Karmaşık Duygular

Karmaşık Duygular
Stefan Zweig
İnsan duygularını üstün gözlem yeteneği ile okurlarına aktaran Zweig; bu uzun öyküsünde genç filoloji öğrencisinin gözünden bir akademisyenin entelektüel kimliği arkasındaki duygusal yaşamına ışık tutuyor. Karakterler arasında kurulan bağ, duygusal sarsıntılara zemin hazırlasa da profesörün hayatındaki temel gerçeği de açığa çıkarıyor. Kabullenmesi zor olan duyguların zihinde yarattığı karmaşıklıkta, duygusal çalkantılarında boğulan kahramanlar, Zweig’ın kaleminde tekrar canlanıyor. Roland, profesör ve eşi arasındaki benzersiz aşk maceraları, aralarındaki sırlar ve saplantılı duygusal ilişkiler, gerilimler Zweig’ın güçlü kalemi ve tahlilleri ile her devrin okuruna hitap etmeye devam ediyor. "Hocamın başlangıçta fısıldar gibi acele çıkan sesi artık kaslarını ve bağ dokularını geriyor, gittikçe daha rahat ve daha yüksekten uçan metal ve parlak bir uçağa benziyordu: Oda artık sesine dar geliyor, duvarlar yankıdan zorlanıyor, mekânın tümüne ihtiyaç duyuyordu. Fırtınanın tepemde estiğini hissediyordum, denizin köpüren dudaklarından gümbürtülü kelimeler bağırarak çıkıyordu: Yazı masasının üzerine eğilmişken sanki yine kendi memleketimde deniz kenarındaki kumların üzerindeymişim gibi ve sanki binlerce dalganın muazzam uğultusu ve rüzgârın nefes alır gibi yaklaşıyor olması gibiydi."

Stefan Zweig
Karmaşık Duygular

Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-TarihîBirHatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-GeleceğinÜlkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının YirmiDörtSaati,YarınınTarihi,KendileriileSavaşanlar:Kleist-Nietzsche-Hölderlin,ÜçBüyükUsta:Balzac-Dickens-Dostoyevski, KendiHayatınınŞiiriniYazanlar:Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’daDüğün,YıldızınParladığıAnlar,KarışıkDuygular,Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da KöleliğeKarşıÖzgürDüşünce,Fouche-BirPolitikacınınPortresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo,Mektuplaşmalar,Buluşmalar,RotterdamlıErasmus,Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
Niyetleri çok iyiydi, fakültedeki öğrencilerimin ve meslektaşlarımın: Önümde altmışıncı yaş günüm ve akademik öğretmenliğimin otuzuncu yılı için filologların bana ithaf ettikleri kitabın, törenle verdikleri ve değerli bir biçimde ciltlenmiş ilk nüshası durmakta. Gerçek bir biyografi olmuş; küçük makalelerimden, tören konuşmalarımdan tek biri eksik değil, öğretmen yıllıklarından herhangi birisindeki önemsiz bir değerlendirmemi bile bu biyografi azmi kâğıt mezarlığından çıkartmış -bütün kariyerim, güzel temizlenmiş bir merdiven gibi, basamak basamak şu ana kadar çok net bir biçimde toparlanmış- gerçekten, bu etkileyici özene sevinmesem, nankörlük etmiş olurdum. Şahsen benim bile unuttuğum, kaybolduğunu düşündüğüm her şey birleştirilmiş ve düzenlenmiş olarak geri dönmüştü; hayır, yaşlı bir adam olarak bu yaprakları bir zamanlar öğretmeninin bilime olan kabiliyetini ve arzusunu onayladığı öğrencinin duyduğu aynı gururla çevirdiğimi inkâr edemem.
Ama yine de bu emek verilmiş iki yüz sayfayı karıştırdıktan ve ruhumdaki yansımasına dikkatle baktıktan sonra gülümsedim. Bu gerçekten benim hayatım mıydı, gerçekten biyografın mevcut kâğıtlara göre sıraladığı gibi ilk andan bugüne kadar, hep böyle rahat, hedeflerine varan dönemeçlerle mi ilerlemişti? Kendi sesimi ilk defa gramofondan dinlendiğimde de aynı şeyi hissetmiştim: Önce sesimi tanıyamamıştım, tabii benim sesimdi, ama başkalarının algıladığı gibiydi, benim varlığımın, kanımın içinden duyduğum ses gibi değildi. Ve bütün bir hayatı, insanları yaptıklarıyla tanıtmak ve kendi dünyalarının ruhsal oluşumlarını somutlaştırmakla geçirmiş olan ben, tam da kendi yaşadıklarımla her kaderin esas özünü, bütün gelişimi zorlayan o canlı hücrenin ne kadar ulaşılmaz kaldığını bir kere daha gördüm. Sayılamayacak kadar çok saniye yaşarız, ama yine de bütün iç dünyamızı heyecanlandıran her zaman bir saniye, tek bir saniye olur, işte o saniye (Stendhal bunu tarif etmiştir) içimizde, daha önce bütün öz sularla ıslanmış olan çiçeğin şimşek hızıyla kristalleşmesi vuruşudur. Büyülü bir saniye, yaratılış anı gibi ve aynı onun gibi, insanın kendi hayatının sıcak içinde sakladığı, görünmez, dokunulmaz, sezilmez, sadece yaşanan bir sırdır. Aklın hiçbir matematiği bunu hesaplayamaz, hiçbir sezginin simyası bunu tahmin edemez ve kendi duygusu da nadiren yakalayabilir.
Bu kitap benim ruhsal hayatımın gelişimi ile ilgili sırlar hakkında tek bir kelime bile bilmiyordu: Bu yüzden gülümsemiştim. İçindeki her şey doğruydu, sadece en önemlisi eksikti. Sadece beni tarif ediyor ancak beni ifade etmiyordu. Sadece benden bahsediyor ama beni ifşa etmiyordu. İtinayla bir araya getirilmiş dizinde iki yüz isim vardı. Yalnız biri eksikti, kendisinden bütün yaratıcı teşvikin çıktığı, kaderimi belirleyen ve şimdi tekrar eskisinden de büyük bir güçle beni gençliğime çağıran adamın ismi.
Her şeyden bahsedilmiş, sadece bana lisanımı veren ve nefesiyle konuştuğum kişi anılmamıştı ve birdenbire bu korkak suskunluğu bir suç gibi hissettim. Ömrüm boyunca insan resimleri çizdim, yüzyıllar öncesindeki figürleri duyguları uyandırmak için günümüze geri getirdim ama o insanı hiç düşünmedim: Ona, yıllar önce yaşlanıp gitmiş olan o sevdiğim gölgeye ben yaşlanırken yanımda olması ve yine benimle konuşması için Homeros’un[1 - Homeros: Antik Çağ’da yaşamış İyonya’nın yerlisidir. Epik şair ekolüne dâhil olan Homeros, dünya edebiyat şaheserleri olan İlyada ve Odysseia destanlarının yazarıdır. (ç.n.)] zamanındaki gibi içmesi için kendi kanımdan vermek istiyorum. Bu kitabın yanına gizlenmiş bir sayfa daha eklemek, duygularımı itiraf etmek ve onun uğruna kendime gençliğimin hakikatini anlatmak istiyorum.
Başlamadan önce bir kere daha benim hayatımı anlattığını iddia eden kitabı karıştırıyorum. Ve elimde olmadan yine gülümsüyorum. Zira yanlış bir giriş yaparak varlığımın özüne ulaşabilmeyi nasıl isteyebilirler ki? Daha ilk adımları yanlış! Benim gibi özel meclis üyesi olan iyi niyetli bir okul arkadaşım benim daha lisedeyken beşerî bilimlere duyduğum tutkulu sevginin beni diğer öğrencilerden ayırdığı masalını anlatıyor. Yanlış hatırlıyorsun, sevgili özel meclis üyesi! Hümanizmle ilgili her şey benim için, dişlerimi gıcırdatarak katlandığım bir mecburiyetti. Tam da o küçük Kuzey Alman şehrindeki bir okul müdürünün oğlu olarak küçüklüğümden beri eğitimi hep bir ekmek parası kazanma aracı olarak gördüğüm için, çocukluğumdan beri tüm filolojiden nefret ederdim: Zaten doğa, mistik görevi gereği yaratıcı olanı korumak için, çocuğun her zaman babanın eğilimine karşı olmasını sağlar. Doğa rahat ve güçsüz bir mirasçı, bir nesilden bir sonrakine sıradan bir aktarımı ve tekrarlanmasını istemez: Aynı türden olanların arasına hep önce bir zıtlık sokar ancak zor ve dolambaçlı bir yoldan gidildikten sonra ataların yoluna girmesine izin verir.
Babamın bilimi kutsal olarak görmesi yetiyordu, oysa ben kendi fikrimce sadece kavramlarla ukalalık olarak görüyordum çünkü örnek olarak klasikleri gösteriyordu ve bu da bana öğretici gibi geliyordu ve bu yüzden nefret ediyordum. Bütün çevrem kitaplarla doluyken onları hor görüyor, babam tarafından her zaman zihinselliğe zorlanırken yazılı eğitimin her türüne karşı isyan ediyordum; bu durumda lisenin sonuna kadar zorla gelmem ve sonra da her türlü eğitimi şiddetle reddetmem şaşırtıcı bir şey değildi. Subay olmak istiyordum ya da denizci veya mühendis; aslında beni bu mesleklere zorla çeken bir hevesim de yoktu. Sadece bilimin kâğıt üzerinde ve didaktik oluşuna karşı duyduğum antipati benim akademik çalışmalar yerine uygulamalı alanı istememe sebep oldu. Ancak üniversite eğitimi ilgili ile her şeye fanatik bir saygı duyan babam akademik eğitim almam için dayattı, buna karşı yapabildiğim tek şey, klasik filoloji yerine İngilizcesini seçmeyi kabul ettirerek durumu biraz hafifletmek oldu. (Bu çözümü bulduğumda denizciler arasında geçerli olan bu dili öğrenirsem delice istediğim gemicilik mesleğine kaçışımın daha kolay olacağını düşünerek art niyetli davranmıştım.)
Bu yüzden özgeçmişimdeki değerli profesörlerin önderliği sayesinde filoloji biliminin temellerine daha Berlin’deki ilk sömestirimde ulaştığım şeklindeki o iyi niyetli iddia çok yanlıştır. O zamanki heyecanlı özgürlük tutkum, ne meslektaşlarımdan ne de doçentlerden bihaberdi! Daha amfiye yaptığım ilk kısa ziyarette, içerideki küflü hava, dersin papazların vaazı gibi ve aynı zamanda kibirli bir tavırla verilmesinden dolayı öylesine yorulmuştum ki başımı sıraya koyup uyumamak için kendimi zor tutmuştum. Kurtulduğumu zannettiğim için mutlu olduğum okul, yüksekteki kürsüsü ve en ufak kelimenin üzerinde durulmasıyla yine peşimden gelmişti: Profesörün azıcık açtığı dudaklarından kumlar akıyormuş gibi hissettim çünkü ağırlaşmış havada üniversite kitabının monoton ve aşınmış kelimeleri dökülüyordu.
Daha okul çocuğuyken bile ilgisiz ellerin ölmüş birisini otopsi için kurcaladıkları gibi ölü zihinlerin ceset galerisine düşmüş olduğumdan kuşkulanırdım, çoktan antika olmuş bu İskenderiye tarzı[2 - İskenderiye tarzı: Rönesans döneminin filosofisi. (ç.n.)] uygulamalarda da bu duygularım yeniden korkuyla canlandı. Bu savunma içgüdüm zorla katlandığım dersten şehrin, o zamanki kendi gelişimine bile çok şaşırmış olan Berlin’in caddelerine çıktığımda iyice şiddetleniyordu, şehir birdenbire ve erken serpilmiş bir erkeklikle dolup taşıyor, bütün taşlarından ve caddelerinden elektrik saçıyor; benim yeni fark etmekte olduğum erkekliğime benzer biçimde, her önüne çıkana karşı konulmaz bir şekilde dayattığı nabız gibi atan hararetli temposu ve doymak bilmez iştah duyuyordu. İkimiz de, şehir ve ben Protestan disipliniyle, kapalı yaşayan bir orta sınıftan aniden çıkmış, güçle ve yeni imkânlarla dolu bir coşkuya kapılmıştık. Şehir de, genç ve atik ben de, huzursuz ve sabırsız titreşen bir dinamo gibiydik. Berlin’i hiçbir zaman, o dönem gibi anlamadım ve sevmedim çünkü şehirdeki insanların petekten taşarak yayılması gibi, benim de her hücrem aniden genişleme arzusundaydı. Her güçlü genç yükünü sabırsız, içinden enerji fışkıran ve kabına sığmayan bu şehrin dev gibi ve sıcak kucağından başka nerede boşaltabilirdi? Şehir bir hamlede beni kendine çekti, ben de kendimi ona attım, onun damarlarına kadar indim, merakım tüm taştan ama yine de sıcak bedeninde dolaştı. Sabah erkenden gece yarılarına kadar caddelerinde gezdim, göllerine kadar gittim, gizli yerlerini araştırdım: Gerçekten, üniversite ile ilgilenmek yerine, kendimi tam bir tutkuyla canlı, maceralı keşiflere atmıştım. Ancak bu aşırılıklarım sırasında kendi tabiatımın bir özelliğine uymaktaydım: Çocukluğumdan beri aynı anda farklı şeyler yapamıyordum, duygularım bir konunun dışında başka her şeye kör olurdu; bu beni tek hat üzerinde iten güce her zaman ve her yerde sahip olmuştum ve bugün bile işimdeki bir soruna öyle tutkulu dalarım ki iliğinin son zerresini dişlerimin arasında hissetmeden bırakmam.
O zamanlar Berlin’de özgürlük duygusu bende öyle büyük bir sarhoşluğa dönüştü ki ne ders saatinde ne de kendi odamda kısa bir süre için bile kapalı kalmaya dayanamıyordum: Macera getirmeyen her şey bana kayıp gibi geliyordu. Yularından daha yeni ve zorla kurtulmuş, tecrübesiz taşralı genç, erkek olduğunu göstermek için çabalıyordu: Bağlantılar kuruyor, (aslında çekingen olan) yapıma cesur, canlı ve neşeli bir görüntü vermeye çalışıyordum, daha bir hafta geçmeden büyük şehirliyi, büyük Alman vatandaşını oynuyordum, kafe köşelerinde gerçek palavracılar gibi yayılıp oturmayı ve kaykılmayı şaşırtıcı bir hızla öğrenmiştim. Doğal olarak bu erkeklik konusuna kadınlar -ya da bizim kibirli öğrenci diliyle söylediğimiz gibi karılar- da dâhildi ve bu konuda dikkat çekecek kadar yakışıklı bir delikanlı oluşum işime yarıyordu.
Uzun boylu ve zayıftım, yanaklarımda hâlâ denizin verdiği bronzluk, her hareketimde bir sporcu edası vardı ve bu yüzden o zamanlar henüz şehrin dışında bulunan mahallelerdeki Halensee ve Hudekehle gibi gittiğimiz dans salonlarında her pazar günü bizimle birlikte ava çıkan, dükkânlarında kurutulmuş balık gibi, soluk benizli kalmış genç tezgâhtarların karşısında işim kolaylaşıyordu. Bazen saman sarısı renginde saçları olan, süt beyazı tenli Mecklenburglu bir hizmetçi kız olurdu, dans etmekten kızışmış, izni bitip evine dönmeden odama götürdüğüm, bazen de Tietz’de çorap satan yerinde duramayan ve sinirli Posenli bir Yahudi olurdu. Genellikle kolay elde edilen ve hemen arkadaşlara devredilen ucuz avlardı bunlar. Ancak bunları elde etmenin beklenmeyen kolaylığı daha dünkü ürkek liseli olan için baş döndürücü bir sürprizdi ve bu ucuz başarılar cüretkârlığımı arttırdı ve yavaş yavaş caddeleri sadece spor maceraları gibi bir avlanma alanı olarak görmeye başladım. Bir defa güzel bir kızın peşinden giderken -gerçekten tesadüfen- Unter den Linden caddesine ve üniversitenin önüne geldiğimde, bu saygıdeğer eşiğin üzerinden ne kadar zamandan beri geçmediğimi düşününce gülmek zorunda kaldım.
Kibirli bir ruh hâliyle benim gibi düşünen bir arkadaşla birlikte içeri girdim; sadece dersliğin kapısını araladık ve (bu durum inanılmaz gülünçtü) ilahi söyler gibi can sıkıcı konuşmalar yapan beyaz sakallı birisinin karşısında yüz elli sırtın eğilerek birlikte dua eder gibi göründüğünü seyrettik. Hemen kapıyı kapattım ve o sıkıcı hitabetin deresinin çalışkan öğrencilerin omuzlarına akmasını bırakarak arkadaşımla birlikte keyifle tekrar dışarıya, güneşli bulvara çıktım. Bazen düşünüyorum da, hiçbir zaman genç bir insan zamanını benim o aylarda harcadığım kadar boşa harcayamamıştır. Kitap okumadığımdan ve mantıklı tek bir söz etmediğimden, ciddi hiçbir şey düşünmediğim konusunda eminim. O zamana kadar yasaklanmış olan bir yaşamın yeni hazlarını yeni uyanmış bedenimle daha güçlü hissedebilmek için bütün kültürel ortamlardan içgüdüsel olarak kaçıyordum. Belki insanın böyle kendi öz suyuyla sarhoş olması, bu zaman kaybettiren kendine olan kızgınlığı bir biçimde güçlü ve aniden serbest bırakılan gençliğe aittir. Buna rağmen benim özellikle bu biçimdeki soğukkanlı serseriliğimi tehlikeli bir hâle getiriyordu ve eğer bir tesadüf bu iç düşüşü hafifletmemiş olsaydı ya her şeye tamamen boş verecek ya da en azından bir duygu bunalımına girecektim.
Bu tesadüf -bugün onu minnetle mutlu bir rastlantı olarak anıyorum- babamın beklenmedik bir biçimde müdürler konferansı için bir günlüğüne Berlin’e, bakanlığa çağrılmış olmasıydı. Profesyonel bir eğitimci olarak bu fırsatı, hâlimi görmek üzere baskın yapmak için değerlendirdi ve hiçbir şeyden haberi olmayan bana geleceğini söylemedi. Bu baskın onun için çok başarılı olmuştu. Kapıya duyulacak şekilde vurulduğunda çoğu zaman olduğu gibi o akşam saatinde de kuzeydeki ucuz öğrenci odamda -girişi bir perdeyle ayrılmış ev sahibinin mutfağındandı- son derece samimi bir kız misafirimdi. Bir arkadaşımın geldiğini tahmin ederek isteksizce homurdandım: “Konuşacak durumda değilim!” dedim. Ama kısa bir aradan sonra kapıya tekrar vuruldu, bir defa, iki defa ve sabırsız bir sertlikle üçüncü bir defa daha.
Rahatsız eden bu terbiyesizin işini adamakıllı bitirmek için öfkeyle pantolonumu giydim ve öylece gömleğimin yarısı açık, pantolon askılarım sarkık, ayaklarım çıplak durumda kapıyı açtım ve holün karanlığında babamın silüetini tanıyınca beynimden vurulmuş gibi oldum. Gölgede kalan yüzünde ancak arkadan gelen ışıktan dolayı parlayan gözlük camlarını seçebildim. Fakat bu gölge bile hazırladığım küstah kelimenin balık kılçığı gibi boğazıma takılıp kalmasına yetmişti: Bir an uyuşup kalakaldım. Sonra mecburen -o korkunç saniye- utanarak, odamı toparlayana kadar birkaç dakika mutfakta beklemesini rica ettim. Dediğim gibi: Yüzünü görmüyordum, ama anladığını hissettim. Ben de bunu suskunluğundan, tavırlarından, bana elini uzatmadan ve tiksinmiş bir ifadeyle perdenin arkasındaki mutfağa girişinden anladım. Yaşlı adam orada, defalarca ısıtılmış kahve ve pancar kokan ocağın karşısında, on dakika beklemek zorunda kaldı, bu on dakika ben kızı yataktan çıkarıp elbiselerini giydirirken, istemeden kulak misafiri olması, kızı onun yanından geçirip evden dışarı çıkarmam hem benim hem de onun için küçük düşürücüydü. Kızın ayak seslerini dinlemek, aceleyle çıkışının arkasından havalanan perdenin sallanışını izlemek zorunda kaldı ve ben hâlâ yaşlı adamı bu onur kırıcı saklanma yerinden çıkartamıyordum; önce müthiş dağınık yatağı düzeltmem gerekiyordu. Ancak bundan sonra -hayatım boyunca hiç bu kadar utanmamıştım- babamın karşısına çıkabildim. Babam o berbat saatte duruşunu bozmadı, bugün bile ona bu yüzden içimden teşekkür ediyordum. Zira ne zaman çoktan bizden gitmiş olanı hatırlasam, bir öğrencinin bakışıyla sürekli eleştiren ve takıntı hâlinde kusursuzluk arayan kurnaz bir öğretmen, bir yanlış düzeltme makinesi görmekten kaçınıyor, tersine çok tiksinti hissetmesine rağmen kendine hâkim olabildiği ve tek bir kelime bile söylemeden, arkamdan havası ağırlaşmış odama girdiği o en insani zamanını düşünüyorum. Şapkasını ve eldivenlerini elinde tutuyordu; gayriihtiyari bırakmak istedi ama o anda yüzünde bir tiksinti ifadesi belirdi, sanki varlığının herhangi bir parçasının oradaki pisliğe değmesine karşıydı. Ona bir sandalye verdim ama o odanın içindeki eşyaların hiçbirisine yaklaşmak istemediğini gösteren bir hareket yaptı.
Bir süre buz gibi bir tavırla bana doğru dönmeden durduktan sonra gözlüğüyle uğraştı ve ayrıntılı bir biçimde temizledi. Biliyordum, bu hareket onda sıkılganlık belirtisiydi; ayrıca yaşlı adamın gözlüğünü tekrar takarken elinin tersiyle gözüne değdiğini de fark etmiştim, hiçbirimiz söyleyecek bir şey bulamadı. Okul yıllarından beri nefret ettiğim ve küçümsediğim şekilde güzel bir ses tonuyla vaaz vermeye başlayacağından korkuyordum. Ama yaşlı adam -bugün bile ona teşekkür ediyorum- sessiz kaldı ve bana bakmaktan imtina etti.
Nihayet üniversite kitaplarımın durduğu sallanan rafa gitti, kitapları açtı ve daha ilk bakışıyla hiç dokunulmamış, bazılarının sayfa kenarlarının bile kesilmemiş olduğundan emin olmalıydı. “Not defterlerin!” Bu emir ilk kelimesiydi. Ellerim titreyerek uzattım, içinde sadece tek bir dersin stenoyla tuttuğum notlarının bulunduğunu biliyordum. İki sayfayı hızla çevirdi, hiçbir tepki göstermeden defterleri masanın üzerine bıraktı. Sonra bir sandalye çekti, oturdu ve bana ciddiyetle ancak hiçbir serzenişte bulunmadan baktı ve sordu: “Peki bütün bunlar hakkında ne düşünüyorsun? Ne olacak?”
Bu sakin soru beni yerin dibine soktu. İçimdeki her şey kaskatı olmuştu; bana kızacak olsaydı, küstahça karşı gelecektim, duygusal yaklaşsaydı onunla alay edecektim. Ama bu objektif soru inadımın tamamını kırmıştı; sorunun ciddiyeti beni de ciddi olmaya zorluyor, sorunun zoraki sakinliği saygı ve samimi bir kabul gerektiriyordu. Ne cevap verdiğimi hatırlamaya cesaretim var ne de sonra yaptığımız konuşmayı bugün bile kâğıda dökemiyorum: Birdenbire olan bazı sarsıntılar ve bir çeşit iç kabarmalar vardır ki tekrar anlatıldıklarında muhtemelen duygusal gibi olurlar, bazı kelimeler iki insan arasında sadece bir defa ve beklenmedik bir duygu karmaşası arasında gerçektirler.
Tüm zamanlar içinde babamla yaptığımız tek gerçek konuşmaydı bu ve kendimi gönüllü olarak aşağılamakta bir sakınca görmedim: Tüm kararları ona bıraktım. Ancak bana verdiği tek nasihat Berlin’den ayrılıp bir dahaki sömestir için küçük bir üniversiteye gitmem oldu ve şimdiden sonra tutkuyla kaçırdıklarıma yetişeceğimden emin olduğunu söyleyerek beni neredeyse teselli etti. Bu güveni beni çok sarstı, o saniyede soğuk bir resmiyet barikatının arkasına saklanan bu yaşlı adama bütün gençliğim boyunca haksızlık yapmış olduğumu hissettim. Gözlerimden sıcak yaşların fışkırmasına engel olmak için dudaklarımı sertçe ısırmak zorunda kaldım. O da benzer şeyler hissediyor olmalıydı çünkü birdenbire elini uzattı, titreyerek elimi bir an tuttuktan sonra da hızla dışarıya çıktı. Arkasından gitmeye cesaret edemedim, huzursuz ve şaşkın kalakaldım, mendilimle dudaklarımdaki kanı sildim, duygularımla baş edebilmek için dişlerimi geçirmişim.
Benim on dokuz yaşında yaşadığım ilk sarsıntıydı bu, üç ay içinde erkeklik taslamakla, öğrencilikle, başıma buyruklukla iskambil kâğıtlarından kurduğum ev, sertliği ve esintisi bile olmayan tek bir kelime ile bir anda çökmüştü. İrademe meydan okunması sayesinde kendimi bütün basit eğlencelerden vazgeçecek kadar güçlü hissettim; saçıp savurduğum zihinsel gücümü denemek için sabırsızlanıyor, ciddiyeti, ölçülü olmayı, eğitimi ve disiplini arzuluyordum. O süre içinde kendimi manastırlardaki fedakârlık hizmetleri gibi tamamen eğitime verirken tabii ki beni bilim alanında bekleyen o büyük sarhoşluktan habersizdim ve zihnin daha üst kademelerinde bile, atılgan insanlar için her zaman macera ve tehlikeler olduğunu bilmiyordum.
Bir sonraki sömestir için seçtiğim ve babamın da uygun bulduğu küçük taşra şehri Almanya’nın ortalarındaydı. Üniversitenin akademik ünü ile çevresindeki pek az evden oluşan şehir müthiş bir tezat içindeydi. Önce eşyamı istasyona bıraktım, sonra sora sora üniversiteyi bulmam pek zor olmadı ve eski çağlardan kalma bu geniş yapının içinde de ortamın Berlin’deki kalabalık çevreden çok daha samimi olduğunu ve insanı hemen içine aldığını hissettim.
İki saat sonra kayıt işlerini hâlledip, profesörlerin çoğunu ziyaret etmiştim, sadece İngiliz filolojisi hocam olan ordinaryüse hemen ulaşamamıştım, öğleden sonra saat dört gibi onu seminerde bulabileceğimi söylediler.
Bir saati bile kaçırmak istememenin sabırsızlığı ile ve önceleri bilimden imtina etmek için gösterdiğim çabanın tam tersiyle -Berlin’le kıyasladığımda bana uyuşturucu ile uyutulmuş gibi görünen küçük şehirde şöyle bir gezdikten sonra- tam saat dörtte söylenilen yerdeydim. Hademe seminerin kapısını gösterdi. Kapıyı vurdum. Bana içeriden cevap gelmiş gibi zannettiğimden içeriye girdim.
Ama doğru duymamışım. Hiç kimse bana içeriye girmemi söylememişti ve duyduğum o anlaşılmayan ses sadece, profesörün çevresine iyice yaklaşmış tahminen iki düzine öğrenciye doğaçlama bir konu anlatırken yükselen enerjik sesiydi. Yanlış anlayarak izinsiz içeri girdiğim için utanıp yine sessizce dışarıya çıkmak istedim, ama tam da bunu yaparak dikkat çekeceğimden korktum çünkü o ana kadar dinleyicilerden kimse beni fark etmemişti. Ben de kapının yakınında durdum ve ister istemez dinlemek zorunda kaldım.
Belli ki profesörün konuşması bilimsel bir konuşmadan ya da tartışmadan sonra kendiliğinden oluşmuştu, en azından öğrencilerin ve öğretmenin rahat, gelişigüzel bir grup oluşturmaları buna işaret ediyordu: Kendisi ders verir gibi uzağa değil, bir bacağını çocuk gibi aşağı sarkıtarak masalardan birine oturmuş, etrafına toplanmış genç insanların rastgele duruşlarına bakılırsa da hocayı dinlerken giderek artan bir ilgiyle öylece hareketsiz kalmışlardı. Belli ki profesör birdenbire masanın üzerine oturup, bir kement atar gibi kelimeleriyle onları durdukları yerde yakaladığında kendi aralarında konuşuyorlardı.
Benim de oraya çağrılmadan girmiş olduğumu unutup konuşmasının büyüleyici gücüne çekilmem için birkaç dakika yetti; konuştuklarını dinlemenin dışında, ellerini garip bir hareketle kubbe gibi yapıp kelimeleri toparlayan hareketlerini görebilmek için gayriihtiyari daha da yaklaştım; elleri bir kelime daha sert çıktığında, kanat gibi açılıyor, titreşerek yükseliyor, sonra bir orkestra şefi gibi müzikal bir tavırla tekrar yavaş yavaş alçalıyordu. Ve konuşma gittikçe daha da hararetlendi, konuşmacı dörtnala giden bir atın sırtındaymış gibi masanın üzerinde ritmik bir biçimde yükseliyor, şimşek gibi çakan imgelerin kovaladığı düşünce akışıyla soluksuz kalıyordu. Daha önce hiçbir insanı böyle coşkulu, böyle gerçekten sürükleyici konuşurken duymamıştım. Latince raptus yani bir insanın kendinden geçerek yükselişi olarak adlandırdığı durumu ilk defa görüyordum: Bu dudaklar ne kendisi ne de başkaları için konuşuyordu, kelimeleri içi yanan bir insanın ağzından alev gibi çıkıyordu.
Konuşmanın bir kendinden geçiş, anlatımın coşkusunun temel bir olay olduğu bir durumu daha önce hiç yaşamamıştım ve beklenmeyen bu durum beni birdenbire içine çekti. Yürüdüğümü bile bilmeksizin meraktan daha büyük olan bir güçle hipnotize olmuş, uyurgezerlerin kaslarını kullanmadan yürüdükleri ve büyülenmiş gibi küçük gruba doğru gittim; birdenbire bilinçsizce içlerindeydim, hocadan bir iki karış uzakta, benim gibi büyülendikleri için ne beni ne de başka bir şeyi fark eden diğerlerinin arasındaydım. Başlangıcını bilmediğim bir konuşmanın akımına kapılmıştım; galiba öğrencilerden biri Shakespeare’den gelip geçici bir kişilik olarak bahsetmiş olmalıydı, bu da yukarıdaki adamı tahrik etmişti ve kendinden geçerek onun bütün bir neslin en güçlü sembolü, ruhunu en derinden yansıtan ses, coşkulu bir zamanın ruhsal ifadesi olduğunu anlatıyordu. Tek bir cümleyle İngiltere’nin o müthiş saatini, o coşkulu tek saniyesini, her insanın olduğu gibi her halkın yaşamında da beklenmeyen bir biçimde patlak veren ve tüm güçleri bir araya toplayarak kuvvetli bir darbe ile sonsuzluğa yönelen o hamleyi gözler önüne seriyordu
Birdenbire dünya genişlemiş, yeni bir kıta keşfedilmiş, içindeki geçmişin en eski iktidarı olan Papalık, yıkılmakla tehdit edilmekteydi: İspanyol donanması, rüzgârın ve dalgaların elinde parçalanıp gittiğinden beri denizlerin ardında yeni imkânlar beliriyordu; dünya genişlediğinden ruh da gayriihtiyari ona eşit olmaya çalışıyordu. O da genişlemek, iyide ve hatta kötüde de sonuna kadar gitmek, keşfetmek, fethetmek istiyordu ve Orta Amerika’yı fethetmeye katılan İspanyol askerleri gibi onun da yeni bir lisana, yeni bir güce ihtiyacı vardı.
Ve bir gecede bu dilin konuşmacıları, şairleri ortaya çıktı, elli oldular, yüz oldular on yıl içinde, yabani ve haşarıydılar, kendilerinden önceki saray şaircikleri gibi kemerli bahçeler yaptıran ve gözde mitolojiden manzumeler yaratanlar gibi değildiler, tiyatroyu bastılar, daha önce sadece hayvan dövüşlerinin yapıldığı, kanlı oyunlarla eğlenilen tahta sahnelere kendi karargâhlarını kurdular ve eserlerinde hâlâ kanın sıcak buğusu vardı, kendi dramlarında da duyguları aç ve vahşi hayvanların birbirlerine saldırdıkları Cirkus Maximus[3 - Circus Maximus: Roma’da antik bir hipodrom ve halka açık oyunların düzenlendiği geniş alan. (ç.n.)] gibiydi.
Bu coşkulu yüreklerin öfkeleri aslanlar gibi kükrüyor, her birisi vahşilikte ve abartıda diğerini geçmeye çalışıyordu, sahnede her şeye izin vardı, her şey serbestti: ensestlik, cinayet, kötülük, suç işleme, bütün insani aşırılıklar, burada en kızgın âlemlerini yapıyordu; aynı daha önce aç canavarların kafeslerinden boşandıkları gibi şimdi de sarhoş tutkular kükreyerek ve tehlikeli bir biçimde tahtalarla çevrili arenaya çıkıyorlardı.
Tek bir patlama bir bomba etkisi yapmıştı, elli sene sürecekti, ani bir kanama, ani bir boşalma gibi bütün dünyayı pençesini geçiren benzersiz bir vahşetti: Bu güç âleminde tek tek sesler veya figürler pek hissedilmiyordu.
Birisi diğerlerini kışkırtıyor, her biri öğreniyor, her biri diğerlerinden çalıyor, her biri diğerini geçmek, ondan üstün olmak için savaşıyordu ve yine de hepsi tek bir şölenin içindeki ruhani gladyatörler, zamanın dehasının kamçıladığı zincirleri çözülmüş kölelerdi.
Zaman onları banliyölerdeki eğreti ve karanlık odalarından, saraylarından çıkartıyordu, örneğin duvarcının torunu Ben Jonson, ayakkabıcının oğlu Marlowe, uşağın oğlu Massinger, zengin ve kültürlü devlet adamı olan Philip Sidney, ancak kızgın girdap hepsini birlikte karıştırıyordu; bugün kutlanıyor, yarın Kyd gibi, Heywood gibi derin bir sefalet içinde ölüyorlar, Spenser gibi King Street’te açlıktan yerlere düşüyorlardı, hepsi sıradan olmayan varlıklardı, kabadayılar, pezevenkler, komedyenler, dolandırıcılar, ancak hepsi de şair, şair, şairdiler. Shakespeare sadece onların merkeziydi: The very age and body of the time[4 - Shakespeare, Hamlet, 3. perde, 2. Sahne.]; ancak onu ayırt edecek zaman yoktu, bu yüzden bu curcuna devam ediyor, eser eseri kovalıyor, tutku tutkuyu yaratıyordu. Ve birdenbire insanlığın bu harika patlaması, aniden yükseldiği gibi bir anda da titreyerek sönüverdi, dram bitmiş, İngiltere yorulmuştu ve Thames Nehri’nin yüzlerce yıldan beri süren ıslak ve sisli grisi yeniden ruhların üzerine de çöküverdi:
Bir hamlede bütün bir kuşak ihtirasın tüm doruklarına tırmanmış ve derinliklerine inmişti, fazlaca dolmuş, coşmuş ruh göğsünden ateşler püskürtmüştü. Şimdi ülke yorgun, bitik öylece yatıyordu; titiz püritenlik[5 - Püriten: 16. yüzyılın sonlarında İngiltere Kilisesi içinde ortaya çıkan Püritenizm olarak bilinen bir dinî reform hareketinin üyeleri.] tiyatroları kapatıyor ve böylece tutkulu söylevleri men ediyordu, tüm zamanların en insani ve en ateşli itiraflarının yazıldığı, bir kuşağın bir kereliğine binlercesi için yaşadığı İncil’e, ilahi olana geçildi yeniden.
Ve birdenbire beklenmedik bir şekilde konuşmasının kör ateşi bize döndü: “Dersime neden tarihsel sırayı izleyerek en baştan, Kral Arthur ve Chaucer’den değil, tüm kurallara aykırı olarak Elizabeth döneminden başladığımı şimdi anlıyor musunuz? Her şeyden önce onlarla yakınlık kurmanızı, bu müthiş canlılığa adapte olmanızı istediğimi anlıyor musunuz? Çünkü yaşamın içine girmeden filolojik kavrama gelişmez, değerleri anlaşılmadan kelimenin grameri önemsizdir ve siz gençler fethetmek istediğiniz bir ülkeyi, bir lisanı önce azami güzelliğiyle, gençliğinin en güçlü biçimiyle ve coşkusuyla görmelisiniz. Lisanı önce şairlerden, onu yaratan ve tamamlayanlardan dinlemelisiniz; şiiri bir kere, daha onu otopsi yapar gibi parçalara ayırmadan, henüz nefes alırken ve sıcakken yüreğinizde hissetmelisiniz. Bunun için ben hep tanrılarla başlarım çünkü İngiltere Elizabeth’tir, Shakespeare’dir, benzerleridir, öncesindeki her şey hazırlıktı, sonrasındaki her şey sonsuzluğa yapılan bu cesur atlayışın uyuşuk bir takibidir ama burada, hissedin, siz kendiniz hissedin genç insanlar, dünyamızın en canlı gençliğini hissedin. Her kişiyi, her insanı her zaman en çok yandığı, en tutkulu olduğu zaman tanırsınız. Zira bütün ruh kandan, tüm düşünceler tutkudan, tüm tutkular coşkudan doğar. Bu yüzden genç insanlar, sizi önce Shakespeare ve onun gibiler gerçek anlamda genç kılacaklardır! Önce heyecan, ancak ondan sonra gayret gelir; kelimeleri incelemeden önce onun olağanüstü, yüce, dünyanın en muhteşem dersi gelir!”
“Bugünlük bu kadar yeter, hoşça kalın!” Birdenbire, beklenmedik bir biçimde eli ile bittiğini gösteren bir hareket yaparken masadan atladı Birbirlerine iyice sokulmuş öğrenciler topluluğu silkelenmiş gibi bir anda dağıldı, sandalyeler çatırdadı, gümbürdedi, masalar itildi, o ana kadar ağzı kapalı yirmi kişi birden konuşmaya, öksürmeye, derin nefes almaya başladı. Birden nefes almaya başlayan tüm bu dudakları kapatanın ne kadar büyüleyici olmuş olduğu ancak şimdi görülüyordu.
Şimdi küçük mekânda bir o kadar ateşli ve dizginsiz bir karışıklık başlamıştı; bazıları teşekkür etmek ya da başka bir şey söylemek için hocanın yanına giderken, diğerleri kendi aralarında kızarmış yüzlerle izlenimlerini paylaşmaktaydı; ancak hiçbirisi sakin değildi, teması birdenbire kesilen ve basık havada soluğu ve harareti hâlâ çıtırdıyor gibi olan elektrikli gerilimin etkisinde olmayan yoktu.
Şahsen ben kıpırdayamıyordum: Kalbimden vurulmuş gibiydim. Sadece coşkuyla ve bütün duygularımı harekete geçirerek anlayabilen ben ilk defa bir hoca, bir insan tarafından etkilenmiş olduğumu, önünde eğilmenin bir görev ve zevk olmasının gerektiği üstün bir güç hissettim. Damarlarım ısınmıştı, nefesimin sıklaştığını, bu ürkütücü ritmin bedenimin içinde attığını ve bütün eklemlerimin sabırsızca uyarıldığını hissettim. Nihayet kendimi rahat bıraktım ve bu adamın yüzünü yakından görmek için ite kaka ön sıralara doğru yürüdüm çünkü -tuhaftır ki- o konuşurken yüz hatlarını hiç fark etmemiştim, öylesine siliktiler, konuşması sırasında yok gibiydiler. Şimdi de önce belirsiz profilini gölgeli olarak görebildim; yarı yarıya bir öğrenciye dönmüş, elini samimi bir biçimde onun omuzuna koymuş, pencerenin önünde loş ışıkta duruyordu. Bu yüzeysel harekette bile, bir eğitimcide görebileceğimi asla zannetmediğim bir samimiyet ve hoşluk vardı.
Bu arada birkaç öğrencinin dikkatini çekmiştim; çağrılmadan içeri girmiş biri gibi olmamak için profesöre doğru bir iki adım daha gittim ve konuşması bitene kadar bekledim. Ancak o zaman yüzünü görebildim: Bir Romalı başı, mermer gibi parlayan alnı bombeli, yanları gür, geriye yatan dalgası olan kır saçları; üst bedeni bir fikir adamının gösterişli yapısında ancak koyu göz altlarının hemen altında çenesinin düzgün yuvarlaklığı veya bir gülümseme, ya da huzursuz bir gerilme ile kıpırdanan tedirgin dudakları sebebiyle yüz hatları hemen yumuşuyor, neredeyse kadınlaşıyordu.
Yukarıda alnının erkeksi bir güzellikte sıkı tuttuğu cildi etli ve biraz yumuşak yanaklarında ve huzursuz ağzında gevşiyordu; önceleri heybetli ve hükmedici görüntüsü yakından bakıldığında zorla bir arada tutuluyormuş gibi duruyordu. Bedensel duruşunda da benzer bir çelişki vardı. Sol eli sakince masanın üzerinde duruyor ya da en azından öyle görünüyordu; çünkü parmak eklemlerinde sürekli ufak titremeler oluyordu ve ince, bir erkek eli için fazla yumuşak ve narin parmakları devamlı boş tahta üzerinde görünmez figürler çizerken, ağır göz kapakları ile örtülü gözleri konuştuğu kişiye ilgiyle bakmaktaydı. Huzursuz muydu ya da yükselmiş olan heyecanı hâlâ sinirlerinde titreşiyor muydu; her hâlükârda elinin bu istem dışı hareketleri, öğrencisiyle yaptığı konuşmada sakince dinlediğini belli eden yorgun ama yine de dikkatli yüzünün dinginliğiyle zıtlık içindeydi.
Nihayet sıra bana geldi, yaklaşıp, adımı ve niyetimi söyledim ve o anda bana bakan mavi parlak gözbebeğinde bir yıldız parladı. Tam iki, üç saniye kadar bu parlaklık soru sorarcasına çenemden saç diplerime kadar yüzümde dolaştı: Bu yumuşak sorgulama gibi olan bu bakış karşısında kızarmış olmalıyım çünkü hemen gülümseyerek heyecanıma karşılık verdi.
“Demek benim derslerime kaydolmak istiyorsunuz: Bunu daha ayrıntılı konuşmalıyız. Bunu hemen yapamayacağım için kusura bakmayın. Şimdi halletmem gereken bir şeyler daha var, belki beni aşağıda ana kapının önünde bekler ve sonra evime kadar eşlik edebilirsiniz.” Bu sırada narin, ince elini uzattı, bir eldivenden daha hafif ve yumuşak bir biçimde parmaklarımı tutarken kibarca bir sonraki öğrenciye dönmüştü bile.
On dakika kalp çarpıntılarıyla ana kapının önünde bekledim. Daha önceki eğitimimi sorarsa ne söyleyecektim, ne derslerde ne de boş zamanlarımda edebî konularla hiç ilgilenmediğimi nasıl itiraf edecektim?
Beni hor görür müydü, ya da belki de bugün beni büyülercesine sarmalamış olan o ateşli gruptan hemen çıkartacak mıydı? Ancak o gülümseyerek hızla yanıma yaklaştığında varlığı tüm tutukluluğumu giderdi, evet, hatta o beni hiç zorlamadan ilk sömestir oldukça ihmal ettiğimi itiraf ettim (onun karşısında bir şeyi gizleyecek gücüm yoktu). Yine o sıcak, anlayışlı bakışları beni sarmaladı. “Esler de müziğe dâhildir.” diyerek cesaretlendirircesine gülümsedi ve belli ki bilgisizliğimden ötürü daha fazla utanmayayım diye sadece kişisel sorular sormaya başladı, nereli olduğumu, burada nerede oturmayı düşündüğümü sordu. Henüz bir oda bulamamış olduğumu anlattığımda da bana yardım etmeyi teklif etti ve önce kendi oturduğu binada, yarı sağır yaşlı bir kadının kiraya verdiği ve bütün öğrencilerin memnun kaldığı küçük odayı görmemi önerdi. Diğer her şeyle kendisi ilgilenecekti; eğer eğitimi gerçekten ciddiye almak niyetindeysem, beni her bakımdan desteklemeyi görevi olarak gördüğünü söyledi. Evinin önüne vardığımızda tekrar elini uzattı, ertesi akşam birlikte bir ders planı hazırlamamız için onu evinde ziyaret etmemi teklif etti. Bu insanın beklemediğim iyiliği karşısında duyduğum şükran o kadar büyüktü ki sadece saygıyla elini tutarken şaşkın bir hâlde şapkamı çıkardım ve ona teşekkür etmeyi unuttum.
Aynı binadaki küçük odayı elbette hemen kiraladım. Oda hoşuma gitmemiş olsaydı da tutardım. Bunun sebebi de bana bir saatin içinde diğer hocaların verebileceğinden daha fazlasını veren, o büyüleyici hocaya duyduğum samimi minnet ve mekân açısından da yakın olmak isteğimden olurdu. Ama küçük oda çok güzeldi: Çatı odası hocamın dairesinin üstündeydi, yukarıdan sarkan tahta çatı parçaları yüzünden biraz loştu ama komşu damları ve kilise kulesini gören geniş bir bakış açısı vardı; uzaklarda memleket hissi veren kare şeklinde yeşil çayırlar ve onların üzerinde bulutlar görünüyordu. Yaşlı ve duvar gibi sağır ev sahibesi geçici kiracıları ile evladıymış gibi dokunaklı bir anaçlıkla ilgileniyordu; iki dakika içinde anlaşmıştık ve bir saat sonra da bavulum tahta basamakları gıcırdatarak yukarı çıkıyordu.
O akşam artık dışarı çıkmadım, hatta yemek yemeyi, sigara içmeyi bile unuttum. Bavula elimi ilk attığımda çıkan, tesadüfen yanıma almış olduğum ve (yıllardan beri ilk defa) okumak için sabırsızlandığım Shakespeare’di. O ders bende tutkulu bir merak uyandırmıştı ve şiirlerin sözcüklerini daha önce hiç okumadığım gibi okudum. Bu tür değişimleri açıklamak mümkün müdür? Ama bir anda yazım dünyası bana kapılarını açıvermişti, kelimeler sanki yüzyıllardan beri beni arıyormuş gibi üzerime akıyordu; mısralar beni bir ateş bulutu gibi sürükleyerek tüm damarlarıma kadar işliyordu, öyle ki rüyada uçtuğumu görür gibi şakaklarımda garip bir gevşeklik hissettim. Sarsılıyor, titriyor, kanımın daha sıcak aktığını, içimi bir ateş gibi sardığını hissediyordum. Daha önce bana hiç böyle bir şey olmamıştı ve sadece tutkuyla verilmiş bir ders izlemiştim.
Ancak bu sohbetin sarhoşluğu hâlâ içimdeydi, bir satırı sesli olarak tekrarladığımda sesimin gayriihtiyari onun sesini taklit ettiğini duyuyordum, cümleler aynı coşkulu ritimle akıyor ve ellerim aynı onunkiler gibi dalgalanmak istiyordu. Sanki büyülenmiş gibi, o güne kadar ruhsal dünya ile aramda olan duvarı bir saatin içinde yıkmış ve tutkulu benliğim, bugüne kadar bağlı kaldığım yeni bir coşku keşfetmişti: Ruhani kelimelerdeki tüm dünyeviliklerin keyfini çıkartma isteği.
Tesadüfen Coriolamus’a[6 - Coriolanus: William Shakespeare tarafından yazılmış bir trajedi oyunu. Romalı General Caius Martius Coriolanus’un yaşam hikâyesinden alınmıştır. (ç.n.)] denk gelmiştim ve bütün Romalıların bu en tuhafının tüm elementleriyle tanıştığımda yeni bir sarhoşluğa kapılmış gibi oldum: Gurur, cesaret, öfke, kibir, alay; duyguların tüm metalleri: çok tuz, çok kurşun, çok altın. Birdenbire bu sihri fark etmek, anlamak yeni bir keyifti! Gözlerim yanana kadar okudum, okudum; saate baktığımda üç buçuktu.
Altı saat boyunca bütün duyularımı hem uyarmış hem de aynı zamanda uyuşturmuş olan bu yeni güç karşısında neredeyse korkmuş bir hâlde ışığı söndürdüm. Ama içimde resimler yanmaya ve titremeye devam ediyordu, önümde bir sihir gibi açılan bu dünyayı genişleteceğini ve tümüyle içime işleyeceğini düşündüğüm ertesi günün özlemi ve beklentisi yüzünden pek uyuyamadım.
Ancak ertesi sabah hayal kırıklığı getirdi. Sabırsızlık içinde hocamın (bundan sonra ondan böyle bahsetmek istiyorum) İngilizce fonetik dersini vereceği amfiye giren ilk öğrencilerden biriydim. Hocam daha içeriye girer girmez korktum: Bu, dünkü insan mıydı, yoksa sadece benim coşkulu ruh halim ve heyecanım mı onu, tartışma sırasında kelimeleri şimşek çakar gibi, kahraman ve soğukkanlı, atak ve zorlayıcı kullanan bir Coriolanus’a yüceltmişti? İçeriye yavaş ve sürüklenen adımlarla giren kişi, yaşlı ve yorgun bir adamdı.
Sanki yüzündeki parlak tabaka yok olmuştu, şimdi ön sıradan neredeyse hasta gibi olan mat yüz çizgilerinde derin kırışıklıklar ve çatlaklar görüyordum; gevşek yanaklarının griliğinde enine mavi gölgeler çizilmiş gibiydi.
Okuyan hocamın gözlerini ağır gözkapakları gölgeliyor, solgun ve ince dudaklı ağzı da kelimelere hiçbir fark katmıyordu; neşesi, içinden taşan o coşkulu hâli nerede kalmıştı? Sesi bile bana yabancı gibiydi: Gramer konusunun kuruluğundan olsa gerek, monoton ve yorgun adımlarla kum üzerinde yürüyormuş gibi sertti.
Huzursuz oldum. Bugünün ilk saatlerinden beri beklediğim adam bu değildi; dünden beri beni ruhsal olarak aydınlatan görüntüsü nereye gitmişti? Burada bıkkın bir profesör etkisini yitirmiş bir sesle konusunu öylesine anlatıyordu; tekrar tekrar endişeyle belki yine de dünkü gibi tınlayan bir el gibi duygularımı sıcacık titreten ve tutkuya yükselten sesine döner mi diye dinliyordum.
Bu yabancılaşmış yüzü hayal kırıklığıyla yoklayarak, ona gittikçe daha endişeli bakmaya başladım: Karşımdaki yüzün aynı yüz olduğu inkâr edilemezdi ama aynı zamanda da içi boşalmış, bütün yaratıcı gücü tükenmiş gibiydi, parşömen maskeli yorgun, yaşlı bir adam gibiydi. Böyle bir şey olabilir miydi? Bir saat öyle genç olur, bir sonraki saatte olmayabilir miydi insan? Kelimelerin değişimiyle yüzün şeklini de değiştiren, onlarca yıl gençleştiren ani ruh dalgalanmaları olabilir miydi?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/stefan-cveyg/karmasik-duygular-69429199/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Homeros: Antik Çağ’da yaşamış İyonya’nın yerlisidir. Epik şair ekolüne dâhil olan Homeros, dünya edebiyat şaheserleri olan İlyada ve Odysseia destanlarının yazarıdır. (ç.n.)

2
İskenderiye tarzı: Rönesans döneminin filosofisi. (ç.n.)

3
Circus Maximus: Roma’da antik bir hipodrom ve halka açık oyunların düzenlendiği geniş alan. (ç.n.)

4
Shakespeare, Hamlet, 3. perde, 2. Sahne.

5
Püriten: 16. yüzyılın sonlarında İngiltere Kilisesi içinde ortaya çıkan Püritenizm olarak bilinen bir dinî reform hareketinin üyeleri.

6
Coriolanus: William Shakespeare tarafından yazılmış bir trajedi oyunu. Romalı General Caius Martius Coriolanus’un yaşam hikâyesinden alınmıştır. (ç.n.)
Karmaşık Duygular Стефан Цвейг
Karmaşık Duygular

Стефан Цвейг

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İnsan duygularını üstün gözlem yeteneği ile okurlarına aktaran Zweig; bu uzun öyküsünde genç filoloji öğrencisinin gözünden bir akademisyenin entelektüel kimliği arkasındaki duygusal yaşamına ışık tutuyor. Karakterler arasında kurulan bağ, duygusal sarsıntılara zemin hazırlasa da profesörün hayatındaki temel gerçeği de açığa çıkarıyor. Kabullenmesi zor olan duyguların zihinde yarattığı karmaşıklıkta, duygusal çalkantılarında boğulan kahramanlar, Zweig’ın kaleminde tekrar canlanıyor. Roland, profesör ve eşi arasındaki benzersiz aşk maceraları, aralarındaki sırlar ve saplantılı duygusal ilişkiler, gerilimler Zweig’ın güçlü kalemi ve tahlilleri ile her devrin okuruna hitap etmeye devam ediyor. "Hocamın başlangıçta fısıldar gibi acele çıkan sesi artık kaslarını ve bağ dokularını geriyor, gittikçe daha rahat ve daha yüksekten uçan metal ve parlak bir uçağa benziyordu: Oda artık sesine dar geliyor, duvarlar yankıdan zorlanıyor, mekânın tümüne ihtiyaç duyuyordu. Fırtınanın tepemde estiğini hissediyordum, denizin köpüren dudaklarından gümbürtülü kelimeler bağırarak çıkıyordu: Yazı masasının üzerine eğilmişken sanki yine kendi memleketimde deniz kenarındaki kumların üzerindeymişim gibi ve sanki binlerce dalganın muazzam uğultusu ve rüzgârın nefes alır gibi yaklaşıyor olması gibiydi."

  • Добавить отзыв