Jo′nun Oğulları

Jo'nun Oğulları
Louisa May Alcott
Koyu bir feminizm savunucusu olan Louisa May Alcott tarafından kaleme alınan "Jo’nun Oğulları"ında başkahramanımız Bayan Jo, oldukça kültürlü ve kendini bütünüyle evlatlarına adamış yürekli bir annedir. Oğulları ise keşmekeşli hayat mücadelesinde pek çok zorlu sınavdan geçecektir. Ama Bayan Jo’nun evlatlarına olan koşulsuz sevgisi ve bilge yol göstericiliğiyle bu sorunların üstesinden el birliğiyle geleceklerdir. Esasen "Jo’nun Oğulları"nda başkahraman Bayan Jo, günümüz ebeveynlerinin de kendisinden faydalanabileceği bir karakterdir. Çünkü onun annelik anlayışı, her koşulda ve her zaman evlatlarını sevgi ile kucaklamaktan geçer… "İyi birer örnek olun. Sizi rahatsız ettiğim için beni affedin sevgili oğullarım ama verdiğim öğütleri asla unutmayın. Belki bu söylediklerimin sonuçlarını asla öğrenemeyeceğim ama size yararlı olacağını düşünüyorum. İyi niyetle söylenen birkaç gelişigüzel söz, bazen çok şaşırtıcı biçimde yararlı olabiliyor. Zaten biz yaşlı insanlar, bunun için varız. Yoksa bizim deneyimlerimizin hiçbir faydasını göremezsiniz. Elimden geldiğince oğullarımı ve kızlarımı güvende tutmaya çalışıyorum, burası ahlaka önem veren bir yer, eskiden beri burada erdemli bir hayat yaşanır, aynı zamanda öğretilir de…"

Louisa May Alcott
Jo’nun Oğulları

Louisa May Alcott, Amerikalı yazar, tanınmış eğitimci Amon Bronson Alcott’un ve Abigail May Alcott’un kızı olarak dünyaya geldi. Dayısı Samuel Joseph May, köleliğin kaldırılması için mücadele veren ünlü isimlerden biriydi. Bir ablası, Anna Alcott Pratt ve iki de küçük kız kardeşi, Elizabeth Sewell Alcott ve Abigail May Alcott vardı. Özellikle üç kız kardeşi ile birlikte geçirdiği çocukluk yıllarından biyografik izler taşıyan Küçük Kadınlar romanı ile tanınır. Ailesi New England kökenliydi. Louisa sekiz yaşındayken ailesi Boston’dan geçim sıkıntısı nedeniyle kırsal kesime taşındı. Bir süre komünal yaşam sürdüler. Daha sonra annesine kalan bir mirasla Boston’a geri dönüp bir ev aldılar. Bostan’a geri taşındıktan sonra babası kendi dershanesini açtı ve ünlü edebiyatçıları bir araya getiren özel bir kulübe katıldı. Louisa May Alcott eğitimini hem babasından hem de babasının arkadaşları olan Henry David Thoreau, Ralph Waldo Emerson, Nathaniel Hawthorne ve Margaret Fuller gibi isimlerden aldı.
Gençlik dönemlerinde kadın hakları ve köleliğin kaldırılması için mücadelelere katıldı. Bir taraftan aile bütçesine katkıda bulunabilmek için öğretmenlik, hemşirelik, dadılık, temizlikçilik gibi işler yapıyor, bir yandan da yazarlık denemeleri ve fikir mücadeleleri sürdürüyordu. Çeşitli fabl denemelerini bir araya getiren ilk kitabı 1854’te yayımlandı. 1860’ta tanınmış edebiyat dergisi Atlantic Monthly’de yazıları yayımlandı. Alcott bu arada didaktik çocuk hikâyeleri de yazdı. 1868’te yayımlanan Küçük Kadınlar romanı büyük bir edebî başarı kazandı ve ismini klasik eserler yazarları arasına soktu.
Aslında Louisa May Alcott, Küçük Kadınlar’ı yazmayı pek istememişti. O zamana kadar genellikle yetişkinler için romanlar kaleme alıyordu. Ama Küçük Kadınlar’ın ilk yayıncısı, ona küçük kızlar için kitap yazmayı ve babasıyla bir anlaşma yapmayı önerdiğinde bu teklife sıcak bakmıştı. Bu öneriye göre babası da kendi yazdığı hikâyeleri yayımlatma fırsatı bulacaktı. Yazar o sırada otuz beş yaşındaydı ve bu kitabı yazmak sadece on haftasını aldı. Bu kitap bir bakıma yazarın otobiyografik bir romanıydı ve karakterleri yaratırken genelde kız kardeşlerinden ve çocukluk anılarından yola çıkmıştı. Dört kız kardeşin -Meg, Jo, Beth ve Amy- çocukluk yıllarını anlatan bu romanı ertesi yıl, aynı karakterlerin ailelerini kurmalarını ve çoluk çocuğa karışmalarını anlatan İyi Hanımlar izledi. 1871’de yayımladığı ve Jo’nun kocasıyla birlikte bir okul kurmasını anlatan Küçük Erkekler ve 1886’da yayımladığı Jo’nun Oğulları roman dizisini tamamladı. Aradaki dönemde yazdığı Eski Kafalı Kız, Jo Teyze’nin Karalamaları, Sekiz Kuzen ve devamı Gül Açarken ile iyi bir okur kitlesine sahip oldu.
Koyu bir feminist olan Alcott, hikâye kahramanı Jo’yu evlendirmeyi düşünmüyordu ama okurlardan evlenmesi gerektiğine dair tepkiler alınca -bu kitap ilk olarak iki cilt yayımlanmıştı- mecbur kalıp hikâye kahramanı Laurie ile evlendirmişti. Laurie karakterinin Ladislas Wisniewski adlı Polonyalı bir müzisyenden yola çıkarak yaratıldığı düşünülüyordu çünkü Alcott ve Wisniewski 1865’te yazarın Avrupa’da bulunduğu sırada tanışmış ve aralarında bir flört yaşanmıştı. İkisi iki hafta Paris’te bir aşk yaşamış ancak sonra da son bulmuştu.
Louisa May Alcott, hiçbir zaman evlenmedi ama ölen kız kardeşinin çocuğunu evlat edindi. Amerikan İç Savaşı’nda sağlık hizmetini yerine getirirken bu görevin yan etkisi olan cıva zehirlenmesi sonucu hastalığı giderek arttı. 6 Mart 1888 yılında elli beş yaşında iken, babasının ölümünden iki gün sonra, hayata gözlerini yumdu.
Semra Eşlisoy, İlk ve orta öğrenimini Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamladı. Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Çeşitli kurumlarda İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra yine aynı üniversitenin Yabancı Diller Yüksek Okulu, hazırlık bölümünde okutman olarak görev yaptı ve aynı bölümden emekli oldu. Türkçeye kazandırdığı eserler arasında Kazananlar ve Kaybedenler, 4 Kadın, Sherlock Holmes seri kitapları yer almaktadır. Deniz’in annesidir.

BİRİNCİ BÖLÜM
ON YIL ÖNCESİ
“Eğer biri bana on yıl sonra buralarda çok olağanüstü değişikliklerin olacağını söyleseydi asla inanmazdım.” dedi Bayan Jo, Bayan Meg’e bir yaz gününde Plumfield’da verandada oturup gurur ve mutlulukla etraflarına bakınırlarken.
“Bu öyle bir sihir ki sadece para ve iyi kalple elde edilebilir. Eminim Bay Laurence’ın cömertçe bağışladığı üniversite binasından daha asil bir eser olamaz. Ayrıca yıkılmadığı sürece böyle bir ev, March teyzenin anısını hep canlı tutacaktır.” diyerek cevap verdi Bayan Meg. Her zaman yanında olmayanları övmekle mutluluk duyardı.
“Hatırlar mısın eskiden perilere inanırdık ve üç tane dileğimiz olsa neler isteyeceğimizi planlardık. Dileklerimin en sonunda gerçekleştiğine inanıyorum. Sana da öyle gelmiyor mu? Para, şöhret ve çok sevdiğim işim.” dedi Bayan Jo ve genç kızken yaptığı gibi dikkatsizce saçını karıştırıp ellerini başının üzerinde kavuşturdu.
“Benimkiler de gerçekleşti ve ayrıca Amy de kendi isteklerinin tüm kalbiyle tadını çıkarıyor. Keşke Marmee, John ve Beth de burada olsaydı o zaman her şey daha da mükemmel olurdu.” diyerek ekledi Meg, sesi hafif titreyerek. Ne de olsa artık Marmee’nin yeri boş kalmıştı.
Jo elini kız kardeşininkinin üzerine koydu ve ikisi bir süreliğine öylece sessizce oturdular. Hem üzüntülü hem de mutlu düşüncelerin karışımıyla önlerindeki hoş manzaraya bakakaldılar.
Gerçekten sihirli bir değnek değmiş gibiydi çünkü eskiden sessiz sakin bir yer olan Plumfield artık işlek, ufak bir dünyaya dönüşmüştü. Evin ise eskiye göre daha da misafirperver bir havası vardı, yeni yapılmış badanasıyla ferah bir görüntüye sahip olmuş, ek binalar eklenmiş, çimler ve bahçe daha bakımlı bir hâl almış; çok müreffeh bir hava oluşturulmuştu. Huzuru bozan oğlan çocuklarının her tarafta cirit attığı ve iki yakalarını bir araya getirmekte zorlanan Bhaer ailesinden eser kalmamıştı âdeta. Eskiden uçurtmaların uçurulduğu tepede ise Bay Laurence’ın cömertçe bağışladığı o göze çarpan üniversite binası duruyordu. Bir zamanlar küçük çocukların ayaklarıyla ezdiği o patika yollarda artık arı kovanı gibi öğrenciler gidip geliyor; birçok genç erkek ve kadın artık zenginliğin, irfanın, iyilikseverliğin sağladığı avantajların tadını çıkarıyorlardı.
Plumfield’ın giriş kapısının hemen yanında çok sevimli, kahverengi, Dovecote’ye çok benzeyen, ağaçların arasına sıkıştırılmış bir kır evi bulunmaktadır. Batıya doğru uzanan yemyeşil bayırda, güneşin altında pırıl pırıl parlayan beyaz sütunlarla destekli konağı vardır. Laurie’nin hızla büyüyen şehir hayatı da bu evi çevrelediğinden, Meg’in de yuvasını mahvettiğinden ve olanlara çok öfkelenen Bay Laurence’ın burnunun dibine bir sabun fabrikası kurulduğundan beri arkadaşlarımız, Plumfield’a göç etmeye başladı ve bunun üzerine büyük değişikliklere adım atıldı.
Tabii daha güzel şeyler de yaşadık ve kaybettiğimiz yaşlıların arkalarında bıraktıkları hayır dualarıyla taçlandırılarak bizim ufak ahalimizin işleri rast gitmeye başladı. Üniversiteye başkan olarak atanan Bay Bhaer ile din adamı olarak atanan Bay March uzun zamandır üzerine titredikleri hayallerine bir güzel kavuşmuş oldular. Kız kardeşler, her biri kendine uygun rolü üstlenerek gençlerin bakımını kendi aralarında bölüştüler. Genç kadınlar için Meg anne figürüydü, Jo ise bütün gençlerin sırdaşı ve koruyucusuydu ve hayırsever bir kadın olan Amy, yardıma muhtaç olan öğrencilere gururlarını incitmeden yardımlar yapıyordu. Tüm samimiyetiyle onları evinde ağırladığından, öğrencilerin de onun sevimli evine Parnas Dağı adını takmaları şaşılacak şey değildi. Müzik, güzellik ve kültürle o kadar dopdoluydu ki bunlara aç olan genç kalplere çok çekici geliyordu.
Geçen onca yılda tabii ki bizim on iki oğlan dünyanın dört bir yanına dağılmıştı ama hayatta olanlar bizim eski Plumfield’ı gayet iyi hatırlıyor, dünyanın dörtte birini arşınlayarak karşılaştıkları çeşitli deneyimlerini anlatmak, geçmişte yaşadıkları keyif verici anılarına gülmek ve günümüzdeki görevlerini büyük bir yüreklilikle dört elle sarılmak için dönüyorlardı evlerine. Ne de olsa eski ve mutlu günlerin anısına bu eve dönüşler, sadece kalpleri merhametle doldurmuyor; aynı zamanda gençler bu sayede yardım ellerini de uzatıyorlardı. Birkaç kelimeyle her birinin geçmişinden söz edeceğim, sonra da hayatlarının yeni bölümleriyle devam edeceğim.
Franz, Hamburg’da akrabası olan bir tüccarla çalışıyordu, yirmi altı yaşındaydı ve durumu oldukça iyiydi. Emil ise masmavi denizleri aşan çok neşeli bir gemiciydi. Maceraperest hayat tarzından tiksindirmek amacıyla amcası onu çok uzun bir gemi yolculuğuna göndermişti ama eve o kadar mutlu dönmüştü ki bu mesleğin onun için biçilmiş kaftan olduğu aşikârdı. Ayrıca Almanya’da yaşayan akrabası, ona çok iyi bir fırsat sunmuştu. Böylece çocuğun keyfi gayet yerindeydi. Dan ise hâlâ gezgin bir hayat sürüyordu. Güney Amerika’da yer bilimi araştırmaları yaptıktan sonra Avustralya’da kuzu yetiştiriciliği yaptı ve şu an ise Kaliforniya’da maden arıyor. Nat ise konservatuvarda müzik eğitimiyle meşgul oluyor ve eğitimini tamamlamak niyetiyle bir veya iki yıl daha kalmayı planlıyor. Tom ise tıp okuyor ve mesleğini sevmeye çalışıyor. Aklı fikri zengin olmakta olan Jack ise babasıyla ortaklaşa iş yapıyor. Stuffy, Ned ve üniversitede olan Dolly, hukuk okuyor. Aynı Billy gibi bizim zavallı Dick de hayatta değil. Bu yüzden, hayatımız eskisi gibi mutlu olamayacak çünkü bu durum, tüm benliğimize acı veriyor.
Rob ve Teddy’ye “Aslan ve Kuzu” lakabı takılmıştı çünkü Teddy en vahşi hayvanlardan bile daha öfkeliydi. Rob ise meleyen en sakin kuzudan bile daha sakindi. Bayan Jo ona “benim kızım” diye hitap eder ve onu oldukça hayırlı bir evlat gibi görürdü. Tabii sessiz tavırları ve hassas mizacının altında oldukça mert bir erkek yatıyordu. Ancak Bayan Jo kendi gençliğinde yaptığı hataları, yaşadığı geçici hevesleri, tutkuları ve bir zamanlar aldığı keyifleri aynen Ted’in mizacında görüyordu. Her daim darmadağın olan kıvırcık, açık kahverengi olan saçlarıyla, uzun bacak ve kollarıyla, yüksek ses tonuyla ve sürekli hareket hâlinde olmasıyla Ted, öne çıkan bir figürdü Plumfield’da. Tabii zaman zaman kederlenerek hemen hemen haftada bir karamsarlığa düşerdi düşmesine ama böyle durumlarda ya sabır küpü olan Rob ya da annesi tarafından tekrar ayağa kaldırılırdı. Onu ne zaman yalnız bırakmaları gerektiğini ya da bir güzel silkelemeleri gerektiğini bilirlerdi. Annesinin gururu ve neşesiydi belki ama aynı zamanda ona eziyet de çektiriyordu. Yaşına göre çok zekiydi ve sürekli çeşitlilik gösteren marifetlerini sergiliyordu. Annelik duyarlılığı ile bu olağanüstü meziyetlere sahip çocuğun ileride ne olacağı konusunda Jo, sürekli kafa patlatıyordu maalesef.
Demi üniversite hayatı boyunca onur listesine giriyordu ve Bayan Meg, oğlunun papaz olmasını çok arzuluyordu. Değerli, genç papazın vereceği ilk vaazın hayalini sevgiyle kuruyor, aynı zamanda oğlunun uzun, yararlı ve onurlu bir yaşam süreceğini düşlüyordu. Ama John, artık ona öyle hitap ediyordu, kati bir şekilde İlahiyat Fakültesini reddedip bir sürü kitap okumaktan usandığını; insanoğlunun, dünyayı daha yakından tanımak istediğini ve gazetecilik mesleğini denemek istediğini söyleyerek zavallı annesini hayal kırıklığına uğrattı. Annesi için bu büyük bir darbeydi ama gençlerin kolay kolay akıllarına koyduklarından vazgeçmeyeceğini ve deneyimlerle en iyi şekilde öğreneceklerine inananlardandı. Bu nedenle kendi heveslerinin peşinden gitmesine izin verdi ama hâlâ oğlunu vaiz kürsüsünde görmeyi hayal etmeye devam etti. Jo teyze ailede bir gazetecinin olacağını duyunca köpürdü ve anında ona “Jenkins” lakabını taktı. Demi’nin edebî eğilimlerini beğeniyordu ama resmî görevli Paul Pyrs’dan nefret etmek için sebepleri vardı. Daha sonra bu konuya da değineceğim… Diğer taraftan Demi ne yapmakta olduğunun bilincindeydi; kaygılı annelerin söylediklerinden ya da arkadaşlarının şakalarından etkilenmeyerek huzur içinde planlarını yerine getirmekle meşguldü. Teddy amca onu cesaretlendirerek bu muhteşem kariyer ile ilgili umut verici bir tablo çizdi, gazeteci olarak kariyerlerine başlayan Dickens ve diğer ünlülerin sonunda tanınmış roman yazarları veya gazeteciler olarak yollarına devam ettiklerini açıkladı.
Kızların hepsi bu arada serpilip gelişiyordu. Daisy her zamanki tatlılığı ve evcimenliği ile annesinin biricik tesellisi ve arkadaşıydı. On dört yaşındaki Josie’nin kendine özgü bir kişiliği vardı ve bir sürü şakalar yapıp alışılmadık davranışlarda bulunurdu. Sessiz sakin olan annesiyle kız kardeşini, hem endişelendiren hem de eğlendiren en son tuhaflığı ise sahneye olan tutkusu oldu. Bess ise olduğundan birkaç yaş daha büyük gösteren, uzun boylu, çok güzel bir genç kıza dönüşmüştü, bir prenses gibi nazik davranışlı ve ince zevkleri olan biriydi ve hem babasına hem annesine çekmiş olup onların en güzel özelliklerine Tanrı vergisi olarak sahipti. Bunun yanı sıra sevginin ve paranın verebileceği her türlü donanıma sahipti. Fakat hane halkının esas gurur duyduğu kişi Nan’di; yerinde duramayan, inatçı, birçok çocuk gibi enerji dolu ve ümit vadeden bir kadına dönüşüyordu. Tutkulu maceraperest iş, ona en uygun olanıdır. Nan on altı yaşında tıp okumaya başladı ve yirmi yaşına geldiğinde hayatını gayet iyi idare etti. Diğer zeki kadınların, üniversitelerin ve hastanelerin hepsi onunla iş birliği yapmaya hazırdı. Bir gün Daisy ile yaşlı söğüt ağacının altında otururlarken ona “Sürekli endişeleneceğim bir ailem olsun istemiyorum. İçinde bir sürü ilaç şişelerinin ve havanların olacağı bir ofisim olsun istiyorum. Her yere gidip insanları iyileştireceğim.” diyerek Daisy’yi şok etti. Geleceği önceden belirlenmiş bu küçük kız, genç bir kadın olduğunda dileğinin olmasını sağlamıştı. Yaptığı işten öyle büyük bir haz alıyordu ki başka hiçbir meslek onu bu isteğinden caydıramazdı. Birkaç saygın genç erkek, onun fikrini değiştirmeye çalışmış ve “ufak, sevimli bir ev ve bakmakla yükümlü bir aile” seçmesini istemiş, tıpkı Daisy’nin seçtiği gibi. Ama Nan bu tekliflere sadece gülüp geçmiş ve çılgınca sevmekten söz eden aşk meraklılarına dillerini muayene etme önerisinde bulunmuş ya da hayranlıklarını kabul etmesi için yiğitçe ellerini uzatanların nabızlarını profesyonelce ölçmüştü. Bütün bunlar olup biterken sadece ısrarcı bir genç dışında hepsi kafasını eğip yanından ayrılıyordu. Bu genç, kendini Traddles’a öylesine adamıştı ki onun aşkını söndürmek olanaksızdı.
Bu delikanlının adı Tom idi ve Tom çocukluk aşkına ne kadar sadıksa Nan de “havaneli şeylerine” bir o kadar sadıktı, ayrıca bu çocuk sadakatini kanıtlayacak öyle bir şey yaptı ki Nan’i bile duygulandırabilmişti. Çok önceleri verdiği bir kararla ticaret hayatına atılmak yerine hiç sevmediği hâlde sadece Nan’in hatırına gidip tıp okudu. Ne var ki Nan, ne kadar kararlıysa Tom da bir o kadar azimliydi. Sadece bu mesleği gerçekten ifa etmeye başladığı zaman çok fazla insanı öldürmemeyi ümit ediyordu. İlginç olan, her ikisi de çok iyi arkadaştılar ve onların sevimli aşk oyunları dostlarının çok eğlenmesini sağlıyordu.
Bir gün öğleden sonra Bayan Meg ve Bayan Jo verandada sohbet ediyorlarken Nan ve Tom da Plumfield’a doğru yol alıyorlardı. Yan yana yürümüyorlardı, Nan o sevimli yolda tek başına hızlıca ilerliyor, ilgisini çeken bir vaka üzerinde düşünüyordu. Şehrin varoşlarını arkalarında bıraktıklarında Tom ise ona yetişip geçmek istercesine, sanki rastlantı sonucu karşılaşmış gibi yaparak peşine takılmıştı. Tom’un bir huyuydu bu, kendince eğleniyordu.
Nan çok hoş bir kızdı, canlı yüz ifadesiyle, berrak gözleriyle hep gülmeye hazırdı ve hayatlarında hep bir amacı olan genç kadınlarda olduğu gibi kendine hâkim bir duruşu vardı. Sade ve ortama uygun şekilde giyinir, rahat bir şekilde dolaşır, geniş omuzlarını dikleştirerek ve kollarını serbestçe sallayarak çok enerjik görünürdü. Yaptığı her hareketinde gençliğin ve sağlıklı yaşamın izini rahatlıkla görebilirdiniz. Karşılaştığı birkaç kişi ona dönüp baktı, o güzel günde taşraya doğru ilerleyen mutlu, canlı ve zinde bir kızı görmek hoş bir görüntüydü onlar için. Şapkasını çıkarmış, saçının her buklesini sabırsızlıkla sallayarak arkasından koşuşturan delikanlı da belli ki onlarla aynı fikirdeydi.
O an yumuşak bir ses tonuyla “Merhaba!” dedi Tom püfür püfür esen rüzgâra karşı, onu gördüğüne şaşırmış gibi yapma çabası tam anlamıyla bir başarısızlık örneğiydi. Nan ise dostane bir tavırla, “Ah sen misin Tom?” dedi.
“Öyle görünüyor. Bugün dolaşmaya çıkmış olabileceğini düşündüm.” dedi ve Tom’un neşeli yüzü sevinçle parladı.
“Dolaşmaya çıktığımı biliyorsun. Boğazın nasıl oldu?” diye sordu Nan profesyonel ses tonuyla. Bu şekilde konuştuğunda yersiz heyecanlarını bastırabiliyordu.

İKİNCİ BÖLÜM
PARNAS DAĞI
Adına yakışır bir yerdi ve o gün Müzler[1 - Müzler veya Musalar, Yunan mitolojisinde kardeş tanrıçalardır. Geleneksel olarak dokuz tanedirler. Çoğunlukla ilham perisi olarak tanımlanırlar. Başlangıçta muhtemelen sadece şiir tanrıçasıyken zamanla bilim ve diğer sanatlarla da ilişkilendirilmiştir. Efsaneye göre Zeus, Mnemosyne ile tam dokuz gece geçirmiştir ve her gece için bir Müz doğmuştur. Müzlerin adları hemen hemen her şiirde geçer fakat kendilerine ait bir destanları yoktur. Genellikle Apollo önderliğindeki bir koroda tanrıların bütün şenliklerinde şarkı söyler, dans ederler. (ç.n.)] oraya uğramış gibiydiler çünkü yokuş yukarı yürüyerek gelen yeni misafirleri çok hoş görüntüler ve nağmeler karşıladı. Açık bir pencerenin önünden geçerken kütüphaneye doğru göz attıklarında Kleio, Kalliope ve Urania’nın başkanlık yaptığını; Melpomene ve Thalia ise koridorda eğlendiğini, bazı gençlerin dans edip bir oyunun provasına çalıştığını gözlemleyebiliyorlardı. Erato ise sevgilisiyle bahçede geziniyor ve müzik odasında Apollo’nun bizzat kendisi birbirleriyle ses uyumu içerisinde bir koro yönetiyordu.
Bizim eski arkadaşımız Laurie olgunlaşmış bir Apollo’ya benziyordu çünkü zaman, o garip oğlanı vakti geldiğinde asil bir erkeğe erişmesini nasip etmiş; son derece yakışıklı ve güler yüzlü bir adama dönüştürmüştü. Sorumluluğu ve kaygıyı yaşadığı gibi gevşekliği ve mutluluğu yaşaması ona bu zemini hazırlamıştı, ayrıca büyükbabasının isteklerini karşılamayı görev bilip büyük bir sadakatle görevini yerine getirmişti. Zenginlik bazı insanlara yakışır ve en iyi şekilde güneşin ışınları altında coşarlar; başka insanlar da gölgeyi sever ve ayaza maruz kaldıklarında daha tatlı olurlar. Laurie öncekine benziyordu ve Amy de sonrakine; bu nedenle evlendiklerinden beri hayat onlara şiir gibi geliyordu. Sadece ahenk ve mutlulukla ilgili değildi bu, aynı zamanda içtenlik, haysiyet ve gönül zenginliğiyle ilgiliydi ve bilgeliklerini hayır işleriyle birleştirdiklerinde o muhteşem yardımseverlikleriyle birçok şeyin üstesinden geliyorlardı.
Evleri sade bir güzellikteydi, konforlu şeylerle doluydu ve sanatsever ev sahibi ile ev sahibesi işte burada türlü türlü sanatçıları cezbediyor ve eğlendiriyorlardı. Laurie her türlü müzik eğitimini almıştı, en sevdiği ve koruyuculuğunu üstlendiği sınıfına karşı son derece cömertti. Amy ise hevesli genç ressamları ve heykeltıraşları vesayeti altına almıştı, kızı yeterince büyüyüp harcanan emekleri ve alın teriyle yapılanları onunla paylaşacak yaşa geldiğinde kendi yaptığı sanatın fazlasıyla değerli olduğunu fark etti. Kadınların, kendi gelişimleri ve başkalarının çıkarları için, kendilerine lütfedilmiş özel yeteneklerini feda etmeden de başarılı eş ve anne olunabileceğini kanıtlayan insanlardan biriydi.
Kız kardeşleri onu nerede bulabileceklerini gayet iyi biliyorlardı ve Jo da doğrudan stüdyoya gitti. Orada anne kız birlikte çalışıyorlardı. Bess küçük bir çocuğun büstüyle uğraşıyor, annesi de kocasına ait çok zarif bir kafa büstüne son dokunuşlarını ekliyordu. Zaman Amy için âdeta durmuştu çünkü mutluluğu onu genç tutmuş ve içinde bulunduğu refah düzeyi de ihtiyacı olan kültürü sağlamıştı. Gösterişli ve zarif olan bu kadın şık olmanın sadelikle sağlanabileceğini, kıyafet seçimlerinde olduğu gibi bu giyimleri üzerinde çok hoş taşımasıyla asil karakterini gayet iyi açığa vurabiliyordu. Bir keresinde biri şöyle demişti: “Bayan Laurence’ın ne giydiği hakkında en ufak bir bilgim yok ama bulunduğu odada her zaman en iyi giyinenin o olduğu izlenimi yaratıyor bende.”
Kızına çılgınca taptığı belliydi ve böyle olmakla haksız da sayılmazdı çünkü öyle görünüyordu ki en azından kendi düşüncesine göre, her daim arzuladığı güzellik kendisinin gençlik hâlini kızının temsil ettiğini düşünüyordu. Kalıtımsal olarak Bess annesinden ay gibi vücudunu, mavi gözlerini, açık tenini, aynı tarzda arkadan bağlanan altın sarısı kıvırcık saçlarını almıştı. Ayrıca -ah, Amy’nin asla tükenmeyen neşesiyle- babasının aynı etkileyici burnu ve ağzını almış ama daha kadınsı bir şekilde. Giydiği aşırı sade olan uzun, keten önlük ona çok ama çok yakışmıştı ve gerçek bir sanatçı, bir şeyle meşgul olduğunda kendini nasıl işine veriyorsa Bess de kendini öyle işine veriyordu. Üzerindeki sevgi dolu bakışların farkında bile değildi, ta ki Jo teyze büyük bir şevkle bağırarak içeri koşana kadar.
“Sevgili kızlarım, elinizdeki çamurları bırakın ve benim size anlatacağım haberleri dinleyin!”
Her iki sanatçı da ellerindeki aletleri bir kenara bırakıp heyecan dolu kadını tüm samimiyetleriyle karşıladılar. Yaratıcılıklarının doruk noktalarındayken onun gelişiyle ikisi için çok değerli olan bir saatleri berbat olmuştu aslında. Hararetle dedikodu yapıyorlarken Meg tarafından çağırılan Laurie içeri girdi, hiçbir yerde barikat yoktu, hemen iki kardeşin ortasına oturuverdi ve büyük bir ilgiyle Franz ve Emil hakkındaki haberleri dinledi.
“Artık salgın ansızın patlak verdi sayılır, senin sürünü hiddetlenerek kasıp kavuracaktır. Bundan sonraki on yıl için her türlü romantizme ve gözü karalığa hazır ol, Jo. Oğulların yavaş yavaş adam oluyor ve denizlere baş aşağı dalarak bugüne dek yaşamadığımız kadar başımıza iş açacaklar.” dedi Laurie, Jo’nun mutluluk ve ümidini yitirmişlik hislerinin karışımı olan bakışından keyif alarak.
“Öyle olacağını biliyorum ve tek ümidim onları bu zorlu süreçten ayakları üzerinde dimdik durmalarını sağlamak. Korkunç bir sorumluluk olduğunu biliyorum ama yine de bana gelecekler ve onların zavallı aşk hayatlarını düzene sokmam için bana yalvaracaklar. Ama yine de bu benim hoşuma gidecektir. Ayrıca Meg, öyle acıma duygusuyla dolu ki sanırsın bu özelliğinden zevk alıyor.” diye cevabını verdi Jo. Oğullarından bahsedilince kendisini daha huzurlu hissediyordu, ne de olsa yaşları daha küçük olduğundan onlar hâlâ güvende sayılırlardı. “Bizim Nat onun Daisy’sinin etrafında fır fır dönmeye başlayınca korkarım pek zevk almayacaktır. Tabii bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Onun müzik eğitmeniyim ama aynı zamanda sırdaşıyım. Ona ne tür tavsiyelerde bulunabileceğimi söylemenizi istiyorum.” dedi Laurie ağırbaşlı bir tavır takınarak.
“Sus! Çocuğu unutuyorsun.” diyerek lafa karıştı Jo, tekrar işinin başına dönen Bess’i kafasıyla işaret ederek.
“Tanrı seni korusun! Onun kafası şimdi kim bilir nerelerde. Senin bir tek kelimeni bile duymuyordur. Ama artık buradaki işini sonlandırıp gitmesi gerekir. Sevgilim, bir koşu gidip bebeği yatırır mısın? Meg teyze de oturma odasında. Biz gelene kadar ona yeni resimleri gösteriver.” diye ekledi Laurie ve Pygmalion’ın Galatea’ya[2 - Pygmalion usta bir heykeltıraşmış, eserleri çok gerçekçiymiş. Bir gün fil dişinden bir heykel yapmış ve ona âşık olmuş. Bütün gün eserini hayranlıkla izlermiş. Eserine Galatea adını vermiş. (ç.n.)] bakmış olabileceği gibi uzun boylu kızını süzdü, ne de olsa ona göre, kızı evdeki heykellerin en nadide parçası gibiydi.
“Tamam babacığım, yaptığımın iyi olup olmadığını söyle bana.” Bunun üzerine Bess itaatkâr bir şekilde aletlerini bir kenara bıraktı ama yaptığı büste göz atmak için biraz oyalandı.
“Benim her zaman el üstünde tutulan kuzucuğum, gerçekleri itiraf etmeye kendimi mecbur hissediyorum ve yanaklardan birinin diğerine göre biraz daha şişman olduğunu görüyorum. Ayrıca çocuğun kaşı üzerindeki lüleler mükemmel bir göz ziyafeti sağlamayıp biraz boynuza benziyor ama ne var ki kesinlikle Rafael’in Chanting Cherubs[3 - Raffaello Sanzio De Urbino, kısaca Rafael olarak bilinen Rönesans döneminin İtalyan ressamı ve mimarıdır. 1483-1520 yılları arasında yaşamıştır. Chanting Cherubs onun tablolarından biridir. İki çocuk resmedilmiştir. (ç.n.)] adlı tablosuyla boy ölçüşemez ve senin eserinle gurur duyuyorum.”
Laurie bir yandan konuşuyor, bir yandan da kahkaha atıyordu çünkü kızının bu ilk girişimleri tıpkı Amy’nin ilk yaptıklarına çok benziyordu ve kızının eserini beğeni ile inceleyen annesi gibi ciddi bir yüz ifadesi takınmayı hiç ama hiç beceremiyordu.
“Müzikten başka hiçbir eserde güzellik göremiyorsun.” diye cevap verdi Bess. Doğal ışıkla aydınlatılmış o devasa stüdyonun serinliğinde Bess, altın sarısı saçlarını sallayarak âdeta parlak bir ışık saçıyordu.
“Ben sende güzelliği görüyorum, tatlım. Ayrıca sen sanat değilsen, o hâlde nedir sanat? Seni biraz doğaya çıkartmak niyetindeyim. Bu soğuk hamurlardan ve mermerlerden uzaklaştırıp güneşin altında dans etmeyi, kahkahalarla gülmeyi istiyorum, tıpkı diğer insanların yaptığı gibi. Ben kanlı canlı bir kızım olsun istiyorum. Hamurundan başka her şeyi unutan, gri rengindeki önlüğü ile sevimli bir heykel istemiyorum.”
Konuşurlarken iki tane tozlu el, adamın boynuna atıldı, tüm kelimeler yumuşak bir ses tonuyla ve ağırbaşlı bir şekilde Bess’in dudaklarından döküldü.
“Seni asla ihmal etmem babacığım ama deneme yanılma yoluyla öğrenerek çok güzel bir şey yapıp benimle gurur duymanı istiyorum. Annem bana sık sık ara vermem gerektiğini söylüyor ama ikimiz bu odaya girdiğimizde dışarıda başka bir dünyanın olduğunu unutuyoruz. Burada çok yoğun ve aynı zamanda mutlu oluyoruz. Şimdi de seni mutlu etmek için gidip koşuşturacağım ve şarkılar söyleyeceğim.” diye konuştu Bess. Önlüğünü bir kenara fırlatarak odadan bir anda yok oldu, âdeta odanın bütün ışığını beraberinde götürerek.
“Bu şekilde konuşmana sevindim. O yaşta biri için sanatsal hayallerinin o kadar etkisi altında kalıyor ki… Gerçi bu tamamıyla benim hatam. Yine de onun duygularını derinden paylaşıyorum. Bazen akıllı davranmayı unutuyorum işte.” Sonra da Amy derin bir iç geçirerek bebeğini nemli bir havluyla örttü.
“Bu dünyadaki en tatlı şeylerden biri, çocuklarımızdaki yaşama sevinci olduğunu düşünüyorum ama bir zamanlar Marmee’nin Meg’e söylediği bir şey, hiç aklımdan çıkmıyor. Hem kızların hem de oğulların eğitiminde babalar da paylarına düşeni yapmalı. Bu nedenle Ted’in mümkün olduğunca babasıyla zaman geçirmesini sağlıyorum, Fritz de zaman zaman bana Rob’ı verir. Onun sessiz tutumu bana ne kadar huzur verici ve rahatlatıcı geliyorsa Ted’in öfke nöbetleri de babasına bir o kadar iyi geliyor. Şimdi sana tavsiyem şu Amy, bir süreliğine Bess çamurla oynamayı bıraksın ve Laurie ile müzik çalışmaya başlasın. Böylelikle Bess hep annesiyle fazlasıyla vakit geçirmez, babası da bu durumda kıskançlık yapmaz.”
“Duyun, duyun! Bir Daniel konuşuyor. Tam anlamıyla bir Daniel!” diye bağırdı Laurie, memnuniyetini gizleyemeyerek. “Bana yardım elini uzatacağını ve bir şeyler söyleyeceğini biliyordum. Gerçekten Amy’yi biraz kıskanıyorum ve kızımla daha çok zaman geçirmek istiyorum. Haydi kadınım, seninle bir anlaşma yapalım. Bu yazı benimle geçirirsin ve gelecek yıl Roma’ya gittiğimizde onu sana ve o çok değerli sanatınıza teslim ederim. Bu adil bir anlaşma değil de nedir?”
“Sana hak veriyorum ama hobilerini, kendinizi doğaya vermenizi, bir de araya müzik eğitimi sıkıştırmanızı düşününce bizim kızımızın sadece on beş yaşında olduğunu unutmamalısın. Tabii bizim Bess yaşıtlarına göre çok daha olgun bir genç kız ve ona asla çocukmuş gibi davranmamalısın. O benim için o kadar değerli ki… Onun o çok sevdiği mermerler kadar saf ve güzel olarak kalmasını istediğimi düşünüyorum.” dedi.
Amy üzüntüyle konuşmuştu. Sahip olduğu bu değerli çocuğuyla birlikte geçirdiği onca mutluluk verici zamanı düşünerek odanın sağına soluna bakmakla yetindi.
“Eskiden Ellen adını taktığımız ağaca çıkmak istediğimizde ya da o rustik botları giymek istediğimizde ‘Hep bana hep bana Rabbena olmaz.’ derdik.” dedi Jo hararetli bir şekilde. “Bu nedenle kızınızı paylaşmayı öğrenmelisiniz ve hanginizin onun hayatına daha çok şey katacağını görmelisiniz.”
“Öyle yaparız.” dedi kızlarına düşkün ebeveynleri gülerek. Jo’nun söylediği deyim onlara birçok anı hatırlatmıştı.
“O eski elma ağacının ana dalında zıplamayı ne çok severdim! Bindiğim hiçbir at orada aldığım hazzın ya da eğitimin yarısını bile vermemiştir.” dedi Amy yüksek pencereden dışarı bakarak âdeta o eski, sevimli meyve bahçesini ve orada oynayan küçük kızları tekrar görür gibiydi.
“O bizim için kutsal sayılan botlarla ne çok eğlenirdim!” dedi Jo gülerek. “O yadigârlar hâlâ duruyor ama oğlanlar onları paçavraya çevirdiler. Yine de onları çok seviyorum, şu an mümkün olsa onlarla tekrar haşmetli bir şekilde yürümekten büyük keyif alırdım herhâlde.”
“Benim en sevdiğim anılarım o çok ısınan tavayla, sosisle ilgili olanıdır. Ne çok muziplik yapardık! Bütün bunlar çok gerilerde kalmış gibi geliyor!” dedi Laurie, önünde duran iki kadına gözlerini dikip bakarken onların bir zamanlar küçük Amy ile isyankâr Jo’nun olabilecekleri inanılması güçmüş misali bir tavır takınmış gibiydi.
“Sakın yaşlanıyor olduğumuzu ima etmeyesin, Lord’um! Biz daha yeni yeni çiçek açıyoruz ve etrafa saçılmış tomurcuklarımızla çok güzel bir demet çiçeği andırıyoruz.” diye cevap verdi Bayan Amy, bir kıza yeni bir elbise alındığında gösterdiği titizlik ve aynı zamanda memnunluk edasıyla gül rengi önlüğündeki katlanma yerlerini silkeledi.
“Dikenlerimiz ve ölü yapraklarımızdan söz etmiyorum bile.” dedi Jo iç geçirerek. Hayat onun için hiç de kolay geçmemişti ve şimdi bile hem evin içinde hem de evin dışında bazı sorunlarla yüzleşmek zorundaydı.
“Gel gidip bir bardak çay içelim, tatlım ve gençlerin neyin peşinde olduklarına bir bakalım. Gidip yanımıza bir demlik dolusu çay ile biraz elma alıp rahatımıza bakalım.” dedi Laurie, sonra da her iki kardeşe kollarını uzatarak Parnas’ta asla eksik olmayan öğleden sonrası çayı için yolu gösterdi.
Yazlarını geçirdikleri oturma odasında buldular Meg’i, havadar ve zevkli döşenmiş bir odaydı bu. Öğleden sonrası bol bol güneş ışığı ile ağaçlardan gelen hışırdamalarla doluydu burası, ne de olsa bahçeye açılan üç tane boydan boya pencere vardı. O devasa müzik odası evin bir ucundaydı ve diğer ucundaysa mor renkte perdelerin asıldığı derin bir cumba bulunuyordu, ailenin toplanabileceği ufak bir mekândı burası. Orada üç tane portre asılıydı, köşelerde ise iki tane mermerden yapılmış büst duruyordu, ayrıca bir divan, oval bir masa, üzerinde çiçeklerle dolu ayaklı vazo, bu kuytu yerde görebileceğiniz yegâne eşyalardı. John Brook ve Beth’in büstleri vardı. Her ikisi de Amy’nin çalışmasıydı. Gerçekteki karakterleriyle büyük bir benzerlik vardı ve her ikisi de durağan bir güzelliğe sahipti. Âdeta şu sözleri hatırlatıyordu: “Çömlekçi çamuru hayatı, alçı ölümü ve mermer de ölümsüzlüğü temsil etmektedir.” Sağ tarafta evin kurucusu olan Bay Laurence’ın portresi asılıydı. Gururlu ama aynı zamanda hayırsever bir yüz ifadesinin karışımını görebilirdiniz. Canlı ve yakışıklı duruyordu. Bir zamanlar o kızın, yani Jo’nun, o portresine beğeniyle baktığını yakalamıştı. Karşı duvarda March teyze vardı. Mirasını Amy’ye bırakmıştı. Etkileyici bir türbanı, kıyafetinin de abartılı kolları vardı ve mor renkli saten elbisesinin önünde uzun eldivenli ellerini çaprazlama tutmuştu. Görünüşündeki sertliği zaman yumuşatmıştı. Karşı tarafın duvarında asılı duran yakışıklı ve yaşlı beyefendinin yüzünde sabitlenmiş saygınlık ifadesi, yıllardır tek bir kötü söz söylemeyen o dudaklarında sıcakkanlı sırıtmanın nedenini açıklıyor gibiydi.
Oranın onur konuğuna gelince, üzerine güneşin sıcaklığı vuruyor, etrafını yeşil bir çelenk çevreliyordu. Bu Marmee’nin sevgi dolu yüzünden başkası değildi, fakir ve tanınmadığı zamanlarda arkadaşlık ettiği bu muhteşem ressam, müthiş bir beceriyle bu tabloyu boyamıştı. Öylesine hoş şekilde capcanlı duruyordu ki âdeta kızlarına doğru yüzünü çevirip gülümsüyor, neşeyle “Mutlu olun. Hâlâ aranızdayım.” diyor gibiydi.
Üç kız kardeş bir süreliğine o değerli tabloya bakakaldılar. Hürmet dolu bakışlarla ve asla azalmayan bir özlemle duygulu anlar yaşadılar, bu asil annenin varlığı o kadar önemliydi ki onlar için, bir daha onun yerini hiç kimse dolduramayacaktı. Onu kaybetmelerinin üzerinden iki yıl geçmiş, farklı bir yerde yeniden yaşamayı ve yeniden sevgiyi tatmak için yanlarından ayrılmıştı. Arkasında öylesine tatlı anılar bırakmıştı ki ev ahalisine, hem ilham kaynağı hem de avutucu olmuştu. Böyle duygu dolu hisler içindeyken kardeşler birbirlerine biraz daha yaklaştılar. O sırada Laurie tüm ciddiyetiyle duygularını kelimelere döktü.
“Kızımızın annemiz gibi bir kadına benzemesinden daha iyi bir şey isteyemem. Lütfen Tanrı’m, onun gibi olsun, bunun için çok uğraşacağım çünkü bu melek gibi kadına bunu borçluymuşum gibi hissediyorum.”
O sırada müzik odasından duru bir sesin “Ave Maria”[4 - Ave Maria, “Selam ey Meryem.” (Katolik kilisesinde okunan bir duanın ilk iki kelimesi.) (ç.n.)] şarkısını söylemeye başladığı duyuldu ve Bess bilinçsizce babasının duasını tekrarlamaya başladı çünkü babasının isteklerine, görev duygusuyla itaat ederdi. Eskiden Marmee’nin söylediği o yumuşak ses tonuyla söylenen şarkı, orada bulunan dinleyicileri tekrar günümüze geri getirdi. Çok sevdikleriyle ve kaybettikleriyle yaşadıkları o duygusal anları geride bırakarak hep birlikte açık pencerenin yanına oturup müziğin keyfini çıkardılar. O sırada mümkün olduğunca, hassas anı bozmamaya çalışarak Laurie sessiz sedasız çayları getirip servisini yaptı.
Nat bir süre sonra Demi ile içeri girdi. Arkalarında Ted, Josie, sonra da Profesör ve ona çok sadık olan Rob içeri girdi, hepsi “oğlanlar” hakkında haberleri almak için çok hevesliydiler. Çay fincanlarının çıkardığı takırtılar arasında orada bulunanların sohbetleri ortamı canlandırmıştı. Güneşin batmak üzere olmasına ve hepsi gün içerisinde yaptıkları yorucu işlere rağmen, bu neşeli topluluk dinlenmek için o aydınlık odaya âdeta demirlenmişti.
Profesör Bhaer’in saçları kırlaşmıştı belki ama her zamanki gibi dinç ve güler yüzlüydü, ne de olsa çok sevdiği bir işi yapıyordu ve o kadar içtenlikle işini yapıyordu ki bütün üniversite onun o muhteşem etkisini hissedebiliyordu. Genç bir oğlan olmasına rağmen Rob da onun izinden gidiyordu. Ona “Genç Profesör” lakabı çoktan takılmıştı bile. Onurlu babasının yaptığı çalışmalara tapıyor ve her bakımdan onu yakından taklit ediyordu.
“Eh, kalbimin içi, oğullarımıza tekrar kavuşacağız, hem de her ikisine de bayram havasını estireceğiz buralarda.” dedi Bay Bhaer, sevinçle parlayan bir yüz ifadesiyle. Jo’nun yanına oturup herkesin neşeli tebriklerini tokalaşarak kabul etti.
“Ah, Fritz eğer sen de Franz’ı onaylıyorsan ben de Emil adına çok mutluyum. Ludmilla’yı tanıyor muydun sen? Sence akıllıca bir eşleşme mi?” diye sordu Bayan Jo, bir fincan çayı uzatıp Bay Bhaer’e biraz daha sokularak. Sığınağı olan kocasına bir taraftan neşeyle, bir taraftan kaygıyla iyice yaklaştı.
“Her şey yolunda. Franz’ı yerine yerleştirmek için gittiğimde Madchen’i gördüm. Bir zamanlar çocuktu ama artık çok sevimli ve yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş. Sanırım Blumenthal ondan memnun. Eminim çocuk oralarda mutlu olacak. Alman olduğu için belki Vaterland’dan uzak olmaktan çok memnun olmayabilir ama bu nedenle eski ile yeni arasındaki bağımız o olacak. Bu da benim hoşuma gitti doğrusu.” diye açıkladı.
“Ya Emil’e ne dersin? O da bir sonraki seferde üçüncü kaptan olacak. Bu çok iyi değil mi? Senin iki oğlunun başarılı olmalarına memnunum. Hem onlar için hem de anneleri için çok büyük fedakârlıklarda bulundun. Sen bunu hafife alıyorsun tatlım ama yaptıklarını asla unutmayacağım.” dedi Jo. Sanki genç bir kız gibi duygu yüklü bir hâlde elini onun eline koymuş ve Fritz de onunla flört etmek için fırsatı kolluyormuş gibiydiler.
Fritz de o şen kahkahasını atarak eşinin yelpazesinin arkasından fısıldadı: “Benim zavallı oğullarım için Amerika’ya gelmeseydim asla Jo ile tanışma fırsatını yakalayamazdım. Zor günler artık geride kaldı. Kaybettiğim her şey için Tanrı’ya şükrediyorum çünkü artık hayatımın en kutsalına sahip oldum.”
“Oynaşıyorsunuz! Oynaşıyorsunuz! Bunlar sezdirmeden birbirleriyle flört ediyorlar.” diye haykırdı Teddy, tam da o sırada yelpazenin üzerinden onlara bakıyordu. Annesi şaşkına dönmüş ama babası da eğlenceli bulmuştu, ne de olsa Profesör, karısının dünyanın en tatlı kadını olduğunu düşünüyor ve bundan da asla utanmıyordu. Rob hemen erkek kardeşini o pencerenin önünden kovdu ama ne var ki haylaz, hemen diğer pencereye koştu. O sırada Bayan Jo, yelpazesini kapatarak eğer o afacan oğulları onlara yaklaşırsa parmaklarına vurmaya hazır hâlde beklemeye başladı.
Bay Bhaer’in çay kaşığını tıngırdatarak işaretle çağırması üzerine Nat koşuşturarak kendisi için büyük fedakârlıklarda bulunan bu mükemmel adamın önünde sevgi ve saygı dolu bir yüz ifadesiyle durdu.
“Senin için mektupları hazırladım, oğlum. Leipsic’te bulunan eski dostlarıma vereceksin, onlar da sana yeni yaşantında yardım eli uzatacaklar. Onları tanıman sana iyi gelecektir çünkü gurbette ilk başlarda biraz kederli olabilirsin ve seni avutacak bir şeylere ihtiyacın olabilir, Nat.” dedi Profesör, onun eline birkaç mektup tutuşturarak.
“Teşekkür ederim, efendim. Evet, işime başlayana kadar biraz yalnızlık çekeceğimi düşünüyorum ama yine de müziğim ve hayata devam etme ümidimin beni biraz neşelendireceğini düşünüyorum.” diye cevapladı Nat, bütün arkadaşlarını geride bırakıp yeni arkadaşlıklar kuracağının hem özlemini çekiyor hem de korkuyordu.
Artık erkekliğe bir adım atmıştı, masmavi gözlerinden dürüstlüğü okunuyor ve dikkatle kestiği, değer verdiği bıyığına rağmen ağzı çelimsiz görünüyordu. Geniş alnı müziksever doğasını açıkça ifşa ediyordu. Nat alçak gönüllü, sevecen ve sorumluluk taşıyan biriydi, Bayan Jo’ya göre çok üstün başarılar elde etmese bile yine de tatminkâr bir düzeydeydi. Bayan Jo tabii ki onu seviyor ve ona güveniyordu, elinden gelenin en iyisini de yapacağını biliyordu ama mükemmel olması beklentisi içinde hiç değildi. Tabii şu an biraz zor gibi görünse de yabancı eğitimin ve öz güvenin teşvik etmesiyle onu daha iyi bir sanatçı ve daha iyi bir erkeğe dönüştürmesinin beklentisi içindeydi.
“Bütün eşyalarına işaret koydum. Daha doğrusu Daisy yaptı. Ve bütün kitapların bir arada toplandığında paketleme işine başlayabiliriz.” dedi Bayan Jo, dünyanın her tarafına gönderdiği oğullarının bavullarını hazırlamaya o kadar alışıktı ki Kuzey Kutbu’na bile gitseler onun için paketleme işi vız gelirdi.
Onun adını duyar duymaz Nat’in yüzü kızardı. Oldukça solgun olan yanaklarına güneşin batışının son pırıltıları mı yansıyordu yoksa? Onun gösterişsiz çorap ve mendillerine o sevimli kızın işlediği N ve B harflerini düşündükçe Nat’in kalbi mutlu mutlu çarpmaya başladı. Nat delicesine tapıyordu Daisy’ye ve hayatında el üstünde tuttuğu en büyük hayali, bir müzisyen olarak kendine toplumda bir yer edinmek ve bu melek gibi kızı eşi yapmaktı. İçinde yeşerttiği bu ümit Profesör’ün verdiği öğütlerden, Bayan Jo’nun ona gösterdiği ilgiden ya da Bay Laurie’nin cömert yardımlarından daha değerliydi. Daisy uğruna çalıştı, bekledi ve ümit etti. Daisy’nin onun için kuracağı o ufak yuvayı ve kendisinin de keman çalarak kazanacağı paraları eşinin önüne atarak, birlikte kuracakları mutlu geleceğin hayaliyle yüreklendi ve sabırla bunun olmasını beklemeye başladı.
Bayan Jo, onun Daisy’ye olan sevgisini biliyordu ama tam olarak da bu adamı yeğeni için uygun görmeyeceği gibi Nat’in ihtiyacı olan akıllıca idareyi ve sevgi dolu özeni ancak Daisy’nin sağlayabileceğini de biliyordu ama Daisy’ye sahip olmadan Nat’in fazla yumuşak başlı davranacağı ve bir amacı olmayacağı tehlikesi vardı. Böyle erkekler doğru rotayı saptayarak dünyada güvenle gidebileceği birilerine ihtiyaç duyarlar. Zavallı çocuğun aşkını düşününce Bayan Meg, kararlılıkla kaşlarını çattı ve bu dünyada en uygun erkeği bulana kadar sevgili kızını asla bir başkasına vermeye niyeti yoktu. Aslına bakarsanız çok iyi niyetli bir kadındı ama sakin ruhlu insanların olabileceği kadar da sertti, bu nedenle rahatlamak istediğinde her zaman tüm içtenliğiyle oğullarının ilgi alanlarını destekleyen Bayan Jo’ya sığınırdı. Adı geçen oğlanlar artık büyümeye başladıklarından birtakım yeni kaygılar boy göstermeye başladı ve kendi sürüsünde tomurcuklanmaya başlayan aşk meşk ilişkilerinde tasanın ama aynı zamanda eğlencenin de ortaya çıkacağını öngördü. Aslına bakarsanız Bayan Jo’nun en iyi müttefiki ve aynı zamanda akıl hocası Bayan Meg idi, ne de olsa gelişmekte olan bir genç kızken de şimdi de romantizme bayılırdı. Fakat bu durumda bağrına taş bastı ama asla yalvarışlara kulak asmadı. “Nat yeterince erkek gibi davranmıyor, asla da davranmayacak, kimse onun ailesini bilmiyor, bir müzisyenin hayatı da zor. Daisy fazlasıyla genç, aralarında en az beş altı yaş var ve bu yaş farkı, belki onlara zorluk çıkaracaktır. Bakalım Nat’in yokluğu kendisi için neler sağlayacak?..” Böylelikle konu kapandı, anneliğe özgü içgüdüleri uyandığında oldukça sert davranabiliyordu çünkü değerli çocukları için kendi üzerindeki son tüyü yolabilir, kanının son damlasını bile verebilirdi.
Nat’e baktı, Leipsic hakkında kocasıyla konuşurlarken Bayan Jo da tam olarak bunları düşünüyordu ve oğlu yola çıkmadan önce bu konu hakkında açık açık konuşmayı aklına koydu. Ne de olsa başkalarına güvenmeye alışık biriydi ve en başından beri hayatlarında karşılaşabilecekleri sorunlar ve onları günaha teşvik edecek şeyler hakkında son derece rahatça oğullarıyla konuşabilecek yapıda bir kadındı, zaman zaman onların tadını kaçırabiliyordu belki ama her daim, doğru anı bekleyip doğru sözlerle onlara tavsiyeler verirdi.
Bu, ebeveynlerin ilk görevidir ve çocuklarına karşı zayıflık göstermeyip her zaman onları dikkatle izlemeli ve gerektiğinde uyarmalıdır. Evin güvenli limanından ayrıldıklarında onlara yön verecek ve rotalarından sapmayacak olan bilgileri ve kendi kendilerini kontrol etme yeteneklerini sağlamak çok önemlidir.
Bay March etrafında birkaç genç erkek ve kadınla içeri girdiğinde Teddy saygısızca “Plato ve müritleri yaklaşmaktadır.” dedi. Aslına bakarsanız, bu yaşlı bilge adam, bütün dünyada çok seviliyor ve gençlerden oluşan topluluğuna mükemmel vaizler veriyordu. Hepsi hayatları boyunca hem kalplerine hem ruhlarına hitap edecek yardımları için ona müteşekkir kalırdı.
Bess onu görür görmez yanına gitti. Marmee öldüğünden beri büyükbabasına özel bir ilgi göstermeyi görev edinmişti. Bakımını büyük bir istekle üstlenmişti ve onun rahat koltuğunu sürükleyerek çıkardığında o sapsarı saçların grileşmiş saçların üzerine düşmesiyle çok sevimli bir görüntü oluşturuyordu.
“Bizde her zaman iyi demlenmiş çay hazır ve nazırdır, efendim. Sade mi yoksa kokulu çay mı istiyorsunuz?” diye sordu Laurie; bir elinde şekerlik, bir elinde bir tabak dolusu pasta ile boş boş gezinirken. Çayları tatlandırmak ve aç insanları doyurmak, en sevdiği işler arasındaydı.
“Hiçbirini almayacağım, teşekkür ederim. Bu çocuk benim her ihtiyacımı karşılıyor.” diyerek Bay March, sandalyesinin kolçaklarının birinde, elinde bir bardak taze süt ile oturan Bess’e dönüp baktı.
“Sizin bakımınızla ilgilenmesi için Tanrı ona uzun ömürler versin ve ben de gençler ve yaşlılar bir arada yaşayamaz adlı şarkının hoş tezatlığına tanık olayım.” diye cevap verdi Laurie, her ikisine gülümseyerek.
“ ‘Anlaşılması güç olan yaşlılık’ konusuna döndük yine babacığım, sanki dünyada en önemli konu buymuş gibi!” dedi Bess alelacele. Şiiri çok severdi ve çok iyi okurdu:
Karların arasında hürmete layık şekilde dikilmiş
Taze güllerin yetiştiğini görmek istemez miyiz?
diye alıntı yaptı Bay March. O sırada Josie gelip diğer kolçağa tünedi, bol dikenli ufak tefek bir gülü andırıyordu o sırada çünkü Ted ile çok ateşli bir tartışmaya girmiş ve her hâliyle alt edildiği gözlerinden okunuyordu.
“Büyükbaba, erkeklerin sadece en güçlü oldukları için mi kadınların onlara itaat etmesi ve en akıllı sizsiniz demesi gerekir?” diye yüksek sesle sordu. O sırada kışkırtıcı bir gülümsemeyle, uzun boylu yapısında hep komik duran, çocuksu yüz ifadesiyle taciz edici bir tavır takınan kuzeni içeri girdiğinde ona öfkeyle baktı.
“Ah, tatlım, o modası geçmiş bir inanış ve onu değiştirmek biraz zaman alacaktır. Ama artık günümüzün kahramanlarının kadınlar olduğuna inanıyorum ve bana öyle geliyor ki artık kadınların da aynı seviyeye eriştiklerini ve amaçlarına ulaşacaklarını biliyorum. Bu nedenle erkekler, onları el üstünde tutmalıdır.” diye cevap verdi Bay March. Orada bulunan genç kadınların aydınlık yüzlerini babacan bir memnuniyetle inceledi. Aslına bakarsanız bu kadınlar, üniversitenin en parlak öğrencileri arasındaydılar.
“Bizim zavallı Atalantaların[5 - Atalanta, Atalanta Bergamo İtalyan futbol kulübüdür. Mavi siyah renklere sahiptir ve 1907 yılında kurulmuştur. (ç.n.)] önlerine konulan bütün engeller dikkatlerini dağıtıyor ve zaman kaybettiriyor maalesef. Öyle ya da böyle bu engeller altından yapılmış elmalar da değil. Ama daha iyi koşmayı öğrendiklerinde eşit şartlara sahip olacaklarını düşünüyorum.” diyerek güldü Laurie amca, kızgın bir kedi yavrusu gibi tüyleri diken diken olan Josie’nin hacimli saçlarını okşayarak.
“Varilleri elmalarla doldurup önüme atsalar bile ben yoluma başladığımda beni hiç kimse durduramaz ve ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, bir düzine Ted bile olsa karşımda, bana asla engel olamazlar! Bir kadının, bir erkek kadar iyi olabileceğini hatta daha da iyi olabileceğini göstereceğim ona. Bu daha önce kanıtlandı ve ben yine kanıtlayacağım. Benim beynimin hacmi daha küçük olabilir ama onunki kadar iyi çalışmadığı anlamına gelmez!” diye heyecanla haykırdı genç kız.
“Eğer öyle şiddetle kafanı sallamaya devam edersen geriye kalmış beyin hücrelerini iyice sersemleteceksin ve ben senin yerinde olsam onlara da iyi bakarım.” diye alaylı alaylı konuşmasını sürdürdü Ted.
“Bu iç savaşı kim başlattı?” diye sordu büyükbaba, kullandığı kelimelere hafif vurgu yaparak. Bu da yiğitlerin hararetini söndürmeye yetti.
“Vallahi biz gece gündüz demeden İlyada destanını çalışıyorduk ve Zeus’un, Juno’ya[6 - Juno, Roma mitolojisinde baştanrı Jüpiter’in kız kardeşi ve eşi. Aile ve doğum başta olmak üzere birçok alanda tezahürü ve ilgisi bulunan eski ve güçlü bir tanrıçaydı. (ç.n.)] planları hakkında soru sormamasını yoksa onu kırbaçlayacağını anlatan bölüme gelmiştik. Juno’nun süklüm püklüm susması üzerine Jo çok sinirlendi. Ben de ona bunun çok normal olduğunu, Zeus’a katıldığımı, kadınların pek fazla bilgili olmadıklarını ve erkeklere itaat etmeleri gerektiğini söyledim.” diye açıklamada bulundu Ted, bu sözleri dinleyicilerin eğlence kaynağı olmuştu.
“Tanrıçalar ne isterlerse yapabilirler ama kendi savaşlarında bile doğru dürüst dövüşemeyen ve yenilgiye uğramak üzereyken Pallas[7 - Pallas, Yunan mitolojisinde Zeus’un kızıdır. (ç.n.)], Venüs[8 - Venüs, Roma mitolojisinde aşkın ve güzelliğin koruyucusu olan tanrıçadır. (ç.n.)] ve Juno tarafından apar topar başka yerlere götürülmek zorunda kalan o erkekleri önemseyen Yunan ve Truvalı kadınlara sadece korkak diyebiliriz. Düşünsenize bir çift kahraman birbirlerine taş atarken diğer iki ordu durup oturuyor ve bekliyor bitmesini! Sizin Homeros hakkında çok iyi şeyler düşünmüyorum. Benim kahramanlarım Nopolyon ya da Grant diyebiliriz.”
Josie’nin bu tepeden bakma tavrı bir sinek kuşunun bir deve kuşunu azarlaması kadar komikti, ölümsüz şairi küçümsemesi ve tanrıları tenkit etmesi karşısında herkes kahkahalara boğuldu.
“Napolyon Juno’suyla çok iyi zaman geçirdi, öyle mi? İşte kızlar hep olayların bu yönüyle tartışmaya bayılırlar. Önce bir tarafı tutarlar sonra da diğer tarafı.” diye dalga geçti Ted.
“Johnson’ın hanım arkadaşı gibi. Asla kesin karar veremez ve onun yerine daldan dala konardı.” diye ekledi Laurie amca, bu sözlü düellodan büyük keyif alarak.
“Ben sadece onların askerî yönlerinden söz ediyordum. Ama kadınların gözünden bakarsak Grant nazik bir koca ve Bayan Grant de mutlu bir kadın değil miydi? Herhangi bir soru sorduğunda onu kırbaçlamakla tehditler savurmadı ve eğer Napolyon, Josephine’e karşı hatalar yaptıysa da en azından savaşmayı biliyordu. Minerva’nın[9 - Minerva, hikmet, akıl, savaş, sanat, okul ve ticaret tanrıçasıydı. (ç.n.)] gelip üzerinde titremesi beklentisi içinde hiç değildi. Züppe görünümlü Paris’ten[10 - Paris, bugün Çanakkale sınırlarında yer alan antik Troya Kralı Priamos ve Hekabe’nin oğludur. (ç.n.)] gemilerinde sürekli somurtan Achilles’e[11 - Achilles (Akhilleus), dünyanın en büyük savaşçısı kabul edilir. Yunan mitolojisinin en önemli kahramanlarından biridir. (ç.n.)] kadar hepsi aptal bir takımdı. Ayrıca Yunanistan’daki bütün Hektorlar ve Agamemnonlar[12 - Agamemnon, Truva savaşında ordunun başına geçer ve askerleri yönetir. (ç.n.)] için asla fikirlerimden vazgeçmeyeceğim.” dedi Josie, hâlâ yenilgiyi kabul etmeyerek.
“Bir Truvalı gibi savaşabiliyorsun, bu belli. Sen Ted ile savaşırken biz de iki itaatkâr ordu gibi oturup sizi izleyeceğiz.” diye söze başladı Laurie amca, küstahça mızrağı üzerine eğilen bir cengâver gibi poz vererek.
“Korkarım burada kesmek zorundayız çünkü Pallas birazdan göklerden inip bizim Hektor’u kapıp götürecek.” dedi Bay March gülümseyerek. O sırada Jo gelmiş ve oğluna yemek zamanının yaklaştığını hatırlatmıştı.
“Bu meseleyi daha sonra tartışarak çözeriz, özellikle bize müdahale edecek tanrıçalar olmadığında.” dedi Teddy. Oradaki ikramları hatırlayarak beklenmedik bir neşeyle başka tarafa yöneldi.
“Bir kek tarafından fethedildin! Vay anasını!” diye arkasından seslendi Josie. Hemcinslerine yasak olan klasikleşmiş bir sözü kullanabilme fırsatını yakaladığına çok sevinmişti.
Ama Ted, son derece erdemli bir yüz ifadesiyle oradan neşeyle ayrılırken son sözlerini esirgemeden konuşmasını sürdürdü. “İtaatkârlık bir askerin son görevidir.”
Her zaman son sözü söylemek, bir kadını ayrıcalıklı kıldığından Josie kararlılık içerisinde peşinden koştu ama dilinin ucuna gelen o iğneli sözleri ifade edemedi çünkü mavi bir takım giymiş ve güneşten oldukça esmerleşmiş genç bir adam, merdivenleri sıçrayarak tırmanıyordu. Neşeyle “Kara göründü! Kara göründü! Neredesiniz millet?” diye haykırmaya başladı adam.
“Emil! Emil!” diye haykırmaya başladı Josie ve çok geçmeden Ted de koşarak üzerine atladı, yeni geleni neşe dolu karşılayarak. Böylelikle en son düşman olan ikili çekişmelerine son vermiş oldular.
Kekler tamamıyla unutulmuştu ve çocuklar kuzenlerini sürüklemeye başladılar, sanki işini iyi bilen bir tüccarla anlaşma sağlandıktan sonra çekme halatıyla mallarını telaşla çekiştirir gibiydiler. Çocuklar oturma odasına döndüler. Orada Emil, bütün kadınları öptü ve bütün erkeklerle el sıkıştı, amcası hariç; bildiğiniz eski Alman usulüyle onunla kucaklaştı, bu da orada bulunanların çok hoşuna gitti.
“Bugün izin alabileceğimi hiç düşünmemiştim. Sonra bir baktım ki izni koparmışım ve ben de doğruca bizim eski Plum’a gittim. Orada hiç kimse yoktu, bu nedenle ben de geminin burnunu Parnas’a doğru döndürdüm. Ve bakın her biriniz buradasınız. Tanrı hepinizden razı olsun! Hepinizi gördüğüme ne kadar mutluyum bilemezsiniz!” diyerek haykırdı denizci oğlan. Ayaklarının altında sallanan güverteyi hâlâ hissediyormuş gibi bacaklarını ayrık tutarak duruyor, aynı zamanda yüzü sevinçle parlıyordu.
“Bizden razı olmak bir yana, herhâlde senin geminin kaburgası dalgalara kapıldı, Emil. Hiç denizci gibi konuşmuyorsun. Ah, ne kadar da gemi gibi, katran gibi kokuyorsun!” dedi Josie, kuzeninin beraberinde getirdiği taze deniz kokularını büyük bir zevkle içine çekerek onu kokladı. O Josie’nin en sevdiği kuzeniydi ve Josie de onun gözdesiydi. Bu nedenle mavi ceketinin şişkin ceplerinde, en azından kendisi için hediyelerin bulunduğunu çok iyi biliyordu.
“Dur, kalbimin içi, sen balıklama atlamadan önce ben bir derinliği yoklayayım.” dedi Emil gülerek. Josie’nin sevecen okşamalarının ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu ve onu bir eliyle yaklaştırmayarak diğeriyle de üzerinde farklı isimlerin yazıldığı türlü türlü ufak, yabancı kutuları ve paketleri el yordamıyla ceplerinden çıkarıp uygun yorumlarla etrafındakilere dağıtmaya başladı. Bu da orada bulunanları kahkahalara boğdu, ne de olsa Emil çok şakacı biriydi.
“İşte bu da bizim ufak sandalımızı beş dakika yerinde tutacak bir halat.” diyerek Emil, çok sevimli pembe mercandan yapılmış bir kolyeyi hemen Josie’nin kafasının üzerinden geçirdi. “Ve bu da deniz kızlarının su perisine gönderdikleri bir şey.” diye ekleyerek bir dizi sedef deniz kabuklarından oluşan, gümüş bir zinciri Bess’e uzattı. “Daisy’nin bu kemandan hoşlanacağını düşündüm, böylece Nat de bu kemanı kullanabilecek bir sevgili bulur onun için.” diye devam etti sözlerine denizci, bir kahkaha atarak. Sonra da keman şeklinde çok zarif işlemeli bir broş uzattı ona.
“Eminim çok beğenecektir. Şimdi ona götürüyorum.” diye cevap verdi Nat, yapacak bir görevi olduğundan memnun, odadan kaybolarak. Emil’in rastlamamasına rağmen Daisy’yi kendisinin bulabileceğinden emindi.
Kıkırdayarak Emil, kafası açıldığında içinde çok büyük bir hokkayı ifşa eden, acayip bir şekli olan oyulmuş ayıya uzandı. Çektiğinde hafif gıcırdayan bu hediyeyi Jo teyzeye sundu.
“Bu zarif hayvanlara olan ilgini bildiğimden senin kalemin için bunu getirdim sana.”
“Harikasın, Kaptan! Tekrar nasıl açıldığını göster.” dedi Bayan Jo, hediyesinden büyük memnunluk duyarak. Tüm bu yaşananlar Profesör’ün bilinçaltında Shakespeare’in Eserleri adlı çalışmasının su yüzeyine çıkmasına neden oldu ve büyük deha için bu çok sevilen bozayının mükemmel bir esin kaynağı olacağını düşündü.
“Bu arada her zaman genç görünmeyi başaran Meg teyze hâlâ başlık taktığı için Ludmilla’nın benim için dantel parçaları temin etmesini sağladım. Ümit ederim ki bunları beğenirsin.” Ve yumuşak hediye kâğıtların arasından üstü ince bir tabakayla kaplı bir şeyler çıkardı. Hemen bir tanesini alarak Bayan Meg’in o güzelim saçlarının üzerine iri kar tanelerini andıracak şekilde yerleştirdi.
“Amy teyze için bir şey bulamadım çünkü istediği her şeye sahip. Bu nedenle ona bir resim aldım. Bess bebekken bana her zaman Amy teyzeyi hatırlatan bir fotoğraf bu.” diyerek ona oval şeklinde fil dişinden yapılmış bir madalyon uzattı. Üzerinde altın sarısı saçlarıyla bir Madonna boyanmıştı ve mavi pelerinin üzerinde, kıpkırmızı yanaklı bir çocuğu tutuyordu.
“Ne kadar güzel!” diye bağırdı odadaki herkes ve Bess’in saçından bir tane mavi kurdele alıp madalyonuna geçirdikten sonra Amy teyze hemen boynuna astı. Hediyesi onu büyülemişti, ne de olsa ömrünün en mutlu günlerini anımsatıyordu.
“Şimdi de Nan için en uygun hediyeyi aldığım için kendimle gurur duyuyorum, çok şatafatlı olmasa da hoş bir şey, onun mesleğinin bir işareti gibi, yani bir doktor için çok uygun.” dedi Emil, lavdan yapılmış ufak kafatası şeklinde bir çift küpeyi büyük bir gururla sergileyerek.
“İğrenç!” Çirkin şeylerden hoşlanmayan Bess, hemen kendine verilen sevimli deniz kabuklarıyla ilgilenmeye başladı.
“O küpe takmaz ki.” dedi Josie.
“O zaman senin kulaklarını yumruklamaktan hoşlanacaktır. İnsanları muayene edip onları cerrahi bıçakla tedavi etmekten hiç olmadığı kadar mutlu olacağından eminim.” diye cevap verdi Emil, hiç rahatsız olmayarak. “Sandığımda siz erkekler için bir sürü ganimet var ama kızlar için kargomu boşaltmadığım sürece rahat yüzü göremeyeceğimi çok iyi biliyordum. Hadi bana şimdi bütün haberleri anlatın.” Sonra da Amy’nin en sevdiği üstü mermer olan masanın üzerine oturdu ve ayaklarını sallayarak, saatte on iki millik bir hızla denizcimiz konuşmasını sürdürdü, ta ki Jo teyze gelip onları Kaptan’ın şerefine hazırladığı o muhteşem aile çayına alıp götürene kadar.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
JO’NUN GEÇİM DERDİ
Çeşitli mesleki kariyerleri sırasında March ailesinin türlü türlü sürprizlerle karşılaşmaları onları mutlu etmişti ama en muhteşemi, çirkin ördek yavrusunun bir kuğuya değil de altın yumurtlayan bir tavuğa dönüşmesi olmuştu ve edebî değeri olan bu yumurtalar, pazarda öylesine beklenmedik bir taleple karşılaştı ki on yıl sonunda Jo’nun en çılgın ve en çok hayalini kurduğu rüyası gerçekleşmiş oldu. Nasıl ve neden olduğunu hiçbir zaman tam olarak anlayamamıştı ama birdenbire kendisini ufak çapta da olsa meşhur olmuş durumda bulmuştu ve daha da iyisi, cebinde ufak bir servet oluşmuştu. Böylece o günlerde yaşadığı bazı engelleri ortadan kaldıracak ve oğullarının geleceğini garanti altına alabilecekti.
O yıl her şeyin Plumfield’da ters gitmesiyle başladı. Herkes zor zamanlar geçiriyordu, okuldaki öğrenci sayısı azalmaya başladı, Jo kapasitesinin üzerinde çalışması sonucunda uzun süren bir hastalığa yakalandı, Laurie ve Amy gurbet ellerdeydi ve Bhaerler de bu cömert çifte her ne kadar yakın ve onlar için önemli olsalar da onlardan yardım istemeyecek kadar gururluydular. Hastalığından dolayı odasına kapanmak zorunda kalan Jo, gelinen noktadan dolayı iyice ümitsizliğe düşünce son çare olarak uzun zamandır kullanmadığı kalemine başvurdu ve gelirindeki boşluğu doldurmak amacıyla en iyi yapabileceği şeyi yapmaya karar verdi. Belirli bir yayıncı tarafından istenilen, sadece kızlara özgü bir kitap için kendisinin ve kız kardeşlerinin hayatlarındaki maceraların birkaç sahnesini, ufak bir hikâyeye dönüştürerek alelacele kâğıda karaladı, -gerçi oğlanlar daha çok onun çizgisindeydi ama- başarıyı yakalama ümidi çok zayıf olmasına rağmen yine de gönderip şansını denedi.
Jo için olanlar hep umduğunun aksi olurdu. Üzerinde uzun yıllar harcadığı onun ilk kitabı; gençliğin büyük umutları ve ihtiraslı hayalleriyle piyasaya sürülmüş, uzun süren yolculuğunda zaman zaman bataklığa saplanmış, epey sonra bile bu enkaz su üstünde batmadan durmaya devam etmiş ve en azından yayıncının kâr etmesini sağlamıştı. Apar topar yazılmış bu hikâye, getireceği birkaç dolar dışında başka bir şey düşünülmeden gönderilmişti ama açık ve güneşli havada dümeninde akıllı bir kaptan ile denize açılarak halkın sevgisini kazanmıştı. Bunun sonucunda altın ve zaferle dolu beklenmedik bir kargo oldukça yüklü bir hâlde limana yanaşmıştı.
Herhâlde yeryüzü Josephine Bhaer kadar afallamış bir kadını bünyesinde taşımıyordu o an. Ufak gemisi limana yanaştığında âdeta bütün bayraklar dalgalanıyor, daha önce sessizliğini koruyan toplar şimdi neşeyle bombardıman ediyordu ve hepsinden önemlisi, bütün iyi niyetli arkadaşları onunla bayram ediyor, candan tebriklerle onun ellerini kendi ellerinde oldukça dostane şekilde sıkı sıkı tutuyorlardı. Bundan sonra bütün olay sadece denize açılmaktı ve tek yapması gereken şey, gemilerini yükleyip müreffeh yolculuklarına uğurlamaktı, böylelikle sevdikleri ve çok emek harcadığı kişiler için bolca rahatlık sağlamış olacaktı.
Şöhreti hiçbir zaman kolay kolay kabullenemedi, ateş olmayan yerden duman çıkmaz deyimine günümüzde birçok örnek verilebilirdi ama Jo’ya göre bir zafer kazanmanın yolu, kötü üne sahip olmaktan geçmiyordu. Şansına şüpheyle bakmıyor, minnettarlıkla kabul ediyordu, gerçi etrafındaki cömert insanların söylediğine göre alması gerekenin yarısını bile almamasına rağmen gelgitlerin artık yükselişe geçmesi, olayların gidişatını bütünüyle değiştirmiş ve ailenin güvenli bir limana batmadan rahatlıkla ulaşabilmesini sağlamıştı. Artık ailenin yaşlı bireyleri fırtınadan uzak güvenli bölgeye alınmış, gençleri ise hayat yolculuklarında gemilerini kızaktan suya indirebilmişlerdi.
Her türlü mutluluk, barış ve bolluk, bereket yaşandı o yıllarda. Sabırla bekleyenlerin, ümitle çalışanların duaları kabul olundu. Tıpkı bize hayal kırıklıkları, sefaleti ve üzüntüyü yaşatarak başarıyı tattığımızda onun değerini daha iyi anlamamızı sağlayan Tanrı’nın bilgeliği ile adaletine samimi bir şekilde inananların dualarının kabul olunduğu gibi. Bütün dünya bu halkın refahına tanık oldu ve iyi niyetli insanlar, ailenin düzelmiş maddi imkânları karşısında bayram ettiler ama Jo’nun en değer verdiği başarısı, hiçbir şeyin değiştiremeyeceği ya da elinden alıp götüremeyeceği mutluluğunu çok az insan biliyordu.
Bu da annesinin son yıllarında mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamasını sağlayabilme gücüydü, sonsuza kadar bakmakla yükümlü olduğu kişilerden kurtarmak, yorgun ellerini rahatlatmak, o güzelim yüzü her türlü kaygıdan uzaklaştırmak ve o iyiliksever kalbinin büyük haz aldığı akıllıca hayır işleri yapabilme özgürlüğünü gönlünce yapabilmesiydi. Genç bir kızken Jo’nun en büyük hayali Marmee’nin zor ve cesur hayatından sonra huzur içinde oturabileceği ve yaşamın tadını çıkarabileceği bir odası olmasıydı. Artık o hayali gerçek olmuştu, Marmee her türlü konforun ve lüksün sağlandığı o sevimli odasında oturabiliyordu, hastalıkları arttıkça onu çok seven kızları etrafında pervane oluyorlardı ve üzerine yaslanabileceği sadık bir dosttu. Hayatını neşelendirecek saygılı torunların şefkatiyle geçiriyordu günlerini. Hepsi için oldukça paha biçilmez zamanlardı bunlar ve çocukları hayatta iyi şanslarla karşılaştıklarında anneler ne kadar mutlu oluyorsa o da bir o kadar mutlu oluyordu onlar için. Ektiğini biçtiğini görecek kadar yaşadı; ettiği duaların cevaplandığını, ümitlerin yeşerdiğini ve yarattığı yuvanın meyvesini vererek huzurun ve maddi rahatlığın hediye edildiğini görebilmişti ama sonra bir gün dünyada işi bitmiş, cesur, sabırlı bir melek gibi huzur içinde yatmanın mutluluğuyla yüzünü gökyüzüne doğru çevirmişti.
Onun huzura kavuşması hayatımızdaki bu değişimin tatlı ve kutsal yanıydı ama garip ve çelişkili bir süreçti, tıpkı bizim sahip olduğumuz bu ilginç dünyadaki diğer olaylar gibi. Yaşadığımız bu ilk sürprizden sonra insan doğasına özgü nankörlük duygusuyla Jo, birdenbire kuşku ile sevinci bir arada yaşamaya başladı ve ünlü olmaktan usanmış, kaybettiği özgürlüğüne içerlemeye başlamıştı. Ona hayran olan halk, zınk diye onu sahiplenmiş ve geçmişte, günümüzde ve gelecekteki meseleleriyle yakından ilgilenmeye başlamışlardı. Yabancılar ona bakmaya, soru sormaya, öğütler vermeye, ikazlarda bulunmaya, tebrik etmeye ve iyi niyetli ama çok usandırıcı bir ilgiyle onu çileden çıkarmayı görev bildiler. Eğer kalbini bu insanlara açmayı reddederse onlar serzenişte bulundular; eğer hayvan hakları cemiyetlerine bağışta bulunmayı, özel isteklere çare bulmayı, insanlık namına bilinen her hastalık ve dert ile ilgili duygularını paylaşmayı kabul etmezse ona taş kalpli, bencil ve mağrur dediler. Eğer yığınla kendisine gönderilen mektuplara cevap vermeye imkânsız gözüyle bakıyorsa ona hayran olan halkına karşı görevlerini savsaklamakla suçladılar. Ve eğer podyum üzerinde poz vermesi için ricada bulunduklarında evinin mahremiyetini tercih ediyorsa “Bu edebiyatla ilgilenenlerin yanına, havalarından yanaşılmıyor.” şeklinde özgürce eleştirilerde bulundular.
Elinden gelenin en iyisini çocukları için yapmaya çalıştı, aslında yazdığı hikâyelerdeki karakterler onların ta kendileriydi ve doymak bilmez bu gençlerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla son derece azimle çalışmaya devam etti. “Daha çok hikâye istiyoruz, hem de derhâl!” Onların uğruna yaptığı bu fedakârlıklara tabii ailesi razı olmuyordu ve zamanla sağlığı da bunun sonuçlarını çekti ama yine de bir süre daha gençlikle ilgili eserlerini yazmaya devam ederek bu uğurda kendini feda etti. Bu genç arkadaşlara çok şey borçlu olduğunu düşünüyordu, ne de olsa yirmi yıllık bir çabanın ardından onların gösterdikleri merhametleriyle tedavi edilmişti.
Ne var ki bir süre sonra sabrı tükenmeye başladı, aslan olmaktan yoruldu ve bir ayıya dönüşerek doğal olarak mağarasına çekildi, onu da oradan çıkartmak istediklerinde ise çok kötü şekilde kükredi. Aslında ailesi eğleniyordu ama onun çektiği acıları pek anlayamıyorlardı. Jo’ya göre hiç hayatında bu kadar zor duruma düşmemişti. Özgür olmak onun en çok önem verdiği değerdi ve öyle görünüyordu ki elinden çok çabuk kayıp gidiyordu. Fanusta yaşamak bir süre sonra çekiciliğini yitiriyordu ve böyle hayatını sürdürmek için Jo fazla yaşlı, fazla yorgun ve fazla meşguldü. Elinden gelen her şeyi yaptığına ve akla uygun çözümler bulduğuna inanıyordu. Özellikle imza günleri, fotoğraf çekimleri ve otobiyografik hikâyelerinin tüm memleketin yayın programlarında uygun şekilde hazırlanmasında; sanatçılar onun evinin her tarafını kullandıklarında; gazeteciler, sabrı zorlayan durumlarda ona gaddarca saldırdıklarında; yatılı okuldan gelen bir sürü coşku dolu öğrencinin bir hatıra bulmak için arazilerini harap ettiklerinde; evine sabit bir akış sağlayan cana yakın seyyahların saygıdeğer ayaklarıyla kapı girişini aşındırdıklarında; bir haftalık deneme süresinde sürekli zilin çalınmasından dolayı hizmetkârlar istifa ettiklerinde; yemek zamanlarında kocasının onu kurtarmak için nöbet tuttuğunda; başına gelen bazı musibetler karşısında oğulları arka pencerelerden kaçması için onu kolladıklarında ve özellikle cesur misafirlerin, en talihsiz anlarda haber vermeden geldiklerinde olduğu gibi.
Bir gün başına gelenlerden örnek verecek olursak durumları daha iyi anlamanızı sağlayabilir, bu mutsuz kadını mazur görmeniz için bir neden olabilir ve imza almaya çalışan canavar ruhlu bir kimse yüzünden artık arazilerinin etrafının neden duvarlarla örülü olduğuna dair bir ipucu verebilir.
“Şansı yaver gitmeyen yazarları koruyacak bir kanun olmalı.” dedi Bayan Jo bir sabah Emil’in gelişinden kısa bir süre sonra, o sırada oldukça büyük ve çeşit çeşit mektuplar gelmişti posta yoluyla. “Uluslararası telif haklarını almaktan çok, benim için hayati bir konu bu, ne de olsa vakit nakittir, barış da sağlıktır ama ben her ikisinden de mahrum kalıyorum. Bunun yanı sıra yurttaşlarıma gitgide daha az saygı duyuyorum ve çılgınca bir istekle el değmemiş uzak ormanlara uçmak istiyorum, ne de olsa özgürlükler ülkesi Amerika’da bile kendi isteğimle ön kapımı kapatamıyorum.”
“Avları peşinde olan aslan avcıları, iğrenç davranabiliyorlar. Bir süreliğine bizimle yer değiştirebilseler faydasını görecekler ve bize ne kadar bıkkınlık verdiklerini de kabul edecekler. Özellikle ‘bizim büyüleyici eserlerimiz karşısında beğenilerini sunmayı, kendileri için onur meselesi hâline getirdiklerini’ fark ettiklerinde.” diyerek alıntı yapan Ted, annesinin karşısında başını eğdi, sonra da imza isteyen on iki rica karşısında kaşlarını çattı.
“Bir hususta kesin kararımı verdim.” dedi Bayan Jo, oldukça metanetli davranarak. “Bu tür mektuplara kesinlikle cevap vermeyeceğim. Bu oğlana en az altı tane mektup yolladım, satıyor mu ne yapıyor bilemiyorum. Buradaki de bana kız okulundan yazıyor ve eğer ona cevap yazarsam okulundaki diğer kızlar da bana yazıp daha çok mektup isteyecektir. Hepsi rahatsız ettiklerini yazarak başlıyor mektuplarına. Tabii ki canım sıkılıyor onların istekleri karşısında ama yine de cesaret ediyorlar çünkü ben oğlanları seviyorum veya onlar kitaplarımı seviyor veya her ikisinden biri.”
“Emerson ve Whittier bunları direkt çöpe atarmış ama ben sadece gençler için ahlaki saçmalıklar sunan, edebî bir bebek bakıcısından başka bir şey olmamama rağmen bu iki yazarın yayılmış ününün izinden gideceğim yoksa bu sevimli insafsız çocukları tatmin etmeye çalışırsam ne yemek yiyecek ne de uyku uyuyacak zamanı bulabilirim.” Ve bunun üzerine Bayan Jo, rahat bir nefes alarak orada bulunan bir yığın mektubu ortadan kaldırdı.
“Ben diğer mektupları açarım. Sen de huzur içinde kahvaltını yap, liebe Mutter.[13 - Almanca, sevgili anne. (ç.n.)]” dedi Rob, sık sık annesinin sekreteri pozisyonuna geçerek. “Bak, bu güneyden gelmiş.” diyerek oldukça etkileyici mührü açarak okumaya başladı:

Hanımefendi,
Çabalarınız sonucunda büyük bir miktarda servete konmanızın, Tanrı katında büyük bir lütuf olduğunu görüyorum ve hiç duraksamadan bizim kilisemizin cemaati için belli miktarda sermaye tedarik etmeniz için ricada bulunuyorum. Hangi mezhebe ait olduğunuzu bilmemekle beraber, eminim ki böyle bir öneri karşısında eli açık davranacağınızı tahmin ediyorum.
    Saygılarımla
    Bayan X. Y. ZAVIER
“Nazik bir şekilde geri çevir, tatlım. Ben ancak kapıma gelen fakirleri doyurup giydirebiliyorum. Elde ettiğim başarı karşısında ancak böyle Tanrı’ya şükredebiliyorum. Haydi devam et.” diye cevap verdi annesi, minnettarlıkla mutlu evine bakınırken.
“On sekiz yaşında edebiyatla ilgilenen bir genç, yazdığı romanı senin adına çıkarmayı öneriyor ve ilk baskıdan sonra senin adını çıkarıp kendi adını eklemek istiyor. İşte sana çok havalı bir teklif. Genç yazar bozuntularına karşı ne kadar yumuşak kalpli olduğunu biliyorum ama yine de bu teklifi kabul etmeyeceğini tahmin ediyorum.”
“Mümkün değil, olmaz. Onu kibarca reddet ve bana taslağını göndermemesini sağla. Şu an elimde yedi tane daha var, kendiminkini bile okumaya pek zamanım yok.” dedi Bayan Jo ve sonra da dalgın dalgın kâseden ufak bir mektup bulup çıkardı ve dikkatlice açtı çünkü aşağı doğru yazılmış adresi, bir çocuğun yazmış olabileceği hissini veriyordu.
“Buna kendim cevap vereceğim. Yaşı küçük hasta bir kız çocuğu benden kitap istiyor ve ona yollamak niyetindeyim ama sadece onu memnun etmek için kitaplarımın devamını yazamam. Daha fazlası için yaygarayı koparan bu doymak bilmez minimini Oliver Twistleri memnun etmeye kalkışsaydım herhâlde çıkmaza saplanırdım. Sırada ne var, Robin?”
“Bu kısa ve güzel.”

Sevgili Bayan Bhaer,
Ben sizin çalışmalarınız hakkındaki fikirlerimi söyleyeceğim. Her birini birçok kez okudum ve hepsi birinci sınıf. Başarılarınızın devamını diliyorum.
    Bir hayranınız
     BILLY BABCOCK
“İşte bunu çok beğendim. Billy son derece mantıklı ve sahip olabileceğim en iyi eleştirmenlerden biri, fikrini açıkça beyan etmeden önce eserlerimi birçok kez okumuş. Benden cevap da beklemiyor. Bu yüzden ona teşekkürlerimi ve saygılarımı gönder.”
“Burada, İngiltere’de yedi kızıyla beraber yaşayan bir kadın var ve senin eğitim üzerindeki fikirlerini öğrenmek istiyor; ayrıca hangi mesleği seçmeleri gerektiğini. Bu arada, en büyüğü on iki yaşında. Endişesini gayet iyi anlıyorum!” diyerek kahkaha attı Rob.
“Ona cevap vermeye çalışacağım ama benim kızlarım olmadığı için benim fikrimin pek değerli olacağını sanmıyorum ve düşüncelerim onu dehşete düşürebilir. Çünkü ona mesleklerini kafasına takmadan önce çocuklarının koşup eğlenmelerini ve güçlü kuvvetli vücutlar geliştirmelerini söyleyeceğim. Eğer onları özgür iradelerine bırakırsa hangi mesleğe yönelecekleri pek yakında belli olur, tabii hepsini aynı hamurda yoğurmaya kalkışmadığı sürece.”
“Burada bir delikanlı ne tür bir kızla evlenmesi gerektiğini ve hikâyelerinde sözünü ettiğin kızlardan, onun için ayarlayıp ayarlayamayacağını merak ediyor.”
“Ona Nan’in adresini verin, o zaman görsün gününü.” diye öneride bulundu Ted, mümkün olsa bunu kendisi gizli gizli yapmayı tasarlayarak.
“Bu mektup, çocuğunu evlatlık edinmeni ve kendisine biraz borç para vererek birkaç yıllığına başka bir ülkede sanat okuluna gitmek isteyen bir kadından geliyor. Bence kabul etmelisin ve bir kız çocuğunu yetiştirmekte şansını denemelisin, anne.”
“Hayır, teşekkür ederim. Ben kendi mesleğimde devam etmekte kararlıyım. Oradaki mürekkep lekeli olan da neyin nesi? Kullandığı mürekkebe bakılacak olursa oldukça korkunç görünüyor.” diye sordu Bayan Jo. Ona gelen birçok mektup zarfının içinde neler olabileceğini tahmin ederek günlük görevini eğlenceli bir hâle getirmeye çalışırdı. Tutarsız üslubuna dayanarak aklını yitirmiş bir hayranından ona yazılmış bir şiir çıktı içinden:
J.M.B’ye…
Ben güneş çiçeği olsaydım,
Şairliği oynardım,
Ve hafif bir esintiyle sana çiçek kokusu gönderirdim,
Kimsenin de bundan haberi olmazdı.
Şeklin heybetli karaağaç gibidir,
Güneş mabudu sabah ışınlarını altın yaldızla süslediğinde
Yanakların okyanus dibi gibidir,
Mayıs ayında bir gül çiçek açtığında.
Sözlerin bilge ve neşelidir,
Bu özelliklerin sana bağışlanmış bir miras;
Ve ruhun uçup gittiğinde,
Cennette bir çiçek olarak açmanı nasip eylesin.
Konuştuğumuz dilde seni pohpohluyorum,
Tatlı bir şekilde suskunluğumu bozuyorum.
Hareketli caddede ya da yalnız derede
Şimşek gibi çakan kalemimle seni yazıyorum.
Leylakları göz önünde bulundur, nasıl da büyüyorlar
Onlara emek harcamak gerekmez yine de zarifler,
Değerliler, serpiliyorlar, Süleyman’ın mührü gibiler
Ama yine de bu dünyanın sardunya çiçeği J.M.Bhaer’dir.
    JAMES
Oğulları bu taşkınlık hakkında bağırıp çağıra dursunlar -ki bu gerçekten olmuştur- anneleri de umut vadeden bazı dergilerden aldığı birkaç liberal teklifi okumakla meşguldü. Onun bedelsiz olarak bazı yazılarını yayına hazırlamasını istiyorlardı; bunun yanı sıra teselli edilemeyen genç bir kızdan uzunca bir mektup almış çünkü en sevdiği kahramanı ölmüştü ve Sevgili Bayan Bhaer, bu hikâyeyi tekrar yazabilir ve sonunun iyi bitmesini sağlayabilir misiniz? şeklinde bir ricayla karşılaşmıştı. Bir diğeri ise imzasını almaktan mahrum edilmiş öfkeli bir çocuktan geliyordu. Eğer kendisine imza, fotoğraf ve otobiyografik taslaklar isteyen diğer bütün insanlara, bu istediklerini göndermezse önceden tahminde bulunarak gizemli şekilde onun maddi iflasını ve gözden düşmesini beklediğini yazıyordu. Bir papaz onun dinini öğrenmek istiyordu ve evde kalmış kararsız bir kız, iki sevgilisinden hangisiyle evlenmesi gerektiğini soruyordu. Bu örnekler, talepte bulunanların sadece birkaçını anlatmak için yeterlidir ama oldukça yoğun bir kadının zamanını meşgul ediyorlardı. Bu nedenle tüm mektuplara özenle cevap veremediği için okuyucularımdan Bayan Jo’yu bağışlamaları için ricada bulunuyorum.
“Bu işi de halletmiş olduk. Şimdi biraz toz aldıktan sonra işime döneceğim. İşlerim çok aksadı ve biliyorsunuz seri hâlinde yazdığım eserlerim beklemeye gelmez. Bu nedenle beni görmek isteyen herkesi geri çevirmeni istiyorum, Mary. Bugün Kraliçe Viktorya bile gelse onu göremeyeceğim.” Ve Bayan Bhaer, tüm evrene meydan okurcasına peçeteyi fırlattı.
“Umarım günün iyi geçer, sevgilim.” diye cevap verdi kocası, kendisinin de çok miktarda yazışmaları olduğundan o da çok faal zamanlar geçiriyordu. “Üniversitede Profesör Plock ile yemek yiyeceğim. Bugün bir ara bize ziyarete gelecek. Gençler de Parnas’ta öğle yemeklerini yiyebilirler, böylelikle sessiz sakin bir gün geçirirsin.” Ve veda busesiyle Jo’nun alnında oluşan endişe dolu çizgilerini gidererek, her iki cebi kitaplarla dolu, bir elinde eski bir şemsiye ve diğer elinde jeoloji dersi için bir torba dolusu taşla o muhteşem adam, uygun adımlarla yürüyüp gitti.
“Edebiyatla ilgilenen bütün kadınların böyle düşünceli, melek gibi kocaları olsaydı hem daha uzun yaşarlardı hem de daha çok eser üretirlerdi. Belki dünya için bu nimet sayılmaz çünkü günümüzde birçok kadın yazarlık yapıyor.” diyerek Bayan Jo tüylü toz alıcısını kocasına doğru salladı, eşi de şemsiyesini gösterişli bir şekilde sallayarak karşılığını verdi caddeye doğru ilerlerken.
Aynı sıralarda Rob da okula gitmek üzere yola çıktı. Kitaplarıyla, çantasıyla, geniş omuzlarıyla ve istikrarlı havasıyla o kadar babasına benziyordu ki annesi içeri girmek üzere dönerken bir yandan kahkaha atıyor, bir yandan da çok içten bir şekilde kendi kendine mırıldanıyordu. “Tanrı benim her iki profesörümü korusun, onlardan daha iyi insanlar yaşamamıştır bu topraklarda!”
Emil çoktan şehirde demirleyen gemisine gitmişti ama Ted, istediği adresi çalmak için biraz daha oyalandı, ayrıca şekerliği yağmalamak ve annesiyle biraz daha sohbet etmek istiyordu, ne de olsa her ikisi birlikteyken bol bol muziplik yapıyorlardı.
Bayan Jo her zaman kendi salonunu kendisi düzenlerdi, vazolarını suyla doldurur ve ufak tefek dokunuşlarla gün için hoş ve düzenli bir hava yaratırdı. Perdeleri çekmek için gittiğinde çimenlerin üzerinde tanımadığı bir ressamın eskiz çizdiğini gördü ve inleyerek toz alıcısını çırpmak için arka pencereye aceleyle koşuşturdu.
Tam o sırada zilin çalmasıyla aynı anda yoldan tekerlek sesleri duyuldu.
“Ben bakarım. Mary hepsini içeri alıyor.” dedi Ted ve koridora doğru giderken saçlarını son bir hamleyle düzeltti.
“Kimseyi göremiyorum. Üst kata kaçmam için bana bir şans ver.” diye fısıldadı Bayan Jo, tam kaçmaya hazırlanırken. Ama oradan kurtulamadan elinde bir kartvizitle bir adam belirdi kapıda. Ted onu acımasız bir ifadeyle karşılarken annesi de kaçış için uygun bir zamanı beklemek üzere hemen perdelerin arkasına gizlendi.
“Ben Cumartesi Dedikodusu adlı bir dergi için bir dizi yazı yazıyorum ve ilk olarak Bayan Bhaer ile görüşme yapmak istiyorum.” diyerek kendi meslektaşlarının kullandığı imalı ses tonuyla başladı söze yeni gelen adam. Bir taraftan keskin gözleriyle her tarafı denetliyordu çünkü elde ettiği deneyimlerden, zamanı çok iyi değerlendirmesi gerektiğini öğrenmişti. Ne de olsa bu tür ziyaretlerini genelde kısa kesmek zorundaydı.
“Bayan Bhaer gazetecilerle asla görüşmez, efendim.”
“Ama tek istediğim sadece birkaç dakika konuşmak.” dedi adam içeriye biraz daha sokularak.
“Onu şu an göremezsiniz çünkü dışarıda.” diye cevap verdi Teddy ve arkasına kısaca göz gezdirerek mutsuz ebeveyninin ortadan kaybolduğunu gördü. Pencereden tüydüğünü tahmin etti, bazen böyle zorluklarla karşılaştığında ara sıra yaptığı gibi.
“Çok üzüldüm. Tekrar gelirim. Burası onun çalışma odası mı? Büyüleyici bir oda!” Sonra da bu davetsiz misafir tekrar salona odaklanarak yakalayabileceği bir haberin olup olmadığına bakındı, bu girişimleri ölümle sonuçlansa bile sonuna kadar mücadele veriyordu.
“Hayır, değil.” dedi Teddy nazik ama kararlı bir şekilde onun koridordan geriye doğru çekilmesini sağlayarak. Bir yandan da annesinin köşeyi dönerek kaçmış olmasını yürekten ümit ediyordu.
“Eğer bana Bayan Bhaer’in yaşını, doğum yerini, evlendiği tarih ve kaç çocuğu olduğunu söyleyebilirseniz çok minnettar kalırım.” diyerek devam etti utanma bilmez ziyaretçi, kapı paspasına ayağı takılırken.
“Altmışlı yaşlarında, Nova Zembla’da doğdu, tam da bugün evliliğinin kırkıncı yılını kutluyor ve ayrıca on bir tane kızı var. Öğrenmek istediğiniz başka bir şey var mı, efendim?” Ted’in ciddi yüz ifadesi verdiği saçma sapan cevaplarla çok hoş bir tezatlık yaratıyordu ama gazeteci bozguna uğradığının farkında bile değildi. Kahkahalarla eve dönüp girmek üzereyken, bir kadın ile onu takip eden, yüzleri sevinçle parlayan üç kız basamaklardan çıkmaya başladı.
“Biz ta Oshkosh’tan geliyoruz ve sevgili Jo teyzemizi görmeden eve dönmek istemedik. Kızlarım onun eserlerine hayranlık duyuyorlar ve onu görmeye bel bağladılar. Biliyorum biraz erken bir saat ama Holmes, Longfeller ve diğer ünlüleri de görmeyi planlıyoruz, onun için önce buraya geldik. Ben Oshkosh’tan Bayan Erastus Kingsbury Parmalee, ona öyle söylersiniz. Beklememizin mahzuru yok, eğer bizi görmek için henüz müsait değilse etrafa bakınabiliriz.”
Tüm bu sözleri öyle hızlı söyledi ki Ted balık etli küçük hanımlara gözlerini dikip bakakaldı. Onlar da altı çift mavi gözleriyle yalvarırcasına Ted’e dikip bakıyorlardı ama Ted’in doğuştan gelen nezaketi bu hanımlara en azından medeni bir cevap vermekten mahrum etmeyi imkânsız kılıyordu.
“Bayan Bhaer’i bugün görmeniz mümkün değil. Biraz önce çıktı sanırım ama isterseniz evi ve arazileri gezebilirsiniz.” diye mırıldanırken dördü tarafından içeri doğru itildi ve hepsi de kendinden geçmiş bir biçimde etrafına bakınmaya başladılar.
“Ay çok teşekkür ederiz! Eminim ki çok sevimli, çok hoş bir yerdir burası! Yazılarını orada yazıyor öyle değil mi? Oradaki de onun fotoğrafı mı? Lütfen söyleyin! Tam hayal ettiğim gibi birine benziyor!”
Bu yorumlardan sonra ince işlenmiş resminin önünde durdular. Bu, saygıdeğer Bayan Norton’du. Hâlinden hoşnut bir yüz ifadesiyle bir elinde kalemle poz vermişti. Ayrıca başında taç ve boynunda inci bir kolye vardı.
Ciddiyetini büyük bir çabayla korumaya çalışarak Ted, kapının arkasında asılı duran ve onun eğlence kaynağı olan Bayan Jo’nun çok kötü yapılmış bir portresine işaret etti. Işık, burnunun ucunda çok tuhaf bir gölge oyunu oynamıştı ve yanakları da oturduğu sandalye kadar kırmızı çıkmıştı ama bütün bu komik yanlarına rağmen aslında oldukça iç karartıcıydı.
“Bu fotoğraf annem için çekilmişti ama maalesef pekiyi çıkmamış.” dedi Ted. Asıl olanla düşünce arasındaki üzücü fark karşısında kızlar dehşete düşmüş gibi görünmemeye çalıştılar. Onların verdiği bu mücadeleyi Ted, büyük keyif alarak izledi. On iki yaşında olan en küçükleri, hayal kırıklığını gizleyemedi ve idollerimizin aslında sıradan erkek ve kadın olduklarını fark ettiğimizde neler hissediyorsak o da o anda öyle hissetmiş olmalı ki hemen kafasını öbür tarafa çevirdi.
“Onun on altı yaşlarında olacağını ve saçlarının sırtından aşağı doğru iki tarafından örülmüş olacağını düşünmüştüm. Artık onu görmesem de olur.” dedi çocuk dürüstçe, koridorun kapısına doğru ilerlerken. Annesi özür dilemek için geride kalmıştı. Ablaları ise “Çok hoş, o kadar canlı ki şiir gibi âdeta, bilirsiniz işte, özellikle kaşları müthiş.” demek zorunda kaldılar.
“Haydi kızlar, bugün yapılacak çok işimiz var, o yüzden gitsek iyi olur. Albümlerinizi bırakabilirsiniz ve Bayan Bhaer, içlerine bir şeyler yazdıktan sonra size tekrar gönderebilir. Size binlerce defa minnettarız. En içten dileklerimizi söyleyin annenize ve onu göremediğimiz için ne kadar üzüldüğümüzü de aktarın lütfen.”
Bayan Erastus Kingsbury Parmalee bu sözleri söyler söylemez büyük kareli bir önlük giymiş, kafasının üstüne bir mendil bağlamış, koridorun en ucunda çalışma odasına benzer bir odada vızır vızır toz alan orta yaşlı bir kadına ilişti.
“Hazır dışarıdayken onun özel odasına birazcık göz atsak?..” diye haykırdı hevesli kadın. Ted, annesini uyaramadan kadın, ailesiyle beraber bir hışımla koridor boyunca koşuşturdular. Ön taraftaki çimlerin üzerindeki sanatçı yüzünden, evin arka tarafındaki gazeteci yüzünden -ki o daha evden ayrılmamıştı- ve koridordaki kadınlar yüzünden annesi kaçacak delik bulamamıştı.
“Onu yakaladılar!” diye düşündü Teddy, bir taraftan eğleniyor, bir taraftan üzülüyordu. “Portreyi gördüklerine göre onun hizmetçi rolünü oynamasına gerek kalmadı.”
İyi bir oyuncu olarak Bayan Jo, elinden geleni yaptı hatta başarılı da olabilirdi ama ne var ki o son darbeyi vuran portre, ona ihanet etti. Bayan Parmalee yazı masasının önünde durdu ve orada duran lüle taşı pipoya, yakınında duran erkek terliklerine ve direkt Profesör Bhaer’ine yazılmış bir yığın mektuba kayıtsız kalarak ellerini birleştirdi ve çok etkilendiğini belirterek haykırdı. “Kızlar, işte bu noktada bizi iliklerimize kadar heyecanlandıracak o sevimli, o ahlak dersi veren hikâyelerini yazdı! Ben… Ah! Bu yetenekli kadından bir hatıra olarak bir parça kâğıt, eski bir kalem ya da bir posta pulu alabilir miyim?”
“Tabii ki kendi evinizmiş gibi davranın.” diye cevap verdi hizmetçi, oradan biraz uzaklaşarak ve göz ucuyla oğluna baktığında, gözlerinde artık bastıramayacağı bir neşe okunabiliyordu.
Kızlardan en büyüğü bunu fark etti, gerçekleri tahmin etti ve hemen önlüklü kadına gözlerini çevirdiğinde şüphelerinin doğrulandığını gördü. Annesine hafifçe dokunarak fısıltıyla, “Anne, bu Bayan Bhaer’in ta kendisi, eminim. Biliyorum o olduğunu!” dedi.
“Olamaz! Olabilir mi? Ah, evet o! Fikrimi beyan etmeliyim ki çok memnun oldum!” Ve kapıya doğru giden mutsuz kadının peşinden hızlıca koşarak Bayan Parmalee aşırı hevesli bir biçimde arkasından seslendi. “Bize aldırmayın! Çok meşgul olduğunuzu biliyorum ama bir kerecik elinizi sıkmamıza izin verin. Ondan sonra da gideriz.”
Kayıp olarak bilinen Bayan Jo, artık teslim bayrağını çekerek onlara doğru döndü ve bir çay tepsisini uzatır gibi elini takdim etti, annesinin dediği gibi “bir miktar endişe verici misafirperverlikle” çok içten gelen tokalaşmalara boyun eğdi.
“Eğer bir gün yolunuz Oshkosh’a düşerse bilin ki ayaklarınızın yere değmesine asla izin verilmeyecektir. Bizim halkımız sizi el üstünde tutacaktır ve sizi aramızda görmekten çok ama çok mutlu olacağız.”
Zihninde, o azgın kasabaya asla gitmemeyi karara bağladıktan sonra Jo, elinden geldiğince samimi bir şekilde sordukları sorulara cevap vermeye çalıştı ve albümlerini imzalayıp her ziyaretçiye birer hatıra verdikten ve hepsini teker teker öptükten sonra en nihayetinde oradan ayrılabildiler. Artık sırada “Longfeller, Holmes ve geri kalanlara” ziyaretleri vardı. Oysa hiçbiri evde değildi, en azından tüm içtenliğiyle böyle ümit ediyordu Jo.
“Seni hain seni, kaçabilmem için neden bana şans vermedin? Ah, ah aman Tanrı’m, bir de o uydurduğun yalanlar! Ümit ederim ki bu doğrultudaki bütün günahlarımız affedilir. Ama hileyle bu insanlardan kurtulamazsak bize gerçekten ne olur bilemiyorum. Bir kişiye karşı onca insanın olması hiç de adil değil.” Ve çocuklarının yaşamak zorunda olduğu bu deneyimlere homurdanarak Bayan Jo, önlüğünü koridordaki dolaba astı.
Teddy, tam okula gitmek üzere oradan ayrılırken merdivenlerden dönüp geriye baktığında “Caddeden bir sürü insan geliyor! Hazır ortalık sütlimanken sen saklanmana bak! Ben onların yolunu keserim!” diye haykırdı.
Bayan Jo hemen yukarı fırladı ve kapısını kilitledikten sonra çimlerin üzerine yayılmış kız okulundan gelen birçok genç hanımı sakin bir şekilde inceledi. Evin içine girmekten mahrum edilmiş bu kızlar çiçekler toplayarak kendi kendilerine eğlenmelerine baktılar, saçlarını yaptılar, öğle yemeklerini yediler ve oradan ayrılmadan önce bulundukları yer ve sahipleri hakkında özgürce fikirlerini beyan ettiler.
Bu olayı takip eden birkaç saatlik sessizlikten sonra o uzun öğleden sonrasında sıkı bir çalışmayı hedefleyerek tam işe koyulmak üzereydi ki Rob eve geldi. Hristiyan Genç Erkekler Sendikasının üniversiteyi ziyaret edeceğini ve aralarında Jo’nun da tanıdığı iki üç kişi, okula gitmeden önce ona saygılarını göstermek amacıyla onların evine uğramak istediklerini anlattı.
“Yağmur yağacak, o yüzden zannedersem gelemeyebilirler ama eğer gelirlerse hazır beklemek isteyebileceğini düşündü babam. Biliyorsun, bu erkek çocuklara hep zaman ayırabiliyorsun ama zavallı kızlara gelince sen her zaman kalbini onlara kapatıyorsun.” dedi Rob, sabahki ziyarette olanları Rob’ın erkek kardeşi ona anlatmıştı.
“Oğlanlar hayranlıklarını abartılı bir şekilde göstermiyorlar, o yüzden tahammül edebiliyorum. En son bir grup genç kızın içeri girmelerine izin verdiğimde bir tanesi kollarıma atılarak ‘Hayatım, sev beni!’ diye bağırdı. Onu tüm gücümle sarsmak istemiştim.” diye cevap verdi Bayan Jo, kalemini tüm gücüyle silerek.
“Erkeklerin böyle bir şey demelerine izin vermeyeceğini ümit ediyorum. Ama senden imza isteyeceklerine eminim, bu nedenle birkaç düzine hazırlamanda yarar var.” dedi Rob, yirmi dört tabakalık kâğıt destesini çıkararak. Oldukça misafirperver bir gençti ve annesine hayran olanların duygularını çok iyi anlayabiliyordu.
“Yine de kızları cebinden çıkaramazlar. Öyle sanıyorum ki X üniversitesine gittiğimde, gün boyu en az üç yüz tane imza vermişimdir. Sonra da oradan ayrıldıktan sonra, masama bir yığın kartvizit ile albüm bırakmıştım. Bu dünyada başıma dert olabilecek en saçma sapan ve yorucu çılgınlıklardan biri bence.”
Bütün bu sızlanmalarına rağmen Bayan Jo yine de bir düzine imzasını bıraktı, siyah elbisesini giydi ve pek yakında yapacağı telefon görüşmesini beklemeye başladı ama bir taraftan kendi işine geri dönerken yağmurun yağması için dua etmeyi de ihmal etmedi.
Beklediği sağanak yağış sonunda bastırdı ve artık kendini güvende hissederek saçlarını topladı, bilekliklerini çıkardı ve kitabının bir bölümünü bitirmek için acele etti çünkü her gün, en az otuz sayfa yazmayı görev edinmişti; karanlık basmadan bu görevini tamamlamayı seviyordu. Josie vazolara koymak için çiçek almıştı ve tam son şeklini vermek üzereydi ki dışarıdaki yamaçtan aşağı doğru, birkaç şemsiyenin hareket ederek onların evine doğru geldiğini gördü.
“Geliyorlar teyzeciğim! Onları karşılamak için amcamın, arazinin içinden koşuşturduğunu görebiliyorum.” diye seslendi merdivenlerin başından.
“Gözünü üzerlerinden ayırma ve bizim caddeye geldiklerinde bana haber ver. Her yeri düzenleyip aşağı gelmem bir dakikamı alır.” diye cevap verdi Bayan Jo, bir yandan can havliyle not alıyordu, ne de olsa kitabı hiçbir insan için bekletmeye gelmez hatta toplu hâlde Hristiyan Sendikası gelse bile.
“İki üç kişiden daha fazlalar. En az yarım düzine insan görüyorum.” diye seslendi koridor kapısından kız kardeşi Ann. “Hayır! Bir düzine insan geliyor sanırım, teyzeciğim, dışarıya bir bak, sanki hepsi birden geliyor gibi! Ne yapacağız şimdi?” Ve Josie hızla yaklaşmakta olan o simsiyah şemsiyelilerin yaratacağı izdiham ile yüz yüze geleceğini düşünerek iyice ümitsizliğe kapıldı.
“Tanrı’m, merhamet et bana. En az yüzlerce kişi var! Koşup arka girişe bir leğen koy. Şemsiyelerindeki yağmur suları oraya aksın. Bir de koridordan geçip oraya bırakmalarını söyle, ayrıca şapkalarını masanın üzerine istif etsinler çünkü ağaç hepsini taşıyamaz. Artık paspas koymanın bir anlamı kalmadı. Ah zavallı halılarım!” Ve Bayan Jo bu istilaya hazırlık yapmak için aşağı kata indi, o sırada Josie ve hizmetkârlar onca çamurlu çizmelerin eve gireceği düşüncesiyle perişan hâlde sağa sola koşuşturuyordu.
Uzun bir şemsiye kuyruğu oluşturarak hepsi teker teker geldi, şemsiyelerinin altında yüzleri kızarmış, pantolon paçaları sırılsıklam olmuştu. Belli ki bu beyefendiler, yağmurdan pek etkilenmeyerek kasabada çok hoş vakit geçiriyorlardı. Profesör Bhaer, hepsini kapıda karşıladı ve hoş geldiniz konuşmasını yaptığı sırada Bayan Jo kapıda belirdi ve çamurlu hâllerine üzülerek hepsini içeri davet etmek için başıyla işaret etti. Hoş geldiniz nutkunu çekmekte olan ev sahibini yağmurda şemsiyesiz bırakarak, bu genç adamlar aceleci davranarak neşeyle, samimiyetle ve hevesle basamakları çıktılar. İçeri girerken bir yandan şapkalarını çıkarıyor, bir yandan da şemsiyeleriyle mücadele veriyorlardı. Verilen talimata uyarak, hemen içeri doğru ilerleyip ellerindekileri bir kenara bırakıyorlardı.
Rap, rap, rap tam tamına yetmiş beş çift postal koridor boyunca ilerledi. Yetmiş beş adet şemsiye de misafirperver leğende kaynaşmaları için bırakıldı. Sonra da bu şemsiyelerin sahipleri, evin alt katının her tarafında cirit atmaya başladı, ev sahibesi de yetmiş beş defa bu candan insanlarla hiç söylenmeden tokalaştı, kimisinin eli ıslaktı, kimisinin ise ılıktı ama neredeyse hepsinin o günkü gezintileri hakkında anlatacak bir hatırası vardı tokalaşırken. Tez canlı bir adam iltifatlarda bulunurken ufak bir kaplumbağa gösterdi, bir diğerinin ise ünlü yerlerden arakladığı bir yığın çubuğu vardı ama yine de hepsi Plumfield’a ait bir hatırat için âdeta yalvardı. Gizemli bir şekilde masada bir yığın kartvizit beliriverdi, üzerine de imza alabilmek için ricada bulunan bir not iliştirilmişti ve o sabah ettiği yemine rağmen Bayan Jo, her birini teker teker imzaladı. O sırada kocası ve oğulları da ev sahipliği görevini üstlenmişti.
Josie, evin arka tarafında bulunan oturma odasına bir ara sıvıştı ama evi araştırmaya çıkan bazı gençler tarafından fark edildi ve bir tanesi ciddi şekilde onurunu kırarak aslında son derece masumane bir şekilde, onun Bayan Bhaer olup olmadığını sordu. Doğrusunu isterseniz misafirlikleri pek de uzun sürmedi. Hatta günün başına göre sonu, daha iyi geçti diyebiliriz çünkü yağmur durmuştu ve hepsinin üzerinde çok güzel bir gökkuşağı parlamaya başlamıştı. Bu iyi niyetli insanlar çimlerin üzerinde durup veda ederken tatlı tatlı şarkı söylemeye başladılar. Umut vadeden gökkuşağı, gençlerin kafaları üzerinde kavis çizmişti. Sanki cennet onların bütünleşmesine gülümsüyordu ve çamurlu toprak ile yağmurlu gökyüzünün arkasında her zaman güneşin doğuşuyla herkesin kutsandığını göstermek istercesineydi. İşte, bu iyiye alamet değil de neydi?
Teşekkürlerini bildirmek için üç kez tezahürat yaptılar ve sonra da gözden kayboldular. Halılardaki çamurları küreklerle kazıyıp temizledikçe ve yarısı suyla dolu leğeni boşalttıkça ziyaretleriyle aileyi eğlendirecek çok hoş anılar bıraktılar.
“İyi, dürüst, çalışkan gençler onlar ve onlar için harcadığım yarım saati fazla görmüyorum ama gerçekten işimi bitirmek zorundayım, o yüzden çay saatine kadar hiç kimsenin beni rahatsız etmesine izin vermeyin.” dedi Bayan Jo, kapıyı pencereyi kapatma işini Mary’ye bırakarak. Baba ve oğulları misafirlerle gitmişti. Josie de Jo teyzedeki eğlenceyi annesine anlatmak için eve koşturmuştu.
Evdeki huzur sadece yarım saat hüküm sürdü, sonra da kapı çaldı. Mary kıkırdayarak üst kata koşturdu ve “Biraz tuhaf görünümlü bir kadın geldi. Bahçeden bir tane çekirge alıp alamayacağını öğrenmek istiyor.” dedi.
“Ne istiyor?” diye haykırdı Bayan Jo, kalemini düşürüp mürekkep lekesi yaparak. O güne kadar yapılan en garip ricalar arasında herhâlde bu en tuhafıydı.
“Bir çekirge, hanımım. Sizin meşgul olduğunuzu söyledim ve ne istediğini sordum. O da bana ‘Ünlü birkaç kişinin arazilerinden aldığım çekirgeler var ve koleksiyonuma katmak için bir tane de Plumfield’dan istiyorum.’ dedi. Hiç böyle saçmalık duydunuz mu, hanımım?” diye sordu Mary. Sonra da karşılaştığı bu rica karşısında tekrar kıkırdamaya başladı.
“Ona hepsini almakta serbest olduğunu söyle. Onlardan kurtulursam ne âlâ, sürekli yüzüme doğru zıplamaları yetmiyormuş gibi bir de elbiseme takılıyorlar.” diyerek kahkaha attı Bayan Jo.
Mary gözden kayboldu ancak bir dakika sonra neşeden nutku tutulmuş bir hâlde geri döndü.
“Size çok minnettar olduğunu söylüyor, hanımım ve ayrıca sizden eski bir gecelik ya da bir çift uzun çorap istiyor. Yaptığı bir halıya ekleyecekmiş. Emerson’dan bir yelek, Bay Holmes’tan pantolon ve Bayan Stowe’dan da bir elbise aldığını söylüyor. Bu kadın deli olmalı!”
“O eski kırmızı şalımı veriver ona, ben de daha sonra onun o muhteşem halısıyla bütün ünlülerin arasında harika bir şov yapacağım. Evet, bunların hepsi kafayı sıyırmış, hepsi aslan avcısı. Gerçi bu kadın zararsız bir deliye benziyor, ne de olsa zamanımı ziyan etmiyor hatta eğlenceli geçmesini bile sağlıyor!” dedi Bayan Jo pencereden göz attıktan sonra işlerine dönerek. Aşağıda kızıla çalan siyah renkli bir kıyafet giymiş uzun boylu, zayıf bir kadın vardı. İstediği canlı böceği yakalamak için çılgınca oradan oraya çimlerin üzerinde atlıyordu.
Hava kararmaya başlayana kadar bir daha rahatsız edilmedi ama bir süre sonra Mary, kafasını kapıdan uzatarak bir beyefendinin Bayan Bhaer’i görmek istediğini ve hayırı cevap olarak kabul etmeyeceğini söyledi.
“Kabul etmek zorunda. Asla aşağı inmeyeceğim. Günüm çok zorlu geçti ve bir daha rahatsız edilmek istemiyorum.” diye cevap verdi yılgın yazar, yazdığı bölümün büyük finalin ortasındayken ara vermek zorunda bırakılarak.
“Ben de ona öyle söyledim hanımım ama son derece yüzsüzce dosdoğru içeri yürüdü. Sanırım o da diğer delilerden biri ama söylemeliyim ki ondan çok korktum, çok iri yarı ve koyu tenli, son derece de serinkanlı, gerçi yakışıklı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.” diye ekledi Mary kurnazca sırıtarak. Yabancının yüzsüz davranışlarına rağmen belli ki Mary’nin gözüne girmeyi başarmıştı.
“Bütün günüm rezil oldu ve bu son yarım saatimi, bölümümü bitirmekle geçireceğim. Ona gitmesini söyle ve asla aşağı inmeyeceğim.” diye öfkeyle bağırdı Bayan Jo.
Mary aşağı indi, elinde olmadan Bayan Jo dinlemeye başladı, ev sahibesi başlarda bazı mırıldanmaları, sonra da Mary’nin büyük bir çığlık attığını duydu. Bayan Jo, gazetecilerin neler yapabileceklerini hatırlayarak ve ayrıca hizmetçisinin, hem güzel hem de korkak olduğunu düşünerek, hemen kalemini bir kenara fırlattı ve hizmetçisini kurtarmak amacıyla aşağı koştu. En haşmetli havasına bürünerek merdivenlerden indi ve duraksayarak, eşkıya kılıklı davetsiz misafirin büyük bir kuvvet harcayarak merdivenlerden çıkmaya çalıştığını ve Mary’nin de cesurca karşı savunmaya geçtiğini gördü, sonra da büyük hayranlık uyandıran o ses tonuyla gürledi.
“Geri çevirmeme rağmen, hâlâ burada kalmakta ısrar eden bu kişi kimdir?”
“Onu tanımadığınıza eminim, hanımım. Adını vermiyor ve onunla görüşmeyi kabul etmezseniz sonradan çok pişman olacağınızı söylüyor.” diye cevap verdi Mary, kızgın ve al al olmuş yanaklarıyla nöbet yerinden geri çekilerek.
“Pişman olmaz mısın?” diye sordu yabancı, o simsiyah gözlerinin içi gülüyordu yukarı baktığında, çok uzun bir sakalın arasında dişleri parlıyor ve öfkeli kadına cesaretle yaklaşırken iki elini de ona doğru uzatıyordu.
Bayan Jo, onu delici bakışlarla inceledi, ne de olsa bu ses ona çok tanıdık geliyordu; sonra da Mary’nin şaşkınlığı karşısında her iki kolunu bu eşkıya kılıklı adamın boynuna sardı ve neşeyle çığlık attı. “Sevgili oğlum, sen nereden çıktın?”
“Kaliforniya’dan ve özellikle seni görmek için geldim Bhaer anne. Şimdi beni buradan gönderseydin pişman olmaz mıydın?” diye cevap verdi Dan, çok içten bir öpücükle.
“Son bir yıldır sen benim burnumda tüterken seni evimden attırabileceğimi hiç düşünemiyorum bile!” diyerek kahkahalar attı Bayan Jo. Yaptığı şakadan fazlasıyla memnundu ve yuvasına dönen gezginle rahatça konuşabilmek için merdivenlerden indi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DAN
Bayan Jo, Dan’de Kızılderili kanı olduğunu sık sık düşünürdü, sadece yaban ve gezginci bir hayata âşık olduğundan değil, onun dış görünüşü de bunun bir kanıtıydı ve büyüdükçe bu huyu göze çarpan bir özelliği hâline gelmişti. Yirmi beşindeydi, çok uzun boyluydu, kuvvetli bacaklara, ince ve koyu tenli bir yüze sahipti. Dikkat çeken bakışlarıyla tüm duyularının zinde olduğu havasını veriyordu. Tavırları biraz kabaydı, enerji doluydu, hızlı konuşur çabuk sinirlenirdi, gözleri alev topu gibiydi ve sanki birine karşı gardını almak istercesine her zaman dikkatle etrafına bakınırdı. Genel olarak dinç ve taptaze bir havası vardı ve onun macera dolu hayatının tehlikelerini ve mutluluklarını yakından bilen insanlara bu çok büyüleyici geliyordu. “Bhaer anne” ile oturup sohbet ederken Dan, göz kamaştıracak kadar iyi görünüyordu. Güçlü koyu tenli elini, Bayan Jo’nun elinin üzerine koymuş, şefkat dolu ses tonuyla onunla konuşmasını sürdürüyordu.
“Eski dostları unutmak mı! Şimdiye kadar tek bildiğim yuvamı nasıl unutabilirim? Hatta yaşadığım bir dizi şanslı olayı anlatmak için öyle alelacele buraya geldim ki kendime çekidüzen vermek için uğraşmadım bile, hem de hiç olmadığım kadar vahşi bir bufaloya benzeteceğinizi bile bile!” Sonra da taranmamış siyah saçlarını sallayarak, sakallarını çekiştirerek öyle bir kahkaha attı ki bütün odayı çınlattı.
“Benim hoşuma gitti, her zaman haydutlara karşı bir zaafım olmuştur. Ve sen de tıpkı onlardan birine benziyorsun. Aramıza yeni katılan Mary, senin bakışlarından ve tavırlarından çok korkmuştu. Josie seni bilmez bile ama o koca sakalın ve dalgalanan yelene rağmen Ted, hemen Danny’sini tanır. Herkes pek yakında seni karşılamak için buraya gelecektir, o yüzden onlar doluşmadan bana kendinden biraz daha söz et. Ah, Dan, bir tanem, buraya en son neredeyse iki yıl önce gelmiştin! Her şey yolunda mı peki?” diye sordu Bayan Jo, bir taraftan Kaliforniya’daki hayatını bir taraftan da ufak bir yatırımdan beklenmedik bir kâr elde ettiğini anaç bir ilgiyle dinliyordu.
“Hem de üstün başarıyla! Biliyorsun, paranın benim için pek önemi yok. Kendi masraflarımı karşılayacak cüzi bir miktar benim için yeterli. Yani hayatıma devam ettikçe elime bir şeyler geçsin yeter, bir anda çok fazla para kazanıp onun derdiyle uğraşmak istemiyorum. Eğlenceli olan, oradan zaman zaman elime paranın geçmesi ve benim de istediğim gibi onu savurabilmem. İşte bu hoşuma gidiyor. Onları biriktirmenin hiç anlamı yok, yaşlanacak ve ona ihtiyacım olacak kadar yaşamayacağımı biliyorum. Benim gibi tipler böyle işte.” dedi Dan, elde ettiği o ufak servetin içini daralttığı izlenimini verdi.
“Ama evlenip bir yere yerleşirsen, ki böyle olmasını ümit ediyorum, o zaman başlangıçta biraz paraya ihtiyacın olacak, oğlum. Bu nedenle hesabını bil ve yatırım yap, hemen har vurup harman savurmaya kalkışma, zor günler hepimizin başına gelebilir ve birine bağımlı olmak senin için zor olabilir, buna dayanamazsın.” diyerek bilgece bir cevap verdi Bayan Jo. Gerçi bir taraftan çok para kazanan şanslı oğlunun şımarmadığını görmek onu mutlu etmişti.
Dan kafasını sallayıp odaya göz gezdirdi, sanki oraya çok uzun süredir hapsedilmiş de tekrar açık havaya çıkmak ister gibi bir tavır içindeydi.
“Benim gibi bir eşekle kim evlenir ki? Kadınlar istikrarlı erkeklerden hoşlanır ve ben de asla öyle biri olamayacağım.”
“Sevgili oğlum, ben genç bir kızken senin gibi macera peşinden koşan delikanlılardan hoşlanırdım. Yeni ve cesaret gerektiren, özgür ve romantik olan her şey, biz kadınları her zaman cezbetmiştir. Sakın cesaretin kırılmasın, bir gün demirleyecek bir liman bulacaksın. Sonra bir de bakmışsın, daha kısa yolculuklara çıkıyorsun ve evine daha çok yük götürüyorsun!..”
“Bir gün sana Kızılderili bir kadını eş diye getirsem ne dersin?” diye sordu Dan. Odanın köşesinde bembeyaz parlayan ve çok hoş bir görüntüye sahip olan mermerden yapılmış Galatea’nın büstüne bakarken gözlerinde haylazlığın pırıltıları okunuyordu.
“Eğer iyi biriyse onu tüm kalbimle kabullenirdim. Öyle bir olasılık mı var?” Ve Bayan Jo, edebiyatla ilgilenen kadınların bile aşk meselelerinin meraklarını uyandırdığını gösterircesine ona dikkatle baktı.
“Şu an öyle bir şey yok, teşekkür ederim ama ben almayayım. Ted’in hep dediği gibi şu an ‘fink atmakla’ meşgulüm. Sahi, bizim oğlan neler yapıyor?” diye sordu Dan. Yeterince duygusal konular konuşmaktan usanmıştı ve büyük bir maharetle sohbetlerini başka yöne çevirmişti.
Bundan sonra Bayan Jo, makineli tüfek gibi konuşmaya başladı ve oğulları aniden içeri girip de iki sevgi dolu genç birer ayı gibi Dan’in üstüne atlayana kadar çocuklarının becerilerini ve erdemlerini ayrıntısıyla anlatmaya başladı. Sevinçli duygularını dışa vurmak istercesine Dan ile arkadaşça bir güreş müsabakasına tutuştular ve doğal olarak her ikisi de yenilgiye uğratıldı, ne de olsa bizim avcı, onların çaresine bakmakta gecikmedi. Bu olayın üzerine Profesör eve geldi ve çakıldaklar gibi susmak bilmediler. Mary’nin bile neşesi yerine geldi ve aşçı da olağanüstü bir akşam yemeği hazırlamak için kolları sıvadı, sezgisel olarak kehanette bulunup bu misafirin nezaketle karşılanması gerektiğini anlayarak.
Çaydan sonra sohbet ederlerken Dan, upuzun odalarda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Temiz hava almak için ara sıra koridora çıkıp geziniyordu, sanki bu medeni insanlara göre onun ciğerlerinin daha çok havaya ihtiyacı varmış gibi. Yaptığı bu kısa turların birinde kapı boşluğunun karanlığında beyaz bir figürün durduğunu gördü ve ona bakmak için duraksadı. O sırada Bess de duraksadı, eski arkadaşını tanıyamamıştı. Orada öylece durarak ne kadar hoş bir manzara yarattığının farkında bile değildi. Uzun boyluydu, hatları ince ve zarifti, o hafif kasvetli yaz gecesine ters düşecek şekilde altın sarısı saçları kafasının etrafını hâle gibi çevrelemiş, koridorda esen serin rüzgâr sayesinde üzerine giydiği beyaz şalın uçları birer kanatmış gibi bir görüntü veriyordu.
“Sen misin, Dan?” diye sordu Bess. Zarif bir gülümsemeyle yanına gitmiş, elini uzatmıştı.
“Öyle görünüyor ama ben seni hiç tanıyamadım, prenses. Senin bir hayalet olduğunu düşündüm.” diye cevap verdi Dan, ona tatlı tatlı merakla tepeden bakıyor ve hayrete kapıldığını yüz ifadesinde gizleyemiyordu.
“Ben çok büyüdüm ama sen bu iki yılda bayağı değişmişsin.” Ve Bess, önünde duran resmedilmeye değer görüntüye, genç kızlara özgü bir memnuniyetle ona doğru baktı. Bess’in etrafında duran iyi giyimli insanlar, bu görüntünün çoktan tezatlık oluşturduğuna karar vermişti bile.
Kimse ağzını açamadan Josie aceleyle içeri koştu ve genç kızlığa adım attığı için yeni elde ettiği ağırbaşlılığa kayıtsız kalarak Dan’in onu yukarı kaldırıp bir çocukmuş gibi kendisine bir öpücük vermesine izin verdi. Onu yere koyar koymaz Dan, onun çok değiştiğini fark etti ve yapmacık bir tavırla dehşete düşmüş gibi yapıp feryat etti.
“Selam! Ah, sen de çok büyümüşsün! Oyun oynayabileceğim bir çocuk olmayınca ben ne yapacağım? Ted’e bir bakın, fasulye sırığı gibi büyümüş, Bess de genç bir kadına dönüşmüş ve sen bile geleceği parlak kuzum, çocuk bezini bir kenara fırlatıp büyüklük taslıyorsun.”
Kızlar kahkaha atıyordu. Josie, bu uzun boylu adama bakarken yüzü kızardı, ne de olsa harekete geçmeden önce iyice düşünmemişti. Bu iki genç kuzen, çok hoş bir zıtlık oluşturuyorlardı. Biri leylak kadar açık tenli, diğeri de yaban gülüne benziyordu. Ve Dan, her ikisini incelerken kafasını memnuniyetle salladı; gezileri boyunca birçok çekici kadın görmüştü ve bu eski arkadaşlarının hoş bir şekilde serpildiklerini görmek onu mutlu etmişti.
“Haydi bakalım! Dan’i tekelinizde tutup durmayın!” diye seslendi Bayan Jo. “Onu geri getirin ve gözünüzü dört açın! Yoksa onu doğru dürüst görmeden yine buralardan bir iki yıllığına sıvışıp kaçabilir.”
Bayan Jo ile aynı fikirde olanlar tarafından Dan esir alınarak oturma odasına geri götürüldüğünde, diğer oğlanlara göre daha çok gelişme gösterdiği ve erkekliğe daha erken adım attığı için Josie tarafından azar işitti.
“Emil senden daha büyük ama yine de çocuk gibi davranıyor ve eskiden olduğu gibi hâlâ hoplayıp zıplıyor, denizci şarkıları söylüyor. Sen otuz yaşında gibi görünüyorsun. Bir piyeste, bir Orta Çağ köylüsü gibi kocaman ve kapkara duruyorsun. Ah, harika bir fikrim var! Pompei’nin Son Günleri[14 - Pompei’nin Son Günleri 1834 yılında Edward Bulwer-Lytton tarafından yazılmış bir romandır. Roman, Pompei’nin son günlerinde, Bulwer-Lytton’ın Milano’da gördüğü Rus ressam Karl Briullov tarafından resmedildi. MS 79’da Vezüv Yanardağı’nın patlamasıyla Pompei şehrinin felaket yıkımıyla sonuçlanır. (ç.n.)] romanındaki Arbaces[15 - Arbaces; Pompei’nin Son Günleri’nde düşman, entrikalar çeviren, sihirbaz bir Mısırlıdır. (ç.n.)] için biçilmiş kaftansın. Biz bu oyunu sahnelemek istiyoruz. Aslan olacak, gladyatörler olacak hatta yanardağın patlaması bile olacak. Tom ve Ted üzerimize küller yağdıracak ve variller dolusu taşı da yuvarlayacaklar. Bir tane Mısırlı rolü için koyu tenli bir adam arıyorduk. Sen de kırmızı ve beyaz şalların arasında harika durursun, öyle değil mi, Jo teyze?”
Böylesine kelime yağmuruna tutulan Dan, dayanamayıp elleriyle kulaklarını kapadı ve Bayan Bhaer o coşku dolu yeğenine cevap veremeden Laurenceler, Meg ve ailesi, kısa bir süre sonra da Tom ve Nan eve doluştular. Hepsi Dan’in maceralarını dinlemek için oturdular. Kısa ama etkileyici bir anlatımla herkesi büyüledi, etrafını çevreleyen kişilerin ilgi, merak, neşe ve gerilim dolu değişken yüz ifadelerinde bu açıkça görünüyordu. Orada bulunan oğlanlar bir an önce Kaliforniya’ya gidip sıfırdan zengin olma hayaline kapıldılar; kızlar ise gezileri sırasında onlar için satın aldığı ilginç ve güzel hediyeleri almak için sabırsızlıkla sıralarını beklediler; o arada da evin büyükleri deli dolu oğlanın enerjisi ve iyi huyları karşısında tüm samimiyetleriyle keyiflendiler.
“Tabii geri dönüp şansını tekrar denemek isteyebilirsin ve umarım ki her şey gönlünce olur. Ama borsa oyunları çok tehlikelidir ve kazandığın her şeyi bir anda kaybedebilirsin.” dedi Bay Laurie. Orada bulunan oğlanlar kadar heyecan verici maceraları dinlemenin tadını çıkarmıştı ve tıpkı odadaki diğer çocuklar gibi o da Dan ile o tür bir hayatı yaşamayı çok isterdi.
“Doğrusunu isterseniz biraz usandım, en azından bir süreliğine ara vereceğim, kumara çok benziyor. Tek ilgimi çeken yanı, bana verdiği heyecan ve bu da benim için pek de iyi bir şey değil. Batıya gidip çiftçilikle uğraşmayı arzuluyorum. Geniş kapsamlı düşününce bu harika bir fikir, uzun süre aylak aylak gezdikten sonra düzenli bir işimin olmasının oldukça iyi bir şey olacağını düşünüyorum. Orada bir başlangıç yapabilirim, siz de bana ailenin yüz karası koyunlarını yollarsınız, ben de onları üremeleri için yetiştiririm. Avustralya’da koyun yetiştiriciliği ile uğraştım ve kara koyunlar hakkında biraz bilgim var aslında.”
Sözlerini bitirirken Dan’in yüz ifadesindeki durgunluk patlattığı bir kahkaha ile yok oldu, onu çok iyi tanıyanlar San Francisco’da çok büyük bir ders aldığını ve tekrar öyle bir yola sapmayacağını anladı.
“Bu mükemmel bir fikir, Dan!” diye haykırdı Bayan Jo, onun bir yere yerleşip başkalarına yardım etme isteğiyle yanıp tutuştuğunu görünce büyük ümitler beslemeye başladı. “Artık nerede olduğunu bileceğiz ve dünyanın yarısını arşınlamaksızın gelip seni görebileceğiz. Ziyaret için sana bizim Ted’i gönderebilirim. Zaten yerinde duramayan bir çocuk. Seni görmek ona iyi gelecektir. Seninle beraber olacağı için gözüm arkada kalmaz, bir taraftan üretim fazlası enerjisini harcar, bir taraftan da erdemli bir iş öğrenir.”
“Hiç merak etmeyin, eğer şansım yaver giderse oralarda çapayla küreği itaatkâr bir şekilde kullanmayı öğrenirim ama Montana madenleri kulağıma daha hoş geliyor.” dedi Ted, Dan’in Profesör için getirdiği maden cevheri numunelerini incelerken.
“Sen git, hayatına yeni bir şehirde başla ve bizler de akın hâlinde oralara gelmeye hazır olduğumuzda gelip yerleşiriz. Pek yakında orada bir gazete çıkarmak isteyeceksin, ben de bir tane yönetirsem hiç de fena olmaz. Buralarda çok sıkı çalışıyorum, hiç olmazsa kendime ait olur.” diye fikir sundu Demi. Basın çizgisinde kendisinin sivrildiğini düşününce soluğu kesilmişti.
“Oralarda yeni bir üniversiteyi kolayca inşa edebiliriz. Bu aslan parçası Batılılar bir şeyler öğrenmeye açlar ve en iyisini fark edip seçmekte oldukça hızlılar.” diye ekledi genç görünümlü Bay March, o geniş Batılı arazilerinde kendi gelişmekte olan kurumlarının mantar gibi bittiğini, her zaman isabetli tahminlerde bulunan kişiliği ile dikkatlice düşünerek.
“Sen yoluna devam et, Dan. Bu harika bir plan ve seni her zaman destekleriz. Hatta ben bile birkaç bozkıra ve kovboya yatırım yapmayı düşünebilirim.” dedi Bay Laurie, her zaman bu genç delikanlılara yardım etmeye hazırdı, sadece destekleyici sözlerle değil, aynı zamanda her zaman açık olan cüzdanıyla da.
“Biraz para, insanın hayatında istikrarı sağlıyor ve onunla yatırım yapmak onun dayanak noktası oluyor. En azından bir süreliğine. Neler yapabileceğimi görmek istiyorum ve bu işe kalkışmadan önce sizinle görüş alışverişinde bulunmak istedim. Yıllardır bu işin bana uygun olup olmadığı konusunda hep şüphelerim olmuştur ama en azından, yorulduğum zaman bağlarımı koparabilirim.” diye cevap verdi Dan, planlarını anlattığı bu arkadaşlarının yoğun ilgisi karşısında hem duygulanmış hem de memnun olmuştu.
“Ben oradan kesinlikle hoşlanmayacağını düşünüyorum. Bütün dünyayı aylak aylak gezdikten sonra bir tane çiftlik sana korkunç derecede küçük ve aptalca gelecek.” dedi Josie, gezginci hayatın romantizmini daha çok tercih ediyordu. Çünkü Dan’in, her eve döndüğünde anlatacak heyecan verici hikâyeleri ve güzel hediyeleri oluyordu.
“Oralarda sanat eserleri var mı?” diye sordu Bess. O sırada ışık yan taraftan vuruyordu ve ayakta durmuş konuşan Dan’in siyah beyaz çalışmasının ne kadar da hoş olabileceğini düşündü.
“Orada doğa ile iç içe olacaksın tatlım ve bu çok daha iyi bir şey. Model olarak kullanabileceğin muhteşem hayvanlar bulacaksın ve boyamak için asla Avrupa’da göremeyeceğin manzaralarla karşılaşacaksın. Hatta alelade bal kabakları bile oralarda daha büyük. Tiyatronun açılışını Dansville’de yaptığında onların birinin içinde Sinderella’yı bile oynayabilirsin, Josie.” dedi Bay Laurie, yaptıkları yeni planlarda hiçbir şeyin heveslerini kırmaması için tedirgin bir şekilde konuşarak.
Tiyatro tutkunu olan Josie’nin dikkatini çekmişti bu sözleri ve henüz inşa edilmemiş sahnede en trajik rollerinin kendisine verileceği sözüyle bu projeyle oldukça yakından ilgilenmeye başladı ve yeni deneyimlerine bir an önce başlaması için Dan’e âdeta yalvarmaya başladı. Bir taraftan da Bess doğayla yapacağı çalışmaların kendisine iyi geleceğini, vahşi doğa manzaralarının ona farklı hazlar vereceğini ve karşısına çıkan şeylerin incelikli ve güzel olduğu sürece onun için çok daha mükemmel olabileceğini itiraf etti.
“Yeni kuracağımız kasabanın hekimlik uygulaması adına konuşacağım.” dedi Nan, her zaman yeni girişimler için sabırsızdı. “Siz orada başlayana kadar ben de kendimi hazırlayacağım. O bölgelerde kasabalar çok çabuk gelişir.”
“Dan kendi yerleşim yerine kırk yaşın altında hiçbir kadının girmesine izin vermeyecektir. Onlardan hoşlanmıyor, özellikle genç ve güzel olanlardan.” diye ekledi Tom, kıskançlık krizine girmişti. Çünkü Dan’in gözlerinde, Nan’e karşı olan hayranlığını okuyabiliyordu.
“O beni hiç ırgalamaz çünkü kurallar karşısında doktorlar her zaman istisna sayılırlar. Dansville’de pek fazla hastalığın olacağını sanmıyorum, herkes aktif ve sağlıklı hayatlar sürecektir, zaten enerji dolu genç insanlar öyle bir yere gidecektir. Ne var ki sık sık kazalar olacaktır. Bunun nedeni de vahşi büyükbaş hayvanlar, atları hızlı sürmeler, göğüs göğüse kavga eden Kızılderililer ve Batılı hayatın pervasızlığıdır. Oraya kolaylıkla uyum sağlayacağıma inanıyorum. Kırık kemiklerin özlemini duyuyorum, cerrahlığı çok ilginç buluyorum ve maalesef buralarda aradığımı hiç bulamıyorum.” diye cevap verdi Nan, tabelasını asıp işe başlamak için âdeta yanıp tutuşuyordu.
“Ben seni kabul ediyorum, Doktor ve seninle yapabileceklerimizle memnunluk duyacağım. Batı’da çok şey başarabiliriz. Hadi, sen gece gündüz demeden çalışmaya devam et ve başını sokacak bir yer sağlar sağlamaz seni çağıracağım. Sırf sana özel bir yarar sağlayacaksa birkaç beyaz adamın kafa derisini yüzerim ya da bir düzine kadar kovboyu iyice benzetirim.” diyerek kahkahalarla güldü Dan, enerjisi ve hoş fiziğiyle Nan’i diğer kızlardan ayırt eden bu özelliği karşısında Dan gayet memnundu.
“Çok teşekkürler, kesin geleceğim. Koluna dokunmamda bir sakınca var mı? Pazıların muhteşem! Hey erkekler bana bakın, işte buna kas derim.” Ve Nan dinleyicilerine dönüp Dan’in güçlü kolunu gösterdi ve ders verir gibi örneklerle açıklamalarda bulundu.
Tom cumbada inzivaya çekilerek yıldızlara öfkeyle baktı, sonra da sağ koluyla hayalî birini devirmek istercesine tüm gücüyle havaya doğru yumruk attı.
“Tom’u kilisenin hademesi yap, Nan’in öldürdüğü hastaları gömmekten büyük zevk alacaktır. Onda o asık suratı olduğu sürece bence bu işi becerebilir. Planlarında onu sakın unutma, Dan.” dedi Ted, köşedeki umutsuzluğa düşen kişiyi işaret ederek.
Ama Tom uzun süre somurtacak biri değildi ve geçici bir karamsarlığa büründükten sonra neşeyle bir öneride bulundu.
“Bana bakın, bence bütün şehri Dansville’e taşınmasını sağlamalıyız; buna sarıhummalı, çiçek hastalığı ile koleralı vakalar da dâhil, böylece Nan çok mutlu olur ve göçmenler ile hükümlüler üzerinde yaptığı hatalar da pek önemli sayılmaz.”
“Ben Jacksonville’e yerleşmeyi öneririm ya da oraya benzer bir yere, böylece kültürlü insanlar topluluğuna karışmış olursunuz. Orada Eflatun Kulübü var mesela ve ayrıca çok ateşli felsefe taraftarlarını da görebilirsiniz. Doğu’dan gelen her şey buralarda hoş karşılanır ve bu kadar merhametli topraklarda yapılan yeni girişimler oldukça başarılı olur.” diyerek gözlemlerini sundu Bay March, capcanlı manzaranın tadını çıkaran büyüklerin arasına oturarak kibarca bir öneride bulundu.
Dan’in Eflatun’u inceleme fikri aslında çok komikti ama bu düşünceye yaramaz Ted’den başka hiç kimse gülmedi, o sırada Dan ise, o çok çalışan etkin beynindeki bir başka planı gözler önüne sermek için acele etti.
“Çiftçilikle uğraşmanın ne kadar başarılı olacağından pek emin değilim ama benim eski arkadaşlarım olan Montana Kızılderilileriyle iş birliği yapma taraftarıyım. Oldukça huzurlu bir kabile. Yardıma çok ihtiyaçları var. Yüzlercesi açlıktan öldü. Çünkü paylarına düşeni bir türlü alamadılar. Oysa Siyular[16 - Siyular, Kuzey Amerika’da Superior Gölü çevresinde yaşayan Kızılderili bir kabiledir. Avrupalı sömürgecilerle yaptıkları savaşlar sonucunda yenildiler ve Minnesota ile Dakota’ya sürüldüler. 19. yüzyıl ortalarında toplama kamplarına yerleştirildiler. 1876 yılında ayaklanarak bağımsızlık ve özgürlük savaşını yeniden başlattılar. Liderleri Oturan Boğa öldürüldü. 1890 yılında da ABD güçlerinin yaptığı büyük bir katliamla direnişleri kırıldı. (ç.n.)] kavgacıdır, otuz bin güçlü adamdan söz ediyoruz ve bu nedenle hükûmet onlardan korktuğu için istedikleri her şeye peki diyor. Ben de buna lanet olası, utanç verici diyorum!” Ağzından kaçırdığı küfür karşısında Dan, bir an için duraksadı fakat gözlerinde nefretle sözlerine hızlıca devam etti. “Aynen bu anlattığım gibi her şey ve özür de dilemeyeceğim! Ben oradayken param olsaydı her bir sentimi o zavallı çocuklara dağıtırdım, malları hileyle gasp edildi ve her şeye rağmen hepsi sabırla bekliyorlar, kendi sahip oldukları topraklarından hiçbir şeyin yetişemeyeceği verimsiz topraklara sürüldüler. Şimdi dürüst ve etkin kişiler o kadar çok şey yapabilir ki ve içimden bir ses, oraya gidip yardım eli uzatmam gerektiğini söylüyor. Ben onların dilinden anlıyorum ve onları çok beğeniyorum. Birkaç bin dolarım var ve kendime harcamaya ve bu paraların keyfini çıkarmaya pek hakkım olduğunu düşünmüyorum. Ne diyorsunuz bu duruma?” Dan arkadaşlarına dönüp baktığında oldukça mert ve samimi görünüyordu, sarf ettiği enerji dolu sözleri karşısında yüzü kızarmıştı ve çok heyecanlıydı. Haksızlığa uğramış kişilere duyulan merhamet duygusuyla hepsinin kalpleri o an birbirine kenetlendi ve acıma duygusunun yarattığı ufak gerilimi hissettiler.
“Yapmalısın, yapmalısın!” diye heyecana kapılan Bayan Jo haykırdı, ne de olsa iyi şansa sahip olanlara göre felaketler yaşayanlar ona daha ilgi çekici geliyordu.
“Yapmalısın, yapmalısın!” diye tekrarladı Ted, sanki bir piyesteymiş gibi alkışlayarak. “Ve yardım etmek için beni de götür. O iyi adamların arasına katılıp avcılıkla uğraşmak için can atıyorum.”
“Daha fazlasını dinleyip akıllıca bir plan olup olmadığına karar verelim.” dedi Bay Laurie, Montana Kızılderililere şimdiye dek alınmamış geniş düzlükleri alıp, onlara teslim etmeyi ve haksızlıklarla boğuşan bu insanlara gönderilen misyonerler cemiyetlerine daha fazla bağış yapmayı gizlice aklına koyarak.
Dan kuzeybatıda yaşayan Dakotalılar ile diğer kabilelerin tarihini ve kendi gördüklerini anlatmak için hemen konuya daldı, âdeta kendi kardeşlerinden söz edercesine onlara yapılan haksızlıkları, onların sabrı ve cesaretlerini anlattı.
“Bana ‘Dan Ateş Bulutu’ derlerdi çünkü benim silahım gördüklerinin en iyisiydi. Ve Kara Şahin, bir insanın isteyebileceği en iyi arkadaştı. Birçok kez hayatımı kurtardı ve bir gün eğer geri dönersem aralarına, bana yararlı olabilecek birçok şey öğretti. Artık onların şansları yaver gitmiyor, ben de borcumu ödemek istiyorum.”
Artık bu saatten sonra herkes ilgiyle dinlemeye başlamıştı ve Dansville de çekiciliğini yitirmişti. Ama tedbiri elden bırakmayan Bay Bhaer birçok kişinin arasından sadece bir dürüst adamın pek fazla bir şey yapamayacağını ve harcanan çabanın ne kadar asil bir davranış olsa da durumu çok dikkatli bir biçimde değerlendirmenin daha akıllıca olacağını önerdi. Doğru birimlerden araya adam sokmanın ve yetkili makamlarla iş birliği yapmanın gerektiğini anlattı. Ama yine de bu arada karar vermeden önce arazileri de araştırmanın iyi olacağını ekledi.
“Evet, öyle yapacağım. Bir ara Kansas’a gitmeyi planlıyorum, bakalım oralar neler vadedecek. San Francisco’dayken bir adamla tanıştım. Daha önceleri oraları görmüş ve övgü dolu sözlerle oralardan söz etti. Sorun şu ki her yerde yapılacak o kadar çok iş var ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Neredeyse keşke hiç param olmasaydı diyorum.” diyerek cevap verdi Dan, böylesine kafa bulandıran meseleler karşısında iyi kalpli insanların hissiyatlarını açığa vurmak istercesine kaşlarını çatarak. Hayırseverlik gibi bir işin, bu dünyada omuzlarına yüklenmesiyle yardım etmek için can atıyordu.
“Sen kararını verene kadar ben paranı saklarım. O kadar aceleci bir çocuksun ki karşına dikilen ilk dilenciye bütün mal varlığını verirsin. Sen incelemelerinde bulunurken ben de biraz araştırma yaparım ve yatırımını yapmaya hazır olduğunda sana geri veririm, olur mu?” diye sordu Bay Laurie. Savurganlıkla geçen gençlik günlerinden beri daha akıllıca davranmayı öğrenmişti.
“Teşekkür ederim, efendim. Üzerimden bir yükün kalkmasına çok sevindim. Ben söyleyene kadar kontrol sizde olsun ve bu zaman zarfında bana herhangi bir şey olursa eskiden nasıl yardım ettiyseniz, bir başka haylaza da yardım edin o parayla. Bu benim vasiyetim ve hepiniz şahitsiniz. Artık kendimi daha iyi hissediyorum.” Ufak servetini taşıdığı keseyi teslim ettikten sonra bir yükten memnuniyetle kurtulurcasına omuzlarını kaldırdı Dan.
Dan parasını almak için geri gelmeden birçok olayın başına geleceğini kimse hayal bile edemezdi hatta neredeyse gerçekten bunun son vasiyeti ve beyanı olacağını da tahmin edemezdi. O sırada Bay Laurie, paraları nereye yatıracağını açıklarken şarkı söyleyen neşeli bir ses duyuldu.
Ah, Peggy neşeli bir kızdı,
Heyamola, çocuklar, heyamola!
Jack’ten bir bardak içkiyi asla esirgemezdi,
Heyamola, çocuklar, heyamola!
Ve Jack kükreyen denizlere açıldığında,
Peggy de sadık bir şekilde köyün delikanlısına koşardı,
Heyamola, çocuklar, heyamola!
Emil gelişini hep bu şekilde duyururdu ve bir dakika sonra Nat ile aceleyle içeri girdiler. Nat bütün gün kasabada ders veriyordu ve yüzü sevinçle parlayarak bir taraftan arkadaşına bakıyor, bir taraftan da kolunu koparırcasına tokalaşıyordu. Dan, Nat’e ne kadar çok şey borçlu olduğunu minnettarlıkla hatırlayarak borcunu ödemek için biraz sert bir yol seçmişti. İki gezginin bilgi paylaşımında bulunmaları herkesi büyülemiş ve başlarından geçenleri bir çırpıda anlatmaları, oradaki acemilerle ev hanımlarını hayran bırakmıştı.
Bu yeni katılımcılardan sonra ev, neşeli gençler için biraz küçük geldiğinden hepsi verandaya geçip basamaklara yerleştiler, hepsi gece kuşu sürüsünü andırıyordu. Ondan sonra Bay March ile Profesör çalışma odasına çekildi, Meg ve Amy konukların açlığı ve susuzluğunu gidermek amacıyla meyve ve pasta ile ilgilenmek üzere mutfağa geçtiler, Bayan Jo ile Bay Laurie uzun pencerenin yanında oturarak dışarıda süregelen sohbetlere kulak misafiri oldular.
“İşte hepsi buradalar, sürümüzün çiçekleri!” dedi Bayan Jo, önlerindeki gruba işaret ederek. “Diğerleri ya vefat ettiler ya da dört bir yana dağıldılar ama bu yedi oğlan ile dört kız, benim istisnai huzurum ve gururum sayılır. Kate Heath’i de sayarsak hepsi toplamda bir düzine eder, bu genç hayatlara yol göstericilik yapmakla işim başımdan aşıyor.”
“Bazılarının geldikleri yerleri düşünecek olursak ne kadar da farklı olduklarını hatırlıyorum. Ev hayatının da onları çok etkilediğini düşünecek olursak bence şimdiye kadar oldukça tatmin edici işler becerdik.” diye son derece samimi bir cevap verdi. Yeni yeni yükselmekte olan ay hepsinin kafasında eşit şekilde parlamasına rağmen Bay Laurie, onca siyah ve kahverengi kafa arasında gözleri bir tane ışıl ışıl olan kafaya takıldı.
“Kızlar için pek kaygılanmıyorum, ne de olsa Meg onlarla ilgileniyor ve onlara karşı son derece akıllı, sabırlı ve merhametli davranıyor; ki iyi olmamaları için bir neden yok. Ama oğlanlar söz konusu olunca her geçen yıl daha çok ilgi bekliyorlar ve buralardan her ayrıldıklarında, sanki bağlarımız da biraz daha kopuyor gibi geliyor bana.” dedi Bayan Jo, iç çekerek. “Elbette ki büyüyecekler ve onların buralarda kalmaları pamuk ipliğine bağlı, gerçi onun da kopması an meselesi, tıpkı Jack ve Ned’de olduğu gibi. Dolly ve George hâlâ yuvalarına dönmeyi seviyorlar, en azından onlara sözümü de geçirebiliyorum ve bizim sevgili Franz da o kadar merhametli ki asla bizleri unutmaz. Ama dünyada şanslarını deneyecek üç tanesi için canım çok sıkkın ve onlar için endişelenmekten kendimi alamıyorum. Emil’in iyi kalbinin ona doğru yolu göstereceğinden eminim, en azından umarım ve…
Sevimli, masum yüzlü bir çocuk gökyüzünde oturuyor,
Zavallı Jack’in hayatına göz kulak olmak için.
Nat ilk defa buralardan uçup gidecek ve senin çok etkin altında olmasına rağmen aslında o güçsüz biri, diğer taraftan Dan de hâlâ yabani davranıyor. Korkarım ki dünyanın kaç bucak olduğunu zor yollardan öğrenecek.”
“O gayet iyi bir çocuk Jo. Ama bu çiftçilik projesiyle ilgili biraz pişmanlık duyuyorum. Biraz terbiyeyle centilmene dönüşebilir ve Tanrı biliyor ya, aramızda kalsaydı kim bilir ne hâle gelirdi.” diye cevap verdi Bay Laurie, tıpkı yıllar önce birlikte muzip sırlar paylaştıklarında yaptığı gibi Bayan Bhaer’in sandalyesinin üzerine yaslanarak.
“Pek güvenli olduğunu düşünmüyorum, Teddy. Çalışmak ve onun çok sevdiği özgür hayat, iyi bir insan olmasına yardımcı olacaktır ve terbiye edilmesini ancak bu şekilde sağlayabiliriz, bir şehirde karşılaşacağı kolay bir hayatın tehlikeleriyle beraber. Onun doğasını değiştirmemiz mümkün değil. Ama kendisini geliştirmesi için ona doğru yolu göstermeliyiz. Hâlâ aklına eseni yapıyor ve bunu kontrol altına almalıyız yoksa her şey ters tepebilir. Ben bunu görebiliyorum ama bize olan sevgisi onu koruyor ve biz de o büyüyene kadar ya da yardımcı olacak daha kuvvetli bir bağa sahip olana kadar onu dizginlemeliyiz.”
Bayan Jo, sarf ettiği sözlerinde oldukça samimiydi çünkü Dan’i herkesten daha iyi tanıdığından elindeki tayın henüz tam olarak büyümediğinin de farkındaydı. Ama yine de bir taraftan ümidini korurken bir taraftan da korkuyordu çünkü böyle bir çocuk için hayatın çok zorlu geçeceğini gayet iyi biliyordu. Bayan Jo, Dan’in tekrar kaçıp gitmeden önce sessiz bir anında kendi iç dünyasına anlık bir bakış atmasına izin vereceğine emindi ve işte yakaladığı o anda ihtiyacı olan nasihatleri veya cesaretlendirmeleri söylemekle sözünü noktalayacaktı. Böylelikle uygun zamanı beklemeye başladı, aynı anda bir taraftan da onu gözetliyordu. Umut verici bir tabloyla karşılaştığına memnundu fakat dünyanın Dan’de yarattığı hasarı algılamakta da gecikmedi. Ortalığı karıştıran “deli fişek” oğlunun başarılı birisi olması konusunda çok istekliydi çünkü diğer insanlar, onun başarısız olacağını öngörüyorlardı. Ama insanlara çamur gibi şekil verilemeyeceğini bildiği için ihmal edilmiş bu çocuğun iyi bir adama dönüşeceği ümidiyle kendisini ikna ediyordu ve daha fazlasını istemiyordu. Bu bile fazla beklenti içine girmekti, Dan tutarsız dürtülerle dopdoluydu, güçlü tutkuları vardı ve engel tanımaz doğası âdeta genlerine işlemişti. Hayatı boyunca sadece tek bir şeye düşkündü ve bunun dışında engel tanımazdı. O da Plumfield’ın hatırasıydı. O çok sadık arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratma korkusu, prensiplerinden daha güçlü olan gururu aslında arkadaşlarının saygınlığına her daim sahip olma isteğiydi. Tüm hatalarına rağmen onlar da Dan’e hayranlık duyuyor ve seviyorlardı.
“Canını sıkma arkadaşım, Emil vurdumduymaz bir çocuk ve her zaman dört ayak üstüne düşer. Ben Nat ile alakadar olurum, zaten Dan de doğru yolu buldu sayılır. Gidip Kansas’a bir göz atsın ve eğer çiftçi olma planları cazibesini yitirirse her zaman son çare olarak Lo’ya başvurabilir, eminim oralarda büyük işler başarabilir. İlginç olanı da o tuhaf görev için biçilmiş kaftan sayılır ve ümit ederim ki o işi kabul eder. Zalim kimselerle kavga ederek ve ezilenlerle arkadaşlık kurarak içindeki o tehlikeli enerjisini meşgul etmesini sağlayacaktır. Koyun ağılları ve buğday tarlalarıyla uğraşmaktansa bu hayat tarzı ona daha uygun gelecektir.”
“Dediklerinin doğru olmasını ümit ediyorum. O da ne?” Ve Bayan Jo, daha iyi duyabilmek için öne doğru eğildi. Ted ve Josie’nin bağrışmaları kulağına kadar geliyordu.
“Yabani at mı? Gerçek ve canlı canlı mı? Ve onun üzerine binebileceğiz! Dan sen birinci sınıf bir adamsın!” diye haykırdı oğlan.
“Gerçek bir Kızılderili kıyafeti, hem de sadece benim için! Eğer oğlanlar ‘Metamora’ rolünü oynarlarsa ben de ‘Namioka’ rolünü üstlenebilirim.” diye ekledi Josie ellerini çırparak.
“Bess için bir bufalo kafası mı? Tanrı aşkına Dan, neden ona öyle dehşet verici bir şey getirdin?” diye sordu Nan.
“Dayanıklı ve doğal bir şeyi model olarak kullanmanın ona iyi geleceğini düşündüm. Eğer şu faso fiso tanrıları ve evcil kedicikleri yapmaya devam ederse asla başarılı olamaz.” diyerek saygısızca karşılığını verdi Dan, en son geldiğinde Bess’in model olarak kullandığı Apollo’nun büstüyle İran kedisi arasında telaşlı bir şekilde mekik dokuduğunu hatırlayarak.
“Teşekkür ederim, onu kullanacağım ama eğer başarısız olursam seni hatırlatması için bufalo kafasını koridora asacağım.” dedi Bess, o taptığı tanrılara hakaret etmesine içerlemişti ama iyi terbiye aldığı için bunu ancak ses tonuna yansıtabilmişti, bir dondurmanın tadı kadar tatlı ama bir o kadar da soğuk.
“Sanırım diğerleri yeni yerleşim yerimizi görmeye geldiğinde sen gelmezsin. Senin için fazla zahmetli mi olur acaba?” diye sordu Dan, prenseslerine hitap ettiklerinde tüm oğlanların yapmaya çalıştığı gibi saygın bir havaya bürünmeye çalışarak.
“Ben eğitim görmek için yıllarımı Roma’da geçireceğim. Bu dünyanın tüm güzellikleri ve sanat eserleri orada, ayrıca bir ömür boyu orada yaşasam bile tadını çıkarmak için yeterli değil.” diye karşılık verdi Bess.
“Tanrıların Bahçeleri ile benim muhteşem Rocky Dağları’nı kıyaslayacak olursak Roma, küf bağlamış eski bir mezar taşına benziyor. Sanatı azıcık bile umursamıyorum ama doğaya tahammül edebiliyorum ve sana öyle şeyler gösterebilirim ki sanırım soluksuz kalırsın. En iyisi sen gel; Josie atlara bindiği sırada, onları model olarak kullan. Bir arada kümelenmiş yüz kadar yabani at, sana saf güzelliği yansıtamıyorsa ben de bu işten vazgeçeceğim!” diye haykırdı Dan, özgür yaşamın yabanıl güzelliği ile canlılığı karşısında heyecan duymaya başladı ve büyük haz aldığı bu yaşam tarzını kelimelere sığdıracak gücü bulamadı kendinde.
“Bir gün oralara babamla geleceğim ve Sen Mark ile Capitol tepesindeki atlardan daha mı güzeller bir bakacağım. Ama lütfen benim tanrılarıma çirkin sözler söyleme, ben de senin yaşam tarzını sevmeye çalışacağım.” dedi Bess, Batı’nın görmeye değer olduğunu düşünmeye başlamıştı, gerçi oralarda ne Raphael[17 - Raphael Sanzio, kısaca Rafael olarak bilinen Rönesans Dönemi’nin İtalyan ressamı ve mimarıdır. (ç.n.)] ne de Angelo[18 - Michelangelo, İtalyan Rönesans Dönemi ressam, heykeltıraş, mimar ve şairdir. (ç.n.)] gibi sanatçılar henüz ortaya çıkmamıştı.
“İşte bu konuda anlaştık! Yabancı bölgelere gitmeden önce insanların kendi ülkelerini tanımaları gerektiğine inananlardanım, sanki yeni dünya keşfetmeye değmezmiş gibi.” diye söze başladı Dan, olanları çoktan unutmaya hazırdı.
“Avantajları olduğu kadar bazı çekinceleri de var. İngiltere’de kadınlar oy kullanabiliyor ama biz kullanamıyoruz. Her türlü iyi şeyde Amerika’nın önünde olmadığımız için utanıyorum.” diye haykırdı Nan. Her türlü reformda ilerici bir görüşe sahipti ve kendi hakları konusunda endişe duyuyordu, ne de olsa bazı hakları elde etmek için savaş vermek zorunda kalmıştı.
“Ay ne olur, tekrar başlama o konuda! İnsanlar her zaman o hususta tartışırlar, birbirlerine ağızlarına geleni söylerler ve asla da hemfikir olmazlar. Sessiz ve mutlu bir gece geçirelim.” diye yalvardı Daisy. Nan ne kadar tartışmaları seviyorsa Daisy de bir o kadar nefret ederdi.
“Yeni kasabamızda istediğin kadar oy kullanabileceksin Nan, belediye başkanı ve belediye meclis üyesi olabileceksin, böylece tüm birimleri yönetebileceksin. Ayrıca her şey dertsiz tasasız olacak yoksa öyle bir yerde yaşayamam.” dedi Dan. Sonra da kahkaha atarak ekledi, “Görüyorum Bayan Terelelli ve Bayan Shakespeare Smith tıpkı eskiden olduğu gibi hiçbir konuda anlaşamıyorlar.”
“Eğer herkes her konuda anlaşsaydı o zaman asla ilerleme kaydedemezdik. Daisy dünya tatlısı biri ama zaman zaman örümcek kafalı olmaya yatkın, bu yüzden onu kışkırtmaktan keyif alıyorum ama göreceksiniz, gelecek sonbaharda benimle gidip oy kullanacak. Şimdilik bizlere izin verdikleri o tek şeyi yapabilmemiz için Demi de bize eşlik edecek.”
“Onları götürecek misin, Diyakoz?” diye sordu Dan, sanki çok beğeniyormuş gibi eski kelimelerden birini kullanarak. “Bu düzen Wyoming’de mükemmel şekilde işliyor.”
“Onları götürmekten onur duyarım. Annem ve teyzelerim her sene gidiyorlar. Daisy de benimle gelir. O hâlde benim ruh ikizim sayılır. Onu arkada bırakmaya hiç niyetim yok.” diyerek Demi kolunu kız kardeşinin omzuna attı. Her zamankinden daha da düşkün olmuştu ona.
Böyle bir bağın ne kadar tatlı olabileceğini düşünerek Dan, onlara efkârlı bir biçimde baktı ve verdiği mücadeleleri hatırlayarak yalnız geçen gençliği, daha da hüzünlü bir hâl aldı. Tom sesli bir şekilde iç geçirerek o an duygusallaşmayı imkânsız kıldı ve sonra da car car konuşmaya başladı.
“Ben her zaman ikizim olsun istemişimdir. Diğer kızlar zalim davrandığında başını yaslayabileceğin ve teselli bulacağın bir ikizinin olması bence çok eğlenceli ve rahat.”
Tom’un karşılık görmeyen tutkusu ailede alay konusu olurken, bu kinaye herkesin gülmesine neden oldu ama Nan, kargabüken otlarını içeren şişesini birdenbire ortaya çıkardığında herkesin kahkahalara boğulmasını sağladı ve sonra da profesyonel bir havaya bürünerek açıklamalarından birini yaptı.
“Akşam ıstakozu fazla kaçırdığını biliyordum. Bundan dört tablet al, hazımsızlığına iyi gelir. Tom her zaman iç geçirdiğinde ve yemeği fazla yediğinde saçmalamaya başlar.”
“Onları alacağım. Bana verdiğin tek tatlı şeyler bunlar zaten.” Ve Tom, kasvetli bir şekilde kendine verilen dozu çiğnemeye başladı.
“ ‘Hastalıklı bir akla kim vaiz verebilir ya da kökleşmiş tasaları kim yok edebilir?’ ” Tırabzanda tünediği yerden Josie, oldukça dokunaklı bir şekilde konuşarak alıntı yapmıştı.
“Benimle gel Tommy ve seni adam edeyim. Haplarını, damlalarını bir kenara bırak ve bir süreliğine tüm dünyada gönlümüzce gezip eğlenelim, bir kalbin ya da bir miden olduğunu bile unutursun.” dedi Dan, her derde deva olan tek bildiği ilacı önererek.
“Benimle gemilere bin, Tom. İyi bir deniz tutması sana iyi gelir ve sert bir poyrazla da hezimete uğrarsın. Bir doktor olarak gel bizimle. Yatacak yerin olur ve eğlencemizin sonu hiç gelmez.”
Ve eğer senin Nancy, kaşlarını çatarsa oğlum,
Ve senin mavi ceketinle alay ederse
O zaman yelkenlerini yükselt ve diğer limanlara git,
Oralarda daha sadık bir bakire bulursun.
diye ekledi Emil, her sorunu ve tasayı keyifli hâle getirerek bir şarkının fragmanını mutlaka biliyordu ve bunları arkadaşlarıyla paylaşmaktan hiç çekinmiyordu.
“Bunu diplomamı aldıktan sonra düşünebilirim. Bu ölümlü dünyanın üç yılını heba etmeye hiç ama hiç niyetim yok, zaten elimde ne yaptığımı gösterecek hiçbir şeyim de yok. O zamana kadar.”
“Ben asla Bayan Micawber’i terk edemem.” diye araya girdi Teddy, hıçkırarak ağlamaklı bir sesle konuştu.
Tom onu hemen basamaklardan yuvarlayarak aşağıdaki ıslak çimlerin üzerine düşürdü ve bu ufak çaplı kavgaları bittiğinde onların ilgilerini çekebilecek çay kaşıkların çıkarttığı tıngırtıların daha serinletici yiyeceklerin ikram edildiğini ima etti. Eski zamanlarda kızlar erkeklere hizmet ederdi, o da karışıklığa sebebiyet vermemek içindi ama artık genç erkekler, genci ve yaşlısı, bütün kadınlara servis etmek için âdeta yarış hâlindeydiler ve bu ufak detay, zamanla durumların nasıl tersine çevrildiğini açıkça gösteriyordu. Ama ne kadar hoş bir düzendi! Josie bile yerinden kalkmayarak Emil’in ona meyve getirmesine izin verdi, genç kadınlığa attığı adımın her anından zevk alarak. Ama ne var ki Ted, onun pastasından çaldığında bütün görgü kurallarını unutarak parmaklarına vurdu ve böylece cezalandırmış oldu. Evin onur konuğu olan Dan sadece Bess’e hizmet etmekle görevlendirildi, yaşı küçük olmasına rağmen kendi ufak dünyalarında en önemli yere sahipti bu kız. Tom her yiyeceğin en iyisini dikkatle Nan için seçti ama ne var ki şu sözlerle ezildi:
“Ben bu saatte hiçbir şey yemem ve eğer sen de yersen gecenin bir vaktinde kâbuslar görürsün.”
Ve böylece görev aşkıyla acıkma duygularını bastırarak hazırladığı tabağı Daisy’ye vermek zorunda kaldı, kendisi de akşam yemeği olarak gül yapraklarını çiğnemekle yetindi.
Şaşırtıcı miktarda besin değeri yüksek yiyecekleri mideye indirdikten sonra birisi “Haydi şarkı söyleyelim!” diye bağırdı ve böylelikle hoş nağmelerden oluşan bir saat geçirdiler. Nat keman çaldı, Demi kaval çaldı, Dan eski banjoyu tıngırdattı ve Emil de “Bounding Betsy” enkazı hakkında çok efkârlı bir halk şarkısını şakıdı, sonra da hep beraber eski şarkılardan söylediler. Ta ki tüm odanın her yerinde müzik notaları uçuşana kadar ve oradan gelip geçen herkesi gülümseyerek dinlettirip, “Eski Plum bu gece oldukça neşeli.” dedirtene kadar.
Herkes gittikten sonra Dan verandada biraz daha oyalandı, bir taraftan otlaklardan gelen yumuşak ve ılık rüzgârın esintisinin keyfini çıkarıyor, bir taraftan Parnassus’tan gelen çiçek kokularıyla ferahlıyordu. Ay ışığı altında romantizmin tadını çıkarıyorken birdenbire Bayan Jo kapıyı kapatmak için çıkageldi.
“Hayaller âleminde misin, Dan?” diye sordu Bayan Jo, o hassas anın gelmiş olabileceğini düşünerek. O anı ilginç kılabilecek ve kendisine güvenmesini veya şefkatli birkaç söz söylemesini beklerken, Dan’in aniden ona dönerek dobra dobra konuşarak yaşattığı şoku düşünemezsiniz.
“Sigara içmeyi düşünüyorum.” dedi.
Tüm ümitlerinin yıkılmasına rağmen Bayan Jo güldü ve sevecen bir şekilde cevap verdi.
“Evet, içebilirsin ama odanda! Bu arada sakın evi ateşe vereyim deme!”
Belki o an Dan kadının yüz ifadesindeki hayal kırıklığını okudu ya da bir zamanlar oğlan çocuğuyken yaptığı muziplikleri hatırlayıp içine mi işledi bilemiyorum ama yine de eğilip onu öptü ve fısıltıyla “İyi geceler, anne.” dedi. Bu bile Bayan Jo’yu memnun etmek için yetti.

BEŞİNCİ BÖLÜM
TATİL
Herkes ertesi günün tatil olmasından memnundu, bu nedenle kahvaltı masasında biraz daha oyalandılar, ta ki Bayan Jo çığlığı basana kadar.
“Aman Tanrı’m, orada bir köpek var!” Ve kapı eşiğinde büyük cins bir tazı göründü, öylece sessizce duruyor, gözlerini Dan’den ayıramıyordu.
“Merhaba eski dostum! Gelip seni almamı bekleyemedin mi? Yaramaz bir çocuk gibi kaçtın mı yoksa? Bak şimdi, kendi sonunu hazırladın, erkek gibi dayak yemeyi bileceksin!” dedi Dan, köpeği karşılamak için ayağa kalkarak. Köpek de sahibinin yüzüne daha iyi bakabilmek için arka bacaklarıyla şahlandı ve havladı, âdeta itaatkârsızlık yaptığına kızgın bir şekilde itiraz ediyormuş gibiydi.
“Tamam, tamam. Don asla yalan söylemez.” diye ekledi Dan, o koca yaratığa sarılırken. O sırada pencereye göz attığında bir adamın atıyla yaklaştığını gördü.
“Sizi nerede bulabileceğimi bilemediğim için dün gece bütün ganimetlerimi otelde bıraktım. Dışarı gelin ve Octoo ile tanışın, o benim atım, tam bir güzellik abidesi.” Bunu der demez Dan hemen harekete geçti ve yeni geleni karşılamak için tüm aile de peşine takıldı.
Tüm sabırsızlığıyla atın sahibine ulaşabilmek için basamakları tırmanmaya çalıştığını gördüler. Onu getiren adam da dehşete düşmüş, onu dizginlemeye çalışıyordu.
“Gelmesine izin ver.” diye seslendi Dan. “Bir kedi gibi tırmanıyor ve bir geyik gibi atlayabiliyor. Eh kızım, gidip biraz dörtnala koşalım mı?” diye sordu o güzelim yaratık gürültü çıkararak yanına geldiğinde. Dan onun burnunu ovaladı. Pırıl pırıl parlayan dış yüzeyine şaplak attığında neşeyle kişnedi.
“Böyle bir ata sahip olmaya değer.” dedi Ted, hayran hayran baktığında çok hoşnut olmuştu, ne de olsa Dan’in yokluğunda atın bakımını kendisi üstlenecekti.
“Gözlerinden zekâ fışkırıyor! Bıraksan belki konuşacak da!” dedi Bayan Jo.
“Aslında kendince bir insan gibi konuşuyor. Onun bilmediği o kadar az şey var ki. Değil mi, canım kızım?” Ve sanki o ufak siyah atın çok değerli olduğunu göstermek istercesine kendi yanağını atın yanağına değdirdi.
“Octoo ne anlama geliyor?” diye sordu Rob.
“Şimşek. Bu ismi hak ediyor, yakında göreceksiniz. Kara Şahin benim tüfeğime karşılık olarak onu bana verdi ve orada burada gayet iyi vakit geçiriyoruz birlikte. Bu kız hayatımı birçok kez kurtardı. Şuradaki yara izini görebiliyor musunuz?”
Uzun yelesinin altında gizlenmiş ufak bir yaraya işaret etti Dan ve ayakta durarak kolunu Octoo’nun boynuna doladı, hikâyesini anlatmaya başladı.
“Bir gün Kara Şahin ile bufalo izi sürüyorduk ama beklediğimiz gibi hemen bulamadık onları, bu yüzden yiyeceklerimiz bitti. Kampımızın bulunduğu Kırmızı Geyik Nehri’nden yüzlerce mil uzaktaydık. Artık mahvolduğumuzu düşünüyordum ama benim cesur arkadaşım dedi ki ‘Şimdi sürüleri bulana kadar nasıl hayatta kalacağımızı göstereceğim sana.’ Ufak bir gölün yanında geceyi geçirmek için atlarımızdan indik, görüş alanımızda bir tane bile canlı yoktu hatta bir kuş bile yoktu. Arazinin millerce ötesini görebiliyorduk. Bunun üzerine ne yaptık dersiniz?” Sonra da Dan, etrafında toplananların yüzlerine baktı.
“Solucan yediniz, Avustralyalılar gibi.” dedi Rob.
“Çim ya da yaprak kaynattınız.” diye ekledi Bayan Jo.
“Yamyamların yaptığı gibi belki karnınızı balçıkla doyurdunuz.” diye tahminde bulundu Bay Bhaer.
“Atlardan birini öldürdünüz.” diye haykırdı Ted, bir şekilde kanın akmasına çok heveslenerek.
“Hayır ama bir tanesinin kanını akıttık. Bakın hemen şurası, bir teneke kaba doldurduk, içine yabani ada çayı ekledik, biraz su ve bazı çubukları tutuşturarak ısıttık. Gayet güzeldi ve iyi uyumamızı sağladı.”
“Herhâlde Octoo pekiyi uyuyamamıştır.” dedi Josie, acısını paylaşan bir yüz ifadesiyle hayvanı okşamaya başladı.
“Hiç umurunda bile olmadı. Kara Şahin’e göre bu hâlde bir atın üzerinde birkaç gün geçirebilirmişiz hatta yolculuk bile yapabilirmişiz ve at farkına bile varmazmış. Bir başka sabah bufaloları bulduk ve kutumda gördüğünüz kafa, benim vurduğum bufaloya ait. Artık onu duvara asıp herkesi korkutup kaçırabiliriz. İnanın çok azılı bir hayvandı.”
“Buradaki kayış ne işe yarıyor?” diye sordu Ted, tek dizgini ve gemi, kemendiyle beraber Kızılderili eyeri incelemekle meşguldü. Atın boynunun etrafına dolanmış deri kayıştan söz ediyordu.
“Düşmana karşı yandan taarruz yapmak istediğimizde, atın arka taraflarına doğru oturup göze batmamaya çalıştığımızda ona tutunuyoruz ve döne döne dörtnala gittiğimizde atın boynunun altından ateş ediyoruz. Sana şimdi gösteririm.” Ve hemen eyerin üzerine atlayan Dan, atıyla beraber basamakların üzerinden sıçradı; büyük bir hızla çimlerden geçti. Bazen Octoo’nun sırtındaydı, bazen yarı gizlenmiş şekilde marsipet ayağı ile kayışa tutunarak gidiyordu, bazen de tamamen aşağı atlayarak atın yanında uzun adımlarla koşuşturarak ilerliyordu. Fazlasıyla eğlendiği belliydi. O sırada Don da peşlerinden koşuşturuyordu, tekrar özgür olup arkadaşlarıyla birlikte olmanın verdiği köpeklere özgü bir coşkuyla.
Mükemmel bir görüntüydü. Üç tane azgın şey oynaşmaktaydı, o kadar yaşama gücü olan, zarif ve özgür ruhlu gözüküyorlardı ki o an için, o düzgün kesilmiş çimler uçsuz bucaksız bir çayıra dönüşmüştü ve bu anlık bakış, izleyicilere kendi yaşantılarının ne kadar yavan ve donuk olduğunu hissetmelerine neden oldu.
“Bu bir sirkten daha güzel!” diye haykırdı Bayan Jo, tekrar bir genç kız olmayı dileyerek. Belki o zamanlar at dedikleri bu zincirli şimşeğin üzerinde dörtnala koşabilirdi. “Nan’in kırılan kemikleri alçıya aldığını öngörebiliyorum, ne de olsa Dan ile aşık atmaya çalışacak olan Ted, her bir kemiğini kıracaktır.”
“Birkaç kere attan düşmekten zarar gelmez ve bu yeni bakım ile haz ona her bakımdan iyi gelecektir. Ama korkarım ki böyle bir Pegasus’a bindikten sonra Tom asla toprağı sabanla sürmeyecektir.” diye cevap verdi Bay Bhaer. O sırada siyah kısrak bahçe kapısının üzerinden atlayarak ağaçlı yoldan âdeta uçarak geldi ve sahibinin tek bir komutuyla heyecan ile titreyerek hemen durdu. Dan attan atlayarak alkış alıp almayacağını görmek için etrafındakilere bakındı.
Oysa alkışı fazlasıyla aldı ve kendisinden çok hayvanın hatırı için memnun oldu. Ted bir ders almak için derhâl yaygarayı kopardı ve kısa bir süre sonra o antika eyerin üzerinde, kendini son derece huzurlu hissetti. Üniversitede gösteriş yapmak için uzaklaşırken Octoo’yu çok yumuşak başlı buldu. Uzaktan koşuyu gören Bess telaşla yokuş aşağı koşuşturdu, hepsi verandada toplandıktan sonra Dan ekspresin kapısının önüne “çöpü bırakır gibi” attığı büyük kutunun kapağını hızlıca çekti. Bu arada bir parantez açarak tam olarak Dan’in kullandığı kelimeleri ödünç almakta mazur görmüyorum.
Genellikle Dan az ama tam teçhizatlı yolculuklar yapmayı severdi ve iyice eskimiş bavuluna taşıyabileceğinden daha fazla eşya koymayı hiç tercih etmezdi. Ama artık kendisine ait biraz parası olduğundan yay ve mızrağı ile kazandığı zafer hatıralarından oluşan koleksiyonunu eve getirip arkadaşlarına hediye etme arzusuna karşı koyamadı. “Bu güveler bizi yiyip bitirir.” diye düşündü Bayan Jo çok tüylü bir kafa ortaya çıktığında. Peşinden kendisi için ayakları altına serilebilecek kurt derisinden yapılmış bir kilim, Profesör’ün çalışma odasına aynısından ama bu sefer ayı derisinden yapılmış olanı ve oğlanlar için tilki kuyruklarıyla bezenmiş Kızılderili kıyafetler dağıtıldı.
Bir temmuz günü için hepsi hoştu ve sıcak tutuyordu belki ama yine de hepsi sevinçle karşılandı. Ted ve Josie hemen giyinip süslendiler, savaş narası atmayı öğrendiler ve savaş baltaları, yaylar ve oklarla evin arazisinde bir dizi ufak çaplı bir kavgaya tutuşarak arkadaşlarını hayrete düşürdüler; ta ki yorgunluk, onların rehavete kapılmasına neden olana kadar. Av kuşlarının kanatları, tüylü pampa otları, Kızılderililerin para olarak kullandıkları boncuklar ve güzelce işlenmiş tespihler, ağaç kabukları ve kuş tüyleri kızları çok memnun etti. Maden filizleri, ok başları ve kabataslaklar ise Profesör’ün ilgisini çekti. Kutu tamamen boşaldığında huş ağacının kabuğuna yazılmış hüzün dolu birkaç Kızılderili şarkıyı da hediye olarak Dan Bay Laurie’ye verdi.
“Her şeyin tamamlanması için üzerimize sadece bir çadır gerek. Akşam yemeği olarak size kavrulmuş mısır ve kurutulmuş et vermem gerekiyormuş gibi hissediyorum, benim cesur çocuklarım. Böyle güzel bir Kızılderili toplantısından sonra kimse kuzu ve yeşil bezelye yemek istemeyecek.” dedi Bayan Jo, uzun koridordaki resmedilmeye değer kargaşayı incelerken. İnsanlar kilimlerin üzerinde yan gelip yatıyordu ve çoğunun üzeri, az veya çok, kuş tüyleri, mokasenler veya boncuklarla süslenmişti.
“Geyik burnu, bufalo dili, ayı eti ve közlenmiş ilik kemiği benim tercihimdir ama değişikliğe her zaman açığımdır, bu nedenle meleyen kuzunla yeşil etini getirebilirsin.” diye cevap verdi Dan. Kutunun yanında, kabilenin ortasında bir reis gibi oturmuş, görkemli tazısı da ayaklarının dibine serilmişti.
Kızlar ortalığı toparlamaya başladılar ama çok da ilerleme kaydettikleri söylenemezdi çünkü dokundukları her şeyin bir hikâyesi vardı, kimi heyecan verici, kimi komik, kimisi de çılgıncaydı ve bu nedenle akıllarını işlerine vermekte zorlandılar, ta ki Bay Laurie, Dan’i alıp oradan uzaklaştırana kadar.
Bu o yaz tatilinin başlangıcı olmuştu ve o çalışkan toplumun sessiz geçen hayatında Dan ve Emil’in yuvalarına dönmeleriyle çok hoş bir his uyandırmaları görülmeye değerdi, zira herkesi şenlendiren taze bir esintiyi de beraberlerinde getirmiş gibiydiler. Üniversite öğrencilerinin çoğu tatillerde orada kalıyorlardı ve Plumfield ile Parnassus kaldıkları bu günlerde ellerinden geldiği kadar onlar için hoş vakit geçirmelerini sağlamaya çalışıyorlardı çünkü çoğu farklı eyaletlerden geliyordu, kimisi de fakirdi ve evlerine gitmek için durumları pek elverişli değildi, bu nedenle bizimkiler onların gelişimi ve eğlenceleriyle ilgileniyorlardı. Gerek erkeklerle gerek kızlarla Emil çok çabuk ahbap olabilecek bir yapıdaydı ve bir denizci gibi çılgınca eğlenmeyi biliyordu ama ne var ki Dan üniversitenin iyi aile kızları karşısında korkuya kapılıyor ve aralarına girdiğinde çok sessiz davranıyordu, tıpkı bir kartalın bir güvercin sürüsünü izlediği gibi onları süzüyordu. Ne var ki erkeklerle daha iyi geçiniyordu ve onların kahramanı oluvermişti. Mertçe elde ettiği başarılarını takdirle karşılamaları Dan’e iyi geliyordu çünkü eğitimdeki eksikliklerinin fazlasıyla farkındaydı ve sıkça merak ederdi o ders kitaplarında onu tatmin edecek bir şeyin olup olmadığını, yoksa görkemli doğanın örneklemelerle gösterdiği kapsamlı incelemeleri mi daha yararlıydı? Sessiz duruşuna rağmen kızlar onun iyi yanlarını görmekte gecikmedi ve “İspanyol” adını taktıkları bu çocuğu büyük bir beğeni ile dikkate alıyorlardı. Aslında kömür karası gözleri konuşmasından daha dilbazdı ve bu iyi niyetli gençler cana yakınlıklarını çok değişik ve cazibeli yollarla göstermeye çalıştılar.
Dan bunu fark etti ve onlara layık olmak için çok çabaladı. Konuşmalarını kontrol altına aldı, kaba saba davranışlarını yumuşattı ve söylediği ile yaptığı her şeyin onlarda yarattığı etkiye dikkat etti çünkü iyi bir izlenim yaratmak onun için çok önemliydi. Başka insanlarla beraber olmak onun yalnız kalbini ısıttı, gördüğü değişik kültürler karşısında elinden geleni yaptı ve onun yokluğunda meydana gelen değişiklikler gerek kendisinde gerek diğer insanlarda, eski yuvasını bambaşka bir dünyaya dönüştürmüştü. Kaliforniya’daki hayatından sonra burada olmak hem hoş hem de dinlendiriciydi. Etrafında bulunan bütün o tanıdık yüzler, yaşadığı pişmanlıklarını unutması için yardımcı oldular ve bu iyi niyetli insanların güvenini kazanmak ve aynı şekilde çevresinde bulunan masum kızların saygısını elde etmek için çok azmetti.
Böylelikle gündüzlerini binicilik, kürek çekmek ve piknik yapmakla geçirdiler, geceleri ise bol bol müzik, dans ve piyesler vardı, herkes yıllardır böylesine neşeli geçen bir tatil yapmadıkları konusunda hemfikirdiler. Bess sözünü tuttu ve arkadaşlarıyla eğlence yerlerine giderken ya da babasıyla müzik çalışırken o çok sevdiği çömlekçi çamurlarının toz tutmasına izin verdi. Babası da hayatından memnundu, ne de olsa kızının yanaklarına renk gelmiş ve eskiden gördüğümüz o dalgın dalgın bakışlarının yerini kahkahalar almıştı. Josie bile Ted ile daha az tartışır oldu çünkü Dan’in bir bakışı onun anında boyun eğmesini sağlıyordu ve bu da isyankâr kuzende çok olumlu etkiler yaratıyordu. Ama Octoo bu yaşam dolu genç için daha iyisini yaptı, bir zamanlar gönlünün tahtı olan bisikleti yerine bu atın cazibesine tamamıyla kapıldığı görüldü. Gece veya gündüz hiç fark etmeksizin bu yorulmak bilmez hayvana bindi ve zaman geçtikçe şişmanlamaya başladı. Bu da annesini aşırı sevindirdi çünkü fasulye sırığı gibi oğlunun fazla hızlı büyüdüğünden sağlığı için endişe duyuyordu.
İş hayatını sıkıcı bulduğundan Demi üzüntüsünü biraz olsun hafifletmek için boş zamanlarında ikna edebildiği herkesin gerek oturarak gerekse ayakta, fotoğrafını çekmeye başladı, birçok başarısızlıkların yanı sıra bir sürü mükemmel fotoğraflar da basabildi, ne de olsa insanları gruplandırmada oldukça zevk sahibiydi ve ayrıca sonsuz bir sabra sahipti. Dünyaya kamerasının merceğinden baktığı bile söylenebilirdi ve bir parça siyah pamuklu kumaşın altından arkadaşlarına gözlerini kırpıştırarak baktığında bu durumu çok eğlenceli bulduğu belliydi. Dan onun için bir hazine sayılırdı çünkü hemen kabul eder, Meksika kıyafetiyle yanına atını ve tazısını da alarak büyük bir hevesle poz verirdi. Herkes bu etkileyici fotoğraflardan birer kopya isterdi.
Bess de poz verenlerin arasında en sevdiklerindendi hatta Demi kuzeninin fotoğrafıyla amatör fotoğrafçılık sergisinde bir ödül bile almıştı. Fotoğrafta başından aşağı doğru serbest bırakılmış o güzelim saçlarının üstünde bir bulut kadar beyaz bir dantel, omuzlarına kadar iniyordu. Bu fotoğraf kıvançlı sanatçı tarafından etrafındakilere bolca dağıtıldı ama kopyalardan birinin tarihe geçmesi gereken ufak bir hikâyesi de vardı. Uzun sürecek ayrılıktan önce Nat bulabildiği her andan istifade ederek Daisy ile zaman geçirmeye çalıştı, bu durum karşısında Bayan Meg az da olsa merhamete geldi çünkü bu bahtsız sevginin tek çaresinin Nat’in yokluğu olacağından emindi. Daisy az konuşur oldu ama o kibar yüzü yalnız kaldığında hemen hüzünlenirdi ve kendi elleriyle zarifçe işlediği mendillere birkaç tane sessiz gözyaşı dökerdi. Nat’in kendisini asla unutmayacağından çok emindi. Bebek bezleriyle başlayan serüvenleri söğüt ağacının altında paylaştıkları sırlara kadar uzanıyordu ve kendisini bildi bileli arkadaşı olan bu değerli adam olmadan hayat oldukça yalnız geçecekti. Daisy eski kafalı bir evlattı, sorumluluk sahibiydi ve yumuşak başlıydı, annesine öylesine sevgi ve hürmetle bağlıydı ki onun emirleri Daisy için kanun sayılırdı ve eğer âşık olmak yasaksa o zaman arkadaşlık yeterli gelmeliydi. Bu nedenle kendi üzüntüsünü kendine sakladı, Nat de her zaman neşesiyle gülümsedi, sağlayabileceği her türlü konfor ve sefayla aile hayatında geçireceği son günlerini mutlu kılmaya çalıştı. Akılcı öğütler ile tatlı sözlerden tutun da bekâr olarak kalacağı ikametgâhı için iyice doldurulmuş iş çantasından ve yolculuğu için bir kutu şekerlemeye kadar düşündü.
Tom ve Nan, Plumfield’da eski arkadaşlarıyla eğlenebilmek için mümkün olduğunca derslerine zaman ayırmaya çalıştılar; ne de olsa Emil’in bir sonraki seferi oldukça uzun sürecekti, Nat’in yokluğunun ne kadar süreceği belirsizdi ve Dan’in tekrar ortaya ne zaman çıkacağını kimse bilmiyordu. Gençlerin hepsi hayatın ciddiye binmeye başladığının farkına varmaya başlamışlardı ve birlikte geçirdikleri bu çok hoş yaz gecelerinde eğlenirken bile hepsi artık çocuk olmadıklarının bilincindeydiler. Eğlence sırasında gelecekteki planları ve umutları hakkında sık sık konuşur olmuşlardı, ayrı ayrı yollarda hayatlarına devam ettiklerinde bağlarını daha fazla koparmadan âdeta birbirlerini tanımak ve yardım etmek için çaba harcıyorlardı.
Birlikte geçirecekleri sadece birkaç haftaları kalmıştı; sonra “Brenda” hazır olacaktı. Nat, New York’tan denizlere açılacaktı ve Dan de uğurlamak için onunla limana gidecekti; bu arada kendi planları kafasının içinde dönüp duruyordu ve bir an önce başlamak için sabırsızlanıyorlardı. Parnassus’ta gezgincilerin onuruna bir veda dansı verildi ve hepsi en iyi kıyafetleri ve neşeli hâlleriyle bir araya geldiler. George ve Dolly, Harvard Üniversitesine küçük dağları ben yarattım havasıyla katıldılar, görülmeye değer bir cakayla. Kuyruklu ceketleri ve tepeden basık şapkalarıyla, Josie’nin dediği gibi her ikisinin çocuksu ruhları olmasına rağmen o gece müstesna nezaketleriyle gurur kaynağı idiler. Jack ve Ned gelemedikleri için pişmanlıklarını ve en iyi dileklerini ilettiler, kimse onların yoklukları için yas tutmadı; ne de olsa onlar Bayan Jo’nun dediği gibi birer fiyaskoydu. Her zamanki gibi zavallı Tom yine başını belaya soktu, kafasının her tarafına çok ağır bir kokusu olan bir preparat sürdü, boşuna bir çabayla o kıvrım kıvrım buklelerini düzleştirmek ve yumuşacık yapmak için uğraştı, ne de olsa modaydı. Ama maalesef o isyankâr kısa saçları daha da birbirine dolandı, birçok berber dükkânlarının karışımı gibi olan koku, yok etmeye çalışmasına rağmen zıvanadan çıkmış hâlde ona yapışıp kalmıştı. Nan kendisine yaklaşmasına asla izin vermedi, ne zaman onu ortalıkta dolaşırken görse yelpazesini şiddetli bir şekilde sallamaya başlardı, bu da tabii Tom’un içinin parçalanmasına neden olurdu ve cennete girmesi engellenen peri gibi hissetmesini sağlardı. Elbette arkadaşları onunla alay ettiler ama yapısı gereği bastırılamaz neşesi, onun umutsuzluğa düşmesine engel oluyordu.
Emil yeni üniformasıyla göz kamaştırıcıydı, sadece denizcilerin bilebileceği bir tarzda dans etti. Bağcıksız gece ayakkabıları odanın her bir tarafındaymış gibi gözüküyordu ve partnerleri ona ayak uydurmaktan nefes nefese kalıyorlardı ama bütün kızlar, onun dansı çok iyi yönlendirdiğini ifade ediyordu. Onca hızlı hareketlerine rağmen kimse kimseyle çarpışmadı, sonuç olarak Emil mutluydu ve gemisiyle açıldığında genç kızların yokluğunu hissetmeyecekti.
Giyeceği bir kıyafeti olmadığından Dan, Meksika kıyafetini giymeye ikna oldu ve kendisini çok rahat hissetti bol düğmeli pantolonunda, bol ceketinde ve parlak kuşağında. Renkli şalını abartılı bir şekilde omzunun üzerine attı. Çok yakışıklı görünüyordu. Josie’ye değişik dans adımlarını gösterirken yüksek mahmuzlarıyla muhteşem figürler sergiliyordu. Asla konuşmaya cesaret edemeyeceği bazı sarışın genç kızlara da beğeni ile simsiyah gözleriyle baştan çıkarıcı bakışlar atmayı da ihmal etmiyordu.
Anneler çardakta oturarak herkese rozetler dağıtıyor, gülücükler atıyor ve tatlı sözler söylüyorlardı, özellikle bu tür etkinliklere pek alışık olmayan, zor durumda kalan yeni gelen gençlere, solmuş muslinli ve temizlenmiş eldivenli utangaç kızlara. Hoş bir görüntüydü. Heybetli Bayan Amy’nin kalın çizmeli, geniş alınlı, uzun boylu bir taşra çocuğunun kolunda etrafta gezinmesi ya da genç bir kız gibi Bayan Jo’nun utangaç, kollarını tulumba gibi sallayan, müdürünün eşinin ayak parmaklarına basma onuruyla şaşkın ama aynı zamanda gururlu ve bundan dolayı yüzü kıpkırmızı kesilen bir çocukla dans etmesi gibiydi. Bayan Meg’in her zaman koltuğunda iki ya da üç kız için yeri vardı. Bay Laurie sade, kötü giyinen küçük hanımlara kendini adadı, iyi niyetli nezaketiyle kalplerini fethetti ve onları mutlu etmeyi başardı. İyi huylu Profesör ise odada dağıtılan yiyecekler kadar hızlı bir şekilde etrafta dolandı, herkese eşit bir hâlde neşeyle hitap etti. Diğer taraftan Bay March oldukça ciddi genç erkeklerle çalışma odasında Yunan komedyasını tartıştı, belli ki o muazzam zihinleri hayatın önemsiz, keyif verici olaylarıyla meşgul olmamıştı.
Büyük müzik odası, salon, koridor ve veranda beyaz elbiseli genç kızlar ve onlara eşlik eden gölgelerle doluydu. Ortamda capcanlı sesler duyuluyor ve müzik grubu hareketli parçalar çaldıkça kalplerin ve aynı zamanda ayakların ritmi birbirleriyle uyum içinde hareket ediyordu, tabii neşe saçan ay parçası da o ortamı büyülemek için elinden geleni yapıyordu.
“Yırtıkları iğneyle tutturuver Meg, o sevimli Dunbar oğlanı Bay Peggotty’nin deyimiyle beni ‘parçalara ayırdı’. Ama yine de kendisi ne kadar çok eğlendi, özellikle arkadaşlarına sürekli toslarken ve beni de bir paspas gibi savururken. Böyle durumlarda görüyorum ki ne eskisi gibi gencim ne de eskisi gibi çevik. On yıl sonra birer minder gibi kenarda öylece duracağız kardeşim, bu nedenle kaderimize boyun eğmeliyiz.” Bunun üzerine insaniyet namına harcadığı çabasıyla darmaduman olmuş hâlde bir köşeye çekildi.
“Eminim ki ben güçlü kuvvetli olacağım ama senin bu kadar hareketle ete kemiğe bürüneceğini hiç sanmıyorum canımın içi. Ama bizim Amy her zaman vücut hatlarını koruyacak. Bu gece beyaz elbisesi ve gülleriyle on sekizinde gibi durduğuna eminim.” diye cevap verdi Meg, bir taraftan kız kardeşlerinden birinin yırtılmış fırfırını tutuşturuyor, diğer taraftan diğer kardeşinin zarif hareketlerini izliyordu, doğruyu söylemek gerekirse Meg, eskiden beri Amy’yi bir farklı seviyordu.
Jo’nun şişmanlıyor olması aile arasında bir espriye dönüşmüştü, gerçi şimdi ona çok yakışan dolgun hatlara sahipti. Yakında çift gerdanlı olacağı konusunda gülüşüyorlardı ki Bay Laurie görevinden bir anlığına uzaklaştı.
“Her zamanki gibi hasar mı gideriyorsun Jo? Giysilerin paçavraya dönüşmeden hiç yumuşak ve nazik şekilde dans edememişsindir. Hadi gel beraber sessiz sakin bir yürüyüş yapalım, akşam yemeğinde de yatışmış olursun. Sana birkaç tane çok hoş tablo göstermek istiyorum. Bu arada Meg de peltek konuşan Bayan Carr’ın hevesle anlattıklarını dinliyor. Neyse ki bir ara sohbet etmesi için Demi’yi yanına göndermiştim.”
Aralarında laflarken Laurie, Jo’yu müzik odasına doğru yönlendirdi. Genç erkek ve kızlar artık bahçeye ve kabul salonuna geçtiklerinden dans odası neredeyse boş sayılırdı. Oldukça geniş bir verandaya açılan dört büyük pencerenin ilkinin önünde durdular. Laurie dışarıdaki bir gruba işaret etti. “Bunun adı Jack Ashore.” diyordu içlerinden bir tanesi.
Altta bağcıksız gece ayakkabılarıyla mavi pantolon giymiş bir çift uzun bacak, sarmaşıkların arasında verandanın çatısında asılı duruyordu. Belli ki sözü geçen bacaklarla ilgisi olan ve görülmemiş eller tarafından toplanmış güller, aşağıdaki tırabzana bembeyaz kuş sürüsü gibi tünemiş birkaç genç kızın kucağına atılıyordu. O sırada “kayan yıldız gibi” bir erkek sesi üzücü bir şarkıyı oldukça değerbilir bir dinleyici topluluğuna söylüyordu:
Doğudaki tepeye ay tırmanıyordu,
Dee’nin kumları arasından yükseliyordu,
Ve dağın zirvesinden sızıyordu,
Kulelerin ve ağaçların üzerinden gümüş bir ışık,
Mary onu uyuması için bıraktığında
Aklı denizlere açılmış Sandy’deydi.
Yumuşak ve alçak bir ses duymuştu,
Mary benim için artık ağlama, diyordu.
Yastığından yavaşça kafasını kaldırdı,
Kimin olabileceğini görmek için,
Karşısında Sandy duruyordu, titriyordu
Yüzü solmuş boş boş bakıyordu.
Ah, Mary sevgilim, vücudum soğuk;
Fırtınalı denizlerin dibinde yatıyor;
Uzak, çok uzaklarda senden, ahiret yolculuğundayım.
Sevgili Mary, benim için artık ağlama.
Üç fırtınalı gece ve üç fırtınalı gün
Öfkeden kudurmuş okyanusta debelendik.
Gemimizi kurtarmak için çok çabaladık;
Ama tüm bu çaba boşunaydı.
O anlarda bile terör içime işlediğinde,
Kalbim yine sana olan sevgimle doluydu.
Fırtına dindi, ben de huzura kavuştum.
O yüzden Mary, benim için artık ağlama.
Ah masum sevgilim, kendini hazırla;
O kıyıda pek yakında yine karşılaşacağız
Aşkın, dert ve tasadan uzak, özgür olduğu yerde,
Ve biz bir daha hiç ayrılmayacağız.
Horoz çok sesli öttü, gölge de hemen yok oldu;
Sandy’i bir daha hiç göremedi;
Ama ayrılırken o ruh sessizce fısıldadı,
Sevgili Mary, benim için artık ağlama.
“O çocuğun sürekli eğlence peşinde olması, onun için bir servet değerinde. Böylesine neşeli bir ruh hâliyle hayatı boyunca ayakta kalabilecek bir yapıya sahip.” dedi Bayan Jo. O sırada söylenen şarkı sona erdiğinde büyük bir alkış koparak gülleri geriye attılar.
“Aynen öyle. Tanrı’nın bir lütfu bu, minnettar olmalıyız, öyle değil mi? Bizim gibi değişken ruh hâli olan insanlar onun değerini iyi bilir. Sana gösterdiğim ilk tabloyu beğenmene sevindim. Gel de ikinciye bir göz at. Umarım berbat edilmemiştir. Biraz önce gayet iyi durumdaydı. Burada Othello başından geçen maceralarını Desdemona’ya anlatıyor.”
İkinci perde resmedilmeye değer üç kişilik bir grubu çerçeve içine almıştı. Bay March bir koltuğa oturmuş, hemen ayaklarının dibinde bir minderin üzerine yerleşmiş olan Bess ile Dan’i dinliyordu. O sırada Dan ise bir sütuna yaslanmış abartılı hareketlerle onlara bir şeyler anlatıyordu. Yaşlı adam gölgede kalmıştı ama küçük Desdemona, genç Othello’nun yüzüne doğru yukarı baktığında ay ışığı, olduğu gibi kızın üzerine düşmüştü. Erkeğin anlattığı hikâyenin etkisinde olduğu besbelliydi. Dan’in omzundaki canlı renklerden oluşan kumaş, koyu teni ve el kol hareketleri çok etkileyici bir tablo oluşturuyordu. Her iki dinleyici sessizlik içinde büyük bir memnuniyetle onu dinliyordu, ta ki Bayan Jo o anda fısıltıyla hızlıca bir şeyler söyleyene kadar.
“Dan’in buralardan gidiyor olmasına mutluyum. Bu kadar romantik kızların arasında olmak için biraz fazla ilginç biri. Korkarım onun ‘tantanalı, kasvetli ve tuhaf’ tarzı, bizim basit düşünen kızlarımız için biraz abartılı.”
“Korkacak bir şey yok. Dan işlenmemiş bir cevher gibi ve sanırım hep de öyle kalacak, gerçi birçok yönden gelişme gösteriyor. Kraliçemiz o loş ışıkta ne kadar da hoş görünüyor!”
“Bizim sevimli altın sarısı saçlımız nerede olursa hoş görünür.” Ve Bayan Jo gurur ve şefkat dolu bir bakışla arkaya doğru bakarken sözlerine devam etti. Ne var ki uzun zaman sonra bile bu sahne ve öngörülü sözleri hep aklında kalacaktı.
İlk bakışta üç numaranın trajik bir tablo görünümünde olduğu belliydi, Bay Laurie kahkahasını bastırarak “Yaralı Silahşor!” dedi fısıltıyla kafası büyük bir mendille sarılı olan Tom’a işaret ederek. Büyük bir beceriyle avuç içinden bir diken ya da bir kıymık çıkarmaya çalışan Nan’in önünde eğilmişti. Hastanın yüz ifadesine bakacak olursanız oldukça keyifli olduğu çıkarımında bulunabilirdiniz.
“Acıtıyor muyum?” diye sordu Nan, daha iyi görebilmek için elini ay ışığına doğru döndürerek.
“Zerre kadar acımıyor, sen devam et, hoşuma gidiyor.” diye cevap verdi Tom, ağrıyan dizlerine ve en iyi pantolonuna verilen zarara rağmen.
“Seni uzun tutmayacağım.”
“Saatlerce sürsün, lütfen. Hiç burada olduğum kadar mutlu olmamıştım.”
Bu ince sözlerden hiç etkilenmeyerek Nan büyük ve yuvarlak camlı gözlüklerini takarak soğukkanlı bir ses tonuyla, “Şimdi görüyorum onu. Sadece bir kıymık. Tamamdır. Hallettim.”
“Elim kanıyor, yaramı sarmayacak mısın?” diye sordu Tom süreyi uzatmayı ümit ederek.
“Saçmalama, biraz em onu. Eğer yara derinleşirse yarın icabına bakarsın. Daha önceki gibi bir daha kan zehirlenmesini yaşamak istemeyiz.”
“Bana bir tek o zaman merhametli davranmıştın. Keşke kolumu kaybetseydim.”
“Keşke kafanı kaybetsen, hiç bu kadar terebentin ve parafin kokusunu duymamıştım. Ne olur biraz bahçe içinde koşturup biraz hava alır mısın?”
Şövalyenin umutsuzluğa düşerek oradan uzaklaşmasının ve Leydi’nin de ferahlamak için burnunu uzun bir zambak kabına gömmesinin ardından duygularını kahkahalarla açığa vurmaktan korkan izleyiciler yollarına devam ettiler.
“Zavallı Tom, zor bir kaderi var ama ne var ki boşuna uğraşıyor! Böyle daldan dala konmayı bırakıp işine dönmesini tavsiye etmelisin, Jo.”
“Tavsiyelerde bulunuyorum Teddy, hem de sık sık. Ama o çocuğun akıllanması için çok büyük bir şok yaşaması gerekir. Bu şokun ne olacağını görmek için ilgiyle bekliyorum. Aman Tanrı’m! Bu da neyin nesi?”
Bunu sormakla haksız da sayılmazdı çünkü Ted rustik bir taburenin üzerinde tek ayak üzerinde poz vermeye çalışıyor, diğer ayağını da geriye doğru uzatmış, iki elini de havada çırpmaya çalışıyordu. Josie ise birkaç genç arkadaşıyla beraber onun eğilip bükülmelerini büyük bir ilgiyle inceliyor ve ufak kanatları, altın yaldızlı burma sütunları ve sevimli kafatası hakkındaki konuşmalarını sürdürüyorlardı.
“Bu çalışmaya ‘Ticaret tanrısı uçmaya çalışıyor.’ diyebiliriz.” dedi Bay Laurie, her ikisi dantelli perdelerin arkasından onları gözetlerken.
“Tanrı bu oğlanın uzun bacaklarını korusun! Onları nasıl kontrol altında tutabileceğini düşünüyor mu acaba? Mermerden ‘koyu renkli baykuş’ için hazırlık yapıyorlar ve onlara nasıl yapılacağını gösterecek kimse olmadığından benim tanrı ve tanrıçalarımı kullanarak iyice yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.” diye cevap verdi Bayan Jo, karşılaştığı bu sahneden oldukça keyif alarak.
“Tamam, şimdi dengede duruyor!” “Harika, öyle devam et!” “Böyle daha ne kadar durabileceğine bakalım!” diye haykırdı kızlar. O sırada Ted dengesini sağlamak amacıyla bir anlığına ayak parmağını kafesin üzerine yerleştirdi. Ama maalesef bunu yapmakla bütün ağırlığını diğer ayağına vermiş oldu, taburenin hasırdan yapılmış oturağı bir anda çöktü ve ticaret tanrısı havada uçarak yere büyük bir gürültüyle düştü; kızların çığlıkları ve kahkahaları arasında. Zemine ve taklalar atmaya alışık olduğundan kendisini hemen toparladı ve bir bacağı taburenin içindeyken doğaçlama dans figürleri yaparak neşeyle etrafta hoplayıp zıpladı.
“Teşekkürler, dört tane çok sevimli tablo için. Bana bir fikir verdin ve bir süre sonra buna benzer gerçekçi tablolar oluşturup misafirlerimizi birtakım geçici manzaralar karşısında dolaştırarak izletebiliriz. Yeni ve etkileyici, ben bunu patronuma önereceğim ve bütün övgüyü de senin almanı sağlayacağım.” dedi Bayan Jo, bardakların ve tabakların tıngırtılarının geldiği ve endişeyle ortalıkta dolaşan siyah paltoluların görüldüğü odaya doğru ilerlerken.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/luiza-mey-olkott/jo-nun-ogullari-69429187/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Müzler veya Musalar, Yunan mitolojisinde kardeş tanrıçalardır. Geleneksel olarak dokuz tanedirler. Çoğunlukla ilham perisi olarak tanımlanırlar. Başlangıçta muhtemelen sadece şiir tanrıçasıyken zamanla bilim ve diğer sanatlarla da ilişkilendirilmiştir. Efsaneye göre Zeus, Mnemosyne ile tam dokuz gece geçirmiştir ve her gece için bir Müz doğmuştur. Müzlerin adları hemen hemen her şiirde geçer fakat kendilerine ait bir destanları yoktur. Genellikle Apollo önderliğindeki bir koroda tanrıların bütün şenliklerinde şarkı söyler, dans ederler. (ç.n.)

2
Pygmalion usta bir heykeltıraşmış, eserleri çok gerçekçiymiş. Bir gün fil dişinden bir heykel yapmış ve ona âşık olmuş. Bütün gün eserini hayranlıkla izlermiş. Eserine Galatea adını vermiş. (ç.n.)

3
Raffaello Sanzio De Urbino, kısaca Rafael olarak bilinen Rönesans döneminin İtalyan ressamı ve mimarıdır. 1483-1520 yılları arasında yaşamıştır. Chanting Cherubs onun tablolarından biridir. İki çocuk resmedilmiştir. (ç.n.)

4
Ave Maria, “Selam ey Meryem.” (Katolik kilisesinde okunan bir duanın ilk iki kelimesi.) (ç.n.)

5
Atalanta, Atalanta Bergamo İtalyan futbol kulübüdür. Mavi siyah renklere sahiptir ve 1907 yılında kurulmuştur. (ç.n.)

6
Juno, Roma mitolojisinde baştanrı Jüpiter’in kız kardeşi ve eşi. Aile ve doğum başta olmak üzere birçok alanda tezahürü ve ilgisi bulunan eski ve güçlü bir tanrıçaydı. (ç.n.)

7
Pallas, Yunan mitolojisinde Zeus’un kızıdır. (ç.n.)

8
Venüs, Roma mitolojisinde aşkın ve güzelliğin koruyucusu olan tanrıçadır. (ç.n.)

9
Minerva, hikmet, akıl, savaş, sanat, okul ve ticaret tanrıçasıydı. (ç.n.)

10
Paris, bugün Çanakkale sınırlarında yer alan antik Troya Kralı Priamos ve Hekabe’nin oğludur. (ç.n.)

11
Achilles (Akhilleus), dünyanın en büyük savaşçısı kabul edilir. Yunan mitolojisinin en önemli kahramanlarından biridir. (ç.n.)

12
Agamemnon, Truva savaşında ordunun başına geçer ve askerleri yönetir. (ç.n.)

13
Almanca, sevgili anne. (ç.n.)

14
Pompei’nin Son Günleri 1834 yılında Edward Bulwer-Lytton tarafından yazılmış bir romandır. Roman, Pompei’nin son günlerinde, Bulwer-Lytton’ın Milano’da gördüğü Rus ressam Karl Briullov tarafından resmedildi. MS 79’da Vezüv Yanardağı’nın patlamasıyla Pompei şehrinin felaket yıkımıyla sonuçlanır. (ç.n.)

15
Arbaces; Pompei’nin Son Günleri’nde düşman, entrikalar çeviren, sihirbaz bir Mısırlıdır. (ç.n.)

16
Siyular, Kuzey Amerika’da Superior Gölü çevresinde yaşayan Kızılderili bir kabiledir. Avrupalı sömürgecilerle yaptıkları savaşlar sonucunda yenildiler ve Minnesota ile Dakota’ya sürüldüler. 19. yüzyıl ortalarında toplama kamplarına yerleştirildiler. 1876 yılında ayaklanarak bağımsızlık ve özgürlük savaşını yeniden başlattılar. Liderleri Oturan Boğa öldürüldü. 1890 yılında da ABD güçlerinin yaptığı büyük bir katliamla direnişleri kırıldı. (ç.n.)

17
Raphael Sanzio, kısaca Rafael olarak bilinen Rönesans Dönemi’nin İtalyan ressamı ve mimarıdır. (ç.n.)

18
Michelangelo, İtalyan Rönesans Dönemi ressam, heykeltıraş, mimar ve şairdir. (ç.n.)
Jo′nun Oğulları Луиза Мэй Олкотт
Jo′nun Oğulları

Луиза Мэй Олкотт

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Koyu bir feminizm savunucusu olan Louisa May Alcott tarafından kaleme alınan "Jo’nun Oğulları"ında başkahramanımız Bayan Jo, oldukça kültürlü ve kendini bütünüyle evlatlarına adamış yürekli bir annedir. Oğulları ise keşmekeşli hayat mücadelesinde pek çok zorlu sınavdan geçecektir. Ama Bayan Jo’nun evlatlarına olan koşulsuz sevgisi ve bilge yol göstericiliğiyle bu sorunların üstesinden el birliğiyle geleceklerdir. Esasen "Jo’nun Oğulları"nda başkahraman Bayan Jo, günümüz ebeveynlerinin de kendisinden faydalanabileceği bir karakterdir. Çünkü onun annelik anlayışı, her koşulda ve her zaman evlatlarını sevgi ile kucaklamaktan geçer… "İyi birer örnek olun. Sizi rahatsız ettiğim için beni affedin sevgili oğullarım ama verdiğim öğütleri asla unutmayın. Belki bu söylediklerimin sonuçlarını asla öğrenemeyeceğim ama size yararlı olacağını düşünüyorum. İyi niyetle söylenen birkaç gelişigüzel söz, bazen çok şaşırtıcı biçimde yararlı olabiliyor. Zaten biz yaşlı insanlar, bunun için varız. Yoksa bizim deneyimlerimizin hiçbir faydasını göremezsiniz. Elimden geldiğince oğullarımı ve kızlarımı güvende tutmaya çalışıyorum, burası ahlaka önem veren bir yer, eskiden beri burada erdemli bir hayat yaşanır, aynı zamanda öğretilir de…"

  • Добавить отзыв