Eşkal-i Zaman

Eşkal-i Zaman
Ahmet Rasim
Türk edebiyatının bağımsız sanatçılarından Ahmet Rasim; başarılı gözlemlerini, çocukluğundan İstanbul şehir hayatına, mahalle esnaflarından vapur memurlarına, toplumsal sorunlardan aile içi konularına kadar geniş bir yelpazede kendisine özgü anlatımıyla "Eşkal-i Zaman"da bir araya getiriyor. “Herkesin varlığından emin olduğu hâlde ele geçiremediğinden dolayı acındığı ve bezginlik getirdiği bir ‘lafzı murat’ varsa o da mutlaka bahtiyarlıktır.”

Ahmet Rasim
Eşkal-i Zaman

Ahmet Rasim, (1864 – 1932) Türk yazar, gazeteci, tarihçi, milletvekili. Kendine özgü bir tarzla kaleme aldığı eserleri geniş bir okur kitlesi tarafından okunan, mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerine tanıklık etmiş bir yazardır. Elli yılı bulan yazı hayatında farklı edebî türlerde ve çok sayıda eser verdi. Dönemin İstanbul hayatının ayrıntıları üzerinde durduğu fıkralarıyla tanındı.
1864’te İstanbul’da Fatih’in Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Babası Menteşeoğulları’ndan Kıbrıslı Bahaeddin Efendi, annesi Nevbahar Hanım’dır. Babası kendisi doğmadan evvel ailesini terk ettiği için Nevbahar Hanım onu tek başına yetiştirdi. 1875 yılında başladığı Darüşşafaka’da edebiyatla tanıştı. Bu okulda bestekâr Mehmet Zekai Dede’den müzik dersleri de aldı. Kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. Eğitimini 1883 yılında birincilikle bitirdi.
Okulu bitirdikten sonra diğer Darüşşafaka mezunları gibi Posta ve Telgraf Nezareti’nde memur oldu. Bu kurumda kısa bir süre kâtiplik yaptı. Memuriyet hayatının ilk aylarında Sadberk Hanım ile evlendi; 1902’de eşinin ölümüne kadar süren bu evlilikten dört oğlu, iki kızı oldu.
Yayın hayatına 1891’de başlayan Servet-i Fünun dergisinde fen konularındaki yazılarının yanında, tefrik hâlinde romanlarını da çıkarma imkânı buldu. Leyal-i Izdırap, Meşak-ı Hayat ve Afife burada yayımlandı. Ancak Servet-i Fünun yazarlarının genel edebî çizgisini benimsemedi. O, Ahmet Cevdet Paşa ve Ahmet Mithat Efendi’nin Doğu ve Batı edebiyatının olumlu yanlarını sentez hâline getirmeyi amaçlayan edebî anlayışını benimsemişti.
Müzik alanında da eserler veren sanatçı, besteleri de kendisine ait olan pek çok şarkı sözü yazdı.
1927’de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in referansıyla İstanbul milletvekili oldu ve TBMM’nin üçüncü ve dördüncü dönemlerinde milletvekilliği yaptı. Ancak sağlık sorunları yüzünden meclis oturumlarına bile katılmadı. 1932’de Heybeliada’daki evinde hayatını yitirdi, Heybeliada’daki Abbaspaşa Mezarlığı’na gömüldü.

EŞKAL-İ ZAMAN
EL-MAZİ LA-YÜZKER… AMMA …[1 - Geçmiş anılmaz, geçmişten söz edilmez, amma…]
Bundan evvelki tramvaylar ne kadar iyiydi! Yerine göre yavaşlayıp dururlar, yerine göre hızlanıp acele ederlerdi. Kimi dört atlı olurlar, insana gurur ve haşmet diye bir şeyler gelir; kimi yokuşun ortasında dururlar, aklımıza ikbal ve saadet basamaklarının yarısında kalakalmanın ne kadar acı olacağı gelirdi. Hele freni kaptırıp da yokuş aşağı alabildiğine kaydığı zamanlarda, binenlerde sebep olduğu baş dönmeleri, yürek oynamaları, kadın çığlıkları, çocuk haykırmaları, hatta erkeklerin bağırmaları ile bir arada köpek havlamaları, dışarıdakilerin “Makineyi sıkıştır!”, “Dizginleri çek be herif!”, “Atlama! Parçalanırsın!”, “Eyvah! Paramparça oldular!” feryatlarıyla el ayak sallayıp tepinmeleri arasında koca arabanın zıp diye durması, ertesi gün gazetelerin olanı yazmaları üzerine saf kimselerden bazılarının “Bizimki, dün sokağa çıkmışlardı, sakın içinde bulunmasın!” yollu acınarak bir daha izin vermemeye ant etmeleri de ne kadar ibret verici, ne kadar gönül yakıcı idi! Düz yerlerde giderken sözü edilen taşıtlardan geri kaldıkça içindekileri basan rekabet utancı, duraklarda dakikalarca bekledikçe geç kalmış olanların tutuldukları sıkıntı, sürücülerin öttürdükleri borulardan dalgın yürüyenlere gelen silkinme, yağmurlu havalarda beygir ayaklarından, tekerlek altlarından fırlayan çamurların yol açtığı zifos[2 - (Rumcadan) asıl anlamı “hiç, boş” demektir. Çamur sıçraması; birden sıçrayan çamur.] alayları, bütün bunlar, bu hâller, bu duygular, zamanın da değişiklikleri içinde yok olup gitti.
Henüz yolda, yolunda, yolunca yürüyemediğimizi her iniş yokuşlarda hatırlatan kimi eli bayraklı, kimi borulu, kimi köşklü[3 - Vaktiyle İstanbul’daki yangınları haber vermek için yangın kuleleri ile bazı yerlerde bulundurulan adamlara verilen ad. Bunlar başlarına sıfır kalıp fes, sırtlarına kırmızı bir ceket ve şalvar yahut pantolon, ayaklarına hafif yemeni giyerler, ellerinde harbi taşırlardı. Uğradıkları yerlerde acı bir nara attıktan sonra, mesela “Aksaray, Sineklibakkal!” deyip fırlarlardı. Bunlar belli dairelere ve mahalle bekçilerine yangının nerede olduğunu söylerler, onlar da tulumbacılara haber verirlerdi.] taslağı, pırpırı-kıyafet[4 - Pırpırı, esnaftan olan kimseler için kullanılır bir sözdür. Her sanatın bir piri olduğundan, bu tabir doğmuştur. Cahil olup çelebi zümresinden olmayan demektir. Pırpırı-kıyafet ise, dar ve tetik giyinmiş demektir.] vardacılar[5 - “Varda!”, İtalyanca “Gözet!” anlamına haykırmadır. “Vardacı”, eskiden tramvayların önünde “Varda!” diye yol açanlara verilen addır.] şehrin görünüşüne az mı güzellik katarlardı.
Ölü Kurban Oseb’in İştayn’dan yeni aldığı elbisenin ortaya yaydığı ot kokusuna açlık yüzünden dayanamayıp saldıran beygirlerin o gözlerindeki can çekişen parıltılar, bel ve sırtlarındaki o bir deri bir kemik gösteriş, sağrılarında, kuskunlarında görülen o düşüklükler, arabayı çekerlerken oklava gibi kabaran o pörsük adalelerin görünüşleri, iple bağlı dizginler, hayvanların başlarına dekolte süsü veren başlıklar, şimdi birer hayal oldu kaldı.
Sürücüler içinde öyle usta kamçı şaklatanlar vardı ki acemi polisleri “Rüvelver atıldı!” diye dört döndürürlerdi. O devirde ise rüvelver atmak tehlikeli bir cüret, fakat saray adamlarına vergi bir mürüvvetti.
O zamanlar basın dilinde, konuşmalar sırasında, yavaşlığa ve tembelliğe iki şey örnek olarak verilirdi: Karada tramvaylar, denizde Eyüp vapurları.
Hayal, Çaylak, Karagöz gibi mizah dergileri, tevarüd[6 - İki yazarın, özellikle iki şairin, birbirlerinden haberleri olmadan bir mısrayı veya beyti aynı şekilde söylemiş olmaları.] benzeri olarak, herhangi bir sayılarında bunlardan söz edecek olsalar, arabacı veya kaptanın “Sakallı, çekil!”, “Kayıkçı, sağım al!” diye korku ile attığı naralara “Yetiş de çiğne!” diye verdikleri alaylı cevabı karşılık tutarlardı.
Vakit olurdu ki, gözleri yaşarmış, zembili[7 - İçine öteberi koyup taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan ağzı geniş bir torba gibi kap.] omzunda bir çarşılının[8 - Çarşılı: Genel olarak Kapalıçarşı esnafına verilen bir ad olmakla beraber, bundan ayrıca çarşının Ermeni kuyumcular bölümündeki esnaf anlaşılır.] yanındaki ile:
“Bizim evin önünde yatan Karabaş[9 - Köpek.] yok mu, hani sen seversin…”
“Ey!”
“Dün tramvay çenesini ikiye biçmesin mi?”
“Deme! Sonra?”
“Sonra, zavallı hayvan bağıra bağıra gitti!”
“Vah! Vah! O kadar acıdım ki..” konuşmasına canlar dayanmazdı. Rahmetli Muhsin, Beşiktaş tramvaylarını gördükçe “Ekmek kadayıfının iki katlısına aklım eriyor da tramvayların iki katlısına bir türlü ermiyor!” derdi.
Evet, bunlar, taşıt araçlarının, herkesin rahat etmesine yaradığını her yönden meydana koyan örnekleriydi. Şimdiler öyle mi ya! İnsan biner binmez nefes alamıyor. Onlarda ise uzun süre oturur, dinlenir, duraklarda su, hatta eli çabuksa salep, şerbet gibi şeyler içer, rahat rahat sigarasını yapar, kolunu pencere kenarına dayar, dumanını savurur, çıkın içinde peynir mi, ekmek mi, üzüm mü, lakerda[10 - Palamut balığının “altıparmak” çeşidinden yapılan tuzlama; altıparmak palamudun tuzlaması.] mı, simit mi, Allah ne verdiyse yer, hele Topkapı, Samatya tarafına gidilecekse, vaktine göre yarım, bir saat uyku kestirir, âdeta bir gezer-yuva içinde gidip gelirdi. Hatırda kaldığına göre, yalnız nargile içilmez, Karaköy Köprüsü geçilmezdi.
Bununla birlikte, Azap Kapısı[11 - İstanbul’da Galata surunun ilk kapısı olarak tespit edilmiş bulunan Azap Kapısı, bugün Beyoğlu cihetini Haliç üzerinden İstanbul’a bağlayan Atatürk Köprüsü’nün başında, Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin tam önünde idi. Osmanlılar Devri’nde bu kapıya verilen Azap Kapı adı, tersanenin yanında bulunan Azaplar Kışlası’ndan ileri gelmiştir.] yoluyla Unkapanı Köprüsü’nden geçmeleri hakkında Belçikalı bir mühendisin bir taslağı vardı. Hatta bu taslağa o zamanki Haliç Komodorluğu[12 - Bahriye Nezaretine (Deniz Kuvvetleri Bakanlığı) bağlı ve Haliç denizcilik işlerine bakan askerî kumandanlık.] “Altından Eyüp vapurlarının geçtiği bir köprünün üzerinden tramvay geçmek, fen bakımından ve tabiat yönünden doğru olamaz.” yolunda karşı çıkmıştı.
Geçmiş zaman olur ki Hayali cihan değer.[13 - Bu mısra, XVI. yüzyılda ünlü Türk divan şairlerinden Vardar-Yeniceli Hayali’nindir(? – 1 557). Asıl adı Mehmet ve lakabı Bekâr Memi’dir.]
Şimdi ise Şirket-i Hayriye[14 - Boğaziçi’nin oturulan yerlerini İstanbul’a bağlamak için vapur ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş olan şirketin adı. Bu şirket Abdülmecit zamanında, 1850’de kurulmuştur. Şirketin müteşebbisi, Mustafa Reşit Paşa idi. Abdülaziz Devri’nde bu kumpanyanın imtiyazı tahdit edilmiş ve Boğaziçi’ne vapurla gidip gelmeyi sağlayacak bir hâle getirilmiştir. Bu şirketin işleri bugün Denizcilik Bankası tarafından yürütülmektedir.] vapurları yanaştığı için, ön tarafı insana korku veren demir düzenlerle aşırı derecede güvenliğe ve inzibata alınarak tavuk kafesine çevrilmiş olan köprünün üzerinden geçiyor. Siz artık istediğiniz kadar “Fesüphanallah!”[15 - “Allah’ı eşten, çocuktan ve başka buna benzer eksiklerden tenzih ederim.” demek olup beğenilen bir şey karşısında “Bunu yaratanı bu güzel yaratmasından dolayı teşbih ederim.” ve beğenilmeyecek bir şey karşısında da “Bundan Ulu Tanrı’yı tenzih ederim.” anlamında kullanılmaktadır.] deyin. Bu böyle ve hep böyle olacak!
Sözün kısası, bunca iyi yönleri ve üstünlükleriyle birlikte, geçtiği yolda bir tehlike bölgesi vardı. Bu bölge Beşiktaş ile Ortaköy arasında idi. Bu tarafa gelen her arabaya Hasan Paşa Karakolu’ndan verilmiş bir memur biner, müşterileri, makamı cennet olsun, Sultan Murat’ın oturduğu söylenen saray önünden göre gözete geçirirdi.

AĞIZ BİRLİĞİ

(Birinci Perde)
Karamanlı bakkallar sırası. Bir dükkân. Ceketli, pantolonlu, kolalı gömlekli, kravatlı, kırmızımsı fesli, üzüm gözlü, kaytan bıyıklı,[16 - Kaytan gibi ince, uzun ve uçları düz, burma bıyık.] esmer renkli biri içeride peynirden yağa, pastırmadan sucuğa dolaşır.
İki defa yıkanmış, her yıkanışta bir defa kalıba vurulduktan sonra düzgünlüğü ve temizliği bırakmış olduğu, siyahlanmış ipliklerinden anlaşılan fesinin kulak hizalarına gözlüğünün sustalı uçları dayalı, deri yüzlü, kaşlarının kılları uzanıp püskürmüş, ak gözlü, seyrek, rengi muhayyer[17 - Rengi belli değil, belli bir renk söylenemez, herkesin istediği rengi söyleyebileceği.] bıyıkları uçuk, dudaklarını örtmekten yana güçsüz, usta çıktığı günün ertesi aldığı kahverengi pardösü sırtında, mintanlı, kalantor[18 - Zenginliğini kılık kıyafet ve davranışıyla göstermeye çalışan kimse.] olduğu yukarı dikilen amirce bakışlarından belli olan başka biri, şu bildiğimiz yazıhanesinde oturur.
Başı açık, saçları iri taneli kepeklerle kirlenmiş, ensesinden coşup iki yanını kaplamış olan hamamsızlık belirtileri gerdanını dolaşmış, kara kaş, kara göz, pos bıyık, yarık dudak, damarlı iri ellerinin sonlarını meydana getiren kaim, yağlı tırnak uçları morarmış, biraz önce, kapı ağzında duran bulamaya[19 - Bir çeşit toprakla karıştırılıp yapılan pekmez katısı.] sürünür sürünmez sıvadığı zaten çamaşır azgını[20 - Çamaşırda temizlenemez hâle gelmiş, üzerindeki kir yerleşmiş.] önlüğü iki üç yerinden yamalı yine başka biri kollarıyla, çifte kulplu yağ testileri gibi durup bakınır.
Bir ayağı dükkânda, biri sokakta, fessiz, saçları tarak, fırça dinlemez, dik, kâkülleri tıraşsız, salgın[21 - Makas görmemiş ve kılları aşağı doğru sarkmış kaş.] samur kaş, ela göz, çil surat, sivri burun, yayık ağız, şiş el, dolama parmak,[22 - Parmağı kaplayıp dolayan ve ağrıtan ve dolama denen şişi varmış gibi kalın parmak.] çığırtkan denilen bir çırak da gelen geçen kadın olsun, erkek olsun “Buyurun beyim…” der.
(Birinci Fasıl)
Birinciler: Yaşlı bir hanım, kız torunu, torunun bacısı[23 - Bir evde uzun zaman hizmet etmiş emektar, yaşlı kadın.] ile gelirler.
Çırak:
“Buyurun hanım!”
Hanım, içeriye doğru:
“Kaşkaval[24 - Kurtlanmış kelle peyniri, tekerlek biçiminde peynir, kaşar peyniri.] kaça?”
Çırak (ince sesi ile):
“Otuza!”
(Pos bıyık), hemen ilerler (kalın sesi ile):
“Otuza hanım…”
Kırmızı feslisi, terazi tarafından (boğuk sesi ile):
“Otuza hanımefendi!”
“A!”
(Hemen susma. Yazıhane başındaki gözlüğünün üstünden bakar.)
Hanım:
“Olacağı?”
İçeriden kırmızı feslisi (yine o eda ile):
“Olacağı otuz!”
Ortadan, pos bıyıklısı (o da öyle):
“Öyle, otuz…”
Çırak (o da öyle):
“Piyasası…”
Hanım, torunu ile yavaşça danışıktan, bir de bacının yüzüne baktıktan sonra:
“Yüz dirhemi ne ediyor?”
Çırak (acele ile):
“Bozuk paran var mı?”
Pos bıyıklısı, peynir kalıbını yakalamış olarak (bütün vakarı ile):
“Boşuna kesmeyeyim!”
Kırmızı feslisi (şaşırmışçasına):
“Çeyrek lira[25 - Eskiden, alışverişlerin altın veya gümüş para ile yapıldığı zamanlarda, bir altın liranın dörtte biri değerinde bir altın para.] vereceksiniz, veremeyiz.”
Hanım (şaşarak):
“Neden?”
Çırak (eli ile köşeyi göstererek):
“Sarraf…”
Pos bıyıklısı (birdenbire atılarak):
“Yirmi üç buçuğa…”
Kırmızı feslisi (yetişerek):
“Bozuyor!”
Yazıhane başındaki (gözlüğünü fesinin üstüne alır).
Hanım:
“?.. !..”

MEFKÛREVİ[26 - Ülkücü, idealist, ülküsünü canından üstün tutan kimse.]
Kısa boy, koca kafa, mavi göz, kırçıl bıyık, düz karın, badi badi bacak, seksen dokuz doğumlu.
Yolda sık sık elbisesinin potlarını çekip düzeltiyor, ikide birde eğilip postalının[27 - Derisi ve tabanı kalın, bir çeşit kaba ve sağlam asker pabucu.] üstüne dil gibi çıkmış dolak[28 - Ayağa tozluk yerine doladıkları çuha kenarı; askerlerin ayak bileğinden dizlerine kadar sardıkları ensiz ve uzun kumaş parçası.] ucunu içeri içeri kakıştırıyor, bana “Ölüm hatırıma gelirdi, askerlik gelmezdi!” diyor gibi geliyordu.
Hâlbuki zaman ne dedirmek istiyor? Bugünün “bizden sonra gelenler”e demek istediği, “gelecek kuşak”a bırakacağı hamiyet düsturu şu değil midir: Askerlik hatıra gelecek, ölüm gelmeyecek.
İşte, bir tane daha:
Kabalakı[29 - Türk askerlerinin Birinci Cihan Savaşı’nda giydikleri bir çeşit sipersiz başlık.] basık, kara kaş, kara göz, çekme burun, kaytan bıyık, sağ kolu askıda, sol eli yara üstünde:
“Anne, tamam üç saat siper kavgası ettik, bir şey olmadım. En sonunda, birbiri üstüne üç kez saldırdık…”
Acıyarak ve öfke ile başını sallaya sallaya:
“Ah, acelen neydi? Dokuz ay nasıl durdun?”
Biz, kelimelerden vazgeçelim, işe, davranışa yaklaşalım. Varsın, bu tutuma kaba diyen de bulunsun. Fakat, bizim için “ülkü” bu olsun. Çünkü en ince, en nazik, en güzel sonuçlar işle elde ediliyor. İş ve davranış, kuvvetin yaşadığı şekildir.

NEREDEN NEREYE?
Rahmetli Hoca’ya “Yumurta nedir?” diye sormuşlar, düşünmeden “Tavuğun cep harçlığıdır.” demiş.
Bilgisi ve kavrayışı her nüktesinden belli olan Hoca’nın “Yumurta anası” türünü şöyle özlü ve susturucu bir yolda tarif etmesinde de zamanına göre bir hikmet olmak gerektir.
Bu türlü irticailer bizde hemen her gün olur. Nitekim on paralık kabak çekirdeği alırız, biteviye geveler dururuz, biri sorsa “Can sıkıntısı.” deriz.
Deriz ama bizim bir ikinci yaratıcı tabiatımız daha vardır ki, onunla bozgunculuğa ve yalan dolana kadar, bilerek bilmeyerek, sürüklendiğimizi sezdirmekten de geri kalmayız.
Bunlardan biri olarak, devletin, kapitülasyonların[30 - Bir devletin başka bir devlete karşılıklı veya karşılıksız olarak dinî, siyasi ve adli alanlarda tanıdığı imtiyazlar. Osmanlı Devleti, XVI. yüzyıldan beri bu imtiyazları tanımaya başlamış, bu yüzden Osmanlılar, yabancıların haklı, haksız isteklerine boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Lozan Barışı ile kapitülasyonlar ortadan kalkmıştır.] kaldırılması gibi güzel bir münasebetle Avrupalılarla “eşit haklar” adına adliyece yapacağı henüz rivayet edilen “Tevhid-i kaza”[31 - Eskiden Türkiye’de iki türlü mahkeme vardı: 1) Şeriye, 2) Nizamiye. Bu iki mahkeme Türklerle ilgili idi. Başka bir mahkeme de kapitülasyon (yabancı devletlerin imtiyazlı mahkemeleri) ile ekalliyet (azınlık) mahkemeleri idi. Bunlar da yabancılarla ilgili mahkemelerdi. ”Tevhid-i Kaza”, bütün bu mahkemelerin birleştirilmesini ifade eden bir tabirdir.] gibi mühim bir teşkilatı da yumurta, kabak çekirdeği fıkralarına benzeterek, ipsiz sapsız, her yararı memleketin zararında arayan, şunun bunun ağzından artma bir söz olduğu hâlde “Medeni nikâhı kabul edecekmişiz!” diye göstererek bundan “İslam, Hristiyan, Musevi, her kişinin belediye dairesine giderek nikâh kıydırmak elinde olacaktır. Hatta daha şimdiden…” hükmünü çıkarmakta gecikmeyiz!
Gerçi bu açık yalan bize içimizden bir bölüğünün henüz eski ahlak kötülüklerinden kurtulmayı başaramadığını ispat etmeye yeterse de böyle bir yalanı duyduğumuz zaman da ruhumuzda meydana gelen üzüntüyü işin aslından gerçekten habersiz olanlardaki üzüntü ile nasıl bir sayabiliriz?
Yalanın, yalan dolan düzenlerin aleyhine davacı kesilmiş taze bir türlüsü varsa, o da bu yeni çıkmış kötüye yormadır. Bir zamanlar, her başlanan toplum düzeltmelerini “bidat-i seyyie”[32 - Bidat, “yeni iş” anlamına. Dinde veya toplumda bulunmadığı hâlde sonradan konmuş olan; dinen aslında olmayan fazlalık veya eksiklik demek olup güzel ve faydalı, çirkin ve zararlı olmak üzere iki türlü olur. Buradaki “çirkin ve zararlı bidat”tir.] denilen uğursuz tamlama geciktirmeye sebep oldu. Hükûmet adamlarının elini, ayağını bağladı. Sonunda bizi o hâle getirdi ki, kimin tutsağı olduğumuzu ayırt edemez olduk.
Dine, vatana, ırza, namusa saygısı olmayanların ağızlarından çıkan böyle saçmalar da inanın, bu gibi kimselerin cep harçlığıdır. Acınmaya değer ki bunların geveledikleri kendilerine neşe, fakat bize can sıkıntısı veriyor.
Ünlü Kavuklu[33 - Orta oyununun önemli kişilerinden, başrollerinden birine verilen ad. Başında büyük ve dilimli bir kavuk, sırtında, uçları bele sokulmuş kırmızı bir biniş (bir çeşit cübbe), Şam kumaşı bir entari ve şal kuşak, cübbenin aynı bir çakşır bir çeşit şalvar), ayağında da çedik pabuç vardır.] Külahçı Mehmet,[34 - Meşrutiyet Devri’nin ünlü orta oyuncularından biri.] zaten bekâr olduğu hâlde, esnafla alışverişte hep “Şart olsun!”[35 - Bir yemin tarzı. Söyleyenin, dediğinin doğru olduğuna veya söz verdiği işi yapacağına inandırmak için içtiği bir ant olup bunlar doğru çıkmaz veya yerine getirilmezse karısının boş düşeceğini şart koştuğunu anlatır.] dermiş. Günün birinde, bunlardan biri sormuş:
“Kaç evlisin efendi?”
Mehmet, hemen çakarak “Bende ev mev kaldı mı ya? Hangisini aldımsa sizin yüzünüzden boşadım!” demiş.
İşte, oldum olası hâli perişan kimselerin geçim sermayesi böyle sözlerdir!

ADABIMUAŞERETTEN
Ben sanıyordum ki, diyelim, ayağına basılan bir kimseye karşı üzülerek ve istirham ederek kullanılan “Affedersiniz.”; yolu kapamış, dayanmış durmuş birine hafif bir dokunma ile birlikte çoğu gülümseyerek söylenen “Müsaade buyurur musunuz?” veya vapurlarda, tramvaylarda, trenlerde bir parça toplanacak olursa bir kişilik daha yer açılacağını sezdirmek için söylenen “Lütfen, biraz…” ve başkaları gibi terkipler[36 - İfade şekilleri, sözler.] yüzyıldan yüzyıla, insanın ahlakına gelen incelik, zarafet, nezaket ve benzeri hâllerin yarattığı muaşeret düsturlarıdır. Meğer böyle değilmiş. Kimse ile bozuşmamaya niyet etmiş olan bir veya birkaç sivri akıllının, kavga çıkmasın diye, kelimeler üzerine kurdukları yaldızlı deyimlermiş… Bize bunun böyle olduğunu, dışarıdan örnekler olarak, omzunuza her gün “Tohunmasun.” diye çarptıktan sonra, size hareketinizi büsbütün şaşırtan “Varda!”; avare Frenk’e şapkasını düşürten “Destur, çelebi!” naraları dosdoğru ispat eder.
Geçenlerde şehrimize gelip gene gitmiş olan taze yabancı dostlardan birinin “Türkler vapurlara, tramvaylara, trenlere binip çıkmayı henüz öğrenmemişler.” demesi de bu yolda ortaya sürülmeye değer kesin tanıklardandır.
Rahmetli Andelib[37 - Asıl adı Mehmet Esat (1290 -1320 (1873/1874-1902/1903) olan şair Andelîb, İstanbulludur. Eserleri: Sabâh-ı Hayatım (manzum ve mensur), Gül Demetleri, Bir Demet Çiçek, Arapların Hikkâyât-ı Şâirânesi (üçü de mensur).] “Ben kaç kere, bir pardon ile büyük büyük patırdılar atlattım! Yaşasın, pardon!” derdi.
Fakat bu terkipler, bu pardonlar ne zamana kadar yaşar veya yaşamalıdır? Dikkat edilecek olursa, kadınlarımızın bu yolda daha ileriye varmakta oldukları derhâl anlaşılır. İslam’ı, Hristiyan’ı, Musevi’si “Ben kadınım!” deyip mesela vapurlarda erkek kalabalığını yararak, önlerine gelenleri itip kakarak kendilerinde bulunması asıl olan nezakete aykırı birtakım davranışlar gösteriyorlar.
Avrupa’nın yalnız “galanteri”[38 - Nezaket, zariflik; kadınlara gereğinden çok iltifat ve ikramda bulunma.] bölümünü yarım yamalak bellemiş olan birkaç züppenin kadına (Acaba hangi kadına?) ne zaman ve ne suretle saygı gösterilir olduğunu bilmeksizin kadınların karşısında sallayıp savurdukları saçmalar hiçbir zaman genel muaşeret kurallarına uymaz.
Erkeklik neden saygıya değer olmasın? Kadın da bunu neden bilmesin? Hem saygı öyle bir şeydir ki istenilmez. Kişilik, onu karşısında yaratıp kendisine çeker. Yoksa neden dolayı beni kakıp dürten, uzun ökçesine ayak parmaklarımı çiğneten yahut öne geçeyim diye ceketimin kuyruk tarafından çeken hanıma, madama, kokonaya, duduya saygı göstereyim?
Yine, bir zat anlatıyordu:
“Vapurdan çıkıyoruz, birisi koluma öyle bir çarptı ki dönmek zorunda kaldım. Baktım ki bizden, süslü müslü bir kadın! Hasbünallah[39 - Hasbünallahü ve ni’mel-vekil ayetinin kısaltılmış, şekli olup “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!” demektir.] demeye kalmadı, bir ses türedi:
‘Hem kazık gibi dikilmiş hem de ak gözlerini devirmiş bakıyor!.’
Karı, beni hem kazık etti hem öküz.”
Oldu mu ya? Bu gibiler için dilimizin yine nezaketle kullandığı mahalle kadınlığının umumi yerlere kadar sürüklenip getirilmesinde zamanın da bir kötüye kullanması bulunduğu gerçekten görülüyor. Güvenliği kötüye kullanma ne ise saygıyı kötüye kullanma da odur. Doğrusu, toplumu ta can alacak yerinden vuran bu gibi davranışlar pek çok güce gidiyor.

FASL’ÜL-KEHLETİ VE’T-TAHARE[40 - Bit ve Temizlik Konusu.]
İki kopuk arasında:
“Ali! Sen ben, bundan sonra tabanvaya.”[41 - Tramvay kelimesine benzetme olarak, tabana kuvvet verme, yani “yayan yürüme” anlamına.]
“Neden ulan?”
“Tramvaylar artık ufaklık[42 - a – Bozuk para, b – Bit.] almayacaklarmış! Kimde varsa polis kolundan tutup atacakmış!”
“Ya, içeride ‘Ufaklık alınacak!’ diye yazıyor.”
“Öyle ufaklık değil, macar.”[43 - Argoda: Bit.]
“Macar mı? Yine bineriz.”
“Nasıl?”
“Polis duruyor mu, durmuyor mu?”
“Ey?”
“Hazırdan bir tanesini parmağının arasına kıstırır, birdenbire ‘Dur, polis efendi, şunu alayım!’ diye omzu başına atılır, herkesin önünde açar, atar, basarsın, o iner, sen binersin!”
***
İki efendi arasında:
“Allah için, yerinde bir karar. Vapurlara da tamim etmişler, fakat ne yapacağız?”
“Bundan sonra güverteye çekiliriz!”
Gülerek:
“Hâlbuki orada daha ziyade tehlike varmış.”
“Ne tehlikesi varmış? Ayakta durur, son çıkarsın…”
“Bir para etmez. Dün bizim doktor söylüyordu; kendi hâlinde yarım metre, rüzgâr önüne düştü mü tam bir metre sıçrıyormuş!”
(Biraz düşündükten sonra tam bir tevekkülle):
“Ya! Hayvanı zorla pirelendirdiler!”
***
İki züppe konuşurken biri:
“Ne hatırıma gelirse ertesi günü hükûmetçe yapılmakta olduğunu haber alıyorum. Şu temizlik işi de öyle oldu…”
Dinleyenlerden bir zat:
“Beyim, bugün de lütfen sabunu hatırla.”
***
Tramvayın içinde:
“Kız, yine ne oluyorsun? Fıkır fıkır kaynıyorsun?”
“Arkamı bir şey ısırıyor, anne!”
“Daha bu sabah değiştirdim. Hay Allah müstahakını versin, gel dön bakayım.”
(Üç dört kadın sakınarak ayağa kalkarlar.)
“Oturun ayol. Bunu seyredecek ne var? Çocuktur, bulunur!”

YİNE ZİNCİRLEME
Tek bir iç mesele yerine geçmiş olan bu usulün vurguncular üzerindeki sert etkilerini tartmak üzere halkın gösterdiği sevinç benim için yetmedi. Bir yol da yalnızlık köşesine çekilmiş olan yaşlı tacirlerin bu konuda ne düşündüklerini öğrenmek istedim. Âdet olduğu üzere, başyazardan izin alarak dolaşmaya başladım. Gele gele Yeldeğirmeni’ne[44 - İstanbul’da, Kadıköy’de bir semtin adı.] gelerek eski tacirlerden bildiğim bir Musevi’ye uğradım. Hoşbeşten sonra meseleyi açtım. O da gözlerini açarak güldü, dudaklarını bir iki büküp mendiliyle sildi. Bildiğimiz tavrıyla dedi ki:
“Doğdu bir çocuk, büyüdü, büyüdü, geldi on beş, on altı yaşına. Ana öldü, baba öldü. Ee? Al bunu, koy yerine! Nasıl olur?”
“Bu, çocuk mu ya?”
“Ondan da beter… Yumurcak… Nah, bizim Mişon! Beş altı yüz lira sermaye vardı, şimdi onu da üste verecek.”
“Neden?”
“Neden olacak! Almış yüz top kumaş… Dört buçuk liradan… Sermaye küçük. Yüzde on dört bulmuş, satmış. Satmış ama yüzde on dördü yemiş. Nasıl yemesin? Ekmek, et, tuz, peynir, balık, sebzevat, ev kirası, üst baş, çoluk çocuk, şeker, gaz, pirinç, almış başını çıkıyor. Laf değil, çıkıyor! Evvel yüzde dört beş büyük kârdı; iki buçuğunu yer, iki buçuğunu saklardı. Bugünlerde on dört kazansan, on altı veriyorsun… Çağır şimdi Mişon’u, de ki: ‘Al malları geri!’ Nereden verecek? On dördü yemiş. Elbet, sermayeden. Gitti yüzde on dört, öteki maldan da yüzde on dört. Bu iş altı defa döndü mü Mişon kapı dışarı.”
“Nereye?”
“Dilenmeye. Oldu mu bu? Verme hapse! Ver sokağa!”
“Ne yapmalı?”
“Ne yapmalı? Bana mı soruyorsun?”
“Sana soruyorum…”
“İpin ucunu koyuvermeli.”
“Bu, zincir!”
“Çözmeli be!”
“Bundan sonrası için mi?”
“Öyle ya!”
“Fakat narh koymalı, değil mi?”
Yüzüme öyle alaylı baktı ki âdeta kızdım. Öfke ile dedim ki:
“Koymalı!”
İstifini hiç bozmadı. Gene o küçümseyen bakışı ile bakarak:
“Ne kafasız adamsın be! Görmüyor musun? Narh demek, yok demektir!”
Az kaldı, doğru, diyecektim. Demedim, ama uygun karşılık başka bir kelime de bulamadım.

KÜLAHTAN SONRA KAFTAN
Bosna ve Hersek’in ülkelerine katılması üzerine, bize Avusturya mallarına karşı bir boykotaj[45 - Boykot etme; biriyle, özellikle bir yabancı devletle alışverişi kesme.] yaptırmışlardı, hatırladınız mı? Yaman, süratli bir propaganda hemen hepimize fesleri attırmıştı. O zamanki hâlimiz gözümüzün önüne geldikçe utanıyorum. Dört beş tuhafçı yadigârı,[46 - Tuhafiyeci bozuntusu, tuhafiyecilikten kalma tüccar. Burada, Selanik dönmesi iş adamlarını anlatmak istiyor gibidir.] koca millete külah giydirmişti.[47 - Oyun oynamak, birini oyuna getirmek, tuzağa düşürmek.] Şimdi de kaftan giydirmek istiyorlar.
Mağazalar önünde görmekte olduğunuz kalabalığı iyice incelediniz mi? İnceleyince anlayacaksınız ki yüzde doksanı onlardan. Vaveyl, gürültü, telaş da onlardan. Çünkü çürük mallar başka türlü sürülmez, yaygara ister.
1331 senesi Temmuz’unda nelerden yakınıyor idiysek bugün de var. Hükûmet, o tarihte, zorda kaldığından, yarım aylık veriyordu. Tutmuş olduğum notlarda fiyatların yüksekliğinden dolayı uğradığımız şaşkınlıklardan da söz açmışım. Diyorum ki:
Esnaf; “tekalif-i harbiye”,[48 - Dış ticaretle ilgili olarak yabancı devletlere verilen, imtiyazlar demek olan kapitülasyonlardan sonra, 1839 tarihinde, yabancılara iç ticaret hakkı da verilmiştir. Bu yüzden memleketin geliri azalmış, barış zamanında alınan normal vergiler devletin idaresine yetmemiştir. Onun için, savaş zamanlarında, istisnai vergiler konulması gerekmiştir. Bunlara ‘tekâlif-i harbiye” (savaş vergileri) denmiştir.] el koyma usullerinden dolayı malları saklıyorlar. Fakat yavaş yavaş çıkarıyorlar. Bir çuval şeker, biteceğine yakın doluyor. “Tasvir-i Efkâr”, memleketin iktisadı adına, yüksek bir heyet kurulmasını istiyor. Vurgunculuğun dayanılmaz bir dereceye vardığını yazıyor.
Piyasaya gelince, altının değeri otuz üç eski kuruş.[49 - “Eski Kuruş” diye bir para ne meskûkât kataloglarında ne de “Ahmet Rasim’in Tarihi”nde (c. 2, s. 743 v.dd.) vardır. S. 747’de bir “cedit kuruş”tan ve bir “esedî atîk kuruş”tan bahsediyorsa da “Eşkâl-i Zaman”da geçen “eski kuruş”un bunlarla ilgisi yoktur. Yazar burada, herhâlde, zarurî ihtiyaç maddelerinin yükseldiğini anlatırken, eskiden otuz üç eski kuruşun gördüğü işi bugün ancak bir altının karşılayabildiğini söylemek istiyor olmalı.] İhtiyaçlar piyasası yükseliyor. 27 Temmuz’da şöyle idi:


***
Baş örtüsü fırdolayı, hilal kaş, mavi göz, çekme burun, ince dudak, yeldirmesi yel yeperek[50 - Telaşlanarak, yeldirmesi havalanarak.], terliklerinin ökçesine basmış bir kadın, başını bakkal dükkânından içeri uzatarak:
“Bakkal, pirinç kaça?”
İçeriden:
“On bire.”
“On bire mi? Öyle ise pilava da maşallah!”[51 - Sözüyle geçineceğiz, pilav da yiyemeyeceğiz.]
***
Şimdi de maşallah! Hem kırk bir buçuk kere. O günkü piyasaya göre bugün:


Ette, aşağı yukarı kasapların gizli gizli sattıkları iaşe fiyatına[52 - Hükûmetin koyduğu fiyat. Birinci Dünya Savaşı içinde, önce Men-i İhtikâr Komisyonu (Vurgunculuğu Önleme Kurulu) ile bundan birkaç yıl sonra kurulan İaşe Nezareti’nin, halkın kaçınılmaz ihtiyaç maddelerine koyduğu fiyat.] göre üç misli düşük. Günlük ihtiyaç maddelerini bu paha basamağına getiren vurgunculuk, şimdi üstümüzü başımızı soyuyor. Lacivert kumaş giyenlere, apartman sahibi diyorlar.
Dün, arkadaşlardan biri anlatıyordu; bir incir üzüm şirketi, evvelce, piyasadan otuz iki bin liralık patiska çekmiş. “Bu kadar patiskayı almaya ne zorun vardı?” denildi mi karşılık hazır “Torba yapacağım.” diyecekmiş. Mızrak çuvala sığmaz ama incir, üzüm torbaya girer.
Cam silmekle geçinen bir Musevi’den ne umarsınız? Demiş ki:
“Yarın, öbür gün çıplak kalacağız. Çünkü tüccar mal getirtmeyecek.”
Dikkat ediliyor mu? Propaganda nerelere kadar varmış?

KIYAK
Kudretten sürmeli iki çakır göz, bir karikatürcü elinde ne değişik konulara sermaye olur!
Bunların üstüne iki çatık kaş, saçları sıfır numara makine ile kesilmiş düz alınlı bir baş, altına horozbina[53 - Bir cins balık (horozbina – horospina); gelincik balığına benzer bir kaypak, yassı, murdar hayvan.] bir burun, direğiyle bir hizada bulunan bölüğü henüz kapanmamış bir kaytan bıyık koyup da her neden ise hep sola kıvrık bir de armudi çene çizdi mi ayrı bir cins kabadayı siması çıkarır.
Kaşları çatmaz, saçları -zülfe dokunmamak üzere- bir parmak boyunda keser, hafif bir koç burun takarak bıyıklardan “pala” çeker, çeneyi biraz toplarsa fesinde abani,[54 - Zemini beyaz, dalları safran renginde, kasnak işlemeli bir çeşit ipek kumaşın adı, ki esnaf basma bu kumaştan sarık sarardı.] şalvarı üstünde pardösü bulunduğuna göre taşralı herhangi bir tacir.
Sol elmacık kemiği hududuna bir et beni ilavesiyle fesi eski Galata kalıba[55 - Sıfır denilen 1 numaradan 16 numaraya kadar yapılmakta olan fes kalıplarından biri.] vurdurur, gırtlağı oynar oynar çıkık bir gerdanı mintanın ilk düğmesini çözerek dekolte bırakırsa “Karşı”[56 - Beyoğlu.] da “dost”[57 - Metres, kapatma, nikâhsız kadın.] sahibi hovarda bir gemici yahut kaşları daha ziyade enli çizerek alnına bir iki buruşuk, “alabros”tan[58 - Fırça gibi kısa ve dik kesilmiş saç.] başka bir biçime gelemeyen saçlarla donatılmış başına siyaha bakan, püskülleri kaim, sivri bir fes, orta çekme bir burun altına ne kadar uğraşsa, ne kadar kızgın maşa vurdursa uçları bir türlü yukarıya kıvrılmak bilmeyen kaş kalınlığında bir bıyık, sert kıllı bir çene koyup, kısa gerdanını devrik kolalı yaka ile kapadı mı mahallelinin ve kimi yerlerin demesince “ketebe’den,[59 - Resmî dairelerde yazı işleri ile görevli küçük memurlar.] babasının ölümünden sonra fena yerlerde, fena kimselerle gezmeye dadanmış” efendi kıyafetli bir çapkın çizmiş olur.
İşte ben, bu son çapkından yılarım. Çünkü mahallede yolunca cam taşlayan, kapı tekmeleyen, aşağı meyhanede Tanrı’nın akşamı hır çıkaran, Kumkapı’da döven, Langa’da dayak yiyen, yılda bir iki kez “hafif yaralama” maddesinden dolayı tutuklanan, esrarkeş Kanca Bacak Mehmet’le dolaşan, parasızken barbutta[60 - Zar ile oynanan bir oyun ve kumar. Bu oyunda atılan zarın gösterdiği sayılara göre bazıları kazanır, bazıları kaybeder. İkiye bölünerek ortaya konan, fakat eşit olmayan paranın hepsini, yani hem öndekini, hem arkadakini tam olarak kazanan zarlar olduğu gibi tam olarak kaybeden yahut da yalnız öne konan parayı kazanan veya kaybeden zarlar da vardır.] fasulye yazan,[61 - Fasulye yazmak: Bitirimcinin (Barbut kahvesi işleten, barbut oynatan adam) , oyun oynatma hakkı olarak aldığı manonun (kumarhanecinin oyun oynatma hakkı olarak aldığı para) hesabını tutmak.] paseta’da[62 - Paseta: Kılıç oyununun bir başka türlüsüdür.] hep fantiye giden,[63 - Bir kâğıt oyunu olan “pastıra” da “fanti” en büyük kozdur ve elinde fanti (oğlan, vale) kozu olan yerdeki bütün kâğıtları toplar ve böylece oyunu kazanması kolaylaşır. Fantiye gitmek: Oyunu kazanmak için kâğıt destesinden fantiyi beklemek, onu çekmeyi beklemek.] tefeci Acem’e varıncaya kadar selam verdiğini denge koyan,[64 - Oyuna getirmek, külah giydirmek, tongaya bastırmak.] Filiz Hasan’ı[65 - Zamanın tanınmış kumarcılarından biri.] kumara alıştıran, evden elmas yüzüğü aşırıp sahte taş geçirttikten sonra kimse görmeden yine konsola yerleştiren, komşunun kaza ile kaybettiği aylık cüzdanını üç aydan beri yeniden almayı başaramayan, her geçişinde bakkalı derin derin düşündüren, polis ahbaplarına izin günlerinde ziyafet çeken; pikette[66 - İki, üç veya dört kişi ile ve 32 kâğıtla oynanan iskambil oyunu.] işmarcılık,[67 - Kâğıt oynayanlardan birinin yanında durup, yardım etmek istediği kimseye karşıdan hasmının elindeki kâğıtları, bu kâğıtların ne olduğunu, bunların her birine mahsus ve bilinen işaretleri ile anlatma.] tavlada ortaklık, komisere yağcılık eden; haftada bir iki gün cinayet mahkemesinde dava dinleyen; tevkifhane, hapishane gezerek arkadaş hatırı soran; Osmanlı ülkesinin etnografya çeşnicisi imiş gibi Arnavut Sadık, Arap Hüseyin, Çerkez Hurşit, Laz Ali, Kürt Haydar, Muhacir Yaşar, Tatar Abdi, Karabiber Aslan, Çaçarina Kosti, Yahudi Mıgır, Bulgar Petro, Gürcü Salih, Zurnacı İbiş[68 - Burada sıralanmış olan adların hiçbiri o zamanda yaşamış olanları göstermez. Yazar bu isimleri, bir etnografya çeşnisi vermek üzere kendisi uydurmuştur.] ve başkaları gibi kimselerle alışverişi olduğunu ileri sürerek hâlâ Tanzimat prensiplerinden[69 - 3 Kasım 1839’da çıkarılan ve bir adı “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” olan fermanda belirtilen prensipler: a) Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan Hristiyan, Müslüman herkesin ırz, namus, can ve mal güvenliğinin korunması, b) Vergilerin belli esaslara göre ayarlanması ve toplatılması, c) Askerliğin düzenli bir usule bağlanması, d) Herkesin kanun karşısında eşit sayılması, e) Mala el koyma ve zapt etme usulünün kaldırılması.] ayrılmadığını içtimaiyatçılar yanında ispat eyleyen; ant ettiği için çalamadığı çığırtmaya[70 - Ufak, dilsiz yan düdük.] kargılık burnuyla klarnet, ağzıyla çifte- nağra[71 - Orta kâse büyüklüğünde, yan yana konulmuş ve üzerine deri geçirilmiş iki yuvarlaktan (dümbelek) ibaret, vurma saz. İki küçük değnekle çalman bu çalgıya tekkelerde “kudüm” denir.] çalarak mani, destan, semai, divan, koşma okuyan; yaşıtları arasında iyi zeybek oynar diye ün alan, mirasyediliğini hatırlatan her sözün arkasından “Üç ay da mahallede tulumba reisliğimiz var!” diye ikbal devrini anarak avunan; Feshane’den çıkarılmış, Defter-i Hakani’den kovulmuş, evkaftan kadro dışı, Rüsûmat’tan[72 - Gümrük işlerine bakan daire, Gümrük Müdürlüğü.] izinli, Eski Yunan Savaşı’nda yedi yaşında gazi, Trablusgarp’ta yaralanmış, Balkan Savaşı’nda esir, şu sıralarda tebdilihavalı; kulüp, Donanma, Müdafaa-i Milliye Cemiyetlerine güya devam eder, hamiyetinden, şehit çocuklarına yardım için çıkarılan sigara kağıdı için bir niyeti sivil taharri memuru yazılmakta, bir niyeti de yüz lirası olsa İzmit, Adapazarı deyip çekerek ticaret etmekte; bütün dalavereleri bilir, süt kardeşi İkdam’da yazar, benimle canciğer, Tercüman’ın başmürettibi mahallelisi, Tanin’de (M. K.) imzasıyla yazan, eski kalem arkadaşı… Daha sayayım mı? Nasıl, siz bilemediniz mi? Fakat asıl kıyaklığı “Sulh Notası”nı[73 - Bunun, Balkan Savaşı sırasında, düşmanlar tarafından verilmiş bir nota olduğu anlaşılıyor.] tenkidindedir. Demiş ki:
“Ben olsam, tek neferleri kalıncaya kadar kırar, yine barış yapmam!”

HASBİ KÂHYA[74 - Kendiliğinden başkalarının işine karışıp akıl öğreten ve her işe burnunu sokan adam.]
Bizde, yani bizim terbiyemizin kabul ettiği yolda, hazır kâhyalar vardır. Sorar, soruşturur, ısmarlar, buyurur, sokulur, anlatmak ister, kulp bulur, ipucu sezer, salık verir, hükmeyler, araya girer, paylar, çıkışır, yerine adamına göre söver, işin gelişi ne ise ona uyar, herkesle taraftar, yine herkesle aleyhtar olur. Dalkavukluğa, iki yüzlülüğe kızar; tembelliğe öfkelenir, hırsızlığa lanet okur, kim kime ahlaksız derse o da beraber der; bildiklerinin yediklerine, içtiklerine, gezdiklerine, giydiklerine, oturdukları semtlerine, hatta uykularına karışır; kısaca, her şeye burnunu sokar, her söze kulak verir, herkese dil uzatır, her kelepire el atar, her gördüğüne nişan koyar. İşte bunlardan biri, öteden beri kendisinden bıkkın bir zata tesadüfünde damdan düşercesine der ki:
“Efendi Hazretleri, orucu bozan şeyler hatırınızda mı?”
İçinden bir “Hasbünallah!”tan sonra:
“Hepsi hatırımda değil, fakat biriyle karşı karşıya bulunduğumu sanıyorum.”
İnsan, toplum yaşayışında, çoğu, can sıkıntılarına tutulur, can sıkıcı kimselerle karşılaşır, hatta kendisi bile bir başkası için can sıkıntısı, bir can sıkıcı durumunu alır. Zamanımızda, hele siyaset meselelerinde bunun türlülerine rastlanmaktadır.
Hele gazeteci olmak, bu dertlere durmadan uğramak demektir.
Durup dururken karşınıza biri çıkar, hiddet kesilerek size: “Doğrusu, İslamlık adına teessüf ederim!” der.
Ne büyük bir kusur bulma! Fakat çok gecikmez, sebebini anlarsınız: Filan caminin imamı teravihi pek güzel kıldırıyormuş, varaka[75 - Okuyucu mektubu.] göndermiş, dercedilmemiş.
“Bunu sizin hamiyetinize veremedim!”
Ne kadar ağır bir suçlama! Sebebine gelince, “Bir Muhacirin Teellümü” başlıklı manzumesi konulmamış.
“Siz de artık dalkavukluğa başladınız.”
Neden? Ya! Bahriye Nezaretine Admiralty[76 - Admiralty, İngiltere’de Deniz İşleri Bakanlığı demektir. Yazar burada, anlattığı tipin bilgisizliğini, onun Admiralty’yi bir zırhlı adı sandığını göstermek istiyor. Yanlışlığı bundadır. Yoksa bu isimde bir zırhlı yoktur.] zırhlısını neden bir ayak önce almıyorsun, diye çıkışmıyorsunuz.
***
“Ben gazeteci olmalıyım ki…”
“Ne yapardınız?”
“Her gün, hükûmeti kritik ederdim… Siz ise korkuyorsunuz!”
Fakat, her gün hükûmeti kritik etmemek korkmamazlıktır! Sizinkisi zevzeklik olur!”
“Çevir kazı yanmasın!”

CİDD Ü MİZAH
Külliyat-ı Letaif’te[77 - İçinde gülünç fıkralar bulunan kitaplara verilen ad. Bu konuda yazılmış olan en büyük eser. Faik Reşat’ın (1851 1914) ın meydana getirdiği Külliyât-ı Letâif’tir.] “Bir Ramazan Günü” başlığı altında şöyle bir fıkra gördüm:
Karı (Aşırı öfke ile): “Sen bugün çarşıda ne yapıyordun, bakayım? Elbette bana bayramlık almak için dolaşmıyordun. Tam saat sekiz buçuktan on bire kadar oralarda sürttün, dolaştın! Çabuk söyle, diyorum.”
Koca: “Camiye gidecektim de…”
“Sekiz buçuktan on bire kadar camiye gidecektin de gidemedin, öyle mi?”
“Kalabalıktan sökemedim ki… (Bu sözü söyler söylemez aklını başına alır, o da öfkelenir.) Peki! Ben orada idim, senin ne işin vardı da…”
“Sen izin vermedin mi?”
“Sekiz buçuktan on bire kadar çarşıda gez diye mi; yoksa camiye git diye mi?”
“Camiye diye. Ama sen erkekliğinle kalabalığı sökememişsin, ben kadınlığımla nasıl sökebilirdim?”
Zamanın değişmesi hükümlerin de değişmesini, yaşayışın değişmesi de evlerin değişmesini gerektiriyor. Hani ya o Kalpakçılarbaşı, Yağlıkçılar içi, Kuyumcular Çarşısı, Direklerarası, Beyazıt, Divanyolu, daha eski zamanlarda Aksaray piyasaları ne oldu? Yüzlerce araba art arda dizilir; beygirli, eşekli, yaya, binlerce halk birbirine baka baka alınır; kaş çatma, yelpaze sallama, söz atma, fes düzeltme, bıyık burma, göz süzme, iç çekme, gülme, mendil ısırma, baş sallama, gerdan kırma, çimdik, fiske, dönüp dönüp bakma, birli[78 - İskambil oyununda birliyi anlatmak için yapılan işareti ki tek gözü kırpmaktır.], ikili[79 - İskambil oyununda ikiliyi anlatmak için verilen işaret ki iki gözü kırparak verilir.], kız işaretleri,[80 - İskambil oyununda kız kozu bildirmek için dilin ucunu çıkarmak suretiyle verilen işaret.] omuz kaldırma; işine göre söz, çiçek, name atma; itip kakma; şemsiye, pabuç, bohça, yumruk vurma; ayılma, bayılma…
“Ay çocuğum ezildi, dostlar!”, “Kız kayboldu, ben şimdi babasına ne cevap vereyim?” demeler, o zamanların deyimlerinden olduğu üzere “pastıra yapmalar”,[81 - Pastıra yapmak: Kadınlara elle sarkıntılık etmek, okşamak, sıkmak, çimdik atmak, v. b.] “konçine oynamalar”,[82 - Konçine oynamak: Kadınlara elle sarkıntılğı çok ileri vardırmak, olmayacak yerlere kadar uzanmak.] bütün bu ve benzeri yaşayış rezillikleri değişti. Bazar Alman’da peçesini kapalı tutan, Bonmarşe’de açıyor. Kollar inik, sallı, yarı belden yukarısı öne eğilmiş.
“Arş ileri! Tango! Daha dün, gün doğusunun delişmen bir esintisi öyle bir göğüs dalaveresi yaptı ki, şairlerimizden birinin gözünü kamaştıran allı morlu “Dans Serpantin” uçuşmalarını andırdı. Bütün etekler uçuşup, ufak kamçı şaklamalarını andırırcasına sesler çıkardı; ince, havai fuların uçları birdenbire bulunduğu yeri bırakıp öyle uçtu ki, başta tutunacak hâl kalmadı. Bir kahkaha, bir çığlık, bir “tatlı dönüş”, bir türlü kapanmasını öğrenememiş ellerle bir uğraşış ki insan sinemada birinin soyunduğuna ihtimal verirdi!
Gün doğusu bu! Suları, akışları, kılaptan ipek bornusu öyle şişirdi, öyle şişirdi ki hayret bakışları o salınan vücudun:
Kabaramazsın[83 - Çocukların baba hindiye: “Kabaramazsın kel Fatma, annen güzel, sen çirkin” diyerek ve ıslık çalarak onun kuyruğunu açıp yelpaze gibi tüylerini kabarttırmaları.] oynadığına hükmediyordu. İşmara ne hacet? Al yanına biraz rüzgâr, anında bir sağanak çıkar, istersen uçur, istersen şişir!

UŞAK
Efendi bir uşak arıyormuş, sorar sormaz tellal der ki:
“Bir tane var, tam istediğiniz gibi! Hatta ölçer biçer de!”
“Pekâlâ, öyleyse yarın gönder.” der, çekilir. Uşak ertesi gün konakta boy gösterir. Efendi bakar, kılık kıyafet yerinde, el ayak düzgün, yüz, surat, duruş, yürüyüş, ölçülü biçili! Kendi kendisine “Bakalım hizmeti nasıl?” dedikten sonra “Baksana… Bana bir su ver!” der. Uşak etrafı bir süzer. Durur.
“Ne durdun?”
“Suyu kalkıp siz alsanız daha kestirme olacak!”
Şaşarak:
“Neden?”
“Dikkat ettim, durduğum yerden testi kırk adım ötede, sizin durduğunuz yerden ise ancak yirmi adım sürer, sürmez.”
Şaşarak:
“N’olacak?”
“Şu olacak ki ben gidip gelirsem seksen adım, siz gidip gelirseniz kırk adım sonra su içebileceksiniz…”
Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin derler mi diyeceksiniz? Bu atasözü şu fıkranın malı değildir. Bilgiçlik satmayı kötülediği için belki içimizden pek çoğu için değer taşır. Bir hizmete, bir vazifeye tayin edilir edilmez, onda hemen bilgiçliğimizi göstermek gayretiyle ne gülünç mütalaalarda, ne alay edilecek hareketlerde bulunduğumuza örnek verir. Nasıl vermesin ki, efendi kırk adım yürümesini sağlamak için parasıyla kendisini tuttuğu hâlde uşak tellalın verdiği pohpoha layık olduğunu göstermek üzere yürüyeceği seksen adımı göz yordamıyla kestirip iki yanlı bir hesap yapıyor. Diyorlar ki:
“Gençlerimiz de böylesi hâlde bulunmaktadırlar. Vazifenin -isterse üst katına olsun- dışına çıkmak da onu terk etmektir. Vatan marifetinde yapılan işin tam tamına vazifenin çizdiği kadroya uygun gelmesine “hüsn-i ifa etmek” denir. Kadroyu taşırmaya gelince, buna da coşkunluk denir ki yapılan şeyleri de alıp götürür.
Hele, zamanımızda akıl hocalığına çömez yazılacak kimselere pek az rastlanır. Fakat ukala dümbeleğine namzet yazılanların hesabı yok, deniyor. Daha dün, bir tanesi Avusturya-Sırbiye Savaşı işinden söz ederken “Biz de huduttan ilerleyiversek! Fakat bu yavaşlık varken…” diyordu.
“Hangi hudut?” diye sorduk.
“Bizim hudut!” cevabını verdi. Anlaşıldı ki haddini, hududunu bilmez biri.
Efendinin hesabı, uşağının tersi. Çevresine bakıp süzecek, uzaklığını yakınlığı ölçecek kadar düşünceden nasipsiz!
Rahim Allahu’n-nebbaşe’l-evvel.[84 - “Tanrı birinci kefen soyucuya rahmet etsin.” anlamına bir Arap deyimi. Rivayete göre, Araplarda bir kefen soyucu türemiş. Ölülerin kefenlerini soyar ve böylece geçinirmiş. Onun ölümünden sonra, yine bir kefen soyucu (bir demeye göre onun oğlu) da bu işi geçim vasıtası edinmiş. Ama bu, kefenlerini soyduktan sonra, ölülere tecavüzde de bulunurmuş. Bu yüzden, birinci kefen soyucuyu aratmış. Bunun üzerine, Araplar arasında: “Allah, birinci kefen soyucuya rahmet etsin.” sözü söylenir olmuş. Vücudu ortadan kalkan bir kötü kişinin yerine gelen daha beteri için söylenen bu söz, Türkçede: “Gelen, gideni aratır!” veya “Gelen, gidene rahmet okutur!” sözleri ile karşılanır.]

AŞÇIBAŞI
Geçen gün, biricik feylesofumuz anlatıyordu:
“Bizim aşçıya dedim ki:
‘Haberin var mı, Kur’an’ı Türkçeye çeviriyorlar.’
Yüzüme baktı, anlamadığını gösterir bir tavır aldı. Bunun üzerine, daha çok açıklamak gerekti:
‘Türkçe olacak, okuyunca içindekileri anlayacaksın.’
Bu sözüm üzerine aşçı, başını ‘olmaz’ anlamına salladıktan sonra:
‘Olamaz! Senin kitap dediğin okunmalı, anlaşılmamalı!’ diye dikildi durdu.”
Ulu Kur’an’ın yüce anlamlarının ve güzel üstünlüklerinin insanoğlunun kavrayışından yüksek olduğu üzerinde iman sahiplerinin ortada olan tam birliğini halkın bilgisiz bölüğünün ne yolda anladığı, şu konuşmanın kılavuzluğu ile meydana çıkıyor ki her itikat yalnız akla göre değil, ferde göre de gaaibane imiş![85 - Ziya Paşa’nın Terci-i bendinden alınma. Mısra şudur: “‘Her itikat akla göre gaaibânedir.”] Yani aşçıbaşı kölenizi, ne yapsanız, bu inançtan ayıramazsınız. O, bir kez “Senin kitap dediğin okunmalı, anlaşılmamalı.” hükmüne “saddaktü”[86 - “Tasdik ettim, inandım.” anlamına Arapça bir söz.] demiş. Bu bilgisizce düşünüşü bir basamak daha yükseltmek elde değildir. Çünkü yüzyıllardan beri bu böyledir. Biz, yalnız kesmeyi öğrenmiş, öğretmişiz. I. Selim Anadolu’daki kırk bin Şii’yi keseceğine milyonlarca halkı Hanefi mezhebine hakkıyla bağlayacak propagandalar, yol göstermeler, bilim kurumları yapıp memleketin içine salıverseydi kırk milyon Sünni kazanırdı. Bir zamanlar mahalle kahvelerimizde okunan Şah İsmail ve benzeri mübalağalı hikâyeler arasında, İran’ın Şii mezhebinin propagandasının özü bulunduğunu, daha yeni yeni, iş işten geçtikten sonra anlıyoruz.
Namaz kılarken Zülfikar’ı ile Hazreti Ali’ye hayali binlerce kişiyi kestirten kalem, elbette, yüceliğin gerektirdiğine gönül verecek kimseler arıyordu.
Kötülükler, kötü inançlar, zararlı alışkanlıklar ve benzerleri, ancak doğru yolu göstermekle hafifler, düzelir, ortadan kalkar.
Feylesofumuza sordum:
“Aşçı bu sözü söylerken nasıl duruyor, davranıyordu?”
“Dört temel inancın uyandırdığı ‘asabiyet’le. Bizim herkesin içinde oruç yiyemeyişimiz gibi, zabıta ve kanundan korkmak, ötekinin berikinin kınamasına nişan taşı olmaktan çekinmek uğruna takındığımız tavırlar gibi değil, dosdoğru, sağlam bir inancın güdüsüyle söylüyordu.”
Gerçekten, şu birkaç yıl içinde, Muhammet dininin yüce erdemleri üzerinde gerçek bilginlerimizin hemen her gün denecek kadar yayın himmetinde bulunduklarını görüyor, feyzalıyoruz. Hele, Sebilürreşat’ın[87 - Siyasi, dinî, ilmî, edebî, ahlaki bir mecmua olup 21 Ağustos 1324 (27 Ağustos 1908) tarihinde İstanbul’da yayımlanmaya başlamıştır. 182. sayısından sonra, sıkıyönetimce kapatılmış ve haftalık bir dergi olan Sırât-ı Müstakim’in yerine çıkmıştı. Sahibi Eşref Edip ve başyazarı şair Mehmet Akif’ti (Ersoy).] sayın ileri gelenleri bu doğru yolu gösterme işini artan bir çaba harcayarak ecir kazanıyorlar. Fakat bu himmetlerin hepsi, âdeta bilenler için! Acaba bilenler dedim de bir yanlış mı yaptım? Dilimizdeki çoğul edatı da ne kadar parlak, sesli, kulağı okşayıcıdır!
Bir avare sofu, bizim gönlü yaralı dervişe sormuş:
“Yahu, okunan ezan mıydı?”
“Kulağıma bir şey çalındı amma… Bilmem ki… Bir kez erbabına sor!” demiş. “Yoksa böyle mi?”

YİNE AŞÇIBAŞI
Bilindiği gibi:
“Bendeniz” terkibi, mutlak surette, “estağfurullah!” karşılığını gerektirmez. Tutalım; “birader bendeniz”, “mahdum bendeniz”, “peder bendeniz”den her biri bir “estağfurullah”la reddedilebilir ve ululanır da; değil arkalarında, yüzlerine karşı bile övünerek, vakarla “uşak bendeniz”, “aşçı bendeniz” denildi mi aldırılmaz. Sebep, acaba konuşmalardaki şive mi? Bir zamanlar merak ettimdi de onu ilgilendirdiği için, işi her yönüyle anlatarak, bir aşçıbaşıdan sordumdu. Aşçı, bana pek kayıtsızca “Bizim efendinin sözünün yuları mı olur? Her gün işitiyorum, kendisine de ‘bendeniz’ diyor.” dediydi.
Zaman geldi, geçti. Bu aşçıbaşıya, geçenlerde, dostlardan başka birinin hizmetinde rastladım. Tanıştığımız için, bir iki hoşbeşten sonra yine sordum:
“Bu efendinin sözünün yuları var mı?”
Gülerek “Ne gezer? Bu, bütün bütün yularsız… Ulan aşağı, ulan yukarı! Bereket versin, yüreği temiz!”
Bu ufacık, safça karşılaştırmadan anladım ki ihsaslarda kimilerince inceliğin ve kabalığın o kadar önemi yok. Bu cihet, davranışlara bağlı bir iş hükmünde kalıyor.
Diyelim ki, bizim evdeki sivrisinekler beni tanıyorlar. Küçük gazı elime alıp da şuraya, buraya konmuş olanlarını yakmak için dolaşmaya başladım mı başımın etrafında korkunç bir uğultu peyda oluyor. Bana “Zalim herif, yine bizi yakmaya kalktın, öyle mi?” diye, bir mızrak vurup savuşuyorlar gibi geliyor.
Siyaset işlerinde de bunun aynı oluyor. Bunlardan, Fransa’nın nezaketi, İngiltere’nin kahpeliği, İtalya’nın korkaklığı -ve bu böyle sürüp gider- sonuç bakımından, bize ne kadar zarar vermiştir! Siz, isterseniz, bu günlerde İngiltere Devlet-i Muazzaması, Fransa Hükûmet-i Fahimesi, deyin, isterseniz sadece İngilizler, Fransızlar deyin, aşçıbaşıya göre hepsi bir. O “Taşan aş için kepçeye paha olmaz!”deyip “Aferin Alman’a! En sonunda bize gemi verdi, ne olsa yüreği bizimledir!” teranesini tutturmuş gider.

KÜLAH
Külahını çaldırmış ya kapmışlar, başı açık mahalle aralarından yürürmüş. Yaz, hava sıcak. Herifin biri de kuyuda soğuttuğu karpuzu pencere önüne çıkarmış, oya oya yemiş. Bir iki de yalayıp perdah ettikten sonra, öteden beri herkesin süprüntülüğü bildiğimiz sokağa fırlatıvermiş. Olacak bu ya! Doğruca bizimkinin “kelle-i bi-devlet”ine geçmiş. Gerçi soğukluğu ferahlatmış ise de bu gökten inme başlığın ne olduğunu anlamak merakını da yenememiş, iki eliyle tutup çıkarmış, bir de bakmış ki o karpuz kabuğu. Demiş ki:
“Bu, birinin ayağı altına konulacakmış amma nasılsa hesabı ters tutulmuş!”
Bu kavramın, siyaset olaylarında çoğu uygulanır. Birine bir yanlışlık yaptırıp da ayağını kaydırmaya mahsus olan bir entrika, ötekine ikbalin bir altın külahını giydirir. Nitekim, biz “Meşrutiyet”in başlangıcından beri az mı külaha geldik! Bize az mı külah oynadılar! Hâl böyle iken, şimdi, Avrupalıların birbirine külah giydirmelerine karşılık, biz, tarafsız bir seyirci olup kalıyoruz. Eğer kısmette bir külah daha giymek varsa işte buna yanarım. Aman, iki elimiz başımızda olsun!
Bismark’ın 1870’de giydirdiği külahın büyülü tesiri, hâlâ, Fransızların başını döndürüyor. Savaş hâli sürdükçe, bu dönme de sürecektir. Çünkü Fransa, “İslavlık” uğruna döktüğü para ve kanların kendisine yararlı olamayacağını anlamaya başlamıştır. Çünkü sonuç ya Cermen veyahut İslav nüfuzunun üstünlüğüne varacaktır. Yani, Avrupa politikasına bu iki akımdan biri hâkim olacaktır. Ya da bu saldırıcı kuvvetler dışında duran İngiltere, külahı kapacaktır. Hâlbuki “Alsas-Loren” parçası, Fransa’yı, hayal ettiği amaçta yaşatmaz. Uzun yaşayabilmek için ya İslav politikasına veya İngiliz buyruğuna boyun eğmesi gerekecektir. Dikkate değer ki, daha şimdiden, Akdeniz filosunu kumandasına bıraktı. Güya zavallı Fransa, sonunda düşmanlarıma tutsak olayım, diye savaş yapmaktadır. Cermen kuvvetinin üstünlüğü hâlinde ise Fransa için kurtuluş umudu pek azdır.
Sanılıyordu ki İngiltere savaşmayacak, sonunda, yıpranmamış taze kuvvetiyle her iki yorgun taraf üzerine yüklenerek arslan payını alacaktır. Bu sanı, İngiltere’nin bugün savaşa katılmasıyla birlikte, yine yerinde durmaktadır. Çünkü İngilizlik, külahı öne de giymek, arkaya da yaslamak konusunda muhayyer, yüzyıllar görmüş bir siyasete sahiptir, ister misiniz ki yarın veya öbür gün “Benden artık paso! İngiliz çıkarı buraya kadar savaşa devama elverişlidir!” desin de bir tornistan kumandasıyla dönsün, Fransa’yı da soluğu soluğuna bıraksın.
“Sen utanmıyor musun?” diyedursunlar! Politika bu! Ayıp ölür, nayıp can çekişir de aldıran olmaz… İngiliz’in siyaset tarihinde ise böyle dönüşler gelenek olmuş gelir.
Şimdi evde çocukların yüzlerine bakamıyoruz: Taklit belası yüzünden!
“Yirminci medeniyet asrı! Yirminci medeniyet asrı!” diye onlara övdüğümüz şu yüzyılın bir vahşilik devri olduğunu Balkan Savaşı ile şu umumi savaş daha ne kadar ispat edebilir! Bir hâlde ki:
Düştü külahı, göründü keli!

KEBÛTER BÂ KEBÛTER[88 - Güvercinle güvercin.]
İhtimal ki, Acem’in bilinen “Kebûter bâ kebûter, bâz bâ bâz” hikmetinden alınmadır. Anadolu’nun “Kaz kaz ile baz baz ile”, “Kör tavuk kör horoz ile” diye pek şümullü, yukarıdakini karşılayan ve her yerde söylenen bir deyimi vardır.
“Acaba biz kimlerle ağız birliğindeyiz? Maşallah “Düvel-i Muazzama” denklerini buldular, vuruşup duruyorlar. Almanlar, Avusturyalılar, Fransızlar, İngilizler, Ruslar savaşa gidiyoruz diye birbirlerini çiğniyorlar. Heves edilmeyecek bir gidiş de değil. Baksanız a, insana nasıl da hız veriyorlar! Arman Herve mi, ne şarlatandır, Fransızlarda biri varmış. Bugüne kadar kendisine “antimilitarist” yani askerliğe karşı, savaş düşmanı süsü vermiş; böyle gezmiş, tozmuş, yemiş, içmiş, savaş ilan edilir edilmez eski fikrinden dönerek, sanki bir iş görecekmiş gibi, Harbiye Nezaretinden savaşçıların ilk sırasında bulunmasını dilemiş. Alman sosyalistler de bir süre önce büyük miting yaparak savaş aleyhinde bağırıp çağırdıkları hâlde, imparator herkese “Hazır ol!” kumandasını verir vermez “silah omza” ederek yürümüşler. Bu hâllere güç mü yeter, hangi can dayanır, hangi yürek katlanır?
Bu birden değişmeyi yorumlayanlar diyorlar ki:
“Bu karşı olmaların hepsi de boyadır. Silinince, altındaki “vatanseverlik” görünüyor.” Demek ki bütün atıp tutma, bakam boya.[89 - Bakam, baklagillerden, odunundan kırmızı boya çıkarılan bir ağaç.]
Filibe’de gezerken belediye bahçesinde heykelimsi bir şey gördüm, merak ettim de sordum:
“Acaba bu neden yapılma?”
Karşımdaki, nefes bile almadan:
“Tenekeden!” dedi. Aşırı şaştığımı görünce:
“Ne şaşıyorsun? Sen üstündeki boyaya bak, aldandın mı, aldanmadın mı? İşte, bizim işimiz hep böyle tenekedir!” sözlerini ekledi idi.
Bari, bizim işimiz teneke olmasa! Bari, ipliğimizi de boyayabilsek! Meşhur sözdür: “Önce refik, sonra tarik!” Biliriz ki, bir zamanlar “üç imparator ittifakı” vardı. Yel üfürdü, su götürdü. Rusya, Almanya ile Avusturya’dan ayrıldı. Dedi ki:
“Çık çık eden nalçadır,
İş beceren akçadır!”
Ondan sonra şimdiki “İttifak-ı Müselles”, bir ara “İttifak-ı Müsenna”, sonra “İtilaf-ı Müselles” çıktı. Daha sonra şu, “Balkan İttifakı” başımıza patladı. Şu üç ittifakın üçünün de ne mal olduklarını anladık. Bulgarların Bükreş’te kabasını aldılar; İtalya, ayak sürçtü. Yakındır; İngiltere stop eder.
“Benim sizinle savaşa girişmem filan yerlerin ilhakı bitinceye kadardı. Artık benim çıkarım yok.” der çekilir. Yine Fransa, Rusya, Dıral Dede’nin düdüğü gibi kalırlar. Onun için derim ki “Kebûter bâ kebûter, bâz bâ bâz!” hükmü kıyamete kadar ayaktadır.

BİRAZ POLİTİKA
İtibarlı “zaman” diyor ki:
“Lort Grey’in düşüne giren Jeanne d’Arc, İngilizlerin hâlâ Kuzey Fransa’da gözü olduğunu; “Sazanof’u dün gece uykusunda tedirgin eden Bonapart, çar hazretlerinin Moskova’ya gelip gitmelerini; Mösyö Puankare’yi terli terli uyandıran Bismark hayaleti de er geç barışın olacağını gösteren manevi belirtilerdendir. Bunların içinde III. Napolyon da bulunsaydı, savaşın sonuna yakın, Fransa’nın bir karışıklık geçireceğini düşünmek yerinde olurdu. Ben, geçen Balkan Savaşı’ndan önce, Hakan-ı Sabık’ı görmüştüm. Fakat gene “La- ya’lemü’l-ğaybe illa’Allah ”.
Tam işte adamına göre düş, düşüne göre yorum! Her zaman böyle üçü, dördü birbirine uygun düşmez.
İki derviş, bir kış günü, karşılıklı titreşip dururlarmış. Biri, büzüldüğü köşede nasılsa yarım saat kadar kestirmiş. Birdenbire uyanarak çeneleri vurduğu hâlde “Allah hayırlar versin, manada hamama girmişim.” der demez arkadaşı “Aman birader, neye terini alıştırmadan çıktın, soğuk alacaksın.” demiş.
Zavallı Orleanlı kız, bak seni, vatanseverce yaptıklarına ceza olarak Ruen’de odunlar üzerinde cayır cayır yakan İngilizler, şimdi senin sevgili Fransa’nın müttefiki oldular, iki millet arasından Manş Denizi değil, su bile sızmıyor!
Sen ey Sent-Elen Mahpusu! Bu hâle ne dersin? 1805’te İngiltere, Rusya, Avusturya, Napoli, İsveç krallıkları sana karşı yürüyor, yalnız Prusya tarafsız duruyordu. İşte Osterliç! işte Petersburg! 1806’da dediğin şu söz, günümüz bakımından ne kadar anlamlıdır:
“Osmanlılara gelen iyilik de kötülük de olduğu gibi Fransızlarındır.”
Acaba böyle midir? Böyle ise, yüz yıl sonra dediğin çıktı. Hatırında mı? Sen Osterliç’i kazandıydın, İngiliz Pit de üzüntüsünden öldü idi.
Koca Bismark! Sendeki o siyaset gücü neymiş, ki 1870’de bütün Avrupa’yı el pençe divan durdurarak yalnız başına Fransa’yı ezdin. Sen, gerçekten, demirden bir el imişsin! Bak, şimdi, yoktan ortaya koyduğun imparatorluğa üçü büyük, üçü küçük altı saldırgan sarılmış, sarsmak istiyorlar. Japonya da caba!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-rasim-32646106/eskal-i-zaman-69429142/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Geçmiş anılmaz, geçmişten söz edilmez, amma…

2
(Rumcadan) asıl anlamı “hiç, boş” demektir. Çamur sıçraması; birden sıçrayan çamur.

3
Vaktiyle İstanbul’daki yangınları haber vermek için yangın kuleleri ile bazı yerlerde bulundurulan adamlara verilen ad. Bunlar başlarına sıfır kalıp fes, sırtlarına kırmızı bir ceket ve şalvar yahut pantolon, ayaklarına hafif yemeni giyerler, ellerinde harbi taşırlardı. Uğradıkları yerlerde acı bir nara attıktan sonra, mesela “Aksaray, Sineklibakkal!” deyip fırlarlardı. Bunlar belli dairelere ve mahalle bekçilerine yangının nerede olduğunu söylerler, onlar da tulumbacılara haber verirlerdi.

4
Pırpırı, esnaftan olan kimseler için kullanılır bir sözdür. Her sanatın bir piri olduğundan, bu tabir doğmuştur. Cahil olup çelebi zümresinden olmayan demektir. Pırpırı-kıyafet ise, dar ve tetik giyinmiş demektir.

5
“Varda!”, İtalyanca “Gözet!” anlamına haykırmadır. “Vardacı”, eskiden tramvayların önünde “Varda!” diye yol açanlara verilen addır.

6
İki yazarın, özellikle iki şairin, birbirlerinden haberleri olmadan bir mısrayı veya beyti aynı şekilde söylemiş olmaları.

7
İçine öteberi koyup taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan ağzı geniş bir torba gibi kap.

8
Çarşılı: Genel olarak Kapalıçarşı esnafına verilen bir ad olmakla beraber, bundan ayrıca çarşının Ermeni kuyumcular bölümündeki esnaf anlaşılır.

9
Köpek.

10
Palamut balığının “altıparmak” çeşidinden yapılan tuzlama; altıparmak palamudun tuzlaması.

11
İstanbul’da Galata surunun ilk kapısı olarak tespit edilmiş bulunan Azap Kapısı, bugün Beyoğlu cihetini Haliç üzerinden İstanbul’a bağlayan Atatürk Köprüsü’nün başında, Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin tam önünde idi. Osmanlılar Devri’nde bu kapıya verilen Azap Kapı adı, tersanenin yanında bulunan Azaplar Kışlası’ndan ileri gelmiştir.

12
Bahriye Nezaretine (Deniz Kuvvetleri Bakanlığı) bağlı ve Haliç denizcilik işlerine bakan askerî kumandanlık.

13
Bu mısra, XVI. yüzyılda ünlü Türk divan şairlerinden Vardar-Yeniceli Hayali’nindir(? – 1 557). Asıl adı Mehmet ve lakabı Bekâr Memi’dir.

14
Boğaziçi’nin oturulan yerlerini İstanbul’a bağlamak için vapur ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş olan şirketin adı. Bu şirket Abdülmecit zamanında, 1850’de kurulmuştur. Şirketin müteşebbisi, Mustafa Reşit Paşa idi. Abdülaziz Devri’nde bu kumpanyanın imtiyazı tahdit edilmiş ve Boğaziçi’ne vapurla gidip gelmeyi sağlayacak bir hâle getirilmiştir. Bu şirketin işleri bugün Denizcilik Bankası tarafından yürütülmektedir.

15
“Allah’ı eşten, çocuktan ve başka buna benzer eksiklerden tenzih ederim.” demek olup beğenilen bir şey karşısında “Bunu yaratanı bu güzel yaratmasından dolayı teşbih ederim.” ve beğenilmeyecek bir şey karşısında da “Bundan Ulu Tanrı’yı tenzih ederim.” anlamında kullanılmaktadır.

16
Kaytan gibi ince, uzun ve uçları düz, burma bıyık.

17
Rengi belli değil, belli bir renk söylenemez, herkesin istediği rengi söyleyebileceği.

18
Zenginliğini kılık kıyafet ve davranışıyla göstermeye çalışan kimse.

19
Bir çeşit toprakla karıştırılıp yapılan pekmez katısı.

20
Çamaşırda temizlenemez hâle gelmiş, üzerindeki kir yerleşmiş.

21
Makas görmemiş ve kılları aşağı doğru sarkmış kaş.

22
Parmağı kaplayıp dolayan ve ağrıtan ve dolama denen şişi varmış gibi kalın parmak.

23
Bir evde uzun zaman hizmet etmiş emektar, yaşlı kadın.

24
Kurtlanmış kelle peyniri, tekerlek biçiminde peynir, kaşar peyniri.

25
Eskiden, alışverişlerin altın veya gümüş para ile yapıldığı zamanlarda, bir altın liranın dörtte biri değerinde bir altın para.

26
Ülkücü, idealist, ülküsünü canından üstün tutan kimse.

27
Derisi ve tabanı kalın, bir çeşit kaba ve sağlam asker pabucu.

28
Ayağa tozluk yerine doladıkları çuha kenarı; askerlerin ayak bileğinden dizlerine kadar sardıkları ensiz ve uzun kumaş parçası.

29
Türk askerlerinin Birinci Cihan Savaşı’nda giydikleri bir çeşit sipersiz başlık.

30
Bir devletin başka bir devlete karşılıklı veya karşılıksız olarak dinî, siyasi ve adli alanlarda tanıdığı imtiyazlar. Osmanlı Devleti, XVI. yüzyıldan beri bu imtiyazları tanımaya başlamış, bu yüzden Osmanlılar, yabancıların haklı, haksız isteklerine boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Lozan Barışı ile kapitülasyonlar ortadan kalkmıştır.

31
Eskiden Türkiye’de iki türlü mahkeme vardı: 1) Şeriye, 2) Nizamiye. Bu iki mahkeme Türklerle ilgili idi. Başka bir mahkeme de kapitülasyon (yabancı devletlerin imtiyazlı mahkemeleri) ile ekalliyet (azınlık) mahkemeleri idi. Bunlar da yabancılarla ilgili mahkemelerdi. ”Tevhid-i Kaza”, bütün bu mahkemelerin birleştirilmesini ifade eden bir tabirdir.

32
Bidat, “yeni iş” anlamına. Dinde veya toplumda bulunmadığı hâlde sonradan konmuş olan; dinen aslında olmayan fazlalık veya eksiklik demek olup güzel ve faydalı, çirkin ve zararlı olmak üzere iki türlü olur. Buradaki “çirkin ve zararlı bidat”tir.

33
Orta oyununun önemli kişilerinden, başrollerinden birine verilen ad. Başında büyük ve dilimli bir kavuk, sırtında, uçları bele sokulmuş kırmızı bir biniş (bir çeşit cübbe), Şam kumaşı bir entari ve şal kuşak, cübbenin aynı bir çakşır bir çeşit şalvar), ayağında da çedik pabuç vardır.

34
Meşrutiyet Devri’nin ünlü orta oyuncularından biri.

35
Bir yemin tarzı. Söyleyenin, dediğinin doğru olduğuna veya söz verdiği işi yapacağına inandırmak için içtiği bir ant olup bunlar doğru çıkmaz veya yerine getirilmezse karısının boş düşeceğini şart koştuğunu anlatır.

36
İfade şekilleri, sözler.

37
Asıl adı Mehmet Esat (1290 -1320 (1873/1874-1902/1903) olan şair Andelîb, İstanbulludur. Eserleri: Sabâh-ı Hayatım (manzum ve mensur), Gül Demetleri, Bir Demet Çiçek, Arapların Hikkâyât-ı Şâirânesi (üçü de mensur).

38
Nezaket, zariflik; kadınlara gereğinden çok iltifat ve ikramda bulunma.

39
Hasbünallahü ve ni’mel-vekil ayetinin kısaltılmış, şekli olup “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!” demektir.

40
Bit ve Temizlik Konusu.

41
Tramvay kelimesine benzetme olarak, tabana kuvvet verme, yani “yayan yürüme” anlamına.

42
a – Bozuk para, b – Bit.

43
Argoda: Bit.

44
İstanbul’da, Kadıköy’de bir semtin adı.

45
Boykot etme; biriyle, özellikle bir yabancı devletle alışverişi kesme.

46
Tuhafiyeci bozuntusu, tuhafiyecilikten kalma tüccar. Burada, Selanik dönmesi iş adamlarını anlatmak istiyor gibidir.

47
Oyun oynamak, birini oyuna getirmek, tuzağa düşürmek.

48
Dış ticaretle ilgili olarak yabancı devletlere verilen, imtiyazlar demek olan kapitülasyonlardan sonra, 1839 tarihinde, yabancılara iç ticaret hakkı da verilmiştir. Bu yüzden memleketin geliri azalmış, barış zamanında alınan normal vergiler devletin idaresine yetmemiştir. Onun için, savaş zamanlarında, istisnai vergiler konulması gerekmiştir. Bunlara ‘tekâlif-i harbiye” (savaş vergileri) denmiştir.

49
“Eski Kuruş” diye bir para ne meskûkât kataloglarında ne de “Ahmet Rasim’in Tarihi”nde (c. 2, s. 743 v.dd.) vardır. S. 747’de bir “cedit kuruş”tan ve bir “esedî atîk kuruş”tan bahsediyorsa da “Eşkâl-i Zaman”da geçen “eski kuruş”un bunlarla ilgisi yoktur. Yazar burada, herhâlde, zarurî ihtiyaç maddelerinin yükseldiğini anlatırken, eskiden otuz üç eski kuruşun gördüğü işi bugün ancak bir altının karşılayabildiğini söylemek istiyor olmalı.

50
Telaşlanarak, yeldirmesi havalanarak.

51
Sözüyle geçineceğiz, pilav da yiyemeyeceğiz.

52
Hükûmetin koyduğu fiyat. Birinci Dünya Savaşı içinde, önce Men-i İhtikâr Komisyonu (Vurgunculuğu Önleme Kurulu) ile bundan birkaç yıl sonra kurulan İaşe Nezareti’nin, halkın kaçınılmaz ihtiyaç maddelerine koyduğu fiyat.

53
Bir cins balık (horozbina – horospina); gelincik balığına benzer bir kaypak, yassı, murdar hayvan.

54
Zemini beyaz, dalları safran renginde, kasnak işlemeli bir çeşit ipek kumaşın adı, ki esnaf basma bu kumaştan sarık sarardı.

55
Sıfır denilen 1 numaradan 16 numaraya kadar yapılmakta olan fes kalıplarından biri.

56
Beyoğlu.

57
Metres, kapatma, nikâhsız kadın.

58
Fırça gibi kısa ve dik kesilmiş saç.

59
Resmî dairelerde yazı işleri ile görevli küçük memurlar.

60
Zar ile oynanan bir oyun ve kumar. Bu oyunda atılan zarın gösterdiği sayılara göre bazıları kazanır, bazıları kaybeder. İkiye bölünerek ortaya konan, fakat eşit olmayan paranın hepsini, yani hem öndekini, hem arkadakini tam olarak kazanan zarlar olduğu gibi tam olarak kaybeden yahut da yalnız öne konan parayı kazanan veya kaybeden zarlar da vardır.

61
Fasulye yazmak: Bitirimcinin (Barbut kahvesi işleten, barbut oynatan adam) , oyun oynatma hakkı olarak aldığı manonun (kumarhanecinin oyun oynatma hakkı olarak aldığı para) hesabını tutmak.

62
Paseta: Kılıç oyununun bir başka türlüsüdür.

63
Bir kâğıt oyunu olan “pastıra” da “fanti” en büyük kozdur ve elinde fanti (oğlan, vale) kozu olan yerdeki bütün kâğıtları toplar ve böylece oyunu kazanması kolaylaşır. Fantiye gitmek: Oyunu kazanmak için kâğıt destesinden fantiyi beklemek, onu çekmeyi beklemek.

64
Oyuna getirmek, külah giydirmek, tongaya bastırmak.

65
Zamanın tanınmış kumarcılarından biri.

66
İki, üç veya dört kişi ile ve 32 kâğıtla oynanan iskambil oyunu.

67
Kâğıt oynayanlardan birinin yanında durup, yardım etmek istediği kimseye karşıdan hasmının elindeki kâğıtları, bu kâğıtların ne olduğunu, bunların her birine mahsus ve bilinen işaretleri ile anlatma.

68
Burada sıralanmış olan adların hiçbiri o zamanda yaşamış olanları göstermez. Yazar bu isimleri, bir etnografya çeşnisi vermek üzere kendisi uydurmuştur.

69
3 Kasım 1839’da çıkarılan ve bir adı “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” olan fermanda belirtilen prensipler: a) Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan Hristiyan, Müslüman herkesin ırz, namus, can ve mal güvenliğinin korunması, b) Vergilerin belli esaslara göre ayarlanması ve toplatılması, c) Askerliğin düzenli bir usule bağlanması, d) Herkesin kanun karşısında eşit sayılması, e) Mala el koyma ve zapt etme usulünün kaldırılması.

70
Ufak, dilsiz yan düdük.

71
Orta kâse büyüklüğünde, yan yana konulmuş ve üzerine deri geçirilmiş iki yuvarlaktan (dümbelek) ibaret, vurma saz. İki küçük değnekle çalman bu çalgıya tekkelerde “kudüm” denir.

72
Gümrük işlerine bakan daire, Gümrük Müdürlüğü.

73
Bunun, Balkan Savaşı sırasında, düşmanlar tarafından verilmiş bir nota olduğu anlaşılıyor.

74
Kendiliğinden başkalarının işine karışıp akıl öğreten ve her işe burnunu sokan adam.

75
Okuyucu mektubu.

76
Admiralty, İngiltere’de Deniz İşleri Bakanlığı demektir. Yazar burada, anlattığı tipin bilgisizliğini, onun Admiralty’yi bir zırhlı adı sandığını göstermek istiyor. Yanlışlığı bundadır. Yoksa bu isimde bir zırhlı yoktur.

77
İçinde gülünç fıkralar bulunan kitaplara verilen ad. Bu konuda yazılmış olan en büyük eser. Faik Reşat’ın (1851 1914) ın meydana getirdiği Külliyât-ı Letâif’tir.

78
İskambil oyununda birliyi anlatmak için yapılan işareti ki tek gözü kırpmaktır.

79
İskambil oyununda ikiliyi anlatmak için verilen işaret ki iki gözü kırparak verilir.

80
İskambil oyununda kız kozu bildirmek için dilin ucunu çıkarmak suretiyle verilen işaret.

81
Pastıra yapmak: Kadınlara elle sarkıntılık etmek, okşamak, sıkmak, çimdik atmak, v. b.

82
Konçine oynamak: Kadınlara elle sarkıntılğı çok ileri vardırmak, olmayacak yerlere kadar uzanmak.

83
Çocukların baba hindiye: “Kabaramazsın kel Fatma, annen güzel, sen çirkin” diyerek ve ıslık çalarak onun kuyruğunu açıp yelpaze gibi tüylerini kabarttırmaları.

84
“Tanrı birinci kefen soyucuya rahmet etsin.” anlamına bir Arap deyimi. Rivayete göre, Araplarda bir kefen soyucu türemiş. Ölülerin kefenlerini soyar ve böylece geçinirmiş. Onun ölümünden sonra, yine bir kefen soyucu (bir demeye göre onun oğlu) da bu işi geçim vasıtası edinmiş. Ama bu, kefenlerini soyduktan sonra, ölülere tecavüzde de bulunurmuş. Bu yüzden, birinci kefen soyucuyu aratmış. Bunun üzerine, Araplar arasında: “Allah, birinci kefen soyucuya rahmet etsin.” sözü söylenir olmuş. Vücudu ortadan kalkan bir kötü kişinin yerine gelen daha beteri için söylenen bu söz, Türkçede: “Gelen, gideni aratır!” veya “Gelen, gidene rahmet okutur!” sözleri ile karşılanır.

85
Ziya Paşa’nın Terci-i bendinden alınma. Mısra şudur: “‘Her itikat akla göre gaaibânedir.”

86
“Tasdik ettim, inandım.” anlamına Arapça bir söz.

87
Siyasi, dinî, ilmî, edebî, ahlaki bir mecmua olup 21 Ağustos 1324 (27 Ağustos 1908) tarihinde İstanbul’da yayımlanmaya başlamıştır. 182. sayısından sonra, sıkıyönetimce kapatılmış ve haftalık bir dergi olan Sırât-ı Müstakim’in yerine çıkmıştı. Sahibi Eşref Edip ve başyazarı şair Mehmet Akif’ti (Ersoy).

88
Güvercinle güvercin.

89
Bakam, baklagillerden, odunundan kırmızı boya çıkarılan bir ağaç.
Eşkal-i Zaman Ahmet Rasim
Eşkal-i Zaman

Ahmet Rasim

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türk edebiyatının bağımsız sanatçılarından Ahmet Rasim; başarılı gözlemlerini, çocukluğundan İstanbul şehir hayatına, mahalle esnaflarından vapur memurlarına, toplumsal sorunlardan aile içi konularına kadar geniş bir yelpazede kendisine özgü anlatımıyla "Eşkal-i Zaman"da bir araya getiriyor. “Herkesin varlığından emin olduğu hâlde ele geçiremediğinden dolayı acındığı ve bezginlik getirdiği bir ‘lafzı murat’ varsa o da mutlaka bahtiyarlıktır.”

  • Добавить отзыв