Gömülü Şamdan

Gömülü Şamdan
Stefan Zweig
Kral Süleyman’dan beri Yahudilerin kutsal emaneti olan yedi kollu Şamdan Menora, Vandalların Roma’yı istilası sırasında ele geçirilir. Bu acı duruma henüz 7 yaşındayken tanık olan Benjamin Marnefesch, ömrünü, şamdanı ait olduğu yere geri getirmeye adar. Şamdanın neredeyse 90 yıllık göçü, Yahudilerin kutsalına bağlılığıyla diyar diyar gezmesine ve bu süreçte Benjamin’in de 88 yaşında son nefesine kadar mücadelesine konu olur. "Gömülü Şamdan", hangi inanışa, hangi dine ve hangi etnik sınıfa ait olursa olsun insanın değer verdiği, kutsal gördüğü emanetler için nasıl malını, canını ortaya koyduğunu, yaşayışlarını o emanetlere göre şekillendirdiğini ve tüm sevinçlerinin ve kederlerinin kaynağının yine o emanetler olduğunu ortaya koyuyor. "Bizim bütün çilemizin kaynağı, elle tutulur olana tutunmamamız, daima arayanlar olarak kalmış olmamız ve sonsuza kadar görünmeyenin peşinden gitmemizdir. Ancak görünmez olana bağlanan, elle tutulur olana düşkün olandan daha güçlüdür, çünkü öteki geçici, bizimki kalıcıdır."

Stefan Zweig
Gömülü Şamdan

Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-TarihîBirHatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-GeleceğinÜlkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının YirmiDörtSaati,YarınınTarihi,KendileriileSavaşanlar:Kleist-Nietzsche-Hölderlin,ÜçBüyükUsta:Balzac-Dickens-Dostoyevski, KendiHayatınınŞiiriniYazanlar:Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’daDüğün,YıldızınParladığıAnlar,KarışıkDuygular,Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da KöleliğeKarşıÖzgürDüşünce,Fouche-BirPolitikacınınPortresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo,Mektuplaşmalar,Buluşmalar,RotterdamlıErasmus,Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
Biraz önce, 455 yılının güneşli bir Haziran gününde Roma’nın Circus Maximus Hipodromu’nda Herulili[1 - Doğu Germen kuzeyinde yaşayan kabile. (ç.n.)] iki dev adam ile Hyrkania’dan[2 - Şimdiki Mazenderan, Gülistan ve Gilan eyaletleriyle Türkmenistan’ın Hazar Denizi kıyılarının güneyini içine alan tarihî bölge. (ç.n.)] gelmiş bir yaban domuzu sürüsü arasında geçen dövüş kanlı bitmiş, öğleden sonrasının bu üçüncü saatinde binlerce seyircinin arasında gittikçe artan bir huzursuzluk yayılmıştı. Her yeri toz içinde, yaptığı hızlı yolculuktan sonra atından henüz indiği anlaşılan bir ulağın halılar ve heykellerle süslenmiş özel tribünde, çevresini saran saray memurlarının ortasında oturan İmparator Maximus’un yanına sokulduğunu ve hükümdara haberini verir vermez, onun dövüşün en heyecanlı yerinde gelenekleri çiğneyerek heyecanlı oyunun ortasında ayağa kalktığını önce en yakınındaki birkaç kişi fark etmişti, sonra bütün saray halkı dikkat çeken bir telaşla hükümdarın arkasından gitti, sonra da senatörler ve büyük rütbeliler de kendilerine ayrılmış koltuklarından kalktılar. Böylesine ani bir kalkışın önemsiz bir sebebi olamazdı. Tekrar çalan boruların tiz seslerinin yine bir hayvan dövüşü yapılacağını duyuruyor olması ve yüksek parmaklıkların arkasından çıkan Numidya’dan gelme kara yeleli aslanın, boğuk bir kükremeyle gladyatörlerin kısa bıçaklarına doğru koşturması bile boşunaydı. Huzursuzluğun yol açtığı, soran gözlerle bakan, korkmuş ve heyecanlı yüzlerin solgun köpükleriyle kabaran bir dalga, karşı konulamaz bir şekilde yükselmiş, bir sıradan ötekine ilerlemişti.
İnsanlar ayağa fırlamış, asillerden boşalan yerleri gösterip, sorular soruyor, gürültü yapıyor, sesleniyor ve ıslık çalıyorlardı; sonra ilk önce kimin ağzından çıktığını kimsenin bilmediği, Vandalların, Akdeniz’in korku saçan korsanlarının, güçlü bir donanmayla limana yanaştığı ve huzurlu kentlerine doğru yol almaya başladığına dair belirsiz bir dedikodu yayıldı.
Vandallar! Bu kelime önce kısık bir fısıltı olarak ağızdan ağıza yayıldı, sonra “Barbarlar! Barbarlar!” diye ansızın yükselen tiz bir çığlığa dönüştü, yüz sesli, bin sesli olarak arenanın daire şeklindeki taş basamaklarında çınladı; muazzam bir kalabalık, fırtınaya dönüşmüş bir rüzgârdan etkilenmiş gibi çılgın bir panikle çıkış kapısına doğru koşmaya başlamıştı bile. Tüm düzen çöktü. Muhafızlar ve nöbetçi askerler yerlerini terk edip diğerleriyle birlikte kaçmaya başladılar; koltukların üzerinden atlıyor, yumruklarıyla ve kılıçlarıyla kendilerine yol açıyor, ciyaklayarak bağıran kadınların ve çocukların üzerine basıyorlardı; çıkış kapılarında iç içe geçmiş insan yığınlarından fırıldak gibi dönüp duran ve çığlıklar atan daireler oluşmuştu. Biraz önce seksen bin insanın sıkışık, sesli ve tek bir kitle gibi durduğu koskoca arena, birkaç dakika içinde tamamen boşalmıştı. Yaz güneşi altında terk edilmiş bir taş ocağı gibi duran basamaklı oval alanın soğuk mermerleri sessiz ve boştu. Yalnız aşağıdaki arenada -dövüşçüler de çoktan ötekilerin arkasında kaçmışlardı- unutulan aslan kara yelesini sallıyor ve birdenbire oluşmuş boşluğa doğru meydan okuyarak kükrüyordu.
Vandallardı gelenler. Ulaklar şimdi peş peşe geliyorlardı ve her haber bir öncekinden daha kötüydü. Yüzlerce yelkenli ve kadırgayla karaya yanaşmışlardı, usta ve çevik bir halktılar; beyaz paltolu Berberi ve Numidyalı süvariler hızlı ve uzun boyunlu atlarıyla asıl alayın önüne geçip Portuen Caddesi’nde ok gibi ilerlemeye başlamışlardı bile; yarın öbür gün haydut sürüleri kapılara dayanacaktı ve savunmak için hiçbir hazırlıkları yoktu. Paralı askerlerden oluşan ordu uzaklarda bir yerlerde, Ravenna yakınlarında savaşıyordu, Alarich, kenti yağmaladığından bu yana sur duvarları yıkık durumdaydı. Kimse savunmayı düşünmemişti. Zenginler ve asiller, canlarıyla birlikte mallarının hiç değilse bir kısmını, katırlarını ve arabalarını kurtarabilmek için hızla silahlanıyorlardı. Ama artık çok geçti. Zira halk, asillerin iyi günlerde onlara baskı yapmalarına, kötü günlerde korkakça kaçmalarına katlanmak istemiyordu. İmparator Maximus, heyetiyle birlikte saraydan kaçmak istediğinde önce küfürler duyuldu sonra da taşlar atıldı; daha sonra da öfkeli ayaktakımı kalleşin üzerine saldırdı ve perişan hükümdarlarını yolun ortasında sopalarla ve baltalarla öldürdü. Her ne kadar daha sonra her akşam yapıldığı gibi kapılar kapatılsa da tam da bu sebepten dolayı korku tamamen kentin içine hapsedilmiş gibi oldu; korkunç şeyler olacağı önsezisi, çürümüş bataklık buharı gibi sessiz ve ışıksız evlerin üzerine çökmüş, karanlık, dehşet ve ürperti içinde kaybolmuş kentin üzerini boğucu bir örtü gibi kapatmıştı; daima kayıtsız duran yıldızlar, yukarıdan kaygısızca ve hafifçe parlamaktaydı ve ay, her gece olduğu gibi gümüş boynuzunu göğün lacivert duvarına asmıştı. Roma uyumadan ve titreyen sinirlerle yatıyor, başını bir hükümlü gibi taşa koymuş kaçınılmaz ve inmeye hazır son darbeyi bekliyordu.
Bu arada Vandallar limandan içeriye doğru, boş Roma Caddesi’nde ağır, emin, planlı ve muzaffer tavırlarla ilerlemekteydiler. Sarışın, uzun saçlı Germen savaşçılar yüzer yüzer, iyi eğitilmiş asker adımlarıyla muntazam sıralarla yürüyor, onların önünde çölün huzursuz yardımcı halkı, siyah derili ve kapkara saçlı Numidialılar güzel safkan atlarını üzengisiz ve parlak dönüşlerle çevreye yayılarak koşturuyorlardı. Vandalların kralı Genserik alayın ortasında atının sırtındaydı. Yayan giden halkına eyerinin üzerinden kayıtsız bir memnuniyetle gülümsüyordu. Yaşlı ve tecrübeli asker gözcülerinden çoktan ciddi bir direnişten korkmasına gerek olmadığı, bu defa ciddi bir meydan savaşına değil, sadece tehlikesiz bir yağmaya doğru hareket ettikleri haberini almıştı. Gerçekten de tek bir düşman askeri görünmüyordu. Ancak güzelce düzleştirilmiş sahil caddesinin, Roma’nın ortasındaki Porta Portuensis meydanına açıldığı dört yol ağzında Papa Leo, kralın karşısına çıktı; çevresi pırıl pırıl din adamlarıyla sarılı, tüm nişanlarıyla süslenmiş beyaz sakallı ihtiyar Papa Leo, daha birkaç yıl önce korkunç Attila’yı Roma’ya kıymaması için olağanüstü bir şekilde ikna etmiş ve dinsiz Hun onun bu ricasına akıl almaz bir biçimde boyun eğmişti. Genserik de haşmetli beyaz sakallıyı görünce atından indi ve topallayarak (sağ ayağı kısaydı) kibarca ona doğru gitti. Ancak ne balıkçı yüzüğünün takılı olduğu elini öptü ne de inançlılar gibi diz çöktü çünkü Arian bir kâfir olarak papayı gerçek Hristiyanlığı zorla ele geçiren kişi olarak görüyordu ve papanın bu kutsal şehri esirgemesi anlamına gelen Latince konuşmasını soğuk bir kibirle dinledi. Hayır, tasaya gerek yok yanıtını verdi tercümanı vasıtasıyla, insanlık dışı davranacağından kimse korkmamalıydı, kendisi de bir savaşçı ve Hristiyan’dı. İktidar hırsına kapılmış bu şehrin binlerce şehri yıkmış ve yerle bir etmiş olmasına rağmen Roma’yı yakmayacak ve harap etmeyecekti. Cömert davranarak hem kilise varlıklarını hem de kadınları koruyacaktı, güçlünün ve muzafferin hakkı doğrultusunda ganimetlerini yalnızca “sine ferro et igne”[3 - “Sine ferro et igne” (Lat.): Ateşsiz ve kılıçsız. (ç.n.)] toplayacaktı. Ancak şimdi -ahır görevlisi yine üzengiye basmasına yardım ederken Genserik bunu tehditkârca söylüyordu-başka bir gecikmeye meydan vermeden kendisine Roma’nın kapılarının açılmasını tavsiye ediyordu.
Her şey Genserik’in söylediği gibi olmuştu. Tek bir mızrak sallanmamış, tek bir kılıç çekilmemişti. Bir saat sonra bütün Roma, Vandalların eline geçmişti. Ama galip korsanlar savunmasız kente, kendisini frenleyemeyen bir sürü gibi yayılmamıştı. Genserik’in demir gibi baskıcı eliyle dizginlenmiş uzun boylu ve iri, açık sarı saçlı askerler sıralara dizilmiş olarak kente girmişlerdi; sadece Zafer Caddesi’nden geçerken ganimet sözü veriyormuş gibi duran beyaz gözlü, suskun dudaklı binlerce heykele ara sıra meraklı gözlerle bakmışlardı. Genserik ise işgalden hemen sonra imparatorun terk ettiği ikametgâhına, Palatinum’a geçti. Ancak ne korkuyla sıralanmış bekleyen senatörlerin hürmetlerini kabul etti ne de şölen sofrası hazırlattı; zengin vatandaşların onu yumuşatmak için getirdikleri armağanlara bir bakış bile atmadı, sert bir asker olarak bir haritanın üzerine eğilerek şehrin hazinelerine en hızlı ve en esaslı şekilde el koyabilmenin planını çizdi. Her bölgeye yüz kişilik bir birlik ve her birliğin sorumlusuna da adamlarını yönetme sorumluluğu verildi. Çünkü şimdi başlatılan vahşi ve kuralsız bir talan değil; planlı ve sistemli bir soygundu. Önce bu dev şehirden tek bir saç tokası ya da sikkesi kaçırılmasın diye Genserik’in emriyle kapılar kapatıldı ve başlarına nöbetçiler dikildi. Sonra askerleri mavnalara, arabalara, yük hayvanlarına el koydular ve Roma’daki hazinelerin hepsinin olabilecek en hızlı ve eksiksiz şekilde Afrika’daki soygun yuvalarına taşınabilmesi için binlerce esiri çalışmaya zorladılar. Ancak o zaman soğukkanlı ve sessiz bir nesnellik içinde planlı yağma başladı. Bir kasabın öldürülmüş bir hayvanı parçalara ayırması gibi bu on üç gün içinde yaşayan şehrin karnı yarıldı ve içindekiler hafifçe seğiren bedeninden sessizce ve ustaca parça parça koparılıp alındı. Her birlik başında bir Vandal soylu ve onlara eşlik eden bir kâtiple beraber kapı kapı, tapınak tapınak dolaşıp değerli ve taşınabilir her şeyi, altın ve gümüş kapları, saç tokalarını, sikkeleri, mücevherleri, Nordland’dan gelmiş kehribar kolyeleri, Transilvanya’dan gelmiş kürkleri, Karadeniz’den gelmiş malakit taşlarını ve çekiçle işlenmiş Acem kılıçlarını birer birer aldılar.
İşçileri, mabetlerin duvarlarındaki mozaikleri itinayla sökmeye ve iç avludaki somaki taşından yer döşemelerini kırmaya zorladılar. Her şey önceden düşünülmüş, denenmişti ve uygun bir biçimde yapılıyordu. Zafer takındaki bronz eskizleri zarar görmemeleri için işçilere çıkrıklarla söktürdüler ve binayı yağmaladıktan sonra, Jüpiter Capitolinus tapınağının altın kaplama çatısını kölelere kiremitlerle tek tek kaplattılar. Genserik sadece acele yükleyip götürülemeyecek kadar büyük olan bronz sütunları madenlerini alabilmek için çekiçlerle kırdırttı ya da testereyle kestirtti. Sokak sokak, her ev itinayla tamamen boşaltıldı, canlıların evlerinde ne varsa hepsini aldıktan sonra, ölülerin mezarlarını kırdılar. Taş mezarların içinde yatan cansız kadın hükümdarların sönük saçlarından mücevherli tarakları ve üzerlerinde et kalmamış iskeletlerden altın bilezikleri söküp aldılar, cesetlerin üzerindeki metal aynaları ve mühür yüzüklerini gasbettiler; onları öbür dünyaya taşıyacak olan kayıkçının ücretini ödeyebilmeleri için ölülerin mezarlarına konulan bakır paraları bile açgözlü elleriyle çaldılar. Her bir yağmadan elde edilen vurgun ayrı yığınlar hâlinde, önceden belirlenmiş bir yerde bir araya getirildi. Altın kanatlı Nike[4 - Nike: Yunan mitolojisinde zafer tanrıçası.] içinde bir azizin kemikleri olan taşlarla bezeli bir sandık ile soylu bir hanımefendinin oyun zarının arasında duruyordu. Gümüş külçeler erguvan rengi kıyafetlerin, şahane döküm camlar kaba metallerin yanına yığılmıştı. Kâtip dik, kuzeyli harflerle soyguna göstermelik bir meşruiyet kazandırmak amacıyla, her parçayı uzun parşömen kâğıdına kaydediyordu; Genserik ise maiyetiyle birlikte karmaşanın içinde topallıyor, asasıyla eşyalara dokunuyor, mücevherleri inceliyor, gülümsüyor ve övgüler sıralıyordu. Büyük bir zevkle arabaların ve kayıkların peş peşe tepeleme doldurulmasını ve şehri terk etmelerini izledi. Ama hiçbir ev yanmamış, hiç kan akmamıştı. Bir maden ocağındaki nakil vagonlarının sakin ve düzenli bir şekilde inip çıkmaları, birinin boş diğerinin dolu olması gibi, on üç gün boyunca araba konvoyları limandan denize, denizden limana gelip gittiler. Dolunca aşağıya indiler, geriye boş çıktılar ve sonra öküzler ve katırlar taşıdıkları yükün altında soluk soluğa kaldılar, zira geçmişe bakıldığında bilindiği kadarıyla hiç on üç gün içinde bu Vandal soygununda olduğu kadar çok ganimet toplanmamıştı.
On üç gün boyunca bin haneli şehirde artık insan sesi duyulmaz olmuştu. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Kimse gülmüyordu. Evlerden gelen telli çalgı sesleri kesilmişti, kiliselerden ilahi sesleri yükselmiyordu. Sadece sabit olanları yerlerinden çıkaran çekiç darbeleri, düşen taşların gümbürtüsü, aşırı yüklenmiş arabaların gıcırtıları, yorulmuş ama sırtlarına gaddarların kırbaçlarının tekrar tekrar indiği yük hayvanlarının boğuk böğürmeleriydi. Bazen insanların kendi korkularından dolayı yiyecek vermeyi unuttuğu köpekler uluyor, bazen de nöbet değişikliği sırasında surlarının üzerinden boru sesleri geliyordu. İnsanlar ise evlerinin içinde soluklarını tutmuşlardı. Dünyayı yenmiş olan şehir düşmüştü ve geceleri bomboş sokaklarda esen rüzgârın sesi, damarlarındaki son kanın aktığını hisseden bir yaralının bitik iniltisine benziyordu. Talanın bu on üçüncü akşamında Roma’nın Yahudi cemaati Tiber’in sol kıyısında, sarı nehrin, aşırı beslenmiş bir yılan gibi tembelce kıvrıldığı o noktada, Mose Abthalion’un evinde toplanmıştı. Kendisi diğerleri gibi cemaatin büyüklerinden biri değildi, kitabı da iyi bilmezdi, yalnızca çalışkan, yaşlı bir adamdı, ancak toplanmak için onun evini seçmelerinin sebebi düzayak atölyesinin diğer dar ve girintili çıkıntılı odalardan daha geniş olmasıydı. On üç günden beri her gün böyle kül rengi ve yorgun yüzleriyle, beyaz kefenlerini giymiş birlikte oturuyor, kapalı kepenklerin gölgesinde, asılı bobinler, boyanmış bezler ve geniş variller arasında boğuk ve neredeyse uyuşmuş bir inatla dualar ediyorlardı. O ana kadar Vandallardan bir kötülük görmemişlerdi. İki veya üç kere soylular ve kâtipler eşliğindeki birlikler, sık sık yaşanan su baskınlarından geriye kalan rutubetin evlerin döşemelerine sünger gibi yerleştiği ve burada sıkıştırılmış taşlardan oluşan cüruflu duvarlardan gözyaşları gibi akmakta olduğu dar ve çukur Yahudi sokağından geçmişti; burada, bu sefillik içinde toplanacak bir ganimet olamayacağını tecrübeli haydutların anlamaları için küçümseyici bir bakış atmaları yetmişti. Burada mermer kaplı sütunlar parlamıyor, kristal kadehler ışıldamıyordu, bronz heykeller ve vazolar da saklanmış olamazdı. Bu yüzden soygun çeteleri adamların önlerinden ilgisizce geçtiler, ateşe verilme ve yağmalanma tehdidi de olmamış oldu. Ancak Romalı Yahudilerin yürekleri yine de sıkıntılıydı ve korkulu bir önseziyle bir araya toplanmışlardı. Zira -nesillerden beri bunu öğrenmişlerdi- yaşadıkları şehrin, yaşadıkları ülkenin başına felaket gelmesinin sonunda onlar için de mutlaka felaket oluyordu. Halklar mutlu olduklarında onları unutur ve dikkate almazdı. Böyle zamanlarda soylular süslenir, binalar inşa eder, gösteriş içinde yaşarlardı; aşağı tabaka da kendini ava ve kumara kaptırırdı. Ancak ne zaman tehlikeli bir durum olsa bundan kendileri sorumlu tutulurdu.
Düşmanların zafer kazanması kötüydü, şehrin yağmalanması kötüydü, ülkeye veba veya başka bir hastalığın gelmesi kötüydü. Çoktan beri dünyadaki bütün kötülüklerin mutlaka kendilerine dönen bir kötülük getirdiğini biliyorlardı; ayrıca kaderlerine isyan edemeyeceklerini de çoktan öğrenmişlerdi çünkü her yerde ve her zaman azınlıktılar ve her yerde ve her zaman zayıf ve güçsüzdüler. Tek silahları duaydı.
Bu yüzden bu karanlık ve tehlikeli yağma günlerinde Roma’nın Yahudileri her akşam gece yarılarına kadar dua ettiler. Zira adil bir insan her zaman kaba kuvvetin galip geldiği adaletsiz ve zalim bir dünyada, dünyadan kopup Tanrı’ya sığınmaktan başka ne yapabilirdi ki? Bu yıllar yıllar boyu hep böyle olmuştu. Kâh güneyden, kâh doğudan ve batıdan sarışın, esmer ve yabancı milletler geliyorlardı ve hepsi de haydutlardı ve bir grup zafer kazanır kazanmaz, hemen başka bir grup da onların üzerine çöküyordu. Dünyanın her yerinde dinsizler savaşıyor ve dindarları barış içinde bırakmıyorlardı. Kudüs’ü, Babil’i, İskenderiye’yi böyle almışlardı ve bugün de Roma aynısını yaşamaktaydı. Durup dinlenilmek istenildiği yerde huzursuzluk, barışın arandığı yerde savaş vardı; kaderden kaçılmıyordu. Bu bozuk dünyadaki tek çare, huzur ve teselli duadaydı. Zira dua harikadır. Korkuyu büyük umutlarla uyuşturur, ruhun korkularına toplu ilahilerle uyku verir, kalbin ağırlığını mırıltıların titreşimleriyle yukarıya, Tanrı’ya çıkarırdı; zor zamanlarda dua etmek bu yüzden iyi, birlikte dua etmek daha da iyiydi çünkü birlikte taşındığında bütün zorluklar hafifler ve birlikte yapılan iyilikler Tanrı katında daha da iyi olurdu. Böylece Roma’nın Yahudileri birlikte oturmuş, dua ediyorlardı. Aynı pencerelerinin önündeki Tiber Nehri’nin akıntılarının durmaksızın kıyıları yıkarken çağıldaması gibi dindar mırıldanmaları adamların sakallarından usulca ve kesintisiz akıp gitmekteydi. Adamlardan hiçbiri diğerlerine bakmıyor ancak yine de yaşlı ve çökmüş omuzları aynı ritimde sallanırken yüz kere, bin kere tekrarladıkları, onlardan önce; bu ürkek ve yakınan mırıltılar karanlık ve mahmur bir rüyadan akıyor gibiydi.
Birdenbire korkuyla irkildiler, aniden bükülmüş sırtları dikleşmişti. Kapının tokmağına dışarıdan sertçe vurulmuştu. Ve her zaman, artık kanlarına işlemişti bu durum, yabancı diyarlardaki Yahudiler aniden olan her şeyden korkarlardı. Zaten geceleyin kapı çalınırsa iyi bir şey olabilir miydi? Mırıldanmalar, makasla kesilmiş gibi durdu; nehrin monoton çağıldamasını sürdürmesi şimdi bu sessizlikte daha belirgin duyuluyordu. Hepsinin boğazları düğümlenmiş, dışarıyı dinliyorlardı. Kapının tokmağına tekrar vuruldu, bir yumruk sabırsızca dış kapıyı sarsıyordu. “Ben açarım.” dedi Abthalion kendi kendine ve ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı. Masaya yapıştırılmış olan mumun alevi, açılan kapıdan gelen sert hava akımıyla firar etmek istercesine kıvrıldı; alev birdenbire ve şiddetle bu insanların hepsinin kalpleri gibi titredi.
Korkmuş adamlar ancak içeriye geleni tanıyınca yeniden nefes almaya başladılar. Gelen, Hyrkanos ben Hillel’di, imparatorluk darphanesi haznedarı, cemaatin gururu, imparatorluk sarayına girme hakkına sahip olan tek Yahudi idi. Sarayın özel lütfuyla Trastevere’nin dışında oturuyor, renkli şık giysiler giymesine izin veriliyordu; ancak şimdi paltosu parçalanmış, yüzü kirlenmişti. Hemen etrafını sardılar -çünkü bir haber getirdiğini hissetmişlerdi- acele anlatması için sabırsızlanıyorlardı ama söyleyeceklerini daha duymadan rahatsız olmuşlardı çünkü onun heyecanından bir felaket olduğunu sezmişlerdi.
Hyrkanos ben Hillel derin bir nefes aldı. Boğazında bir kelimenin düğümlendiği ve dışarı çıkmak istemediği belliydi. Sonunda inledi:
“Her şey bitti. Onu aldılar. Buldular onu.”
“Neyi buldular? Kimi buldular?” Sorular hepsinin ağzından tek bir çığlık gibi çıkmıştı.
“Şamdanı, Menora’yı. Barbarlar geldiğinde onu mutfaktaki döküntülerin altına gömmüştüm. Kasıtlı olarak diğer kutsal eşyaları -üzerinde göstermelik hamursuz ekmeklerin, gümüş borazanların, arum zambaklarının ve günlüklerin buhurdanlıklarının durduğu sunağı- hazine dairesinde bıraktım çünkü o serserilerin arasından çok kişi hazinemizden haberdardı, her şeyi saklayamazdım. Tapınaktaki eşyalardan yalnızca birisini, Musa’nın şamdanını, Kral Süleyman’ın evinden gelen şamdanı, Menora’yı kurtarmak istedim. Ve hemen tüm hazineleri ele geçirdiler, artık hazine dairesi boşalmıştı, artık aramıyorlardı ve ben kalben hiç değilse tek bir kutsal işareti kendimiz için kurtardığımızdan emindim.
Ama kölelerden biri, ruhu kurusun onun, şamdanı saklarken beni gözetlemiş ve özgür kalmak karşılığında bunu haydutlara söyledi. Adamlara yerini tarif etti, onlar da toprağı kazıp şamdanı çıkardılar. Şimdi artık bir zamanlar en kutsal yerde, Süleyman’ın evinde duran her şey, sunak ve kaplar, papazın alınlıkları ve Menora çalındı. Vandallar bu gece, hemen bu gece şamdanı alıp gemilere götürecekler.”
Bir an için hepsi sustu. Sonra solmuş dudaklardan karmakarışık çığlıklar yükseldi peş peşe. “Şamdan… Eyvah, bir daha… Menora… Tanrı’nın şamdanı… Eyvah, eyvah… Efendimizin masasındaki şamdan… Menora!”
Yahudiler sarhoşlar gibi birbirlerine doğru sendelediler, göğüslerini yumrukluyor, acıdan yanıyormuş gibi kalçalarını tutuyorlar, itinalı yaşlı adamlar gözleri ansızın kör olmuş gibi davranıyorlardı.
Birdenbire güçlü bir ses bağırarak “Susun!” diye buyurdu ansızın ve hepsi hemen sustu. Zira onlara susmalarını emreden cemaatin en yücesi, en yaşlısı, en bilgesi, Kitap’ın ulu tasvircisi, Kab ve Nake, yani Temiz ve Berrak diye adlandırdıkları Haham Elieser’di. Neredeyse seksen yaşındaydı ve bembeyaz sakalı yüzünü pırıl pırıl çevreliyordu. Alnı, sürekli düşünmekten acımasız saban demirinin izleri gibi kırışmış, ancak ormana dönmüş kaşların altındaki gözleri yıldız gibi kalmıştı, şefkatli ve berraktı. Elini kaldırdı, eli inceydi, yazıp çizdiği pek çok parşömen gibi sarımsı ve kırışıktı, sanki kötü bir dumanı uzaklaştırmak ve ciddi konuşmalara yer açmak istercesine gürültüyü dindirmek için havayı eliyle enlemesine yardı.
“Susun!” diye tekrarladı. “Çocuklar bağırır korkunca, adamlar düşünür. Hepiniz oturun ve istişare edelim. Akıl, beden sakinken daha iyi çalışır.”
Adamlar utanarak taburelere ve sıralara oturdular. Haham Elieser usul usul kendi kendine konuşuyordu, sanki kendi kendisine öğüt veriyor gibiydi:
“Bir felaket oldu, büyük bir felaket. Kutsal eşyalarımızı bizden çoktan almışlardı ve Hyrkanos ben Hillel’in dışında hiçbirimizin imparatorun hazinesindekilere bakmamıza asla izin verilmemişti. Ama yine de biliyorduk ki Titus zamanından beri koruma altında, hâlâ orada ve bize yakındılar. Romalı yabancıları kutsal eşyalarımızın binlerce yıldır oradan oraya taşındığını, Kudüs’te ve Babil’de bulunduklarını ama tekrar tekrar vatanına geri döndüğünü düşündükçe daha sevimli buluyorduk; çünkü çalınan eşyalar, artık bizimle aynı şehirde dinleniyorlardı. Ekmeklerimizi kutsal sunağın üstüne koymamıza izin yoktu ama yine de ne zaman ekmeğimizi koparsak bu sunağı düşünüyorduk. Kutsal şamdana ışık yerleştiremiyorduk ama ne zaman bir ışık yaksak, yabancı bir evde ışıksız ve öksüz kalmış Menora’yı düşünüyorduk. Artık kutsal eşyalar bizim değildi ama güvende olduklarını ve korunduklarını biliyorduk. Ve şimdi şamdanın göçü yeniden başlayacak, üstelik düşündüğümüz gibi vatanına değil, alıp uzaklara ve kimsenin bilmediği bir yerlere götürüyorlar onu. Ama sızlanmayalım. Sadece sızlanmak çare olmaz. Gelin her şeyi iyice düşünelim.”
Adamlar başları önlerine eğik, sessizce dinliyorlardı. Yaşlı adamın eli hâlâ sakalında bir yukarı bir aşağı dolanıyordu. Hâlâ yalnızmış gibi kendi kendisine öğüt veriyordu:
“Şamdan saf altından. Tanrı’nın bizim armağanımızın neden böylesine değerli olmasını istediğini sık sık düşünmüşümdür. Neden Musa’dan şamdanın ağır, yedi kollu, aşırı süslemeli, bol çelenkli ve çiçekli olmasını istemiştir? Çoğu zaman bu tehlike yaratır mı diye düşünmüşümdür, zira zenginlik her zaman kötülük getirir ve değerli olan şeyler hırsızları cezbeder. Ama bizim düşüncelerimizin ne kadar kibir dolu olduğunu, Tanrı’nın buyurduğunun bizim bilgimizin ve aklımızın üzerinde bir anlam taşıdığını bir kez daha anlıyorum. Şimdi anlıyorum ki kutsal eşyalarımız sadece değerli oldukları için tüm zamanlarda korundular. Eğer kötü metallerden yapılmış süslemesiz şeyler olsalardı, haydutlar bunları dikkatsizce parçalar, eritir ve bunlardan kılıçlar ya da zincirler yaparlardı. Oysa kıymetli olanı kıymetli olduğu için ancak kutsallıklarını sezmeden muhafaza ettiler. Şimdi bunları haydudun biri ötekinin elinden çekip alıyor ve kimse bunları parçalamaya cesaret edemiyor ve her yolculukları onları Tanrı’ya geri götürüyor.
Şimdi iyice düşünelim. Barbarlar kutsallıktan ne anlar? Sadece şamdanımızın altından olduğunu görüyorlar. Onların açgözlülüklerinden faydalanabilecek olsaydık, şamdanın ağırlığının iki katı, üç katı altın verir, belki şamdanı böylece satın alabilirdik. Biz savaşamayız, biz Yahudilerin gücü sadece fedakârlıktadır. Başka ülkelere dağılmış Yahudilere haber göndermeli, kutsal eşyaları kurtarabilmek için yardım istemeliyiz. Bu sene tapınak bağışına iki katını, üç katını, sırtımızdaki giysiyi, parmağımızdaki yüzüğü vermeliyiz. İsterse altın ağırlığının yedi katına olsun, kutsal eşyayı onlardan satın almalıyız.”
Bir iç geçirme sözünü kesti. Hyrkanos ben Hillel üzgün gözlerini kaldırdı.
“Nafile. Ben denedim bunu.” dedi usulca. “Benim de aklıma ilk gelen düşünce buydu. Haznedarlarına ve yazıcılarına gittim ama hepsi kaba ve sertti. Genserik’e kadar çıkıp yüksek fidyeler önerdim. Beni somurtarak dinleyip ayağıyla itekledi. O an aklım başımdan gitti, onu zorlamak için şamdanın daha önce Süleyman’ın mabedinde olduğunu ve Titus’un zaferinin en harika kazancı olarak Kudüs’ten gizlice getirdiğini söyleyip övündüm. Esas o zaman ne kazandığını anladı barbar ve arsızca güldü; ‘Sizin altınınıza ihtiyacım yok.’ dedi. ‘Ahırların zeminine altın döşetecek ve atlarımın nallarına mücevherler çaktıracak kadar çok şey yağmaladım. Ama bu şamdan gerçekten de Süleyman’ın ise satılık değildir. Titus Roma zaferinde onu önünde taşıdıysa, ben de Roma’yı fethettiğimde önümde taşımalıyım. Sizin Tanrı’nıza hizmet etmişse, şimdi gerçek Tanrı’ya hizmet etmeli. Git!’ dedi ve böylece beni kovdu!”
“Gitmeseydin!”
“Gittim mi ki? Kendimi onun önünde yere atıp dizlerine sarıldım. Ama kalbi ayakkabılarındaki demir çubuklardan daha sertti. Beni bir taşmışım gibi tekmeledi. Sonra uşaklar beni döverek dışarı çıkardılar, ancak hayatımı kurtarabildim.”
Fakat şimdi Hyrkanos ben Hillel’in üstünün başının neden parçalanmış olduğunu anlamışlardı. Ancak şimdi şakağındaki kan izini fark ettiler. Konuşmadan oturdular, öyle sessizdiler ki gecenin içinden durmadan, hiç durmadan yol alan arabaların takırtılarını uzaktan duyuyorlardı; şimdi bir de kulaklarına tuhaf bir şekilde tekrarlanan, kentin bir ucundan öteki ucuna yayılan boğuk, yıkıcı borazan sesleri geliyordu. Sonra bütün gürültü bitti. Hepsi aynı şeyi düşündü: Büyük yağma bitti, şamdan kaybedildi!
Haham Elieser güçlükle gözlerini kaldırdı. “Şamdanı buradan bu gece götürecekler diyorsun yani.”
“Bu gece. Bir arabayla liman caddesi üzerinden gemilere götürecekler ve belki de biz konuşurken gitmiştir bile. Bu borazanlar artçı birlikleri toplamak için çalmıştı. Onu yarın sabah gemiye yükleyecekler.”
Haham Elieser başını gittikçe daha fazla masanın üstüne eğiyordu. Dinlerken uykuya dalıyor gibiydi. Sanki orada değildi ve diğerlerinin huzursuzca ona baktığını fark etmiyordu. Sonra birdenbire alnını kaldırdı ve usulca konuştu: “Bu gece diyorsun. İyi. Öyleyse biz de onunla gitmeliyiz.”
Herkes şaşırdı. Ancak yaşlı adam soğukkanlı ve kararlı bir şekilde tekrar etti: “Biz de onunla gitmek zorundayız. Bu, bizim görevimiz. Kitabı ve emirlerini hatırlayın. Sandık ne zaman yola çıksa, biz de yola koyuluyorduk; ancak bir yerde duruyorsa, biz de orada durabilirdik. Tanrı’nın işaretleri yollara düşerse biz de onlarla birlikte gitmek zorundayız.”
“Ama denizaşırıysa nasıl gideriz? Gemilerimiz yok ki bizim.”
“O zaman denize kadar. Bir gecemiz var.”
Sonra Hyrkanos ayağa kalktı. “Haham Elieser her zaman olduğu gibi doğruyu öğütlüyor. Biz de gitmek zorundayız. Bu, bizim ebedî yolumuzun bir parçası. Sandık ve şamdan yollara düşerse, halk da yollara düşmek zorundadır, tüm cemaat.”
O sırada köşeden ince, ürkek bir ses duyuldu. Oldukça çarpık bir adam olan marangoz Simche’ydi bu, korkuyla yakınıyordu: “Ama bizi yakalarlarsa? Şimdiden yüzlerce kişiyi yakalayıp köle yaptılar. Bizi dövecekler, bizi öldürecekler! Çocuklarımızı satacaklar ve hiçbir şey kazanılmayacak ve hiçbir şey yapılamayacak.”
“Sus!” diye itiraz etti birisi. “Korkmayı bırak. İçimizden birini esir alırlarsa alırlar. Birimiz ölürse, kutsal eşya için ölmüş olur. Hepimiz mecburuz, hepimiz gideceğiz.”
“Evet, herkes, hepimiz.” Hepsi karmakarışık bağırıyordu.
Ancak Haham Elieser susmaları için işaret etti. Yeniden gözlerini kapadı, düşünmek istediği zaman böyle yapmayı alışkanlık hâline getirmişti. Sonra kararını açıkladı:
“Simche haklı. Korkak ve aciz diye aşağılamayın onu. Haklı, herkes yaşamını tehlikeye atmamalı, geceleyin haydutların üstüne anlamsızca gitmemeli. Zira hayattan daha kutsal bir şey yoktur: Tanrı tek bir hayatın bile boş yere ziyan edilmesini istemez. Simche haklı, haydutlar gençlerimizi yakalayıp, kendi kentlerinde köle yapar. Bu yüzden güçlü erkeklerle erkek çocuklarımız geceleri dışarı çıkmamalı. Ama biz farklıyız. Biz yaşlıyız ve ihtiyarların başkalarına yararı olmaz, en çok da kendilerine olmaz. Kendi mezarımızı kazmaya bile gücümüz yetmezken artık kadırgalarda kürek çekemeyiz, ölümün bile bizi aldığında pek bir kazancı olmaz. Eşyamıza eşlik etmek bizim görevimiz. Sadece yetmiş yaşını geçmiş olanlar toplansınlar ve yola çıkmaya hazırlansınlar.”
Tüm gümüş sakallı ihtiyarlar kalabalığın içinden öne çıktılar. On kişiydiler, sonra da Haham Elieser, Temiz ve Berrak da onların yanına gidince on bir kişi oldular: Onları öyle dizili gören gençler, “Bunlar halkın ataları.” diye düşündüler, geçmiş zamanların son temsilcileri ciddi ve törensel bir edayla orada duranlar. Haham onlardan bir kez daha uzaklaşıp diğer grubun içine döndü:
“Biz gideceğiz, yaşlılar, ihtiyarlar; siz diğerleri, yazgımız için kaygılanmayın! Ama yine de bir çocuk bizimle gelmeli, bir erkek çocuk, sonraki ve ondan sonraki nesiller için tanıklık etmeli. Biz yakında öleceğiz, ışığımızın yarısı yandı ve yakın zamanda ağzımız da susacak. Ancak efendimizin şamdanın ışığını kendi gözleriyle gören birisi yıllarca ve yıllarca yaşamalı, kavimden kavime, nesilden nesle kutsal eşyamızın sonsuza kadar kaybolmadığı, kendi ebedî yolculuğunda devam ettiği inancını yaşatmalı. Bir çocuk, reşit olmayan bir çocuk, her ne kadar bunun anlamını kavramasa da tanıklık etmek için bizimle gelmeli.”
Herkes sustu. Her biri kendi çocuğunu, onu gecenin ve tehlikenin içine nasıl göndereceğini düşünüyordu korkuyla. Ama boyacı ustası Abthalion ayağa kalkmıştı bile.
“Ben gidip Benjamin’i, torunumu getireceğim. Yedi yaşında daha, o şamdanın kolları kadar yaşı var ve bu bana bir işaret gibi geliyor. Siz bu arada yol için hazırlık yapın, evimde yiyecek olarak ne bulursanız alın, ben çocuğu getireceğim.”
İhtiyarlar masanın etrafına oturdular, gençler onlara şarap ve yemek getirdiler. Ancak ekmeklerini koparmadan haham, atalarının her zaman günde üç kez okudukları duaya başladı. İhtiyarlar, tiz ve titrek sesleriyle üç kere özlem dolu sözleri tekrarladılar: “Merhametli Tanrı, merhametinle yüceliğini Zion’a ve kurban görevini Kudüs’e geri gönder.”
İhtiyarlar bu duayı üç kere okuduktan sonra yol için hazırlanmaya başladılar. Huzur içinde ve kutsal bir iş yapıyormuş gibi özenerek üzerlerindeki kefenlerini çıkarıp bir çıkın yaptılar ve içine dua cübbelerini ve dua kemerleri de koydular. Bu arada daha genç olanlar gidip yolluk olarak ekmek ve meyve, yürümelerine destek olması için kalın değnekler getirmişlerdi. Sonra her bir ihtiyar geri dönmemesi durumunda malları ile ilgili ne yapılmasını istediğini bir parşömenin üstüne yazdı, diğerleri de buna tanıklık ettiler.
Bu arada boyacı ustası Abthalion tahta merdivenlerden yukarıya çıkmıştı. Önce ayakkabılarını çıkartmış olmasına rağmen iri ve şişman bir adam olduğu için çürümüş tahtalar ayaklarının altında inliyordu. Dikkatlice (fakir oldukları için) herkesin -karısının, oğlunun karısının, kızlarının ve çocuklarının çocuklarının- bir arada uyuduğu oturma odasının kapısını açtı. Kapalı çatı pencerelerinin aralarından titrek ay ışığı içeriye sızıyordu, nemli ve mavi bir sis gibiydi ve Abthalion dikkatlice parmak uçlarına basarak yürüdüyse de yataklardan açılmış gözlerin ona baktığını, uyanan karısının ve oğlunun karısının ürkerek kendisine baktıklarını fark etti.
“Ne oldu?” diye mırıldandı korkulu bir ses.
Abthalion cevap vermedi, torunu Benjamin’in yattığını bildiği sol köşeye doğru ilerledi. Alçak saman yatağın üstüne şefkatle eğildi. Çocuk derin bir uykudaydı, yumruklarını öfkeliymiş gibi göğsünün üzerinde sıkmıştı; vahşi ve coşkulu bir rüyada olmalıydı. Abthalion onu uyandırmak için usulca dağınık saçlarını okşadı. Çocuk hemen uyanmadı ama yine de uykunun kara örtüsünün içindeki duyuları bu okşamaları biraz hissetmiş olmalıydı. Zira yumrukları gevşedi, gergin dudakları gevşedi, bilinçsizce gülümsedi, kollarıyla rahatça ve keyifle gerindi. Abthalion, bu masum çocuğu böyle güzel bir rüyadan koparacağı için içinde acı bir sızı hissetti. Buna rağmen uyuyan çocuğu tutup hızlıca sarstı. Çocuk hemen sıçrayıp çevresine bakındı; o bir çocuktu, henüz yedi yaşındaydı ama yabancı yerlerde yaşayan bir Yahudi çocuğuydu ve bu yüzden beklenmedik bir olay olduğunda korkmaya alışıktı.
Babası da kapıya vurulduğunda böyle korkardı, bütün yaşlılar ve bilgeler de sokakta yeni bir ferman okunduğunda böyle titrerlerdi, bir hükümdar ölüp yerine yenisi geldiğinde de böyle ürperirlerdi çünkü onun küçük yaşamının sürdüğü Trastevere semtindeki Yahudi sokağı için yeni olan her şey kötü ve tehlikeliydi. Çocuk henüz yazmayı öğrenmemişti ama dünyadaki her şeyden ve herkesten korkması gerektiğini öğrenmişti:.
Çocuk şaşkın gözlerini yüzüne diktiğinde, korkup bağırmaması için Abthalion hemen eliyle çocuğun ağzını kapattı. Ama çocuk büyükbabasını tanıyınca sakinleşti. Abthalion onun üstüne eğildi, dudaklarını yaklaştırıp fısıldadı: “Giysini ve ayakkabılarını al ve gel! Ama sessiz ol, kimse duymasın seni!” Çocuk hemen yatağından kalktı. Bir sır olduğunu hissetmiş ve büyükbabasının onu bu sırra dâhil etmesinden gururlanmıştı. Tek bir sözle ya da bakışla soru sormadan el yordamıyla giysisini ve ayakkabılarını aradı.
Kapıya doğru usulca ilerledikleri sırada, çocuğun annesi başını yastıktan kaldırıp korkuyla hıçkırdı: “Çocuğu nereye götürüyorsun?”
“Sus!” dedi Abthalion sertçe. “Siz kadınlar soru soramazsınız.” Kapıyı kapattı. Odadaki kadınlar şimdi uyanmış olmalıydılar. İnce tahtaların ardından karışık konuşmalar ve hıçkırıklar duyuluyordu ve aralarına çocuğu almış on bir ihtiyar yola koyulmak üzere kapıdan çıktıklarında, bu tuhaf haber sanki duvarlardan sızmış gibi bütün mahalle onların bu tehlikeli yolculuklarından haberdar olmuştu: bütün evlerden korkulu sızlanmalar yükseliyordu. Ama yaşlı adamlar başlarını kaldırmadılar ve etraflarına bakınmadılar. Sessiz ve ciddi bir kararlılıkla yola koyuldular. Vakit, gece yarısına yakındı.
Hayret, şehrin kapısı açıktı ve nöbetçiler yoktu: Hiç kimse gece vakti nereye gittiklerini sormadı ve onları durdurmadı. Duydukları o borazan çağrısı son Vandal nöbetçilerini de toplamıştı ve korkarak evlerine kapanmış olan Romalılar ise henüz sınavın bittiğine inanmaya cesaret edemiyorlardı. Böylece limana giden cadde bomboştu, ne bir araba, ne bir insan, ne de bir gölge vardı; sadece buğulu ayın ışığında görülen deniz kıyısındaki beyaz duba taşları dışında. Gece hacıları hiçbir engele takılmadan açık kapıdan geçtiler.
“Geç kaldık zaten.” dedi Hyrkanos ben Hillel. “Ganimet arabaları epeyce önümüzde olmalı, belki borazanlar çalmadan önce yola çıkmışlardır. Acele etmemiz gerek.”
Hepsi adımlarını hızlandırdı. İlk sırada elinde kalın değneğiyle Abthalion yürüyordu, sağında Haham Elieser vardı, yetmişlik ve seksenlik iki yaşlı adamın ortasında ürkekçe ve hâlâ uyku mahmuru yedi yaşındaki çocuk küçük adımlarla yürüyordu. Arkalarından üçlü sıralar hâlinde öteki ihtiyarlar geliyorlardı, sol ellerinde çıkınlarını, sağ elleriyle değneklerini tutuyorlardı; başlarını önlerine eğmiş, görünmez bir tabutun arkasından gider gibiydiler. Etrafları Campania gecesinin boğucu sisiyle çevriliydi, bataklıktan yükselip tarlaların üzerinde kalın ve yapışkan bir tabaka olarak süzülen, çürümüş toprak tadını andıran buğuyu biraz da olsa dağıtacak zerre kadar hava yoktu; boğacak gibi yere yakınlaşmış olan gökyüzünden hastalıklı ve yeşilimsi bir ay parlıyordu. Böyle bunaltıcı bir gecede bilinmeyene doğru giderken yol kenarlarında hayvan ölüleri gibi hareketsiz duran toparlak mezar tümseklerinin ve talan edilmiş evlerin gözleriymiş gibi kırılmış pencere camlarının körlerin gözlerini diktiği gibi ihtiyarların bu mucizesine bakan yerlerden geçerek bilinmeyene doğru gitmek hoş değildi ve korkutucuydu. Ama o ana kadar bir tehlike yaşamamışlardı, boş cadde uykuya dalmıştı ve sis altında donuk bir nehir gibi beyazımsıydı. Görünürde haydutlardan hiçbir iz yoktu, sadece bir defa, sol tarafta gördükleri yanan bir yazlık Roma evi, buraları yakıp yıkarak geçtiklerini hatırlatmıştı. Evin çatısı çoktan çökmüştü ama içerideki kızıl kor, döne döne yükselen dumanı da aynı renge buluyordu ve bütün ihtiyarlar, o on bir kişi, oraya baktıklarında hepsi aynı şeyi düşünmüşlerdi: Şimdi kendilerinin sevdikleri eşyanın peşinden yürüdükleri gibi, babalarının ve büyükbabalarının da sandığın arkasından gittiklerinde çadır tapınaklardan yükselen dumanı ve alevleri görür gibi olmuşlardı.
İki ihtiyarın, büyükbabası Abthalion ile Haham Elieser’in arasında kesik kesik soluyan oğlan geride kalmamak için daha büyük adımlar atmaya çalışıyordu. Diğerleri sustuğu için o da susuyordu ama göğsü sonsuz bir korkuyla dolmuştu ve küçük kalbi her adımda kaburgalarına vuruyor, canını acıtıyordu. Korkuyordu, içinde belirsiz ve suskun bir korku vardı, bu ihtiyarların kendisini neden geceleyin yatağından aldıklarını bilmediği için korkuyordu; onu nereye götürdüklerini bilmediği için korkuyordu; en çok da daha önce geceyi ve üstündeki kocaman gökyüzünü hiç dışarıdan görmediği için korkuyordu.
Geceyi sadece Yahudi sokağından tanıyordu; gece orada küçük ve dardı, bir karışlık karanlıktı, çatı aralarındaki dar aralıklara sadece üç ya da dört yıldız sığabiliyordu. Geceden korkmak gerekirdi çünkü bilinen gürültülerle doluydu. Uyuyana kadar adamların duaları, hastaların öksürükleri, ayakların sürünmeleri, kedilerin bağırması, ocağın vızıltısı duyulurdu; sağında annesi, solunda kız kardeşi uyurdu, koruma altındaydı, sıcaklıkla ve nefesle sarmalanırdı, yalnız olmazdı. Ama burada gece sonsuz boşluğuyla tehdit etmekteydi; bu bombeli ve örtümsü kubbenin altında kendisini hiç olmadığı kadar küçük hissetti oğlan. Eğer yanında şu koruyan adamlar olmasaydı ağlardı ya da her taraftan üstüne doğru gelen bu dev gibi heybetli sessizlikten kaçıp bir yere saklanmayı denerdi. Neyse ki minik kalbinde korkunun yanı sıra ateşli ve hızla atan bir gurura da yer vardı çünkü çocuk aynı zamanda gurur da duyuyordu, yaşlı adamlar -ki onların yanında annesi bile konuşmaya cesaret edemez, gençler ise titrerdi-o ulu ve bilgeler bütün diğerlerinin arasından onu, içlerinden en küçüğünü seçmişlerdi. Çocuk yaşlıların neden ve niçin onu yanlarına aldıklarını henüz bilmiyordu ama henüz çocuk aklına sahip olsa da içinde bir his vardı, geceleyin yapılan bu yürüyüşte müthiş bir şey olmalıydı. Bu yüzden tüm gücüyle onların seçimine layık olduğunu göstermek istiyor, kısa ve zayıf bacaklarını büyük adımlar atmak için sürekli uzatıyor, boğazında gümbürdeyerek atan kalbini cesurca bastırmaya çalışıyordu. Ancak yol çok uzundu. Çoktan yorulmuştu çocuk, sisli ay ışığında kendi gölgeleri yolun üstünde ansızın uzayıp, sonra tekrar dağıldığında ve yankı yapan çakılmış, düzgün taşların üstünde adımlardan, kendi adımlarından başka bir şey duyamayınca içini sürekli korku sarıyordu. Ve sonra aniden bir şey hafif bir ıslıkla alnına değdiğinde, tekrar uçup gecenin içine dalan siyah ve sivri kanatlı bir yarasaydı bu, oğlan çığlık attı, büyükbabasının elini sıkıca kavradı: “Büyükbaba, büyükbaba! Nereye gidiyoruz?”
Yaşlı adam başını çevirmedi. Sadece sert ve kızgın homurdandı: “Sus ve yürü! Soru soramazsın.” Çocuk tokat yemiş gibi eğildi. Korkusuna engel olamadığı için utanmıştı. Sormamalıydım, diye kızdı kendi kendisine.
Ama Haham Elieser, Temiz ve Berrak başını çevirdi, sert bakışlarını ağlayan çocuğun üstünden Abthalion’a dikti:
“Sersem seni, çocuk neden bize sormasın ki? Yatağından koparılıp yabancı bir geceye sürüklendiğine neden şaşırmasın ki? Ve buradan ayrılışımızın ve yola çıkışımızın nedenini oğlan neden bilmemeli? Kanındaki miras sayesinde kaderimizi paylaşmıyor mu? Bizim sonsuz sıkıntımızı bizden de uzun süre taşımayacak mı? Bizim gözlerimiz çoktan kapanmış ama o yaşıyor olacak, başka bir neslin tanığı ve şamdanı Roma’da Rabb’imizin sunağında görmüş son kişi olacak. Çocuğun bunları bilmesini ve bu gecenin şahidi olmasını istediğimize göre onu neden bilgisiz bırakmak istiyorsun ki?”
Abthalion utanarak sustu. Ama Haham Elieser şefkatle çocuğa doğru eğilip cesaretlendirmek için saçlarını okşadı.
“Sor çocuğum! İstediğin kadar cesurca sor, ben sana cevap vereceğim. Bir insan için bilmemekten daha kötüsü sormamaktır. Sadece çok soran çok şeyi anlayabilir. Ve sadece çok şeyi anlayan biri adil bir insan olabilir.”
Herkesin saygı duyduğu bilgenin onunla böyle ciddi konuşması çocuğun kalbini gururla titretmişti. Teşekkür etmek için hahamın ellerini öpmeyi çok isterdi ama çekingendi, ateş gibi yanan dudakları boş ve sessiz seğirdi. Ancak hayatı boyunca pek çok kitap incelemiş olan Haham Elieser, sessizliğin karanlığında bile kalbin işaretlerini okumayı bilirdi. Oğlanın neler olduğunu ve nereye gittiklerini öğrenmek için sabırsızlıktan titrediğini hissetmişti. Çocuğun elini hafifçe kendisine yaklaştırdı, çocuğun eli ihtiyarın soğuk avucunun içinde bir kelebek gibi hafif ve titreyerek duruyordu.
“Nereye gittiğimizi sana söylemek istiyorum ve senden hiçbir şey gizlemeyeceğim. Bugün yürüdüğümüz bu yolu diğerlerinden gizli yürüsek de haksız bir şey yapmıyoruz, Tanrı zaten yolumuzu yukarıdan görüyor ve düşüncelerimizi biliyor. Neye başladığımızı biliyor ama nasıl biteceğini sadece o biliyor.”
Haham Elieser çocukla konuştuğu süre boyunca kendisi de diğerleri de yürümeye ara vermemişlerdi. Sadece bilgenin her şeyden habersiz çocuğa neler anlattığını duyabilmek için ikisine yaklaşmaya çalışıyorlardı.
“Yürüdüğümüz yol eski bir yoldur çocuğum, babalarımız ve büyükbabalarımız da yürüdüler bu yolu. Biz çok uzun yıllardır göçebe bir halktık ve yine öyle olduk ve belki de kim bilir sonsuza kadar böyle kalmamız kaderimizdir bizim. Diğer halklar gibi üzerinde uyuyacağımız bize ait toprağımız yok, tohumumuz, meyvemiz kendi tarlalarımızda yetişmez bizim. Diyarları sadece yayan geçeriz ve mezarlarımız el topraklarında kazılır. Ama dağılmış da olsak, sabahtan gece yarılarına kadar yabani ot gibi bu dünyanın çukurlarına atılmış da olsak, Tanrı’mız ve ona olan inancımız sayesinde yine de bir halk olarak kaldık, halklar içinde tek ve kimsesiz bir halk. Bizi bağlayan görünmez bir şeydir, bizi tutan ve bir arada kalmamızı sağlayan görünmez bir şeydir ve bu görünmez şey Tanrı’mızdır.
Biliyorum, bunu anlamak senin için zor olacak çocuk çünkü yalnızca etten olanları ve gözle görünen, toprak ve ağaç, taş ya da cevher gibi ele alınıp, tutulabilir şeyleri duyularla algılamak kolaydır. Bu yüzden de diğer halklar görünebilir şeylerden, ağaçlardan ve taşlardan, işlenmiş cevherlerden yaratmışlardır kendi tanrılarını. Oysa biz, yalnız ve tek biz, görünmez olana bağlıyız ve anlayamadıklarımızı anlamaya çalışıyoruz. Bizim bütün kederimizin sebebi elle tutulur olana tutunmayışımız, sonsuza kadar hep arayanlar olmamız ve görünmeyenin peşinden gitmemizdir. Ama görünmeyene bağlı olan, elle tutulur olana düşkün olanlardan daha güçlüdür çünkü öteki geçici, bizimki kalıcıdır. Ve uzun vadede ruh, şiddetten daha güçlüdür. Bu yüzden ve sadece bu yüzden, çocuk bunca zaman dayandık çünkü zamansız olana tövbe ettik ve yalnız o görünmez olan Tanrı’ya sadık olduk ve o da bize sadıktı. Biliyorum, bunu anlayabilmek senin için, küçük bir oğlan için güç olacak çünkü inandığımız Tanrı’nın ve adaletin bizim dünyamızda görünür olmamasını sıkıntı içindeyken biz bile çoğu zaman anlayamıyoruz. Ama şimdi beni anlamasan bile, aklını karıştırma ve dinlemeye devam et oğlum.”
“Dinliyorum.” dedi çocuk hayranlıkla ve utangaç nefes alırken.
“Bizim babalarımız ve atalarımız bu görünmeyen Tanrı’ya inanarak bütün dünyayı dolaşmışlar ve sadece bu görünmez Tanrı’ya, kendisini asla meydana çıkarmayan ve hiçbir zaman bir resmi olmamış olan Tanrı’ya inandıklarını kendilerine ispatlamak için atalarımız bir işaret yaratmışlar. Zira bizim aklımız sınırlıdır ve sonsuz olanı kavrayamaz: Bazen tanrısallığın sadece gölgesi ve ışığının sade küçük bir parçası dünyevi günümüze düşer. Ancak kalbimiz görevinden, adaletli, ebedî, rahmetli ve görünmez olana hizmetten uzaklaşmasın diye sürekli dikkat etmemizi gerektiren eşyalar yarattık kendimize; adı Menora olan üzerindeki mumların sonsuza kadar yandığı bir şamdan ve üstünde sürekli ekmeklerin sergilendiği bir sunak. Bunu aklına çok iyi yaz, kutsal saydığımız bu eşyalar başka halkların günahkârca yaptıkları gibi Tanrı’nın suretleri değildi, sadece bizim sonsuz ve özenli imanımızın belgeleridir ve biz dünyanın neresine göçersek onlar da bizimle birlikte gelir. Bir sandığa yerleştirip, bir çadıra sakladık onları ve bizim gibi vatansız olan babalarımız onları omuzlarında taşıdılar. Kutsal eşyalarımızın içinde olduğu çadır bir yerde durduğunda biz de dinleniyorduk, çadır yola çıktığında, biz de onunla birlikte yola koyulurduk. Dinlenirken ve yürürken, gündüz ve gece, binlerce ve binlerce yıl biz Yahudi halkı hep bu kutsal eşyaların etrafında toplandık ve kutsalımıza dair bilincimizi koruduğumuz sürece tüm yabancı diyarlarda halk olmayı sürdüreceğiz.
Şimdi dinle ama. O sandığın içindeki kutsal eşyalar, üzerine toprağın kucağından fışkırmış besleyici mahsullerden yapılan ekmeklerimizi koyduğumuz sunak, Tanrı’ya ulaşması için içinden buhur dumanının yükseldiği kaplar ve Tanrı’nın bize üzerinde emirlerini buyurduğu tabletlerdi. Ve bütün bu eşyaların arasında en belirgin parça, ışığıyla kutsal yerlerdeki sunağı her zaman aydınlatacak olan şamdandı. Çünkü Tanrı yaktığı bu ışığı sever ve bizim de gözlerimize ve duyularımıza sunduğu bu ışık için duyduğumuz minnet bu şamdanı yaratmıştır. Şamdanı hünerli eller saf altından yapmıştır, çanaklar kalın gövdesinden çıkan yedi kolun üzerinde büyük bir özenle çiçekten çelenklerle donatılmıştır. Yedi çanağın üzerinde yedi mum yandığında, yedi çiçeğin içinde de ışık parlar ve bizler şamdanı seyrederek yüreklerimizi kutsardık. Her Şabat’ta, bu yanma esnasında ruhumuz ibadet mabedine dönerdi. Bu yüzden yeryüzündeki hiçbir şey işaret olarak bu şamdanın varlığı kadar kıymetli değildir ve bu dünyanın dört bir yanında, nerede bir Yahudi bu kutsal eşyaya inanıyorsa,o evde hâlâ Menora’nın bir sureti yedi kolunu duaya kaldırır.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/stefan-cveyg/gomulu-samdan-69429151/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Doğu Germen kuzeyinde yaşayan kabile. (ç.n.)

2
Şimdiki Mazenderan, Gülistan ve Gilan eyaletleriyle Türkmenistan’ın Hazar Denizi kıyılarının güneyini içine alan tarihî bölge. (ç.n.)

3
“Sine ferro et igne” (Lat.): Ateşsiz ve kılıçsız. (ç.n.)

4
Nike: Yunan mitolojisinde zafer tanrıçası.
Gömülü Şamdan Стефан Цвейг
Gömülü Şamdan

Стефан Цвейг

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kral Süleyman’dan beri Yahudilerin kutsal emaneti olan yedi kollu Şamdan Menora, Vandalların Roma’yı istilası sırasında ele geçirilir. Bu acı duruma henüz 7 yaşındayken tanık olan Benjamin Marnefesch, ömrünü, şamdanı ait olduğu yere geri getirmeye adar. Şamdanın neredeyse 90 yıllık göçü, Yahudilerin kutsalına bağlılığıyla diyar diyar gezmesine ve bu süreçte Benjamin’in de 88 yaşında son nefesine kadar mücadelesine konu olur. "Gömülü Şamdan", hangi inanışa, hangi dine ve hangi etnik sınıfa ait olursa olsun insanın değer verdiği, kutsal gördüğü emanetler için nasıl malını, canını ortaya koyduğunu, yaşayışlarını o emanetlere göre şekillendirdiğini ve tüm sevinçlerinin ve kederlerinin kaynağının yine o emanetler olduğunu ortaya koyuyor. "Bizim bütün çilemizin kaynağı, elle tutulur olana tutunmamamız, daima arayanlar olarak kalmış olmamız ve sonsuza kadar görünmeyenin peşinden gitmemizdir. Ancak görünmez olana bağlanan, elle tutulur olana düşkün olandan daha güçlüdür, çünkü öteki geçici, bizimki kalıcıdır."

  • Добавить отзыв