Gizli Bahçe
Frances Hodgson Burnett
"Gizli Bahçe", Frances Hodgson Burnett'in ilk kez 1911'de, The American Magazine'de tefrika edildikten sonra kitap olarak yayımlanan bir romanıdır. Burnett'in en popüler romanlarından biri ve İngiliz çocuk edebiyatının da bir klasiği olarak görülen eserin, çeşitli sahne ve film uyarlamaları yapılmıştır. Yetim kalan ve eniştesinin bozkırdaki malikânesinde yaşamaya gönderilen Mary Lennox, yalnız ve mutsuz bir çocuktur. Hizmetçisinin erkek kardeşi Dickon ile maceralı arkadaşlıkları başlar ardından Mary’nin kuzeni Colin’in de onlara katılmasıyla Misselthwaite Malikânesi’nde bu üç kafadarın küçük serüveni başlar. Ve Kızılgerdan kuşunun, Mary'ye gizemli bir gizli bahçenin kapısını göstermesiyle maceraları farklı bir boyuta ulaşır. "Kötü bir baba olmak gibi bir niyeti yoktu ancak kendini bir baba gibi de hissetmemişti. Doktorlar, hemşireler tutmuş, ne gerekiyorsa fazlasıyla karşılamıştı ama çocuğu düşünmek bile onu ürpertiyor, dertlendikçe dertleniyordu. Bir yıllık yokluğun ardından Misselthwaite’e döndüğünde küçük, sefil şey başını ağır ağır ve kayıtsızca kaldırırken siyah kirpiklerle çevrili kurşuni gözleri gören adamın, bir zamanlar taptığı o mutlu gözlerin benzerlerini ama bir o kadar da korkunç bir şekilde zıddını görünce beti benzi atmıştı."
Frances Hodgson Burnett
Gizli Bahçe
Frances Hodgson Burnett, 24 Kasım 1849 tarihinde İngiltere’nin Manchester kentinde bir kuyumcunun kızı olarak dünyaya geldi. Asıl adı Frances Eliza Hodgson’dır. Babasının ölümünden sonra ailesi ile birlikte 1865 yılında ABD’nin Knoxville (Tenessee) kentine taşındı. Burnett, para kazanmak amacıyla 1868’de yazmaya başladı. İlk öyküsü Godey’s Lady’s Book’ta yayımlandı. Kısa bir süre sonra Scribner’s Monthly, Peterson’s Magazine ve Harper’s Bazaar’da düzenli olarak yazıları yayımlandı.
İlk romanı That Lass o’ Lowrie’s güzel eleştiriler aldı ve yazmaya devam etti. 1868 – 1922 yıllarında aralarında Küçük Lord Fauntleroy (1886), Küçük Prenses (1905) ve Gizli Bahçe (1911)’nin de bulunduğu birçok roman ve oyun kaleme aldı. Çocuk romanları yanında yetişkinler için de kurgular yazmaya devam etti.
1873 yılında Dr. Swan Burnett ile evlendi, sonrasında ise Lionel ve Vivian adlı iki oğlu oldu. Büyük oğlunun ölümünden sonra kocasından ayrıldı. Ve depresyonlu günleri başladı. 1890’larda Great Maytham Hall’a taşındı. Yazmaya burada devam etti. 1900’de Townsend ile evlendi. 1901 kışında Londra’da bir ev kiraladı ve The Making of a Marchioness’i kaleme aldı. 1901’den sonra Bermuda ve Long Island’da yaşamını sürdürdü. Geleneksel Hristiyan inancından uzaklaşan Burnett, Spiritüalizm ile dinî bilimler ile ilgilendi.
Yaşamının çoğu İngiltere, Fransa ve ABD’nin çeşitli kentlerine göçlerle geçen yazar, 75. doğum gününden birkaç hafta önce, 29 Ekim 1924 tarihinde öldü.
I. BÖLÜM
GERİDE KİMSE KALMADI
Mary Lennox, eniştesi ile yaşamak üzere Misselthwaite Malikânesi’ne gönderildiğinde herkes onun dünya çirkini bir çocuk olduğunu söyledi. Bu doğruydu da. Zayıf, incecik yüzü ve küçük, sıska bir vücudu, açık renk zayıf saçları ve suratsız bir ifadesi vardı. Hem saçları sarıydı hem de benzi çünkü Hindistan’da doğmuştu ve şöyle ya da böyle mutlaka hasta olurdu. Babası İngiliz Hükûmeti’nin hizmetinde çalışıyordu, her daim meşgul ve hastaydı, annesi ise yalnızca partilere katılıp, dünya umurunda olmayan insanlarla eğlenmekle meşgul olan son derece güzel bir kadındı. En son istediği küçük bir kızı olmasıydı ve Mary doğunca onu, Sahibe’sini memnun etmek istiyorsa çocuğu onun gözünden mümkün olduğunca uzak tutması gerektiğini anlayan Ayah’a[1 - Hindistan’da Avrupalılar tarafından istihdam edilen bakıcı veya dadı. (ç.n.)] teslim etti. Böylece hasta, huzursuz, çirkin bebekliği boyunca Mary’yi gözlerden uzak tuttu ve hasta, huzursuz, küçük bir çocuk olunca da gözlerden uzak tutmaya devam etti. Çocuk, Ayah ve diğer yerli hizmetkârların kara suratları dışında tanıdık bir şey gördüğünü pek hatırlamıyordu ve hepsi onun söylediklerini yaptığı ve ne isterse verdikleri için -çünkü çocuğun ağlama sesiyle Sahibe küplere binebilirdi- kız altı yaşına geldiğinde yeryüzünün en zalim ve bencil küçük domuzu hâline gelmişti. Genç İngiliz mürebbiye ona okuma-yazma öğretmeye geldiğinde ondan o kadar hazzetmedi ki üç ay sonra görevi bıraktı ve onun yerine gelen diğer mürebbiyeler onun kadar bile dayanamadan kaçıp gittiler. Yani Mary kitap okumayı gerçekten öğrenmek istemeseydi alfabeyi asla öğrenemezdi.
Dokuz yaşına basmak üzere olduğu korkunç bir sabah, büyük bir öfkeyle uyandı ve başında bekleyen hizmetkârın kendi Ayah’ı olmadığını görünce iyice öfkelendi.
“Sen niye geldin ki?” dedi yabancı kadına. “Seni istemiyorum. Bana Ayah’ımı gönder.”
Kadın korkmuş görünüyordu ama yine de kekeleyerek Ayah’ın gelemeyeceğini söyleyince Mary hiddetle kadının üstüne atıldı ve ona tekmeler tokatlar savurmaya başladı. Kadın iyiden iyiye korkmuştu ve Ayah’ın Küçük Sahibe’ye gelemeyeceğini tekrarladı.
O sabah havada bir esrarengizlik vardı. Hiçbir şey her zamanki düzeniyle yapılmamıştı ve yerli hizmetkârların çoğu ortalıkta görünmüyordu, gördükleri de korkudan kül rengine dönmüş suratlarıyla ortalıkta koşuşturuyordu. Fakat kimse ona bir şey demedi ve Ayah’ı da gelmedi. Tüm sabah yapayalnız kalmıştı ve sonunda bahçeye çıkıp verandanın yakınındaki ağacın altında kendi kendine oynamaya başladı. Çiçek tarhı yapıyormuş gibi küçük toprak tepeciklerine kocaman amber çiçekleri sokuştururken bir yandan da iyiden iyiye sinirleniyor ve kendi kendine Saidie’ye döndüğünde edeceği hakaretleri mırıldanıyordu.
“Domuz! Domuz! Domuzun evladı!” diyordu çünkü bir yerliye domuz demek hakaretlerin en büyüğüydü.
Dişlerini gıcırdatarak tekrar tekrar söylenirken annesinin, biriyle beraber verandaya çıktığını duydu. Annesinin yanında sarışın genç bir adam vardı, tuhaf ve alçak bir sesle konuşuyorlardı. Mary küçük bir oğlan çocuğuna benzeyen bu sarışın genç adamı tanıyordu. İngiltere’den yeni gelen genç bir subay olduğunu duymuştu. Çocuk gözlerini dikip adama baktı ama annesine daha uzun baktı. Ne zaman onu görme fırsatı olsa öyle uzun uzun bakardı ona çünkü Sahibe -Mary ona en çok böyle hitap ediyordu- uzun boylu, incecik, çok hoş bir kadındı ve çok şık giyiniyordu. İpek gibi saçları kıvır kıvırdı, her şeye tepeden bakan burnu küçücük ve narindi, kocaman gözlerinin içi gülüyordu. Elbiseleri incecik ve uçuş uçuştu. Mary elbiselerinin “dantellerle bezeli” olduğunu söylerdi. Bu sabah daha da dantelli görünüyorlardı ama gözlerinin içi hiç de gülmüyordu. Gözleri korku ile kocaman olmuş, sarışın genç subayın yüzüne yalvarırcasına bakıyordu.
“Durum o kadar vahim mi? Ah, gerçekten mi?” dediğini duydu Mary.
“Berbat.” dedi genç adam titrek bir sesle. “Berbat, Bayan Lennox. İki hafta önce tepelere çıkmış olmalıydınız.”
Sahibe ellerini çaresizce ovuşturdu.
“Ah, biliyordum!” diye haykırdı. “O aptal akşam yemeği partisine katılmak için kalmıştım. Ne kadar da aptalım!”
Tam o anda hizmetkârların kaldığı bölümden öyle bir feryat koptu ki kadın genç adamın koluna yapıştı ve Mary tepeden tırnağa titremeye başladı. Ağlama sesleri, çığlıklar gitgide artıyordu.
“Neler oluyor? Nedir bu ses?” dedi Bayan Lennox soluk soluğa.
“Biri ölmüş.” dedi genç subay. “Hizmetkârlarınız arasında da başladığını söylememiştiniz.”
“Bilmiyordum ki!” dedi Sahibe ağlamaklı. “Benimle gelin! Benimle gelin!” dedi ve dönüp eve doğru koştu.
Bu korkunç şeyler olduktan sonra, o sabahki esrarengiz durum Mary’ye açıklandı. Ölümcül bir kolera salgını patlak vermiş ve herkes patır patır ölmeye başlamıştı. Ayah gece vakti fenalaşmıştı ve az önce öldüğü için hizmetkârlar kulübelerinde ağlamaya başlamışlardı. Daha ertesi gün olmadan üç hizmetkâr daha hayatını kaybetti ve diğerleri dehşet içinde kaçıp gitti. Her yere panik hâkimdi ve tüm kulübelerden ölüm haberleri geliyordu.
İkinci günün karmaşası ve telaşı içinde Mary kendini çocuk odasına kapadı ve herkes onun varlığını unuttu. Kimse onu düşünmüyor, kimse onu istemiyordu ve hakkında hiçbir şey bilmediği tuhaf şeyler yaşanıyordu. Mary saatler boyunca bir ağladı bir uyudu. Yalnızca insanların hasta olduklarını biliyordu, esrarengiz ve korkunç sesler duyuyordu. Bir defasında yemek odasına süzüldü ve orayı bomboş buldu ama masada yarım bırakılmış yemekler vardı, sanki sofradakiler bir sebeple sandalyeleri ve tabakları telaşla itip kalkmışlardı. Çocuk biraz meyve ve bisküvi yedi. Susadığı için tamamı dolu sayılabilecek bir kadeh şarabı içti. Şarap tatlı geldiği için onun ne kadar sert olabileceğini bilemiyordu. Çok geçmeden şaraptan dolayı uyku bastı ve odasına gidip kendini yine odaya kapadı. Kulübelerden gelen yakarışlar ve telaşlı ayak seslerinden korkuyordu. Şarap o kadar uykusunu getirdi ki gözlerini açık tutmakta zorluk çekiyordu, böylece yatağına uzandı ve uzun süre olanlardan bihaber uyudu.
O ağır uykusunu uyurken neler neler oluyordu ama Mary ne yakarışları ne de kulübelerden bir içeri bir dışarı taşınan eşyalardan çıkan sesleri duydu.
Uyanınca yatağında uzanıp duvarı seyretti. Evden çıt çıkmıyordu. Evin daha önce hiç bu kadar sessiz olduğunu hatırlamıyordu. Ne bir insan sesi ne de ayak sesleri vardı, acaba herkes koleradan kurtulmuş ve tüm tehlike ortadan mı kalkmıştı? Ayah öldüğüne göre artık ona kim bakacaktı? Yeni bir Ayah’ı olabilirdi, belki ondan yeni hikâyeler de dinlerdi. Eskilerinden sıkılmıştı. Dadısı öldüğü için ağlamıyordu. Sevgi dolu bir çocuk değildi ve kimse kolay kolay onun umurunda olmazdı. Sesler, koşuşturmalar ve koleradan dolayı yakılan ağıtlar onu korkutmuş ve herkes onun varlığını unuttuğu için öfkelenmişti. Herkes pek de sevilmeyen küçük bir kızı düşünemeyecek kadar panik hâlindeydi. Demek ki koleraya yakalanan insanlar kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünemiyorlardı. Ama herkes iyileşince, elbette birileri onu hatırlayıp ona bakmaya gelecekti.
Ama ne gelen oldu ne de giden, o yatakta öylece yatarken ev gitgide daha da sessizleşti. Hasır halıdan gelen bir hışırtı duydu ve eğilip bakınca mücevher gibi parıldayan gözleriyle bir yılanın kendisini seyrederek yerde süründüğünü gördü. Kız korkmuyordu çünkü yılanın ona zarar vermeyecek kadar küçük olduğunu ve odadan çıkmak için acelesi varmış gibi göründüğünü biliyordu. Mary onu izlerken yılan kapının altından kayıp gitti.
“Ne kadar tuhaf ve sessiz.” dedi. “Sanki kulübede yılanla benden başka kimse yok.”
Hemen ardından avluda ve sonrasında verandada ayak sesleri duydu. Bunlar erkek ayak sesleriydi, adamlar kulübenin içine girip kısık sesle konuşmaya başladılar. Onları ne karşılayan ne de onlarla konuşan birileri vardı. Kapıları açıp odaları kolaçan ediyor gibiydiler.
“Şu hâle bak!” dediğini duydu bir sesin. “O dünyalar güzeli, güzelim kadıncağız! Sanırım çocuk da var. Bir de çocuk olduğunu duydum ama kızı gören olmamış.”
Adamlar, birkaç dakika sonra kapıyı açtıklarında Mary çocuk odasının ortasında dikilmiş duruyordu. Çirkin, huysuz bir ufaklığa benziyordu, acıkmaya başladığı ve kendini ihmal edilmiş hissettiği için kaşlarını çatmıştı. İçeri ilk giren adam daha önce babasıyla konuşurken gördüğü şişman bir subaydı. Yorgun ve bıkkın görünüyordu ama onu görünce öyle irkildi ki neredeyse geri sıçradı.
“Barney!” diye haykırdı. “Burada bir çocuk var! Tek başına! Hem de böyle bir yerde! Tanrı’m, kim bu kız?”
“Ben Mary Lennox.” dedi küçük kız, dimdik duruşuyla. Adamın babasının kulübesine “Böyle bir yer!” demesini çok kaba bulmuştu. “Herkes kolera olunca ben de uyuyakaldım ve daha yeni uyandım. Neden gelen giden olmadı?”
“Kimsenin görmediği çocuk bu!” dedi adam, arkadaşlarına dönerek. “Belli ki unutmuşlar!”
“Neden unutulacakmışım?” dedi Mary, ayağını yere vurarak. “Neden kimse gelmiyor?”
Adı Barney olan adam ona kederli gözlerle baktı. Mary onun gözyaşlarını tutmak için gözlerini kırpıştırdığını düşündü.
“Zavallı çocuk!” dedi adam. “Gelecek kimse kalmadı ki geride.”
Mary’nin geride ne annesi ne de babasının kaldığını öğrenmesi tuhaf ve ani olmuştu; ikisi de ölmüş ve gece evden götürülmüşlerdi, ölmeyen birkaç yerli hizmetkâr da evi olabildiğince hızlı terk etmiş, kimsenin aklına Küçük Sahibe’nin de olduğu gelmemişti. Ortalık bu yüzden o kadar sessizdi. Gerçekten de kulübede kendisi ve yılandan başka kimsecikler yoktu.
II. BÖLÜM
KÜÇÜK HANIM MARY PEK ÇOK AKSİ
Mary annesine uzaktan bakmayı çok severdi ve onun çok güzel olduğunu düşünürdü ama onun hakkında çok az şey bildiği için onu sevmesi veya o öldükten sonra onu pek de özlemesi beklenemezdi. Onu özlemiyordu da hem zaten bencil bir çocuk olduğu için her zaman olduğu gibi kendinden başkası ile ilgilenmiyordu. Yaşı daha büyük olsaydı koca dünyada tek başına bırakıldığı için son derece öfkeli olurdu ancak henüz yaşı küçük olduğu ve her daim ona bakan birileri olduğu için bunun hep böyle süreceğini düşünüyordu. Düşündüğü tek şey iyi insanların yanına gidip gitmediği, kimlerin ona karşı nazik olacağı, Ayah’ı ve diğer yerli hizmetkârlar gibi onu kendi hâline bırakıp bırakmayacaklarıydı.
İlk önce götürüldüğü İngiliz rahibin evinde kalmayacağını biliyordu. Kendisi de orada kalmak istemiyordu. İngiliz rahip fakirdi ve neredeyse aynı yaşta olan beş çocuğu vardı ve hepsinin üstü başı yırtık pırtıktı, sürekli birbirleri ile dalaşıyorlar ve birbirlerinden oyuncak aşırıyorlardı. Mary onların dağınık kulübelerinden nefret etmişti ve onlara o kadar huysuzluk etmişti ki daha iki gün olmadan hepsi onunla oynamaktan vazgeçti. Çocuklar ikinci gün onu çılgına çeviren bir lakap takmışlardı bile.
İsim ilk Basil’in aklına gelmişti. Basil arsız, mavi gözlü, kalkık burunlu bir küçük çocuktu ve Mary ondan nefret ediyordu. Mary, koleranın patlak verdiği gün olduğu gibi bir ağacın altında kendi kendine oynuyordu. Topraktan tepecikler ve yollar yaparken Basil geldi ve dikilip onu izlemeye başladı. Oynadığı oyun ilgisini çekti ve birden bir öneride bulundu.
“Neden şuraya bir taş yığını koyup kayalık bahçeymiş gibi yapmıyorsun?” dedi. “Bak, tam şu ortaya!” diyerek eğilip parmağıyla gösterdi.
“Git başımdan!” diye bağırdı Mary. “Erkekleri istemiyorum. Git dedim sana!”
Basil bir anlığına sinirlenir gibi oldu ama sonra onunla dalga geçmeye başladı. Kız kardeşleriyle hep dalga geçerdi. Etrafında dönerek dans etti, yüzünü şekilden şekle sokup şarkılar söyledi ve kahkahalar attı.
Küçük Hanım Mary, pek çok aksi,
Bu bahçe nasıl büyür ki?
Çan çiçeği, boru çiçeği,
Bir de üstüne kadife çiçeği,
Nasıl olacak şimdi?
Basil diğer çocuklar duyup da kahkahalar atana kadar sürdürdü şarkısını; Mary aksileştikçe onlar “Küçük Hanım Mary, pek çok aksi.” diye şarkı söylemeyi sürdürdüler. Daha sonrasında kendi aralarında ondan bahsederken ve hatta kendisiyle de konuşurlarken ona hep “Küçük Hanım Mary, pek çok aksi.” diye hitap ettiler.
“Eve gönderileceksin.” dedi Basil. “Bu haftanın sonunda. O kadar mutluyuz ki!”
“Ben de çok mutluyum.” diye cevap verdi Mary. “Ev neredeymiş?”
“Evinin nerede olduğunu bilmiyor!” dedi Basil, yedi yaşında bir çocuğun küstahlığıyla. “İngiltere’de tabii ki. Büyükannemiz orada yaşıyor, geçen sene kız kardeşimiz Mabel’i gönderdiler onun yanına. Sen büyükannenin yanına gönderilmeyeceksin ama. Senin büyükannen falan yok. Sen eniştenin yanına gideceksin. Adı Bay Archibald Craven.”
“Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum ki.” diye çıkıştı Mary.
“Bilmediğini biliyorum.” dedi Basil. “Sen ne bilirsin ki zaten? Kızlar hiçbir şey bilmez. Babamla annem konuşurlarken duydum. Taşrada kocaman, büyük, ıssız bir evde yaşıyormuş ve kimsecikler onun yanına yanaşamıyormuş. O kadar aksi biriymiş ki kimsenin kendisine yaklaşmasına izin vermiyormuş, zaten istese de kimse ona yanaşmazmış. Kambur ve korkunç biriymiş.”
“Sana inanmıyorum.” dedi Mary ve arkasını dönüp kulaklarını parmaklarıyla tıkadı çünkü onu daha fazla dinlemek istemiyordu.
Fakat daha sonra konu üzerine bir hayli düşündü; Bayan Crawford o gece ona birkaç gün içinde gemiyle İngiltere’ye, Misselthwaite Malikânesi’nde yaşayan eniştesi Bay Archibald Craven’ın yanına gönderileceğini söylediğinde, kız o kadar donuk ve ilgisiz bir ifadeyle bakmıştı ki onun hakkında ne düşüneceklerini bilemediler. Ona şefkatli davranmaya çalıştılar ama Bayan Crawford onu öpmeye kalkınca kafasını çevirdi ve Bay Crawford onun sırtını sıvazladığında kaskatı durdu.
“Ne kadar ruhsuz bir çocuk.” dedi Bayan Crawford daha sonra acıyarak. “Annesi de öyle tatlı bir kadıncağızdı ki. Çok da iyi huyluydu, Mary de ömrümde gördüğüm en sevimsiz çocuk. Çocuklar ona ‘Küçük Hanım Mary pek çok aksi’ diyorlar. Gerçi o bizim çocukların yaramazlığı ama onları da anlamak lazım.”
“Kim bilir belki de annesi o güzel yüzünü ve güzel huylarını kızın odasına daha çok taşısaydı Mary de onlardan biraz nasibini alırdı. O zavallı güzel kadının ölmesi ve birçok insanın onun bir çocuğu olduğunu bilmemesi çok acı.”
“Eminim annesi onun yüzüne neredeyse hiç bakmamıştır bile.” diye iç geçirdi Bayan Crawford. “Ayah’ı ölünce zavallıcığı düşünecek kimsecikler kalmamıştır. Etrafta koşuşturan ve onu oracıkta yalnız bırakan hizmetkârları bir düşünsene. Albay McGrew kapıyı açıp kızı odanın ortasında öylece tek başına dikilirken görünce ödü kopmuş.”
Mary uzun İngiltere yolculuğunu çocuklarını yatılı okula bırakmaya giden bir subay eşinin refakatinde yaptı. Kadın kendi küçük oğlu ve kızıyla o kadar meşguldü ki Londra’da çocuğu Bay Archibald Craven’ın gönderdiği kadına teslim edince içi rahatladı. Adı Bayan Medlock olan kadın Misselthwaite Malikânesi’nin kâhyasıydı. Gürbüz, elma gibi kırmızı yanaklı, kara gözlü bir kadındı. Üzerinde mosmor bir elbise, kehribar rengi püsküller sarkan siyah ipek bir pelerin vardı ve başına hareket edince titreyen mor kadifeden çiçeklerle süslü siyah bir başlık takmıştı. Mary kadından hiç hoşlanmadı, hem zaten insanları pek nadir sevdiği için bunda yadsınacak bir durum yoktu; ayrıca Bayan Medlock’un da ondan pek hazzetmediği belli oluyordu.
“Aman Tanrı’m! Hiçbir şeye benzemiyor bu kız!” dedi. “Annesi de dünyalar güzeliymiş diye duyduk. Hiç ondan nasibini alamamış, değil mi?”
“Belki büyüdükçe serpilir, güzelleşir.” dedi subayın eşi iyi niyetle. “Bu kadar solgun olmasa ve biraz daha güler yüzlü olsa aslında hiç de fena sayılmaz. Çocuklar çok hızlı değişiyor.”
“Bunun epeyce değişmesi gerekir.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Hem bana sorarsanız Misselthwaite’te çocukları değiştirecek pek bir şey yok gibi.”
Mary onlardan biraz uzakta, gittikleri otelin penceresinin kenarında durduğu için kızın kendilerini dinlemediğini düşünüyorlardı. Kız geçen otobüsleri, taksileri ve insanları izliyordu fakat konuşulanları gayet iyi duyuyordu ve eniştesi ile yaşayacağı yeri iyiden iyiye merak etmeye başlamıştı. Acaba nasıl bir yerdi, eniştesi neye benziyordu? Kambur ne demekti? Daha önce hiç kambur birini görmemişti. Belki de Hindistan’da hiç kambur yoktu.
Son zamanlarda başkalarının evinde yaşadığı ve Ayah’ı olmadığı için kendini yalnız hissetmeye başlamıştı ve aklına önceden gelmeyen garip garip şeyler geliyordu. Babası ve annesi hayattayken bile neden kimseye ait değilmiş gibi göründüğünü merak etmeye başlamıştı. Diğer çocuklar anne ve babalarına ait gibiydiler ama sanki o kimsenin kızı olmamış gibiydi. Kendisine ait hizmetkârları, yemekleri, elbiseleri vardı ama kimse onunla ilgilenmiyordu. Bunun huysuz bir kız olmasından kaynaklandığını bilmiyordu; ama tabii ki kendisi huysuz biri olduğunun farkında değildi. Sık sık başkalarının huysuz olduğunu düşünürdü ama kendisinin de öyle olabileceği hiç aklına gelmemişti.
Ona göre Bayan Medlock o boya fıçısına düşmüş gibi sıradan suratıyla, incecik sıradan başlığıyla hayatında gördüğü en huysuz insandı. Yorkshire’a yola koyuldukları ertesi gün, kendisi ile birlikte olduğu anlaşılmasın diye istasyondan tren kompartımanına kadar kadından mümkün olduğunca uzak yürümeye çalıştı. Kendisini onun küçük kızı olduğunu düşünmeleri sinirine dokunabilirdi.
Fakat Bayan Medlock ondan veya onun düşüncelerinden hiç rahatsız olmamıştı. O “gençlerin saçmalıklarına kafayı takacak” türden bir kadın değildi. En azından, kendisine sorulsa böyle cevap verirdi. Kız kardeşi Maria’nın kızı evleneceği zaman bile Londra’ya gitmek istememişti ama Misselthwaite Malikânesi’nin kâhyası olarak rahat bir işi vardı, fena da bir maaş almıyordu ve bu işi elinde tutmanın tek yolu Bay Archibald Craven’ın isteklerini derhâl yerine getirmekti. Soru sormaya bile cesaret edemezdi.
“Yüzbaşı Lennox ve eşi koleradan vefat ettiler.” demişti Bay Craven net ve soğuk tavrıyla. “Yüzbaşı Lennox eşimin kardeşiydi ve ben de kızlarının vasisiyim. Kızın buraya getirilmesi gerekiyor. Bizzat Londra’ya gidip kızı getirmelisin.”
Böylece küçük bavulunu hazırlamış ve yola koyulmuştu.
Kompartımanın bir köşesine oturmuş olan Mary aksi ve huysuz görünüyordu. Okuyacak veya bakacak bir şeyi olmadığı için siyah eldivenli küçük ellerini dizlerinin üzerine koymuştu. Siyah elbisesi onu olduğundan da sarı gösteriyordu ve zayıf ince saçları siyah şapkasının altından sallanıyordu.
“Hayatımda böyle suratsız çocuk görmedim.” dedi Bayan Medlock. Daha önce hiç bu kadar put gibi kıpırtısız oturan bir çocuk görmemişti ve sonunda onu izlemekten yorulup canlı, gür bir sesle konuşmaya başladı.
“Sanırım gideceğin yer hakkında bir şeyler anlatsam iyi olacak.” dedi. “Enişten hakkında bir şeyler biliyor musun?”
“Hayır.” dedi Mary.
“Annen veya babanın ondan söz ettiğini duymadın mı hiç?”
“Hayır.” dedi Mary, kaşlarını çatarak. Kaşlarını çatmıştı çünkü anne veya babasının onunla hiçbir şey hakkında konuşmadıklarını hatırladı. Ona kesinlikle hiçbir şey anlatmazlardı.
“Hımm…” diye mırıldandı Bayan Medlock, onun tuhaf, tepkisiz suratına bakarak. Bir süre hiçbir şey söylemeden durdu ama sonra dayanamadı.
“En azından hazırlıklı olman için bir şey söylemişlerdir. Garip bir yere gidiyorsun.”
Mary cevap vermedi. Bayan Medlock onun bariz ilgisizliğine oldukça bozulmuş gibiydi ama bir nefes alıp devam etti.
“Oranın kasvetli kocaman bir yer olduğundan ve Bay Craven’ın bununla gurur duyduğundan değil sadece, zaten bu bile başlı başına kasvet verici. Ev altı yüz yaşında ve bozkırın tam kıyısında, içinde neredeyse yüz oda var ama çoğunun kapısı kilitli. Evin içi resimler, zarif antika mobilyalar ve orada yüzyıllardır duran eşyalarla dolu, evin etrafında büyük bir park var. Parkın içinde bahçeler ve dalları yere kadar eğilmiş ağaçlar var, bazıları…” Durdu ve bir nefes daha aldı. “Başka da bir şey yok.” diyerek birden bitirdi konuşmasını.
Mary ister istemez onu dinlemeye başlamıştı. Anlatılanlar hiç de Hindistan’dakilere benzemiyordu ve yeni şeyler onun ilgisini çekerdi. Ancak ilgileniyormuş gibi görünmek istemiyordu. Bu onun mutsuz, huysuz hâllerinden biriydi. Öylece tepkisiz oturmaya devam etti.
“Eee.” dedi Bayan Medlock. “Ne düşünüyorsun?”
“Hiçbir şey.” diye yanıtladı. “Öyle yerler hakkında hiçbir fikrim yok.”
Bunu duyan Bayan Medlock kısa bir kahkaha attı.
“Ah!” dedi. “Ama sen ihtiyar kadınlara benziyorsun. Hiç umurunda değil mi?”
“Umurumda olmasının veya olmamasının…” dedi Mary. “Ne önemi var ki?”
“Bak bu konuda haklısın.” dedi Bayan Medlock. “Hiçbir önemi yok. Neden Misselthwaite Malikânesi’nde kalman gerektiğini bilmiyorum, herhâlde en kolayı buydu. Bay Craven, şüphesiz, senin için kendini sıkıntıya sokmayacaktır. Zaten kimse için kendini sıkıntıya sokmaz.”
Sanki tam zamanında aklına bir şey gelmiş gibi kendini durdurdu.
“Sırtı kamburdur.” dedi. “Bu da onu iyice aksi yaptı. Evlenene kadar ne parasının ne de kocaman evin hayrını gören suratsız genç bir adamdı.”
Mary her ne kadar ilgilenmiyormuş gibi görünmek istese de gözleri Bayan Medlock’a döndü. Kambur adamın evli olabileceği hiç aklına gelmemişti, bu onu biraz şaşırttı. Bayan Medlock bunu fark etti ve konuşkan bir kadın olduğu için iyice ballandırarak anlatmaya devam etti. Ne de olsa konuşunca zaman daha kolay geçerdi.
“Karısı tatlı, güzel bir kadındı. Bay Craven onun için dünyanın öteki ucuna bile giderdi. O kadının onunla evleneceği kimsenin aklına gelmezdi ama o evlendi işte ve insanlar onun arkasından adamın parası için evlendiğini söylediler. Fakat öyle değildi, öyle değildi.” dedi emin bir şekilde. “Öldüğü zaman…”
Mary istemsizce zıpladı.
“Ah! Öldü mü?” diye haykırdı, elinde olmadan. Aklına bir zamanlar okuduğu Püsküllü Riquet adındaki bir Fransız masalı gelmişti. Masalda yoksul bir kambur ve güzel bir prenses vardı ve masal birden Bay Archibald Craven için üzülmesine sebep oldu.
“Evet, öldü.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Ve karısının ölümü onu iyice tuhaflaştırdı. Kimse umurunda değil. İnsan yüzü görmek istemiyor. Çoğunlukla başını alır gider ve Misselthwaite’te olduğu zamanlarda kendini Batı kanadına kapatır ve Pitcher’dan başka kimseyi kabul etmez. Pitcher ihtiyar bir adamdır ama ona çocukluğundan beri baktığı için huyunu suyunu çok iyi bilir.”
Anlattıkları bir kitaptan fırlamış gibiydi ve Mary’nin hiç hoşuna gitmedi. Bozkırın kıyısında (bozkır ne demekse artık) ve neredeyse hepsi kilitli, yüz odalı bir ev kulağa çok kasvetli geliyordu. Üstelik kendini eve kapamış kambur bir adam! Dudaklarını sımsıkı kapatıp gözlerini pencereden dışarıya dikti. Yağmurun gri çizgiler hâlinde cama vurup nehirler oluşturarak akması çok doğal görünüyordu. Eğer tatlı karısı hayatta olsaydı, kendi annesi gibi bir içeri bir dışarı koşuşturur. “dantellerle bezeli” elbiseleriyle partiden partiye koşardı. Ama artık hayatta değildi.
“Onu görmeyi sakın bekleme çünkü bahse girerim ki göremezsin.” dedi Bayan Medlock. “Ayrıca birilerinin gelip de seninle konuşmasını bekleme. Kendi kendine oynayıp, oyalanacaksın. Hangi odalara girip çıkabileceğin, hangi odaların yasaklı olduğu sana bildirilecektir. Yeterince bahçe var. Ama evin içine girdiğin anda ortalıkta dolanıp oraya buraya burnunu sokmak yok. Bay Craven’ın öyle şeylere tahammülü yoktur.”
“Zaten ben de hiçbir şeye burnumu sokmak istemem.” dedi huysuz küçük Mary ve tam Bay Archibald Craven’a üzülmeye başlamışken bundan vazgeçti ve onun başına gelenlerin hepsini hak edecek kadar aksi bir adam olduğunu düşünmeye başladı.
Yüzünü kompartımanın camına çevirdi ve sonsuza kadar sürecek gibi görünen gri yağmur fırtınasını seyretmeye koyuldu. Fırtınayı o kadar uzun süredir ve o kadar kıpırtısız izliyordu ki grilik gözlerinin önünde büyüdü, büyüdü ve sonra uyuyakaldı.
III. BÖLÜM
BOZKIR BOYUNCA
Mary uzunca bir süre uyudu ve uyandığında Bayan Medlock ona istasyonların birinden öğle yemeği almıştı. Birlikte biraz tavuk, rozbif, tereyağlı ekmek yiyip, çay içtiler. Yağmur iyiden iyiye şiddetlenmişti ve istasyondaki herkesin üzerinde sırılsıklam olmuş, pırıl pırıl parlayan su geçirmez yağmurluklar vardı. Kondüktör, kompartımandaki lambaları yakınca Bayan Medlock çayının, tavuğunun ve rozbifinin tadını daha iyi çıkarabildi. Kadın karnını iyice doyurunca uykuya daldı. Mary oturup Bayan Medlock’u ve onun yana kayan ince başlığını seyrederken, cama vuran damlaların ninnisiyle kendisi de bir kez daha uyuyakaldı. Tekrar uyandığında hava oldukça kararmıştı. Tren bir istasyonda durmuştu, Bayan Medlock onu sarsarak uyandırdı.
“Amma da uyudun!” dedi. “Uyanma vakti geldi! Thwaite İstasyonu’na vardık. Daha önümüzde uzun bir yol var.”
Mary ayağa kalkıp gözlerini açık tutmaya çalışırken Bayan Medlock onun eşyalarını toparlıyordu. Küçük kız ona yardım etmeyi teklif dahi etmedi çünkü Hindistan’da yerli hizmetkârlar sürekli onun arkasını toparlayıp eşyalarını taşıdıklarından, bu onun için gayet normal bir şeydi.
İstasyon küçüktü ve görünüşe göre trenden onlardan başka kimse inmemişti. İstasyon şefi Bayan Medlock ile kaba bir sesle ama kibar bir havayla konuşuyordu. Kelimeleri Mary’nin sonradan Yorkshire aksanı olduğunu öğreneceği tuhaf bir şekilde telaffuz ediyordu.
“Bakıyorum da dönmüşsünüz.” dedi. “Küçüğü de yanınızda getirmişsiniz.”
“Evet, bu o.” diye yanıtladı Bayan Medlock, omuzunun üzerinden Mary’yi işaret ederek. Kendisi de Yorkshire aksanı kullanmaya başlamıştı. “Sizin hanım nasıl?”
“İyice. Araba sizi dışarıda bekliyor.”
Dışarıdaki küçük platformun önünde bir fayton bekliyordu. Mary arabanın gayet şık olduğunu ve onu arabaya bindiren uşağın da gayet şık olduğunu düşündü. Adamın uzun, su geçirmez paltosu ve şapkasının su geçirmez kapüşonu yağmurdan parlıyor ve üzerinden, her şeyin hatta iri yarı istasyon şefinin bile üzerinden süzüldüğü gibi damlalar süzülüyordu.
Uşak kapıyı kapatınca arabacı ile birlikte arabaya bindi ve yola koyuldular. Küçük kız kendini minderlerle bezeli bir köşede rahatça otururken buldu ama bir kez daha uyumaya hiç niyeti yoktu. Pencereden dışarıyı izliyor, Bayan Medlock’un bahsettiği tuhaf yere giderken yolda gördüğü her şeye merakla bakıyordu. Asla ürkek bir çocuk değildi ve korktuğu söylenemezdi ama neredeyse çoğunun kilitli olduğu yüz odalı bir evde hem de bozkırın kıyısında bir evde bulunmanın neye benzediğini bilemiyordu.
“Bozkır ne demek?” diye sordu birden Bayan Medlock’a.
“Pencereden dışarı bak, on dakika sonra görürsün.” diye yanıtladı kadın. “Malikâneye varmadan önce Missel Bozkırı boyunca altı kilometre kadar yol alacağız. Gecenin karanlığında pek bir şey anlaşılmaz ama yine de bir şeyler görebilirsin.”
Mary başka bir soru sormadan gözlerini pencereye dikip çekildiği köşenin karanlığında bekledi. Faytonun ışıkları biraz ileriye ışık hüzmeleri yayıyor, böylece Mary yanlarından geçtikleri yerleri biraz görebiliyordu. İstasyondan ayrıldıktan sonra küçük bir kasabanın içinden geçtiler, Mary beyaza boyalı evler ve bir meyhanenin ışıklarını gördü. Sonra bir kilisenin ve kilise papazının evinin yanından, ardından oyuncaklar, şekerler ve satılık eşyalarla dolu küçük vitrinli bir dükkânın yanından geçtiler. Sonra ana yola çıktıklarında çalılar ve ağaçları gördü. Onlardan sonra da uzunca bir süre, en azından ona uzun gibi gelmişti, değişik hiçbir şey görmedi.
Sonunda atlar daha yavaş gitmeye başladılar, sanki bir tepeyi tırmanıyor gibiydiler ve artık ortalıkta ne çalı ne de ağaç vardı. Hiçbir şey göremiyordu, her iki tarafı da zifirî karanlıktı. Tam öne doğru eğilip yüzünü pencereye doğru uzatırken fayton şiddetle sarsıldı.
“Ah! İşte bozkıra vardık.” dedi Bayan Medlock.
Fayton, çalılıklar ve alçak bitkilerin arasından geçen çetin bir yolu sarı ışıklarıyla aydınlatıyordu. Önlerinde ve çalıların ardında yoğun bir karanlık vardı. Rüzgâr şiddetleniyor, tekdüze, yabani ve alçak hışırtılar çıkarıyordu.
“Burası… Burası deniz değil, değil mi?” dedi Mary, yol arkadaşına bakarak.
“Hayır, değil.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Tarla da değil, dağlık arazi de değil, yalnızca kilometrelerce genişliğinde, süpürge otu, karaçalı ve katırtırnağından başka hiçbir bitkinin yetişmediği, vahşi midilliler ve koyunlardan başka hiçbir canlının yaşamadığı yabani bir arazi.”
“Sanki denizmiş gibi geldi bana, sanki şuralarda su varmış gibi.” dedi Mary. “Sanki deniz varmış gibi sesler geliyor şimdi.”
“Çalıların arasından esen rüzgârın sesi o.” dedi Bayan Medlock. “Bana göre yeterince kasvetli bir yer burası ama buraların seveni de çok, özellikle de süpürge otları çiçek açınca.”
Karanlığın içinden yol almaya devam ettiler, yağmurun durmasına rağmen rüzgâr devam ediyor ve ıslıklar çalarak garip sesler çıkarıyordu. Yol bir yukarı bir aşağı ilerliyor, fayton çoğu zaman altından suların coşkuyla gürül gürül aktığı küçük bir köprünün yanından geçiyordu. Mary’ye yol sanki hiç bitmeyecek gibi gelmişti, rüzgârlı bozkır sanki sonsuz ve karanlık bir okyanusun ortasından geçen ipince kuru bir toprak gibiydi.
“Hiç sevmedim.” dedi Mary kendi kendine. “Hiç hoşuma gitmedi.” dedi ve ince dudaklarını iyice birbirine bastırdı.
Bir ışık görebildiğinde atlar bir tepeyi tırmanıyorlardı. Bayan Medlock da ışığı görünce derin bir iç geçirdi.
“Ah! Çok şükür şu kırpışan ışığı gördük sonunda.” diye haykırdı. “Bu ışık müştemilat penceresinden geliyor. Birazdan oturup bir yorgunluk çayı içeriz artık.”
“Birazdan.” demişti ama fayton bahçe kapısından geçtikten sonra daha iki buçuk kilometre yolları vardı ve ağaçlar -neredeyse faytonun üzerine değiyorlardı- yolun uzun ve karanlık bir dehliz gibi görünmesine sebep oluyordu.
Kemerin altından geçip bir açıklığa vardılar, son derece uzun ama alçak yapılmış ve taştan bir avlunun etrafını sarıyormuş gibi görünen bir evin önünde durdular. İlk başta Mary pencerelerde hiç ışık olmadığını düşündü ama faytondan inince üst kattaki köşe odalardan birinde cılız bir ışık yandığını gördü.
Giriş kapısı, tuhaf şekilli meşe panellerle kaplı, üzerinde kocaman demir çiviler olan ve büyük demir çubuklarla bağlanmış devasa bir kapıydı. Kapı çok büyük bir salona açılıyordu ve salonun aydınlatması o kadar loştu ki Mary duvara asılı portrelerdeki suratlara ve savaş zırhlarındaki figürlere bakmak istemedi. Taş zeminde dikilirken ufacık ve garip bir siyah figür gibi görünüyordu ve kendisini göründüğü gibi küçük, kayıp ve garip hissediyordu.
Düzgün giyimli, zayıf ve yaşlı bir adam, onlara kapıyı açan uşağın yanında duruyordu.
“Kızı odasına götürün.” dedi boğuk bir sesle. “Onu görmek istemiyor. Sabah Londra’ya gidecek.”
“Tamamdır, Bay Pitcher.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Benden beklenenleri bildiğim sürece, her şeyi hallederim.”
“Sizden beklenen, Bayan Medlock.” dedi Bay Pitcher. “Beyefendinin rahatsız olmamasını ve görmek istemediği şeyi görmemesini sağlamaktır.”
Sonra Mary Lennox geniş merdivenlerden çıkarıldı, uzun bir koridordan geçirildi ve birkaç basamak daha çıkarılıp bir koridor ve bir tane daha koridordan geçirildi. Nihayet bir kapı açıldı ve kız kendini içinde şöminenin yandığı, üzerinde akşam yemeği duran bir odada buldu.
Bayan Medlock laubalice şöyle dedi:
“İşte geldin! Burada ve bitişikteki odada yaşayacaksın. Bu iki odadan başka bir yere girip çıkman yasak. Sakın unutayım deme!”
İşte Küçük Hanım Mary, Misselthwaite Malikânesi’ne böyle gelmiş ve belki de hayatı boyunca kendini hiç bu kadar aksi hissetmemişti.
IV. BÖLÜM
MARTHA
Sabah genç bir hizmetçi odasına girince gözlerini açtı, kız şöminenin önündeki kilime diz çökmüş, gürültüyle külleri temizliyordu. Mary bir süre yattığı yerden onu izledi, sonra odaya göz gezdirmeye başladı. Daha önce böyle bir oda görmemişti, odanın garip ve kasvetli olduğunu düşündü. Duvarlar orman manzarası işlenmiş goblen kumaşlarla kaplıydı. Ağaçların altında fevkalade giyimli insanlar vardı ve uzaklarda bir kalenin kuleleri görünüyordu. Avcılar, atlar, köpekler ve kadınlar vardı. Mary kendini ormanda onlarla birlikteymiş gibi hissetti. Derin bir pencereden, üzerinde hiç ağaç olmayan bir tepe görünüyordu ve oraya bakmak sonsuz, donuk, morumsu bir denize bakmak gibiydi.
“Bu nedir?” diye sordu, pencereden dışarıyı işaret ederek.
Genç hizmetçi Martha ayağa kalkıp baktı, o da eliyle işaret etti.
“Şurası mı?” dedi.
“Evet.”
“Orası bozkır.” dedi tatlı bir gülümsemeyle. “Sevdiniz mi?”
“Hayır.” diye cevap verdi Mary. “Nefret ettim.”
“Alışık olmadığınızdandır.” dedi Martha, şömineye geri dönerek. “Şimdi çok büyük ve çorak olduğunu düşünüyorsunuz. Ama seversiniz.”
“Sen seviyor musun?” diye sordu Mary.
“Elbette, seviyorum.” diye yanıtladı Martha, neşeyle ızgarayı parlatırken. “Çok severim hem de. Çorak değildir. Tatlı kokan şeyler büyür orada. Baharda ve yazın süpürge otları, karaçalılar ve katırtırnakları çiçek açınca çok güzel olur. Bal gibi kokarlar, hava da mis gibi tertemiz olur, gökyüzü çok yüksek görünür, arılar ve tarla kuşları etrafta vızıldayıp cıvıldaşırlar. Ya! Dünyaları verseler bozkırdan uzaklarda yaşamam.”
Mary kızı ciddi, şaşkın bir ifadeyle dinliyordu. Martha’nın, Hindistan’dan alışık olduğu yerli hizmetçilerle uzaktan yakından alakası yoktu. Onlar yalakalık yaparlar, köle gibi davranırlar ve sahipleriyle onlarla eşitlermiş gibi konuşmaya kalkışmazlardı. Eğilip selam verirler, efendilerine “fakirlerin koruyucusu” gibi isimlerle hitap ederlerdi. Hintli hizmetkârlardan bir şey istenmez, onlara emir verilirdi. “lütfen” ve “teşekkür ederim” denmezdi ve Mary sinirlendiği zaman Ayah’ını tokatlardı. “Bu kıza biri tokat atsa ne tepki verir?” diye düşündü. Yuvarlak hatlı, al yanaklı, halim selim görünen bir yaratıktı ama inatçı bir havası vardı.
“Sen tuhaf bir hizmetçisin.” dedi yastıklarının arasından, kibirli bir havayla.
Martha, elinde baca fırçasıyla ayağa kalktı ve bir kahkaha patlattı, hiç de sinirlenmişe benzemiyordu.
“Ya! Bunu biliyorum ki.” dedi. “Eğer Misseltwaite’te bir büyük hanım olsaydı hizmetçilerin yardımcısı bile olamazdım. Bulaşıkçı falan yaparlardı beni ama asla üst katlara salmazlardı. Ben fazla sıradanım ve çok fazla Yorkshire aksanıyla konuşuyorum. Ama burası çok tuhaf ve çok büyük bir yer. Bay Pitcher ve Bayan Medlock dışında ne beyefendi ne de hanımefendi var gibi görünüyor. Bay Craven burada olduğu zamanlarda hiçbir şeye takılmaz, zaten çoğunlukla burada değildir. Bayan Medlock bana bu görevi nezaketen verdi. Eğer diğer büyük evler gibi olsaymış bu işi bana asla vermezmiş.”
“Benim hizmetçim sen mi olacaksın?” diye sordu Mary, hâlâ Hindistan’dan kalma buyurgan tavrıyla.
Martha ızgarayı tekrar ovalamaya başladı.
“Ben Bayan Medlock’un hizmetçisiyim.” dedi sert bir tavırla. “O da Bay Craven’ın. Ama buradaki işleri yapıp size biraz göz kulak olacağım. Gerçi pek de öyle göz kulak olunacak bir hâliniz yok.”
“Beni kim giydirecek?” diye sordu Mary.
Martha doğruldu ve Mary’ye baktı. Şaşırdığı zamanlarda yayvan Yorkshire aksanıyla konuşurdu.
“Sen gendi kiyinemiyon?” dedi.
“Ne diyorsun? Anlamıyorum senin dilini.” dedi Mary.
“Ay! Unutmuşum.” dedi Martha. “Bayan Medlock dikkatli olmam için uyarmıştı, yoksa dediklerimi anlayamazmışsınız. Yani kendiniz giyinemiyor musunuz?”
“Hayır.” diye cevapladı Mary, biraz kızarak. “Hayatımda hiç kendim giyinmedim. Tabii ki beni Ayah’ım giydiriyordu.”
“Madem öyle.” dedi Martha, görünüşe göre ne kadar cüretkâr olduğunun farkında değildi. “Öğrenme vakti gelmiş demektir. Erken yaşta öğrenmek lazım. Ben başınızda beklerim. Annem hep derdi, ‘Zengin çocukları dadılarla büyüyor, yıkanıyor, giydiriliyor, yavru köpeklermiş gibi yürüyüşe çıkarılıyor, bunlar nasıl oluyor da aptal olmuyorlar.’ diye.”
“Hindistan’da öyle değil.” dedi Küçük Hanım Mary kibirle. Tahammülü kalmamıştı.
Fakat Martha hiç etkilenmemişti.
“Ya! Farklı olduğunu anlayabiliyorum.” diye yanıt verdi sevecen bir sesle. “Orada saygın beyaz insanlardan çok siyahiler varmış. Hindistan’dan geleceğinizi duyduğumda ben sizi de siyahi zannetmiştim.”
Mary yatağında öfkeyle doğruldu.
“Ne!” diye bağırdı. “Ne! Beni yerli mi zannettin? Seni… Seni domuzun evladı seni!”
Martha bakakaldı, sinirlenmiş gibiydi.
“Siz kime isim takıyorsunuz bakalım?” dedi. “Bu kadar hiddetlenmenize gerek yok. Bir hanımın ağzına yakışacak laflar değil bunlar. Benim siyahilerle bir alıp veremediğim yok. Dinî yazıları okursanız ne kadar dindar olduklarını görürsünüz. Siyahilerin birer insan ve birer kardeş olduğu yazar. Daha önce hiçbir siyahi görmemiştim ve bir tanesini yakından tanıma fırsatım olacak diye sevinmiştim. Bu sabah ateşi yakmaya odanıza gelince yatağınıza yaklaşıp size bakmak için yorganı dikkatle kaldırdım. Sizi bir gördüm, hayal kırıklığına uğradım, benden daha siyah değildiniz, hatta sapsarıydınız.”
Mary öfkesini ve aşağılama dürtüsünü kontrol etmeye kalkmadı bile.
“Beni yerli mi zannettin! Bu ne cüret! Sen yerliler hakkında ne bilirsin ki! Onlar insan falan değil, onlar önünde eğilmek zorunda olan hizmetçiler. Hindistan hakkında hiçbir fikrin yok. Senin zaten bir şey bildiğin de yok!”
Mary, kızın umarsız bakışları karşısında o kadar öfke ve umutsuzlukla dolmuştu ki kendini birden son derece yalnız hissetti, kendisinin anladığı ve kendisini anlayan her şeyden çok uzakta gibiydi, yüzünü yastıklara gömdü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. O kadar kontrolsüzce hıçkırıyordu ki iyi huylu Yorkshirelı Martha biraz korkmuş ve kız için çok üzülmüştü. Yatağın yanına gidip ona doğru eğildi.
“Ah! Böyle ağlamayın ama!” diye yalvardı. “Hem de hiç. Güceneceğinizi bilemedim. Ben zaten ne bilirim ki… Aynen dediğiniz gibi… Beni affedin, Küçük Hanım. Ağlamayın artık.”
Kızın tuhaf Yorkshire aksanında insanı rahatlatan ve dost canlısı bir hava vardı ve inatçı tarzı Mary’nin üzerinde iyi bir etki bırakmış gibiydi. Yavaş yavaş ağlamayı bıraktı ve sakinleşti. Martha rahatlamış görünüyordu.
“Artık kalkma vaktiniz geldi.” dedi. “Bayan Medlock kahvaltınızı, çayınızı ve akşam yemeğinizi bitişik odaya getirmemi söyledi. Orası sizin için çocuk odasına dönüştürüldü. Bu sizi yataktan kalkmanızı sağlayacaksa kıyafetlerinizi giymenize yardımcı olurum. Düğmeler arkadaysa kendiniz ilikleyemezsiniz zaten.”
Mary nihayet yataktan kalkmaya karar verdiğinde, Martha’nın gardıroptan aldığı kıyafetler bir gece önce Bayan Medlock ile beraber oraya vardıklarında üzerinde olan kıyafetler değildi.
“Onlar benim değil.” dedi. “Benimkiler siyah.”
Kalın yünlü cekete ve elbiseye bakıp serinkanlı bir havayla onayladı:
“Bunlar benimkilerden güzelmiş.”
“Bunları giymeniz gerekiyor.” diye yanıtladı Martha. “Bay Craven, Bayan Medlock’u Londra’ya yollayıp aldırdı bunları. ‘Etrafta siyahlar içinde kayıp bir ruh gibi dolanan bir çocuk istemiyorum.’ dedi. ‘Burayı olduğundan da hüzünlü bir yere dönüştürür. Kızı biraz renklendirin.’ dedi. Annem onun ne demek istediğini anlamış. Annem bir bedenin ne demek istediğini iyi bilir. Zaten kendisi de siyah giymez.”
“Siyahtan nefret ederim.” dedi Mary.
Giyinme süreci ikisine de bir şeyler öğretti. Martha daha önce küçük kardeşlerinin kıyafetlerini iliklemişti ama sanki elleri ayakları yokmuş gibi hareketsiz durup işi bir başkasının yapmasını bekleyen birini hiç görmemişti.
“Neden ayakkabılarınızı kendiniz giymiyorsunuz?” diye sordu, Mary ayağını sessizce uzatınca.
“Bu işi Ayah’ım yapardı.” diye cevapladı Mary, ona boş boş bakarak. “Âdet böyleydi.”
“Âdet böyleydi.” lafını çok söylüyordu. Yerli hizmetçiler bu lafı hep söylerlerdi. Biri onlara atalarının bin yıldır yapmadığı bir şeyi yapmalarını söylerse yumuşak bir ifadeyle bakıp. “Bu âdetten değil.” derlerdi ve konu orada kapanırdı.
Küçük Hanım Mary’nin öylece hiçbir şey yapmadan dikilip oyuncak bebek gibi giydirilmeyi beklemesi âdettendi. Fakat Mary’yi kahvaltı için hazırlamadan önce Misselthwaite Malikânesi’ndeki hayatının ona ayakkabılarını, çoraplarını giymek, yere düşürdüğü şeyleri eğilip almak gibi yeni şeyler öğretirken sonlanabileceğinden şüphelenmeye başladı. Eğer Martha iyi eğitimli ve görgülü genç bir hanımın hizmetçisi olsaydı daha itaatkâr ve saygılı olurdu, saç taramak, botları bağlamak, yerdeki şeyleri alıp atmak gibi görevlerin kendisine ait olduğunu bilirdi. Fakat o yalnızca eğitimsiz bir Yorkshire köylüsüydü. Kendi kendilerine göz kulak olmaktan ve kucaklarında kendilerinden küçük bebeklerle ya da yeni yürümeye başlayan ve devamlı düşüp duran kardeşleriyle ilgilenmekten başka bir şey bilmeyen bir dolu kardeşle birlikte bir bozkır kulübesinde büyümüştü.
Mary Lennox eğlendirilmeye hazır bir çocuk olsaydı, belki de Martha’nın hazırcevaplığına gülebilirdi fakat Mary onu yalnızca soğuk bir tavırla dinliyor ve bu rahatlığına şaşırıyordu. İlk başta ilgisini çekmemişti fakat kız tatlı ve sıcakkanlı bir havayla cıvıl cıvıl konuştukça Mary onun söylediklerini dinlemeye başladı.
“Ay! Onları bir görmelisiniz.” dedi. “On iki kardeşiz ve babam haftada on iki şilin kazanıyor. Onların hepsine birden yulaf lapası yapacağım diye annemin canı çıkıyor. Bozkırda yuvarlanıp oynuyorlar, annem bozkır havasının onları şişmanlattığını söylüyor. Anneme kalırsa vahşi midilli atları gibi ot yiyorlarmış. On iki yaşındaki Dickon’ımızın kendisine ait olduğunu söylediği bir midillisi var.”
“Nereden bulmuş onu?” diye sordu Mary.
“Daha küçükken bozkırda annesi ile birlikteyken bulmuş ve onunla arkadaş olup ekmek parçaları vermiş, ona taze otlar koparmış. Midilli de onu sevmeye başlamış ve kardeşimin peşine takılmış, onun sırtına binmesine izin vermiş. Dickon iyi çocuktur, hayvanlar onu çok sever.”
Mary’nin hiç kendi evcil hayvanı olmamıştı ve hep bunun hoşuna gideceğini düşünmüştü. Böylece Dickon’ı merak etmeye başladı, daha önce kendinden başka kimse ilgisini çekmiyordu, bu sağlıklı bir duygunun doğuyor olduğuna işaretti. Kendisi için çocuk odasına dönüştürülen odaya girince, uyuduğu odadan bir farkı olmadığını gördü. Burası çocuk odası değil, duvardaki kasvetli resimleriyle ve eski meşe koltuklarıyla daha çok yetişkinlere ait bir odaya benziyordu. Ortadaki masaya güzel, zengin bir kahvaltı sofrası kurulmuştu. Fakat kız her zaman iştahsız olduğu için Martha’nın önüne koyduğu ilk tabağa ilgisizce baktı.
“İstemiyorum.” dedi.
Martha inanmayarak haykırdı.
“Yulaf lapanızı istemiyor musunuz?”
“Hayır.”
“Tadını bir bilseniz… Üzerine biraz pekmez veya şeker koyun.”
“İstemiyorum.” diye yineledi Mary.
“Ay!” dedi Martha. “Bu kadar güzel yiyeceklerin heba olmasına dayanamıyorum. Bu masada bizimkiler olsaydı beş dakika içinde tüm masayı silip süpürürlerdi.”
“Niye ki?” dedi Mary soğuk bir tavırla.
“Nedenmiş!” diye haykırdı Martha. “Çünkü hayatları boyunca mideleri zar zor doluyor. Küçük şahinler, küçük kurtlar kadar açlar.”
“Açlığın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum ben.” dedi Mary cehaletin verdiği aldırmazlıkla.
Martha içerlemiş görünüyordu.
“Madem öyle, aç kalmayı deneseniz iyi edersiniz. Basbayağı öyle.” dedi sözünü sakınmadan. “Mis gibi bir ekmek ve ete öylece oturup bakan insanlara katlanamıyorum. Hayret bir şey! Keşke bu masadakiler Dickon, Phil, Jane ve diğerlerinin önlüklerinin altına girebilse.”
“Neden bunları onlara götürmüyorsun?” diye önerdi Mary.
“Bunlar benim değil.” diye yanıtladı Martha sağlam bir duruşla. “Hem bugün izin günüm değil. Herkes gibi ayda bir gün izinli oluyorum. O gün eve gidip annem için temizlik yapıyorum ve bir günlüğüne dinlenmesini sağlıyorum.”
Mary biraz çay içti ve kızarmış ekmekle biraz marmelat yedi.
“Sıkıca giyinip dışarı oynamaya çıkın.” dedi Martha. “Size iyi gelir, biraz iştahınız açılır.”
Mary pencereye gitti. Bahçeler, patikalar, büyük ağaçlar vardı ama her şey donuk ve soğuk görünüyordu.
“Dışarı mı? Neden böyle bir günde dışarı çıkayım ki?”
“İyi de dışarı çıkmayacaksanız içeride kalırsınız, bunun ne faydası olacak ki?”
Mary etrafına bakındı. Yapacak hiçbir şey yoktu. Bayan Medlock çocuk odasını hazırlarken eğlence kısmını düşünmemişti. Belki de dışarı çıkıp bahçelerin nasıl olduğuna bakmak daha iyi olurdu.
“Benimle kim gelecek?” diye sordu.
Martha şaşkınlıkla baktı.
“Kendiniz gideceksiniz.” diye yanıtladı. “Kardeşi olmayan çocuklar nasıl oynuyorsa öyle oynamayı öğrenmelisiniz. Bizim Dickon bozkıra gidip kendi kendine saatlerce oynar. Midilliyle de öyle arkadaş olmuş. Bozkırda onu tanıyan koyunu var, kuşlar gelip onun elinden yem yerler. Ne kadar az yiyeceği olursa olsun mutlaka birazını hayvanlarının gönlünü hoş tutmak için ayırır.”
Her ne kadar kendisi farkında olmasa da Mary’yi dışarı çıkmaya teşvik eden şey Dickon’dan böylesine bahsediliyor olmasıydı. Dışarıda midilliler veya koyunlar olmasa da kuşlar olacaktı. Hindistan’daki kuşlardan farklı olabilirlerdi ve onlara bakmak onu eğlendirebilirdi.
Martha kıza mantosunu, şapkasını ve sağlam küçük çizmelerini giydirdi ve ona aşağı inen yolu gösterdi.
“Şu yolu dolanırsanız bahçelerin oraya varırsınız.” dedi çalılardan oluşan bir duvarın içindeki geçidi işaret ederek. “Yazın çiçeklerle dolu olur buralar ama şimdi çiçek falan yok.” İlave etmeden önce tereddüt ederek. “Bahçelerden biri kilitlidir. On senedir kimse girmedi.” dedi.
“Neden?” diye sordu Mary kendine hâkim olamayarak. Bu tuhaf evdeki yüzlerce kilitli kapıya biri daha eklenmişti.
“Karısı aniden vefat edince Bay Craven orayı kapattı. Kimsenin de içeri girmesine izin vermiyor. Orası karısının bahçesiydi. Kapıyı kilitledi, sonra bir çukur açıp anahtarı da içine gömdü. Bayan Medlock’un zili çalıyor, gitmem lazım.”
Martha gidince Mary çalılıktaki kapıya giden yola yöneldi. On yıldır kimsenin girmediği bahçeyi düşünmekten kendini alamıyordu. “Acaba bahçe neye benziyordu, içinde hâlâ canlı çiçekler var mıdır?” diye düşündü. Çalılıklı geçitten geçtikten sonra kendini geniş çimenlikleri, kenarları budanmış çalılarla çevrili dolambaçlı yürüyüş yolları olan harika bahçelerin içinde buldu. Ağaçlar, çiçek tarhları, ilginç şekillerde budanmış her dem yeşiller ve tam ortasında eski, gri bir fıskiye bulunan büyük bir havuz vardı. Fakat çiçek tarhları çıplak ve iç karartıcıydı ve fıskiye çalışmıyordu. Burası kapatılan bahçe değildi. Bir bahçe nasıl kapatılırdı ki? Bir bahçeye her zaman girilebilmeliydi.
Tam bunları düşünürken, takip ettiği yolun sonunda üzeri sarmaşıklarla kaplı uzunca bir duvar olduğunu gördü. İngiltere’yi, sebze ve meyvelerin yetiştirildiği mutfak bahçelerine vardığını anlayacak kadar tanımıyordu. Duvara doğru gitti ve sarmaşıkların içinde yeşil bir kapı gördü, kapı açık duruyordu. Demek ki burası da kapalı bahçe değildi, o zaman içeri girebilirdi.
Kapıdan içeri girince buranın da birbirine açılan, etrafı duvarlarla çevrili bahçelerden sadece biri olduğunu fark etti. Açık duran yeşil bir kapı daha gördü, içerideki kış sebzelerinin ekili olduğu yatakları çevreleyen çalılar ve patikalar görünüyordu. Duvar kenarlarında meyve ağaçları vardı ve bazı sebze yataklarının üstü cam çerçeveyle örtülüydü. Mary orada durup etrafına bakarken buranın yeterince çıplak ve çirkin olduğunu düşündü. Yazın her şey yeşerdiğinde daha güzel olabilirdi ama şu anda hiçbir sevimli yanı yoktu.
Birden, ikinci bahçeye açılan kapıdan omzunda kürekle yaşlı bir adam geldi. Mary görünce irkildi, ardından şapkasına dokundu. Adamın huysuz yaşlı bir suratı vardı ve onu gördüğüne pek sevinmişe benzemiyordu. Ama sonra Mary de onun bahçesinden pek hoşlanmadığını belli edercesine “pek çok aksi” ifadesini takındı ve kesinlikle onu gördüğüne sevinmemişti.
“Burası nedir?” diye sordu.
“Mutfak bahçelerinden biri.” diye yanıtladı adam.
“Orası ne?” diye sordu Mary, diğer yeşil kapıyı işaret ederek.
“Başka bir mutfak bahçesi.” dedi kısaca. “Duvarın diğer tarafında bir tane daha var ve diğer tarafta da meyve bahçesi var.”
“Oralara girebilir miyim?” diye sordu Mary.
“İstersen girersin. Ama görecek pek bir şey yoktur.”
Mary cevap vermedi. Patikadan devam edip ikinci yeşil kapıdan geçti. Orada daha fazla duvar ve daha fazla sebze ile cam çerçeve vardı fakat ikinci duvarda yeşil bir kapı daha vardı ve bu kapı kapalıydı. Belki de bu kapı on yıldır kimsenin girmediği bahçeye açılıyordu. Mary çekingen bir çocuk olmadığı için canı ne isterse onu yaptığından yeşil kapıya gidip kolu çevirdi. Gizemli bahçeyi bulmuş olduğunu umduğu için kapının açılmamasını diledi fakat kapı kolaylıkla açılınca kendini meyve bahçesinin içinde buldu. Bahçe duvarlarla çevriliydi ve duvar diplerinde ağaçlar vardı, kış mevsiminin kararttığı çimenlerin üstünde çıplak meyve ağaçları vardı fakat etrafta başka bir yeşil kapı görünmüyordu. Mary’nin gözleri kapıyı arıyordu ve bahçenin sonuna doğru vardığında duvarın meyve bahçesi ile bitmediğini, diğer tarafta bir yerin etrafını çeviriyormuş gibi göründüğünü fark etti. Duvarın üstünden ağaçların tepesini görebiliyordu ve durup bakınca parlak kırmızı göğüslü bir kuşun ağaçlardan birinin tepesinde tünediğini gördü, kuş birden kış şarkısı şakımaya başladı, sanki kızı fark etmiş ve ona sesleniyor gibiydi.
Kız durup kuşu dinledi ve her nasılsa kuşun neşeli, sevecen, küçük ıslığı içini mutlulukla doldurdu, bu huysuz küçük kız yalnız olsa bile, kocaman kapalı bir ev, büyük çorak bozkır ve çorak bahçeler kendini dünyada bir başınaymış gibi hissettirse bile içinde bir mutluluk hissi belirdi. Sevilmeye alışkın, içi sevgi dolu bir çocuk olsaydı kalbi kırılabilirdi ama o “Küçük Hanım Mary Pek Çok Aksi” olmasına rağmen yapayalnızdı ve parlak göğüslü minik kuş, kızın yüzüne neredeyse gülümseme denilebilecek bir ifade getirmişti. Mary kuş uçup gidene kadar onu dinledi. Hintli kuşlar gibi değildi ve bu hoşuna gitmişti. “Acaba bir daha onu görür müyüm?” diye düşündü. Kim bilir belki de gizemli bahçede yaşıyor ve orayla ilgili her şeyi biliyordu.
Belki de yapacak başka bir şeyi olmadığı için o terk edilmiş bahçeyi bu kadar çok düşünüyordu. Orayı çok merak ediyor, neye benzediğini görmek istiyordu. “Bay Archibald Craven anahtarı acaba neden gömmüştü? Madem karısını o kadar çok seviyordu peki neden bahçesinden bu kadar nefret ediyordu? Acaba onu hiç görebilecek miyim?” diye düşündü ama onu görse bile ondan hiç hoşlanmayacağını biliyordu, zaten o da kendisinden hoşlanmazdı, o zaman Mary de kendisine hiçbir şey söylemeden durup öylece bakardı, gerçi neden böyle tuhaf bir şey yaptığını sormamak için içi içini yiyebilirdi.
“İnsanlar beni hiç sevmez, ben de onları sevmem.” diye düşündü. “Asla Crawford çocukları gibi konuşamıyorum. Onlar hep konuşup gülüşürler, gürültü yaparlar.”
Kızılgerdan kuşunu, kendisine nasıl şarkı söylediğini düşündü ve üzerine tünediği ağaç tepesini hatırlayınca birden yolun ortasında durdu.
“Eminim o ağaç gizli bahçenin içindedir, kesin öyledir.” dedi. “Bahçenin etrafı duvarlarla çevrili ve kapısı yok.”
İlk mutfak bahçesine geri yürüdü ve yaşlı adamı toprağı kazarken buldu. Yanına gidip başında dikildi, her zamanki soğuk havasıyla adamı izlemeye başladı. Adam kızı görmezden gelince sonunda kız dayanamayıp konuştu.
“Diğer bahçelere gittim.” dedi.
“Seni engelleyen bir şey yoktu zaten.” diye yanıtladı adam sert bir tavırla.
“Meyve bahçesine gittim.”
“Kapıda seni ısıracak bir köpek yoktu.” diye yanıtladı.
“Oradaki diğer bahçenin kapısı yoktu.” dedi Mary.
“Ne bahçesi?” diye sordu adam sert bir sesle, kazma işini bir anlığına ara vererek.
“Duvarın diğer tarafındaki bahçe.” diye yanıtladı Küçük Hanım Mary. “Orada ağaçlar var, tepeleri görünüyor. Kırmızı göğüslü bir kuş ağaçlardan birinin tepesine konmuş şakıyordu.”
Soğuk havanın yıprattığı o yaşlı suratın aksi ifadesi değişince kız şaşırdı. Bahçıvanın yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı, şimdi oldukça farklı görünüyordu. Mary, bir gülümseme insanı ne kadar da farklı gösterebiliyor diye düşündü. Bunu daha önce fark etmemişti.
Adam bahçesinin meyve ağaçlı bölümüne dönüp ıslık çalmaya başladı, yumuşak bir ıslıktı bu. Böyle huysuz bir adamın nasıl böylesi tatlı bir ses çıkarabildiğini anlayamadı.
Neredeyse anında muhteşem bir şey oldu. Havada hafif hışırtılı bir kanat çırpma sesi duyuldu, kırmızı göğüslü kuş onlara doğru uçtu ve bahçıvanın yanındaki toprak yığınının üstüne kondu.
“İşte geldi.” diye kıkırdadı yaşlı adam ve sonra bir çocukla konuşur gibi kuşla konuşmaya başladı.
“Nerelerdeymiş benim arsız küçük çapkınım?” dedi. “Bugün ortalıklarda yoktun. Yoksa bu mevsim çapkınlığa erken mi başladın? Çok hızlısın.”
Kuş küçük başını bir yana eğip siyah çiğ tanesi gibi görünen yumuşak parlak gözüyle adama baktı. Onu tanıyor gibiydi, ondan hiç korkar bir hâli yoktu. Yerinde sıçrayıp toprağı eşeledi, tohum ve böcek arıyordu. Kuş o kadar tatlı ve neşeliydi ve o kadar çok insana benziyordu ki Mary’nin yüreğinde tuhaf bir his oluştu. Kuşun tombul minik bir gövdesi, zarif bir gagası ve incecik zarif bacakları vardı.
“Onu her çağırdığında geliyor mu?” diye sordu neredeyse fısıldayarak.
“Geliyor tabii. Ben onun daha yavru hâlini bilirim. Diğer bahçedeki yuvasından çıkıp duvarı ilk kez aştığında o kadar cılızdı ki geri uçması için birkaç gün dinlenmesi gerekiyordu, biz de böylece arkadaş olduk. Duvarın diğer tarafına uçtuğunda kardeşleri uçup gitmişlerdi ve o da yapayalnız kalınca uçup bana geri geldi.”
“Bu ne kuşu?” diye sordu Mary.
“Bilmiyor musun? Kızılgerdan kuşudur ve dünyanın en dost canlısı en meraklı kuşudur. En az köpekler kadar dost canlısıdırlar, tabii onlarla nasıl anlaşacağını bilirsen. Bak şimdi orada eşeleniyor, arada bir bize göz atıyor. Onun hakkında konuştuğumuzun farkında.”
Bu yaşlı adamla karşılaşmak dünyadaki en tuhaf şeydi. Tombik, küçük, kızıl ceketli kuşa sanki onunla hem gurur duyuyor hem de ona çok düşkünmüş gibi bakıyordu.
“Çok mağrurdur.” diye kıkırdadı adam. “İnsanların kendisi hakkında konuşmasına bayılır. Bir de meraklıdır ki… İnan bana, onun gibi meraklısı, her işe burnunu sokanı yoktur. Ne ekip dikiyorum diye gelip inceler. Bay Craven’ın öğrenmeye yeltenmediği şeylerin hepsini bu bilir. Buranın başbahçıvanı bu kuştur, gerçekten.”
Kızılgerdan hoplayıp zıplayıp eşeleniyor, arada bir durup çaktırmadan onlara bakıyordu. Mary onun siyah çiğ tanesi gözlerinin kendisini merakla süzdüğünü düşündü. Sanki kendisi hakkında her şeyi çözüyor gibiydi. Yüreğindeki tuhaf his yükselmeye başladı.
“Kardeşleri nereye uçtular?” diye sordu.
“Bilinmez. Büyük kuşlar onlara yuvalarından uçmayı öğretirler ve onlar da ansızın uçup dağılıverirler. Bu açıkgözlüydü, yalnız kalacağını biliyordu.”
Küçük Hanım Mary, Kızılgerdan’a doğru bir adım atıp ona dikkatlice baktı.
“Ben çok yalnızım.” dedi.
Daha önce, onu bu kadar huysuz ve aksi yapan şeylerden birinin bu olduğunun farkında değildi. Kızılgerdan ile birbirlerine bakınca fark etmişti bunu.
Yaşlı bahçıvan şapkasını kel kafasının üzerinde geri itip kıza bir süre baktı.
“Sen şu Hindistan’dan gelen kız mısın?” diye sordu.
Mary başıyla onayladı.
“O zaman yalnız olduğuna şaşmamak lazım. Burada eskisinden de yalnız olacaksın.” dedi.
Adam tekrar kazmaya koyuldu, küreğini zengin siyah bahçe toprağına daldırırken Kızılgerdan da çok meşgulmüş gibi hoplayıp zıplıyordu.
“Senin adın ne?” diye sordu Mary.
Adam, kıza cevap vermek için doğruldu.
“Ben Weatherstaff.” diye yanıtladı adam ve huysuz bir gülüşle ekledi. “Ben de yanımda kuş olmadığı zamanlarda yalnızımdır.” ve parmağıyla Kızılgerdan’ı işaret etti. “O benim tek arkadaşım.”
“Benim hiç arkadaşım yok.” dedi Mary. “Hiç olmadı da. Ayah’ım beni pek sevmezdi ve ben de kimseyle oynamazdım.”
Aklından geçeni olduğu gibi söylemek bir Yorkshire geleneğiydi ve Ben Weatgerstaff de tam bir Yorkshire bozkırlısıydı.
“İkimiz de birbirimize benziyoruz.” dedi. “Hamurumuz aynı. İkimiz de çirkiniz ve ikimiz de göründüğümüz kadar suratsızız. İkimizin de aksi huyları var, ikimizin de aynen öyle.”
Bu dümdüz, dolaysız bir konuşmaydı ve Mary Lennox kendisi ile ilgili gerçeği daha önce hiç duymamıştı. Yerli hizmetçiler onun önünde eğilirler ve ona itaat ederlerdi. Kendisinin nasıl göründüğü ile ilgilenmemişti daha önce fakat şimdi Ben Weatherstaff’tan daha sevimsiz olup olmadığını merak etmişti, bir de Kızılgerdan gelmeden önce onun göründüğü kadar huysuz görünüp görünmediğini merak etti. Ayrıca, gerçekten de “aksi huylu” olup olmadığını da merak etti. Rahatsız olmuştu.
Birden yakınında ufak bir kıpırtı sesi duyunca dönüp baktı. Genç bir elma ağacının yanında duruyordu ve Kızılgerdan ağacın dallarından birine konmuş şakımaya başlamıştı. Ben Weatherstaff bir kahkaha patlattı.
“Niye böyle bir şey yaptı?” diye sordu Mary.
“Seninle arkadaş olmaya karar verdi.” diye yanıtladı Ben. “Senden hoşlanmadıysa ne olayım?”
“Benden mi?” dedi Mary ve küçük ağaca doğru hafifçe yaklaşıp yukarı baktı.
“Benimle arkadaş olur musun?” diye sordu Kızılgerdan’a bir insanla konuşurmuş gibi. “Olur musun?” Bu soruyu sert sesiyle veya buyurgan Hintli sesiyle değil, yumuşak ve tatlı bir dille söyleyince, Ben Weatherstaff ıslık çalarken Mary nasıl şaşırdıysa adam da onu duyunca şaşırdı.
“Vay!” diye haykırdı. “Yaşlı ve sert bir kadın gibi değil de gerçek bir çocuk gibi hoş ve insanca söyledin. Sanırsın Dickon bozkırda vahşi hayvanlarıyla konuşuyor.”
“Dickon’ı tanıyor musun?” diye sordu Mary, aceleyle arkasını dönerek.
“Onu tanımayan yoktur. Dickon her yere girip çıkar. Böğürtlenler, funda çiçekleri bile tanır onu. Eminim tilkiler ona yavrularını gösteriyor, tarla kuşları yuvalarını ondan gizlemiyordur.
Mary birkaç soru daha sormak istedi. Dickon’ı da en az terk edilmiş bahçe kadar merak ediyordu. Fakat tam o anda şarkısını bitirmiş olan Kızılgerdan kanatlarını hafifçe salladı ve uçup gitti. Ziyaretini tamamlamıştı, artık yapacak başka işleri vardı.
“Duvarın arkasına uçtu!” diye haykırdı Mary, onu izleyerek. “Meyve bahçesine uçtu, duvarın diğer tarafına, kapısı olmayan bahçeye!”
“Orada yaşıyor.” dedi yaşlı Ben. “Yumurtadan orada çıktı. Eğer kur yapıyorsa oradaki yaşlı gül ağaçlarının arasında yaşayan yaşlı bir Kızılgerdan hanımı ayartmaya çalışıyordur.”
“Gül ağaçları mı?” dedi Mary. “Orada gül ağaçları mı var?”
Ben Weatherstaff küreğini yeniden eline alıp yeniden kazmaya koyuldu.
“On yıl önce vardı.” diye mırıldandı.
“O ağaçları görmek isterdim.” dedi Mary. “Yeşil kapı nerede? Bir yerlerde kapı olması lazım.”
Ben küreğini derine sapladı ve kızı ilk kez gördüğündeki gibi mesafeli bir şekilde baktı.
“On yıl önceydi o, artık yok.” dedi.
“Kapı yok mu!” diye haykırdı Mary. “Olması lazım.”
“Kimsenin bulacağı bir kapı yok, hem kimseyi de ilgilendirmez. İşgüzarlığı bırakıp sebepsiz yere her şeye burnunu sokma. Hadi, işime dönmem lazım. Gidip oyun falan oyna sen. Artık vaktim yok.”
Gerçekten de kazmayı bırakıp, küreğini omzuna attı ve ne kızın yüzüne baktı ne de bir hoşça kal dedi, çekip gitti.
V. BÖLÜM
KORİDORDAKİ AĞLAMA
Mary Lennox’a burada geçirdiği ilk günler birbirinin aynı gibi gelmişti. Her sabah goblen kumaşlarla kaplı odada uyanıyor, Martha’yı dizlerinin üstünden şömineyi yakarken buluyor, çocuk odasında hiç de ilginç olmayan kahvaltısını yapıyor, her kahvaltı sonrasında pencerenin önünde durup dört bir yana ve hatta gökyüzüne kadar uzanır gibi görünen kocaman bozkırı seyrediyor ve bir süre sonra dışarı çıkmazsa içeride kalıp hiçbir şey yapmamış olacağını fark edip dışarı çıkıyordu. Yapabileceği en iyi şeyin bu olduğundan haberi yoktu; hızlı hızlı yürümeye başladığı ya da patikalarda, yollarda koşmaya başladığı zaman yavaş akan kanının hızlandığından, bozkırda esen sert rüzgâra karşı savaşırken bunun kendini güçlü kıldığından haberi yoktu. Kendini sıcak tutmak için koşuyordu yalnızca. Suratına doğru esen, göremediği bir dev gibi kükreyen ve onu engelleyen rüzgârdan nefret ediyordu. Fakat bozkırın üzerinde esen sert, temiz havada aldığı derin nefesler ciğerlerini cılız bedenine iyi gelen bir şeyle doldururken, yanaklarını al al yaparken ve donuk gözlerini pırıl pırıl parlatırken o bunların hiçbirinden haberdar değildi.
Fakat dışarıda geçirdiği birkaç günün sonrasında bir sabah açlığın ne demek olduğunu anlayarak uyandı ve kahvaltı masasına oturunca yulaf lapasına iştahsızca bakıp tabağı itmek yerine, kaşığı alıp lapasını yemeye başladı ve tabağı boşalana kadar yemeye devam etti.
“Bu sabah yulaf lapasıyla aranız iyi galiba, değil mi?” dedi Martha.
“Bugün tadı güzel geldi.” dedi Mary, kendine biraz şaşırarak.
“Bozkır iştahınızı açtı.” diye karşılık verdi Martha. “İştahın yerinde olduğunda yemek bulmak güzel şey. Bizim kulübede on iki boğaz var ama o boğazları doyuracak yemek yok. Her gün dışarı çıkıp oynamaya devam edin, kemikleriniz biraz etlenir, yüzünüze renk gelir.”
“Ben oynamıyorum ki.” dedi Mary. “Oynayacak bir şeyim yok.”
“Oynayacak bir şeyiniz yok mu!” diye haykırdı Martha. “Bizim çocuklar sopalarla, taşlarla oynarlar. Etrafta koşuşturup bağrışıp çağrışırlar, sağa sola bakınırlar.”
Mary bağırmazdı ama sağa sola bakınırdı. Yapacak başka bir şey yoktu. Bahçelerde dolanır, parkların içindeki patikalardan yürürdü. Bazen Ben Weatherstaff’a bakınıyordu, onu çoğunlukla görmesine rağmen genelde ya çok meşgul ya da çok suratsız oluyordu. Bir keresinde ona doğru yürürken adam küreğini alıp sanki kasten arkasını dönüp yürüyüp gitmişti.
Bir yere diğerlerinden daha sık gidiyordu. Etrafı duvarlarla çevrili bahçelerin dışındaki uzun yürüyüş yoluydu burası. Yolun her iki kenarında çıplak çiçek tarhları vardı ve duvarlar yoğun sarmaşıklarla kaplıydı. Duvarın bir bölümündeki koyu yeşil sarmaşık yaprakları diğer taraftakilere kıyasla daha gürdü. Görünüşe göre bir süredir bu bölüm ihmal edilmişti. Diğer taraflar düzgün görünmeleri için budanmıştı fakat yolun aşağısındaki bu bölüme dokunulmamıştı bile.
Mary burayı Ben Weatherstaff ile konuştuktan birkaç gün sonra fark etti ve neden böyle olduğunu düşündü. Öylece durmuş, rüzgârda sallanan sarmaşık dalına bakarken kızıl bir parıltı gördü ve ardında orada, duvarın üstünde muhteşem bir cıvıltı duydu, Ben Weatherstaff’ın Kızılgerdan’ı küçük başını bir tarafa eğmiş, Mary’ye bakmak için öne doğru uzanıyordu.
“Ah!” diye haykırdı. “Sen miydin? Sen miydin o?” Onun kendisini anlayıp cevap vereceğinden emin olduğu için onunla konuşmak hiç tuhaf gelmiyordu.
Cevap verdi de. Sanki ona bir şeyler anlatıyormuş gibi şakıdı, cıvıldadı, duvarın üstünde hoplayıp zıpladı. O, kelimelerle konuşmasa bile Küçük Hanım Mary de onu anlıyor gibiydi. Sanki şöyle söylüyordu:
“Günaydın! Rüzgâr ne hoş, değil mi? Güneş ne güzel, değil mi? Her şey ne kadar da güzel, değil mi? Haydi birlikte cıvıldayıp, hoplayıp, şakıyalım. Haydi! Haydi!”
Mary gülmeye başladı ve o duvar boyunca hoplayıp ufak ufak uçarken Mary de onun peşinden koştu. Zavallı cılız, solgun, çirkin Mary… Bir anlığına gerçekten de güzel görünüyordu.
“Seni seviyorum! Seni seviyorum!” diye haykırdı Mary yolda koşturarak; kuş gibi cıvıldamaya ve ıslık çalmaya çalıştı, hem de bunu nasıl yapacağı hakkında en ufak bir fikri yokken. Fakat Kızılgerdan memnun olmuş gibi görünüyordu, ona cevap verir gibi cıvıldayıp ıslık çaldı. Sonunda kanatlarını gerip havalandı ve bir ağacın tepesine konup orada yüksek sesle şakımaya başladı.
Bu Mary’ye onu ilk gördüğü zamanı hatırlattı. O bir ağacın tepesinde sallanırken Mary de meyve bahçesinde duruyordu. Şimdi kendisi meyve bahçesinin diğer tarafındaydı ve duvarın dışındaki patikada, daha da aşağıda duruyordu ve içerideki yine aynı ağaçtı.
“Bu ağaç kimsenin giremediği bahçede.” dedi kendi kendine. “Burası kapısız bahçe. Kuş burada yaşıyor. Keşke nasıl bir yer olduğunu görebilsem!”
İlk sabah girdiği yeşil kapıya giden yola koştu, sonra diğer kapıya giden yoldan aşağı koştu ve sonra da meyve bahçesine. Durup yukarı bakınca duvarın diğer tarafındaki ağaç görünüyordu, Kızıl-gerdan şarkısını bitirip, gagasıyla tüylerini düzeltmeye koyulmuştu.
“Burası o bahçe,” dedi. “Eminim bundan.”
Etrafında dolanıp, meyve bahçesinin o duvarını yakından inceledi fakat daha öncekinden farklı bir şey bulamadı, bahçenin kapısı falan yoktu. Sonra yine mutfak bahçelerine koştu ve oradan da yürüyüş yoluna çıkıp sarmaşık kaplı uzun duvara gitti, duvarı sonuna kadar yürüdü ve iyice bakındı ancak kapı falan yoktu; sonra yine duvarın diğer ucuna yürüdü ve orada da herhangi bir kapı göremedi.
“Çok tuhaf.” dedi. “Ben Weatherstaff kapı yok dedi ve ortalıkta kapı falan yok. Ama Bay Craven anahtarı gömdüğüne göre on sene önce bir kapısı olmuş olmalı.”
Bu olay kafasını o kadar meşgul ediyordu ki daha da meraklanmaya başladı ve artık Misselthwaite Malikânesi’ne geldiği için üzülmediğini hissetti. Hindistan’da hava hep çok sıcak olurdu ve insanın bir şeylerle ilgilenmeye mecali olmazdı. Gerçek şuydu ki bozkırda esen taze rüzgârlar onun genç beynindeki örümcek ağlarını süpürmeye ve onu yavaş yavaş uyandırmaya başlamıştı.
Neredeyse tüm gün dışarıda vakit geçiriyordu ve akşam yemeğine oturduğunda kendini acıkmış, uykusu gelmiş ve rahatlamış hissediyordu. Martha gevezelik ettiğinde sinirlenmiyordu. Onu dinlemekten hoşlandığını hissediyordu ve nihayet ona bir soru sormaya karar verdi. Sorusunu akşam yemeğini bitirip şöminenin önündeki kilime oturunca sordu.
“Bay Craven o bahçeden neden nefret ediyor?” dedi.
Martha’nın kendisiyle kalmasını istemiş, Martha da buna karşı çıkmamıştı. Martha çok gençti ve kardeşlerle dolu bir kulübede yaşamaya alışkındı; uşaklar ve kıdemli hizmetçilerin onun Yorkshire aksanıyla dalga geçtiği, ona tepeden baktıkları ve aralarında onun hakkında fısıldaştıkları kocaman hizmetçi odasında kendini pek rahat hissetmiyordu. Martha konuşmayı seviyordu ve Hindistan’da yaşamış olan ve siyahiler tarafından bakılmış olan bu tuhaf çocuk onun ilgisini çekecek kadar özgündü.
Davet beklemeden kilime oturdu.
“Hâlâ o bahçeyi mi düşünüyorsunuz?” dedi. “Düşüneceğinizi biliyordum. Ben de onu ilk kez duyduğumda düşünmeden edemiyordum.”
“Neden oradan nefret ediyor?” diye ısrar etti Mary.
Martha ayaklarını altına alarak rahat bir pozisyonda oturdu.
“Evin etrafında uğuldayan rüzgâra kulak verin.” dedi. “Bu gece bozkırda olsaydınız ayakta zor dururdunuz.”
Mary durup dinleyene kadar “uğuldama” kelimesinin anlamını bilmiyordu ama sonra anladı. Sanki kimsenin göremediği bir dev evi yumrukluyor ve içeri girmek istercesine duvarlara ve camlara vuruyormuş hissi yaratan, evin etrafında dönüp duran içi boş kükreme demek olmalıydı. Ama insan onun eve giremeyeceğini biliyor ve kömürün kırmızı alevinin ısıttığı odanın içinde kendini bir şekilde güvende hissediyordu.
“Ama neden oradan bu kadar nefret ediyor?” diye sordu, dinledikten sonra. Martha’nın bilip bilmediğini öğrenmek istiyordu.
Derken, Martha bildiklerini ortaya döktü.
“Dinle.” dedi. “Bayan Medlock bu konu hakkında konuşulmaması gerektiğini söyledi. Bu evde konuşulmaması gereken o kadar çok şey var ki. Bunlar Bay Craven’ın emri. Onun meseleleri hizmetçileri ilgilendirmezmiş, o öyle diyor. Fakat bahçe ile ilgili durum biraz daha farklı. İlk evlendiklerinde bahçe Bayan Craven’ınmış ve orayı çok seviyormuş, çiçeklerin bakımını birlikte yaparlarmış. Bahçıvanlardan hiçbirinin içeriye girmeye izni yokmuş. İkisi birden içeriye girer, kapıyı kapatıp saatlerce orada kalırlar, kitap okurlar, muhabbet ederlermiş. Bayan Craven biraz da küçük bir kız çocuğu gibiymiş o zamanlar, koltuk gibi eğilmiş bir dalı olan eski bir ağaç varmış. Bu dalın üzerine doğru sarılan güller yetiştirmiş ve orada oturmaya başlamış. Fakat bir gün orada otururken dal kırılmış, yere düşmüş ve öyle kötü yaralanmış ki ertesi gün vefat etmiş. Doktorlar Bay Craven’ın aklını yitirip öleceğini düşünmüşler. Oradan bu yüzden nefret ediyor. O gün bugündür oraya giren çıkan olmamış, zaten orası hakkında konuşulmasına da izin vermiyor.”
Mary başka soru sormadı. Kırmızı ateşe bakıp “uğuldayan” rüzgârı dinledi. Eskisinden de kuvvetli “uğulduyor” gibiydi.
Tam o sırada çok da iyi bir şey oluyordu ona. Aslında o Misselthwaite Malikânesi’ne geldiğinden beri dört iyi şey olmuştu. Bir Kızlgerdan’ı anladığını ve onun da kendisini anladığını hissetmişti; kanı sımsıcak olana kadar yabanın içinde koşturmuştu; hayatında ilk kez sağlıklı bir şekilde acıkmıştı ve biri için üzülmenin ne olduğunu hissetmişti. Kendine geliyordu.
Fakat rüzgârın sesini dinlerken bir ses daha duymaya başladı. Ne olduğunu bilmiyordu çünkü başlarda bu sesi rüzgârın sesinden pek ayırt edememişti. Tuhaf bir sesti, sanki bir yerlerde bir çocuk ağlıyor gibiydi. Bazen rüzgârın sesi çocuk ağlamasına benzerdi ancak şu anda Küçük Hanım Mary bu sesin evin dışından değil, içinden geldiğinden emindi. Uzaktan geliyor gibiydi ama evin içindeydi. Dönüp Martha’ya baktı.
“Bir ağlama sesi duyuyor musun?” dedi.
Martha birden şaşırmış göründü.
“Hayır.” diye yanıtladı. “Rüzgârdır. Bazen biri bozkırda kaybolmuş da ağlıyormuş gibi gelir. Rüzgârın türlü türlü sesi olur.”
“Dinlesene.” dedi Mary. “Ses evin içinden, uzun koridorlardan birinin sonundan geliyor gibi.”
Tam o sırada aşağıdaki kapılardan biri açılmış olmalıydı; çünkü girişten içeriye kuvvetli bir hava akımı oldu, oturdukları odanın kapısı birden çarparak ardına kadar açıldı ve ikisi birden ayağa fırlarken ışık söndü, ağlama sesi koridor boyunca ilerledi ve böylece daha net bir şekilde duyuldu.
“İşte!” dedi Mary. “Sana söylemiştim! Biri ağlıyor ve bu yetişkin biri değil.”
Martha koşup kapıyı kapadı ve anahtarı çevirdi fakat bunu yapmadan önce ikisi de uzaktaki bir kapının hızla çarpıldığını duydu, sonrasında her şey son derece sessizdi, hatta rüzgâr bile bir an için “uğuldamayı” bırakmıştı.
“Rüzgârın sesi,” dedi Martha inatla. “Rüzgâr değilse, küçük Betty Butterworth’dür, bulaşıkçı kız. Tüm gün dişi ağrıyordu.”
Fakat tutumundaki rahatsız ve tuhaf hava Küçük Hanım Mary’nin ona dik dik bakmasına sebep oldu. Mary onun doğruları söylediğine inanmıyordu.
VI. BÖLÜM
AĞLAYAN BİRİ VAR-GERÇEKTEN!
Ertesi gün yine sağanak yağmur yağıyordu ve Mary pencereden baktığında bozkır âdeta gri bir sis ve bulutlar ardına gizlemişti. Bugün dışarı çıkmak yoktu.
“Böyle yağmur yağdığında sizin kulübede neler yaparsınız?” diye sordu Martha’ya.
“Çoğunlukla birbirimizin ayağına dolanmamaya çalışırız.” diye yanıtladı Martha. “Ah! Bir sürü insan kalabalığı olduğu düşünülürse… Annem halim selim bir kadındır ama endişeleniyor tabii. Büyük kardeşler gidip ahırda oynarlar. Dickon ıslanmaktan çekinmez. Sanki hava günlük güneşlikmiş gibi dışarı çıkar. Güzel havalarda görmediği şeyleri yağmurlu havalarda görebiliyormuş. Bir keresinde deliğinde boğulmak üzere olan bir yavru tilki bulup, onu sıcak tutmak için gömleğinin içine sokup eve getirmişti. Annesi yan tarafında öldürülmüş, delikleri su ile dolmuş ve diğer yavrular da ölmüş. Tilki şu anda bizim evde. Başka bir zaman yine boğulmak üzere olan bir karga bulup eve getirmişti, onu da evcilleştirdi. Simsiyah olduğu için adını Kurum koydu, onunla beraber oradan oraya hoplayıp uçuyor.”
Mary artık Martha’nın bu samimi konuşmalarına aldırmaz olmuştu. Hatta anlattıklarını ilginç bulmaya başlamış, o konuşmayı bıraktığında veya başka yere gittiğinde üzülür olmuştu. Hindistan’da yaşarken Ayah’ının anlattığı hikâyelerin, Martha’nın yiyecek pek bir şeyleri olmayan on dört kişiyi içine alan bozkır kulübesi hakkında anlattıklarıyla yakından uzaktan alakası yoktu. Çocuklar tatlı, minik çoban köpeği yavruları gibi kendi kendilerine yuvarlanıp eğleniyorlardı. Mary en çok anne ve Dickon’dan etkileniyordu. Martha’nın annesinin söyledikleri veya yaptıkları hakkında anlattığı hikâyeler kulağa hep çok rahatlatıcı geliyordu.
“Keşke birlikte oynayabileceğim bir kuzgun veya tilki yavrusu olsa.” dedi Mary. “Ama hiçbiri yok.”
Martha’nın kafası karışmıştı.
“Örgü örebiliyor musunuz?” diye sordu.
“Hayır.” diye yanıtladı Mary.
“Dikiş dikebiliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Okuyabiliyor musunuz?”
“Evet.”
“O zaman neden bir şeyler okumuyorsunuz ya da biraz heceleme çalışmıyorsunuz? Artık okuyup öğrenebilecek yaştasınız.”
“Kitabım yok ki.” dedi Mary. “Kitaplarım Hindistan’da kaldı.”
“Bu kötü olmuş.” dedi Martha. “Eğer Bayan Medlock kütüphaneye girmenize izin verirse orada binlerce kitap var.”
Mary kütüphanenin nerede olduğunu sormadı çünkü birdenbire aklına bir fikir geldi. Gidip orayı kendisi bulmaya karar verdi. Bayan Medlock’u kafasına takmıyordu. Bayan Medlock sürekli aşağıdaki konforlu uşak dinlenme odasında oluyor gibiydi. Bu tuhaf yerde kimse birbirini kolay kolay görmezdi. Aslında, hizmetçilerden başka görecek bir kimse de yoktu ve efendileri bir yerlere gittiği zaman aşağı katlarda lüks bir hayat yaşıyorlardı. Tavanlarından parlak pirinçten kap kacağın sallandığı, her gün dört ya da beş çeşit bol kepçe yemeklerin yendiği, Bayan Medlock ortalıkta değilse neşeli çekişmelerin yaşandığı kocaman bir mutfakları vardı.
Mary’nin yemekleri düzenli olarak servis ediliyor ve Martha da ona göz kulak oluyordu fakat o kimsenin umurunda değildi. Bayan Medlock günaşırı gelip ona bir göz atardı ama hiç kimse ona ne yaptığını sormuyor veya ne yapması gerektiğini söylemiyordu. Belki de İngiltere’de çocuklara böyle davranılıyordur diye düşünüyordu. Hindistan’da Ayah’ı hep onun yanında olurdu, hep başında beklerdi, onun eli ayağı gibiydi. Bazen onun sürekli yanında olmasından sıkılırdı. Şimdi onun peşinden gelen hiç kimse yoktu ve bir şeyin verilmesini istediğinde veya giydirilmek istediğinde Martha kendisine sanki beceriksiz ve aptalmış gibi baktığı için kendi kendine giyinmeyi öğreniyordu.
“Nasıl giyileceğini bilmiyor musun?” demişti bir keresinde, Mary durup eldivenlerini giydirmesini beklediğinde. “Bizim Susan Ann daha dört yaşında ama sizden iki kat daha akıllı. Bazen kafanızda biraz eksiklik var gibi geliyor.”
Mary bu olay sonrasında bir saat kadar aksi yüz ifadesini takınmıştı fakat bu onun birçok yeni şey düşünmesine sebep olmuştu.
Bu sabah Martha şömineyi son kez süpürüp aşağı indikten sonra Mary pencerenin önünde on dakika kadar dikildi. Kütüphaneyi duyduğunda aklına gelen yeni fikri düşünüyordu. Aslında kütüphane pek de umurunda değildi çünkü çok az kitap okumuştu; fakat kütüphane düşüncesi aklına kapısı kapalı yüz odayı getirmişti. “Acaba kapılar gerçekten kilitli mi ve içeri girebilirsem nelerle karşılaşırım?” diye merak etti. Gerçekten de yüz tane var mıydı? Neden gidip kaç tane olduklarını saymasındı ki? Madem bu sabah dışarı çıkamıyordu, böylece yapacak bir şeyi olurdu. Bir şeyleri yapmak için izin isteme alışkanlığı yoktu ve otorite hakkında hiçbir fikri yoktu, bu nedenle Bayan Medlock’u görecek olsa bile evin içinde dolaşıp dolaşamayacağını sormaya gerek görmezdi.
Odasının kapısını açıp koridora çıktı ve etrafta dolanmaya başladı. Uzun bir koridordu ve başka koridorlara açılıyor, birkaç basamakla yine birbirini takip eden üst koridorlara çıkılıyordu. Her yerde kapılar vardı, duvarlar resimlerle doluydu. Bazıları karanlık, tuhaf manzara resimleriydi fakat çoğu acayip, kocaman, saten ve kadifeden kıyafetler içindeki kadınların ve erkeklerin portreleriydi. Bir evde bu kadar çok resim olabileceğini düşünmemişti hiç. Yavaş yavaş ilerleyerek resimdeki yüzlere baktı, sanki onlar da kendisine bakıyor gibiydiler. Sanki Hindistan’dan gelen küçük bir kızın burada ne işi var der gibiydiler. Bazıları çocuk resimleriydi, ayaklarına kadar uzanan saten elbiseler içinde kız çocukları ve kabarık kollu, dantel veya kocaman fırfır yakalı, uzun saçlı oğlan çocuklarıydı. Çocuklara bakmak için sürekli duruyor ve “Acaba isimleri neydi, nereye gittiler, neden böyle tuhaf giyiniyorlardı?” diye düşünüyordu. Kendisi gibi sert görünümlü ve çirkin küçük bir kız vardı. Yeşil brokar kumaştan bir elbise giymiş, parmağında yeşil bir papağan tutuyordu. Bakışları keskin ve meraklıydı.
“Şimdi nerede yaşıyorsun?” diye sordu Mary ona yüksek sesle. “Keşke burada olsaydın.”
Şüphesiz hiçbir küçük kız böylesi tuhaf bir sabah geçirmemişti. Görünüşe göre bu kocaman dolambaçlı evde bir aşağı bir yukarı dolanan, sanki kendisinden başka kimsenin yürüyor gibi gelmediği dar ve geniş koridorlarda gezinen kendi küçük benliğinden başka hiç kimse yok gibiydi. Bu kadar oda inşa edildiğine göre, içinde yaşayanlar da olmuş olmalıydı fakat o kadar boş görünüyorlardı ki buna inanası gelmiyordu.
İkinci kata çıkar çıkmaz bir kapının kolunu çevirmek geçti aklından. Bayan Medlock’un dediği gibi tüm kapılar kapalıydı fakat nihayet elini bir kapı kolunun üzerine koydu ve kolu çevirdi. Kapı kolunun zorlanmadan döndüğünü ve hafifçe ittiğinde kapının ağır ağır açıldığını fark ettiğinde bir anlığına korktu. Kocaman bir kapıydı ve büyük bir odaya açılıyordu. Duvarda nakışlı duvar kâğıtları vardı ve odanın ortasında Hindistan’da gördüklerine benzeyen işlemeli mobilyalar bulunuyordu. Kurşun çerçeveli geniş bir pencere bozkıra bakıyordu; şömine rafının üzerinde öncekinden daha da meraklı bakan, sert görünümlü çirkin kızın bir portresi daha vardı.
“Belki de önceden bu odada uyuyordu.” dedi Mary. “Bana öyle bir bakıyor ki kendimi bir garip hissediyorum.”
Sonra daha fazla kapı açtı, sonra daha da fazla. O kadar çok oda görmüştü ki yorgun düştü ve saymamış olsa bile “Burada kesin yüz oda vardır.” diye düşündü. Hepsini içinde ya eski resimler ya da tuhaf manzaralı eski goblenler vardı. Neredeyse hepsinde ilginç mobilya parçaları ve ilginç süs eşyaları vardı.
Bir hanımın odası gibi görünen odalardan birinde, duvarlar işlemeli kadifeyle kaplıydı ve bir vitrinin içinde fil dişinden yapılma yüz kadar fil diziliydi. Hepsi farklı ebattaydılar ve bazılarının sırtında seyis veya tahtırevan vardı. Bazıları diğerlerinden oldukça büyüktü ve bazıları o kadar küçüklerdi ki bebek fillere benziyorlardı. Mary, Hindistan’da fildişi oymalar görmüştü ve filler hakkında her şeyi biliyordu. Vitrinin kapısını açtı ve tabureye çıkıp uzunca bir süre onlarla oynadı. Yorulunca filleri sıraya dizdi ve vitrinin kapısını kapadı.
Uzun koridorlar ve boş odalarda dolandığı süre boyunca hiçbir canlı varlık görmedi; fakat bu odada bir şey gördü. Vitrin kapısını kapadıktan sonra hafif bir hışırtı duydu. Bu ses onun yerinde zıplamasına ve şömine yanındaki kanepeye bakmasına sebep oldu çünkü ses oradan gelmiş gibiydi. Kanepenin köşesinde bir yastık, yastığın kadife kılıfının kenarında da bir delik vardı ve deliğin içinden minik bir burun ve korkulu bir çift göz uzanıyordu.
Mary ona bakmak için yavaşça ilerledi. Bu parlak gözler minik gri bir fareye aitti ve fare yastığı kemire kemire kendine rahat bir yuva yapmıştı. Yanında altı bebek fare birbirine sokulmuş uyuyorlardı. Yüz odada canlı hiçbir varlık olmasa da burada hiç de yalnız görünmeyen yedi fare vardı.
“Bu kadar korkmuyor olsalardı onları alıp yanımda götürürdüm.” dedi Mary.
Daha fazla dolanamayacak kadar yorulduğu için geri döndü. Yanlış koridora saparak birkaç kez yolunu kaybetti ve doğru yolu bulana kadar oradan oraya dolanmak zorunda kaldı; fakat sonunda kendi katına vardı, gerçi yine de kendi odasına uzaktı ve tam olarak nerede olduğunu kestirememişti.
“Galiba yine yanlış koridora saptım.” dedi, duvarları goblen kaplı küçük bir geçidin sonu gibi görünen yerde durarak. “Ne tarafa gideceğimi bilmiyorum. Her şey ne kadar da sessiz!”
Orada durmuş bunları söyledikten hemen sonra sessizlik bir sesle bozuldu. Yine bir ağlama sesiydi fakat dün gecekine benzemiyordu; duvarları aşıp gelen kısa bir ağlamaydı, huysuz, çocukça bir mızmızlanma gibiydi.
“Öncekine göre daha yakından geliyor.” dedi Mary, kalbi hızla atmaya başlamıştı. “Ve gerçekten de bir ağlama sesi.”
Elini kazara yanındaki goblen kaplı duvara koyunca irkilerek geri sıçradı. Bir kapı goblen kumaşla kaplanmıştı ve o dokununca kapı açılmış, ardında başka bir koridor belirmişti ve Bayan Medlock elinde bir dolu anahtarla ve yüzünde ters bir ifadeyle kendisine doğru geliyordu.
“Senin ne işin var burada?” dedi ve Mary’yi kolundan tutup itekledi. “Sana ne demiştim?”
“Yanlış koridora saptım.” diye açıkladı Mary. “Ne tarafa gideceğimi bilemedim ve ağlayan birini duydum.”
Şu anda Bayan Medlock’tan nefret ediyordu fakat biraz sonra daha da nefret edecekti.
“Hiçbir ses duymadın.” dedi kâhya. “Derhâl kendi odana geri dönüyorsun yoksa kulaklarını çekerim.”
Sonra onu kolundan kavrayıp kendi odasına varana kadar bir geçitten diğerine itekledi.
“Bana bak.” dedi. “Sana nerede kal deniyorsa orada kalacaksın, yoksa kendini kilit altında bulursun. Beyefendi dediği gibi sana bir dadı tutsa iyi olacak. Sana göz kulak olacak şöyle sağlam biri lazım. Benim işim başımdan aşkın.”
Odadan dışarı çıktı ve kapıyı çarparak kapattı. Mary öfkeden beti benzi atmış bir hâlde şömine önündeki kilime oturdu. Ağlamıyordu fakat dişlerini sıkıyordu.
“Ağlayan birisi vardı, kesinlikle vardı, vardı işte!” dedi kendi kendine.
Şu ana kadar o sesi iki kez duymuştu ve yakında ne olduğunu öğrenecekti. Bu sabah bir sürü şey öğrenmişti. Kendini uzun bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyordu ve her hâlükârda kendini eğlendirecek bir şeyler bulmuştu; fil dişinden fillerle oynamış, kadife yastığın içine yuva yapmış gri fare ve yavrularını görmüştü.
VII. BÖLÜM
BAHÇENİN ANAHTARI
Bu olaydan iki gün sonra, Mary gözlerini açar açmaz yatağından hemen doğruldu ve Martha’ya seslendi.
“Bozkıra bak! Bozkıra bak!”
Yağmur fırtınası dinmiş ve rüzgâr gri sis ve bulutları geceleyin süpürüp atmıştı. Rüzgâr da dinmişti ve bozkır üzerinde pasparlak ve masmavi bir gökyüzü belirmişti. Hindistan’da gökyüzü sıcak ve alev alevdi; buradaki ise çok güzel, dipsiz bir gölün suyu gibi parıldayan masmavi bir gökyüzüydü ve mavi kubbenin orasında burasında kar beyaz koyunlar gibi görünen küçük bulutçuklar vardı. Bozkırın sonundaki dünya, kasvetli bir morumsu siyah veya iç karartıcı berbat bir gri değil yumuşacık bir maviye bürünmüştü.
“Evet.” dedi Martha neşeyle gülümseyerek. “Fırtına dindi. Senenin bu zamanında böyle olur. Sanki daha önce hiç buralara uğramamış ve uğramaya da hiç niyeti yokmuş gibi bir gecede ortadan kayboluverir. Çünkü bahar yaklaşıyor. Henüz daha çok var ama geliyor.”
“Ben de İngiltere’de hep yağmur yağıyor ve hava hep karanlık zannetmiştim.” dedi Mary.
“Ah! Yok canım!” dedi Martha, kararmış fırçalarının arasına çömelip otururken. “Heç eyle deel!”
“Ne demek o?” diye sordu Martha ciddiyetle. Hindistan’da yerliler yalnızca çok az kişinin anladığı farklı aksanlarla konuşurlardı, bu yüzden Martha onun anlamadığı bir şekilde konuşunca şaşırmıyordu.
Martha ilk sabah olduğu gibi kahkaha attı.
“Bak yine oldu.” dedi. “Yine Bayan Medlock’un yapma dediği gibi yayık Yorkshire aksanı ile konuştum. ‘Heç eyle deel’ demek ‘hiç öyle değil’ demek.” dedi yavaşça ve dikkatle telaffuz ederek. “Ama öyle söylemek zor geliyor. Yorkshire güneşliyken dünyanın en güneşli yeridir. Size bozkırı seveceğinizi söylemiştim. Hele bir de altın renkli karaçalı veya süpürge otu tomurcuklarını, çiçek açan katırtırnaklarını, mor çan çiçeklerini, uçuşan yüzlerce kelebekleri, vızıldayan arıları ve pır pır uçup ötüşen tarla kuşlarını görün. Dickon gibi gün doğumuyla dışarı çıkıp tüm günü dışarıda geçiresiniz gelir.”
“Oraya gidebilir miyim acaba?” diye sordu Mary pencereden dışarı bakıp uzaklardaki maviliğe iç geçirerek. O kadar yeni, kocaman, harika ve ilahi bir renkti ki bu.
“Bilemiyorum.” diye yanıtladı Martha. “Doğduğunuzdan beri bacaklarınızı o kadar kullanmamışsınızdır gibi geliyor bana. Sekiz kilometre yürüyemezsiniz. Buradan bizim kulübe sekiz kilometre.”
“Kulübenizi görmek isterdim.”
Martha onu bir anlığına ilgiyle inceledi ve eline parlatma fırçasını alıp ızgarayı ovalamaya geri döndü. Bu küçük, gösterişsiz suratın şu anda onu ilk gördüğü sabahki kadar aksi görünmediğini düşündü. Küçük Susan Ann’in bir şeyi çok istediği zamanlardaki suratı gibi tatlıydı.
“Anneme bir sorayım.” dedi. “Annem her şeyin bir yolunu bulur. Bugün izin günüm, eve gideceğim. Ah! Çok güzel. Bayan Medlock annemi sever. Belki annem onunla konuşabilir.”
“Anneni sevdim.” dedi Mary.
“Tahmin ediyordum.” diye onayladı Martha, parlatmaya devam ederek.
“Onu hiç görmedim ki.” dedi Mary.
“Hayır, görmediniz.” diye yanıtladı Martha.
Yine çömelir vaziyete geçti ve kafası karışmış gibi burnunun ucunu elinin tersiyle kaşıdı ve sonra zihnini toparlardı.
“Şey, annem o kadar duyarlı, çalışkan, halim selim ve temiz bir kadındır ki onu gören görmeyen herkes çok sever. İzin günümde eve, onun yanına giderken bozkırı hoplaya zıplaya geçiyorum.”
“Dickon’ı da sevdim.” diye ekledi Mary. “Onu da hiç görmedim.”
“Pekâlâ.” dedi Mary kendinden emin. “Size kuşların, tavşanların, koyunların, midillilerin ve tilkilerin bile onu ne kadar sevdiklerini söyledim. Acaba…” diyerek baktı ona düşünceli bir şekilde. “Dickon sizin hakkınızda ne düşünürdü?”
“Benden pek hoşlanmazdı.” dedi Mary o katı ve soğuk havasıyla. “Zaten kimse hoşlanmaz.”
Martha yeniden düşüncelere daldı.
“Siz kendinizi sevmiyor musunuz?” diye sordu, cevabı gerçekten de merak ediyor gibiydi.
Mary bir an duraklayıp düşündü.
“Pek sayılmaz aslında.” diye yanıtladı. “Gerçi daha önce hiç bunu düşünmemiştim.”
Martha eve dair bir şey anımsamış gibi sırıttı.
“Annem bir keresinde bana ne dedi biliyor musunuz?” diye başladı söze. “Annem leğenin başındayken benim de sinirlerim bozuktu ve birileri hakkında kötü şeyler söylüyordum. Bana dönüp dedi ki ‘Seni tilki seni! Yok onu sevmiyormuşsun yok bunu sevmiyormuşsun. Peki, kendini seviyor musun?’ Bu lafı beni güldürmüş ve birden kendime getirmişti.”
Mary’nin kahvaltısını hazırladıktan sonra neşeyle yola koyuldu. Bozkırdan kulübeye kadar sekiz kilometre yürüyecek ve annesine çamaşır ve bulaşıkta yardım edecek, o haftanın ekmeğini pişirecek ve sonra keyfine bakacaktı.
Mary onun evde olmadığını bildiği için kendini eskisinden de yalnız hissetti. Bahçeye mümkün olduğunca çabuk attı kendini ve ilk iş olarak fıskiyeli çiçek bahçesinin etrafında koşarak on tur attı. Attığı turları dikkatle saydı ve onuncuyu tamamladığında artık kendini daha iyi hissediyordu. Güneş ışınları etrafı daha farklı gösteriyordu. Yüksek, sonsuz, mavi gökyüzü Misselthwaite’in ve bozkırın üzerini bir kubbe gibi kaplıyordu. Mary sürekli başını gökyüzüne kaldırıp bakıyor ve o kar beyaz bulutların üstünde yatmanın nasıl bir his olacağını hayal ediyordu. İlk mutfak bahçesine gitti ve Ben Weatherstaff’ı başka iki bahçıvanla çalışırken buldu. Havadaki değişim ona da iyi gelmişe benziyordu. Kızla kendiliğinden konuştu.
“Bahar geliyor.” dedi. “Kokusu geliyor mu burnuna?”
Mary havayı kokladı ve kokuyu aldığını düşündü.
“Hoş, taze ve nemli bir koku alıyorum.” dedi.
“Bu taze ve verimli toprağın kokusu.” diye yanıtladı kazmaya devam ederek. “Bir şeyleri büyütmek için hevesli görünüyor. Ekim zamanı gelince keyfi yerinde olur. Kışın yapacak bir şey olmadığında canı sıkkındır. Karanlıkta çiçek bahçelerinde bir şeyler dönüyor. Güneş onları ısıtıyor. Bir süre sonra kara topraktan baş gösteren minik yeşil filizler göreceksin.”
“Ne olacaklar?” diye sordu Mary.
“Çiğdemler, kardelenler ve nergisler. Daha önce hiç gördün mü?”
“Hayır. Hindistan’da yağmurlar bitince her şey çok sıcak, nemli ve yeşil olur.” dedi Mary. “Galiba orada her şey bir gecede büyüyor.”
“Bunlar bir gecede büyümezler.” dedi Weatherstaff. “Onları görmek için beklemen gerekecek. Şuradan başlarını çıkaracaklar, orada biraz daha filizlenecekler, bir gün bir yeşil yaprak çıkarıp, diğer gün bir tane daha çıkaracaklar. İzle ve gör.”
“İzleyeceğim.” diye yanıtladı Mary.
Çok geçmeden yumuşak bir kanat çırpışı duydu ve hemen Kızılgerdan’ın yeniden geldiğini anladı. Çok şımarık ve hareketliydi, kızın ayaklarına çok yakın bir yere sıçradı ve başını bir yana eğip ona öyle cingöz bir şekilde baktı ki Mary Ben Weatherstaff’a sormadan edemedi.
“Sence beni hatırlıyor mudur?”
“Seni hatırlamak mı!” dedi Weatherstaff ona kızarak. “Bırak insanları, bahçedeki her bir lahana kökünü bile tanır o. Burada daha önce hiç kız çocuğu görmedi, seni tanımaya can atıyor. Ondan bir şey saklayayım deme sakın.”
“Onun yaşadığı bahçede de karanlıkta bir şeyler dönüyor mu?” diye sordu Mary.
“Ne bahçesiymiş o?” diye homurdandı Weatherstaff, tekrar huysuzlaşarak.
“Eski gül ağaçlarının olduğu bahçe.” Sormadan edememişti çünkü öğrenmek istiyordu. “Tüm çiçekler ölmüş müdür, yoksa bazıları yazın yeniden açarlar mı? Hâlâ gül var mıdır orada?”
“Ona sorsana.” dedi Ben Weatherstaff omzuyla Kızılgerdan’ı işaret ederek. Orayı tek bilen kişi odur. On yıldır içeri giren çıkan yok.”
On yıl uzun bir zaman, diye düşündü Mary. O doğalı on yıl olmuştu.
Düşünceli bir şekilde ağır ağır yürüdü. Kızılgerdan’ı, Dickon’ı ve Martha’nın annesini sevdiği gibi bahçeyi de sevmeye başlamıştı. Hatta Martha’yı da sevmeye başlamıştı. Sevecek amma da çok insan var gibiydi, hele de sevmeye alışkın olmayan biri için. Kızılgerdan’ı da insan olarak kabul ediyordu. Ağaç tepelerini görebildiği uzun, sarmaşık kaplı duvarın etrafındaki yürüyüş yoluna gitti ve ikinci kez bir aşağı bir yukarı yürürken çok ilginç ve heyecan verici bir şey oldu ve bu Ben Weatherstaff’ın Kızılgerdan’ı ile ilgiliydi.
Bir cıvıltı duydu ve kız solundaki çıplak çiçek tarhına baktığında Kızılgerdan, onu takip ettiği anlaşılmasın diye oradan oraya sekip toprağı eşeliyormuş gibi yapıyordu. Fakat Mary onun kendisini takip ettiğini anlamıştı ve bu sürpriz onu o kadar heyecanlandırmıştı ki neredeyse titreyecekti.
“Beni hatırlıyorsun!” diye haykırdı. “Hatırlıyorsun! Sen dünyanın en tatlı yaratığısın!”
Mary de cıvıldadı, konuştu, ona tatlı sözler söyledi ve Kızılgerdan hoplayıp, ona kur yapıp kuyruğunu titretti. Sanki o da konuşuyordu. Kırmızı yeleği saten gibiydi, küçük göğsünü kabartıyordu ve o kadar güzel, o kadar hoş ve o kadar tatlıydı ki sanki gerçekten de kıza bir kızılgerdanın ne kadar önemli ve ne kadar insan gibi olabileceğini gösteriyordu. Kuş onun kendisine yaklaşmasına izin verdiğinde Küçük Hanım Mary hayatı boyunca aksi biri olduğunu unuttu, ona doğru eğilip konuşarak, kızılgerdan gibi sesler çıkarmaya çalıştı.
Ah! Onun kendisine bu kadar yaklaşmasına nasıl izin veriyordu? Mary’nin elini uzatıp ona azıcık da olsa zarar vermeye kalkmayacağını biliyordu. Biliyordu çünkü o gerçek bir insandı. Yalnızca dünyadaki diğer insanlardan daha iyi biriydi. Mary’nin mutluluktan nefesi kesiliyordu.
Çiçek tarhı tamamen çıplak değildi. Çok yıllık bitkiler kış için budandığından dolayı tarh çıplak görünüyordu fakat tarhın arkasında irili ufaklı çalılar vardı ve Kızılgerdan onların altına zıpladığında, Mary onun yeni kazılmış küçük bir toprak yığınının üzerinden atladığını gördü. Durup yığının içinde solucan aradı. Köpeğin biri köstebek yakalamaya çalışırken derin bir çukur kazdığından, orada bir toprak yığını oluşmuştu.
Mary, çukurun neden orada olduğunu anlamadan toprak birikintisine baktı ve yeni kazılmış toprakta bir şeyin gömülü olduğunu gördü. Paslı bir demir veya pirinç halka gibiydi ve Kızılgerdan kanatlanıp yakındaki bir ağaca konunca elini uzatıp halkayı çıkardı. Çıkan şey halkadan da fazlasıydı; çıkan şey uzun zaman önce gömülmüş gibi görünen eski bir anahtardı.
Küçük Hanım Mary ayağa kalktı ve dehşet dolu gözlerle parmağının ucunda sallanan anahtara baktı.
“Belki de on yıl önce gömülmüştür.” dedi fısıltıyla. “Belki de bu o bahçenin anahtarıdır!”
VIII. BÖLÜM
YOLU GÖSTEREN KIZILGERDAN
Uzunca bir süre anahtara baktı. Onu evirdi, çevirdi, ne yapacağını düşündü. Daha önce bahsedildiği gibi izin isteme veya büyüklerine danışma konusunda terbiye görmüş bir çocuk değildi. Anahtar hakkında tek düşünebildiği şey onun kapalı bahçenin anahtarı olup olmadığıydı ve kapının nerede olduğunu bulabilirse belki onu açabilir ve duvarların ardında ne olduğunu görebilir, böylelikle eski gül ağaçlarının akıbetini öğrenebilirdi. Bahçeyi görmek istemesinin sebebi uzun süredir kapalı oluşuydu. Mutlaka diğer yerlerden farklı olmalı ve on yıl boyunca orada garip şeyler olmuş olmalıydı. Ayrıca, bahçe hoşuna giderse her gün içeri girebilir, kapıyı arkasından kapatıp kendi kendine oynayabilirdi çünkü kimse onun nerede olduğunu bilemez ve hâlâ kapının kilitli ve anahtarın gömülü olduğunu düşünüyor olurlardı. Bu fikir çok hoşuna gitti.
Kapısı gizemli bir şekilde kapalı odalarla dolu bir evde yaşayıp, kendini oyalayacak hiçbir şeyin olmaması onun atıl duran beyninin çalışmasına ve hayal gücünün canlanmasına sebep olmuştu. Şüphesiz, bozkırın taze, güçlü ve temiz havasının da bunda rolü büyüktü. Tıpkı temiz havanın iştahını açması ve rüzgârla mücadelenin kanını kaynatması gibi zihnine de aynısı olmuştu. Hindistan’da hep çok sıcaklıyor, bir şey yapmaya mecali olmuyordu fakat burada canına can gelmişti ve yeni şeyler yapmak istiyordu. Neden olduğunu bilmese de artık kendini daha az “aksi” hissediyordu.
Anahtarı cebine koydu ve yürüyüş yolunda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Oraya kendisinden başka gelen yok gibiydi, böylece yavaşça yürüyüp kapıyı ve özellikle üstünü saran sarmaşığı inceleyebiliyordu. Sarmaşık kafa karıştırıyordu. Ne kadar dikkatli bakarsa baksın yoğun, parlak, koyu yeşil yapraklardan başka bir şey görünmüyordu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Yolu adımlamaya devam edip içerideki ağaç tepelerine bakınca aksiliğinden bir parça geri gelir gibi oldu. “Onun dibinde olup içeri girememek çok aptalca!” diye düşündü. Eve varınca anahtarı cebine koydu ve her dışarı çıkışında anahtarı da yanında götürmeye karar verdi, böylece kapıyı bulacak olursa hazırlıklı olmuş olurdu.
Bayan Medlock, Martha’nın geceyi kulübede geçirmesine izin vermişti fakat kız sabah işinin başına eskisinden de al yanaklar ve neşeyle geri dönmüştü.
“Sabah dörtte uyandım.” dedi. “Ah! Bozkırda uyanan kuşları, oradan oraya koşuşturan tavşanları ve yükselen güneşi görmek harikaydı. Tüm yolu yürümedim. Adamın biri arabasına aldı beni, çok keyifliydi.”
Güzel geçen izin günü hikâyelerle doluydu. Annesi onu gördüğüne çok sevinmişti ve birlikte ekmek pişirip çamaşır yıkamışlardı. Hatta çocukların her biri için içi esmer şekerli hamur tatlısı yapmıştı.
“Bozkırdaki oyunlarından döndüklerinde tatlıların dumanı üstünde tütüyordu. Kulübe o kadar güzel hamur işi kokuyordu ve ateş içeriyi öyle güzel ısıtmıştı ki içeri girince sevinçle çığlık attılar. Bizim Dickon, kulübemizin krallara layık olduğunu söylüyor.”
Akşam olunca hepsi birden ateşin etrafında oturmuşlar ve Martha ile annesi yırtık kıyafetleri yamalayıp, sökük çorapları dikerken, Martha onlara hayatı boyunca siyahiler tarafından bakılan ve kendi çorabını bile giyemeyen Hindistan’dan gelen kızdan bahsetmişti.
“Ah! Hikâyenizi dinlemeye bayıldılar.” dedi Martha. “Siyahiler ve sizi getiren gemi hakkında soru sorup durdular. Onlara yeterince anlatamadım.”
Mary biraz düşündü.
“Bir sonraki izin gününe kadar sana daha fazlasını anlatırım.” dedi. “Böylece konuşacak daha fazla şeyin olur. Eminim fillere ve develere binme hikâyelerini ve kaplan avına çıkan subay hikâyelerini duymak isterler.”
“Hadi canım!” diye haykırdı Martha sevinçle. “Kafayı yiyecekler. Gerçekten mi Hanım’ım? Gerçekten de York’ta düzenlediklerini duyduğumuz vahşi hayvan gösterileri gibi mi?”
“Hindistan, Yorkshire’dan oldukça farklı.” dedi Mary usulca, kafasında iyice tartarak. “Daha önce hiç düşünmemiştim. Dickon ve annen benim hakkımda konuşmandan hoşlandılar mı?”
“Elbette, Dickon’ımızın gözleri yerinden fırlayacak gibiydi, böyle patlak patlak oldu.” diye yanıtladı Martha. “Ama sizin tek başınıza olmanız annemin biraz keyfini kaçırdı gibi. ‘Bay Craven ona dadı veya mürebbiye tutmuyor mu?’ diye sordu. Ben de ona, ‘Hayır, tutmuyor. Bayan Medlock belki daha sonra tutabileceğini ama bunun nereden baksak iki üç seneden önce olmayacağını söylüyor.’ dedim.”
“Mürebbiye falan istemiyorum.” dedi Mary sertçe.
“Annem diyor ki bu zamana kadar kitabı öğrenmeye başlamış olmanız lazımmış, hem size göz kulak olacak bir kadın gerekiyormuş. Dedi ki ‘Martha, kendini kocaman bir yerde tek başına dolanırken bir hayal et, başında bir anne yok. Onun gönlünü elinden geldiğince hoş tutmalısın.’ Ben de tutacağımı söyledim.”
Martha gözlerini ayırmadan ona uzun uzun baktı.
“Benim gönlümü hoş tutuyorsun zaten.” dedi. “Sohbetin hoşuma gidiyor.”
Az sonra Martha odadan çıktı ve önlüğünün altında ellerinde bir şeyle geri döndü.
“Sizce bu nedir?” dedi, neşeyle sırıtarak. “Size bir hediye getirdim.”
“Hediye mi!” diye haykırdı Küçük Hanım Mary. Nasıl olur da on dört aç insanın olduğu bir kulübeden kendisine bir hediye çıkardı!
“Bozkırda seyyar satıcılık yapan bir adam…” dedi Martha. “Kapımızın önünde durdu. Çanak çömlek satıyordu ama annemin bir şey alacak parası yoktu. Adam tam uzaklaşırken bizim Lizabeth Ellen aniden seslendi, ‘Anne, kırmızı ve mavi tutacaklı atlama ipleri var.’ Annem de hemen adama seslendi, ‘Hey, bayım, durun! Kaça bunlar?’ Adam, ‘İki peni.’ dedi ve annem ceplerini aranırken bana, ‘Martha, sen iyi bir kız olduğun için bana tüm maaşını getiriyorsun ve bu parayı harcayacak dört yerim var fakat bu paradan iki peni alıp o çocuğa atlama ipi alacağım.’ dedi ve size bunu aldı. İşte, alın bakalım.”
Atlama ipini önlüğünün altından çıkarıp ona gururla sergiledi. Her iki ucunda mavi ve kırmızı şeritler olan sağlam ve ince bir ipti bu fakat Mary Lennox daha önce hiç atlama ipi görmemişti. Şaşkın bir ifadeyle ipe baktı.
“Bu ne için?” diye sordu merakla.
“Ne için mi!” diye haykırdı Mary. “Ne yani, Hindistan’da atlama ipi yok muydu? Sadece filler, kaplanlar ve develer mi vardı? Çoğunun siyah olmasına şaşmamalı. Bu işte buna yarar; izleyin beni.”
Odanın ortasına koşup, iki eliyle tutacaklardan tuttu ve zıpladı, zıpladı, zıpladı. Mary koltuğunda dönmüş ona bakarken, eski portrelerdeki tuhaf suratlar da ona bakıyorlar ve “Bu basit, küçük köylü kız hangi cüretle burnumuzun dibinde böyle bir şey yapıyor acaba?” diyorlar gibiydi. Fakat kimse Martha’nın gözünde değildi. Küçük Hanım Mary’nin yüzündeki merak ve ilgi onu iyice keyiflendirmişti, sayarak atlamaya devam etti ve yüze gelene kadar atladı.
“Daha fazla da atlayabilirim.” dedi durduğunda. “On iki yaşındayken beş yüze kadar atlayabiliyordum ama o zamanlar şimdiki kadar kilolu değildim ve antrenmanlıydım.”
Mary koltuğundan heyecanla kalktı.
“Güzel görünüyor.” dedi. “Annen çok ince bir kadın. Sence ben de öyle atlayabilir miyim?”
“Deneyip görün.” diye teşvik etti Martha, atlama ipini ona uzatarak. “Başta yüz kere atlayamazsınız ama atladıkça artırırsınız. Annem dedi ki ‘Hiçbir şey ip atlamak kadar iyi gelmez insana. İp, bir çocuğun sahip olabileceği en mantıklı oyuncaktır. Temiz havada biraz ip atlasın ki kolları bacakları açılsın, biraz can gelsin.’ ”
İlk başladığında Küçük Hanım Mary’nin kollarında ve bacaklarında güç olmadığı aşikârdı. Çok beceremiyordu ama o kadar sevmişti ki bırakmak istemedi.
“Üzerinize bir şeyler giyip dışarı çıkın.” dedi Martha. “Annem size mümkün olduğunca dışarıda durmanızı söylememi tembihledi, hatta yağmurlu havada bile, böylece ısınırmışsınız.”
Mary ceketini ve mantosunu giyip atlama ipini koluna taktı. Dışarı çıkmak için kapıyı açtı ve birden aklına bir şey geldi ve yavaşça geri döndü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/frensis-eliza-bernett-55941/gizli-bahce-69429148/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Hindistan’da Avrupalılar tarafından istihdam edilen bakıcı veya dadı. (ç.n.)