Anne Frank′ın Hatıra Defteri

Anne Frank'ın Hatıra Defteri
Anne Frank
Nazilerin ve Gestapo’nun dehşet saçan politikasından ve vahşi katliamlarından kurtulabilmek için Gizli Ev’de saklanmak zorunda kalan Anne Frank ve ailesinin acıklı anılarının anlatıldığı, en çok okunan otobiyografik eser: Anne Frank'ın Hatıra Defteri… Anne Frank; on dört yaşında, şahsiyetinde pek çok fazileti barındıran ve birçok acıya göğüs gerebilmiş Yahudi kökenli bir genç kızdır. Hayatı tanımaya başladığı yaşlarda dünyanın vaziyeti ve ailesinin kendisine karşı takındığı tavır, hiç iç açıcı değildir. Onun düşünceleri, hayal kırıklıkları, sevinçleri ve hayata bakış açısı hepimizi derinden etkilerken aynı zamanda on dört yaşındaki bir kız için ne kadar büyük sıkıntılara maruz kaldığının da şahidi oluyoruz. Anne’nın yoğun ve duygusal iç dünyasını tüm içtenliğiyle kâğıda döktüğü hatıra defterini okurken onun tüm bu çileli durumlara rağmen asla tükenmeyen umudu da herkese örnek olacak niteliktedir. Geceleri yalnızken veya gün boyunca katlanmak zorunda olduğum insanlar, çeşitli yanlış anlaşılmalar içinde aklıma çok fazla şey geliyor. Onun için hep günlüğüme notlar iliştiriyorum. Yazmaya ilk bu günlükten başladım ve burada bitireceğim çünkü sen her zaman sabırlısın. Her şeye rağmen yılmayacağıma söz veriyorum. Kendi yolumu çizeceğim ve gözyaşlarımı tutacağım. Yalnızca bir şeyler görmek isterdim; beni seven birinin, benim için çabaladığını görmek…

Anne Frank
Anne Frank’ın Hatıra Defteri

Anne Frank, 12 Haziran 1929’da Almanya’nın Frankfurt şehrinde doğdu. Yahudi kökenli Alman-Hollandalı yazardır. Nazilerin Almanya’yı kontrol altına almasıyla dört buçuk yaşındayken ailesiyle birlikte, hayatının çoğunu geçireceği Amsterdam’a taşındı. Alman vatandaşı olarak doğdu, 1941’de vatandaşlığını kaybetti. Mayıs 1940’ta Almanların Hollanda’yı işgaliyle Amsterdam’da kapana kısıldı. Temmuz 1942’de Yahudilere yapılan zulüm arttığı için ailesiyle birlikte evlerindeki kütüphanenin arkasında gizli bir odaya saklandı. Ağustos 1944’te ailenin Gestapo tarafından tutuklanmasına kadar geçen sürede, doğum günü hediyesi olan günlüğüne düzenli olarak yaşadıklarını yazdı. Aile tutuklanınca Nazi toplama kamplarına gönderildi. Ekim veya Kasım 1944’te ablası Margot ile Auschwitz’ten Bergen-Belsen toplama kampına gönderildi. Birkaç ay sonra burada, 1945 yılında hayata gözlerini yumdu. Resmî ölüm tarihi 31 Mart olarak belirlenmiştir ancak 2015’te Anne Frank’ın evinde yapılan araştırmalar, Şubat’ta ölmüş olabileceği ihtimalini doğurmuştur.
Babası Otto Frank ailenin savaştan kurtulan tek üyesidir. Amsterdam’a döndüğünde kızının günlüğünün sekreteri Miep Gies tarafından muhafaza edildiğini öğrenmiş ve 1947’de günlüğünü yayımlatmıştır. Günlük 1952’de The Diary of a Young Girl (Bir Genç Kızın Günlüğü) adıyla İngilizceye çevrildi. Günümüzde yetmişin üzerinde farklı dilde yayımlanmıştır.

Merve Sultan Vural, 1997 yılnda Ankara’da doğdu. Pamukkale Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (Denizli), Atatürk Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi (Denizli), Amerikan Kültür Derneği Dil Okulları (Ankara) kurumlarında İngilizce öğretmenliği yaptı. İngilizce-Türkçe dillerinde karşılıklı olarak kitap çevirileri yapmaktadır.

12 Haziran 1942
Hiç kimseye içimi dökemediğim için sana yazıyorum. Umarım sana her şeyimi anlatabilirim ve umarım benim için teselli ve destek kaynağı olursun.

28 Eylül 1942 (Not)
Şimdiye kadar senin ve düzenli olarak yazdığım Kitty’nin çok desteğini gördüm. Bu şekilde günlük tutmak çok güzel. Buraya yazacağım daha birçok anı iple çekiyorum. Seni yanımdan ayırmadığım için öyle mutluyum ki!

14 Haziran 1942, Pazar
Seni aldığım, yani masanın üzerinde gördüğüm andan başlayacağım. (Aslında satın alınırken ben de gitmiştim ama bu sayılmaz.)
12 Haziran Cuma günü saat altıda uyandım. Doğum günümde geç kalkacak değildim elbet. Kalktım kalkmasına ama saat çok erken olduğu için azar işitmekten korktum ve yediye çeyrek kalaya kadar odamdan çıkmadım. İçim içime sığmıyordu. Vakit gelince bir hışımla yemek odasına gittim. Kedim Moortje bacaklarıma sürtünerek karşıladı beni.
Saat yediyi geçtiğinde annemle babamın yanında biraz vakit geçirdim, oradan da hediyelerimi açmak için salona geçtim. Odada ilk gözüme çarpan sen olmuştun, belki de en güzel hediyelerimden biriydin. Sonra bir buket gül, birkaç şakayık, birkaç tane de saksılara konacak cinsten çiçek gördüm. Babam ve annem birçok hediye almıştı: mavi bir bluz, bir oyun, tadı şarabı andıran bir şişe üzüm suyu (neticede şarap da üzüm suyundan yapılır), sonra bir yapboz, bir kutu yüz kremi, 2.50 gulden ve iki tane kitap almam için bir hediye çeki… Tam bitti derken Camera Obscura adında bir kitap armağan edildi ama bu kitabın aynısı Margot’ta olduğu için benimkini başka bir şeyle değiştirdim. Masanın üzerinde kendi ellerimle yaptığım kurabiyeler (bu konuda çok iddialıyımdır), annemin yaptığı tatlılar ile çilekli turta duruyordu. Büyükannem tam zamanında bir mektup göndermişti, tabii bu bir tesadüftü.
Daha sonra Hanneli beni almaya geldi ve birlikte okula gittik. Teneffüste öğretmenlerime ve sınıf arkadaşlarıma kurabiye dağıttım. Ardından tekrar çalışmaya başladık. Sınıfın geri kalanıyla birlikte jimnastiğe gittiğim için saat beşe kadar eve varamadım. (Omuzlarım ve bacaklarım çok narin olduğu için kolay kolay oraya gitmeme izin verilmez.) Doğum günüm olduğu için sınıf arkadaşlarım bir oyun seçmemi istedi. Ben de voleybol oynamak istedim. Daha sonra hepsi etrafımda halka oluşturup dans ettiler ve “Doğum Günün Kutlu Olsun” şarkısını söylediler. Sanne Ledermann ve aynı sınıfta olduğum arkadaşlarım Ilse Wagner, Hanneli Goslar ve Jacqueline van Maarsen de oradaydı. Hanneli ve Sanne eskiden en iyi iki arkadaşımdı. Bizi birlikte gören insanlar “Anne, Hanne, Sanne değil mi onlar?” derdi. Jacqueline van Maarsen ile Yahudi Lisesine başladığım zamanlarda tanıştım, şimdi o benim en iyi arkadaşım. Ilse de Hanneli’nin en iyi arkadaşı. Sanne’nin okulu bizimkinden farklı olduğu için onun arkadaşları orada.
“Hollanda Efsaneleri ve Masalları” adında çok güzel bir kitap aldım ama yanlışlıkla serinin ikinci kısmını almışlar, ben de onu birinciyle değiştirmek zorunda kaldım. Helena teyze yeni bir yapboz, Stephanie teyze şirin mi şirin bir broş, Leny teyze ise “Daisy’nin Dağ’a Yolculuğu” adlı güzel bir kitap verdi.
Bu sabah küvette uzanırken Rin Tin Tin gibi bir köpeğim olsa ne harika olurdu diye düşündüm. Ona Rin Tin Tin ismini verirdim ben de. Okula giderken onu da yanıma alırdım, bekçinin yanında beklerdi beni ya da hava güzel olduğunda bisiklet barakasında dururdu.

15 Haziran 1942, Pazartesi
Pazar günü öğleden sonra doğum günümü kutladık. Sınıf arkadaşlarım Rin Tin Tin filmine bayıldı. İki broş, bir tane kitap ayracı ve iki kitap daha aldım. İlk olarak okulum ve sınıfım ile ilgili şeyler anlatacağım. Önce öğrencilerden başlıyorum.
Betty Bloemendaal, fakir birine benziyor. Bence kesin öyle. Hiçbirimizin nerede olduğunu bilmediği Batı Amsterdam’da, adı sanı duyulmamış bir mahallede kalıyor. Dersleri çok iyi ama zeki olduğu için değil, çok çalıştığı için. Bir de çok sessiz bir kız.
Çoğu kişi Jacqueline van Maarsen’in en iyi arkadaşım olduğunu sanır ama benim hiç gerçek bir arkadaşım olmadı. Başta Jacque’ın gerçek arkadaşım olduğunu düşünmüştüm ama sonu pek öyle olmadı.
D.Q. sürekli bir şeyleri unutan gergin bir kızdır. Ödevlerini yapmayı unuttuğu zaman, öğretmenler fazladan ödev vererek onu cezalandırır. Kendisi çok kibardır, özellikle de G.Z.’ye karşı…
E.S. çok geveze biri. Birilerine bir şey sorarken durmadan ya saçına dokunuyor ya da düğmesinin üzerinde parmak tıkırdatıyor. Beni sevmediğini duymuştum ama umurumda değil, ben de ona bayılmıyorum.
Henny Mets, yüksek sesle konuşması ve dışarıda oynarken çocuklaşması dışında güler yüzlü ve tatlı bir kız. Ne yazık ki Henny’nin Beppy adında, ona kötü örnek olan, edepsiz ve görgüsüz bir kız arkadaşı var.
J.R. hakkında koca bir kitap çıkarabilirim. Tiksindirici, sinsi, burnu havada, ikiyüzlü ve dedikoducu. Kendini bizim yaşıtımız gibi görmüyor. Jacque’ı da kendine benzetti, ayıp yani! J. çok çabuk alınır, en ufak şeye ağlar, üstüne üstlük şov yaparak millete gösterir bunu. Küçük hanımın her dediği doğru olmak zorunda. Çok zengin ve kendisine yakışmayan çok sayıda harika elbiselerle dolu bir dolabı var. Çok alımlı olduğunu düşünüyor ama ne gezer! İkimiz de birbirimize katlanamıyoruz.
Ilse Wagner, güleç ve iyi bir kızdır ama çok huysuzdur. Hiç durmadan bir şeylerden sızlanabilir ve şikâyet edebilir. Beni çok sever. Tembel olduğu kadar zekidir de.
Hanneli Goslar’ın ya da okulda bilinen ismiyle Lies’in tuhaf bir tarafı var. Genellikle utangaçtır ama evde lafını esirgemez, konuşur. Ona söylediğin her şeyi gider annesine anlatır. Ne düşünürse onu söyler, sözünü sakınmaz. Son zamanlarda onu bir hayli takdir etmeye başladım.
Nannie Van Praag-Sigaar ufak tefek, eğlenceli ve anlayışlı bir kızdır. Bence güzel de bir kız. Oldukça da zekidir. Nannie ile ilgili söylenecek pek bir şey yok.
Eefje de Jong’un müthiş biri olduğunu düşünüyorum. On iki yaşında olmasına rağmen tam bir hanımefendi. Sanki onun bebeğiymişim gibi davranıyor. Ayrıca oldukça yardımsever. Onu severim.
G.Z. sınıftaki en tatlı kızdır. Hoş bir yüz hattı var ama gel gör ki ahmak bir kız. Bu yıl okulu tekrar edeceğini düşünüyorum ama tabii ki de bunu ona söylemem.
Not: G.Z. okulda kalmayarak beni şaşırttı.
Sınıftaki on iki kız arasında, G.Z.’nin yanında oturan kişi benim.
Erkeklerle ilgili de söylenecek şeyler var. Belki de o kadar çok yoktur…
Maurice Coster, benim hayranlarımdan biri ama sanırsın püsküllü bela.
Sallie Springer, çok fesat birisi ve söylenene göre yemediği nane kalmamış. Yine de hoş ve oldukça eğlenceli biridir.
Emiel Bonevit, G.Z.’nin peşinde koşuyor ama kız bunu umursamıyor. Emiel bayağı sıkıcı biri.
Rob Cohen, önceden bana âşıktı ama şu an ona tahammülüm kalmadı çünkü o rahatsız edici, ikiyüzlü ve yalancı. Kendini dev aynasında gören sümüklünün biri.
Max Van de Velde, Medemblik’ten bir çiftçinin oğlu. Margot’un dediğine göre sevimli bir çocuk.
Herman Koopman da fesattır. Tıpkı Jopie de Beer gibi çapkın ve kız delisi.
Leo Blom, Jopie de Beer’in en yakın dostu. Leo’nun fesatlığı ona da bulaşmış.
Albert de Mesquita, Montessori Okulundan bir sınıf atlayarak geldi. Fazlasıyla zeki biri. Leo Slager da aynı okuldan geldi ama Albert kadar zeki değil.
Ru Stoppelmon, Almelo’dan gelen kısa ve sersem bir çocuk. Bizim okula dönemin ortasında geldi.
C.N. yapılmaması gereken ne varsa yapar.
Jacques Kocernoot, arka sıramızda, C.N.’nin yanında oturuyor. G. ve ben, ona katılarak gülüyoruz.
Harry Schaap, sınıftaki en terbiyeli çocuk ve sevimli de.
Werner Joseph de hoş ama son zamanlarda çok sessiz olduğu için bana sıkıcı geliyor.
Sam Salomon, gecekondu mahallesinden gelen maço erkeklerden biri. Tam bir serseri. (O da hayranım.)
Appie Riem, Ortodoks olmasına rağmen o da az serseri değildir.

20 Haziran 1942, Cumartesi
Günlük tutmak benim gibi biri için çok ilginç bir meşgaleydi. Bunu daha önce bir şeyler karalamadığım için değil, ben de dâhil olmak üzere hiç kimsenin on üç yaşındaki bir kızın içinden geçenleri anlayacağını beklemediğim için söylüyorum. Bu çok da önemli değil. İçimden yazmak geliyor ve içimde gitgide büyüyen şeyleri dökmek istiyorum.
“Kâğıt insandan daha sabırlıdır.” Bu söz bana tıpkı bu günlerde olduğu gibi evde, ellerimi çeneme koymuş otururken biraz bunalımda olduğum zamanları hatırlatıyor. Evde mi kalsam yoksa dışarı mı çıksam diye sıkılarak ilgisizce bekliyordum. En sonunda şu anda olduğum yerde, derin düşüncelere dalmış bir hâlde buldum kendimi. Gerçekten de kâğıt daha sabırlıymış ve ben, gerçek bir dost buluncaya kadar “hatıra defteri” dedikleri bu mağrur defteri kimseye okutmayacağım.
Şimdi bu hatıra defterini tutmamın nedenine gelelim. En baştan başlıyorum: Benim hiç dostum yok.
Daha açık olmak gerekirse kimse on üç yaşında bir kızın koskoca dünyada yalnız olduğuna inanmaz. Yalnız da değilim aslında. Biricik ebeveynlerim ve on altı yaşında bir ablam var. Arkadaşım diyebileceğim otuza yakın insan var etrafımda. Gözlerini benden alamayan ve cep aynalarını kullanarak gözlerinin ucuyla sınıfta bana bakmaya çalışan hayranlarım var. Bir ailem, beni seven teyzelerim ve güzel bir evim var. Gerçek bir dost dışında görünürde her şeyim tastamam. Arkadaşlarımlayken güzel zaman geçirdiğimi düşünüyorum ama günlük hayat dışında fazla bir şey hakkında konuşamıyorum. Onlarla daha samimi olamıyorum ki bu da büyük bir sorun. Belki de güvenemediğim için böyle olması benim hatamdır. Her hâlükârda bu böyle sürüp gidecek. İşte bu yüzden sana yazmaya başladım.
Uzun süredir beklediğim, hayalimdeki kız arkadaşı -çoğu insanın tasvir ettiği gibi- burada anlatmayacağım, onun yerine bu hatıra defterini kız arkadaşım olarak kullanacağım. İsmi de Kitty olacak.
Konuya pat diye başlarsam kimse anlatacağım hikâyeden bir şey anlamayacak. Onun için, hiç sevmesem de hayatımla ilgili bir özet yazmam gerek.
Babam, hayatımda gördüğüm en şahane adamdır. Otuz altı yaşındayken annemle evlenmiş. Annem de o zamanlar yirmi beş yaşındaymış. Ablam Margot 1926’da Almanya’da, Frankfurt’ta dünyaya gelmiş. Ben 12 Haziran 1929’da doğdum. Dört yaşıma kadar Frankfurt’ta yaşadım. Yahudi olduğumuz için babam 1933’te Hollanda’ya göç etti. Orada, reçel üretimi yapan Opekta şirketinde genel müdür oldu. Annem, Edith Frank (Hollander) Eylül ayında babamın yanına, Hollanda’ya gitti. Margot ve beni büyükannemizin yanına, Aechen’e bırakmıştı. Margot da Aralık ayında gitmişti, bense Margot’un doğum günü hediyesi olarak masasında beklediğim şubat ayında…
Az bir zaman sonra Montessori Okulunda anaokuluna başladım ve birinci sınıfa geçene kadar (altı yaşına kadar) orada okudum. Altıncı sınıfa geçtiğimde okul müdiresi olan Bayan Kuperus’un sınıfına seçildim. Sene sonunda çok hüzünlü bir veda gerçekleşti, ikimiz de gözyaşları içindeydik çünkü Margot’un da gittiği Yahudi Lisesine alınmıştım.
Almanya’daki akrabalarımız Hitler’in Yahudi karşıtı kanunlarından çok çektiği için biz de yaşamımızı büyük bir gerginlik içinde sürdürdük. 1938’deki Yahudi Soykırımı’nın ardından, iki dayım da (annemin kardeşleri) Almanya’dan, kendilerini güvende hissettikleri Kuzey Amerika’ya mülteci olarak gitti. Büyük büyükannem bizimle yaşamaya Hollanda’ya geldi. O zamanlar yetmiş üç yaşındaydı.
1940 Mayısı’ndan sonra güzel günler geride kaldı: Önce savaş çıktı, sonra şartlı teslim, sonra da Yahudiler için sorunları beraberinde getiren Almanların gelişi… Özgürlüğümüz, bir dizi Yahudi karşıtı kararnamelerle ciddi ölçüde kısıtlandı. Yahudiler Davud Yıldızı[1 - Altı köşeli yıldız (ç.n.)] takmak zorunda; Yahudilerin bisikletlerini teslim etmesi gerekli; Yahudilerin tramvay kullanmaları yasak; Yahudiler kendilerine ait olsa da arabaya binemez; Yahudiler alışverişlerini saat üçten beşe kadar yapabilir; Yahudiler yalnızca Yahudi berberlerine ve güzellik salonlarına gidebilir; Akşam sekiz ve sabah altı saatleri arasında Yahudilerin dışarı çıkması yasak. Yahudilerin tiyatroya, sinemaya veya eğlence içeren herhangi bir yere gitmelerine izin yok; Yahudiler yüzme havuzuna, tenis kortuna, hokey alanına ya da herhangi bir spor merkezine gidemez; Yahudiler kürek çekmeye de gidemez; toplum içinde spor aktivitesi içeren bir yerde yer alamazlar; Yahudiler akşam sekizden sonra arkadaşlarıyla bahçede oturamaz. Hristiyanların, evlerinde Yahudi ağırlamasına izin verilmez; Yahudiler sadece Yahudi okullarına gidebilir gibi gibi… Onu yapamazsın, bunu yapamazsın ama hayatına devam edebilirsin, öyle mi? Jacque bana hep şöyle derdi: “Artık bir şeyler yapmaya cesaretim kalmadı çünkü onun da yasaklanmasından korkuyorum.”
1941 yazında büyükannem rahatsızlandı ve ameliyat oldu. Bunun için doğum günüm pek kutlama havasında geçmedi. 1940 yazındaki doğum günüm, Hollanda’daki savaş yeni bittiğinden dolayı böyle geçmişti. Büyükannem Ocak 1942’de vefat etti. Onu ne kadar düşündüğümü ve sevdiğimi kimse bilmez. 1942’deki doğum günüm, öncekileri telafi eder cinstendi. Büyükannemin kandili yanı başımızda yanıyordu.
Biz dördümüz çok iyiyiz. Tüm bunlar beni içinde bulunduğum 20 Haziran 1942 tarihine, hatıra defterimin muhteşem açılışına getirdi.

20 Haziran 1942, Cumartesi
Sevgili Kitty,
Şu an burası güzel ve sessiz. Babamla annem dışarı çıktılar. Margot arkadaşlarıyla beraber, Trees’in evine masa tenisi oynamaya gitti. Son zamanlarda ben de masa tenisi oynuyorum. Hatta beş arkadaşımla bir kulüp oluşturduk. İsmini “Küçükayı Eksi İki” koyduk. Çok aptalca bir isim farkındayım ama bu bir hatadan kaynaklanıyor. Kulübümüze özel bir isim koymak istedik. Beş kişi olduğumuz için Küçükayı ismi mantıklı geldi. Küçükayı’nın içinde beş tane yıldız olduğunu sanıyorduk ama Büyükayı’daki gibi yedi tane yıldız varmış. Biz de geri adını değiştirip “Eksi İki” ekledik. Ilse Wagner’ın masa tenisi takımı var. Wagnerlar ne zaman istersek büyük yemek odalarında masa tenisi oynayabileceğimizi söyledi. Biz beş masa tenisçi, özellikle yaz aylarında dondurma yemeyi sevdiğimiz için oyun sonunda soluğu Yahudilerin dondurma yemelerine müsaade edilen Oasis’teki ya da Delphi’deki dondurmacıda alırız. Uzun zamandır dondurma yemek için paraya ihtiyacımız yok çünkü Oasis’teki dükkân o kadar kalabalık ki mutlaka bize dondurma ısmarlayacak tanıdık ve cömert birkaç beyefendiye denk geliyoruz. Bazen de hayranlarımız bize bir hafta yetecek kadar dondurma ısmarlıyor.
Muhtemelen bu yaşta bir kızın hayranlarından bahsetmesine şaşırdın. Maalesef (ya da değil) bu durum okulumuzda önlenemeyecek bir şey. Eğer bir çocuk, beni bisikletle eve bırakmak istemişse ve biraz da laflamışsak bana oracıkta âşık olmama ve benden gözünü bir saniyeliğine ayırma gibi bir ihtimal olamaz. Ondaki bu şevk zamanla azalır çünkü o tutku dolu bakışları görmezden gelirim ve gamsız bir şekilde bisikletimi sürmeye devam ederim. Eğer iş eğlenceli bir hâl alırsa “babasının iznini alarak” peşimden gelen çocuğu görünce, bisikletimi sağ-sol yaparak sürerim. Öyle olunca okul çantam düşer, çocuk bisikletinden iner ve çantamı verir. Sonra da konuyu değiştiririm. Bunlar en masum olanları. Öpmek isteyenler ve koluma girmek isteyenler de oluyor elbet ama kime çattıklarını bilmiyorlar. Öyle bir şey olduğunda bisikletimden inip ya yapmış olduğu yol arkadaşlığını reddederim ya da küçük görülmüş gibi yaparak kendimden emin bir şekilde evine gitmesini söylerim. İşte, dostluğumuzun temelini attık nihayet. Yarın görüşmek üzere.

    En iyi arkadaşın, Anne

21 Haziran 1942, Pazar
Sevgili Kitty,
Tüm sınıfın eli ayağına dolaşmış vaziyette. Tabii sebebini soracaksın şimdi. Bugün, yarın sınıftan kimin geçip kimin kaldığının belli olacağı bir toplantı yapılacak. Sınıftakiler sürekli tahmin yürütüyor. G.Z. ve ben, arka sıramızda oturan, ikide bir tahmin yürütüp iddiaya giren C.N. ve Jacques Kocernoot’a gülmekten kırılıyoruz. Sabahtan akşama “geçeceksin” “geçemeyeceğim” “geçersin” “geçemem” muhabbeti yapıyorlar. G.’nin ricaları da benim sinirli çıkışlarım da onların susmasını sağlamıyor. Bana sorarsan sınıfta, okulda kalması gereken kişiler çok ama öğretmenler dünyadaki en öngörülemez kişiler. Belki bu kez düşünülenin aksine olumlu bir şeyler söylerler. Kız arkadaşlarımdan ve kendimden yana bir endişem yok.
Biz bir şekilde hallederiz de tek tahmin edemediğim ders matematik. Neyse, beklemekten başka yapacak bir şey yok. Her şey netleşene kadar birbirimizi umutsuzluğa düşürmemeye çalışıyoruz.
Öğretmenlerimle aram iyidir. Dokuz öğretmenimin yedi tanesi erkek, iki tanesi kadın. Eski kafalı matematik öğretmenim Bay Keesing, uzunca bir süre bana sinirliydi çünkü çenem durmuyordu. O kadar uyarıdan sonra bana fazladan ev ödevleri verdi. “Bir Çenebaz” ile ilgili yazı yazmam gerekiyordu. Çenebaz biri hakkında ne yazabilirsin ki? Ne yazacağıma sonra karar vermeyi tercih ettim. Ödevi defterime not ettim, çantamı kapattım ve sessiz olmaya çalıştım.
O akşam, ödevimin tamamını bitirdikten sonra, yazdığım şeyle ilgili bir bölüm dikkatimi çekti. Kalemi dişlerimin arasında gezdirirken bu konuyla ilgili kafa yormaya başladım. Herkes lafı döndürür dolaştırır ya da herkes süslü kelimeler kullanır ama önemli olan bahsettiğin konunun gerekliliğini kanıtlayacak tartışmalar öne sürmek. Düşündüm, düşündüm… Aniden kafamda bir ampul belirdi. Bay Keesing’in bana verdiği ödev için gerekli olan üç sayfanın üçünü de doldurdum. Bundan oldukça memnundum. Konuşkanlığın, kadınların bir davranış tarzı olduğundan, bunu bastırmaya çalıştığımdan, kendimi bildim bileli annemin de çok konuştuğundan ve bunun kalıtımsal olduğundan bahsettim.
Bay Keesing yazıma bayağı bir güldü. O gün yine konuşmayı bırakamayınca ikinci ödev de kaçınılmaz oldu. Bu seferki ödevim “İflah Olmaz Bir Çenebaz” olmuştu. Bununla ilgili de bir sürü şey yazdım ve Bay Keesing iki ders boyunca hiçbir şekilde söylenmedi. Fakat üçüncü ders esnasında sabrı son raddeye geldi ve şunları söyledi: “Anne Frank! Sınıfta konuştuğun için sana şu başlıkla ilgili yazı yazma cezası veriyorum: ‘Vakvak etti Bayan Laklak.’ ”
Sınıftakiler bir kahkaha patlattı. Gevezelikle ilgili yazı yazmaktan beynim yorulmuş olsa da ben de çok güldüm buna. Başka bir şey bulmalıydım, daha özgün bir şey. Şiir yazmakta iyi olan arkadaşım Sanne, konuyu baştan sona şiirsel bir şekilde yazma önerisinde bulundu. Mutluluktan havalara uçtum bunu duyunca. Keesing, bu konuyu seçerek benimle oyun oynuyordu ama ben ona altından kalkamayacağı bir şey yapacaktım şimdi. Şiirimi bitirmiştim ve harika olmuştu. Anne ördek, baba kuğu ve çok vakladıkları için babaları tarafından öldüresiye dövülen üç küçük ördekçikti konusu. Allah’tan, Keesing’in espri anlayışı vardı. Şiiri, hem kendi yorumunu ekleyerek bizim sınıfa hem de başka sınıflara okudu. O gün bu gündür ne konuşmama bir laf edildi ne de fazladan ödevler aldım. Hatta tam tersi, Keesing bu sıralar espriler de yapıyor.

    En iyi arkadaşın, Anne

24 Haziran 1942, Çarşamba
Sevgili Kitty, Bugün hava aşırı sıcak. Herkes oflayıp pufluyor. Bu sıcakta her yere yürümek zorundayım. Tramvayın ne kadar güzel olduğunu şimdi fark ediyorum ama bize şu an lüks gelen bu tramvaylara Yahudi olduğumuz için binemiyoruz. Ayaklarımız bizi idare edermiş. Önceki gün öğle vakti, Jan Luykenstraat’ta dişçi randevum vardı.
Okuldan oraya gitmek ölüm gibiydi. O gün, öğleden sonra neredeyse uyuyakalacaktım. Neyse ki insanlar seni öyle gördüğünde bir şeyler içmeyi teklif ediyor. Asistan dişçi çok kibar birisi.
Kullanabileceğimiz toplu taşıma aracı vapur. Diğer tarafa geçmek istediğimizde, Jozef Israëlskade vapurunu kullanan adam bizi aldı. Tabii biz Yahudilerin böylesine bir hayat sürmek zorunda olmamızdan yana Hollandalıların bir kabahati yoktu.
Okula gitmek zorunda olmasaydım keşke. Paskalya tatilinde bisikletim çalındı. Babam da çalınmaması için annemin bisikletini Hristiyan tanıdıklarımıza verdi. Hele şükür yaz tatiline az kaldı. Bir hafta sonra bu çile sona erecek.
Dün sabah ilginç bir şey oldu. Bisikletlerin olduğu yerin önünden geçerken birinin bana seslendiğini duydum. Arkamı dönüp baktığımda, bu hoş çocuğun önceki akşam Wilma’nın evinde karşılaştığım çocuk olduğunu gördüm. Wilma’nın kuzeniymiş. Önceden Wilma’nın iyi bir kız olduğunu düşünürdüm ama şimdi erkeklerden başka hiçbir şeyden bahsetmiyor ve bu gitgide sıkıcı bir hâl alıyor. Çocuk utangaç bir şekilde bana doğru yaklaştı ve Hello Silberberg olarak kendini tanıttı. Birazcık şaşırmıştım ve ne istediğini bilmiyordum ama biraz sonra ne istediği belli oldu. Okula kadar bana eşlik etmek istiyordu. “Aynı yoldan gidiyorsak beraber gidebiliriz.” dedim. Sonra da beraber yola koyulduk. Hello, on altı yaşında ve eğlenceli hikâyeler anlatmakta üstüne yok.
Bu sabah yine beni bekledi ve sanırım daha çok beklemeye devam edecek.

    Anne

1 Temmuz 1942, Çarşamba
Sevgili Kitty,
Dürüst olmak gerekirse bugüne kadar sana yazmaya pek vaktim olmadı. Perşembe, tüm gün arkadaşlarlaydım. Cuma günü misafir geldi. Yani bugüne kadar doluydum.
Hello ve ben geçtiğimiz hafta birbirimizi iyice tanıdık. Bana hayatıyla ilgili şeyler anlattı. Gelsenkirchen tarafından geliyormuş. Büyükannesi ve büyükbabasıyla yaşıyormuş. Ailesi hayatına Belçika’da devam ediyormuş ama Hello oraya gidemezmiş. Önceden Ursula adında bir kız arkadaşı varmış. Kızı biliyorum. Çok güzel ve bir o kadar da sıkıcı biri. Benimle buluşmaya başladığından beri, Ursula’nın yanında yorgunluktan bitkin düştüğünü fark etmiş. Yani bir nevi onu zinde tutuyorum. Asla ne konuda iyi olduğunu kestiremiyorsun işte.
Jacque cumartesi günü bizde kaldı. Pazar günü Hannelilere geçtiği için sıkıntıdan patladım.
Hello’nun bize gelmesi gerekiyordu. Saat altı gibi telefon çaldı. Telefonu açtığımda şöyle bir konuşma geçti aramızda: “Ben Helmuth Silberberg. Anne ile konuşabilir miyim?”
“Ah! Hello, ben Anne.”
“Merhaba Anne, nasılsın?”
“İyiyim, teşekkürler.”
“Şey, çok üzgünüm ama bugün size gelemeyeceğimi söylemek istedim. Seninle konuşmak istedim, on dakika içinde oraya gelsem kapıya çıkabilir misin?”
“Tabii, olur. Görüşürüz.”
“Tamamdır, geliyorum. Görüşürüz.”
Telefonu bıraktım ve hızlıca saçıma başıma çekidüzen vermeye başladım. Gergin bir şekilde camdan dışarı sarktım ve gelmesini bekledim. Sonunda geldi. İşe bak ki alelacele merdivenlerden inmek yerine kapıyı çalmasını bekledim. Sonra sakince kapıyı açtım ve hemen konuşmaya başladı.
“Bak Anne; büyükannem düzenli olarak görüşmemiz için senin çok küçük olduğunu düşünüyor. Bana Lowenbachlara gitmem gerektiğini söylüyor ama senin de bildiğin gibi artık Ursula ile sevgili değiliz.”
“Öyle mi? Bilmiyordum. Ne oldu ki? Kavga mı ettiniz?”
“Yok, öyle olmadı. Ona, birbirimize uygun olmadığımızı, sevgili olmamızın pek bir anlamı olmadığını ama kapımın ona açık olduğunu, onun da aynı şeyleri benim için düşündüğünü umduğumu söyledim. Aslında, Ursula’nın başka biriyle takıldığını düşünmemin de tüm bunlarda payı vardı. Olay düşündüğüm gibi değilmiş. Amcam, ondan özür dilemem gerektiğini söyledi ama bunu yapmak içimden gelmedi ve ben de ilişkiyi bitirdim. Tek neden bu değildi tabii.
“Büyükannem, Ursula ile birlikte olmamı istiyor ama ben istemiyorum ve olmayacağım da. Bazen yaşlı insanlar bağnazca düşünüyor. Bu, onların dediklerini yapacağım anlamına gelmiyor. Biliyorum ki benim onlara ihtiyacım olduğu kadar, onların da bana ihtiyacı var. Bundan sonra çarşamba akşamları bir işim yok çünkü ağaç oymacılığı kursuna artık gitmiyorum. Aslında bu, siyonist bir parti grubu. Büyükannem ve büyükbabam siyonist karşıtı oldukları için gitmemi istemiyorlar zaten. Ben de fanatik bir siyonist sayılmam. Sadece ilgimi çeken bir konu. Her neyse, son zamanlarda çok karışık şeyler döndüğü için oradan ayrılacağım. Yani, haftaya çarşamba oraya son gidişim olacak. Bu da çarşamba akşamı, cumartesi öğleden sonra ve akşam, pazar öğleden sonra, belki daha da uzun görüşebileceğimiz anlamına geliyor.”
“Ama büyükannen ve büyükbaban istemiyorsa onların arkasından iş çevirmen yanlış olmaz mı?”
“Aşkta ve savaşta her şey mübahtır.”
Bu arada, yürüye yürüye Blankevoort Kitabevinin önüne kadar geldik. Kitabevinin önünde iki çocuk ile birlikte Peter Schiff’i gördük. Uzun zamandan sonra bana selam verdi ve buna mutlu oldum.
Hello, pazartesi akşamı annem ve babamla tanışmak için bize geldi. Bir tane pasta, biraz da şeker almıştım. Yanında çay ve kurabiye de vardı. Hello da ben de öylece evde pineklemek istemedik ve yürüyüşe çıktık. Saat sekizi on geçeye kadar dışarıda dolandık. Eve geldiğimde babam çok sinirliydi çünkü zamanında eve gelmemiştim. Onlara, bundan böyle sekize on kala evde olacağıma söz vermek durumunda kaldım. Önümüzdeki cumartesi Helloların evine davetliyim.
Wilma’nın dediğine göre, Hello bir akşam onlara gitmiş. Wilma da ona “Ursula mı yoksa Anne mi daha çok hoşuna gidiyor?” diye sormuş.
Hello: “Bu seni alakadar etmez.” diye yanıtlamış.
Bunun üzerine, Hello gidene kadar hiç konuşmamışlar. Gitmeden önce de “Anne daha çok hoşuma gidiyor ama kimseye söyleme. Görüşürüz.” demiş ve vınnn! Oradan tüymüş.
Şu zamana kadar olan şeylerden anladığım kadarıyla, Hello’nun bana abayı yaktığını söyleyebilirim. Bu değişiklik bana iyi geldi. Eminim Margot, Hello’nun bana oldukça yakıştığını söylerdi. Ben de öyle düşünüyorum, belki de daha da fazlasıdır… Annem de onu övüp duruyor: “Ne hoş çocuk, hem de nazik.” Her yerde ondan bu kadar söz edilmesi hoşuma gidiyor. Tabii, kız arkadaşlarımın konuşması haricinde. Hello, kız arkadaşlarımı çocuksu buluyor ve bunda haklılık payı var. Jacque bana takılıp duruyor ama ben ona âşık değilim. Yani aşırı değil. Erkek arkadaşlarımın olması gayet normal. Kimse bunu takmaz zaten.
Annem sürekli büyüyünce kiminle evleneceğimi soruyor. Her iddiasına varım ki o kişinin Peter olduğu aklının ucundan dahi geçmiyordur çünkü hiç istifimi bozmadan Peter’ın bana göre olmadığına onu ikna ettim. Daha önce hiç kimseye duymadığım sevgiyi Peter’a karşı duyuyorum. Umarım başka kızlarla takılmasının sebebi, bana olan sevgisini gizlemeye çalışmasıdır. Belki de Hello ve benim birbirimize âşık olduğumuzu zannediyordur ki alakası yok. O benim için sadece bir arkadaş ya da annemin deyimiyle bir kavalye.

    En iyi arkadaşın, Anne

5 Temmuz 1942, Pazar
Sevgili Kitty,
Cuma günü, Yahudi Tiyatrosu’nda yapılan mezuniyet töreni beklediğimiz gibiydi. Karnem ortalama geldi. Bir tane D, bir tane de C- notum var; cebir sağ olsun. Geri kalan B+ ve B- dışında hep B. Ailem notlarımdan memnundu. Bizimkiler notlar konusunda diğer velilerden farklı çünkü notlarımın iyi ya da kötü gelmesini pek umursamıyorlar. Sağlıklı, mutlu olduğum ve her şeye karşılık vermediğim sürece gerisi önemli değil onlar için. Eğer bu üçü tamamsa her şey tamam demekti.
Ne var ki ben tam tersini düşünüyorum. Tembel bir öğrenci olmak istemiyorum. Yahudi Lisesine şartlı olarak kabul edildim. Montessori Okulu’na yedinci sınıfa kadar devam edeceğimi sanmıştım ama Yahudiler için çıkan kanunla okulu bırakmak zorunda kaldım. Bay Elte, Lies Goslar ve beni uzun uğraşlar sonucu bu okula kabul etti. Lies, geometri dersini tekrar almak zorunda kalacak ama sınıfı geçti.
Zavallı Lies. Evde ders çalışmak onun için o kadar zor ki… El bebek gül bebek büyütülen iki yaşındaki kız kardeşi, tüm gün Lies’in odasında oynuyor. Eğer Gabi, istediğini yapmazsa kardeşi deli gibi bağırıyor. Lies onunla ilgilenmediğinde ise bu sefer Bayan Goslar bağırmaya başlıyor. Demem o ki Lies zar zor ödevini yapabiliyor. Aldığı özel dersler de boşa gitmiş oluyor. Goslarlar bana biraz değişik geliyor. Bayan Goslar’ın annesi ve babası hemen yanlarında yaşıyorlar ama Lieslerde yemek yiyorlar. Evde bir yardımcı, bir bebek, dalgın bir baba olan Bay Goslar ve her zaman gergin ve uyuz bir anne olan Bayan Goslar var ki yine hamile! Aşırı sakar olan Lies, kendini bir kargaşanın içinde buluyor.
Ablam Margot da karnesini aldı.
Her zamanki gibi harika. Eğer bizim okulda “şeref derecesi” olmuş olsaydı, onur belgesiyle bitirirdi çünkü çok zeki.
Bu sıralar babam evde takılıyor. İş yerinde yapacağı bir şey yokmuş. Kendine ihtiyaç duyulmadığını bilmek kötü bir his olsa gerek. Bay Kleiman, Opekta şirketini; Bayan Kugler de 1941 senesinde kurulan, baharat ve yan sanayi şirketi olan Gies&Co.’yu devraldı.
Birkaç gün sonra çevredeki mahallelerde gezinirken babam saklanmaktan söz etti. Dünyanın geri kalanından kendimizi soyutlayarak yaşamamızın zorluklarından bahsetti. Ona, neden bu konuyu açtığını sordum.
“Anne” dedi. “Sen de biliyorsun ki giysilerimizi, yiyeceklerimizi, eşyalarımızı başkalarına veriyoruz. Eşyalarımızın daha fazla Almanların eline geçmesini istemiyoruz. Hele onların pençesine düşmeyi hiç istemiyoruz. Kendi isteğimizle gideceğiz ve onların bizi götürmesini beklemeyeceğiz.”
Beni ürperten ciddi tavrından sonra: “İyi de baba, ne zaman?” diye sordum.
“Sen şimdi bunu düşünme. Biz hallederiz. Hazır hâlâ yapabiliyorken hayatın tadını çıkar.” dedi.
Tüm konuşmamız bu kadardı. Lütfen bu hüzünlü konuşmalar gerçek olmasın.
Kapı çalıyor. Gelen Hello. Şimdilik benden bu kadar.

    En iyi arkadaşın, Anne

8 Temmuz 1942, Çarşamba
Sevgili Kitty,
Cuma sabahından bu yana sanki yıllar geçti. O kadar çok şey oldu ki… Sanki dünya başıma yıkıldı. Ama gördüğün gibi hâlâ hayattayım, Kitty. Babama göre bu da bir şey. Yaşıyorum yaşamasına da sakın nerede ve nasıl diye sorma. Şimdi sen muhtemelen bu söylediklerimden hiçbir şey anlamadın. Pazar öğleden sonra başıma gelenleri anlatarak başlıyorum.
Hello sonra tekrar uğramak için gittikten sonra, saat üçte kapı çaldı. Balkonda, güneşin alnında miskin miskin kitap okuduğum için kapıyı duymamışım. Bir süre sonra Margot, oldukça kaygılı bir şekilde mutfak kapısına geldi. “Babam… S.S.’lerden bir çağrı geldi!.. Annem, Bay van Daan’ı görmeye gitti.” dedi fısıldayarak. Bay van Daan, babamın iş arkadaşı ve dostudur.
Buz kesildim. Bu çağrının ne anlama geldiğini bilmeyen yoktur. Toplama kamplarının ve tek kişilik hücrelerin görüntüleri zihnimde belirdi. Babamın göz göre göre oraya gitmesine nasıl göz yumacaktık? Salonda annemizin gelmesini beklerken Margot: “Tabii ki de gitmez.” dedi. “Annem, van Daan’ın yanına, yarın saklanıp saklanamayacağımızı sormaya gitti. Van Daanlar da bizimle gelecek. Saklanmaya yedi kişi gideceğiz.” Bir sessizlik bürüdü etrafı. Tek kelime edemedik. Babamın olanlardan habersiz, Yahudi Hastanesinde bir ziyarete gitmiş olması düşüncesi, annemin uzun bekleyişleri, havanın rehaveti, kararsızlık… Bunların hepsi bizi susturmaya yetiyordu.
Sonra birden kapı çaldı. “Hello’dur gelen.” dedim.
Margot: “Sakın kapıyı açma!” diyerek bana engel olmaya çalıştı ama bu çok gereksizdi çünkü annemin ve Bay van Daan’ın alt katta Hello’yla konuştuğunu duymuştuk. Sonra ikisi de içeri gelip kapıyı arkalarından kapattı. Her zil çalışında, ya Margot ya da ben aşağı inip gelen kişinin babam olup olmadığını kontrol edecektik ve başka kimsenin içeri girmesine müsaade etmeyecektik. Bay van Daan, annemle yalnız konuşmak istediği için odadan çıkmak durumunda kaldık.
Yatak odamızda otururken gelen çağrının, babama değil de Margot’a geldiğini öğrendim ve bu ikinci şokla ağlamaya başladım. Margot yalnızca on altı yaşında. Anlaşılan genç yaştaki kızları da kamplarına götürmek istiyorlar. Ama çok şükür Margot gitmeyecek, annem öyle söyledi. Galiba babam da saklanma mevzusunu açtığında bunu kastetmişti. Saklanmak… Nereye saklanacağız ki? Şehirde bir yerde mi? Yoksa kasabada mı, ya da bir barakada, belki de bir kulübede? Ne zaman, nerede, nasıl? Sorgulamamam gereken o kadar çok soru vardı ki hepsi kafamı kurcalıyordu.
Margot’la beraber en önemli eşyalarımızı okul çantalarımıza sığdırmaya çalıştık. Aklıma ilk gelen şey, bu günlük olmuştu. Sonra bigudiler, mendiller, okul kitaplarım, tarağım ve birkaç eski mektup… Kafamda saklanmak düşüncesi yer etmişken çok değişik şeyler atmışım çantama. Ama pişman da değilim çünkü anılar kıyafetlerimden daha fazla yer kaplıyor üstümde.
Sonunda babam saat beş gibi eve geldi. Hemen Bay Kleiman’ı arayıp bu akşam bize gelip gelemeyeceğini sorduk. Bay van Daan, Miep’i almak için evden çıktı. Miep eve geldi ve içinde ayakkabıların, kıyafetlerin, hırkaların, iç çamaşırların ve çorapların olduğu bir torbayı alarak gece geleceğine söz verip geri gitti. Evde bir sessizlik oluştu. Hiçbirimiz aç değildik. Hava hâlâ sıcaktı ve her şey gitgide tuhaflaşıyordu.
Üst katımızdaki geniş odayı, otuzlarında dul kalan Bay Goldschmidt’e vermiştik. Üstü kapalı sözlerimize rağmen akşamın onuna kadar yanımızdan ayrılmadığına göre yapacak pek bir işi yoktu.
Saat on birde Miep ve Jan Gies geldi. 1933 yılından bu yana babamın şirketinde çalışan Miep, yakın bir aile dostumuz. Eşi Jan da öyle… Tekrar ayakkabılar, çoraplar, kitaplar ve çamaşırlar Miep’in çantasına ve Jan’ın geniş ceplerine dolduruldu. Saat on bir buçukta evden çıktılar.
Kolumu kaldıracak hâlim yoktu. Bu gecenin yatağımda uyuyacağım son gece olduğunu bilmeme rağmen başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum. Annem sabah beş buçukta beni çağırınca kalktım. Neyse ki hava pazar günkü gibi sıcak değildi. Gün boyu yağmur çiseledi.
Dördümüz de geceyi buzdolabında geçirmişçesine sıkı sıkı giyindik ki yanımıza daha fazla kıyafet alabilelim. Bu koşulda hiçbir Yahudi, kıyafet dolu bir torbayla dışarı çıkmaya cesaret edemezdi. Üzerime iki fanila, üç çift içlik, bir elbise, üstüne bir etek, bir hırka, bir yağmurluk, iki çift çorap, bir çift postal, bir bere, bir atkı ve daha pek çok şey giymiştim. Evden ayrılmadan önce fenalık geçirecektim ama kimse bu durumu düşünecek hâlde değildi.
Margot okul çantasına kitaplarını tıkıştırdı, sonra da bisikletini almaya gitti. Miep’in arkasından bilmediğim bir yola girdi. Nereye saklanacağımız konusunda hâlâ bihaberdim.
Saat yedi buçukta kapıyı çektik çıktık. Veda ettiğim tek kişi, kedim Moortje’ydi. Bay Goldschmidt’e bıraktığımız bir mektupta yazdığımız gibi, Moortje’nin yeni yuvası komşumuzun evi olacaktı.
Dağınık yataklar, masadaki yemek artıkları, mutfağa kedi için bırakılan yarım kilo et bizim orayı ne kadar alelacele terk ettiğimizi gösteriyordu. Ancak neyin nasıl görüneceğini düşünecek bir durumda değildik. Yalnızca orayı terk etmek, uzaklara, güvenli bölgelere gitmek istiyorduk. Başka hiçbir şeyi önemsemiyorduk.
Kalan şeyleri yarın anlatacağım.

    En iyi arkadaşın, Anne

9 Temmuz 1942, Perşembe
Sevgili Kitty,
Nerede kalmıştık? Babam, annem ve ben, omzumuzda okul çantaları ve elimizde içi tıka basa gerekli şeylerle doldurulmuş market poşetleriyle, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yürüyorduk. Sabahın köründe işe giden insanlar, bize acıyarak bakıyordu. Yüzlerine baktığında bize ulaşım aracına binmeyi teklif edemedikleri için üzüldükleri belli oluyordu. Kolayca görünen sarı yıldız bizim yerimize durumumuzu anlatıyordu.
Annemle babam planın ne olduğunu sokağa çıkana kadar anlatmadı. Taşınmadan aylar önce eşyalarımızın çoğunu odalardan çıkarmıştık zaten. Temmuzun on altısında da nereye saklanacağımız kararlaştırılmıştı. Margot’un aldığı haber yüzünden planımızdan on gün erken yola çıkmak zorunda kaldık ki henüz hazırlayamadığımız şeyler vardı.
Gizleneceğimiz yer, babamın çalıştığı iş yerinde bir yerdi. Oradan bakınca anlaması biraz zor olduğu için açıklayayım: Babamın iş yerinde çok fazla çalışan yoktu. Sadece Bay Kugler, Bay Kleiman, Miep ve Bep Voskuijl isminde yirmi üç yaşındaki bir sekreter vardı. Oraya geleceğimizi hepsi de biliyordu. Bep’in babası olan Bay Voskuijl, hiçbir şeyden haberleri olmayan iki asistanıyla birlikte depoda çalışıyor.
Bina şu şekilde tasarlanmış: Büyük depo zemin kata kurulmuş.
Çalışma odası ve ardiye olarak kullanılıyor, çeşitli kısımlara ayrılmış.
Tarçın, sarımsak dişi ve biber gibi şeyleri öğütmek için bölümler var.
Depo kapısının yan tarafında, ofisle giriş katı birbirinden ayıran ve dışarıya açılan bir kapı var. Ofisin içinde ikinci bir kapı var ve buradan merdivenlere geçiş var. Merdivenin tepesinde, üzerinde siyah harflerle “Ofis” yazan bir başka kapı var. Buz camlı bir kapı bu. Burası oldukça geniş, aydınlık ve epeyce dolu olan bir ön ofis. Bep, Miep ve Bay Kleiman gün boyu orada çalışıyorlar. İçinde bir giysi dolabı ve büyük bir kiler bulunan odadan geçince küçük, karanlık, bunaltıcı bir odaya varıyorsun. Önceden orası Bay Kugler ve Bay van Daan’ın yeriymiş ama şimdi sadece Bay Kugler orada çalışıyor. Bay Kugler’in ofisine koridor tarafından da bir geçiş var ama o zaman dışarıdan açılması zor, içeriden açılması daha kolay olan cam bir kapı kullanmak zorundasın. Bay Kugler’in odasından çıkıp, uzun ve dar koridordan yürüyüp kömürlükten geçtikten sonra dört basamak çıkarsan kendini tüm iş yerinin görülmeye değer kısmı olan özel ofiste bulacaksın. Şık, kızıla çalan kahverengi mobilyalar, yere döşenmiş muşamba ve halılar, bir radyo, güzel bir lamba… Her şey birinci kalite… Yan odada sıcak su ısıtıcısı olan ferah bir mutfak, arka tarafında da bir banyo… İşte bunlar da ikinci katta.
Ahşap merdivenden çıktığında üçüncü katın koridoruna varıyorsun. Merdivenin başında, her iki tarafında da odalar var. Soldaki kapı binanın ön cephesindeki baharatların olduğu depo alanına, çatı kısmına çıkıyor. Tipik bir Hollanda işi ve oldukça dik olan iki kat arasındaki merdivenler de sokağa açılan diğer bir kapının olduğu ön cepheye çıkıyor.
Merdiven sahanlığının sağ tarafındaki kapı, binanın arka tarafındaki “Gizli Ev”e açılıyor. Kimse bu basit gri kapının bu kadar çok odaya açılacağını tahmin bile edemez. Kapının eşiğinden bir adım atıyorsun ve içeridesin. Kapının karşı tarafında dik bir merdiven var. Solunda Frankların oturma odası ve yatak odası olarak kullanacağı odaya giden dar bir koridor var. Yanında ise Frankların iki genç kızının çalışma ve yatak odası olan daha küçük bir oda… Merdivenlerin sağ tarafında birbiriyle bağlantısı olan penceresiz bir çamaşır odası ve köşede bir lavabo var. Diğer oda ise Margot ve benim odam. Merdivenden çıkıp ilk kapıyı açtığında eski kanalın yanında bulunan büyük, aydınlık ve havadar odayı gördüğünde şaşkınlığına engel olamıyor insan. Odanın içinde Bay Kugler’in laboratuvarı sağ olsun, bir soba ve bir de lavabo tezgâhı var. Buranın hepimizin oturduğu, yemek yediği, çalıştığı yer olması dışında Bay ve Bayan van Daan’ın mutfağı ve yatak odası olarak kullanılacak. Aradaki minik oda ise Peter van Daan’ın yatak odası olması gerek. Ardından binanın ön kısmında olduğu gibi bir çatı ve bir tavan arası geliyor. İşte bizim gizli yerimizi tamamen sana anlattım.

    Sevgiler, Anne

10 Temmuz 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Galiba evimizi uzun uzadıya anlatarak seni sıktım ama hâlâ nerede olduğumu bilmen gerektiğini düşünüyorum. Nasıl buraya düştüğümü de ilerleyen yazılarımda öğreneceksin.
İzninle, önce hikâyemi tamamlayayım çünkü bildiğin üzere daha bitirmedim. Prinsengracht 263 adresine geldikten sonra Miep bizi uzunca bir koridordan yürüttü. Ahşap merdivenlerin olduğu kısımdan gizli odaya geçirdi. Bizi yalnız bırakarak kapıyı arkamızdan kapattı. Margot çoktan bisikletiyle gelmişti ve bizi bekliyordu.
Oturma odamız ve diğer odalar o kadar doluydu ki sana anlatamam. Geçtiğimiz aylarda ofise gönderilen kutular yerleri ve yatakları kaplıyordu. Küçük oda tavana kadar çamaşırlarla doldurulmuştu. O gün düzgün yapılmış yataklarda uyumak istiyorsak elimizi çabuk tutup dağınıklığı temizlememiz gerekiyordu. Annem ve Margot parmaklarını kımıldatacak hâlde değillerdi. Bitkin bir hâlde döşeklerin üzerine uzanmışlardı. Ama babam ve ben, iki çekidüzen verici olarak geri kalan işleri yaptık.
Tüm gün kutuların içini boşaltıp dolaplara yerleştirdik. Temiz yataklarımıza girebilmek için canımız çıkana kadar çivi çaktık ve ortalığı topladık. Bütün gün sıcak bir yemeğe hasret kaldık ama bu o kadar önemli değildi. Annem ve Margot yemek yiyemeyecek kadar bitkindiler. Babamla ben de çok meşguldük.
Salı sabahı, önceki gün yarım kalan işleri yapmaya başladık. Bep ve Miep erzak karnelerimizle bir şeyler almaya alışverişe gittiler. Babam aydınlatmayı tamir etti. Mutfak zeminini ovalayarak temizledik. Hava kararana kadar hiç durmadan bir şeyler yaptık. Çarşambaya kadar hayatımdaki bu büyük değişikliği düşünecek bir zamanım olmamıştı. O zaman, Gizli Ev’e geldiğimizden beri ilk kez tüm bu olanları, başıma gelenleri ve gelecekleri anlatmak için bir fırsat buldum.

    En iyi arkadaşın, Anne

11 Temmuz 1942, Cumartesi
Sevgili Kitty,
Babam, annem ve Margot hâlâ her on beş dakikada bir çalan ve saati haber veren Westertoren çanının sesine alışamadı. Ben alıştım ve başından beri hoşuma gidiyor. Sesi, özellikle geceleri çok rahatlatıcı geliyor. Bu şekilde saklanışın bende uyandırdığı hisleri bilmek istediğinden hiç şüphem yok. Burada evimde gibi hissetmeyeceğim aşikâr ama burayı sevmediğimi de söyleyemem. Garip bir pansiyonda konaklıyormuş gibi hissediyorum. Saklandığımı söylemenin değişik bir yolu bu ama başka türlü tarif edemem. Bu Gizli Ev saklanmak için en mantıklı yer. Biraz rutubetli ve orantısız bir yer olsa da muhtemelen tüm Amsterdam’da ya da hayır tüm Hollanda’da bundan daha konforlu bir sığınak olamaz.
Geçiş yerleri olmayan duvarlarımızın arasındaki odalar çok boş gözüküyordu. Neyse ki babam, tüm kartpostalları ve film afişlerini yanına almıştı. Biraz tutkal ve bir fırçayla hepsini duvara yapıştırdım ve onlara duvarda asılı duran resim havası verdim. Çok iyi görünüyor artık. Van Daanlar geldiğinde dolaplar ve tavan arasındaki ahşap kazıklardan daha başka şeyler yapabileceğiz.
Margot ve annem biraz olsun kendilerine geldiler. Annem dün ilk kez bezelye çorbası yapmak için kendini toparlanmış hissetmişti ama aşağıda laflarken tüm yemeği unuttu. Bezelyeler kömür gibiydi ve tencereden çıkarması çok zor oldu.
Dün gece dördümüz özel ofise indik ve bir İngiliz radyosu açtık. Bizi birilerinin duymasından öyle korktum ki babama kelimenin tam anlamıyla yukarı çıkmak için yalvardım. Annem endişemi anlamış olacak ki benimle geldi. Ne yaparsak yapalım, komşuların bizi görmesinden ya da duymasından korkuyoruz. Geldiğimiz ilk gün hızlıca perde dikmeye başladık. Aslında perde demeye bin şahit ister çünkü bunlar, babamla birlikte diktiğimiz, birbirine uymayan boyutlarda acemice yapılmış, bölük pörçük kumaşlardan başka bir şey değiller. Yaptığımız sanat eseri perdeler biz gizlenirken düşmesinler diye pencerelerin üst kısmına çivilendi.
Sağımızda Zaandam firmasına ait Keg şirketinin bir kolu var. Solumuzda ise bir mobilya atölyesi… Burada çalışanlar mesai saatleri bitince gitmelerine rağmen sesimizi duyabilirler. Çok kötü üşütmüş olmasına rağmen Margot’a geceleri öksürmeyi yasakladık. Ona yüksek dozda kodein veriyoruz.
Salı günleri van Daanların geliş günü olduğu için o günü iple çekiyorum. Onlar gelince ortam daha neşeli ve biraz daha gürültülü oluyor. Buradan da anlayacağın gibi akşamları ve geceleri sessizliği hiç sevmiyorum, beni çok geriyor. Yardımcılarımızdan birinin burada, bizimle kalması için nelerimi vermezdim.
Burası pek de fena sayılmaz. Kendi yemeğimizi yapabiliyoruz ve babacığımın ofisinde radyo dinleyebiliyoruz.
Bay Kleiman, Miep ve Bep Voskuijl’in de çok yardımları dokundu. Burada ışkın, çilek ve kiraz bile yedik. Şu an canımızın sıkılabileceğini sanmıyorum. Bir şeyler okuyabileceğimiz kitaplarımız var ve bir sürü oyun almaya da gideceğiz. Tabii dışarı çıkmayı bırak, pencereden bile bakamıyoruz orası ayrı. Alt kattakilerin bizi duymaması için sessiz olmamız gerekiyor.
Dün çok yoğunduk. Bay Kugler’in konserve yapabilmesi için kirazların çekirdeklerini ayıklamamız gerekti. Boş kiraz kasalarından kitap rafı yapacağız.
Biri bana sesleniyor.

    Sevgilerimle, Anne

28 Eylül 1942 (Not)
Dışarı çıkamıyor olmama o kadar üzülüyorum ki… Birilerinin saklandığımız yeri bulup bizi öldürmesinden korkuyorum. Bu, iç karartıcı bir olasılık tabii.

12 Temmuz 1942, Pazar
Doğum günüm olduğu için bu ay herkes bana karşı çok nazikti ama her geçen gün annemden ve Margot’tan uzaklaştığımı hissediyorum. Bugün çok çalıştım ve herkes beni tebrik etti. Beş dakika sonrasında üstüme gelmeye başladılar.
Margot’a karşı gösterdikleri ilgi ile bana gösterilen ilgi arasındaki farkı bariz bir şekilde görebilirsin. Bir keresinde Margot elektrik süpürgesini bozmuştu ve onun yüzünden tüm gün elektriksiz kalmıştık. Annem “Pekâlâ Margot. Ev işlerine alışkın olmadığını görmek çok da zor olmadı. Yoksa süpürgenin orta yerinden çekilmeyeceğini bilirdin.” dedi. Margot bir şeyler söyledi ve konu orada kapandı.
Bense, bu öğleden sonra annemin alışveriş listesini tekrar yazmak istedim çünkü el yazısı çok okunaksız. Yazmama izin vermediği gibi bir de herkesin önünde beni yüksek sesle azarladı.
Onlara uyum sağlayamıyorum ve bu durumu son birkaç haftadır net bir şekilde hissediyorum. Birlikteyken çok hassaslar ama ben o duygu yoğunluğunu tek başıma yaşamayı tercih ediyorum. Sürekli dördümüzün ne kadar iyi olduğunu, birlikte çok iyi anlaştığımızı söylüyorlar ama akıllarına benim aynı şeyleri hissetmediğim hiç gelmiyor.
Annem ve Margot’tan yana, beni anladığını düşündüğüm tek kişi babam. O da ara sıra. Tahammül edemediğim bir diğer şey de yabancıların yanında benim nasıl ağladığımdan ya da nasıl duyarlı bir şekilde hareket ettiğimden bahsetmeleri. Bu rezil bir durum. Bazen Moortje ile ilgili konuşuyorlar ve işte orada artık dayanamıyorum çünkü Moortje benim zayıf noktam. Günün her dakikası onu özlemekle geçiyor. Hiç kimse onu ne kadar düşündüğümü bilemez. Ne zaman aklıma gelse gözyaşlarıma engel olamıyorum. Moortje çok sevimlidir. Onu öyle çok seviyorum ki bizim yanımıza geleceğinin hayalini kurup duruyorum.
Çok fazla düş kuruyorum ama gerçek olan bir şey varsa o da savaş bitene kadar buradan çıkamayacağımız. Dışarıya asla çıkamayız. Ziyaretçilerimiz yalnızca Miep, kocası Jan, Bep Voskuijl, Bay Voskuijl, Bay Kugler, Bay Kleiman ve Bayan Kleiman. Bayan Kleiman’ı saymıyorum bile çünkü kendisi buraya gelmenin çok tehlikeli olduğunu düşünüyor.

Eylül 1942 (Not)
Babam her zaman çok iyi. Bana karşı çok anlayışlı. Keşke bir an için gözyaşlarına boğulmadan babamla samimi bir şekilde konuşabilsek. Görünüşe göre bunu yapmak için küçüğüm. Tüm zamanımı yazarak geçirmek isterdim ama muhtemelen bir süre sonra sıkıcı bir hâl alırdı.
Şimdiye kadar günlüğüme düşüncelerimi not ettim. Daha, sonrasında başkalarına okuyabileceğim zevkli hikâyelere gelmedim. Gelecekte duygusal olmaya daha az zaman ayıracağım ve kendimi gerçekçi olmaya adayacağım.

14 Ağustos 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Tüm ay seni yalnız bıraktım ama burada da anlatmaya değer bir şey bulamıyorum ki. Van Daanlar 13 Temmuz’da buraya taşındı. Biz onları Temmuz’un on dördünde bekliyorduk ama on üçünden on altısına kadar Almanlar sağda solda huzursuzluk çıkardıkları için, geç gitmektense erken gelmenin daha güvenli olduğuna karar vermişler.
Biz daha kahvaltımızı bitirmeden sabah dokuz buçukta Peter van Daan bize geldi. Peter on altı yaşında, utangaç, çok fazla arkadaşlık kuramayan değişik bir çocuk. Bay ve Bayan van Daan, Peter’dan yarım saat sonra geldi.
Şapka kutusunda bir lazımlık taşıyan Bayan van Daan bizi epey bir eğlendirdi. “Oturağım olmadan kendimi evimde gibi hissetmiyorum.” dedi. Sedirin altına konulan eşyalardan ilki, bu portatif lazımlık oldu. Onun haricinde, Bay van Daan koltuğunun altından katlanabilen bir çay sehpası çıkardı.
İlk kez toplu bir şekilde yemek yedik ve üçüncü günün sonunda yedi kişi, kocaman bir aileymişiz hissine kapıldık. Bizden bir hafta sonra gelen van Daanların, doğal olarak anlatacak çok şeyleri vardı. En çok da biz gittikten sonra evimize ve Bay Goldschmidt’e ne olduğunu merak ettik.
Bay van Daan: “Pazartesi sabahı saat dokuzda Bay Goldschmidt aradı ve müsait olup olmadığımı sordu. Hızla yanına gittiğimde Bay Goldschmidt’in endişeli olduğunu gördüm.” diye başladı sözlerine. “Frankların bıraktığı notu gösterdi. Yazılana göre, kedinin komşuya bırakılması uygun bulunmuş ki bence de doğru bir karar bu. Evinin aranması düşüncesi onu tedirgin etmişti. Biz de tüm odalara tek tek baktık. Masada kalan yemek artıklarını temizledik. Derken, birden Bayan Frank’ın masasına bıraktığı, üzerinde Maastricht adresi yazılı bir kâğıt gördüm. Notun bilerek bırakıldığını bilmeme karşın, sanki bilmiyormuş gibi şaşırmış numarası yaptım ve Bay Goldschmidt’e, bu kâğıdı yakması için ısrar ettim. Sizin orayı terk ettiğinizi bilmiyormuş gibi yapmaya devam ederken aklıma bir fikir geldi. ‘Bay Goldschmidt!’ dedim. ‘Düşündüm de galiba ben bu adresi biliyorum. Yaklaşık altı ay önce ofise hatırı sayılır, rütbeli biri gelmişti. Sanırım Bay Frank’ın çocukluk arkadaşıydı. Gerekli olduğu durumda Bay Frank için elinden geleni yapabileceği sözünü vermişti. Hatırladığım kadarıyla Maastricht’te ikamet ediyor. Bence bu kişi bir şekilde verdiği sözü yerine getirdi ve onları önce Belçika’ya, oradan da İsviçre’ye götürecek. Eğer Frankları ziyarete gelenler olursa bunları söylersiniz. Tabii, Maastricht’ten bahsetmenize gerek yok.’ Bunları söyledikten sonra oradan ayrıldım. Sizi tanıyan kişilere anlatılan hikâye bu. Pek çok kişiye bundan bahsedildiğini kendi kulaklarımla duydum.”
Bu hikâye eğlenceli olmasına eğlenceliydi ama biz en çok bizi tanıyan kişilerin buna inanmış olmasına güldük. Ailenin biri, sabahın erken saatlerinde bisikletlerimizle görmüş bizi güya. Bir kadın da gece yarısı askerî bir araca zorla bindirildiğimizden çok eminmiş.

    En iyi arkadaşın, Anne

21 Ağustos 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Gizlenme yerimiz, şimdi tam anlamıyla bir gizlenme yeri oldu çünkü Bay Kugler saklandığımız yerin girişine bir kitaplık koymanın daha iyi olacağını söyledi. Görünüşe göre, bisikletlere el koyma bahanesiyle çok fazla evi arıyorlarmış. Bu dolap yerinden kımıldatılabilir cinsten, açılabilen kapı işlevi görüyor. Bu kapıyı Bay Voskuijl’in marangoz ellerine bıraktık. Bizim gizlendiğimizi ona söylemişlerdi. O da sağ olsun bize yardım etmeye çalışıyor.
Aşağı inmek istediğimiz zaman önce başımızı eğmemiz, sonra da zıplamamız gerekiyor. Üç gün sonra atlaya zıplaya hepimizin kafası morardı. Hepsi de başını o alçak kısma çarpmış. Bunun üzerine Peter, başımızı çarptığımız kısma, içine pamuk koyduğu bir bez parçası çiviledi. İşe yaracak mı göreceğiz.
Çok ders çalışmıyorum. Eylül’e kadar kendime tatil verdim. Babam bana ders anlatmak istiyor ama önce yeni dönem kitaplarını almamız gerek.
Hayatımızdaki değişiklikler bir elin parmağını geçmiyor. Bugün Peter’ın saçını yıkadılar. Bu da pek önemliydi ya. Bay Daan ve ben sürekli atışıp duruyoruz. Annem bana çocukmuşum gibi davranıyor ama canıma yetti artık. Onun dışında her şey iyi görünüyor. Bana göre Peter hâlâ sevimli değil. Tüm gün yatakta pinekleyen, çekilmez bir çocuk. Yatağa geçmeden önce birkaç ahşap alıyor eline, bir şeyler yapıyor, sonra geri yatağa. Sersem şey!
Bu sabah annem her zamanki gibi öğütler verdi. Her şeyimiz birbirine o kadar zıt ki. Bir de babama bak. Babam çok yumuşak kalplidir. Bana sinirlense bile bu en fazla beş dakika sürer.
Dışarısı çok güzel ve sıcak. Tüm bu olan bitene rağmen, tavan arasındaki açılıp kapanan yatağa uzanıp havanın tadını çıkarmaya çalışıyoruz.

    En iyi arkadaşın, Anne

21 Eylül 1942 (Not)
Bay van Daan son zamanlarda şaşırtıcı derecede dostane davranıyor. Ben de bunun keyfini sürüyorum.

2 Eylül 1942, Çarşamba
Sevgili Kitty,
Bay ve Bayan van Daan çok kötü kavga etti. Daha önce hiç böyle bir şeye rastlamadım. Annemle babam birbirlerine hiç böyle bağırmazlar. Kavganın nedeni o kadar saçma ki anlatmaya değmez. Neyse, bize söz düşmez.
Arada kalan Peter için çok zor bir durum olsa gerek diyeceğim ama böyle hassas ve tembel bir çocuğu kimse ciddiye almaz zaten. Dün kendinden geçmiş bir şekilde endişeleniyordu. Sebebi de dilinin pembe olması gerekirken mavi olmasıydı. Bu tedirginliği kısa sürdü. Bugün de boynu tutulduğu için kocaman bir bereyle gezinip duruyor. Küçük bey bel ağrısından da yakınıyor. Kalbindeki, böbreklerindeki ve ciğerlerindeki ağrılardan bahsetmiyorum bile. Tam olarak hastalık hastası. (Doğru mu söyledim bilmiyorum. Galiba öyle deniyordu.)
Annem ve Bayan van Daan’ın araları da limoni. Bunun pek çok nedeni var aslında. Birkaç küçük örnek verebilirim. Bayan van Dan, ortak kullandığımız çamaşır dolabındaki her şeyi, kendi eşyaları hariç, çıkardı. Annemin eşyalarının herkes tarafından kullanılabileceğini düşünüyor. Annemin de aynı şeyleri onun için yaptığını görünce fena bir sürprizle karşılaşacak.
Ayrıca, kendi porselen takımımızı kullanmayıp onunkilerden yediğimiz için de çok kızgın. Tabaklarımıza ne yaptığımızı öğrenmeye çalışıyor. Düşündüğünden daha yakındalar. Onları çatı katındaki Opekta reklam kolilerinin arkasındaki kutulara koyduk. Biz burada gizlendiğimiz sürece o tabakları bulamaz. Bu da benim işime gelir çünkü çok sakarım. Dün Bayan van Daan’ın çorba kâselerinden birini kırmıştım mesela.
“Of!” diye bağırdı bunu görünce. “Daha dikkatli olamaz mısın? Bu son kâseydi.”
Unutmadan söyleyeyim, buradaki iki kadının Hollandacası öyle berbat ki… (Beylere bir şey diyemem yoksa onların onurunu kırmış olurum.) Eğer onların bu baştan savma konuşmalarını duysaydın gülmekten kırılırdın. Hatalarını düzeltmek de işe yaramıyor. Annem veya Bayan van Daan’dan bahsederken onların cümlelerini düzgün bir Hollandaca ile aktaracağım.
Sıradan giden hayatımız, geçen hafta ufak bir sekteye uğradı. Buna Peter ve kadınlar hakkında bir kitap neden oldu. Şöyle söyleyeyim, Margot ve Peter’ın, Bay Kleiman’ın verdiği kitapların neredeyse tümünü okumaya izinleri var. Ama büyüklerin okuyabileceği tarzdaki kitapları kendilerine ayırmışlar. Bu da Peter’a cazip geldi tabii. Acaba o kitapta okumamamız gereken neler vardı? Annesi aşağıda laflarken gizlice kitabı aldı ve ganimetini doğruca odaya götürdü. İki gün boyunca her şey normaldi. Bayan van Daan, onun ne iş karıştırdığını biliyordu ama annesine söylememişti. En sonunda babası durumu fark edince tepesi attı. Konunun kapandığını zannederek kitabı geri aldı. Oğlunun nasıl meraklı bir çocuk olduğunu unutmuştu. Babasının tepkilerine rağmen Peter’ın merakı azalmamıştı. Kitabı okuyabilmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu.
Bu sırada Bayan van Daan, anneme kitapla ilgili fikrini sordu. Annem bu kitabın Margot için fazla olduğunu ama onun dışındaki kitapların uygun olduğunu söyledi.
“Senin de gördüğün gibi Peter ile Margot arasında dağlar kadar fark var.” dedi annem. “Bir kere Margot bir kız ve kızlar erkeklerden daha olgundur. Hem o, bu zamana kadar pek çok tarzda kitap okuduğu için yasaklı kitapları araştırma gibi bir merakı yok. Üstelik dört yıl boyunca gittiği lisede öğrendiği bilgiler sayesinde, artık daha sağduyulu ve bilgili.”
Bayan van Daan, anneme katıldığını söyledi ama prensip gereği gençlerle yetişkinlerin aynı kitapları okumaması gerektiğini vurguladı.
Bu zaman zarfında, Peter kimsenin onunla ilgilenmediği bir zamanda kitabı almak için uygun zamanı kolladı. Akşam yedi buçukta, tüm aile özel ofis odasında radyo dinlediği sırada Peter kitabı tekrar yürüttü. Saat sekiz buçukta aşağıda olması gerekirken henüz gelmedi. Kitaba kendini öyle kaptırmıştı ki vaktin farkında değildi. Tam aşağı ineceği sırada babası odaya girdi. Sonrası malum. Önce bir tokat, sonra üstünü başını çekiştirme, en son da uzun soluklu bir nara. Kitap masada kalırken Peter tavan arasını boylamıştı.
Yemek vakti geldiğinde Peter üst kattaydı. Kimse onunla ilgilenmedi. Aç karnına uyumak zorunda kaldı. Biz yemeğimizi keyifle yerken aniden bir uğultu duyduk. Çatallarımızı masaya koyduk ve birbirimize bakakaldık. Nasıl şaşırdığımız suratımızdan belli olmuştur.
Derken, bacanın deliğinden Peter’ın sesi geldi: “Aşağıya inmeyeceğim.”
Bay van Daan bir hışımla yerinden kalktı. Mendili yere düşmüştü. Öfkeli bir suratla bağırdı: “Yeter artık, yeter!”
Daha kötü şeyler olmasından korkan babam, onu kolundan tuttu ve ikisi tavan arasına gitti. Kavgadan ve tepişmeden sonra Peter, odasının kapısını çarparak çıktı. Sonrasında yemeğimize devam ettik.
Bayan van Daan, oğlu için bir parça ekmek ayırmak istediyse de Bay van Daan buna karşı çıkarak şöyle söyledi: “Eğer hemen özür dilemezse geceyi tavan arasında geçirmek zorunda kalacak.”
Bu ceza biraz fazlaydı. Yemeksiz kalması zaten yeterli bir cezaydı bize göre. Ya o çocuk orada soğuktan donsaydı? Bir doktor bile çağıramazdık.
Peter özür dilemedi. Çatı katına geri gönderdiler.
Bay van Daan, her ne kadar Peter’ı umursamıyor gibi yapmış olsa da sabah Peter’ın yatağında uyuduğunu anlamıştı. Saat yedide Peter yatağından kalkıp tavan arasına gitmişti. Babam aralarını bir şekilde düzeltince üç günün ardından tüm sessizlik yerini normalliğe bıraktı.

    En iyi arkadaşın, Anne

21 Eylül 1942, Pazartesi
Sevgili Kitty,
Bugün, seninle gizli yerimiz hakkındaki bazı genel olayları paylaşacağım. Bir silah sesi duyarsam hızlıca açabileyim diye yatağımın yanına bir lamba koydular. Şu anda bunu kullanamam çünkü gece-gündüz pencereleri açık tutuyoruz.
Van Daan ailesinin erkekleri, çok kullanışlı bir yiyecek dolabını cilalayıp kullanıma hazır hâle getirdiler. Bu zamana kadar dolap, Peter’ın odasındaydı ama oda biraz açılsın diye oradan aldılar. Dolabın yerini şimdi bir raf aldı. Peter’a, üzerine bir örtü atarak oraya masa koyabileceğini, masanın olduğu yerdeki duvara da sevdiği posterleri asabileceğini önerdim. Kesinlikle burada uyumayacağımı bilsem de en azından oda daha rahat ve hoş gözükebilirdi.
Bayan van Daan katlanılamaz biri. Ben üst kattayken durmadan beni azarlıyor. Neymiş, gevezelik etmişim. Tabii onun söyledikleri bir kulağımdan giriyor, ötekinden çıkıyor. Hanımefendi bozuk plak gibi aynı şeyleri tekrarlıyor. Yeni bahanesi de hazır: Kap kacak yıkamaktan kaçıyor. Tencerenin dibinde yemek artığı kalmışsa onu yıkamak ya da başka bir kabın içine koymak yerine öylece orada bırakıp gidiyor. Bir de işler, öğleden sonra Margot’a yıkılınca hanımefendi utanmadan: “Vah Margot, vah. Ne çok iş kalmış sana.” demez mi…
Her iki haftada bir, Bay Kleiman bana okuyabileceğim kitaplar getiriyor. Joop ter Heul serisi çok hoşuma gidiyor. Cissy van Marx-veldt de çok iyi. Bir Yaz Aptallığı kitabını dört kez bitirdim ve içindeki saçma olaylar beni hâlâ güldürüyor.
Şu anda babamla birlikte soyağacımızı çıkarmaya çalışıyoruz. Bu sırada babam adı geçen herkesten kısaca bahsediyor. Ders çalışmaya başladım. Fransızcaya sıkı çalışıyorum ve her gün beş tane düzensiz fiil ezberlemeye çalışıyorum. Okulda öğrendiklerimi unutmaya başladığımı fark ettim.
Peter, İngilizce çalışmaya çok gönülsüz. Birkaç okul kitabım daha yeni geldi. Neyse ki gelirken yanımda bol bol defter, kalem, silgi ve etiket getirdim. Pim (babamın takma ismi) Hollandaca derslerinde ona yardımcı olmamı istiyor. Fransızca ve diğer derslerde seve seve yardımcı olurum ama öyle hatalar yapıyor ki!
Ara sıra Londra’dan yapılan Hollanda yayınlarını dinliyorum. Prens Bernhard, Ocak ayında Prenses Juliana’dan bir çocuğu olacağını duyurdu. Çok güzel bir haber bu. Burada, kraliyet ailesine karşı gösterdiğim ilgiyi asla anlayamıyorlar.
Birkaç gün önce bizimkilerle tartıştık. Hepsi benim cahil olduğum konusunda hemfikirdi. Bunun sonucunda sonraki gün kendimi derslerime daha çok adadım. On dördümde ya da on beşimde sınıfta kalmayı göze alamam. Bir şeyler okumama bile müsaade edilmiyor. Annem şu anda “Baylar, Bayanlar ve Hizmetçiler” kitabını okuyor. Tabii ki bu kitabı okumama izin yok. (Ama Margot okuyabilir.) Yapmam gereken ilk şey, dâhi ablam gibi kendimi geliştirmem. Benim felsefe, psikoloji ve fizyoloji (Bu kelimeleri yazarken sözlük kullandım.) konusunda hiçbir şey bilmediğimi söylediler. Bu doğru, bu konular hakkında hiçbir şey bilmiyorum ama bu gelecek yıl bilmeyeceğim anlamına gelmez!
Şu an, kış için giyecek bir tane uzun kollu kıyafetim ve üç hırkam olduğunu fark ettim. Yünden bir kazak örmek için babamdan izin aldım. İpliği o kadar da hoşuma gitmedi ama beni sıcak tutsa yeter. Elbiselerimizin çoğu tanıdıklarımızın evinde. Savaş sona ermeden alamayız. Tabii o zamana kadar hâlâ onlarda kalırsa.
Sana en son Bayan van Daan ile ilgili şeyler yazarken kendisi bir anda içeri girdi. Defteri nasıl kapattığımı bir bilsen! Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“Hişt, Anne! Benim de bakmama müsaade var mı?”
“Üzgünüm Bayan van Daan.”
“Sadece son sayfaya baksam da olur.”
“Hayır, o da olmaz Bayan van Daan.”
Neredeyse baygınlık geçirecektim çünkü o sayfada onun hakkında bir şeyler yazmıştım. Çok da hayra alamet şeyler değildi bunlar.
Bu bahsettiğim şeyler sürekli oluyor da ben yorgunluktan ve tembellikten hepsini yazamıyorum.

    En iyi arkadaşın, Anne

25 Eylül 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Babamın, Bay Dreher adında yetmiş yaşlarının ortasında bir dostu var. Kendisi hasta, fakir ve neredeyse sağır. Yanında, kendisinden yirmi yedi yaş daha genç gösteren karısı var. Kadın da adam gibi fakir ama kollarında ve bacaklarında bazısı gerçek, bazısı sahte pek çok bileklik ve yüzük var. Bu Bay Dreher, zamanında babamın püsküllü belasıydı. Babamın telefonda adamla konuştuğu sırada gösterdiği sabra hayran kalırdım. Kendi evimizde yaşadığımız sırada, annemin babama bir önerisi olmuştu. Annemin dediğine göre, babam ahizenin yanına her üç dakikada bir “Evet, Bay Dreher.” ya da “Hayır, Bay Dreher.” diyen bir ses cihazı koymalıydı. Bu yaşlı adam, zaten babam ne derse desin, tek kelimesini bile anlamıyordu.
Bay Dreher bugün ofisi aradı ve Bay Kugler’in yanına gelip gelemeyeceğini sordu. Bay Kugler pek havasında değildi ve Miep’i oraya göndereceğini söyledi ama Miep bunu iptal etti. Bayan Dreher, ofisi üç kez aradı ama Miep tüm gün Bep’in sesini taklit ederek orada değilmiş gibi yaptı. Alt kattakiler de üst kattakiler de buna epey güldüler. Şimdi her telefon çaldığında Bep: “Bu, Bayan Dreher.” diyor ve Miep kendini tutamayıp kahkahalara boğuluyor. Hattın ucundaki kişiler de hoş olmayan kıkırdamaları işitmek durumunda kalıyor. Kafanda bir canlandırsana! Burası dünyanın en harika ofisi. Patronlar ve çalışanlar hep beraber eğleniyorlar.
Bazı akşamlar, biraz laflamak için van Daanlara uğruyorum. Hep birlikte “naftalinli kurabiyeler” yiyoruz (Güveye dayanıklı bir çeşit dolapta muhafaza etmişler.) ve çok güzel zaman geçiriyoruz. Son zamanlarda Peter’dan konu açılıyordu. Kendisinin sık sık yanağımı sıvazladığını ve bunun hiç hoşuma gitmediğini söyledim. Tipik birer ebeveyn edasıyla, Peter’ı kardeşim gibi sevip sevemeyeceğimi sordular. O beni kardeşi gibi seviyormuş. “Yok, olmaz.” dedim. Düşünebiliyor musun? Hayal bile edemiyorum! Peter’ın biraz gergin bir çocuk olduğunu, bunun utangaçlığından kaynaklanabileceğini söyledim. Kızların etrafında olmayan erkekler daha çekingen oluyor demek.
Gizli Ev’de, erkeklerin oldukça yaratıcı olduğunu söylemem gerekir. Opekta şirketinin satış temsilcisi olan ve aynı zamanda eşyalarımıza göz kulak olan Bay Broks ile iletişime geçmek için şöyle bir şey düşündüler: Güney Zelanda’da oturan Opekta müşterilerinden birine mektup yazacaklar. Bu kişiden mektubun içindeki formu doldurmasını isteyecekler ve bunu geri yollaması için içine bir zarf koyacaklar. Babam zarfta yer alan adresi kendisi yazacak. Mektup Zelanda’dan gönderildiğinde babamın el yazısının olduğu ve içinde hayatta olduğunu beyan eden bir zarf bizi bekliyor olacak. Broks da hiçbir şeyden şüphe etmeden zarfı okuyacak. Özellikle Zelanda’yı seçmelerinin nedeni, oranın Belçika sınırına yakın oluşu (Yani mektup sınırdan rahatlıkla çıkarılabilir.) ve oraya herkesin elini kolunu sallayarak gidememesi. Hele ki Bay Broks gibi sıradan bir adamın… Sıradan bir satış görevlisine izinsiz giriş hakkı verilemez.
Dün akşam babam numaradan bir taklit yaptı. Hâlsiz bir şekilde, yalpalayarak kendini yatağa attı. Ayakları öyle soğuktu ki kendi patiklerimden verdim. Beş dakika sonra patiklerimi yere doğru fırlattı. Sonra da kafasını yorgana gömdü ve ışığın onu rahatsız ettiğini söyledi. Lambayı kapattıktan sonra kafasını yavaşça yorgandan çıkarıp göz ucuyla bana baktı. O kadar komik bir durumdu ki… Ardından Peter’ın, Margot’a “her şeye maydanoz” demesinden bahsettik. Bir anda babam, derin bir nefes alıp şöyle dedi: “Margot da hiç yerinde durmuyor ki!..”
Kedi Mouschi, bana zaman geçtikçe daha da sıcak davranmaya başladı ama ben yine de ondan bir nebze de olsa korkuyorum.

    En iyi arkadaşın, Anne

27 Eylül 1942, Pazar
Sevgili Kitty,
Bugün annemle sözde tartıştık. Öyle olunca hemencecik ağlayıveriyorum. İstemsizce yaşlar doluyor gözüme. Babam bana karşı daha nazik ve beni çok daha iyi anlıyor. Böyle anlarda anneme katlanamıyorum. Ona karşı yabancı gibi olduğum ortada zaten. Benim en basit şeyler hakkında ne düşündüğümü bile bilmez.
Son zamanlarda, hizmetçilerden bahsederken onlara “yardımcı” dememiz gerektiğinden bahsediyorduk. Savaş bittikten sonra onlara “yardımcı” dememizi isteyebileceklerini söyledi. Bunda pek bir mantık göremedim. Sonra da bana, sanki bir yetişkinmişim gibi “ileride” kelimesini çok kullandığımdan bahsetti. Hâlbuki yetişkin falan değilim ama çok ciddiye almadığım sürece ben de gelecekle ilgili hayaller kurabilirim değil mi ama? Ben ne yaparsam yapayım, babam genelde benim yanımda olur. O olmasa buraya katlanamazdım.
Margot’la da çok iyi anlaştığım söylenemez. Bizimkiler üst kattakiler gibi tartışma içine girmeseler bile çok huzurlu bir ortamımız yok. Margot ve annemin kişilik yapısı bana çok yabancı kalıyor. Kız arkadaşlarımı bile kendi öz annemden daha iyi anlıyorum. Sence de yazık değil mi?
Bayan van Daan çok suratsız. Bir anı bir anını tutmuyor. Şimdi de kendi eşyalarını alıp bir yere kilitliyor. Bayan van Daan’ın kaldırdığı her eşyaya karşılık, annem de bizim bir eşyamızı kaldırarak cevap veriyor.
Van Daan gibi bazı insanlar, kendi çocuklarını geçtim, başkalarının çocuklarını da adam etmeye çalışıyorlar. Margot’ın böyle bir şeye ihtiyacı yok; o zaten doğuştan harika, kibar ve zeki. Fakat ben öyle miyim? Tüm hırgürü tek başıma çıkarıyorum. Van Daanlarla aramızda geçen konuşmalar hep bana verilen nasihatler ve benim onlara yüzsüzce verdiğim yanıtlardan oluşuyor. Babam ve annem hep beni destekler nitelikte arkamda duruyor. Yoksa tartışma esnasında soğukkanlılığımı korumam imkânsız olurdu. Beni, daha az konuşmam, başkalarının işine burnumu sokmamam ve daha mütevazı olmam konusunda uyarıyorlar. Ama sor bakalım becerebiliyor muyum? Eğer babam bu kadar sabırlı olmasaydı, onların ılımlı beklentilerini karşılama umudumu çok öncesinden keserdim.
Eğer sofradaki bir sebzeden hoşlanmamışsam ve onun yerine patates yemek istemişsem, van Daanlar -özellikle de Bayan van Daanbana şımarık damgasını yapıştırıyor. Sonra da: “Biraz daha sebze almaz mısın, Anne?” diyor.
Ben de karşılık veriyorum: “Hayır, teşekkürler. Patates bana yeter de artar bile.”
“Sebze senin sağlığın için çok iyi. Annen hep öyle söyler. Biraz daha al.” diye ısrar ediyor. Ta ki babam, benim sebzeyi sevmediğimi söyleyene kadar…
Bunun üzerine Bayan van Daan’ın şalterleri atıyor: “Siz var ya bizim evde olacaktınız! Çocuk nasıl terbiye edilir görürdünüz o zaman. Buna çocuk yetiştirmek mi diyorsunuz siz? Bu kıza fazla yüz vermişsiniz. Ben olsam asla böyle bir şey yapmam. Yani Anne benim kızım olmuş olsa…”
Bu tartışmaların vazgeçilmez cümlesi, “Anne benim kızım olmuş olsa…” diye başlayıp bitiyor. Aman Allah korusun, iyi ki değilim.
Şu çocuk yetiştirme konusuna dönecek olursak, dün Bayan van Daan konuşmasını bitirdikten sonra büyük bir sessizlik oldu. Ardından babam şöyle söyledi: “Bence Anne gayet iyi yetiştirilmiş bir kız. En azından sizin bitmek bilmeyen vaazlarınıza karşılık vermemeyi öğrendi. Şu sebze olayının da yanıtını vereyim: Dinime küfreden Müslüman olsa!”
Bayan van Daan’ın verecek bir cevabı yoktu. Babamın neyi kastettiğini gayet iyi biliyordu. Kendisi akşamları fasulye ve lahana gibi şeyleri yiyemiyor çünkü onda gaz yapıyor. Ben de aynı şeyi ona söyleyebilirim. Çok budala biri değil mi? Umarım, benimle ilgili daha fazla konuşmaz.
Bayan van Daan’ın yüzünün kızardığını görmek çok komik. Bu durum onu içten içe bayağı bozdu gibi.

    En iyi arkadaşın, Anne

28 Eylül 1942, Pazartesi
Sevgili Kitty,
Dünkü mektubum bitmek üzereyken yazmayı bırakmak durumunda kaldım. Başka bir tartışmayı anlatmam lazım sana ama önce şunu söylemek istiyorum: Yetişkinlerin böyle basit ve saçma nedenlerden dolayı kavga etmeleri çok garip. Bugüne kadar hep yapılan kavgaların çocuklara özgü olduğunu ve büyüdükçe azalıp ortadan kalkacağına inanırdım. Bazen bu tartışmaların haklı nedenleri olabilir ama burada yaptığımız sözlü kavgalar boş, bir laf dalaşından başka bir şey değil. Bunlar hayatımızın bir parçası hâline geldiği için bu gerçeğe alışmam lazım ama tartışmaya dâhil olduğum sürece bunu yapmam çok zor. (Tartışmayı kavga etmekle eş değer tutuyorlar burada. Almanlar bu ikisi arasındaki farkı hiç bilmiyorlar.) Benim hakkımda her şey eleştiriliyor: davranışlarım, kişiliğim, tavırlarım… Baştan sona her şeyim gözlerine batıyor. Bana söylenen hakaretlere ve bağrışlara seyirci kalamam. Onların dediğine göre, tüm bunları alttan almam ve sessiz kalmam gerekiyormuş. Yok ya! Onlara Anne Frank’ın daha dünkü çocuk olmadığını göstereceğim. Beni düzeltmek yerine önce kendilerine bakmaları gerektiğini onlara söylediğimde kendilerine çekidüzen verecekler. Onlar kim oluyor da bana böyle davranabiliyor! Bu apaçık bir medeniyetsizlik. Şimdiye kadar yapılan tüm terbiyesizlik ve aptallıklar (Bayan van Daan’ı kastediyorum.) burama kadar geldi. Dediğimi yapar yapmaz onların laflarını ağızlarına tıkacağım ve onlar da alttan almayı öğrenecek. Ben gerçekten de van Daan’ın dediği gibi kötü huylu, dikkafalı, inatçı, aceleci, ahmak, tembel falan mıyım? Biliyorum ki çok fazla hatam ve ani çıkışlarım olmuştur ama onlar pireyi deve yapıyor. Ah! Nasıl kışkırtıldığımı bir görsen, Kitty. İçimde bir yerlerde açığa çıkmayı bekleyen, bastırılmış bir öfke var.
Neyse, bu konuyu çok uzatmayalım. Seni bu tartışmalarla sıkmak istemem ama akşam yemeğindeki bir tartışmayı anlatmazsam içim rahat etmez.
Nasıl oldu bilmiyorum ama konu bir şekilde Pim’in ne kadar çekingen olduğuna geldi. Onun alçak gönüllülüğü herkesçe bilinen bir gerçek ki en aptal insan bile bundan şüphe duymaz. Bayan van Daan durduk yere -konuyu kendine getirmekte üstüne yoktur- şöyle söyledi: “Ben de çok alçak gönüllü ve çekingenimdir. Eşimden daha fazla hatta.”
Hayatında böyle komik bir şey duydun mu? Onun ne kadar alçak gönüllü olduğu kurduğu cümleden belli!
Kendini açıklama yapma durumunda hisseden Bay van Daan:
“Demek eşimden bile.” dedi sessizce ve sonra ekledi: “Benim alçak gönüllü ya da çekingen olma gibi bir iddiam yok. Görüyorum ki pişkin olan insanlar daha çok kıymete biniyor. Sakın sen alçak gönüllü ve çekingen olma Anne, yoksa ilerleyemezsin.”
Annem, bu sözleri tamamen onayladı. Fakat Bayan van Daan karşılık vermeden durur mu? Bu kez doğrudan bana değil, anneme ve babama yönelerek şöyle söyledi: “Anne ile ilgili böyle şeyler söyleyebilmeniz için enteresan bir bakış açınız olsa gerek. Benim zamanımda böyle miydi? O zamandan bu zamana çok şey değişti ama sizin modern eviniz yerinde sayıyor!”
Bu son söylediği, annemin çocuk yetiştirme şekline yaptığı bir göndermeydi. Bayan van Daan öyle üzgündü ki suratı al al olmuştu. Kolay kızaran insan, sıcak bastı mı iyice terler ve bu insan rakibi karşısında oyunu kaybetmeye mahkûmdur.
Annemde bir terleme belirtisi yoktu. Konuyu bir an önce kapatmak istiyordu. Bir süre durakladı ve ardından şöyle dedi: “Pekâlâ, Bayan van Daan. Ben de fazla mütevazı olmanın çok iyi bir şey olmadığını düşünenlerdenim. Eşim, Margot ve Peter fazlasıyla mütevazı. Sizin eşiniz, Anne ve ben de bir miktar mütevazıyız ama elimizi kolumuzu bağlayıp bir köşede durmuyoruz.”
Bayan van Daan söze atıldı: “Fakat Bayan Frank, sizi anlayamıyorum! Dürüst olmak gerekirse ben gerçekten aşırı alçak gönüllü ve çekingenim. Benim için tersini söyleyemezsiniz.”
Annem şöyle yanıt verdi: “Ben sizin alçak gönüllü olmadığınızla ilgili bir şey söylemedim. Demek istediğim, kimse öyle olduğunu ısrar ederek söylemez.”
Bayan van Daan şöyle devam etti: “Neden alçak gönüllü olmadığımı öğrenmek isterim. Eğer burada kendi kendime yetinmesem, kimse bana bakmazdı. Ben de açlıktan ölürdüm ki bu, tıpkı eşiniz kadar mütevazı ve çekingen olduğum anlamına geliyor.”
Annem, Bayan van Daan’ın bu saçma savunmasına güldü geçti. Bunun üzerine Bayan van Daan, sözlerine o harika Almanca ve Hollandaca dil bilgisini karıştırarak devam etti. Masadan kalkana kadar konuşmasını sürdürdü. Sonra sandalyeden kalktı ve gözlerini bana dikerek odadan çıktı. Onu görmen lazımdı! Onun şansına, bana baktığı sırada ben de alay edercesine kafamı sallıyordum. Bunu bilerek yapmamıştım, sadece istemsizce tartışmaya kulak kesilmiştim. Bayan van Daan arkasını döndü ve bana Almanca bağırmaya başladı. Bu oldukça kaba ve şiddetliydi. Şişman, sinirden kıpkırmızı kesilmiş bir balık satıcısına benziyordu. Eğer resmedebilme kabiliyetim olsaydı onun o hâlini çizmeyi çok isterdim. Bu küçük, kuş beyinli, aptal kadın çok komik. Olanlardan şöyle bir çıkarımda bulunacağım: Bir insanı en iyi kavga sırasında tanırsın. Karşındakinin gerçek kimliği ancak böyle ortaya çıkıyor.

    En iyi arkadaşın, Anne

29 Eylül 1942, Salı
Sevgili Kitty, Gizlenen insanların başlarına her geçen gün ilginç şeyler geliyor. Bir küvetimiz olmadığı için çamaşır leğeni kullanıyoruz ve tek sıcak su kaynağı alt kattaki ofiste olduğu için yedi kişi resmen sıraya giriyoruz. Yedimiz de birbirimize benzemediğimiz için hepimiz ofisin farklı yerlerinde, bazımız utana sıkıla yıkanıyoruz. Peter, cam olmasına rağmen mutfak kapısının orada yıkanıyor. Yıkanacağı zaman, tek tek yanımıza gelip yarım saat boyunca mutfağa uğramamamızı tembihliyor. Sadece bunu söylemekle yetiniyor. Bay van Daan üst katta yıkanıyor. Sıcak suyu, kendi rahatını bozmamak için ta üst kata, odasına taşıyor. Bayan van Daan şimdilik yıkanmıyor. Uygun bir yer bulmaya çalışıyormuş hanımefendi. Babam özel ofiste yıkanırken, annem ocak siperinin arka tarafındaki mutfakta yıkanıyor. Margot ve ben de ön taraftaki büroyu kullanıyoruz. Cumartesi öğleden sonraları perdeler kapalı olduğu için karanlıkta rahat rahat temizleniyoruz. O sırada banyo sırası beklemeyenlerden biri, pencereden dışarıyı gözetliyor ve dışarıdaki insanların yaptıkları şeylere hayretle bakıyor.
Bu yıkanma işini hiç sevmiyorum, onun için kendime daha çok rahat edebileceğim bir yer bulmaya çalışıyorum. Leğenimi büyük ofis lavabosunun oraya koyma fikrini bana Peter verdi. Orada oturabilirim, ışığı açabilirim, kapıyı kilitleyebilirim, kimsenin yardımı olmadan yıkanabilirim ve en önemlisi kimse beni görmez. Bu güzelim banyomu ilk olarak pazar günü kullandım ve kulağa ilginç gelse de en çok burayı sevdim.
Çarşamba günü, aşağıdaki tuvaletteki su borularını taşımaya bir tesisatçı geldi. Muhtemelen amaç, kış ayı boyunca boruların soğuk su yüzünden donarak tıkanmasını önlemekti. Tesisatçının ziyareti bizim için pek hoş değildi. Gün içinde su kullanmayı bırak, tuvalete bile gidemez olduk. Bu sorunu nasıl çözdüğümüzü anlatmayı pek istemem ama bunları sana anlatamayacak kadar erdemlilik taslayan biri değilim. Buraya geldiğimiz ilk günlerde, babamla birlikte bir çeşit lazımlık yapmıştık. Bunu yapabilmek için bir konserveyi feda etmemiz gerekiyordu. Tesisatçı geldiği zaman konserveleri odaya koyduk. Hepsi de doluydu. Bu yaptığımız, tüm gün ses çıkarmadan durmak zorunda kalmamdan daha az kötüydü. Lak lak edememenin, Bayan Vak Vak için ne kadar zor olduğunu biliyorsun. Zaten normalde de fısıldayarak konuşuyoruz. Konuşmayı bırak, hareket dahi edemiyoruz ve bu çok daha kötü.
Üçüncü günün sonunda, otura otura belime kramp girdi. Kalçam acımaya başladı. Zamanında yaptığım jimnastiğin faydalarını görmüyor değilim.

    En iyi arkadaşın, Anne

1 Ekim 1942, Perşembe
Sevgili Kitty, Dün yüreğime iniyordu. Saat sekizde aniden zil çaldı. Birilerinin bizi almaya geldiğini düşündüm. Kim olduğunu söylememe gerek yok. Evdekiler bunun ya çocuklar ya da postacı olduğunu söyleyince biraz sakinleştim.
Burada günler çok sakin geçiyor. Yahudi bir eczacı ve kimyager olan Bay Levinsohn, mutfakta Bay Kugler için çalışıyor. Tüm binayı avucunun içi gibi bildiği için korkuyoruz. Eskiden laboratuvar olarak kullandığı yere bakmak isteyebilir çünkü. Hepimiz büyük bir sessizliğe büründük. Ele avuca sığamayan Anne’ın saatlerce oturup çıtını çıkaramayacağını üç ay önce kim söyleyebilirdi ki?
Bayan van Daan’ın doğum günü 29 Eylül’deydi. Büyük bir kutlama düzenlemedik ama çiçekler, ufak tefek hediyeler verdik ve güzel bir sofra hazırladık. Gördüğüm kadarıyla eşinin verdiği kırmızı karanfil, bu ailede gelenek hâline gelmiş.
Hazır Bayan van Daan’dan bahsetmişken babama kur yapması beni çileden çıkarıyor. Elleri sürekli babamın yanağında ve başında. Ayrıca eteğini yukarıya katlayıp Pim’in dikkatini çekecek sözler söylüyor. Allah’tan Pim, onu ne sevimli ne de güzel buluyor. Bunun için de kadının cilveleri karşılıksız kalıyor. Sen de biliyorsun ki ben kıskanç biriyim, böyle şeylere asla tahammül edemem. Sonuçta annem onun eşine böyle hareketler sergilemiyor ki… Bunu Bayan van Daan’ın kendisine de söyledim.
Peter, ara sıra oldukça eğlenceli olabiliyor. Bir tane ortak özelliğimiz var, o da herkesi güldüren kılık kıyafetimiz. Bir keresinde Peter, annesinin dar bir elbisesini giymişti. Ben de arkasından onun takımını giymiştim. Peter, başına bir şapka geçirmişti. Ben de bir kasket takmıştım. Tüm bunlar herkesi güldürdü ve onları az da olsa eğlendirmiş olduk.
Bep, Margot ve bana yeni etekler almak için Bijenkorf’a gitti. Kumaş üstüme patates çuvalı geçirmişim gibi gözüküyor. Eskiden olsa böyle şeyleri satmaya cesaret edemezlerdi. Şimdi Margot’un eteklerine 24, benimkilere 7.75 gulden verdik.
Bep; Margot, Peter ve bana stenografi[2 - Harf, noktalama işareti ve kelime yerine sembol ve kısaltma kullanılan hızlı yazı yazma sistemi (ç.n.)] öğrenmemiz için mektupla öğretim[3 - Mektupla öğrenim, 1830’lu yıllarda başlamıştır. Bir okul tarafından posta yolu ile yürütülen uzaktan öğretim yöntemidir. (ç.n.)] dersleri ayarlamış. Seneye bu zamanlar muhteşem birer stenograf olacağız, bekle ve gör! Böylesi ilginç ve gizli yazım teknikleri öğrenmek, her durumda çok önemli.
Sol elimin işaret parmağı acıdığı için hiç ütü yapamıyorum. Şansa bak!
Bay van Daan, sofrada yanına oturmamı istedi çünkü Margot onun söylediği kadar yemek yemiyor. Bana göre hava hoş. Bahçenin etrafında minicik siyah bir kedi dolanıyor. Bu kedi bana bir tanecik Moortje’mi hatırlattı. Bana göre hava hoş dememin sebebi de annemin masada sürekli bana bir kusur bulmasıydı. Şimdi ceremesini Margot çekecek diyeceğim ama annem ona laf sokmuyor çünkü o, ne de olsa mükemmellik abidesi! Bu günlerde bu mükemmellik timsaline sataşıyorum. Buna çok sinir oluyor. Belki, söylediğim şeyler, onun kendini beğenmiş tavrını biraz olsun değiştirir. Bunun zamanı çoktan geldi.
Bu ufak tefek konudan sonra Bay van Daan’dan bir bilmece geliyor: Doksan dokuz defa tık, bir defa tak eden şey nedir?
Bir ayağı alçıda, baston kullanan kırkayak.

    Hoşça kal, Anne

3 Ekim 1942, Cumartesi
Sevgili Kitty,
Dün herkes bana takıldı çünkü yatakta, Bay van Daan’ın yanına uzanmıştım. “Hem de bu yaşta! Flaş flaş!” gibi şeyler söylediler. O kadar saçma ki. Onların kastettiği şekliyle söylüyorum, Bay van Daan’la yatmayı asla istemem.
Dün yine annemle tartıştık ve kıyameti kopardı. Babama, bütün kabahatlerimi söyledi ve ağlamaya başladı. Tabii bunlar beni de ağlattı. Başımın ağrısı da bunun tuzu biberi olmuştu. En sonunda babama, onu annemden katbekat daha fazla sevdiğimi söyledim. Ben öyle düşünmesem de bana, tüm bunların geçeceğini söyledi. Annem katlanılacak gibi değil. Kendimi sakin olmaya ve sesimi yükseltmemeye zorluyorum. Yoksa suratının ortasına koca bir darbe indirmiştim şimdiye! Neden ona karşı büyük bir sevgisizlik hissettiğimi bilmiyorum. Babamın söylediğine göre, annem kendini iyi hissetmediğinde ben ona yardımcı olmayı teklif etmeliymişim. Bunu yapmam, yapamam çünkü ondan hazzetmiyorum ve bunu yapmayı istemiyorum. Annemin bir gün öleceğini aklıma getiriyorum ama babamın ölümünü düşünemiyorum bile. Çok kaba olduğumun farkındayım ama ne yapayım, hissettiklerim bunlar. Umarım annem bu yazdığımı ve diğerlerini asla okumaz.
Son zamanlarda yetişkinlerin okuduğu kitaplardan okumama müsaade ediyorlar. Şu anda Nico van Suchtelen’in yazdığı Eva’nın Gençliği adlı kitabı okumakla zaman geçiriyorum. Genç kızların okuduğu kitapla bunun arasında çok da bir fark olduğunu sanmıyorum. Eva, çocukların ağaçlarda, tıpkı elmalar gibi yetiştiğini ve leyleklerin onları ağaçlardan toplayıp annelere götürdüğünü düşünüyor. Ama arkadaşının kedisinin yavruları oldu ve Eva, o yavruların kedinin karnından çıktığını gördü. Şimdiyse, kedilerin de tıpkı tavuklar gibi yumurtladığını ve çocuk isteyen annelerin yumurtlamadan birkaç gün önce çömeldiklerini düşünüyor. Bebek dünyaya geldiğinde ise uzun süre aynı pozisyonda kalan anne çok yorgun oluyor. Aynı şekilde, Eva da çocuk istedi. Yün bir atkı alıp yere serdi ve yumurtanın çıkmasını bekledi. Uzun süre ıkındı ama ortada yumurta falan yoktu. Uzun uzun oturmasından sonra bir şey çıktı ama bu yumurta değil, sosisti. Eva çok utandı. Hasta olduğunu düşündü. Çok komik değil mi? Bu kitapta kadınlar, kendi vücutlarını sokaklarda satıp karşılığında yüklü bir miktar para istiyorlar. Böyle bir şey yapacağıma, yerin dibine girmeyi yeğlerdim. Ayrıca, Eva’nın bir yerde regl olduğundan bahsediliyor. Ben de regl olmayı çok istiyorum. Hem böylece gerçek bir yetişkin olabilirim. Babam yine homurdanıyor ve günlüğü elimden almakla tehdit ediyor. Aman aman, çok kötü olur bu! Bundan böyle seni saklayacağım.

    Anne Frank

7 Ekim 1942, Çarşamba
Şöyle bir hayal kuruyorum da…
İsviçre’ye gitmişiz. Babamla aynı odada kalıyorum. Oğlanların odası, benim ziyaretçilerimi ağırlayacağım bir oturma odasına dönüştürülmüş. Sürpriz yapmak için bana yeni mobilyalar, çay masası, çalışma masası, koltuk ve sedir almışlar. Her şey muntazam. Birkaç gün sonra babam bana 150 gulden vermiş. Tabii, İsviçre parasına çevrilmiş olarak… Ben yine de onlara gulden diyeceğim. Bu parayla tüm ihtiyaçlarımı almışım. (İleride de her hafta 1 gulden alacakmışım, o parayla da istediğim her şeyi satın alabilirmişim.) Bir şeyler almak için Bernd ile hemen yola koyulmuşuz.
Tanesi 0.50’den, 3 tane pamuk atlet = 1.50
Tanesi 0.50’den, 3 tane pamuk külot = 1.50
Tanesi 0.75’ten, 3 tane yün fanila = 2.25
Yine tanesi 0.75’ten, 3 tane yün içlik = 2.25
Tanesi 0.50’den, 2 tane jüpon[4 - Elbise ve eteklerin altına giyilen astar (ç.n.)] = 1.00
Tanesi 0.50’den, 2 tane sütyen (küçük boy) = 1.00
Tanesi 1.00’den, 5 tane pijama = 5.00
Tanesi 2.50’den, 1 tane yazlık sabahlık = 2.50
Tanesi 3.00’ten, 1 tane de kışlık sabahlık = 3.00
Tanesi 0.75’ten, 2 tane uzun hırka = 1.50
Tanesi 1.00’den, 1 tane küçük yastık = 1.00
Tanesi 1.00’den, 1 tane önü açık terlik = 1.00
Tanesi 1.50’den, 1 tane de sıcak tutacak terlik = 1.50
Tanesi 1.50’den, okul için 1 çift yazlık ayakkabı = 1.50
Tanesi 2.00’den, 1 çift gösterişli yazlık ayakkabı = 2.00
Tanesi 2.50’den, okul için 1 çift kışlık ayakkabı = 2.50
Tanesi 3.00’ten, 1 çift gösterişli kışlık ayakkabı = 3.00
Tanesi 0.50’den, 2 peştamal = 1.00
Tanesi 0.05’ten, 25 tane mendil = 1.00
Tanesi 0.75’ten, 4 çift ipek külotlu çorap = 3.00
Tanesi 0.50’den, 4 çift diz hizasında çorap = 2.00
Tanesi 0.25’den, 4 çift çorap = 1.00
Tanesi 1.00’den, 2 çift kalın külotlu çorap = 2.00
3 çile beyaz pamuk ipliği (içlik ve şapkalar için) = 1.50
3 çile mavi pamuk ipliği (kazak ve etek için) = 1.50
3 çile karışık iplik (bere ve şal için) = 1.50
Atkılar, kemerler, yakalar, düğmeler = 1.25
Ayrıca iki tane yazlık, iki tane kışlık okul elbisesi; iki tane yazlık güzel elbise, iki tane de kışlık güzel elbise; bir tane yazlık etek, bir tane kışlık etek; bir tane kışlık okul eteği, bir tane yağmurluk, bir tane yazlık ceket, bir tane kışlık pardösü, iki şapka, iki de bere… Tüm bunlar toplamda 108 guldenmiş.
İki el çantası, bir buz pateni kıyafeti, bir çift buz pateni ayakkabısı, bir tane de kutu. (Pudram, cilt bakım kremim, fondötenim, cilt temizleme kremim, güneş losyonum, pamuğum, ilk yardım kitim, allığım, rujum, kaş kalemim, banyo tuzum, banyo pudram, kolonyam, sabunum ve pudra fırçam için.)
Ayrıca, 1.50’ye dört kazak, 1.00’e dört gömlek, 10.00’a çeşitli malzemeler, 4.50’ye de kitaplar ve hediyeler…

9 Ekim 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Bugünkü haberlerim çok iç karartıcı ve üzücü. Çoğu Yahudi arkadaşlarımız ve tanıdıklarımız gruplar hâlinde götürülüyor. Gestapo dediğimiz Alman Gizli Devlet Polisi onlara çok kaba davranıyor ve onları Westerbork’a yük arabaları ile götürüyor. Tüm Yahudiler, Drenthe’deki büyük kampa gidiyor. Miep, bize oradan kaçmayı başaran birinden bahsetti. Westerbork berbat bir yer olmalı. İnsanlara neredeyse hiç yemek verilmiyor. Suyu günde sadece bir saat süresince içebiliyorlar. Binlerce insan için yalnızca bir tuvalet ve lavabo var. Erkekler ve kadınlar aynı odada uyuyor. Kadınlar ve çocukların saçları düzenli olarak tıraş ediliyormuş. Saçsız hâlleriyle damgalanmış oldukları için kaçmaları da imkânsız hâle geliyor.
Hollanda’da hâl böyleyse daha uzak yerlere gönderilenlerin durumlarını düşünmek bile istemiyorum. Çoğunun öldürüldüğünü tahmin ediyoruz. İngiliz radyosu, onların gaz odalarında öldüğünü söylüyor. Belki de bu, en basit öldürülme şekilleridir.
Kendimi çok kötü hissediyorum. Miep de bunları bize anlatırken dehşete düşmüş vaziyette anlatıyor ve o da çok endişeli. Geçen gün Gestapo, bir tane eli ayağı tutmayan yaşlı kadını götürmek için kapının önünde uzun bir süre bekletmiş. Bu yaşlı kadın ışıldaklardan ve tepesindeki İngiliz uçaklarına açılan ateşlerden çok korkmuş. Miep, yine de kadını içeri almaya cesaret edememiş. Kimse bunu yapmazdı. Almanlar, konu ceza oldu mu pek cömerttirler.
Bep çok durgun. Erkek arkadaşı Almanya’ya gönderilecekmiş. Üstümüzden her uçak geçişinde, Bertus’un üstüne bomba atmalarından korkuyor. “Sıkma canını, hepsi ona isabet etmez.” ya da “Bir bombadan ne olacak.” gibi şakalar, onun için kaldırması zor oluyor. Almanya’ya çalışmak için gitmeye zorlanan tek kişi Bertus değil. Her gün bir tren dolusu genç delikanlı gidiyor. Bazıları tren durduğu zaman gizlice atlamaya çalışıyor ama çok azı bunu görünmeden yapabiliyor.
Sadece bunlarla kalsa yine iyi. Daha önce hiç “rehine” diye bir şey duydun mu? Bunu yeni bir ceza sistemi olarak sabotajcılara uyguluyorlar. Hayal edebileceğinden çok daha korkunç bir şey bu. Önde gelen “masum” vatandaşlar, ölümlerini bir hapishanede bekliyorlar. Eğer Gestapo yapılan sabotajların kaynağını bulamazsa hapisten beş rehine seçiyor ve bunları duvara karşı hizaya sokup vuruyor. Bu ölüm ilanları gazetelere veriliyor. Manşete de “Ölümcül Kaza” yazıyorlar.
Almanlar, insan ırkının ilginç bir kesimi ve ben de onlardan biriyim! Ama olamaz çünkü Hitler bizi çoktan vatanımızdan ayırdı. Şu yeryüzünde, Almanlar ve Yahudiler arasındaki düşmanlık kadar büyük bir düşmanlık yoktur.

    En iyi arkadaşın, Anne

14 Ekim 1942, Çarşamba
Sevgili Kitty,
O kadar meşgulüm ki! Dün, La Belle Nivernaise’den bir kısım çevirdim ve kelimeleri not ettim. Sonra, çok zor matematik problemleri çözdüm ve üç sayfa Fransızca çeviri yaptım. Bugün de beni Fransızca gramer ve tarih bekliyor. Bu kör olası matematiğe her gün bakmak istemiyorum. Babam da o dersi berbat buluyor.
Ben o derste babamdan daha iyiyim ama ikimiz de bunu beceremiyoruz. Bu yüzden hep Margot’tan yardım alıyoruz. Aynı zamanda stenografiye de çalışıyorum. Üçümüz arasında, en hızlı ben ilerliyorum.

De Stormen kitabını da okudum. Çok güzeldi ama Joop ter Heul
ile kıyaslanamaz. İki kitapta da aynı kelimeler geçiyor, tabii yazarları aynı olduğu için öyle. Cissy van Marxveldt harika bir yazar. İleride okumaları için kendi çocuklarıma da kitaplarını vereceğim.
Ayrıca, içlerinde Hedwig, Der Vetter aus Bremen, Die Gouvernante, Der Grüne Domino’nun olduğu pek çok Körner oyunu okudum.
Annem ve Margot’la tekrar eskisi gibiyiz. Bu çok daha güzel. Dün gece, Margot’la benim yatağıma uzandık. Yatak çok dardı ama bu onu eğlenceli hâle getiriyordu. Ara sıra günlüğümü okumak için benden izin almaya çalıştı.
“Sadece bazı kısımları okuyabilirsin.” dedim ve ben de onun günlüğünü okumak için izni kaptım.
Sonra konu ileride ne olmak istediğimize geldi. Önce ben sordum ama söylememek için diretti. Sanki bir sırmışçasına sakladı. Öğretmekle ilgili bir şeyler söyler gibi oldu ama tam olarak emin değilim. Aslında her şeye burnumu sokmamam gerek.
Bu sabah, kovalamacanın ardından Peter’ın yatağına uzandım. Bana sinirlendi ama önemsemedim. Ara sıra bana biraz dostça davranmayı düşünmeli bence çünkü ona dün akşam elma verdim.
Bir keresinde Margot’a beni nasıl bulduğunu, çirkin olup olmadığımı sordum. Benim sevimli ve gözlerimin güzel olduğunu söyledi. Birazcık kararsız oldu bu sanki. Sen ne düşünüyorsun?
Şimdilik hoşça kal!

    Anne Frank
Not: Bu sabah herkes kilosuna baktı. Margot altmış, annem altmış iki, babam yetmiş, ben kırk üç buçuk, Peter altmış yedi, Bayan van Daan elli üç, Bay van Daan ise yetmiş dört kilo. Burada kaldığım üç ay zarfında sekiz buçuk kilo almışım. Sence de çok değil mi?

20 Ekim 1942, Salı
Sevgili Kitty,
Yaşadığımız felaketin üzerinden iki saat geçmesine rağmen hâlâ ellerim titriyor. Şöyle başlayayım anlatmaya: Binada beş tane yangın söndürücü var. Ofisteki ileri zekâlılar, bize yangın söndürücünün doldurulması için birinin geleceğini söylemediler. Tabii biz de ne bilelim, dolap kapısının karşı tarafından gelen çekiç seslerini duyana kadar gayet normal bir sesle konuşuyorduk. Aklıma ilk gelen şey, ustanın burada olduğuydu. Hızlı bir şekilde yemeğini yiyen Bep’i aşağı inmemesi için uyardım. Babamla birlikte kapının oraya geçtik ve adam gidene kadar gelen sesleri dinledik. On beş dakikalık bir dolumdan sonra adam elindeki aletleri bizim dolabın tepesine atıverdi (yani, biz öyle tahmin ediyoruz) ve kapıya vurmaya başladı. Korkudan tüylerimiz diken diken oldu. Yoksa kitaplığın arkasından bir ses duydu da onu mu kontrol etmek istiyordu? Sanki içeride birinin olup olmadığını kontrol etmek istercesine kapıyı vuruyor, tekmeliyor ve itiyordu.
Bu adam bizi, sığındığımız yeri bulmayı başaracak diye ödüm kopuyordu. Orada, artık her şeyin sona erdiğini düşünürken bir ses duyduk. Bay Kleiman’ın sesiydi bu, “Açın kapıyı, benim.” diyordu. Hemen açtık. Ne olup bitmişti öyle?
Kitaplığın ucuna kanca sıkıştığı için kimse kapıyı açamamış ve ustanın geleceğini söyleyememiş meğer. Adam aşağı indikten sonra Bay Kleiman, Bep’i çağırmış ama dolabı bir türlü oynatamamışlar. İçimin nasıl rahatladığını anlatamam. Gizli yerimizi bulmaya çalışan adam kâbusum olmuştu. Gözümde öyle büyümüştü ve dünyadaki en zalim faşist oydu. Oh be! Neyse ki her şey yoluna girdi.
Pazartesi günü çok eğlenceli geçti. Miep ve Jan akşam bizimle vakit geçirdiler. Giesler bizim yatağımızda uyusunlar diye Margot’la birlikte annemlerin yanına gittik. Onların burada oluşuna özel, çok lezzetli yemekler yapıldı. Bir ara babamın lambası kısa devre yaptığı için bir süre karanlıkta kaldık. Ne yapacağımızı bilemedik. Binada sigortamız vardı ama onu açmak için karanlık ambarı dolanmak lazımdı ki bu geceleyin biraz sıkıntılı olurdu. Ama yine de erkekler bir cesaretle gittiler. On dakika sonra da biz, mumları yerine koyduk.
Bu sabah erkenden uyandım. Jan çoktan giyinmişti. Sekiz buçukta gitmesi gerektiği için saat sekizde kahvaltısını ediyordu. Miep içeride giyinmekle meşguldü. İçeri girdiğimde onu fanilasıyla gördüm. Onda da ben bisiklet sürerken kullandığım uzun çamaşırdan vardı. Margot’la birlikte giyindik ve yukarıya normalden erken çıktık. Güzel bir kahvaltının ardından Miep aşağı indi. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur vardı ve bugün bisikletle işe gitmek zorunda olmadığına seviniyordu. Babam ve ben yatakları topladık. Sonra ben, Fransızca dersi için beş tane düzensiz fiil öğrendim. Nasıl çalışkanım ama!
Margot ve Peter bizim odada kitap okuyorlardı. Mouschi de sedirin üzerine, Margot’un arkasına kıvrılmıştı. Kelimeleri ezberledikten sonra ben de onlara katıldım ve Ormanlar Sonsuzluğa Şarkı Söylüyor isimli bir kitap okudum. Çok güzel bir kitaptı ve fazla ilginçti. Bitirmeme az kaldı.
Bep de sonraki hafta kalmaya gelecek.

    En iyi arkadaşın, Anne

29 Ekim 1942, Perşembe
Sevgili Kitty,
Çok endişeliyim. Babam hastalandı. Her yerinde benekler çıkmaya başladı ve ateşi çok yüksek. Kızamığa benziyor. Düşünsene, doktor bile çağıramıyoruz! Annem, iyileşmesi umuduyla babamı bol bol terletiyor.
Miep’in söylediğine göre bu sabah Almanlar, van Daanların Zuider-Amstellaan bölgesindeki evlerini boşaltmışlar. Bayan van Daan’ın bundan haberi yok, zaten son zamanlarda heyheyleri üzerinde. Bir de arkasında bıraktığı porselenleri ve çok sevdiği kanepeleri için sızlanmasını kaldıramayız. Biz de arkamızda pek çok sevdiğimiz şey bırakmak zorunda kaldık. Sızlanmak bunları geri getirmiyor.
Babam, Hebbel ve diğer tanınmış Alman yazarların kitaplarını okumamı istiyor. Almancayı gayet iyi okuyabiliyorum ama fısıldayarak yapıyorum bunu, sesli olarak değil. Bu geçici bir şey olsa gerek. Babam, büyük kitaplıktan bana her akşam okutmayı planladığı Goethe ve Schiller’in bazı oyunlarını çıkarıyor. Don Carlos ile başladık. Babamın yaptığından heveslenen annem, bana birkaç dua kitabı verdi. Nezaketen, birkaç Almanca dua okudum. Kulağa hoş gelse de benim için pek bir anlamı yok. Neden beni dindar olmaya zorluyor, bilmiyorum.
Yarın ilk defa soba yakacağız. Bacası eski çağlardan kalmış kadar kötü gözüküyor. Oda duman içinde kalacak gibi. Umarım çalışır.

    En iyi arkadaşın, Anne

2 Kasım 1942, Pazartesi
Sevgili Kitty,
Bep, cuma gecesi bizde kaldı. Çok eğlenceli zaman geçirdik ama uykusunu alamadı çünkü şarap içmişti. Başka kayda değer bir şey olmadı. Dün başım çatlıyordu, onun için erken yattım. Margot her zamanki gibi canımı sıktı.
Bu sabah ofisteki kutulardan birini düzenledim. İçinde fişlerin olduğu kutu yere düştüğü için dağılmıştı. Çıldırmama az kaldı. Margot’la Peter’dan yardım istedim ama o kadar tembeller ki kutuyu toplamayı bıraktım. Tüm işi tek başıma yapacak kadar delirmedim.

    Anne Frank
Not: Sana önemli bir şey söylemeyi unuttum. Galiba regl olacağım. Bunu iç çamaşırımdaki lekeden anladım. Annem bunu görünce yakında başlayacağını söyledi. Bunun için sabırsızlanıyorum. Çok önemli bir an benim için. Fakat ne yazık ki ped bulunmadığı için kullanamayacağım. Annemin yanında sadece tampon var.

22 Ocak 1944 (Not)
Böyle şeyleri bir daha asla yazamam.
Bir buçuk yıl sonra günlüğümü tekrar okuduğumda gördüm ki ben nasıl çocukça bir masumluk içindeymişim. Tekrar istesem bile bir daha asla böyle masum bir benliğe sahip olamayacağım. Margot, annem ve babam ile ilgili yazdığım şeylere bakıyorum da sanki hepsi dün yazılmış gibi. Bazı şeyleri çok duygusuzca yazdığım için kendime hayret ediyorum. Daha iyi şeyler yazmak yerine bunları yazmış olduğum için utanıyorum. Yazdığım şeyler gerçekten çok kırıcı. Neyse…
Evime ve Moortje’ye duyduğum özlemi şimdi anlayabiliyorum. Burada kaldığım süre zarfında, bazen bile bile, bazen de bilinçsizce sevgi ve muhabbet aradım. Bu arzu bazen keskin, bazen de körelmiş gibiydi ama hep benimleydi.

5 Kasım 1942, Perşembe
Sevgili Kitty,
İngilizler, sonunda Afrika topraklarında bir başarıya imza attılar ve Stalingrad hâlâ düşmedi. Bu nedenle bizim beyler çok mutlu. Bu sabah kahve ve çay içtik. Başka da önemli bir şey olmadı.
Bu hafta çok kitap okudum ve az ders çalıştım. Öyle de olması gerekiyor. Ancak bu şekilde başarılı olabilirim.
Annemle son zamanlarda aram iyi ama asla sıkı fıkı değiliz. Babam duygularını açmakta iyi değil ama yine de her zamanki gibi çok iyi. Birkaç gün önce sobayı yaktık ve oda duman altı. Ben kalorifer olmasını yeğlerdim ve muhtemelen bunu tek isteyen ben değilim. Margot adinin teki! Başka hiçbir kelime ona bu kadar yakışamaz!

    Anne Frank

7 Kasım 1942, Cumartesi
Bir tanecik Kitty,
Annemin sinirleri tepesinde ve bu hiç hayra alamet değil. Babamın ve annemin, Margot’a hiç çıkışmayıp her şey için beni suçlaması bir tesadüf mü? Dün gece Margot, içinde çok güzel resimler olan bir kitap okuyordu. Sonra ayağa kalktı ve kitabı bir köşeye koydu. Ben hiçbir şey yapmadan öylece oturuyordum ve kitabı görünce içindeki resimlere bakmak için aldım. Margot geri geldiğinde kitabını aldığımı gördü. Kaşlarını çattı ve asabi bir şekilde kitabını vermemi istedi. Ben kitaba biraz daha bakmak istemiştim. Sonra annem geldi ve “O kitabı Margot okuyordu, geri ver.” dedi.
Ne olduğunu anlamayan babam, içeri geldi. Margot’un mağdur olduğunu görünce bana: “Eğer aynısını Margot sana yapsa ne tepki vereceğini görmek isterdim!” diyerek çıkıştı.
Hemen kitabı geri masaya koydum. Onlara göre odayı sinirli bir şekilde terk etmişim. Hâlbuki ne sinirliydim ne de küstüm. Sadece üzgündüm.
Babamın olan biteni bilmeden beni yargılaması hiç doğru değildi. Eğer annemle babam sanki Margot çok büyük bir haksızlığa maruz kalmış gibi araya girmeseydi zaten kitaba biraz bakıp hemen Margot’a verecektim.
Annem hiç Margot’un tarafını tutmaz olur mu? Onlar hep birbirlerinin arkasını kollarlar. Annemin azarlarına ve Margot’un aksiliğine çoktan alıştım. Onları yalnızca, biri annem diğeri de kardeşim olduğu için seviyorum. Yoksa onları tanımasam umurumda olmazlar. Bana kalırsa defolup gitmeliler. Babam için aynı şeyi söylemiyorum. Margot’un her hareketini onaylarken, onu tebrik ederken, ona sarılırken ve onun tarafını tutarken gördüğümde yüreğime bir sızı saplanıyor çünkü babam benim için çok değerli. Babamı kendime örnek alıyorum. Ondan başka kimseye böyle bir muhabbet besleyemem. Daha Margot’a ve bana farklı davrandığının farkında bile değil. Margot hep en zeki, en kibar, en sevimli ve en iyi! Ona her zaman karşı çıkıyor değilim. Ben her zaman ailenin maskarası ve haylazıyım. Daha çok cezayı hak ediyorum. Anlamsız ilgilerden ve ciddiyet gerektiren konuşmalardan artık sıkıldım. Babamın bana gösteremediği ilgiyi özlüyorum. Margot’u kıskanmıyorum. Hiçbir zaman da kıskanmadım. Onun zekâsında da güzelliğinde de gözüm yok. Yalnızca babamın beni gerçekten sevmesini isterdim. Kızı olduğum için değil, ben olduğum için.
Annem beni her geçen gün hor gördüğü için babama çok daha sadığım. İçimde bir nebze kalan ailevi hislerimi devam ettirebilmem için tek dayanağım babam. Babam, içinde annemin hatasının olduğu her tartışmadan kaçınıyor. Annem, tüm eksik yönleriyle, benimle baş etmeye çalışıyor. Nasıl davranmam gerektiğini inan bilmiyorum. Onun ilgisizliğine, iğnelemelerine ve taş kalpliliğine daha fazla göğüs geremiyorum. Her sorumluluğu üstüme alamıyorum artık.
Annemle taban tabana zıt olduğumuz için tartışma kaçınılmaz oluyor. Onu yargılamak bana düşmez, böyle bir şey yapmaya hakkım yok. Ona sadece anne olarak bakıyorum. Benim için bir anne değil, ben kendimin annesi olmalıyım. Onlarla bağlarımı koparıyorum. Kendi yolumu çiziyorum, bakalım bu yol bizi nereye götürecek… Başka şansım yok çünkü bir annenin ve bir eşin nasıl olması gerektiğini ve “anne” demem gereken bir kadında bu vasıfları göremediğimi düşünüyorum.
Bazen kendi kendime annemin sergilediği kötü örnekleri gözden geçiriyorum. Sadece onun iyi yanlarını görmek ve bende eksik olduğu yanını bulmak istiyorum. Ama nafile… En kötü yanı ise annemin ve babamın eksikliklerini ve bende neden oldukları hayal kırıklıklarını fark etmemeleri. Çocuklarını tamamen mutlu edebilen anne ve babalar var mı bu hayatta?
Bazen bunların birer sınav olduğunu düşünüyorum. Şimdiki olanların da gelecekte olacakların da… Kendi ayaklarımın üstünde durabilen, iyi bir insan olmalıyım. Hiç kimseyi kendime örnek almadan, kimsenin tavsiyesini dinlemeye gerek kalmadan… Bu beni daha da güçlü yapacaktır.
Benim dışımda başka kim okuyacak ki bu mektupları? Benden başka kim avutabilir beni? Bir teselliye bile muhtacım, yıpranmış hissediyorum, beklentilerim boşa çıkıyor ama her geçen gün daha iyi kararlar vereceğim.
Bana tutarsızca davranıyorlar. Bir gün benim aklı başında bir kız olduğumu, her şeyi bildiğimi; diğer gün aptal olduğumu ve hiçbir şeyden anlamadığımı söylüyorlar. Artık bir bebek ve herkesi güldüren küçük şımarık kız değilim. Benim de kendi fikirlerim, planlarım, hedeflerim var ama onları harekete geçiremiyorum.
Geceleri yalnızken veya gün boyunca katlanmak zorunda olduğum insanlar veya çeşitli yanlış anlaşılmalar içinde aklıma çok fazla şey geliyor. Onun için hep günlüğüme notlar iliştiriyorum. Yazmaya ilk bu günlükten başladım ve burada bitireceğim çünkü sen her zaman sabırlısın. Her şeye rağmen yılmayacağıma söz veriyorum. Kendi yolumu çizeceğim ve gözyaşlarımı tutacağım. Yalnızca bir şeyler görmek isterdim; beni seven birinin, benim için çabaladığını görmek…
Beni sakın kınama. Bardağı taşıran son damlanın beni içine çektiğini düşün.

    En iyi arkadaşın, Anne

9 Kasım 1942, Pazartesi
Canım Kitty,
Dün Peter’ın doğum günüydü. On altı yaşına bastı. Saat sekizde üst kata çıktım ve beraber hediyelere baktık. Hediyelerin içinde Monopoli adında bir hisse oyunu, bir jilet, bir de çakmak vardı. Çok sık sigara içmez hatta neredeyse hiç içmez de işte… Havası olsun diye!
En büyük sürpriz, Bay van Daan’dan geldi. İngilizlerin Tunus, Cezayir, Kazablanka ve Oran’a çıkarma yaptıkları haberini verdi.
Herkes: “Bu, sonun başlangıcı.” diyordu. Bu sözü Churchill’den alıntı yapmış olabilirler çünkü İngiliz Başbakan Churchill de “Bu son değil. Hatta sonun başlangıcı bile değil, sadece başlangıcın sonu.” demişti. Sen bir farklılık görüyor musun? İyimser olmak için sebepler var. Rus kenti olan Stalingrad, üç aydır Almanların saldırısı altında ve daha yenik düşmedi.
Gizli bölgemizin esas ruhunu sana gösterebilmek için yemeklerden bahsetmem gerek. (Daha önceden söylediğim gibi, damak zevkleri oldukça iyi.)
Ekmeğimizi, Bay Kleiman’ın tanıdığı çok iyi bir fırıncıdan alıyoruz. Öyle evimizde yediğimiz gibi çok değil ama bize yetiyor. Erzak karnelerini karaborsa aracılığıyla alıyoruz. Fiyatı sürekli artıyor. En son 27 guldendi, şimdi 33 gulden olmuş. Bir kâğıt parçası için değer mi?
Yanımızdaki yüzlerce konserve dışında hepimize yetecek kadar, yani yüz otuz altı kilogram fasulye aldık. Sadece kendimizi değil, ofistekileri de düşünmeliydik. Gelen çuvalları girişteki kancalara taktık. Ağır olan çuvallardan bazıları söküldü. Biz de onları tavan arasına taşımaya karar verdik. Çuvalları Peter taşıyacaktı. Altı çuvalın beşini sapasağlam taşıyabildi. Sonuncuyu taşıdığı sırada çuvalın altı yırtıldı ve fasulyeler, merdivenlerden aşağıya akın etmeye başladı. İçinde yirmi üç kilo fasulye olan çuvaldan efsane bir ses çıktı. Alt kattakiler evin başlarına yıkılacağını sanmışlar. Peter buz kesildi ama sonradan alt kata indiğinde beni bacaklarıma kadar fasulye dolu bir şekilde yerde görünce gülmekten yerlere yattı. Fasulyeleri toplamaya başladık ama çok küçük ve kaygan oldukları için her yere girmişlerdi. Şu anda yukarı çıkan herkes, gördüğü fasulyeleri alıp Bayan van Daan’a veriyor.
Az daha söylemeyi unutuyordum, babam tamamen iyileşti.

    En iyi arkadaşın, Anne
Not: Az önce radyoda Cezayir’in düştüğü söylendi. Fas, Kazablanka ve Oran’ı İngilizler ele geçirmiş. Sıra Tunus’ta.

10 Kasım 1942, Salı
Sevgili Kitty,
Harika bir haberim var! Gizlendiğimiz yere sekizinci bir kişi geliyor.
Ciddiyim. Hep sekizinci bir kişi için yeterince alanımız ve yemeğimiz olduğunu söylerdik ama Kugler’i ve Kleiman’ı tehlikeye atmak istemedik. Her geçen gün Yahudilerle ilgili daha da kötü haberler aldığımız için babam, Bay Kugler ve Bay Kleiman ile sekizinci kişi konusunda konuşmaya karar verdi. Onlar da harika bir plan buldular. “Yedi de olsa sekiz de olsa tehlike, tehlikedir.” dediler haklı olarak. Sonra, çevremizde bizimle uyum sağlayabilecek, yalnız yaşayan biri var mı diye düşündük. Bulmak çok da zor olmadı. Babam van Daan’ın akrabalarının gelmesine karşı çıkınca dişçi olan Alfred Dussel’in gelmesine karar verdik. Kendisi, ondan daha genç ve hoş bir Hristiyan kadınla birlikte yaşıyor. Yanılmıyorsam evli değiller ama çok da bir önemi yok. Bildiğimiz kadarıyla oldukça sessiz ve kendi hâlinde. Bize çok kibar göründü. Miep de onu iyi tanıyor, gerekli olan işlemleri o yapacak. Bay Dussel gelirse Margot’un yerinde, benim odamda yatacak. Margot’a da başka bir yatak verilecek. (Dussel gelince Margot, anne ve babamızın odasında kalacak.) Gelmeden önce dişlerim için dolgu getirmesini rica edeceğiz.

    En iyi arkadaşın, Anne

12 Kasım 1942, Perşembe
Sevgili Kitty,
Miep, bize Doktor Dussel’in geleceğini söyledi. Dussel, saklanacağı bir yer olup olmadığını sormuş. Miep, saklanacağı bir yerin olduğunu, mümkünse cumartesi günü buraya gelmesi gerektiğini söylemiş. Dussel buna çok sevinmiş. Ama şöyle bir düşününce yapması gereken kayıtlar, görmesi gereken iki hasta varmış. Miep, bu sabah bize bunların haberini verdi. Beklemesinin pek doğru olmadığını düşündük. Onun için çok fazla şey ayarladık. Yaptığımız onca şeyden sonra bir sürü kişiye açıklama yapmamız gerekecek çünkü geleceği tarih değişiyor. Miep bu durumu Dussel’e izah etmesine karşın Doktor Dussel, pazartesi gelmenin daha uygun olacağını söylemiş.
Neden teklifimizi hemen kabul etmediğini anlayamıyorum. Eğer onu sokakta yakalarlarsa ne kayıtlarına bakabilir ne de hastalarını tedavi edebilir. Neden erteliyor ki? Bana sorarsan, babamın da bunu kabullenmesi çok saçma.
Gün içinde başka bir şey olmadı.

    En iyi arkadaşın, Anne

17 Kasım 1942, Salı
Sevgili Kitty,
Bay Dussel geldi. Her şey sorunsuz gelişmiş. Miep ona, gündüz saat on birde postanenin önüne gelmesini, onu bir adamın oradan alacağını söylemiş. Dussel tam vaktinde oradaymış. Bay Kleiman, Dussel’in yanına gidip onu alacak kişinin henüz gelmediğini, burada beklememesini ve ofise, Miep’in yanına gitmesini söylemiş. Bay Kleiman tramvayla, Bay Dussel yürüyerek ofise gelmişler.
Saat on biri yirmi geçe Bay Dussel ofise varmış. Miep üstündeki kabanı alarak omzundaki sarı yıldızı kimse görmesin diye onu apar topar özel ofise götürmüş. Temizlikçi kadın gidene kadar Dussel ile Bay Kleiman ilgilenmiş. Miep, ofisin kalabalıklaşmadan gitmesi gerektiği bahanesiyle Doktor Dussel’i yukarıya çıkarmış. Sonrasında kitaplık rafında bir hareketlenme oldu ve Dussel, büyük bir şaşkınlıkla içeri girdi.
Bu sırada biz, yedi kişi, masada kahve ve konyak eşliğinde gelecek olan kişiyi bekliyorduk. Miep onu ilk olarak oturma odamıza getirdi. Dussel eşyalarımızı tanıdı ama üst katta gizlendiğimizden bihaberdi. Miep üst katı anlattığında adamcağız şoke olmuş. Neyse ki başlarına bir şey gelmeden sağ salim geldiler. Dussel hiç konuşmadan bir sandalye çekti ve oturdu. Yüzümüze, bir sürü soru sorup cevaplarını öğrenmek istercesine baktı. Sonra o aksanıyla kekeleyerek: “Ama… Ama siz Belçika’da kalmaktaydınız, ne oldu? Subay gelmisti, otomobil… Siz kaçamadi mi? Başağamadi mi?” dedi.
Ona her şeyi anlattık: Bilerek yanlış adres verdiğimizi, böylece bizi almaya çalışacak olan Almanların gittiğimizi sanmasını, tüm tanıdıklarımızın bizim gittiğimizi bildiğini… Bay Dussel, biz bunları anlatırken gizli evimize göz ucuyla bakıyordu. Bulduğumuz yeri hayretle inceliyordu. Sonra hep birlikte öğle yemeği yedik. Bay Dussel biraz kestirdi, ardından beraber çay içtik. Miep’in önceden getirdiği eşyalarını yerleştirdi. Kendini evinde gibi hissedene kadarki tüm düzenlemelerini yaptı ve sonra eline van Daan’ın yapmış olduğu, üzerinde “Gizli Ev” kurallarının yazılı olduğu kâğıdı aldı.

GİZLİ EV’İN TANITIMI VE KILAVUZU
Yahudi ve Diğer Evsiz İnsanların Geçici Barınma İhtiyacına Göre Hazırlanan Tesis Yıl boyu açık: Amsterdam’ın merkezinde harika, sakin, bol ağaçlıklı bir konumu var. Çevresinde özel bir mülk yok. 13 veya 17 numaralı tramvayların yanı sıra araba ve bisikletle de ulaşım olanağı var. Almanların ulaşım aracı kullanmasına izin verilmediği hâllerde yürüyerek de gelinebilir. Eşyalı-eşyasız, yemekli-yemeksiz her çeşit oda hizmetinizde.
Ücret: Yok
Yemekler: Yağsız
Banyo küvetsiz ancak su şakır şakır akıyor. İçeride ve dışarıda çeşitli duvarlar var. Isınmak için sıcak tutmaya yetecek bir soba var.
Küçüklü büyüklü her çeşit eşya için geniş yer alanı. İki büyük ve modern eşya kasası.
Londra, New York, Tel Aviv ve daha pek çok hatta bağlı özel radyo. Akşam altıdan sonra radyo dinlenebilir. Yasaklı yayınlar dinlenemez. Yalnızca, klasik müzik gibi şeyler dinlemek için Alman yayınları kullanılabilir. Alman haberleri dinlemek ve (nereden duyulursa duyulsun) bunları başkalarına aktarmak yasaktır.
Dinlenme Saatleri: Akşam 10.00’dan sabah 07.30’a kadar. Pazar günleri 10.15’e kadar. Özel durumlarda üstten gelen bir emirle, saatler değişebilir. Güvenliğiniz için saatlere mutlaka uyunuz!
Serbest Zaman Etkinlikleri: Yeni bir emre kadar dışarıya çıkılması yasaktır.
Kullanılacak Dil: Her zaman sessiz konuşulmalıdır. Yalnızca medeni insanların dili konuşulabilir. Yani, Almanca konuşulmasına izin yoktur.
Okuma: Bilim kitapları ve akademik kitaplar dışında Almanca kitap okunamaz. Diğer kitaplar serbesttir.
Jimnastik: Her gün.
Şarkı: Alçak sesle ve saat 06.00’dan sonra.
Film: Topluluk kararına göre.
Dersler: Stenografi için her hafta bir konu. İngilizce, Fransızca, matematik ve tarih için zaman ve gün sınırı yoktur. Ödeme karşılığında Hollandaca dersi gibi dil dersleri verilir.
Küçük ev hayvanları için ayrı bölüm. (Haşeratlar hariç. Onlar için özel izin gereklidir.)
Yemek Saatleri:
Kahvaltı: Tatiller ve pazar günleri hariç her gün sabah 09.00’da. Tatillerde ve pazar günlerinde aşağı yukarı 11.30’da.
Öğle Yemeği: Hafif yemek. Saat 13.15’ten 13.45’e kadar.
Akşam Yemeği: Soğuk veya sıcak. Zamanı, haberlere göre değişir.
İhtiyaçlarımızı Temin Edenlere Karşı Sorumluluklarımız: Her daim ofis işlerine yardımcı olmak için hazır olmak.
Banyolar: Pazar günleri sabah 09.00’dan sonra kullanılacak olan leğen herkesin emrindedir. İsteğe göre banyo, mutfak, özel ofis veya ön ofis banyo için kullanılabilir.
Alkol: Tedavi etmek dışında kullanılamaz.
Son.

    En iyi arkadaşın, Anne

19 Kasım 1942, Perşembe
Sevgili Kitty,
Tıpkı düşündüğümüz gibi Bay Dussel çok iyi biri. Aynı odayı paylaşacak olmamıza hiç ses çıkarmadı. Dürüst olmak gerekirse aynı eşyaları kullanacak olmamızdan pek hoşnut değilim ama böyle ufak fedakârlıklarda bulunuyorum. “Bir arkadaşımızı bile kurtarsak gerisinin hiçbir önemi yoktur.” der babam. Son derece haklı.
Bay Dussel’in buraya geldiği ilk gün, soru yağmuruna tutuldum. O kadar çok soru sordu ki. Ofisi temizlemeye temizlikçi kadın ne zaman geliyor? Banyo saatleri ne zaman? Tuvalete saat kaçta gidebiliriz? Kulağa komik gelebilir ama bunlar saklanırken yapılması kolay olmayan şeyler. Gün boyunca sesimizin aşağı gitmemesi için dikkatli olmalıyız. Hele ki birileri olduğu zaman -temizlikçi kadın gibi- o zaman daha da sessiz olmalıyız. Bu gibi şeyleri ayrıntısıyla birlikte Dussel’e anlattım. Gördüğüm kadarıyla zor anlıyor. Her şeyi iki kez sormasına rağmen geç kavrıyor.
Belki de başına gelen ani değişiklikten dolayı afallamıştır ve kafası karışmıştır. Onun dışında iyi adam.
Bay Dussel, özlediğimiz dış dünyadan bahsetti bize. Üzücü şeylerle karşılaşmış. Sayısız arkadaşı ve tanıdığı kötü kaderlerine mecbur kalmışlar. Her gece, yeşil ve kırmızı askerî araçlarla gelip, her kapıyı çalarak içeride yaşayan bir Yahudi olup olmadığını öğreniyorlarmış. Eğer varsa tüm aileyi kollarından tutup götürüyorlarmış. Eğer yoksa diğer evlere sormaya gidiyorlarmış. Saklanmak da bir işe yaramıyormuş çünkü ellerinde listelerle kapı kapı dolaşıp kimi aradıklarını ve nerede daha çok Yahudi yaşadığını biliyorlarmış. Sıklıkla kelle başına para ödüyormuş aileler. Sanki eski zamanlardaki köleleştirme şekli bu. Şaka gibi ama gerçek. Akşam oldu mu aklıma masum insanlar geliyor. Çocuklarıyla birlikte, başkalarının dediğini yapmak zorunda olan ve uzun yollar yürüyen aileler… Dayaktan ve işkenceden kaçmak için onların her dediğini yapmak zorunda olan insanlar… Kimseye acıma yok. Çoluk çocuk, genç, yaşlı, hamile demeden hepsi o trenlere bindiriliyor ve infaza götürülüyor.
Biz oradan kaçarak çok büyük bir şans elde ettik. Şimdi nasıl da mutluyuz. Her ne kadar hâlimiz vaktimiz yerinde de olsa oradaki insanlara yardım edemediğimiz için üzülüyoruz. Orada dostlarımız, tanıdıklarımız var. Canım arkadaşlarım dışarıda perişan hâldeyken ben sıcak yatağımda nasıl içim rahat yatabilirim ki?
Yakın arkadaşlarımın, dünyanın en acımasız varlıklarının elinde olduğu düşüncesi kalbime bir bıçak gibi saplanıyor.
Ve tüm bunların sebebi Yahudi olmaları…

    En iyi arkadaşın, Anne

20 Kasım 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Artık nasıl davranmamız gerektiğini gerçekten bilmiyoruz. Şimdiye kadar Yahudiler ile ilgili pek çok haber aldık ve elimizden geldiği kadar moralimizi yüksek tutmaya çalıştık. Bazen Miep, dostlarımızla ilgili kötü haberler getirince, annem ve Bayan van Daan dayanamayıp ağlamaya başlarlardı. O zaman, Miep bir daha böyle şeylerden bahsetmeme kararı aldı. Fakat şimdi Bay Dussel soru bombardımanına tutuyor bizi. O kadar vahşice şeylerden bahsediyor ki insan bunları beyninden kazıyamıyor. Tüm bu kötü haberler azalırsa belki eski şaka ve sataşma dolu günlerimize dönebiliriz. İçimizi karartmanın kimseye bir faydası yok. Gizli Ev’i, Melankoli Evi’ne dönüştürmenin bir mantığı yok.
Ne yaptımsa, gidenleri düşünmeyi bırakamadım. Bir şeye kahkaha attığımda duraksıyorum ve neşemin utanç verici olduğu aklıma geliyor. Tüm gün ağlamam mı gerekiyor? Yok, bunu da yapamam. Bu da geçecek, bugün değil ama bir gün…
Bu üzüntülerime bir şey daha eklendi ama bu biraz daha kişisel kalıyor. Çektiğimiz sıkıntıların yanında incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir şey. Hâlâ kendimi terk edilmiş hissediyorum. Bu öyle bir boşluk hissi ki her yanımı sarıyor. Önceden etrafımda arkadaşlarım olduğu ve güzel zamanlar geçirdiğim için bu hissi pek kafama takmazdım. Ama şimdi ya kendi mutsuzluğumu ya da olan biteni düşünüyorum. Şunu fark ettim ki babam bile ne yaparsa yapsın önceki dünyamın yerini alamaz. Annem ve Margot’a karşı beslediğim hislere gelince, o hisler çok uzun zaman önce öldü.
Neden böyle aptalca şeyler anlatarak seni sıkıyorum? Çok nankörüm ben Kitty. Söylediklerim bana bile ağır geliyor ve sürekli bunları düşünmekten kafam kazan gibi oldu.

    En iyi arkadaşın, Anne

28 Kasım 1942, Cumartesi
Sevgili Kitty,
Çok fazla elektrik kullandığımız için bize verilen sınırı aştık. Sonuç: Fazlasıyla tasarruflu olunacak zamanlar ve elektriğin kesilmesi. Tamı tamına on dört gün ışıksızız, ne güzel değil mi? Kim bilir, belki o kadar uzun sürmez. Saat dört dört buçuk gibi içerisi kitap okuyamayacağım kadar karanlık oluyor. Biz de zaman hızlı geçsin diye eğlenceli şeyler yapıyoruz. Birbirimize tekerleme söylüyoruz, karanlıkta spor yapıyoruz, İngilizce veya Fransızca konuşuyoruz, okuduğumuz kitaplardan bahsediyoruz… Tabii bir süre sonra bunlar da sıkıyor. Dün akşam yeni bir vakit geçirme yöntemi buldum. İyi bir dürbünle, komşulardan birinin ışığı yanan odalarını gözetledim. Gündüz vakti perdeyi bir santim bile açamıyoruz ama gece açmanın bir zararı yok.
Komşuların hiç bu kadar ilginç olabileceklerini hayal etmemiştim. En azından bizimkilerin. Bazıları yemek yiyordu, bir aile film izliyor, karşıdaki binalardan birindeki bir diş doktoru da korkan yaşlı teyzeyi muayene ediyor.
Çocuklarla çok iyi anlaştığı ve onları çok sevdiği söylenen Bay Dussel, eski moda çocuk yetiştirme yöntemleri ve terbiyeleri üzerine vaaz veriyormuş. Olaya bak! Ben de tuttum bu harika beyefendiyle zaten dar olan odamı paylaştım. İyi terbiye edilmemiş üç gençten biriyim ben. Onun için bazı nasihatleri görmezden geliyorum. Bununla kalsa yine iyi, bu beyefendi ispiyonlama işi için annemi tercih ediyor. Eğer Bay Dussel’dan esen soğuk hava rüzgârlarının ucu bana dokunuyorsa annem söylenmeye başlıyor. Artık top bende demektir. Eğer söylenenlere kulak asmamışsam beş dakika sonra Bayan van Daan uslu durmamı söylüyor ve esinti devam ediyor.
Her şeye kusur bulan bir ailenin iyi terbiye edilmemiş çocuğu olmak hiç de kolay bir şey değil.
Akşam olunca yatağıma çekilip kabahatlerim ve eksik yönlerim üzerine kafa yoruyorum. Kafamda kırk tilki dolanıyor ve o anki ruh hâlime bağlı olarak ya gülüyor ya da ağlıyorum. Sonrasında ya olduğumdan daha farklı olmak ya da farklı davranabilmek gibi değişik şeyleri düşleyerek farklı bir duygu içinde uyuyakalıyorum.
Senin de kafanı karıştırıp duruyorum. Kusura bakma ama bazı şeyleri sineye çekemiyorum. Kendimi yetersiz hissettiğim zamanlarda bu defterden uzaklaşamıyorum. Yani yukarıda yazdıklarımı tekrar okumamanı ve yazacaklarımın üzerinde çok durmamanı öneriyorum çünkü bunlara bir çözüm yolu bulamazsın!

    En iyi arkadaşın, Anne

7 Aralık 1942, Pazartesi
Sevgili Kitty,
Hanuka ve Aziz Nikolas Bayramı, bu yıl neredeyse aynı zamana denk geliyordu. Aralarında yalnızca bir gün vardı. Hanuka için çok bir şey yapmadık, birkaç mum yakarak birbirimize ufak tefek hediyeler verdik. Çok mumumuz yoktu. Onları sadece on dakikalığına yakabildik ama söylediğimiz şarkıların yanında bunun pek bir önemi yoktu. Bayan van Daan, tahtadan menora dediğimiz yedi kollu şamdandan yaptı ve her şey halledildi.
Cumartesi günkü Aziz Nikolas Bayramı çok daha eğlenceli geçti. Yemek boyunca babamla fısıldaşan Bep ve Miep’in neler konuştuklarını merak ettik. Ortada bir plan var gibiydi. Tam tahmin ettiğim gibi, saat sekizde zifirî karanlık olan koridordan geçerek alt kata indik. (Çok ürpermiştim ve sağ salim yukarı çıkmayı diliyordum.) Penceresi olmayan bir odaya geldik ve ışıkları açtık. Ardından babam büyük dolabı açtı.
“Ne kadar harika!” diye bağırdık hep bir ağızdan.
Köşedeki büyük sepetin içinde bugüne özel rengârenk süslemeler ve bir adet Kara Peter maskesi vardı.
Sepeti aldığımız gibi üst kata çıktık. İçinde herkes için küçük hediyeler vardı. Hediyelerin yanına da onlarla uyumlu mâniler yazılmıştı. Bu özel günde insanların birbirine yazdığı mânileri bilirsin, onlardan bahsetmeme gerek yok.
Ben bir tane oyuncak bebek aldım. Babam da kitap desteği aldı. Her şey çok güzeldi. Daha önce bu günü kutlamayan sekiz kişi için güzel bir başlangıç oldu.

    En iyi arkadaşın, Anne
Not: Bizim de aşağıdakiler için hediyelerimiz vardı. Hepsi de iyi günlerimizden kalma şeylerdi. Miep ve Bep, hediyeden ziyade her zaman para verilmesini tercih ederler.
Bugün, Bay Voskuijl’in Bay van Daan için küllük, Bay Dussel için çerçeve, babam için de kitap desteği yaptığını öğrendik. İnsanın kendi elleriyle böyle akıllıca şeyler yapabilmesi bana inanılmaz geliyor.

10 Aralık 1942, Perşembe
Sevgili Kitty,
Bay van Daan et, sosis ve baharat işiyle uğraşıyor. Firmaya tercih edilme nedeni baharat bilgisiymiş. Onun için sosis bilgisi işimize çok yarıyor.
Zor zamanlarımız için konserve yaparız diye pek çok et aldık. (Merdiven altı tabii.) Bay van Daan bunları sucuk ve sosis yapmaya karar verdi. Etlerin tam üç kez öğütücüden geçirilmesini izlemek çok eğlenceliydi. Ardından etlere birkaç harç eklendi ve uzun çubuklar yardımıyla bağırsaklara dolduruldu. Öğle yemeğinde sucuk ve Alman usulü lahana turşusu yedik. Saklayacağımız sosislerin çok iyi kurumuş olması lazımdı ki onları bir iple tavana gererek asabilelim. Odaya gelenler bu görüntü karşısında gülüyor. Gülünmeyecek gibi değil ki!
Mutfak savaş alanı gibi. Eşinin mutfak önlüğünü giyen Bay van Daan olduğundan daha şişman gözüküyordu ve etlerle uğraşıyordu. Elleri kan içinde, yüzü kıpkırmızı, önlüğü desen batmış hâlde tam bir kasap gibiydi. Bayan van Daan tek seferde pek çok işle ilgileniyordu. Bir yandan bir kitap yardımıyla Hollandaca çalışıyor, aynı zamanda çorba karıştırıyor, etleri kontrol ediyor, kırılan kaburga kemiğinin acısına söyleniyordu. Yaşını başını almış hatunlar(!) popolarındaki fazla yağdan kurtulmayı umarak böyle aptal sporlar yaparsa olacağı bu! Dussel’in gözü mikrop kapmıştı ve ocağın yanında gözüne papatya çayı bastırıyordu. Pim, pencereden içeri gelen güneş ışığını karşısına almış oturuyor, sandalyesini bir o yana bir bu yana döndürüyordu. Romatizması azmış olabilir diye düşündüm çünkü hafiften kamburu çıkmış vaziyette oturuyor ve yüzünde acı çeken bir ifadeyle Bay van Daan’ın gözüne bakıyordu. Onu görünce aklıma fakirhanedeki yaşlı yatalaklar geldi. Peter desen, Mouschi ile odada koşuşturuyordu. Annem, Margot ve ben haşlanmış patates soyuyorduk. Şunu söylemeliyim ki hepimiz Bay van Daan’ı seyretmekten kendi işimizi doğru dürüst yapamıyorduk.
Dussel, kliniğini açtı. Eğlencesine, ilk hastasına yaptığı muayeneden bahsedeceğim.
Annem ütü yaptığı için ilk kurban, odanın ortasında sandalyede oturmakta olan Bayan van Daan oldu. Dussel, ciddi bir tavırla çantasını çıkardı ve dezenfektan olarak kolonya, parafin yerine de vazelin istedi. Bayan van Daan’ın ağzına doğru baktıktan sonra ağrıyan bir dişine dokundu. Bayan van Daan, dişine her dokunulduğunda acı içinde kıvranıyordu. Uzun süreli bir tahkikten sonra (ki bu Bayan van Daan’a göre uzundu. Yoksa iki dakikadan fazla sürmedi.) Dussel dişi kazıyarak çıkarmaya başladı. Fakat Bayan van Daan’ın daha ileri gidilmesine tahammülü yoktu. Kolları ve bacaklarıyla Dussel’i itekledi ve sonunda Dussel elindeki aleti bırakıverdi… Ama Bayan van Daan’ın ağzının içine… Alet dişe sıkışmıştı. Bayan van Daan panikle ağlamaya başladı (aletin verdiği imkân kadarıyla) ve aleti dişinden çıkarmaya çalıştı ama yanlışlıkla daha da içeriye itti. Bay Dussel bu manzarayı, ellerini beline koymuş izliyordu. Tüm bunları izleyen diğerleri de gülmemek için kendilerini zor tutuyordu. Bu yine normal bir bağırmaydı. Onun yerinde ben olsam kesin kıyameti koparırdım. Uzun soluklu tekmelemeler, bağırmalar, yakarmalardan sonra Bayan van Daan aleti çıkarmayı başardı. Bay Dussel hiçbir şey yaşanmamışçasına işine devam etti. Bay Dussel o kadar hızlıydı ki Bayan van Daan’ın daha fazla ses çıkarmaya vakti yoktu. Bay Dussel daha önce almadığı kadar çok yardım aldı. İki asistan bile yeterli değildi. Bay van Daan ve ben işimizi gayet güzel yaptık. Tüm bu görüntü, Orta Çağ’dan kalma “Lak Lak Çalışırken” adlı bir tabloyu andırıyordu. Bu arada, hastanın çorbayla ilgilenmesi lazımdı. Şu bir gerçek ki Bayan van Daan bir daha ömrü hayatında dişçiden randevu almayacak.

    En iyi arkadaşın, Anne

13 Aralık 1942, Pazar
Sevgili Kitty,
Araladığım ağır perdelerden dışarıya bakarak güzel ve konforlu olan ön ofiste oturuyorum. Burası loş ama sana yazabileceğim kadar aydınlık bir alan.
Dışarıda gelip geçen insanları seyretmek gerçekten garip. Sanki çok önemli bir yere yetişeceklermiş gibi hepsi aceleyle yürüyor. Neredeyse kendilerine çelme takacaklar. Bisiklet kullananlar çok süratli sürüyor. Neredeyse suratlarını göremiyorum. Buradaki komşular hiç sempatik değiller. Hele çocuklar. O kadar pisler ki onlara tırnağımın ucuyla bile dokunmam. Gerçek birer kenar mahalle çocukları ve hepsi de sümüklü. Konuşmalarını zar zor anlayabiliyorum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anna-frank/anne-frank-in-hatira-defteri-69429076/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Altı köşeli yıldız (ç.n.)

2
Harf, noktalama işareti ve kelime yerine sembol ve kısaltma kullanılan hızlı yazı yazma sistemi (ç.n.)

3
Mektupla öğrenim, 1830’lu yıllarda başlamıştır. Bir okul tarafından posta yolu ile yürütülen uzaktan öğretim yöntemidir. (ç.n.)

4
Elbise ve eteklerin altına giyilen astar (ç.n.)
Anne Frank′ın Hatıra Defteri Анна Франк
Anne Frank′ın Hatıra Defteri

Анна Франк

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Nazilerin ve Gestapo’nun dehşet saçan politikasından ve vahşi katliamlarından kurtulabilmek için Gizli Ev’de saklanmak zorunda kalan Anne Frank ve ailesinin acıklı anılarının anlatıldığı, en çok okunan otobiyografik eser: Anne Frank′ın Hatıra Defteri… Anne Frank; on dört yaşında, şahsiyetinde pek çok fazileti barındıran ve birçok acıya göğüs gerebilmiş Yahudi kökenli bir genç kızdır. Hayatı tanımaya başladığı yaşlarda dünyanın vaziyeti ve ailesinin kendisine karşı takındığı tavır, hiç iç açıcı değildir. Onun düşünceleri, hayal kırıklıkları, sevinçleri ve hayata bakış açısı hepimizi derinden etkilerken aynı zamanda on dört yaşındaki bir kız için ne kadar büyük sıkıntılara maruz kaldığının da şahidi oluyoruz. Anne’nın yoğun ve duygusal iç dünyasını tüm içtenliğiyle kâğıda döktüğü hatıra defterini okurken onun tüm bu çileli durumlara rağmen asla tükenmeyen umudu da herkese örnek olacak niteliktedir. Geceleri yalnızken veya gün boyunca katlanmak zorunda olduğum insanlar, çeşitli yanlış anlaşılmalar içinde aklıma çok fazla şey geliyor. Onun için hep günlüğüme notlar iliştiriyorum. Yazmaya ilk bu günlükten başladım ve burada bitireceğim çünkü sen her zaman sabırlısın. Her şeye rağmen yılmayacağıma söz veriyorum. Kendi yolumu çizeceğim ve gözyaşlarımı tutacağım. Yalnızca bir şeyler görmek isterdim; beni seven birinin, benim için çabaladığını görmek…

  • Добавить отзыв