Boğulmamak İçin

Boğulmamak İçin
George Orwell
George Orwell’in mizahi bir dille kaleme aldığı "Boğulmamak İçin"de, modern zamanlara karşı koymaya çalışan başkahraman George Bowling’in hayata dair tespitleri nükteli bir üslupla işlenmektedir. Gitgide yaşlanan ve göbeklenen George Bowling, sanayi toplumunun keşmekeşinden sıkılıp doğup büyüdüğü köyüne döner. Fakat yıllar önce terk ettiği köyünü de insanlarını da eskisi gibi bulamaz. Üstelik yakasına yapışan sorumluluklarından da kurtulamaz. Tüm bu ikilemlerin arasında, eskiye özlem duyan ama zamana da karşı koyamayan George Bowling’i zorlu bir hayat sınavı beklemektedir. "Tuhaf bir düşünce dikkatimi çekti. BU ADAM ÖLÜ. O bir hayalet. Bu şekilde yaşayan tüm insanlar ölü. Etrafta yürürken gördüğünüz insanların çoğunun ölü olması beni şaşırttı. Biz genelde bir adamın kalbi durana kadar yaşadığını varsayarız. Bu biraz rastgele bir şey bence. Sonuçta, vücudunuzun bazı kısımları çalışmaya devam eder, örneğin saçlar yıllarca uzar. Belki bir adam beyni, yeni bir fikir edinme gücünü kaybedince gerçekten ölmüş olur. Yaşlı Porteous böyle. Harika bir şekilde bilgili, harika bir şekilde zevkli ama değişme kabiliyeti yok. Aynı şeyleri söyleyip aynı şeyleri tekrar tekrar düşünüyor. Bir sürü insan böyle. Ölü beyinler, kafaları durmuş. Aynı küçük çizgide bir ileri bir geri gidip geliyorlar ve her seferinde hayaletler gibi daha da soluklaşıyorlar. "

George Orwell
Boğulmamak İçin

George Orwell, Asıl adı Eric Arthur Blair olan Orwell 25 Haziran 1903 yılında Hindistan’da dünyaya gelmiştir. Aslen İngiliz asıllı olup 20. yüzyılın önemli İngiliz edebiyatçılarındandır. 1945 yılında yazmış olduğu Hayvan Çiftliği ve 1948 yılında yazmış olduğu Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli iki önemli eseriyle ünlenmiştir. 21 Ocak 1950 tarihinde Londra’da vefat etmiştir.

Eserleri:
Paris ve Londra'da Beş Parasız (1933)
Burma Günleri (1934)
Papazın Kızı (1935)
Zambak Solmasın (1936)
Wigan İskelesi Yolu (1937)
Katalonya'ya Selam (1938)
Boğulmamak İçin (1939)
Hayvan Çiftliği (Bir Peri Masalı) (1945)
Neden Yazıyorum (1946)
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1948)
Faşizm Kehanetleri (1930-1950)
Kitaplar ve Sigaralar (1938)
Tuba Arslan, 1982 doğumludur. İlkokul ve lise eğitimlerini Amerika Birleşik Devletleri’nde almış, Türkiye’de lisans ve yüksek lisansını İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerine tamamlamıştır. İngiliz modern romanı üzerine tezini yazmıştır ve bu alanda iki makalesi yayımlanmıştır. 17 yıllık İngilizce öğretmenliği deneyimi yanında sözlü ve yazılı tercümanlık deneyimleri vardır. Şu an Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesinde tam zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışırken, Lokman Hekim Üniversitesinde yarı zamanlı ders vermektedir.
Öldü Ama Yere Uzanmıyor
    Ünlü Şarkı


BİRİNCİ BÖLÜM

1
Bu fikre yeni takma dişlerimi taktığım gün kapıldım aslında.
O sabahı iyi hatırlıyorum. Saat sekize çeyrek kala gibi yataktan çıkmış, banyoya girmiş ve çocukları evden çıkarmıştım. Korkunç bir ocak sabahıydı, gökyüzü kirli sarımsı bir griye bürünmüştü. Banyo penceresinin küçük karesinden bakınca özel çitlerle çevrili, bir metreye beş çimenin düştüğü arka bahçe dediğimiz çıplak araziyi görebiliyordum. Ellesmere Sokağı’nda her evde aynı çit, aynı çimenlik ve aynı arka bahçe vardır. Tek fark, çocuk olmayan evlerde çimlerdeki yamalı, çıplak görüntünün olmayışıdır.
Bir taraftan akan su küvete doluyordu, bense kör bir jiletle tıraş olmaya çalışıyordum. Yüzüm aynadan bana bakarken o yüze ait takma dişler, lavabonun altındaki rafın üstünde bir bardak suyun içinden bana bakınıyordu. Bunlar dişçim Warner’ın yenisi yapılana kadar bana verdiği geçici dişlerdi. Yüzüm o kadar da kötü değildir, gerçekten. Hani şu soluk mavi gözler ve donuk sarı saçlara giden tuğla kırmızısı yüzlerden. Çok şükür ki saçlarım ne ağardı ne de döküldü ve sanırım şu dişlerle birlikte kendi yaşım olan kırk beşten de genç göstereceğim.
Bir tane jilet almam gerektiğini aklıma yazdım ve banyoya girip sabunlanmaya başladım. Kollarımı sabunladım, -dirseklere kadar çilli, tombul kollarım var- sonra sırt fırçasını alıp elimin kavuşmadığı kürek kemiklerimi yıkadım. Bu biraz moral bozucu ama bugünlerde elimin ulaşamadığı bazı bölgelerim var. İşin aslı şişman olmaya biraz meyilliyim. Sirklerde gösteri yapan bir fil gibi olduğumu kastetmiyorum. Doksan kilonun biraz üstündeyim ve bel çevremi en son ölçtüğümde ya yüz yirmi iki ya da yüz yirmi dört santimdi, tam hatırlamıyorum. Hayır, o iğrenç biçimde şişman olanlardan değilim, dizlerime kadar sarkan bir göbeğim yok. Sadece biraz iri yapılıyım, hani varil tip derler ya, öyle. Şu aktif, samimi, girdiği ortama canlılık katan, lakapları genelde Tombik ya da Dombili olan şişman adamlar var ya, işte ben onlardanım. “Tombik” derler bana çoğu zaman. Tombik Bowling; asıl ismim George Bowling’dir.
Ancak o anda kendimi hiç de ortamların aranan adamı gibi hissetmiyordum. Bir anda, son zamanlarda sürekli sabahları mutsuz hissettiğimi fark ettim. Oysa uykumu alıyordum ve midemde de herhangi bir sorun yoktu. Bunun sebebinin şu Allah’ın cezası takma dişler olduğunu biliyordum. Bardaktaki suda daha da büyük görünüyorlar ve tıpkı bir kafatasındaki dişler gibi bana sırıtıyorlardı. Onları takmak, ekşi bir elmayı ısırmak gibi kıstırılmış, berbat bir duyguydu. Üstelik ne derseniz deyin, takma dişler bir dönüm noktasıdır. En son kalan doğal dişiniz de gidince artık kendinize bir Hollywood şeyhi olduğunuz esprilerini yaptığınız dönemin sonuna gelmişsiniz demektir. Bense sadece kırk beş yaşında değil, aynı zamanda şişmandım. Bacaklarımı sabunlamak için ayağa kalktığımda vücuduma bir göz attım. Şişman adamların ayaklarını göremedikleri palavradır ama şöyle bir gerçek var ki ben ayağa kalktığımda benimkilerin ancak yarısını görebiliyorum. Göbeğimi sabunlarken bir kadın ancak üstüne para verilirse bana iki kere bakar, diye düşündüm. Gerçi o an, bana herhangi bir kadının iki kere bakmasını istemezdim.
Fakat birden, o sabah, daha iyi bir ruh hâlinde olmam için sebepler olduğu kafama dank etti. Öncelikle bugün çalışmıyorum. Çalıştığım bölgeyi dolaştığım eski arabam -bir sigorta şirketinde çalıştığımı söylemeliyim; Uçan Semender Sigortacılık, hayat sigortası, yangın, hırsızlık, ikizler, deniz kazası, her şey- geçici olarak limandaydı ve Londra ofisine birkaç belge bırakmak için gitmem gerekse de gidip yeni takma dişimi almak için izinliydim. Öte yandan, bir süredir aklımda bir mesele daha vardı. Bu, kimsenin, yani ailedeki hiç kimsenin duymadığı on yedi sterlinimdi. Şu şekilde olmuştu: Bizim firmada Mellors isminde bir adam, gezegenlerin jokeyin giydiği renkler üzerindeki etkisinin tek mevzu olduğunu kanıtlayan, “At Yarışları İçin Astroloji” adlı bir kitap geçirmiş eline. Yarışlardan birinde Corsair’in Gelini adında bir kısrak vardı, tamamen yabancı ama onun jokeyinin rengi yeşildi, görünen o ki o ara yükselen gezegenlerin rengi oydu. Bu astroloji mevzusuna kafayı bayağı takan Mellors, bu ata birkaç sterlin yatırmış, aynısını yapmam için bana da diz çöküp yalvarmıştı. En sonunda, en çok da onun çenesinden kurtulmak için, genel kural olarak bahislere girmesem de on papeli riske attım. Tabii ki Corsair’in Gelini bir koşuyla yarışı birinci tamamladı. Kesin rakamları unuttum ama benim payıma on yedi sterlin düştü. Bir tür içgüdü ile -ki bu oldukça tuhaf ve muhtemelen hayatımda başka bir dönüm noktasıdır- parayı sessizce bankaya koydum ve kimseye bir şey söylemedim. Daha önce hayatımda böyle bir şey yapmamıştım. İyi bir koca ve baba, o parayı Hilda’ya -karım- bir elbise, çocuklara da bot alarak harcardı. Fakat ben, on beş yıldır iyi bir baba ve iyi bir koca olmuştum ve bundan sıkılmaya başlamıştım.
Her yerimi sabunladıktan sonra daha iyi hissettim, on yedi sterlinimi ve onu nereye harcayacağımı düşünmek üzere küvete uzandım. Bana öyle geliyordu ki ya bir kadınla hafta sonunu geçirecektim ya da puro veya viski gibi ıvır zıvır şeylere ufak ufak harcayacaktım. Sıcak suyu açmış, tam kadınlar ve puroları düşünüyordum ki banyoya inen merdivenlerden aşağı bir manda sürüsü geliyormuş gibi bir gürültü koptu. Tabii ki çocuklardı. Bizimki büyüklüğünde bir evde, iki çocuk, bardaktaki bir litre bira gibidir. Dışarıda çılgın bir koşuşturma oldu ve ardından acı dolu bir çığlık duyuldu.
“Baba! İçeri gelmek istiyorum!”
“Gelemezsin. Kaybol!”
“Ama baba! Bir yere gitmek istiyorum!”
“Başka bir yere git o zaman. Hadi. Banyo yapıyorum.”
“Ba-Ba! Bir yere gitmek istiyorum!”
İşe yaramıyordu! Tehlikenin farkındaydım. Bizimkine benzer evlerde, elbette tuvalet banyonun içindeydi. Fişi çektim ve küvetten çıktığım gibi hızlıca yarım yamalak kurulandım. Kapıyı açar açmaz küçük Billy, benim yedi yaşındaki en küçük oğlan, kafasına kondurmak istediğim öpücüğü atlatarak içeri daldı. Ensemin hâlâ sabunlu olduğunu ancak giyinmeyi bitirip kendime bir kravat ararken fark ettim.
Ensenin sabunlu kalması berbat bir şeydir. İğrenç, yapış yapış bir his bırakır ve ilginç olanı da ne kadar temizlesen de, ensenin sabunlu kaldığını bir kere fark ettin mi, tüm gün yapış yapış hissedersin. Keyfim kaçmış bir şekilde aşağı indim ve o gün aksi biri olmaya kendimi hazırladım.
Yemek odamız, Ellesmere Sokağı’ndaki diğer yemek odaları gibi küçük, dar bir yer; on ikiye on dört fit veya on ikiye on. Ayrıca iki boş sürahiyle Japon meşesi büfe ve Hilda’nın annesinin bize düğün hediyesi olarak verdiği gümüş yumurta standı fazla yer bırakmıyor. Yaşlı Hilda çaydanlığın arkasında, her zamanki dehşet ve kasvetli hâliyle duruyordu çünkü haberlerde tereyağına zam geleceğini öğrenmişti. Gaz sobasını yakmamıştı ve pencereler kapalı olduğu hâlde hava aşırı soğuktu. Sobayı yakmak için eğildim, burnumdan nefes alıyordum -eğilmek beni her zaman nefes nefese bırakıyor- bir taraftan da Hilda’ya mesaj vermek istiyordum. Hilda yan yan baktı, ne zaman saçma bir hareket yaptığımı düşünse bu bakışı atardı.
Hilda otuz dokuz yaşında, onu yeni tanıdığımda ceylan gibiydi. Hâlâ da öyle ama çok zayıfladı hatta biraz buruştu, gözlerinde sürekli düşünen endişeli bir bakış var ve canı iyice sıkıldığında ateşin başında bekleyen yaşlı bir Çingene gibi ellerini göğsüne bağlayıp omuzlarını katlamak gibi bir numarası var. Hayatta en iyi becerisi, olabilecek felaketleri öngörmek olan insanlardandır. Tabii sadece küçük felaketler. Savaşlar, depremler, salgın hastalıklar, kıtlık ve devrim gibi şeyler ilgisini çekmez onun. Tereyağı zamlanıyor, gaz faturası çok yüksek ya da çocukların botları eskidi, radyonun ödenecek bir taksiti daha var; bunlar Hilda’nın teraneleri. Benim bütün bunlardan çıkardığım sonuç; onun bu huzursuzlanmalardan, kollarını kavuşturmuş, ileri geri sallanıp surat asmalardan gizli bir zevk aldığıdır. “Ama George bu çok ciddi! Ne yaparız bilemiyorum! Para nereden bulunacak! Durumun ciddiyetinin farkında değilsin!” Falan filan! Kafasında, sonunda düşkünlerevini boylayacağımıza dair sabit bir fikir var. İşin garibi, günün birinde gerçekten böyle bir şey olsa Hilda, bunu benim kafaya taktığımın yarısı kadar takmaz. Hatta o güvende olma duygusundan hoşlanabilir bile.
Çocuklar yıldırım hızıyla banyo yapmış, giyinmiş ve aşağı inmişlerdi. Kahvaltı masasına indiğimde aralarında “Evet, sen yaptın!” “Hayır, ben yapmadım!” “Evet, yaptın!” “Hayır, yapmadım!” makamında bir tartışma devam ediyordu ve ben durdurmasam tüm sabah devam edecek gibiydi. Sadece ikisi var, Billy yedi yaşında ve Lorna on bir yaşında. Çocuklara karşı sahip olduğum bu duygu biraz tuhaf. Çoğu zaman onları görmeye tahammül edemem. Hele konuşmalarına dayanmak çok zor. Bir çocuğun zihninin cetveller, kalem kutuları ve Fransızcadan en iyi notları kimin aldığı gibi basit şeylerle meşgul olduğu o korkunç çağdalar. Bazı zamanlar ise özellikle onlar uykudayken, bambaşka duygular hissederim. Bazı yaz akşamları hava henüz tam kararmamışken, karyolalarının başında durup, uyuyuşlarını, benimkinden bir ton açık sarı saçlarını ve yuvarlak yüzlerini seyredip İncil’de okuduğum o derinden hissedilen şefkate benzer duygular hissettiğim olmuştur. Böyle zamanlarda, kendimi beş para etmeyen kurumuş tohum kabuğu gibi hissederim ve tek görevimin, bu çocukları dünyaya getirip onları beslemek olduğunu düşünürüm. Bu sadece o anlar içindir, çoğu zaman varoluşumun çok önemli olduğu düşüncesine kapılırım. İleride güzel günlerin olduğunu ve hâlâ bu yaşlı kurdun işinin bitmediğini düşünür kadınlar ve çocuklar tarafından aşağı yukarı kovalanan bir tür evcil süt ineği olmak düşüncesi bana çekici gelmez.
Kahvaltıda pek konuşmadık. Hilda yine “Biz şimdi ne yapacağız?” modundaydı, hem tereyağı fiyatları yükselmiş hem de Noel tatili neredeyse bitmek üzereydi ve geçen dönemden kalan ödenmesi gereken beş paunt taksit duruyordu. Haşlanmış yumurtamı yedim ve ekmeğime biraz Golden Crown marka reçel sürdüm. Hilda bu reçeli almakta ısrarcıdır. Fiyatı bir paunt, bir buçuk penidir ve etiketinde yazılabilecek en küçük yazıyla “bir miktar doğal meyve suyu” içerdiği yazar. Bazen Hilda sinirlenene kadar bu doğal meyvelerin nerede yetiştikleri ve neye benzediklerini konuşurum. Ona takılmam onu rahatsız etmez aslında, sadece tuhaf bir şekilde, para ödediğimiz herhangi bir şeyle ilgili şaka yapmamızın ahlaksızlık olduğunu düşünür.
Gazeteye göz attım ama dikkat çeken bir haber yoktu. İspanya’da ve ta Çin’de bir yerlerde insanlar her zamanki gibi birbirini öldürüyordu, kadının birinin kopmuş bacağı bir tren istasyonunun bekleme salonunda bulunmuştu ve Zog Kralı’nın düğünüyle ilgili birkaç haber daha yazıyordu. Sonunda, saat on civarı, düşündüğümden de daha erken kasabaya doğru yola çıktım. Çocuklar parkta oynamak üzere evden çıkmışlardı. Hava müthiş açıktı o sabah. Kapıdan adımı atar atmaz sabunlu ensemde rüzgârı hissetmemle birlikte kıyafetlerimin üstüme dar geldiğini, vücudumun geri kalan kısımlarının da hâlâ yapış yapış olduğunu farkettim.

2
Yaşadığım sokağı biliyor musunuz; Ellesmere Sokağı, Batı Bletchley? Burayı bilmiyorsanız bile buna benzeyen en az elli sokak biliyorsunuzdur.
Bu sokakların iç-dış tüm kenar mahalleleri nasıl kokuttuğunu bilirsiniz, hepsi aynıdır. Yarı müstakil küçük evler uzun uzun, sıralı dizilidir, Ellesmere’de kapı numaraları 212’ye kadardır ve bizimki de 191’dir, bu evler meclis binaları gibi birbirine benzer ve birbirinden çirkindirler. Sıva cephe, kreozotu kapılar, özel çit ve yeşil ön kapı, Laureller, Myrtlelar, Hawthornlar, Mon Abriler, Mon Reposlar, Belle Vuelar… Elli evden birinde muhtemelen sonu ıslah evinde bitecek biri, evinin kapısını yeşil yerine maviye boyamıştır.
Boynumdaki yapış yapış his moralimi bozmuştu. Boynunuzdaki yapışkan his sizi nasıl kötü bir ruh hâline sokar merak konusu. Sanki bütün yaşam enerjimi alıyordu, tıpkı kalabalığın ortasında ayakkabının birinin ayağından çıktığını fark etmek gibi. O sabah kendimle ilgili hiçbir yanılsamam yoktu. Sanki uzak bir mesafede durup kendimi şişman kırmızı suratımla, takma dişlerim ve kaba giysilerimle yoldan aşağı giderken izleyebilirdim. Benim gibi bir adamın bir beyefendi gibi görünmesi mümkün değil. Beni kilometrelerce öteden gören biri sigorta işinde olduğumu tahmin edemese de bir satış elemanı olduğumu bilir. Giydiğim kıyafetler neredeyse bu kabilenin üniformasıdır. Gri balıksırtı takım elbise, elli şilinlik mavi bir palto, melon şapka, eldiven yok… Benim de komisyonla bir şeyler satan insanlara özgü bir görünümüm var; adi, küstah bir görüntü. En iyi anlarımda, yeni bir takım elbisem olduğunda ya da puro içtiğimde, bir bahisçi ya da gazeteci olduğum düşünülebilir, en kötü anımdaysa müşteri çekmeye çalışan yapışkan elektrikli süpürge satıcısı gibi görünürüm ama normal zamanlarda doğru tahmin edebilirsiniz. Beni görür görmez “Haftada en fazla beş ila on sterlin kazanıyordur.” diyebilirsiniz. Ekonomik ve sosyal olarak Ellesmere Sokağı’nın ortalama seviyesindeyim.
Sokakta benden başka kimsecikler yoktu. Erkekler 08.21 trenine yetişmiş, kadınlar gaz sobalarının başında onları yakmakla uğraşıyordu. Kendine dönecek zamanın varsa ve doğru ruh hâlindeysen, bu kenar mahallelerden yürürken orada yaşanan hayatları düşünmek, içinden güldürür insanı. Çünkü Ellesmere Sokağı’nda bir yol nasıldır ki? Sıra sıra parmaklıkları olan bir hapishanedir. Zavallı haftalık beş ya da on pauntlukların başlarında kuyruğunu sallayan bir patron, kâbus gibi bir kadın ve kanlarını vampir gibi emen çocukların karşısında titreyip durdukları bir dizi yarı kenarlı işkence odaları. İşçi sınıfının çektikleriyle ilgili söylenen bir sürü saçmalık var. Bu işçi takımına ben de çok acımıyorum. Siz hiç işten atılma korkusu olan bir amele gördünüz mü? İşçi adam, fiziksel olarak acı çeker ama çalışmadığı sürece özgürdür. Ama şu küçük sıvalı kutuların bazılarında öyle işe yaramaz herifler vardır ki patronunu bir kuyuya fırlatıp üstünü kömürle kapladığı bir rüyayı gördüğü derin bir uykuda değilse asla özgür değildir.
Bizim gibi insanlarla ilgili en temel sorun, dedim kendi kendime, kaybedeceğimiz bir şeylerimizin olduğunu sanmamızdır. Mesela, Ellesmere Sokağı’nda yaşayan her on kişiden dokuzu, oturduğu evi kendine ait sanıyor. Ellesmere Sokağı ve onu çevreleyen tüm mahalle, ana caddeye varana kadar, Neşeli Kredi Binası Derneğinin mülkü olan Hesperides Malikânesi adı verilen devasa bir haracın parçası. Sanırım modern zamanların en akıllıca haraç kesme şekli topluluk kurmak. İtiraf ediyorum, benim hatam sigortacılık, evet bu da bir dolandırıcılık ama en azından kartların açık oynandığı bir dolandırıcılık. Ama topluluk kurmanın güzelliği kurbanların senin onlara bir iyilik yaptığını sanıyor olmaları. Sen onlara tekme atarsın, onlar tekmelediğin ayaklarını yalar. Bazen, Hesperides Malikânesinin, inşaat toplulukları tanrısı adına devasa bir heykelle çevrildiğini hayal ederim. Tuhaf bir tanrı olurdu. Bu arada biseksüel bir tanrı olurdu. Üst gövdesi genel müdür, alt gövde karnı burnunda bir eş. Bir elinde devasa bir anahtar taşırdı -iş yerinin anahtarı tabii ki- ve diğer elinde şu içlerinden hediyeler çıkan Fransız kornosu gibi şeylerden; içinden portatif radyolar, hayat sigortası poliçeleri, takma dişler, aspirin, Fransız harfler ve beton bahçe silindirleri dökülen boynuz biçimli kap olurdu.
Doğrusunu isterseniz Ellesmere Sokağı’nda taksitlerini tamamlasak bile evlerimiz bize ait değildir. Biz mülkiyet sahibi değil, sadece konut sahibiyiz. Beş yüz elli paunt olarak fiyatlandırılırlar, on altı yıllık bir süre içinde ödenebilirler ve eğer peşin olarak satın alabilirseniz, yaklaşık üç seksene mal olur. Bu, Neşeli Kredi için yüzde yetmiş kâr oranını temsil eder ama Neşeli Kredi’nin bundan çok daha fazlasını yaptığını söylemeye gerek yok. Üç seksen, inşaatçının kârını içerir ancak Wilson&Bloom adı altında Neşeli Kredi, evleri kendisi inşa eder ve inşaatçının kârına da göz koyar. Tüm yapmaları gereken malzemenin parasını ödemek. Ancak onlar malzemeden de kâr ederler çünkü sanırım Brookes&Scatterby adı altında tuğlalar, kiremitler, kapılar, pencere çerçeveleri, kum, çimento ve cam satıyorlar. Başka bir takma adla, kendilerine kereste, kapı ve pencere çerçeveleri de sattıklarını öğrensem pek şaşırmam. Ayrıca -ki bu gerçekten önceden tahmin etmiş olabileceğimiz bir şey olsa da yine de keşfettiğimizde hepimizi hayrete düşürdü- Neşeli Kredi her zaman verdiği sözleri tutmaz. Ellesmere Sokağı inşa edildiğinde Platt’in Çayırları olarak bilinen açık bir alan vaadinde bulundular; harika bir şey değil ama çocukların oynaması için iyi. Resmî hiçbir şey yoktu ama Platt’in Çayırlarına hiçbir zaman bir şey inşa edilmeyeceği hep biliniyordu. Ancak Batı Bletchley büyüyen bir mahalleydi, Rothwell’in reçel fabrikası 28 senesinde kuruldu, Anglo-Amerikan Tüm Çelik Bisiklet fabrikası 33 yılında açıldı ve nüfusun artmasıyla birlikte kiralar da zamlanıyordu. Sir Herbert Crum veya Neşeli Kredi’nin büyük başlarından hiçbirini kanlı canlı görmesem de hepsinin ağzının sulandığını hayal edebiliyordum. Aniden inşaatçılar geldi ve Platt’in Çayırlarına binalar dikilmeye başladı. Hesperideslerden bir feryat koptu ve kiracılar savunma derneği kuruldu. Ne fayda! Crum’un avukatları bizi beş dakikada yerle bir etmişti ve Platt’in Çayırlarına binalar inşa edilmişti. Ama Crum’un baronluğunu hak ettiğini bana hissettiren gerçek ince dolandırıcılık, zihinsel olanıdır. Sırf evlerimizin mülkiyetine ve “ülkede bir hisseye” sahip olduğumuz yanılsaması yüzünden Hesperides’de ve tüm bu tür yerlerde biz zavallı ahmaklar, sonsuza kadar Crum’un sadık kölelerine dönüştürülürüz. Hepimiz saygın ev sahipleriyiz. Yani Toriler, evet insanız ama dalkavuk cinsinden. Altın yumurtlayan tavuğu kesmeye sakın kalkışmayın! Ve aslında ev sahibi olmadığımız gerçeği, evlerimizin taksitlerini yarılamış olmamız ve son ödemeyi yapmadan önce korkunç bir şey olabileceğine dair endişemize yenilmiş olmamız etkiyi sadece arttırıyor. Hepimiz satıldık ve dahası, kendi paramızla satın alındık. O zavallı ezilmiş piçlerin her birinin, Belle Vue denen tuğla bebek evine iki katını ödemek için canı çıkıyor, çünkü manzarası yok ve zil çalmıyor, oysa bu zavallı enayilerin her biri, ülkesini Bolşevizm’den kurtarmak için savaşta ölmüş olacaklar.
Walpole Sokağı’ndan dönüp ana caddeye geçtim. 10.14’te Londra treni var. Tam Altıpeni Pazarı’ndan geçiyordum ki sabah yeni jilet almam gerektiğiyle ilgili hatırlatma geldi aklıma. Sabun reyonuna geldiğimde, reyon müdürü ya da işte tam görevi neyse, reyon sorumlusu kıza küfür ediyordu. Genelde sabahın o saatinde Altıpeni Pazarı’nda pek kimseler olmaz. Bazen açılma saatinden hemen sonra gittiğinizde günün geri kalanı için akılları başlarına gelsin diye tüm kızların sıraya girmiş, sabah küfürlerini işittiklerini görürsünüz. Bu büyük zincir mağazaların alay ve taciz gibi özel güçleri olan adamları olduğunu söylüyorlar, her şubeye ara ara gönderilip kızları haşlıyorlar. Reyon müdürü tıknaz, dar omuzlu ve gri bıyıklı küçük bir şeytandı. Belli ki kasadaki açık yüzünden ona saldırmıştı ve üstüne gitmeye devam ediyordu.
“Ne, olamaz! Çünkü sayamadın! Sayamadın mı? Çok sıkıntı olacak bu. Olamaz!”
Gayriihtiyari kızla göz göze geldim. Azar işittiği bir esnada şişman, orta yaşlı, kırmızı suratlı bir herifin ona bakması hoş değildi. Hemen başımı çevirdim ve diğer reyonda perde düğmesi gibi bir şeylerle ilgileniyormuşum gibi yaptım. Adam tekrar gürledi kıza. Helikopter böceği gibi arkasını dönüp giderken aniden vazgeçip, geri dönüp tekrar bağırıyordu.
“Sayamazdın çünkü değil mi? İki kuruş açığımızın olması SENİN umurunda mı? Hiç değil! İki kuruş senin için ne ki? Gidip kasada doğru düzgün sayamaz mıydın? Hayır! Senin rahatından başka hiçbir şey önemli değil. Başkalarını hiç düşünmezsin sen değil mi?”
Bu beş dakika boyunca böyle sürdü ve mağazanın diğer köşesinden bile duyuluyordu. Sürekli gidecekmiş gibi yapıp aniden geri gelip, bir tur daha kızı paylıyordu. Biraz daha uzaklaşınca bir göz attım ikisine. Kız on sekiz yaşlarında, hafif kilolu ve aylak yüzlüydü; zaten para üstünü tam tutturamayacak bir tipi vardı. Soluk pembeye dönmüştü ve kıvranıyordu, gerçekten acıyla kıvranıyordu. Sanki onu kırbaçlıyorlardı. Diğer reyonlardaki kızlar duymuyormuş gibi yapıyorlardı. O çirkin, sert yapılı küçük bir şeytandı; göğsünü dışarı çıkaran ve ellerini smokin kuyruğunun altına koyan horoz gibi bir adam, boyu biraz daha uzun olsa başçavuş olabilecek tiplerden. Bu zorbalık işleri için hep kısa boylu erkekleri seçtiklerini fark ettiniz mi? Daha iyi bağırmak için yüzünü, bıyıklarını falan neredeyse onunkine yapıştırıyordu. Ve kız kıpkırmızı, kıvranıyordu.
Sonunda yeterince konuştuğuna karar verdi ve çeyrek güvertedeki bir amiral gibi bir çalımla gitti, bense tıraş bıçağını ödemek için tezgâha geldim. Adam söylediği her kelimeyi duyduğumu biliyordu, kız da öyle ve ikisi de benim bildiğimi biliyordu. Ama en kötüsü, benim hatırıma, hiçbir şey olmamış gibi davranması gerekiyordu. Öte yandan bir tezgâhtar kız, erkek müşterilere gereken soğukkanlı mesafeli tavrı her şeye rağmen korumalıydı. Bir hizmetçi gibi azarlandığı görüldükten yarım dakika sonra yetişkin genç bir hanımefendi gibi davranmak zorundaydı. Yüzü hâlâ kıpkırmızıydı ve elleri titriyordu. Para üstü isteyince kasadan bozuklukları karıştırmaya başladı. Sonra reyon müdürü küçük şeytan bize döndü, ikimiz de tekrar başlayacak sandık. Kız kırbacı gören bir köpek gibi titredi. Bir yandan göz ucuyla da bana bakıyordu. Azarlandığına şahit olduğum için o şeytan kadar benden de nefret ettiğini görebiliyordum. Tuhaf!
Tıraş bıçağımı aldım. “Neden katlanıyorlar?” diye düşündüm. Sırf korkudan tabii ki. Bir karşılık ver, hemen atılırsın. Her yerde durum aynıdır. Bazen uğradığımız zincir marketlerde bana hizmet eden delikanlıyı düşündüm. Gül gibi yanakları ama kocaman ön kolları ve yirmi kişilik bir yumrusu olan, aslında bir demirci dükkânında çalışması gereken yirmi yaşında bir genç. İşte orada, üstünde beyaz ceketi, kasanın önünde iki büklüm olmuş, ellerini ovuşturuyor; “Evet efendim! Çok doğru efendim! Havalar çok iyi gidiyor efendim! Bugün size nasıl hizmet edebilirim efendim?” Resmen kıçına tekme atmanı istiyor. Müşteri her zaman haklıdır. Yüzünde gördüğünüz şey, onu küstahlıkla suçlayıp işten atılmasına neden olabileceğinize dair ölümcül bir korku. Ayrıca şirketin teftiş için gönderdiği birisi olmadığınızı nereden bilsin? Korku! İçinde yüzüyoruz. Bizim bir parçamız. İşini kaybetmekten korkmayan herkes savaştan, faşizmden, komünizmden veya başka bir şeyden korkuyor. Yahudiler, Hitler’i düşününce terliyor. O dikenli bıyıklı küçük piçin, muhtemelen işi için kızdan daha korkmuş olduğu aklıma geldi. Kesin bir aile desteği var. Ve belki de evinde, arka bahçesinde salatalık yetiştiren, karısının üstüne oturmasına, çocuklarının bıyıklarını yolmasına izin veren bir kılıbığın teki. Aynı şekilde, bir İspanyol Engizisyoncusu veya Rus Ogpusu’ndaki bu üst düzey kişiler hakkında, özel hayatta çok iyi bir adam, kocaların ve babaların en iyisi, uysal kanaryasına adanmış olduklarını illaki okursunuz.
Sabun reyonundaki kız, ben oradan ayrılırken arkamdan bakıyordu. Elinden gelse beni öldürürdü. Gördüklerim yüzünden benden nasıl da nefret ediyordu! Reyon müdüründen nefret ettiğinden çok, benden ediyordu.

3
Havada alçaktan uçan bir bombalama uçağı vardı. Bir iki dakikalığına trene ayak uyduruyor gibiydi. Eskimiş paltolu iki kaba herif, belli ki en düşük türün tüccarlarından, muhtemelen gazete propagandacıları, karşımda oturuyordu. Biri Mail, diğeri de Express okuyordu. Tavırlarından kendilerinden biri olduğumu fark ettiklerini görebiliyordum. Vagonun diğer ucunda iki avukat kâtibi, bir sürü yasal saçmalıktan bahsedip bizlere aslında sürüden ayrı olduklarını kanıtlamaya çalışıyordu.
Geçip giden evlerin ardından bakıyordum. Batı Bletchley’den gelen hat, yol boyu gecekondu mahallelerinden geçiyor; huzur verici, küçük arka bahçelerde kutulara sıkışmış çiçek parçaları, kadınların çamaşırları ve duvara asılı kuş kafeslerinin olduğu düz çatılar. Büyük siyah bombardıman uçağı, havada biraz sallandı ve göremeyeceğim kadar ileriye gitti. Sırtım motora dönük oturuyordum. Pazarlamacı adamlardan biri bir anlığına gözünü o yöne çevirdi. Ne düşündüğünü biliyordum. Bu konuda herkesin düşündüğü şey aynıydı. Bugünlerde böyle düşünmek için usta olmanıza gerek yok. Bir yıl içinde, iki yıl içinde, o şeylerden birini gördüğümüzde ne yapıyor oluruz acaba? Mahzene mi dalarız, çantalarımızı korkudan ıslatır mıyız?
Pazarlamacı herif Mail’i indirdi.
“Templegate’in -yarış atı- galibi öne geçti.” dedi.
Avukat kâtipleri, parasızlık ve karabiber hakkında bazı klişeler zırvalıyordu. Diğer reklamcı, yeleğinin cebinde hissettiği bükülmüş bir sigara çıkardı. Diğer cebini de yokladı ve bana doğru eğildi.
“Ateşin var mı şişko?”
Ceplerimi yokladım çakmak var mı diye. Dikkat ettiyseniz “şişko”, çok ilginç gerçekten. Birkaç dakikalığına bombaları bırakıp bu sabah banyoda incelediğim vücudumu düşünmeye başladım.
Tombul olduğum oldukça doğru hatta üst gövdem tam bir fıçı şeklinde. Ama ilginç olan, bence, sırf biraz tombulsun diye, neredeyse herkes, hiç tanımadığın biri bile dış görüntünle ilgili oldukça aşağılayıcı bir yorum içeren bir takma adla sana seslenmenin normal olabileceğini düşünüyor. Bir adamın kambur olduğunu veya şaşı ya da tavşan dudağı olduğunu varsayalım; ona bunları hatırlatacak bir takma adla seslenir misiniz? Ama şişman bir adam doğal olarak etiketlenir. İnsanların otomatik olarak sırtına tokat attığı ve kaburgalarını yumrukladığı bir tipim ve neredeyse hepsi bunlardan hoşlandığımı sanıyor. Pudley’deki Crown’un -iş için haftada bir kez oradan geçerim- barına, Seafoam Soap çalışanları için seyahat eden ancak Crown’un salon barında aşağı yukarı kalıcı olan, o salak Waters beni kaburgalarımdan dürtüp bu bardaki lanet aptalların asla bıkmadığı şakayı “Burada saf bir Hulk yatıyor, zavallı Tom Bowling!” yapmadan geçmez. Waters’ın eli çok ağır üstelik. Hepsi şişman bir adamın duyguları olmadığını düşünür.
Pazarlamacı herif, dişlerini kurcalamak için kibritimden bir tane daha aldı ve kutuyu bana fırlattı. Tren bir demir köprüden geçti. Aşağıda bir fırıncı minibüsü ve bir dizi çimento yüklü kamyon çarptı gözüme. Düşünüyordum da tuhaf olan, bir bakıma şişman erkekler konusunda haklı olmalarıydı. Şişman bir adamın, özellikle de doğuştan şişman olan bir adamın, yani çocukluktan itibaren, diğer erkekler gibi olmadığı bir gerçek. Hayatını farklı bir düzlemde geçirir bir tür komedi uçağı, yine de fuarlardaki yan gösterilerdeki herifler söz konusu olduğunda kaba güldürü kadar hafif bir komedi değil. Hayatımda hem şişman hem de zayıf biri oldum ve şişmanlığın bakış açınıza neler yaptığını bilirim. Olayları çok fazla ciddiye almanızı engeller. Acaba hayatı boyunca şişman olmuş, yürümeye başladığı andan itibaren Tombik diye çağrılmış biri derin duyguların varlığından haberdar mıdır? Bu tür konularda deneyimi yoktur. Trajik bir sahnede yer alamaz çünkü tombul bir adamın olduğu sahne trajik olamaz, olsa olsa komik olur. Örneğin tombul bir Hamlet düşünsenize! Ya da Romeo rolünü Oliver Hardy’nin oynadığını… Tuhaf bir şekilde, sadece birkaç gün önce Bot’tan çıkardığım bir romanı okurken bunu düşünüyordum. Kitabın ismi Harcanmış Tutku’ydu. Hikâyedeki herif, kız arkadaşının başka bir herifle kaçtığını öğreniyor. Şu romanlarda okuduğunuz türden heriflerden, soluk hassas suratları, koyu saçları ve gizemli gelirleri olur. Hikâye aşağı yukarı şöyleydi:
David odanın içinde bir ileri bir geri gidiyordu, ellerini alnına bastırdı. Haberler onu şaşırtmış gibiydi. Uzun bir süre duyduklarına inanamamıştı. Sheila ona ihanet etmişti! Olamazdı! Aniden farkına vardı ve gerçeği tüm saf dehşetiyle gördü. Bu çok fazlaydı. Ağlama nöbetiyle kendini yere attı.
Neyse işte, hikâye böyle gidiyordu. Ve o anda bile düşünmeye başladım. Al işte. İnsanların, bazı insanların, doğru davranması beklenir. Peki ya benim gibi herifler? Farz et ki Hilda bir hafta sonu biriyle kaçtı, umurumda olacağından değil de hatta hâlâ iş görüyor olması beni memnun bile ederdi ama farz et ki umurumda, ağlama krizine girip kendimi yerlere atar mıydım? Bunu yapmamı bekleyen olur mu? Benimki gibi bir vücutla bunu yapamazsın. Bu düpedüz tiksindirici olurdu.
Tren dümdüz ilerliyordu. Biraz aşağıda boy boy dizili evlerin çatıları görünüyordu bombaların düşeceği küçük kırmızı çatılar, bir güneş ışığı vurmuş, ortalığı aydınlatmıştı. Sürekli bombaları düşünmemiz komik. Tabii ki yakında geleceklerine şüpheniz yoktur. Gazetede yazılan neşelendirici şeylerden bunun ne kadar yakın olduğunu anlayabilirsiniz. Geçen gün News Chronicle’da bugünlerde bombardıman uçaklarının çok hasar veremeyeceği konuşuluyordu. Uçaksavar silahları o kadar iyi hâle gelmiş ki bombardıman uçağı yirmi bin fitte kalmak zorundaymış. Adam, bir uçak yeterince yüksekteyse bombaların yere ulaşmayacağını söylemeye çalışıyor. Ya da daha çok söylemek istediği Woolwich Arsenal’e isabet edemeyecekleri ve sadece Ellesmere Sokağı gibi yerleri vuracaklarıydı.
Ama genel baktığımda şişman olmanın o kadar da kötü olmadığını düşündüm. Tombul adamlarla ilgili meselelerden biri hep popüler olmalarıdır. Tombul bir adamın uyum sağlamayacağı hiçbir ortam yoktur, ister bahisçi isterse din adamı olsun, herkesle anlaşabilir. Kadınlar konusunda insanların düşündüğünden daha şanslı olabilirler. Bazılarının yaptığı gibi bir kadının şişman bir adamı asla ciddiye almayacağını düşünmek saçma. Gerçek şu ki, eğer ona âşık olduğunu inandırabilirse bir kadın, HİÇBİR erkeği hafife almaz.
Lütfen unutmayın, ben hep şişman değildim. Sekiz ya da dokuz senedir kiloluyum ve sanırım çoğu özelliği edindim. Fakat aynı zamanda şöyle bir gerçek de var ki içsel olarak, mental olarak tamamen şişman değilim. Hayır! Beni yanlış anlamayın. Kendimi hassas bir çiçek, gülümseyen yüzün arkasındaki ağrıyan kalp gibi filan göstermeye çalışmıyorum. Böyle bir şey olsaydın, sigorta işine giremezdin. Kabayım, duyarsızım ve çevremle uyum içindeyim. Dünyanın herhangi bir yerinde bir şeyler komisyonla satıldığı ve hayatlar saf pirinçten ve daha ince duyguların eksikliğinden alındığı sürece, benim gibi herifler yolunu bulacaktır. Neredeyse her koşulda hayatta kalabilirim, sadece hayatta kalabilirim ama bir servetim olmaz ve hatta savaşta, ihtilalde, salgın hastalıkta ve kıtlıkta diğer insanlardan daha çok yaşayacak kadar başımın çaresine bakarım. O türden bir insanım ben. Ama aynı zamanda içimde başka bir şey daha var, esas olarak geçmişten kalma bir mahmurluk. Bunu sonra anlatırım. Şişmanım ama içim zayıf.
Her taş bloğunun içinde bir heykel olduğunu söyledikleri gibi, her şişman adamın içinde de zayıf bir adam olduğu hiç aklınıza geldi mi?
Kibritimi ödünç alan adam, Ekspres’in üzerinde dişlerini iyice karıştırıyordu.
“Bacak davası pek ilerlemez gibi görünüyor.” dedi.
“Onu bulabileceklerini hiç sanmıyorum.” dedi diğeri. “Bir çift bacağı tespit edebilir misin? Hepsi aynı şekilde kanıyor, öyle değil mi?”
“Belki sardıkları kâğıttan tespit edilebilir.” dedi ilki.
Aşağıda, evlerin çatılarını görebiliyordunuz, sokaklar üzerinden geçebileceğiniz muazzam bir düzlük gibi görünüyor. Londra’yı hangi yoldan geçersen geç, neredeyse yirmi mil boyunca hiç arası olmayan bitişik evler var. Tanrı’m! Bombacılar geçerken bizi nasıl kaçırsın. Koca bir öküzgözü gibi ortada öylece duruyoruz. Ve muhtemelen bir uyarı verilmeyecek. Çünkü kim bugünlerde savaş olduğunu haber verecek kadar aptal olabilir ki? Ben Hitler olsam bombacılarımı silahsızlanma konferansının tam ortasına gönderirdim. Sessiz bir sabah, memurlar Londra köprüsünden geçiyor, kanaryalar ötüyor ve yaşlı kadın çiçeklerini suluyor; yakınlaştır, vıın ve güm! Evler havaya uçuyor, insanlar kan içinde, kanaryalar cesetlerin üzerinden ötüyor.
Acınası bir durum aslında, diye düşündüm. Yan yana dizilmiş deniz gibi görünen çatı manzarasına baktım. Kilometrelerce sokaklar, balıkçı dükkânları, kalaydan tapınaklar, sinemalar, arka sokaklarda küçük matbaalar, fabrikalar, daire blokları, salyangoz tezgâhları, mandıralar, güç istasyonları; böyle devam ediyordu. Muazzam! Ve sakinliği! Vahşi hayvanların olmadığı büyük, bakir bir alan gibi. Patlayan silah yok, kimse ananas fırlatmıyor, plastik copla kimse kimseyi dövmüyor. Düşünülecek olursa, muhtemelen şu anda İngiltere’de hiç kimse bir yatak odası penceresinden makineli tüfekle ateş etmiyordur.
Peki, bundan beş yıl veya iki yıl veya bir yıl sonra nasıl olur?

4
Evrakları ofise bıraktım. Warner şu ucuz Amerikalı dişçilerden, büyük bir ofis bloğunun ortasında, bir fotoğrafçı ve plastik eşya dükkânının arasında bir danışma odası ya da onun tabiriyle “görüşme odası” var. Randevuma daha vakit vardı ama dişimdeki çürüğü biraz çapalamanın zamanı gelmişti. Bir süt dükkânına girmek aklıma nereden düşmüştü bilmiyorum. Genelde kaçındığım yerlerdendir. Biz haftada beş ila on paunt kazananlar Londra’daki yemek mekânlarından iyi hizmet almıyoruz. Bir öğün için harcayacağınız miktar bir paunt üç kuruşsa, yiyebilecekleriniz, ya Lyons, Ekspres Mandıra, ABC ya da salon barda size sundukları cenaze atıştırmalıklarından biridir; bir bardak acı ve soğuk pasta dilimi, o kadar soğuk ki biradan daha soğuk. Dışarıdaki çocuklar akşam gazetelerinin ilk baskılarını bağırıyorlardı.
Parlak kırmızı tezgâhın arkasında uzun beyaz şapkalı bir kız, bir buz kutusuyla uğraşıyordu ve arkalarda bir yerlerde radyo tiz bir sesle ince ince çalıyordu. İçeri girerken “Buraya ne halt etmeye geliyorum?” diye düşündüm. Bu tarz yerlerin beni aşağı çeken bir atmosferi var. Her şey şık, parlak ve modern; nereye baksanız aynalar, emaye ve krom plakalar. Dekorasyona bir sürü masraf edilmiş ama yiyeceklere değil. Gerçek yiyecek hiç yok. Sadece Amerikan isimleri olan şeylerin listeleri, tadamayacağınız ve varlığına neredeyse inanamayacağınız türden hayalet şeyler. Her şey ya bir kartondan veya bir tenekeden çıkar, bir buzdolabından çıkarılır ya da bir musluktan fışkırır veya bir tüpten sıkılır. Rahatlık yok, mahremiyet yok. Oturmak için uzun tabureler, yemek için bir tür dar çıkıntı, etrafınızda aynalar. Radyonun gürültüsüyle karışmış bir tür propaganda, yiyeceğin önemi yok, konforun önemi yok; pürüzsüzlük, parlaklık ve modernlik dışında hiçbir şeyin önemi yok. Bugünlerde her şey parlak, Hitler’in sizin için sakladığı kurşun bile. Büyük bir kahve ve birkaç sosis sipariş ettim. Uzun beyaz kepli kız istediklerimi önüme fırlattı; bir süs balığına yem verir gibiydi.
Kapının dışında bir gazeteci çocuk “Starnoosstannerd!” diye bağırdı. Dizlerine çarptığı posteri gördüm: BACAKLAR. TAZE KEŞİFLER. Fark ettiyseniz sadece “bacaklar”. Mesele o dereceye indirgenmişti. İki gün önce, bir demir yolunun bekleme odasında kahverengi kâğıt bir paket içinde bir kadının bacaklarını bulmuşlardı ve gazetelerin ardışık baskılarında tüm ulusun bu lanet olası bacaklarla o kadar tutkuyla ilgilenmesi gerekiyordu ki daha fazla tanıtıma ihtiyaçları yoktu. Şu anda haberi yapılan tek bacak onlardı. Dürümümden bir parça alırken bunun çok tuhaf olduğunu düşündüm, bugünlerde katiller pek sıkıcı. Milleti kesip parçalarını sağda solda bırakıyorlar. Eski ev içi zehirlenme dramlarının yanından bile geçemezler; Crippen, Seddon, Bayan Maybrick, gerçek şu ki sizi cehennemde kızartacağına inanmadığınız bir cinayet işlemediğiniz sürece iyi bir katil değilsinizdir.
O anda sosislerimden birini ısırdım ve… Tanrı’m!..
Dürüstçe söylemek gerekirse bu şeyin hoş bir tada sahip olmasını beklemiyordum. Tüm dürümler gibi tatsız tuzsuz olmasını beklerdim. Ama bu, bu oldukça korkunç bir deneyimdi. Dur bir deneyip size anlatayım. Sosisli sandviçin kauçuk bir cildi var ve elbette benim geçici dişler pek uygun değil. Dişlerimi kabuktan geçirmeden önce bir tür testere hareketi yapmam gerekiyor. Ve aniden, pat! O şey, çürük armut gibi ağzımda patladı. Dilimin her tarafına korkunç yumuşak bir şey sızdı. Ama tadı! Bir an inanamadım. Sonra dilimi tekrar yuvarladım ve bir kez daha denedim. BALIK! Balıkla dolu bir sosis, adına frankfurter dedikleri bir şey! Kahvenin tadına bile bakmadan çıktım oradan. Kim bilir onun tadı nasıldı.
Dışarıda gazeteci çocuk Standardı yüzüme doğru havalandırdı ve “Bacaklar! Korkunç ifşaatlar! Tüm kazananlar! Bacaklar! Bacaklar!” diye bağırıyordu. Ağzımdaki şeyi hâlâ dilimde dolandırıyor, nereye tükürebileceğimi düşünüyordum. Almanya’daki her şeyin başka bir şeyden yapıldığı bu gıda fabrikaları hakkında gazetede okuduğum bir şeyi hatırladım. Ersatz diyorlar adına. ONLARIN balıktan sosis ve şüphesiz farklı bir şeyden balık yaptıklarını okuduğumu hatırladım. Bana modern dünyayı ısırdığım ve gerçekte neyden yapıldığını keşfettiğim hissini verdi. Bugünlerde böyleyiz. Her şey şık ve akıcı, her şey başka bir şeyden yapılmış. Selüloit, kauçuk, krom-çelik her yerde. Bütün gece yanan ark lambaları, başınızın üzerinde cam çatılar, hepsi aynı melodiyi çalan radyolar. Bitki örtüsü kalmadı, her şey çimentodan, üstünde meyve olmayan meyve ağaçlarının altında otlayan sahte kaplumbağalar. Ama pirinç çivilere indiğinizde ve dişleriniz sert bir şeye dokunduğunda, örneğin bir sosise, elde ettiğiniz şey budur. Kauçuk deri içinde çürük balık. Ağzınızın içinde patlayan pislik bombaları.
Yeni dişlerim takılınca çok daha iyi hissettim. Diş etlerimin üzerine güzel ve pürüzsüz bir şekilde oturdular. Takma dişlerin sizi daha genç hissettirdiğini söylemek çok saçma gelse de bunu yaptıkları bir gerçek. Bir vitrinde kendime gülümsemeyi denedim. Fena değillerdi. Her ne kadar ucuz olsa da Warner aslında bir sanatçı sayılır ve sizi diş macunu reklamındaki adamlar gibi göstermeyi amaçlamıyor. Sahte dişlerle dolu kocaman dolapları var, bir kere bana hepsini gösterdi, hepsi boy ve renklerine göre ayrılmış ve onları kolyeye boncuk seçer gibi seçiyor. On kişiden dokuzu doğalını seçeceğine benim dişlerimi alırdı.
Geçtiğim diğer pencerelerden birinde kendimi gördüm yine, aslında o kadar da kötü bir fiziğim yok. Hafif kilolu, kabul ama abartılacak bir şey yok, terzilerin “balıketli” diye tabir ettiklerinden, üstelik bazı kadınlar kırmızı yanaklı erkeklerden hoşlanıyor. Yaşlı kurtta hâlâ iş var, diye düşündüm. On yedi papelimi hatırladım ve bu parayı kesinlikle bir kadınla yemeye karar verdim. Barlar kapanmadan sadece dişleri vaftiz etmek için bir bardak içmek gerekiyordu. On yedi papel bana kendimi zengin hissettirmişti, bu yüzden hemen bir tütüncünün önünde durdum ve kendime hep almak istediğim o altı penilik purodan aldım. Sekiz inç uzunluğunda ve hepsi garantili saf Havana yaprağı.
Bardan çıktığımda kendimi oldukça farklı hissediyordum.
Birkaç bardak içmiştim, beni içten ısıtmışlardı ve yeni dişlerimin etrafından sızan puro dumanı bana taze, temiz, huzurlu bir his veriyordu. Birdenbire kendimi biraz düşünceli ve felsefi hissettim. Kısmen yapacak işim olmadığı içindi. Zihnim o sabah erken saatlerde bombardıman uçağının trenin üzerinden uçarken düşündüğüm savaş düşüncelerine geri döndü. Bir tür kehanet havasında hissettim, dünyanın sonunu öngördüğünüz ve keyfini çıkardığınız ruh hâli.
Sahil boyunca batıya doğru yürüdüm, hava soğuktu ama puromun tadını almak istiyordum, hiç acele etmedim. Her zamanki olağan kalabalık kaldırımda akıyordu, hepsinin yüzünde Londra sokaklarında görmeye alışık olduğumuz o sabit ifade vardı, öte yandan arabaların arasından geçen büyük kırmızı otobüsler, kükreyen motorlar ve kornaların çalındığı olağan trafik sıkışıklığı. Ölüleri bile uyandırmaya yetecek bir gürültü ama bu gruba kâr etmez, diye düşündüm. Uyurgezer bir şehirde uyanık tek kişi benmişim gibi hissettim. Elbette bu bir yanılsama. Bir yığın kalabalığının içinden geçtiğinizde, bunların hepsinin balmumu işi olduğunu düşünmemek imkânsızdır ama muhtemelen onlar da sizin için aynı şeyi düşünüyorlardır. Bugünlerde içime doğmaya devam eden bu kâhince duygu, savaşın yaklaştığı ve savaşın her şeyin sonu olacağı duygusu bana özgü değil. Aşağı yukarı hepimizde var. O anda yanımdan geçen insanlardan bazıları bile muhakkak patlayan patlayıcılar ve sıçrayan çamurlar hayal ediyordur. Her ne düşünürseniz düşünün, aynı şeyi düşünen bir milyon insan daha vardır. Bense sanki hepimiz yanan güvertedeymişiz de benden başka kimse bilmiyor gibi hissediyordum. Geçip giden aptallaşmış yüzlere baktım, Şükran günü yaklaşırken başına geleceklerden habersiz hindiler gibiydi hepsi. Sanki gözlerimle röntgen çekiyordum ve yürüyen iskeletleri görebiliyordum.
Birkaç yıl ilerisini düşündüm. Savaş başladıktan beş yıl ya da üç yıl sonra -1941 için rezerve edildiğini söylüyorlar- bu caddeyi hayal ettim.
Hayır, her yer paramparça olmuş değildi. Sadece biraz değiştirilmiş, biraz yontulmuş ve kirli görünümlüydü, vitrinler neredeyse boş ve içlerini göremeyeceğiniz kadar tozluydu. Yan sokağın aşağısında muazzam bir bomba krateri ve yanmış bir bina bloğu, içi boş bir diş gibi görünüyor. Termit. Tuhaf bir şekilde sessiz ve herkes çok cılız. Caddede yürüyen bir grup asker. Hepsi çöp gibi zayıf, botları sürükleniyor. Çavuşun tirbuşon bıyıkları var ve dimdik duruyor ama o da zayıf ve boğazı yırtılacakmış gibi öksürüyor. Öksürükleri arasında eski geçit töreni tarzında onlara haykırmaya çalışıyor. “Olmaz o zaman, Jones! Kaldır başını! Yere bakıp ne duruyorsun? O sevimsiz adamlar yıllar önce toplanmıştı.” Aniden bir öksürük geliyor, durdurmaya çalışıyor ama durduramıyor, öksürüğü iyice artıyor ve neredeyse ciğerleri sökülecekmiş gibi oluyor. Suratı kırmızıdan mora dönüyor, gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor.
Hava saldırısı sirenlerinin çaldığını ve yüksek sesli hoparlörlerin şanlı birliklerimizin yüz bin esir aldığının ilan edişini duyabiliyorum. Birmingham’da en üst katta, arkalarda biraz ekmek için inleyen beş yaşında bir çocuk görüyorum. Anne aniden dayanamayıp “Kes sesini küçük piç!” diye bağırıyor ve başlıyor çocuğa kötek atmaya… Çünkü bir parça ekmek bile yoktur ve olmayacaktır. Hepsini görüyorum; posterler, yemek sıraları, Hint yağı, kauçuk coplar ve yatak odası pencerelerinden fışkıran makineli tüfekler.
Peki, olacak mı? Bilen yok. Bazı günler inanmak imkânsız. Bazı günler gazetelerin abartması diyorum kendi kendime. Bazense bundan kaçışımızın olmadığını en derinlerden hissediyorum.
Charing Cross yakınlarına indiğimde çocuklar akşam gazetelerinin sonraki baskısını bağırıyorlardı. Cinayetle ilgili birkaç saçma sapan şey daha vardı: BACAKLAR. ÜNLÜ CERRAHIN AÇIKLAMASI. Sonra bir başlık daha dikkatimi çekti: KRAL ZOG’UN DÜĞÜNÜ ERTELENDİ. Kral Zog, ne isim ama! Bir adamın böyle bir ismi varsa kesin bir siyahidir.
Fakat tam da o anda tuhaf bir şey oldu. Sanırım o ismi o gün birkaç defa gördüğüm için trafikteki bir sesle ya da at gübresi kokusu gibi bir şeylerle karışmıştı ve King Zog’un adı bende bazı hatıraları canlandırdı.
Geçmiş ilginç bir şeydir, hep seninledir. Sanırım on yıl veya yirmi yıl önce olanları düşünmeden geçirilen bir saat bile yoktur. Fakat çoğu zaman hiçbir gerçekliği yoktur, sadece bir tarih kitabından öğrenir gibi öğrendiğin bir dizi bilgidir hepsi. Sonra tesadüfi bir görüntü veya bir ses veya bir koku, özellikle koku, sizi harekete geçirir ve geçmiş sadece size geri gelmez, artık tamamen geçmişin içindesinizdir. Şu an da tam böyleydi.
Aşağı Binfield’deki bölge kilisesine, otuz sekiz yıl öncesine geri döndüm. Dışarıdan, sanırım hâlâ Strand Caddesi’nden yürüyen sahte dişleri ve melon şapkası olan şişman bir kırk beşliktim ama içimden Aşağı Binfieldli mısır ve tohum tüccarı Samuel Bowling’in oğlu yedi yaşındaki Georgie Bowling’dim. Pazar sabahıydı ve kilisenin kokusunu alabiliyordum. Nasıl alabiliyordum ki bu kokuyu! Kiliselerin kendine özgü, o nemli, tozlu, çürük ve tatlımsı kokusunu bilirsiniz. İçinde bir miktar mum yağı ve belki bir tütsü kokusu ve bir fare şüphesi, pazar sabahları biraz sarı sabun ve yünlü elbiseler eşlik ediyor ama ağırlıklı olarak o tatlı, tozlu, küf kokusu, ölümle hayatın birbirine karıştığı o koku var. Bu aslında pudralı cesetlerin kokusu.
O zamanlar boyum 1.20’lerde, öndeki sırayı görebilmek için tabure üzerinde duruyorum ve annemin siyah elbisesini elimin altında hissedebiliyorum. Dizlerime kadar çekilmiş çoraplarımı da hissediyorum, o zamanlar öyle giyerdik ve pazar sabahları yakama taktıkları Eton yakalığın kenarını görebiliyorum. Orgun hırıltılı soluğu ve ilahiyle feryat eden iki muazzam ses duyuyorum. Bizim kilisede ilahi söyleme işine önderlik eden iki adam vardı hatta işin en büyük kısmını onlar üstlenmişti, o kadar ki diğerlerinin sesi duyulmuyordu bile. Biri balıkçı Shooter’dı, diğeri ise doğramacı ve cenazeci yaşlı Wetherall’dı. Minbere en yakın sıralarda, nefin her iki yanında karşılıklı otururlardı. Shooter, pespembe ve pürüzsüz bir yüzü, büyük bir burnu, sarkık bıyığı ve ağzının altına düşmüş bir çenesi olan kısa boylu bir adamdı. Wetherall oldukça farklıydı. Yaklaşık altmış yaşlarında, büyük, sıska, güçlü ve yaşlı bir şeytandı. Bir ölünün başı gibi bir yüzü ve başının her tarafından fırlayan yarım inç uzunluğunda sert gri saçları vardı. Hiç, bu kadar canlı olduğu hâlde iskelete benzeyen bir adam görmedim. Kafatasının her çizgisini yüzünde görebiliyordunuz, cildi parşömen gibiydi ve sarı dişlerle dolu büyük fener çenesi tıpkı anatomik bir müzedeki iskeletlerin çeneleri gibi aşağı yukarı hareket ediyordu. Yine de tüm zayıflığıyla demir kadar güçlü görünüyordu, sanki yüz yaşına kadar yaşayacak ve ölmeden o kilisedeki herkes için tabutlar yapacakmış gibiydi. Bu ikisinin sesleri de birbirinden bayağı farklıydı. Shooter’ın çaresiz, ızdırap içindeymiş gibi bir feryadı vardı, sanki birisi boğazına bıçak dayamıştı da o da yardım için son kalan nefesiyle haykırıyordu. Ancak Wetherall’ın, sanki yerin altında bir ileri bir geri yuvarlanan devasa variller gibi, içinde derinlerde meydana gelen muazzam, çalkantılı, gürleyen bir sesi vardı. Dışarıya ne kadar ses çıkarırsa çıkarsın, her zaman yedekte daha fazlası olduğunu biliyordun. Çocuklar ona Gümbürdeyen Göbek lakabını takmışlardı.
Koroda, özellikle ilahiler söylenirken karşılıklı bir tür atışma ortaya çıkardı. Son söz hep Wetheral’ın olurdu. Sanırım özel hayatlarında gerçekten arkadaştılar ama çocuk aklımla bu ikisinin ölümüne düşman olduklarını ve bağırarak birbirlerini alt etmeye çalıştıklarını düşünürdüm. Shooter, “Tanrı benim çobanımdır.” diye kükrer ve ardından Wetherall, “Bu yüzden herhangi bir şeyden yoksun olabilir miyim?” diyerek onu tamamen boğardı. Her zaman hangisinin hükmeden olduğu belli olurdu. Özellikle Amoritlerin Sihon Kralı ve Başan Kralı Ogla -Kral Zog’un isminin bana hatırlattığı şey buydu-ilgili ilahileri dört gözle bekliyordum. Shooter, “Sihon Kralı Amoritlerin Kralı” ile başlardı, sonra belki yarım saniye boyunca topluluğun geri kalanının “ve”yi söylediğini duyabilirdiniz ve sonra Wetherall’ın muazzam bas sesi bir gelgit dalgası gibi gelir ve herkesi “Bashan Kralı Og” ile yutardı. Keşke o “Og” kelimesini okuduğu muazzam, gürleyen, yer altı fıçı sesini duymanızı sağlayabilsem. Hatta “ve”nin sonunu yutardı, böylece çok küçük bir çocukken onun Bashan Kralı Dog olduğunu düşünürdüm. Ama daha sonra isimleri doğru anladığımda, zihnimde Sihon ve Og’un resmini oluşturdum. Onları ucuz ansiklopedilerde resimlerini gördüğüm büyük Mısır heykellerinden bir çift olarak hayal ederdim; ellerini dizlerinin üstüne koymuş yüzlerini birbirlerine dönmüş, gizemli bir gülümsemeyle, birbiri karşısında tahtlarında oturan devasa taş heykeller.
Nasıl geri geldi bu düşünce ve görüntüler! Bizim eskiden “Kilise” dediğimiz bu tuhaf duygu, sadece bir duyguydu, onu bir aktivite olarak tanımlayamazsınız. Tatlı ceset kokusu, pazar kıyafetlerinin hışırtısı, orgun hırıltısı ve kükreyen sesler, penceredeki delikten yavaşça nefte süzülen ışık süzmesi. Bir şekilde yetişkinler, bu olağanüstü performansın gerekli olduğunu anlayabilirlerdi. Tıpkı o günlerde büyük dozlarda aldığınız İncil’i hafife alır gibi, bunu da hafife alıyordunuz. Her duvarda metinler vardı ve Yaratılış Hikâyesi’nin tüm bölümlerini ezbere bilirdiniz. Şimdi bile kafam İncil’den parçalarla dolu. Ve İsrailoğulları, Rabb’in gözünde yine kötülük yapmıştı. Ve Asher hâlâ kuyuda. Onları Dan’den Beersheba’ya gelene kadar takip ettim. Ölsün diye beşinci kaburga kemiğinin altına vurun. Hiç anlamazsın, anlamak istemez ve uğraşmazsın da bir tür ilaçtı bu, tadı kötü bir şey ama yutman gerekli biliyorsun. Shimei veya Nebuchadnezzar, Ahithophel ve Hashbadada gibi isimlere sahip kişiler hakkında olağan dışı deli saçması şeyler; uzun sert giysili ve Asur sakallı insanlar, tapınaklar ve sedir ağaçları arasında deve üzerinde aşağı yukarı geziyor ve yanmış kurbanları feda etmek, ateşli fırınlarda dolaşmak, haçlara çakılmak, balinalar tarafından yutulmak gibi olağanüstü şeyler yapıyorlar. Sonra hepsi tatlı mezarlık kokusu, çavuş elbiseleri ve orgun hırıltısına karışır.
İşte Zog Kralı’yla ilgili başlığın beni götürdüğü dünya böyle bir yerdi. Bir an sadece hatırlamakla kalmadım, âdeta oraya GİTTİM. Bu tür etkiler elbette birkaç saniyeden fazla sürmez. Bir an sonra gözlerimi dünyaya yeniden açmış gibiydim, yine kırk beş yaşındaydım ve Strand’da trafik sıkışıklığı vardı. Ancak geride bir tür artçı etki bırakmıştı. Bazen bir düşünce zincirinden çıktığınızda okyanusun derinliklerinden yüzeye çıkıyormuşsunuz gibi hissedersiniz ama bu sefer tam tersiydi, sanki gerçek havayı o an değil de 1900’de soluyormuşum gibiydi. Şimdi bile gözlerim açık, tabiri caizse bir ileri bir geri koşuşturan tüm o kanlı aptallar ve posterler, benzin kokusu ve motorların kükremesi, bana otuz sekiz yıl önce Aşağı Binfield’deki pazar sabahından daha az gerçek görünüyordu.
Puromu attım ve yavaşça yürümeye devam ettim. Hâlâ o ceset kokusunu alabiliyordum. Bir anlamda kokuyu şimdi de alabiliyorum. Aşağı Binfield’e geri döndüm ve yıl 1900. Pazar yerinde hamalın atı, at oluğunun yanında geviş getiriyor. Köşedeki tatlıcı dükkânında Wheeler Anne yarım penilik Rum tatlısı tartıyor. Arkasında dikenli pantolonunun içinde, kollarını kavuşturmuş oturan kaplanıyla Lady Rampling’in at arabası geçiyor. Ezekiel amca, Joe Chamberlain’e küfrediyor. Çavuş kırmızı ceketi, dar mavi tulumu ve başında asker kepiyle bıyığını bir aşağı bir yukarı kıvırıyor. Sarhoşlar George’un arkasındaki bahçede kusuyor. Vicky Windsor’da, Tanrı cennette, Mesih çarmıhta, Yunus balinada, Shadrach, Meshach ve Abednego ateşli fırında ve Amoritlerin Kralı Sihon ve Bashan Kralı Og, tahtlarında oturmuş birbirlerine bakıyorlar. Tam olarak hiçbir şey yapmadan sadece var oluyorlar, bir çift itfaiye köpeği ya da Aslan ve Tek Boynuzlu At gibi belirlenmiş yerlerini koruyorlar.
Sonsuza kadar yok oldu mu? Emin değilim. Ama güzel bir dünyaydı ve ben oraya aitim. Sen de öyle.

İKİNCİ BÖLÜM

1
Kral Zog’un adını gördüğümde bir an hatırladığım dünya şu anda yaşadığım dünyadan o kadar farklıydı ki benim ona ait olduğuma inanmakta biraz zorluk çekebilirsiniz.
Sanırım bu zamana kadar zihninizde benimle ilgili bir resim oluştu; takma dişleri ve kırmızı suratı olan şişman, orta yaşlı bir adam ve bilinçaltınızda benim beşikte bile böyle olduğumu hayal ediyorsunuz. Ancak kırk beş yıl çok uzun bir süre ve bazı insanlar değişip gelişmese de bazıları gelişir ve değişir. Çok değiştim ben, inişlerim ve çıkışlarım oldu ama daha çok çıkışlarım oldu. İlginç gelebilir ama babam beni şu an görebilseydi benimle gurur duyardı. Oğullarından birinin motorlu bir arabaya sahip olup tuvaleti olan bir evde oturmasının harika bir şey olduğunu düşünürdü. Şimdi bile başladığım noktanın biraz üstündeyim ve savaştan önceki o eski günlerde asla hayal edemeyeceğim seviyelere ulaştım.
Savaştan önce! Bunu daha ne kadar söyleyeceğiz, merak ediyorum? Cevap ne zaman “hangi savaş” olacak? Benim durumumda insanların “savaştan önce” dedikleri zaman düşündükleri periler ülkesi Boer Savaşı’ndan önce olabilir. 93 yılında doğmuşum ve Boer Savaşı’nın başlangıcını hatırlayabiliyorum çünkü Peder ve Ezekiel amcanın konuyla ilgili en ön sırada yaptıkları kavgayı duymuştum. Ondan bir yıl öncesine denk gelen başka hatıralarım da oldu.
Hatırladığım ilk şey korunga samanının kokusu. Mutfaktan dükkâna giden taş geçide çıkardınız ve korunga kokusu, yol boyunca gittikçe güçlenirdi. Annem, Joe ve benim -Joe benim ağabeyimdi- dükkâna girmemizi önlemek için kapıya ahşap bir çit yerleştirmişti. Hâlâ orada parmaklıkları tutarak durduğumu ve korunganın kokusunun geçide ait nemli alçı kokusuna karıştığını hatırlıyorum. Yıllar sonra kimse yokken bir şekilde kapıyı kırıp dükkâna girmeyi başarmıştım. Aniden yemek depolarından birine giden bir fare yere düşüp ayaklarımın arasından koşmuştu. Una bulanmış ve oldukça beyazdı. Bu, ben yaklaşık altı yaşımdayken olmuş olmalı.
Çok gençken, uzun süre burnunuzun dibinde olan şeyleri aniden fark edersiniz. Sizinle ilgili olan şeyler, uykudan uyanır gibi birer birer aklınıza gelir. Örneğin bir köpeğimiz olduğunu aniden fark ettiğimde ancak dört yaşındaydım. İsmi Nailer olan köpek, eski bir beyaz İngiliz teriyeriydi. Onunla mutfak masasının altında tanıştık ve her ne kadar bize ait olduğunu ve isminin Nailer olduğunu o an öğrenmiş olsam da bir şekilde kaynaşmış gibiydik. Aynı şekilde, biraz önce, geçidin sonundaki kapının ötesinde korunga kokusunun geldiği bir yer olduğunu keşfettim. Aynı zamanda dükkânın kendisi, kocaman teraziler ve tahta ölçüler, teneke kürek ve penceredeki beyaz harfler, kafesindeki şakrak kuşu. Çoğu zaman karşıdan bakıldığında bile çok iyi göremezdiniz çünkü pencere hep tozluydu ama bütün bunlar, tıpkı bir yapbozun parçaları gibi teker teker aklımda yerine oturdu.
Zaman geçiyor ve gittikçe güçleniyorsun ve yavaş yavaş coğrafyayı da anlamaya başlıyorsun. Sanırım Aşağı Binfield, yaklaşık iki bin nüfuslu herhangi bir pazar kasabasıydı. Oxfordshire’daydı -fark ettiyseniz bu bölgeler hâlâ var ama ben geçmiş zaman gibi bahsediyorum onlardan- Thames’den yaklaşık beş mil ötede. Küçük bir vadiye uzanıyordu, kendisi ile Thames Nehri arasında alçak bir tepe dalgası ve arkasında yüksek tepeler vardı. Tepelerin üzerinde, aralarında sütunlu büyük beyaz bir ev görebileceğiniz, loş mavi kütlelerden oluşan ormanlar vardı. Burası Binfield Evi’ydi -herkes “salon” diyordu- ve dağın tepesi Yukarı Binfield olarak biliniyordu ancak orada köy yoktu ve yüzyıldan fazla süredir bulunmamıştı. Binfield Evi’nin varlığını fark ettiğimde neredeyse yedi yaşımdaydım. Çok küçükken çok uzak mesafelere bakmazsınız. Ama o zamana kadar, ortada pazar yeri ile kabaca bir haç şeklindeki şehrin her karışını biliyordum. Bizim dükkân pazar yerine varmadan biraz önce ana caddedeydi ve köşede yarım peniye bir tatlı alabileceğiniz Bayan Wheeler’ın tatlıcı dükkânı vardı. Wheeler Anne pasaklı ve yaşlı bir cadıydı, asla kanıtlanamamış olsa da boğanın gözlerini emip onları şişeye geri koyduğu söylenirdi. Daha ileride Abdulla sigaraları reklamının olduğu berber dükkânı vardı, üzerinde Mısırlı askerler var ve hâlâ aynı reklamı kullanıyorlar. Her yerde tütün ve defne içkisinin zengin kokusu. Evlerin arkasında bira fabrikasının bacalarını görebiliyordunuz.
Savaştan önce, özellikle Boer savaşından önce, tüm yıl mevsim yazdı. Bunun bir yanılsama olduğunun farkındayım. Sadece olayların benim hafızamda nasıl kaldığını size göstermeye çalışıyorum. Herhangi bir zamanda gözlerimi kapatıp, diyelim sekiz yaşımdan önce, Aşağı Binfield’i düşünsem orayı her zaman yaz havasında hatırlarım. Ya akşam yemeğinde pazar yeri, her şeyin üzerinde bir tür uykulu tozlu sessizlik, hamalın atının burnu çantasında mırıldanarak uzaklaşıyor ya da şehrin etrafındaki büyük yeşil sulu çayırlarda sıcak bir öğleden sonra ya da tarlaların arkasındaki alaca karanlığı, çitlerin arasında pipo tütünü ve gece stoklarının kokusunu hatırlıyorum. Ama bir bakıma farklı mevsimleri hatırlıyorum çünkü tüm anılarım yılın farklı zamanlarında değişen yiyeceklerle bağlantılı. Özellikle eskiden çitlerde bulduğunuz şeyler. Temmuzda böğürtlen vardı ama çok nadir bulunurlardı ve yaban mersinleri yenilecek kadar kızarmış olurdu. Eylülde yaban eriği ve fındık vardı. En iyi fındık ağacın en tepesindeydi. Daha sonra kayın fıstığı ve yaban elması vardı. Sonra yiyecek daha bir şey bulamadığın için yediğin bazı önemsiz yiyecekler vardı. Pekiyi olmasalar da alıç vardı ve tüylerini temizlerseniz güzel, keskin bir tadı olan kuşburnu. Melek otu yazın başında iyi olur, özellikle susadıysanız, bazı başka otların gövdeleri de öyle. Sonra bir de kuzukulağı var, ekmek ve tereyağıyla yemesi güzel oluyor, ceviz vardı ve ekşi bir tadı olan yonca. Evden çok uzaktaysan ve çok açsan muz tohumları bile hiç yoktan iyidir.
Joe benden iki yaş büyüktü. Çok küçükken annem, öğleden sonraları bizi yürüyüşe çıkarması için Katie Simmons’a haftada on sekiz sent ödüyordu. Katie’nin babası bir bira fabrikasında çalışıyordu ve on dört çocuğu vardı, bu yüzden aile her zaman acayip işlerde çalışıyorlardı. Joe yedi yaşındayken o sadece on ikiydi, bense beş yaşındaydım ve zekâ seviyesi bizimkinden çok da farklı değildi. Beni kolumdan tutar “Bebeğim!” derdi, bizim üzerimizde köpek arabaları tarafından ezilmemizi ya da boğalar tarafından kovalanmamızı engelleyecek kadar yetkiye sahipti ama konuşma becerilerine gelince eşit şartlardaydık. Şeritten aşağı, tahsisleri geçer, Roper’ın Mera’sı karşısından, içinde koltuklar ve minik sazanların olduğu bir göleti olan -Benle Joe biraz daha büyüdükten sonra buraya balık tutmaya giderdik- Mill Çiftliği’nden aşağıya, şehrin kenarındaki şekerleme dükkânını geçip Yukarı Binfield yolundan dönerek uzun, peş peşe yürüyüşler yapardık, tabii her seferinde yol boyunca bir şeyler toplayıp yerdik. Bu dükkân o kadar kötü bir konumdaydı ki onu alan herkes iflas etmişti ve benim bildiğim kadarıyla üç kez bir şekerci dükkânı, bir zamanlar bir bakkal ve bir de bisiklet tamircisi idi ama çocuklar için tuhaf bir cazibesi vardı. Paramız olmadığında bile burnumuzu cama yapıştırmak için o tarafa giderdik. Katie tatlısını asla paylaşmazdı. O günlerde çeyrek peniye bir şeyler satın alabilirdiniz. Şekerlerin çoğu bir kuruşta dört onstu ve hatta Cennet Karışımı denen bazı şeyler vardı, çoğu diğer şişelerden kırılmış şekerlemelerdi ki bu altı kuruştu. Sonra bir metre uzunluğunda olan ve yarım saat içinde bitirilemeyen Çeyrek Peni Sonzuluğu vardı. Şeker fareleri ve şeker domuzları sekiz kuruştu, meyan kökü tabancaları da öyle, büyük bir torba patlamış mısır yarım peniydi ve birkaç farklı türde şeker, bir altın yüzük ve bazen bir düdük içeren bir ödül paketi bir kuruştu. Bugünlerde o ödül paketlerinden yok artık. O zamanlar yediğimiz şekerlemelerin çoğu tedavülden kalktı. Üzerine sloganlar basılmış bir tür yassı beyaz tatlı vardı ve ayrıca oval bir kibrit kutusu içinde küçük bir teneke kaşıkla yenen, yarım kuruşa mal olan bir tür yapışkan pembe bir şey vardı. Bunların hepsi yok oldu. Caraway Comfits, çikolata pipoları ve şeker kibritleri ve hatta neredeyse hiç görmediğiniz Yüzlerce ve Binlerce de öyle. Yüzlerce ve Binlerce, sadece bir çeyrek peniniz varsa harika bir kurtarıcıydı. Peki ya Penny Canavarı? Bugünlerde bir Penny Canavarı görebilen var mı? Bu bir kuruşa alabileceğiniz koca bir şişe gazlı limonataydı ve savaşın çoktan öldürdüğü şeylerden biriydi.
Geriye baktığımda her zaman yaz gibiydi. Çevremde kendim kadar uzun otları ve topraktan gelen sıcaklığı hissedebiliyorum. Şeritteki toz ve ela dallarından gelen ılık yeşil ışığı da… Üçümüzü yolda giderken çalılardan bir şeyler koparıp yediğimizi görebiliyorum, Katie bir yandan kolumdan çekiştirip “Gelsene Bebeğim!” diyor ve arada Joe’ya sesleniyor: “Joe! Hemen buraya gel! Görürsün sen!” Joe kocaman bir kafası ve çok büyük baldırları olan iri yarı, her zaman tehlikeli şeyler yapan çocuklardandı. Yedi yaşında kısa pantolonlar giymeye başlamıştı bile, dizlerinin üzerine çekilen kalın siyah çoraplar ve o günlerde erkeklerin giymek zorunda kaldıkları büyük topak çizmeleri de vardı. Bense hâlâ fraklar içindeydim, annemin benim için yaptığı bir tür Felemenk önlüğü. Katie, büyük abladan kız kardeşe kalan bir yetişkin elbisesinin korkunç bir parodisini giyerdi. Arkasından atkuyrukları sarkan gülünç, büyük bir şapkası, yerde sürüklenen uzun, sürüklenmiş bir eteği ve düğmeli, topuklu botları vardı. Minicik bir kızdı, Joe’dan birazcık daha uzun ama çocuklara bakacak kadar büyük. Öyle bir ailede bir çocuk, sütten kesilir kesilmez diğer çocuklara “bakmaya” başlar. Bazen yetişkin bir kadın gibi olmaya çalışırdı ve sözünü bir atasözüyle kesmek gibi bir yolu vardı ki bu ona göre cevaplanamaz bir şeydi. “Umurumda değil.” desen, hemen cevap verirdi:
“Umursama umursamak için yapıldı,
Umursama önce asıldı,
Sonra bir tencereye kondu
Ve bitene kadar kaynatıldı.”
Ya da ona kötü bir söz söylediğinizde, “Kötü söz sahibinindir.” ya da kendinizi bir şey sandığınızda, “Fazla gurur insanın gözünü kör eder.” derdi. Bir gün, bir asker gibi davranıyor ve kasılarak yürüyordum ki bir goblenin içine düştüm, böylece söylediği benim de başıma gelmiş oldu. Ailesi, bira fabrikasının arkasındaki gecekondu mahallesinde bir yerde, küçük pis bir fare deliğinde yaşıyordu. İçerisi çocuk kaynıyordu. Bütün aile, o günlerde yapılması oldukça kolay olan okula gitmekten kaçınmayı başarmıştı ve yürümeyi öğrenmeye başladıkları andan itibaren ayak işleri ve daha başka bir sürü garip işler yapmaya başlamışlardı. Ağabeylerden biri, bir cep saati çalmaktan bir ay tutuklandı. Bir yıl sonra Joe sekiz yaşına gelip artık bir kızın baş edemeyeceği kadar hırçın olmaya başlayınca kızcağız bizi yürüyüşlere götürmeyi bıraktı. Bizimki Katie’nin evinde beş kişinin bir yatakta yattığını öğrenmiş ve bu konuyla ilgili onu deli edene kadar alay etmişti.
Zavallı Katie! İlk çocuk sahibi olduğunda on beş yaşındaydı. Kimse bebeğin babasının kim olduğunu bilmiyordu ve muhtemelen Katie kendisi de pek emin değildi. Çoğu bebeğin kardeşlerinden birinden olduğuna inanıyordu. Islahevi çalışanları bebeği aldı ve Katie Walton’da hizmete girdi. Bir süre sonra bir tamirciyle evlendi ki bu onun ailesinin standardının bile altındaydı. Onu en son 1913’te gördüm. Walton’da bisikletle dolaşıyordum ve demir yolu hattının yanındaki etrafı fıçı tahtası çitlerle çevrili, yılın bazı dönemlerinde polisten kaytaran Çingenelerin kamp yaptığı o korkunç tahta kulübelerden geçtim. Saçları birbirine karışmış, soluk yüzlü ve en az elli yaşlarında yaşlı, çirkin, buruşuk bir kadın kulübelerden birinden çıktı ve bir bez paspası silkelemeye başladı. Bu, en fazla yirmi yedi yaşlarında olması gereken Katie’di.

2
Perşembe günleri pazar kurulurdu. Kabak gibi yuvarlak kırmızı yüzleri ve kirli önlükleriyle, ellerinde uzun sopaları ve kuru inek gübresi ile kaplı kocaman çizmeleriyle kasabadan gelen adamlar sabahın erken saatlerinde hayvanlarını pazara sürerlerdi. Saatler süren korkunç bir gürültü olurdu: Havlayan köpekler, ciyaklayan domuzlar, kırbaçlarını kırıp küfür ederek ezilmekten kurtulmak isteyen esnaf minibüslerindeki çocuklar ve bağıran öküzlere sopalar fırlatan birileri… En büyük gürültü, pazara bir boğa getirilince olurdu. O yaşta bile aslında boğaların sadece huzur içinde ahırlarına gitmek isteyen zararsız, kurallara uyan hayvanlar olduğunu fark etmiştim ama bir boğa kasabanın yarısı tarafından kovalanmadığı sürece gerçek bir boğa sayılmıyordu. Bazen dehşete düşmüş bir hayvan, genellikle tam büyümemiş bir düve gevşerdi, herifler hemen bir ara sokakta hücum ederdi, sonra yolun ortasında bir tanesi durur, bir yel değirmeninin yelkenleri gibi kollarını geriye doğru sallar, “Huu! Huu!” diye bağırırdı. Bu hareket, güya hayvan üzerinde bir tür hipnotik etki bırakacaktı ancak kesinlikle onları korkutuyordu.
Sabahın ilerleyen saatlerinde bazı çiftçiler dükkâna gelir, tohumları parmaklarıyla incelerdi. Aslında babam çiftçilerle çok az iş yaptı çünkü panelvanı yoktu ve veresiye mal verebilecek durumda değildi. Çoğunlukla, tüccarların atları için küçük çaplı işler veya kümes hayvanları yemi sattı. Değirmen Çiftliği’nden, gri çene sakallı cimri, yaşlı bir piç olan ihtiyar Brewer, yarım saat boyunca orada durur, tavuk mısır örneklerini parmaklar ve çaktırmadan cebine biraz atardı ve elbette sonunda hiçbir şey satın almadan çıkardı. Akşamları barlar sarhoş adamlarla doluydu. O günlerde bira iki peni bir pint ederdi ve günümüzdeki biranın aksine tadı tuzu vardı. Boer Savaşı boyunca orduya asker alan çavuş, her perşembe ve cumartesi gecesi iki dirhem bir çekirdek giyinir, George’un barında özgürce parasını harcardı. Bazen ertesi sabah onu, gözü göremeyecek kadar sarhoş olduğu bir anda paralarını alan ve sabah dışarı çıkmasının yirmi paunda mal olacağını fark eden, koyun gibi, kırmızı suratlı bir çiftçi çocuğunun arkasında görürdünüz. İnsanlar geçip gittiklerini gördüklerinde sanki bir cenaze töreniymiş gibi kapılarında durur ve başlarını sallarlardı. “İşe bak! Çavuş olmuş bir de! Düşünsenize! Böyle gencecik bir adam!” Onları şoke ediyordu bu. Onların gözünde birinin askere alınması, bir kızın sokaklara düşmesiyle aynı şeydi. Savaşa ve orduya karşı tavırları çok ilginçti. Kızıl ceketlilerin yeryüzünün pisliği olduğu ve orduya katılan herkesin içkiden ölüp cehenneme gideceğine dair eski güzel İngiliz fikirlerine sahiptiler. Ama aynı zamanda iyi vatanseverlerdi, pencerelerine Union Jacks yapıştırırlar ve İngilizlerin savaşta asla yenilmediğini ve asla yenilmeyeceğini bir inanç olarak kabul ederlerdi. O zamanlar herkes, Anglikan Protestanları bile ince kırmızı çizgi ve uzaktaki savaş alanında ölen asker çocuk hakkında duygusal şarkılar söylerdi. Bu askerlerin her zaman “uçan mermi ve bombalardan” öldüklerini hatırlıyorum. Bu bir çocuk olarak kafamı karıştırırdı. Mermiyi anlayabiliyordum ama havada uçuşan buruşuk top mermileri zihnimde tuhaf bir resim oluştururdu. Mafeking kurtarıldığında insanlar neredeyse çatıdan bağırıyorlardı ve bu insanların Boerların bebekleri havaya fırlatıp süngüleriyle eğdiklerine dair hikâyelere inandıkları zamanlar da olmuştu. Yaşlı Brewer çocukların arkasından “Krooger!” diye bağırıp dalga geçmelerinden o kadar bıkmıştı ki savaşın sonlarına doğru sakallarını tıraş etti. İnsanların Hükûmet’e karşı tavırları da aynıydı. Hepsi çok sadık İngilizlerdi; Victoria’nın gelmiş geçmiş en iyi kraliçe olduğuna, yabancılarınsa pislik olduklarına yemin ederlerdi ama aynı zamanda kimse vergi ödemeyi düşünmez, hileyle atlatmanın bir yolunu bulabilseler köpek ruhsatı bile almak istemezlerdi.
Savaştan önce ve sonra Aşağı Binfield liberal bir seçim bölgesiydi. Savaş sırasında Muhafazakârların kazandığı bir ara seçim oldu. Yaşım mevzuyu tam kavrayacak kadar büyük değildi, tek bildiğim mavi flamaları kırmızılardan daha çok sevdiğim için bir Liberaldim ve bunu da özellikle George’un önündeki kaldırıma burnunun üstüne düşen sarhoş adam sayesinde hatırlıyorum. O anki genel heyecanın arasında kimse onu fark etmedi ve adamcağız orada güneşin altında, sağında solunda kanlar kuruyup morarana kadar saatlerce kaldı. 1906 seçimleri geldiğinde, meseleyi az çok anlayacak kadar büyümüştüm, bu sefer Liberaldim çünkü diğer herkes öyleydi. İnsanlar Muhafazakâr adayı yarım mil kadar kovalayıp onu su mercimeği dolu bir gölete attı. O günlerde herkes politikayı çok ciddiye alırdı. Seçimden haftalar önce çürük yumurtaları depolamaya başlarlardı.
Ben çok küçükken, Boer Savaşı patlak verdiğinde, Baba ve Ezekiel amca arasında olan büyük tartışmayı hatırlıyorum. Ezekiel amca ana caddenin ara sokaklarından birinde küçük bir çizme dükkânına sahipti, bir süre de dikim yaptı. Küçük bir işti bu ve gitgide küçülüyordu ama bu Ezekiel amca için çok önemli değildi çünkü evli değildi. Babamın üvey kardeşiydi ve ondan bayağı büyüktü, en az yirmi yaş ve onu tanıdığım sürece, neredeyse bir on beş yıl kadar hep aynı görünüyordu. Yakışıklı, yaşlı bir adamdı; oldukça uzun, beyaz saçları ve gördüğüm en beyaz bıyıklara sahipti, deve dikeni kadar beyaz. Kendine has bir şekilde deri önlüğünü tokatlar ve çok dik dururdu, fazla eğilmekten kaynaklanan bir tepkiydi herhâlde bu, sonra sonunda bir tür hayaletimsi bir kıkırdamayla fikirlerini doğrudan yüzünüze haykırırdı. O, gerçek bir on dokuzuncu yüzyıl liberaliydi, sadece Gladstone’un 78’de ne dediğini sormakla kalmayıp yanıtı da söyleyebilecek türden ve Aşağı Binfield’de savaş süresince baştan sona aynı fikirlere bağlı kalan çok az insandan biriydi. Sürekli Joe Chamberlain’i ve “Park Lane ayaktakımı” olarak bahsettiği bazı insan çetelerini suçlardı. Onu şu an babamla tartışırken duyabiliyorum; “Onlar ve uzaktaki İmparatorlukları! Bana onları anlatma. Ha-ha-ha!” Sonra babamın sesi, sessiz, kaygılı, vicdanlı bir ses ona beyaz adamın vazifesini ve Boerlerin bugünlerde utanç verici şekilde muamele ettiği zavallı siyahlara karşı görevlerini hatırlatırdı. Ezekiel amcanın babama Boer yanlısı ve küçük İngiltereli olduğunu söyledikten sonra yaklaşık bir hafta boyunca pek konuşmadılar. Vahşet hikâyeleri başladığında başka bir tartışma yaşadılar. Duyduğu hikâyeler babamı çok endişelendirmişti ve bu konuyu Ezekiel amca ile konuşmak istiyordu. Küçük İngiliz olsun veya olmasınlar, kesinlikle bu Boercilerin bebekleri havaya fırlatıp süngüleriyle yakalamalarını doğru bulamazdı, bunlar altı üstü siyahi bebekler olsalar bile. Ama Ezekiel amca ancak kahkahalar atardı. Babam her şeyi yanlış anlamıştı. Bebekleri fırlatanlar Boerler değil İngiliz askeriydi! Göstermek için sürekli beni kolumdan tutuyordu, ben daha ancak beş yaşlarındayım; “Havaya atıp kurbağa gibi şişlemek diyorum sana! Aynı benim bu ufaklığı fırlatmam gibi!” Sonra beni alır havaya fırlatır, bense o esnada havada uçtuğum ve bir süngünün ucuna düştüğümün canlı resmini hayal ederdim. Babam Ezekiel amcadan oldukça farklıydı. Dedelerim hakkında pek fazla bilgim yok, ben doğmadan ölmüşlerdi, tek bildiğim büyükbabamın bir ayakkabıcı olduğu ve ilerleyen yaşlarında bir tohumcunun dul eşiyle evlendiğiydi ki zaten biz de dükkâna bu şekilde sahip olmuştuk. Babama pek yakışmayan bir işti ama işi en ince ayrıntısına kadar biliyordu ve sürekli çalışıyordu. Pazar günleri ve çok nadiren hafta içi akşamları dışında onu ellerinin arkasında, yüz hatlarında ve saçından geriye kalan yerlerine un bulaşmamış hâlde hiç hatırlamıyorum. Otuzlu yaşlarında evlenmiş ve ben onu kırklarında hatırlıyorum. Minyon bir adamdı, kır saçlı, sessiz, ufak tefek bir adam. Her zaman gömlek kollu ve beyaz önlüklüydü ve dükkândaki un yüzünden üstü başı hep tozlu görünürdü. Yuvarlak bir kafası, küt bir burnu, oldukça gür bir bıyığı, gözlükleri ve tereyağı renginde saçları vardı, benimkiyle aynı renkti ama çoğu dökülmüştü ve hep tozluydu. Büyükbabam vefat eden tohumcunun dul eşiyle evlenerek durumu düzeltmişti ve babamı çiftçi ve tüccar çocuklarının okuduğu Walton Gramer okulunda okutmuştu. Amcamsa hiç okula gitmeyip okuma yazmayı kendi kendine işten arta kalan zamanlarda mum ışığında öğrendiğini anlatır durur, sürekli bununla övünürdü. Ama babamdan çok daha hızlı zekâlı bir adamdı, herkesle tartışabilir, Carlyle veya Spencer’dan uzun uzun alıntılar yapabilirdi. Babamın zihni yavaş çalışıyordu, onun tabiriyle asla “okul eğitimine” alışmamıştı ve İngilizcesi hiç iyi değildi. Dinlendiği tek zaman olan pazar akşamları, salondaki şöminenin yanına yerleşir, “okuma saati” dediği süreyi pazar gazetesini okuyarak geçirirdi. En sevdiği gazete The People’dı, annemse Dünya Haberlerini tercih ederdi çünkü onda daha fazla cinayet haberi vardı. Onları şu an hatırlayabiliyorum. Bir pazar öğleden sonra, mevsim yaz, tabii ki her zaman yazdı, havada uçuşan domuz eti ve yeşillik kokusu, annem şöminenin bir tarafında son cinayeti okuyor ama ağzı açık, yavaş yavaş uykuya dalıyor, diğer yandan terlikleri ve gözlükleriyle babam gözlerini bahçelerde dolaştırıyor. Yazın o yumuşak dokusu her tarafı sarmış; penceredeki sardunya, bir yerlerde bir sığırcık soğanı ve B.O.P. ile masanın altında ben, masa örtüsü çadırmış gibi davranıyorum. Sonra, çay içerken babam bir yandan turp ve taze soğan çiğner, okuduğu şeyler hakkında düşünceli bir şekilde konuşurdu. Yangınlar, batan gemiler ve yüksek sosyetedeki skandallar, yeni uçan makineler ve Kızıldeniz’de bir balina tarafından yutulan ve üç gün sonra canlı bulunan ama balinanın mide suyuyla beyazlaşan adam. (Bu adamın hâlâ pazar gazetelerinde üç yılda bir ortaya çıktığını fark ediyorum.) Babam her zaman bu hikâyeye ve yeni uçan makinelere biraz şüpheyle yaklaşırdı, yoksa okuduğu her şeye inanırdı. 1909’a kadar Aşağı Binfield’de kimse insanların uçmayı öğreneceğine inanmıyordu. Resmî doktrin şuydu: Tanrı bizim uçmamızı isteseydi, bize kanat verirdi. Ezekiel amca, Tanrı bizim arabaya binmemizi isteseydi, bize tekerlekler verirdi cevabını vermeden edemezdi ancak o bile yeni uçan makinelere inanmazdı.
Sadece pazar öğleden sonraları ve belki de haftada bir akşam George’a uğrardı babam, kalan tüm zamanlarda çalışırdı. Aslında yapacak çok şey yoktu ama o her zaman meşguldü, ya bahçenin arkasındaki çatı katında çuval ve balyalarla ya da dükkândaki tezgâhın arkasındaki küçük tozlu delikle uğraşır, kütük bir kalemle deftere hesap kitap yazardı. Çok dürüst ve çok yardımsever bir adamdı, iyilik etmek ve kimseyi dolandırmamak konusunda çok titizdi ki bu o günlerde bile iş hayatına atılmanın en iyi yolu değildi. Örneğin bir posta müdürü veya bir taşra istasyonunda şeflik gibi küçük resmî bir işe daha uygun olabilirdi. Ama ne borçlanıp işi genişletecek cesareti ne de yeni satış hatları düşünecek hayal gücü vardı. Gösterebildiği tek yaratıcılık örneği olan kafes kuşları için yeni bir yem karışımı icat etmek de -beş mil yarıçapındaki bir bölgede ünlü olan bu karışım, Bowling Karışımı adıyla biliniyordu- aslında Ezekiel amcanın fikriydi. Ezekiel amca biraz kuş meraklısıydı ve küçük karanlık dükkânında bir sürü saka kuşu besliyordu. Kafes kuşlarının beslenmelerindeki çeşitsizlikten dolayı renklerini kaybettiklerine dair bir teorisi vardı. Dükkânın arkasındaki bahçede babamın tel örgü altında yirmi çeşit ot yetiştirdiği küçük bir arsa vardı, onları kurutur ve tohumlarını sıradan kanarya tohumlarıyla karıştırırdı. Dükkân camında asılı duran şakrak kuşu Jackie sözde Bowling Karışımı’nın reklamı olacaktı. Kuşkusuz, kafesteki çoğu şakrak kuşunun aksine Jackie asla siyaha dönmedi.
Annemi bildim bileli şişmandı. Hipofiz yetmezliğim ya da beni şişmanlatan her neyse kesin annemden bana miras kalmıştı.
İri bir kadındı, babamdan biraz uzundu, saçlarıysa onunkinden açık. Koyu renk şeyler giymeyi severdi ama pazar günleri hariç onu asla önlüksüz hatırlamıyorum. Yemek yapmadığı bir an hatırlamıyorum desem abartmış olmam. Geriye bakınca insanoğlunun hep bir yerde ve belirli karakteristik tavırlarda sabit olduğunu görürsünüz. Geçmişe dönünce sanki hep aynı şeyleri yapmışlar gibi geliyor. Ne zaman babamı düşünsem onu tezgâhın arkasında yağlı saçlarıyla deftere bir şeyler karalarken hatırladığım ve Ezekiel amcayı hayaletimsi beyaz bıyıklarıyla ayakta dikilip deri önlüğüne vuruşuyla hatırladığım gibi annemi de mutfak masasında elleri kolları una bulanmış vaziyette hamur açarken hatırlarım.
O günlerdeki mutfakları bilirsiniz. Kocaman, karanlık ve alçak tavanlı; tavanda büyük bir kiriş, altında taş bir zemin ve kiler var. Her şey kocamandı ya da çocukken bana öyle geliyordu. Musluğu olmayıp, demir pompası olan devasa taş lavabo, bir duvarı kaplayan ve tavana kadar uzanan şifonyer, ayda yarım ton yakıt ve Allah bilir ne kadar grafit yakan devasa bir ocak. Masada koca bir hamur parçası açan annem. Etrafta emekleyen, yakacak odun demetleri, kömür yığınları ve tenekeden böcek kapanlarıyla -her köşede bir tane olurdu ve tuzak olarak bira koyardık- uğraşan ve ara ara masaya gelip bir parça yiyecek otlanmaya çalışan ben. Annem yemek saatinden önce atıştırma fikrine karşıydı. Genelde hep aynı cevabı duyardım; “Hemen buradan uzaklaş! Akşam yemeğini mahvetmene izin vermeyeceğim. Gözün midenden daha aç.” Ancak çok nadiren de olsa zar gibi, şekerli bir dilim kesip verdiği olurdu.
Annemi hamur açarken izlemek hoşuma giderdi. İşinin ehli birini izlemek her zaman büyüleyicidir. Bir kadını, yani çok iyi yemek yapmasını bilen bir kadını, hamur açarken izleyin. Kutsal bir ayini kutlayan rahibeler gibi tuhaf, ciddi, içe dönük, tatmin edici bir havası vardır. Tabii o anda kendi zihninde tam olarak öyledir. Annemin, genelde unla kaplı, kalın, pembe, güçlü kolları vardı. Yemek yaparken tüm hareketleri mükemmel biçimde hassas ve sabitti. Onun elinde yumurta çırpma teli, kıyma makineleri ve oklavalar tam olarak yapmaları gerekeni yaparlardı. Onu yemek yaparken gördüğünüzde tam da ait olduğu dünyada, iyi bildiği şeylerin arasında olduğunu anlardınız. Pazar günleri okuduğu gazete ve ara sıra yaptığı ufak tefek dedikodular dışında dış dünya onun için yok sayılırdı. Babamdan daha rahat okuyabildiği ve onun aksine eskiden kısa romanlar da okumuş olduğu hâlde inanılmaz bir şekilde cahildi. Bunu on yaşımdayken bile fark etmiştim. Tabii ki de size İrlanda’nın İngiltere’nin doğusunda mı batısında mı olduğunu söyleyemezdi hatta Büyük Savaş başlayana kadar başbakanın kim olduğunun bile farkında olduğundan şüpheliyim. Dahası, bu tür şeyleri öğrenmekle ilgili en ufak bir isteği yoktu. Sonraları doğu ülkeleriyle ilgili okumaya başladığımda onların çok eşli evlilikler yaptıklarını ve kadınların üzerlerine nöbetçi dikilen siyah hadımlarla kapatıldığı gizli haremlerin olduğunu öğrendiğimde, annem bunları duysa şok olur diye düşünmüştüm. Onu duyar gibiyim; “Eee, şimdi de kadınları hapsetmek mi çıktı! Bu kimin FİKRİ acaba!” Tabii harem ağasının ne olduğunu da bilmiyordu. Ancak gerçekte hayatını bir harem dairesi kadar küçük ve kapalı bir alanda yaşıyordu. Bizim evin içinde bile hiç adım atmadığı yerler vardı. Bahçenin arkasındaki çatı katına hiç gitmemişti ve dükkâna nadiren uğrardı. Onu bir müşteriye hizmet ederken hatırladığımı hiç sanmıyorum. Neyin ne olduğunu bilmezdi ve una dönüştürülmeden buğday ve yulaf arasındaki farkı bile bilemezdi. Niye bilsin ki? Dükkân babamın işiydi, “erkek işiydi” ve hatta işin para kısmını bile çok merak etmiyordu. Onun işi, “kadın işiydi”, evi çekip çevirmek, yemek yapıp çocuklara bakmaktı. Babamı veya başka bir erkeği düğme dikerken görse sevinçten çılgına dönerdi.
Yemekler falan zamanında yapıldığı sürece bizimki her şeyin saat gibi işlediği o evlerden biriydi. Ya da yok, saat düzeneği gibi demeyelim, bu çok mekanik geliyor kulağa. Daha çok doğal bir süreçti. Ertesi sabah güneşin doğacağını bildiğin gibi her sabah kahvaltının masada hazır olacağını da bilirdin. Annem hayatı boyunca dokuzda yatıp sabah beşte uyandı ve belli etmese de geç saatlere kadar uyumanın kötü olduğunu düşünürdü; sanki yozlaşmışlık, yabancılık veya aristokrasiyi çağrıştırıyordu. Her ne kadar Katie Simmons’a ben ve Joe’yu yürüyüşe çıkarıp gezdirmesi için para verse de ev işlerinde ona yardım edecek bir kadın alma fikrine asla sıcak bakmazdı. Parayla temizlik yapacak kadının tozu kiri halının altına süpüreceğine dair sarsılmaz bir inancı vardı. Yemeklerim her zaman tam vaktinde hazırdı. Öncesi ve sonrasında dualar edilen, zarafetle sunulan muazzam yemekler; haşlanmış dana eti, köfte, biftek, Yorkshire, haşlanmış koyun eti ve kapari, domuz kafası, elmalı turta, benekli köpek ve reçel dolgulu tatlılar. Çocuk yetiştirme konusundaki fikirlerin hızla modaları geçse de çoğu hâlâ geçerliydi. Teoride çocuklar hâlâ dayak yiyor, aç karnına uyutulabiliyorlardı ve eğer sesli yemek yer, ağzınızı çok doldurur ya da “sizin için iyi” olan bir şeyi yemeyi reddeder, “karşılık verirse” masadan gönderilme ihtimali vardı. Pratikte ailemizde disiplin çok yoktu ve annem babamdan daha katıydı. Babam sık sık “Dayak cennetten çıkmadır.” dese de bize karşı çok daha zayıftı, özellikle en başından beri çetin ceviz olan Joe‘ya karşı. Sürekli Joe’ya iyi bir sopa “atacağını” söylerdi ve şu an yalan olduğunu anladığım babasının deri bir kayışla attığı korkunç darbeler hakkında hikâyeler anlatır dururdu. Joe on iki yaşına geldiğinde annemin onu zapt edemeyeceği kadar irileşmişti ve artık herkes ondan elini çekti.
O zamanlar ebeveynlerin tüm gün boyunca çocuklarına “Yapma!” demesi uygundu. Oğlunu sigara içerken, elma çalarken ya da kuş yuvalarını bozarken yakalarsa “hayatını mahvedeceğini” söyleyen adamları her yerde duyardınız. Bazı ailelerde bu dayak atmalar gerçek manada oluyordu. Saraçlık yapan ihtiyar Lovegrove, on beş ve on altı yaşlarındaki iki oğlunu bahçede sigara içerken yakaladı bir gün ve tüm kasabanın her yerinden duyulabilecek şekilde onları fena dövdü. Lovegrove çok fazla sigara içiyordu. Dayak hiç işe yaramıyor gibiydi çünkü tüm çocuklar elma çalmaya, kuş kafeslerini talan etmeye devam etti ve önünde sonunda sigaraya başladılar ama çocuklara sert davranılması gerektiği fikri hâlâ ortalıkta dolaşıyordu. Pratikte yapmaya değer her şey teorik olarak yasaktı. Anneme göre bir erkek çocuğunun yapmak istediği her şey “tehlikeli” denebilirdi. Yüzmek tehlikeliydi, ağaçlara tırmanmak tehlikeliydi, aynı şekilde kaymak, kar topu oynamak, el arabalarının arkasına asılmak, mancınık ve füze atmak hatta balık tutmak bile. Nailer, iki kedi ve şakrak kuşu Jackie hariç tüm hayvanlar tehlikeliydi. Her hayvanın size saldırmak için kendine özgü yöntemleri vardı. Atlar teper, yarasalar saçınıza girer, kulağakaçan böcekleri kulaklarınıza girer, kuğular kanat çırpışlarıyla bacağınızı kırar, boğalar fırlatır atar ve yılanlar “sokar”dı. Anneme göre tüm yılanlar sokardı ve bir penilik ansiklopediden aslında sokmadıklarını, ısırdıklarını okuduğumda bana sadece büyüklerime karşılık vermemem gerektiğini söyledi. Kertenkeleler, yavaş solucanlar, kara ve su kurbağaları ve semenderler de sokardı. Sinekler ve siyah böcekler hariç tüm böcekler sokar. Evde yediğiniz yemeklerin dışında hemen hemen tüm yiyecekler ya zehirliydi ya da “size iyi gelmez”denirdi. Çiğ patatesler ve manavdan satın almadığınız sürece mantarlar zehirliydi. Çiğ bektaşi üzümü yerseniz kolik olurdunuz ve çiğ ahududu ciltte kızarıklık yapardı. Yemekten sonra banyo yapılırsa kramptan ölürdünüz, başparmağınız ve işaret parmağınız arasını keserseniz çeneniz kitlenirdi ve ellerinizi yumurta kaynatılmış suda yıkadıysanız siğilleriniz olurdu. Neredeyse dükkândaki her şey zehirliydi, bu yüzden annem girişe kapı koymuştu. Yaş pasta zehirliydi, tavuk mısır da öyle, hardal tohumu ve Karswood kümes hayvanı baharatı da. Tatlı zararlıydı ve öğün arası atıştırmak da iyi değildi ancak ilginçtir ki annemin öğün aralarında yememize izin verdiği şeyler vardı. Erik reçeli yaparken tepede biriken şurup kısmından yememize izin verirdi, biz de karnımız ağrıyana kadar yerdik. Neredeyse dünyadaki her şey, ya zehirli ya da tehlikeliyken bazı şeylerin gizemli erdemleri vardı. Çiğ soğan her şeye şifaydı. Boğazın şiştiyse boyna sarılan bir çorap şifaydı. Bir köpeğin içme suyundaki kükürt tonik görevi görürdü, yaşlı Nailer’ın kapı arkasındaki kâsesinin içinde bir parça kükürt yıllarca orada durdu ve hiç çözülmedi.
Saat altıda çay içerdik. Saat dört olduğunda annem ev işini bitirmiş olur, saat dört ile altı arası bir bardak çayla birlikte gazetesini okurdu. Doğrusunu isterseniz pazar günleri hariç kolay kolay gazete okumazdı. Hafta içi gazetelerde günün haberleri vardı ve sadece ara sıra bir cinayet haberi olurdu. Ancak pazar gazetelerinin editörleri insanların cinayetlerin güncel olup olmadığına gerçekten aldırmadıklarını fark etmişlerdi ve ellerinde yeni bir cinayet olmadığında eski bir cinayeti araya karıştırırlardı, bazen Dr. Palmer ve Bayan Manning cinayetleri kadar geriye giderlerdi. Sanırım anneme göre Aşağı Bin-field dışındaki tüm yerler sürekli cinayetlerin işlendiği yerlerdi. Cinayetlerin onun için korkunç bir çekiciliği vardı çünkü sürekli söylediği gibi insanların nasıl bu kadar kötü olabileceğine inanamıyordu. Eşlerinin boğazını kesenler, babasını betona gömenler, bebekleri kuyulara atanlar! Bir insan nasıl böyle şeyler yapabilirdi! Karındeşen Jack efsanesi annemle babam evlendiği sıralar olmuştu ve her gece dükkân camlarına çizdiğimiz büyük ahşap kepenkler o tarihten kalma. Dükkân pencerelerine takılan kepenklerin modası geçiyordu, ana caddedeki çoğu dükkânda yoktu ama annem onların arkasında kendini güvende hissediyordu. Öteden beri Karındeşen Jack‘in Aşağı Binfield’de olduğuna dair içinde korkunç bir duygu olduğunu söylüyordu. Crippen cinayeti vakası, bu yıllar sonraydı, neredeyse ben büyüdükten sonra, onu çok üzmüştü. Onun sesini şu an duyabiliyorum; “Zavallı karısını temizleyip kömürlüğe gömmüş! Nasıl aklına gelir bu FİKİR! O adamı elime bir geçirebilsem var ya!” Ve ne ilginçtir ki karısını parçalara ayıran -ve yanlış hatırlamıyorsam tüm kemikleri çıkarıp kafayı denize atarak çok titiz bir iş çıkarmıştı- o küçük Amerikalı doktorun korkunç kötülüğünü düşününce gözleri dolardı.
Ancak hafta içi en sık okuduğu Hilda’nın Ev Arkadaşı’ydı. O günlerde bizimki gibi evlerde evin normal döşemesinin bir parçası gibiydi. Aslında hâlâ var ancak savaştan bu yana ortaya çıkan daha modern kadın gazeteleri tarafından biraz geliştirildi. Daha geçen gün bir kopyasına göz attım. Değişmiş ama çoğu şeyden daha az. Hâlâ altı ay devam eden aynı devasa uzunlukta seri hikâyeler var -ve bunlar hep sonunda portakal çiçekleriyle devam eder- ve hâlâ Ev İpuçları, dikiş makinesi reklamları ve diz ağrısına iyi gelen ilaç tarifleri var. Aslında değişen tek şey, baskı ve çizimler olmuş. O günlerde kadın kahraman yumurta pişirme aletine benzemeliydi, şimdi ise silindir şeklinde. Annem yavaş bir okuyucuydu ve Hilda’nın Ev Arkadaşı’na ödediği üç peniyi çıkartması gerekiyordu. Sobanın yanındaki eski sarı tekli koltukta oturup ayaklarını sehpaya uzatır, ocak ızgarasında demlikte fokurdayan çay eşliğinde, yavaş yavaş her sayfayı gözden geçirirdi, seriden başlar, iki küçük hikâye, Ev İpuçları, Zam-Buk reklamları ve yazışmalara verilen cevaplarla devam ederdi. Hilda’nın Ev Arkadaşı onu tüm hafta götürürdü, bazı haftalar bitiremezdi bile. Bazen sobanın sıcağı ya da yazın öğleden sonraları mavi şişelerin uğultusu uykusunu getirir, altıya çeyrek kalaya kadar biraz uyuklardı, sonra uyanır uyanmaz şömine rafındaki saate göz atar ve muazzam bir başlangıç yapardı, çay gecikecek diye paçaları tutuşurdu. Ama çay hiç gecikmezdi.
O günlerde, tam olarak 1909’a kadar, babamın gücü bir çırak tutmaya yetiyordu ve dükkânı ona bırakır, yağlı elleriyle çaya yetişirdi. Annemse ekmek kesmeye ara verir, “Bize lütuf verirseniz, Babamız…” der ve babam, saygıyla hepimiz başımız eğik beklerken “Tanrı’m birazdan yiyeceklerimize bizi şükürlü kıl, Âmin.” diye mırıldanırdı. Daha sonra Joe biraz daha büyüyünce “Bizi bugün SEN onurlandır Joe.” oldu ve Joe başlardı okumaya. Annem hiçbir zaman okumadı duayı, erkek biri okumalıydı muhakkak.
Yazın öğleden sonraları sürekli mavi şişelerin uğultusu olurdu. Bizimkisi sağlıklı bir ev değildi, Aşağı Binfield’deki değerli birkaç ev öyleydi. Sanırım kasabada beş yüz ev vardı ve on tanesinden fazlası banyolu değildi veya şimdi tuvalet olarak tanımladıklarımız ellisinden fazlasında yoktu. Yazın arka bahçemiz hep çöp kokardı ve tüm evlerde böcek vardı. Ağaç kaplamalarda karafatmalar, mutfağın arkasında bir yerlerde cırcır böcekleri vardı, tabii ki dükkânda da yemek kurtları. O günlerde annem gibi eviyle övünen kadınlar bile karafatmalara itiraz edecek bir sebep görmezdi. Şifonyer ve oklava nasıl mutfağın bir parçasıysa onlar da öyleydi. Tabii böcek var, böcek var. Bira fabrikasının arkasında Katie Simmons’un yaşadığı kötü mahallelerde evleri böcekler kuşatmıştı. Annem veya dükkân sahiplerinin eşlerinden birinin evini o böcekler sarsa utançlarından ölürlerdi. Hatta o böcekleri görsem tanımam demek doğru kabul edilirdi.
Büyük mavi sinekler erzak dolabına gelir ve hevesle etin üzerindeki tel örtülere otururlardı. “Kahrolası sinekler!” derdi insanlar ama sinekler Tanrı’nın bir eylemiydi ve et kapakları veya sinek kâğıtları dışında onları engelleyecek pek bir şey yapamazsınız. Biraz önce hatırladığım ilk şeyin korunga kokusu olduğunu söylemiştim ama çöp kovalarının kokusu da hafızamda oldukça tazedir. Taş zemini, böcek kapanları, demir çamurluğu ve kara kurşun ocağıyla annemin mutfağını düşününce, her seferinde mavi şişelerin uğultusunu duyuyor; çöp kokularını ve oldukça güçlü bir köpek kokusu olan Nailer’in kokusunu alıyorum. Allah bilir daha kötü kokular ve sesler de vardır. Hangi sesi duymayı tercih ederdiniz, mavi şişe mi bombardıman uçağı mı?

3
Joe benden iki sene önce Walton Gramer Okuluna gitmeye başladı. İkimiz de dokuz yaşına girmeden başlamadık okula. Bu, sabah akşam okula dört millik bir bisiklet yolculuğu demekti ve annem bizim trafiğe girmemizden çok endişeliydi ki o zamanlar çok az motorlu araç vardı trafikte.
Birkaç yıl boyunca, yaşlı Bayan Howlett’in işlettiği özel kız okuluna gittik. Esnaf çocuklarının çoğu, okul yönetim kuruluna gitmenin utancı ve hayal kırıklığından kurtulmak için burada okudu ancak herkes Bayan Howlett’in eski bir sahtekâr olduğunu ve bir öğretmen olarak aslında ne kadar kötü olduğunu biliyordu. Yaşı yetmişi geçmişti, kulağı neredeyse duymuyor ve mercekli gözlüklerinden zar zor görüyordu donanım olarak sahip oldukları da bir baston, bir yazı tahtası, birkaç eski püskü dil bilgisi kitabı ve birkaç düzine kokulu yazı tahtasıydı. Sadece kızlarla baş edebiliyordu, erkek çocuklarıysa onunla alay ediyor ve kaçabildikleri kadar okuldan kaçıyorlardı. Bir keresinde korkutucu bir skandal yaşanmıştı çünkü bir oğlan çocuğu, bir kızın elbisesinin altına elini sokmuştu; benim o zamanlar anlamadığım bir şeydi bu. Bayan Howlett meselenin üstünü kapatmayı başardı. Özellikle kötü bir şey yaptığınızda onun formülü “Babana söylerim.” demekti ama nadiren söylerdi. Ancak biz onun bunu çok sık yapmaya cesaret edemeyeceğini bilecek kadar kurnazdık ve ara sıra bastonla üstümüze yürüse de o kadar yaşlıydı ki atlatması çok kolay oluyordu.
Joe kendilerine Kara El diyen sert bir çeteye katıldığında yalnızca sekiz yaşındaydı. Çete lideri Sid Lovegrove’du, saracın on üç yaşlarındaki küçük oğlu ve iki esnaf çocuğu daha vardı, bira fabrikasından bir çırak ve işten yırtıp çeteyle geçirecek birkaç saat bulabilen iki çiftçi çocuğu. Çiftlik delikanlıları, kadife pantolonlardan taşan büyük topaklardı, kaba saba aksanları vardı ve çetenin geri kalanlarına tepeden bakarlardı ama herkes onlara tolerans gösterirdi çünkü diğerlerinin hepsine göre hayvanlardan çok iyi anlıyorlardı. Bir tanesi, lakabı Kızıl Saç olan, ara sıra eliyle tavşan bile yakalardı. Çimlerde yatan bir tane görürse de kol ve bacaklarını kanat gibi açar, hayvanın üstüne atılırdı. Esnaf çocukları ile işçilerin ve çiftçilerin oğulları arasında büyük bir toplumsal ayrım vardı ancak mahallenin çocukları on altı yaşına gelene kadar buna pek dikkat etmediler. Çetenin gizli bir şifresi, parmağını kesmek ve solucan yemek gibi “çetin sınavları” vardı ve kendilerini dışarıya berbat haydutlar gibi tanıtıyorlardı. Kesinlikle başlarına iş açma konusunda başarılıydılar, pencereleri kırdılar, inekleri kovaladılar, kapı tokmaklarını kırdılar ve tartılardan meyve çaldılar. Bazen kışın çiftçiler izin verdiğinde, birkaç dağ gelinciği ödünç alıp fare avlamaya gitmeyi başardılar. Hepsinde mancınıklar, savaşçılar vardı ve o günlerde beş şiline mal olan bir salon tabancası satın almak için para biriktiriyorlardı ancak tasarruflar hiçbir zaman üç peniyi geçemiyordu. Yazın balık tutmaya ve kuş yuvası yapmaya gidiyorlardı. Joe, Bayan Howlett’e giderken haftada en az bir kere okuldan kaçardı ve hatta Gramer Okulunda bile iki haftada bir kaçmayı başarmıştı. Gramer Okulunda bir çocuk vardı, bir müzayedecinin oğluydu, her tür el yazısını kopyalayıp annenizden bir mektubu taklit eder, bir gün önce hasta olduğunuzu yazardı. Tabii ki Kara El’e katılmak için deliriyordum ama Joe her zaman beni durduruyor ve etrafta dolaşan lanet olası küçük çocuklar görmek istemediklerini söylüyordu.
Aslında beni en çok cezbeden balığa çıkma fikriydi. Sekiz yaşıma kadar hiç balık tutmamıştım, bazen dikenli balık yakalayabildiğin şu ucuz ağlarla tutmuşluğum vardı sadece. Annem bizi her zaman su kıyısına göndermekten çok korkardı. Balık tutmayı o günlerde anne-babaların her şeyi “yasakladığı” gibi “yasaklamıştı” ve yetişkinlerin yuvarlak köşeleri göremediklerini henüz anlamamıştım. Ancak balık tutmaya gitme fikri, beni heyecandan neredeyse çıldırtıyordu. Çoğu zaman Değirmen Çiftliği’ndeki göletin önünden geçip küçük sazanların yüzeye çıkışını, bazen de köşedeki söğüt ağacının altında gözüme kocaman görünen elmas biçimli büyük bir sazanın, sanırım on beş santim uzunluğunda, aniden yüzeye çıkıp bir kurtçuğu yudumlayıp tekrar batışını izlerdim. Ana caddede olta takımlarının, silah ve bisikletlerin satıldığı Wallace’ın dükkân camına burnumu yapıştırıp, orayı izleyerek saatler geçirirdim. Yaz sabahları uyandıktan sonra yatağın içinde Joe’nun bana balık tutmayla ilgili anlattığı hikâyeleri düşünürdüm ekmeği nasıl karıştırdıklarını, şamandıranın bir süre sallandıktan sonra suya nasıl daldığını anlatırdı ve onu dinlerken oltanın büküldüğünü ve balıkların çizgide çekildiğini hissediyordum. Bu konuyu konuşmanın bir faydası var mı bilmiyorum, bir çocuğun gözünde balıkların ve olta takımlarının nasıl sihirli göründüğünü herkes bilir. Bazı çocuklar silahlar ve ateş etme konusunda böyledir, bazılarıysa motorlu bisikletler, uçaklar veya atlar hakkında aynı şeyi düşünüyor. Akla uygun hâle getirebileceğiniz veya açıklayabileceğiniz bir şey değil, sadece sihir bu. Bir sabah, haziran ayıydı ve ben sekiz yaşlarındayım, Joe’nun okulu asıp balığa çıkacağını biliyordum ve onu takip etmeyi kafama koydum. Joe bir şekilde aklımdan geçenleri anladı ve giyinirken atağa geçti.
“Sana gelince küçük George! Bugün benimle geleceğini sanma sakın. Evde kalıyorsun sen.”
“Yo, öyle bir şey düşünmedim. Aklıma bile gelmedi.”
“Evet düşündün! Çeteyle takılabileceğini sandın.”
“Hayır, düşünmedim!”
“Evet, düşündün!”
“Hayır, düşünmedim!”
“Evet, düşündün! Sen evde kalacaksın. Peşimizde uğursuz çoluk çocuk dolansın istemiyoruz.”
Joe “uğursuz” kelimesini yeni öğrenmişti ve sürekli kullanıyordu. Babam bir keresinde bu kelimeyi kullandığını duymuş ve onu öldüresiye döveceğine yemin etmişti ama her zamanki gibi öyle bir şey yapmamıştı. Kahvaltıdan sonra Joe sırtında çantası, başında Gramer Okulu şapkasıyla bisikletine binip yola çıktı. Her okulu astığında yaptığı gibi beş dakika erken çıkmıştı. Howlett Ana’nın okuluna gitme vaktim geldiğinde gizlice çıkıp bölmelerin arkasındaki şeritte saklandım. Çetenin Mill Çiftliği’ndeki gölete gittiğini biliyordum ve beni öldürseler bile onları takip edecektim. Muhtemelen bana sopa çekeceklerdi ve muhtemelen akşam yemeği yememe izin verilmeyecekti, sonra annem okulu astığımı anlayacak ve ben bir sopa daha yiyecektim ama umurumda değildi. Çeteyle balığa çıkmak için can atıyordum sadece. Aslında ben de kurnazın tekiydim. Joe’ya etrafta bir tur atıp Mill Çiftliği’ne gidecek kadar zaman tanıdım, sonra çizgi boyunca takip edip çitin uzak tarafındaki çayırların etrafından dolaştım, çeteye yakalanmadan gölete ulaşmaya çalışıyordum. Harika bir haziran sabahıydı. Düğün çiçekleri dizlerimi geçecek kadar uzamıştı. Karaağaçların tepelerini kıpırdatan bir rüzgâr vardı ve yapraklar büyük yeşil bulutlar gibi ipeksi yumuşaklıkta ve zengindi. Saat sabahın dokuzuydu ve ben sekiz yaşındaydım, yaz havası her yanımı sarmıştı, yaban güllerinin hâlâ çiçek açtığı yerde büyük karışık çitler ve tepelerinde yumuşak beyaz bulut parçaları sürükleniyordu, ilerideki alçak tepeler ve ormanın loş mavi kütleleri Yukarı Binfield’i çevreliyordu. Ama bunlar benim zerre kadar umurumda değildi. Benim tek düşündüğüm yeşil gölet, sazan balığı, çengeller, olta takımı ve ekmek hamuruydu. Sanki onlar cennetteydi ve benim onların yanına gitmem gerekiyordu. Şimdilik onlara gizlice yaklaşmayı başarmıştım, dört kişilerdi; Joe, Sid Lovegrove, çırak çocuk ve bir esnafın oğlu, ismi Harry Barnes’ti galiba.
Joe bir an arkasını döndü ve beni gördü. “Tanrı’m!” dedi. “Çocuk gelmiş.” Kavga başlatacak vahşi bir kedi gibi üstüme yürüdü. “Sana ne demiştim ben? ‘Emen eve geri dön!”
Joe ve ben heyecanlanınca h harfini yutardık. Bir adım geri attım.
“ ‘Ayır gitmiyorum.”
“Evet gidiyorsun.”
“Kulağını çek onun Joe.” dedi Said. “Başımıza bela olacak çocuk istemiyoruz burada.”
“ ‘Emen dönüyor musun, dönmüyor musun?” dedi Joe.
“Dönmüyorum.”
“Bittin, oğlum bittin!”
Sonra üstüme gelmeye başladı. Ve bir an sonra beni kovalamaya başlamıştı, önde ben arkada o, daireler çiziyorduk. Birazdan beni yakalamış ve yere yatırmıştı, üstüme çöküp kulaklarımı çevirmeye başladı bu, onun en sevdiği işkence biçimiydi ve ben buna dayanamıyordum. Artık hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım ama hâlâ vazgeçmiyor ve eve gideceğimin sözünü vermiyordum. Orada kalmak ve çeteyle birlikte balığa çıkmak istiyordum. Sonra bir anda benim tarafıma geçtiler ve Joe’ya yakamı bırakmasını, istiyorsam kalabileceğimi söylediler. Böylece onlarla kaldım.
Diğerlerinde kancalar, oltalar, şamandıralar ve bir bez parçası içinde ekmek hamuru vardı, herkes kendi için göletin köşesindeki ağaçtan söğüt anahtarı kesti. Çiftlik evi sadece iki yüz metre ötedeydi ve gözden uzak durmak zorundaydık çünkü yaşlı Brewer, balık tutulmasına çok karşıydı. Onun için değişen bir şey yoktu aslında, göleti ineklerini sulamak için kullanıyordu ama çocuklardan nefret ediyordu. Diğerleri beni hâlâ kıskanıyordu ve sürekli altı üstü bir çocuk olduğumu, ele ayağa dolaşmamam gerektiğini ve balık tutmak konusunda hiçbir şey bilmediğimi hatırlatıp duruyorlardı. O kadar gürültü yapıyormuşum ki balıkların yarısını kaçırmışım, oysa oradakilerin çoğundan daha sessizdim. Sonunda beni yanlarına oturtmayıp göletin gölgenin daha az olduğu daha sığ bir tarafına gönderdiler. Benim gibi bir çocuğun su sıçratıp balıkları korkutacağından emin olduklarını söylediler. Göletin çürümüş bir tarafıydı, normal şartlarda bir balığın gelemeyeceği bir bölüm. Bunu biliyordum. Bir tür içgüdüyle balıkların nerede yatacağını biliyor gibiydim. Olsun, sonunda balık tutuyordum. Elimde oltayla çimde oturuyordum, etrafımda sinekler vızıldıyordu ve yabani nanenin kokusu bayıltıcıydı. Yeşil suyun üstündeki kırmızı pervane tahtasını izliyordum ve her ne kadar yüzüm kirle karışmış gözyaşı lekeleriyle dolu olsa da bir kalaycı kadar mutluydum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzhordzh-oruell/bogulmamak-icin-69429097/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Boğulmamak İçin Джордж Оруэлл
Boğulmamak İçin

Джордж Оруэлл

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: George Orwell’in mizahi bir dille kaleme aldığı "Boğulmamak İçin"de, modern zamanlara karşı koymaya çalışan başkahraman George Bowling’in hayata dair tespitleri nükteli bir üslupla işlenmektedir. Gitgide yaşlanan ve göbeklenen George Bowling, sanayi toplumunun keşmekeşinden sıkılıp doğup büyüdüğü köyüne döner. Fakat yıllar önce terk ettiği köyünü de insanlarını da eskisi gibi bulamaz. Üstelik yakasına yapışan sorumluluklarından da kurtulamaz. Tüm bu ikilemlerin arasında, eskiye özlem duyan ama zamana da karşı koyamayan George Bowling’i zorlu bir hayat sınavı beklemektedir. "Tuhaf bir düşünce dikkatimi çekti. BU ADAM ÖLÜ. O bir hayalet. Bu şekilde yaşayan tüm insanlar ölü. Etrafta yürürken gördüğünüz insanların çoğunun ölü olması beni şaşırttı. Biz genelde bir adamın kalbi durana kadar yaşadığını varsayarız. Bu biraz rastgele bir şey bence. Sonuçta, vücudunuzun bazı kısımları çalışmaya devam eder, örneğin saçlar yıllarca uzar. Belki bir adam beyni, yeni bir fikir edinme gücünü kaybedince gerçekten ölmüş olur. Yaşlı Porteous böyle. Harika bir şekilde bilgili, harika bir şekilde zevkli ama değişme kabiliyeti yok. Aynı şeyleri söyleyip aynı şeyleri tekrar tekrar düşünüyor. Bir sürü insan böyle. Ölü beyinler, kafaları durmuş. Aynı küçük çizgide bir ileri bir geri gidip geliyorlar ve her seferinde hayaletler gibi daha da soluklaşıyorlar. "

  • Добавить отзыв