki buçuk asırlık bir durumdur. Böyle olduğu hâlde, oradaki Müslüman ahali ile ilgili tarihin bir hükmünün olmaması üzülecek bir durumdur. Rum tarihçilerinin rivayetlerine göre malum ahali adanın kadim insanlarından iken fetihten sonra Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Bu haberi gerçek diye telakki edecek olursak malum ahalinin İslamiyeti bu derece kuvvet ve ciddiyetle kabulleri ne kadar da ehemmiyete şayandır. Osmanlılık ve İslamiyetin asıl yabancısı oldukları hâlde ihtisas cihetiyle sanki çok eskiden beridir Osmanlı ve Müslüman olmak derecesinde gösterdikleri bu hâllerin ve bu sıfatların tabii görülmeleri ne mühim şeydir. Ana lisanın fikir ve yaşantı üzerindeki büyük etkisini ilim ehli insanlar çok iyi bilirler. Bunlara rağmen Girit Müslümanlarının lisan ve Müslüman ilmine olan bu merak ve ihtisasları gerçekten tüm takdir ve saygıyı hak etmektedir.
Diğer rivayete göre fetihten sonra Ordu-yu Hümayun’daki birçok asker buraya yerleşmiştir. Bu yerleşen ve çoğunluğu Lazistan ahalisinden olan askerler, adadaki yerli kızlar ve kadınlar ile evlenmişler ve dolayısıyla bu Müslüman ahalinin ilk ataları olmuşlardır. Bu hâlde Rum lisanının Türk lisanına galebesinin de normal karşılanması gerekir. Zira çocuklar lisanı pederlerinden değil; daha çok validelerinden alırlar. İlk iki sene zarfında pederler çocuklarıyla hemen hiç konuşamadıkları hâlde, valideler “aggucuk”lardan başka çocuklarla konuşup dillerini öğretirler. Ondan sonra dahi birkaç sene müddet çocuklar pederleriyle konuşmaları günde birkaç saate mahsus kalır. Geceli gündüzlü konuşmaları ise valideleriyle olur. Dolayısıyla ilk dönemlerinde çocuklar ana lisanının pek kuvvetli, baba lisanını ise pek kuvvetsiz öğrenirler. İkinci dönemlerinde de bu lisanı daha da pekiştirirler ve zamanla baba lisanını tamamen unutabilirler.
Antropoloji ilmi noktasından hem acayip ve hem de mühim olan bu hâlin bir misali de İstanbul’da ve yanı başımızdadır. Beykoz’a üç dört saat mesafede bulunan Paşaköy ki asıl bir paşanın çiftliği imiş. Ziraat hizmetinde istihdam için Rumeli’nden bir miktar Bulgar amele getirmiş. Alemdağı’ndaki Ermeni köyünden bazı fukara kızlarını teşvik ederek Bulgarlar ile evlendirmiş. Kocalar karılarına Bulgarca ve karılar kocalarına Ermenice konuşacak değiller ya? Tabii olarak Türkçeyi ailece ana lisan kabul etmişler. Bunlardan doğan evlat dahi o lisanı konuşuvermişler. Şimdi bu köy ahalisinin mezhebi ilk pederlerinden onlara geçen Rum Ortodoks mezhebidir. Hâlbuki ne kadınları, ne de erkekleri ne Rumca, ne Ermenice ne de Bulgarca hiçbir kelime bilmezler. Türkçe onların ana lisanları olmuştur. Telaffuz tarzları diğer civardaki ahalisinin telaffuzlarına benzemez. Bulgar telaffuzuyla Ermeni telaffuzu arasında kalan bir telaffuz tarzıdır.
Lakin Paşaköylüler ile Girit’in Müslüman ahalisi arasında bu mukayesede büyük bir fark vardır. Bulunduğu tabii coğrafya Girit ahalisi üzerinde pek büyük bir tesir göstermiştir. Ada ahalisinin kadim olan o zekâsı üzerine Müslüman ahalinin de zekâ ve tecrübesi eklenmiştir. Türkçe konuşmalarındaki latif olan şivesi, diğer Müslüman ahalinin hiçbirisine benzemez. Yine adanın o eski olan ahalisinin şivesine benzer.
Acayip bir şey! Mevkiin, mekânın bu yoldaki tesiri yalnız insanlara da mahsus değil. Hayvanlara ve bitkilere de mahsus. Mesela Ankara coğrafyasının tesirinde kalan tiftik keçileri, Ümit Burnu’nda üretilebilirse de oranın tabiatına, coğrafi özelliklerine uygun olmamasından dolayı yine bir tuhaflık vukua geliyor ve yünleri daha sert oluyor. Birkaç senede bir, Anadolu’dan yeniden tekeler, yani erkek tiftik keçileri oraya götürülmekle, oraya mahsus olan özellikler ile yeniden yeniye aşılanmayacak olsalar, tümüyle değişecekler. Bir de asıl Taif’den gelmiş olan çavuş üzümü İstanbul’da başka, Fransa’da başka mahsul vermiştir. İstanbul’daki çavuş üzümü, Taif’teki çavuşa nispetle pek de iyi değilse de Fountainbleu’daki Şasla üzümüne, Taif üzümünün aynısıdır demek pek güçtür. Manisa kavununun tohumu ilk sene İstanbul’da ekilince aslına yakın bir kavun verebilmiş ise de ikinci senesi âdeta yerli kavununa dönüşüverir.
Asıl konudan biraz uzaklaştık ise de zararlı mı çıktık? Roman okumaktan maksat yalnız masal mı dinlemektir? Biz her romanımızda okuyucularımızın malumatını arttıracak birkaç lakırtı söylemez isek içimiz rahat etmez. Lakin biz sözümüze tabi değiliz ya? Sözümüz bize tabidir. Asıl konudan uzaklaşmış sayılır isek de işte yine asıl hikâyemize dönüveririz.
Bu ailenin tarihi geçmişi Girit’ten başlar demiştik. Çünkü Saniha Hanım’ın pederi Daniş Bey asıl Giritli idi ve o adanın soylu ailelerinden olmak üzere gayet zeki ve ileri görüşlü bir adamdı. Ticaretle pek ziyade haşir neşir olmuş bir aileden olmakla, kendisi dahi ticaretin inceliklerine vakıf olmakla beraber, terbiye ve talimine dahi ihtimam edildiğinden ilim irfan ile de meşhur olmuştur. Bir aralık İskenderiye’nin pirincini, pamuğunu Girit’e getirmiş ve Girit’in de sabununu, zeytinyağını, zeytinini Mısır’a nakletmiş ve ticaretini daha da genişletmek için İskenderiye’ye yerleşmişti. Orada çok paralar kazanmıştı. Nihayet zekâsı ve takip ettiği yol Hidivler yönetiminin dikkatini çekmiş ve dolayısıyla devlet işlerindeki idari hizmetlerde istihdama davet edilmişti. Teklif olunan maaş pek yeterli olmakla beraber, zaten zengin ve ticaret mahsulü de yeterli olan bu zatın o maaşlara ihtiyacı yok idiyse de sadece şan ve resmî şerefe heves ederek vuku bulan teklifi kabul etmişti. Zaten Mısır’ın ileri gelenleri için bir taraftan ziraat ve ticaretle uğraşmak; diğer taraftan da memuriyette bulunmak; hele o zamanlar için çok da ulaşılmayacak bir şey de değildi. O zamanlar Daniş Bey, henüz yirmi beş, yirmi altı yaşlarında bir genç adamdı. Bekâr dahi bulunması hasebiyle, Hidiv ailesinden muteber bir kız ile evlendirildi ki o kız dahi güzel, ilim irfan ve terbiye sahibiydi. Bu güzel hasletlerinden başka çeyiz olarak da büyük mal mülk ve mücevherlere sahip idi. Bu kadın işte hikâyemiz esnasında güzel konakta Saniha Hanım’ın validesi olarak tanıdığımız Seniha Hanımefendi’dir.
Gariptir ki Daniş Bey, Mısır’daki idari memuriyetine fazla devam edemedi. Memuriyetten istifa ile birlikte artık ticaretle meşguliyeti de pek muvafık görmedi. Zira bu geri dönüşün dikkatlerden kaçmayacağını düşünüyordu. Üç dört sene sonra memuriyetinden istifa ile ve ticaret işlerini de bırakarak İstanbul’a yerleşti. Bu değişikliğin sebebi de yalnız bir hevesten ibaretti. Hem de ne heves! Sadece “Paşa” unvanını almak içindi. Çünkü bu unvanı önceki memuriyetinden alamadığı için küsmüş ve böyle bir karara lüzum görmüştü.
Burada dahi idari memuriyete başladı. Arzusu ise o paşalık unvanını almaktan ibaret. Lakin boşuna: “İnsan pek heves ve emel ettiği şeyden mahrum kalır.” dememişler. Kendisi aslında ilim irfan sahibi bir insandı. Daha ilk memuriyetinde pek büyük bir başarı gösterdiği için rütbesi epeyce üst makamlara terfi olunduysa da bir türlü heves ettiği paşa unvanına nail olamadı. Gerçi “Saadetlü Beyefendi Hazretleri” lakabına nispetle “İzzetlü Paşa” lakabı üç dört derece aşağıda ise de heves bu ya… Daniş Bey gayet gururlu bir adam. Aslında bu arzusunu hangi makama anlatsa derhâl arzusunun yerine getirilmesi için hiç bir mâni, hiç bir zorluk yok idiyse de: “Bu unvana heveskâr olduğum anlaşılacak olursa beni küçümserler.” düşüncesi buna da mâni oluyordu.
Adam milyonlarca servete sahip olan ve kendisini her şekilde bahtiyar bulan Daniş Bey, sadece şu unvan cihetindeki bahtsızlığından dolayı feleğe küserek en sonunda sahip olduğu mühim bir mutasarrıflıktan istifa ile tekaüt, yani emekli olmuştur.
Ama bu tekaüt kelimesine bugün verilen mana o zaman verilemezdi. O zamanlar Mülkiye Tekaüt Nizamnamesi henüz düzenlenmemişti. Zaten Daniş Bey’in emeklilik maaşına ihtiyacı da yok ya. O zamanlar memuriyetlerde her ne suretle olursa olsun mal mülk sahibi olanlar, kendi istekleriyle emekliye ayrıldıkları gibi servet ve zenginliği kendisine hiç yüz karası getirmeyecek olan Daniş Bey’in bu emekli olmasına hayret bile edilemezdi. Hazır söz sırası gelmişken büyük bir teşekkürle hatırlatmalıyız ki idari, adli ve diğer memurların emekli sandığının ve nizamnamesinin tesisi hükümet tarafından yeniden düzenlenmiş ve memurlar birçok sıkıntıdan kurtulmuşlardır.
Yukarıda bir münasebet düşerek Daniş Bey’in kendisini her cihetle bahtiyar gördüğünü söylemiştik. Bu söz pek de tamamıyla doğru bir söz değildir. Her cihetle bahtiyar olabilmek bu dünyada hiçbir kimseye nasip olamaz. Gerçi servet ve zenginlik cihetinden bu adamın kısmeti pek büyüktü. Hatta İstanbul’a geldikten sonra bile Girit’te varisi olduğu gayet yaşlı bir halasının da sekiz on bin kese akçelik mirasına da nail oluvermiştir. Ancak talihsizliği yalnız paşalık unvanına nail olamamaktan da ibaret kalmamıştı. Bu adamın üç dört çocuğu olduğu hâlde, hiçbirisi bir yıldan fazla hayatta kalamaması da onun bedbahtsızlıklarından birisiydi. Nihayet emekliliğinden sonra doğmuş olan kızı Saniha Hanım bir yaşını tamamladığı zaman Daniş Bey, bundan ziyadesiyle memnun oldu. Ziyafetler çekti. Âdeta düğünler bayramlar etti. Hatta o zamanlar İstanbul’da bir ev tedarikine lüzum dahi görmeyerek:
“Zaten memuriyetten memuriyete geziyorum. Çoluğum çocuğum da yok ki! Bir köroğlu bir ayvaz.” demekteyken Saniha’nın bir yaşını geçmesi üzerine artık bu çocuğun ölmeyeceğine kim bilir ne gibi bir düşünce ile kalbine bir kuvvet geldi. Konağı yaptırmaya başladı. İşte ziyaret ettiğimiz ve ilk ziyarette o acayip hâllerle karşılaştığımız konak Daniş Bey’in ilk defa inşa ettirdiği bir konaktır.
Bu konağın ne derecelerde ihtimamla bina olunduğunu da merdivenlerini gördüğümüz zaman anlamıştık. O zamanın parasıyla, o zamanın tabiriyle bu inşaata tam bin beş yüz kese akçe gitmiş. Bugünkü akçe ve tabir ile yedi bin beş yüz lira eder. İç taksimatı yirmi kadar oda ve salondan ibaret ufak bir şey ama bina ve inşası gayet ihtimamlı. Hemen bir o kadar para dahi mefruşatına gitmiş. Biz bu konağın yalnız bir odasını gördük: “Hanımın iş odası” denilen kitap ve yazı odasını. Hâlbuki diğer oda ve salonlar dahi yine buna münasip tefriş edilmişler. Gerçi bundan evvelki kısmımızda bu intizamı Saniha Hanım’a isnat etmiş olmamız ile şimdi şu ihbarımızı verirken ilk bakışta tenakuz görünüyorsa da hakikatte pek de bir tenakuz. Konağı Daniş Bey yaptırmış, Daniş Bey tefriş ettirmiş, ama ondan sonra o intizamı bozmayan ve muhafaza edip arttıran Saniha Hanım’dır. Mevcudun asıl orijinal hâllerini değiştirmek insanın fıtratının gereğidir. Değiştirilmesi esnasında iyileri fenalarla değiştirmek ekseriyetle görüldüğü hâlde, Saniha Hanım’ın zevki ne kadar mükemmel olmalıdır ki ziynet ve intizam azalmayıp ziyadeleşsin.
Sözümüz Saniha Hanım’a intikal etti. Öyleyse bu bahsi genişletelim:
Saniha, Daniş Bey’in ilk yaşayan çocuğu demedik mi? Adamcağızın ondan sonra artık evladı doğmadı. Bu çocuk dünyada bir tanecik gözünün nuru hükmünü aldı. Başka işi gücü kalmamış olan Daniş Bey Saniha’nın üzerine tir tir titriyor. Onu esen yellerden esirgiyor. Kendisi artık yaşını başını almaya başlamıştı. Vücudunda hissetmekte olduğu yellerden, romatizmalardan ve oburlukla işret ve eğlence belasının mahsulatı olan mide rahatsızlıklarından, falanlardan dolayı doktorlara muayene olma ve tıbbi tedbirlere sık sık ihtiyaç görmüştür. Bir tanecik sevgili kızının sıhhatinin korunması için dahi devamlı olarak tıbbi tedbirlere ve ilaçlara ihtiyacı vardı. Dolayısıyla Doktor Fratenberg namında bir tabibi maaş ile evine tayin edip bir odasına yerleştirdi.
Hikâyemizde Doktor Fratenberg mühim şahıslardandır. Dolayısıyla bu zat ile tanışmamızı ve dostluğumuzu artırmalıyız. Kendisi Fransa’nın eski Alsace vilayeti ahalisindendir ki 1771 muharebesinden sonra malum vilayet Almanya’ya bağlanmıştır. Doktorun isminden de anlaşılacağı gibi, malum vilayetin ahalisi Fransızlıktan ziyade Alman kavmine mensuptur. Doktorun ana lisanı Almanca ise de zikredilen ahali Fransız lisanına da vakıftır. Özellikle tıp ilmini Fransız mekteplerinde tahsil etmiş olduğundan Fransızcası da pek mükemmeldir. Şu kadar var ki Cermen neslindeki hususi kabiliyetleri gereğince o zamanki telaffuzunda “j” harflerini “ş” harfi gibi telaffuzdan ibaret bir gariplik vardı. Bu adam yalnız tabip diye telakki olunmamalıdır. “Hakîm” kelimesinin gerçek manası gereğince hikmet sahibi bir adamdır. Da-niş Bey’in bahtı hakikaten yaver imiş ki evine tabip olarak bu adamı tayin etmiştir. Zira gerek kendisinin, gerek kızının ve hatta zevcesinin hayatı için bu kadar meraklı, bu kadar korkak olan Daniş Bey, eğer meşhur Moliere gibi bir hastalığa düşmüş olsaydı şimdiye kadar çoktan beri ailesiyle birlikte öbür dünyaya göçerdi. İlaç ve tedavi merakı ne tehlikeli şeydir. Boşuna eczacılara “farmasyen” dememişler. Yunan lisanında bu kelime “zehirci” anlamında kullanılmaktadır. Avam lisanına da şöyle geçmiştir: “Bilmem kimden vefa, zehirden şifa.” Söz sözü açıyor. Lakin bu şekilde açılan sözleri uzatmamak gerekiyor ama ne yapalım. Malum ya! Mesleğimiz ve memuriyetimiz gereğince daima tıbbiyeliler arasında bulunuyoruz. Bu dostlarımızdan birisi vardır ki tedavi için kendisine bir dost müracaat ettiği zaman bir tabibe lazım gelen dikkat ve ihtimamdan kusur etmeksizin muayenesini icra edip reçetesini yazar ve ondan sonra:
“Hastalığınız falanca hastalıktır. Tıp ilminin o hastalığa karşı tayin ettiği deva dahi işte bu reçetede yazdığım devadır. İşte tabip kendi vazifesini ifa eyledi. Şimdi bir de dost vazifesi kaldı. İşbu dost sıfatıyla dahi size derim ki bu ilacı almayınız. Birkaç gün evinizde istirahat ediniz. Perhiz yapınız, yine iyi olursunuz.” diye tabipliğinin tedavisine ek olarak bir de dostça bir nasihat verir. Ama her hastaya, her hastalığı göre değil ha! Bazı hastalıklar vardır ki onların devası çok gereklidir. O devaya müracaat edilmezse kurtulmak mümkün değildir. Ölüm tehlikesi bile hemen hemen mümkündür. Bu iki nevi hastalığın farkını bilip hem tabiplik hem de hâkimane hareket eden zatlar, asıl şifa kaynağıdırlar.
İşte Daniş Bey’in Doktor Fratenberg’i dahi böyle birçok güzel hasleti de olan gerçek bir adamdı. Bizim dostumuz olan tabip gibi yazdığı ilacın kullanılmamasını tavsiye etmezdi. Zira Daniş Bey gibi meraklıların bu yoldaki nasihatlere rağbet etmeyeceklerini bilirdi. Konakta bir de mükemmel eczane var. Boşuna mı sayılsın? Doktor Fratenberg her haber verilen hastalıklara bir de ilaç verirdi. Ama ne ilaç… Verilip verilmemesi arasında pek de fark olmayan tesirsiz şeylerden ibaret. Çoğunlukla da kendisini ferahlandıran ilaçlardı. Dolayısıyla bu ilaçları alanlar, onların tesiriyle değil, belki de buna tam kanaat etmeleriyle şifa bulurlardı.
Bizim Doktor Fratenberg’in ev içindeki vazifesi mini mini olan Saniha’nın sıhhatine sürekli nezaretten ibaret idiyse de filozof doktor bu vazifeyi ifadan ziyade çocuk dadılığı ediyordu denilse şaşılamaz. Kendisi hiç evlenmemiş, hiç çocuk görmemiş. İlk çocuk olarak gördüğü Saniha’dan o kadar hoşlanmıştı ki onu sürekli gözlemlemeyi kendisine zevk edinmişti. Agucuklarıyla çocuğun çenesine parmak dokundurup latif latif güldürme saadetini Doktor Fratenberg ne çocuğun validesine bırakıyor, ne de bakıcısına bırakıyor. Bakıcının vazifesi sadece çocuğa süt vermekten ibaret. Temizliğini, taharetini bile doktorun emir ve nezareti altında ifa ediyor. Validesinin ve pederinin hukuku ise bazen kucaklarına alıp öpmekten, koklamaktan ibaret. Dolayısıyla çocuk Doktor Fratenberg’in kucağından hiç düşmüyordu.
Alınız size bir gariplik daha! Bizim Saniha Hanım ilk çocukça konuşmaya başladığı zaman Fransızca söylemeye başlamaz mı? Vay efendim, validesindeki telaş! Kocasına:
“A beyim! Kızım büyüdüğü zaman kendisiyle tercüman vasıtasıyla mı konuşacağım?” diye hücumlar ettikçe Daniş Bey zevcesini teskin ve rahatlatmak için:
“Canım merak etme. Ben de en evvel Rumca konuştum ama, sonra Türkçeyi de öğrendim, Arapçayı da…” diyor idiyse de kadıncağızı ikna mümkün mü? O da kendi lisanını öğretmek gayretine düştüğünden bir taraftan Seniha Hanım, bir taraftan Doktor Fratenberg çalışa çalışa iki buçuk yaşını bulan Saniha hem Türkçeyi, hem Fransızcayı ana lisanı olarak konuşmaya başladı. Üç buçuk dört yaşlarına doğru bu lisanların ikisini de öğrenmiştir.
Zannederiz ki Saniha için bu hâli garipseyecek okuyucumuz yoktur. Hele biz kendi evladımızın Türkçe ve Rumcayı ana lisanı olarak konuştuklarını görüyoruz. Beyoğlu’nda ikametimiz esnasında Ermeni çocuklarının Türkçe, Rumca ve Ermenice olan üç lisanı ana lisanı gibi konuştuklarını görmüşüzdür.
Çocukların analarına mı, yoksa babalarına mı benzemeleri lazım geldiğine ve benzediklerine dair antropoloji erbabı arasında uzun uzadıya bahisler cereyan etmiştir. Ekseriyetle müşahede olunduğuna göre ilk kuşaktaki kızlar, babalarına ve oğlanlar da analarına çekiyorlar. İkinci kuşakta dahi tam tersi bir durum görülüyor. Bizim Saniha bu hükmün en güzel misalidir. Zira cismen pederine benzediği gibi tabiatı dahi ona benziyordu. Yani boylu boslu, iri yarı, azaları gayet mütenasip, yüzü güzel olduğu gibi hafızası, zekâsı ve kavrayışı dahi babası gibidir.
Beşinci yaşında çocuğun talim ve tedrisine başlandı. Türkçe için bir hoca tayin edildi. Daniş Bey bizzat dahi tedriste bulunuyorsa da çocuğu Doktor Fratenberg’in elinden kurtarmak mümkün mü? Anasından, babasından ziyade çocuğu doktor seviyor. Sözün en doğrusunu isterseniz, çocuk dahi anasından babasından ziyade doktoru seviyor. Doktor Fratenberg dahi Fransızca bir ders başlattı. Gerçi Türkçe elifba risalesi kırmızılı, mavili, yaldızlı falanlı ise de Fransızca alfabe dahi resimli. Elifbanın yaldızlarından, çiçeklerinden bir şey anlamayan Saniha alfabenin resimlerini tümüyle anlıyor. Horoz gibi, köpek gibi, balık gibi zaten bildiğimiz hayvanların resimlerini kendi kendisine tanıyabildiği gibi, deve, fil, timsah gibi hayvanların resimlerini de doktorun tarifi üzerin anlayıp bellemekte asla zorluk çekmiyor.
Sözün kısası, sekizinci yaşından sonra Saniha Fransızcayı gereği gibi okuyup yazmaya başladığı hâlde, Türkçeyi henüz rahat okuyamıyor ki yazabilsin. O vakitler, şimdiki yeni usul eğitim öğretim de ortaya çıkmamış. Gerçi şimdilerde sekiz, dokuz yaşındaki çocukların pek serbest okuyup yazdıklarını hamdolsun görüyorsak da bu nimet asrımızın büyük nimetlerindendir. O zamanla alelade mektebe giden çocuklar Saniha derecesinde de olamazlardı. Saniha’nın epeyce okuyup biraz da yazabilmesi babasının Mısır’da gördüğü eğitim öğretim çalışmasının neticesidir.
Bir taraftan pederinin, diğer taraftan Fratenberg’in hem sert, hem yumuşak talim ve tedrisleri sayesinde Saniha on iki yaşına geldiği zaman, o yaştaki bir Fransız kızından dahi pek çok mükemmel olarak Fransız lisanını biliyor ve yazıyordu. Sonra biraz Arapça ve Farsça dahi öğretildi. O yaştayken Türkçeyi de gereği gibi öğrendiyse de Türkçesi Fransızcası derecesinde değildi. Diğer kız ve erkek çocuklarına nispet edildiğinde Türkçe iktidarı inanılmayacak kadar ziyade görülüyor idiyse de Türkçenin asıl istenen derecesine kıyasen, bu dereceye tam diyemeyiz. Ne yazık ki bu aralık Daniş Bey’in kötü bir sıtma hastalığından vefatı şu aileyi, velev ki muvakkaten olsun, perişan ettiğinden, Saniha’nın talim ve terbiyesi dahi bir müddet zarfında yavaşladı.
Evet, bu bela Daniş Bey ailesi için müthiş bir darbe olmuştu. Zira Daniş Bey merhum her işini bizzat kendisi gören bir adamdı. Birçok gelirlerini ve mal mülkünü kendisi bizzat idare ediyordu. Gerek Osmanlı ve gerek ecnebi gelir giderlerin güzel idaresi öyle olur olmaz çalışkan adamları bile yoracak meşguliyetlerdendir. Eğer işin içine memurlar dahi karışmış olsaydı, ihtimal ki o yüzden biraz yardım ve kolaylık görülmesi ümit olunabilirdi. Fakat bazı dostların nasihatiyle işi memurlara düşürmemek için henüz on iki yaşında bulunan ve fakat iri yarı ve kalıplı ve kıyafetli bulunmasından dolayı bazı on dört, on beş yaşındaki kızların ablası sayılan Saniha, artık gerekli yaşa erişmiş gösterilerek familyanın idaresi validesi Seniha Hanım’a intikal eyledi.
Daniş Bey’in vefatı, Doktor Fratenberg’in bu hanedeki ehemmiyetini düşürmek değil; bilakis arttırmıştı. O zamana kadar doktor, bu ailenin sağlık işleri ve Saniha’nın talim ve terbiyesiyle meşgul iken, bundan sonra diğer idari işlerle de yardım suretiyle dahi meşgul olmaya başladı. Zira Mısır’dan geleliden ve bilhassa Daniş Bey’in emekli olmasından beri, bu aile bizim İstanbullu ailelerle pek de olumsuz bir şey yaşamamıştı. Ancak kibardan birkaç aileden başka çoğunlukla yine Mısırlı ve hatta birkaç yabancı aileyle ihtilafa da düşmüştü. Dolayısıyla bu büyük servetin güzel idare edilmesi için her olur olmaz dostların yardımlarına hanımefendi artık emniyet edememekteydi. Doktor Fratenberg ise on, on iki seneden beri bu hanede artık ailenin bir ferdi gibi sayılmıştı. İlim irfan ve ahlak sahibi de olan bu yaşlı doktora, hanımefendinin ricası üzerine bu servet işleriyle uğraşmayı da kabul etmişti ki ne kadar olsa bu işlerde tecrübesiz bulunan Seniha Hanımefendi için şu müşavirlik güzel bir ders yerine geçiyor ve büyük servetinin idaresini o dahi öğreniyordu.
Bu telaşlar bir sene kadar devam etti. O müddet zarfında Saniha Hanım yalnız Türkçe, Arapça ve Farsça muallimlerinin elinde kalmıştı. Fransızca tedrise pek zaman bulamıyordu. Gerçi Türkçesini biraz daha ilerletmiş ise de Doktor Fratenberg talebesine biraz da matematik, tabii ilimler, tarih ve felsefe öğretmek arzusunda bulunduğu hâlde, şu arzunun ertelenmesinden dolayı üzülüyordu.
Faziletli doktorun bu konudaki ızdırabının hikmetinin anlaşılması için şu bahsi biraz açmalıyız. O zamanlar İstanbul’da talim ve terbiye görmüş yegâne kız, Saniha’dan da ibaret değildi. Osmanlı kibarı arasında kızları şairlik derecesinde tedris ve talim edenler epeyce vardı. Bu kızların terbiyesi, şimdiki seviyesine yükselmemiş idiyse de hususi surette talim edilmiş birçok kızlar bulunduğunu biz dahi o zaman yetişmiş olmamız hasebiyle bizzat şahit olup görüyorduk. Ama böyle Osmanlılık dairesi dâhilinde terbiye edilen kızlar Fransızcadan mahrum idiler. Evet, en çoğu Mısırlılardan olmak üzere bir hayli aileler dahi kızlarına Fransızca talim ediyorlardı. Fransız bakıcılarının ellerinde büyütüp Fransız muallimlerinin ellerinde terbiye ettiriyorlardı. Bunların bazılarıyla tanışıp konuşmuştuk. Bunların bir Fransız kızından hemen hiç farkları yoktu. Lakin bunlar dahi Türkçe bilmiyorlardı.
Hem Türkçe, hem Fransızca talim edilmiş kızlar hakikaten nadirdi. İşte o nadirlerden birisi de şu hikâyemizin kahramanı olmak ehemmiyetini alan Saniha Hanım’dı.
Lakin Saniha Hanım’ın dahi iki başlı büyük bir noksanı vardı. Hem Türkçe, hem Fransızca bilmesi nasıl iki başlı bir meziyet ise, noksanı da böyle iki başlıydı. Zira şairlik derecesinde kudret kazandığını haber verdiğimiz kızların hüneri yalnız lisan malumatlarından ibaretti. Bunlar güzelce okudukları, güzelce yazdıkları hâlde malumat cihetinden pek fakir kaldıkları gibi, bir Frenk kızından fark olunmayacak derecelerde Fransız lisanını talim etmiş olanların hünerleri dahi yalnız lisan bilmekten ibaret kalıyordu. Bunlarda dahi malumat fakrı mevcuttu. Hâla dahi iş bir dereceye kadar böyle değil midir? Bizim Saniha, birisi Osmanlı, diğeri Fransız olarak iki kız hükmünde olduğu hâlde diğer bazı malumatlarda eksikleri vardı. İşte Doktor Fratenberg bunu bildiğinden ve kendisinin öz pederi olmadığı hâlde, kucağında büyütmüş olduğu Sanihacığının bu noksanını da gidermek gayretine düşmüştü.
Daniş Bey’in vefatından bir sene sonra Doktor Fratenberg, bu gayretini fiilen de ortaya koymaya başlamıştı. On üç yaşındaki bir çocuğa bir matematik dersi açtı ki bu hesap ilminin kuruluğunu ve duygusuzluğunu bildiği hâlde bunları öyle güzel bir şekilde ve sevdirerek ona anlatıyordu ki Doktor Fratenberg’in bu konudaki muvaffakiyetine ne kadar şaşılsa yeridir.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/taaffuf-69429235/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
İnsanın dış görünümünden hareketle karakterini tanımayı konu edinen ilmin adı.
2
Çift çeneklilerden, kaplamada kerestesinden yararlanılan, doğal rengi sarı, zamanla havada kendiliğinden koyulaşan bir sıcak iklim ağacı.
3
Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veya madenden yapılmış bir alet.
4
Üçlü sekizinci nota ve dörtlü sekizinci nota.