Akıl ve Tutku

Akıl ve Tutku
Jane Austen
Akıl ve tutku arasında hassas bir uyumun kurulması ve böylece gerçek mutluluğa erişilmesi için ipuçlarının verildiği bu sürükleyici romanda Austen, eseri boyunca, bu ikisi arasında bir denge kurmak ister. Başkahramanları Elinor ve Marianne Dashwood olan iki kız kardeşin şahsında bu denge yer edinir. Elinor Dashwood hareketlerinde gerçekçi olmaya özen gösterir. Duygularına kapılmamak, tutkularını dizginlemek, sağduyulu hareket etmek onun için bir yaşam biçimidir. Kardeşi Marianne ise ablasının aksine duygularının önünü olabildiğince açan, tutkularıyla yaşayan bir kızdır. Birbirinin neredeyse tamamen zıttı olan bu kız kardeşlerin karşılıklı müdahaleleri, öğütleri, tavsiyeleri ise diğer taratan hep ön yargıyla karşılanır. Sonuçta da mutsuzlukların ve ihanetin kapıları açılır… "(…) Fakat öyleydi. Bir zamanlar ısrarlı bir gururla hayal ettiği gibi karşıkonulmaz bir tutkuyla âşık olup kurban gitmek yerine, sonrasındaaklı başında ve daha sakin olduğu günlerde karar verdiği gibisonsuza dek annesiyle kalıp mutluluğu yalnızca içine kapanmaktave okumakta bulmayıp, on dokuz yaşına yeni bir münasebeteyelken açmış, yeni görevler altına girerek, yeni bir eve yerleşmiş,birinin karısı, bir ailenin ve bir köyün hanımı olarak buldu kendisini."

Jane Austen
Akıl ve Tutku

1
Dashwood ailesi uzun zamandır Sussex’te yaşıyordu. Ailenin evi, geniş bir arazinin tam ortasında, Norland Park’taydı. Birçok kuşak boyunca burada saygıdeğer bir yaşam sürmüşlerdi. Çevrelerinde iyi bir izlenim yaratmışlardı. Arazinin son sahibi uzun yıllar yaşamış, bekâr bir adamdı. Hayatının büyük bölümünde kız kardeşi ona refakat etmiş ve ev işlerine bakmıştı. On yıl evvel kız kardeşinin ölmesiyle evde büyük değişiklikler yaşandı. Adam, kız kardeşinin boşluğunu doldurmak için Norland mülkünün yasal vârisi olan yeğeni Henry Dashwood’un ailesini evine aldı, araziyi ona miras bırakmak niyetindeydi. Yeğeniyle karısının ve onların çocuklarının nezaretinde yaşlı beyefendi son günlerini rahat içinde geçirdi. Her birine gittikçe daha fazla bağlandı. Henry Dashwood ve karısı, istekleriyle yakından ilgiliydiler. Sadece menfaatleri için değil, aynı zamanda iyi yürekli oldukları için de böylesine ilgileniyorlardı. Yaşlı adam rahat edebileceği en iyi şekilde hayatını geçiriyordu ve çocukların neşesi ona zevk veriyordu.
Henry Dashwood’un bir önceki evliliğinden bir oğlu, hâlihazırdaki evliliğinden ise üç kızı vardı. Oğlu çok saygıdeğer genç bir adamdı. Annesinin oldukça yüklü bir serveti vardı, reşit olduğunda bu servetin yarısı onun oldu. Kısa bir zaman sonra evlenerek bir kez daha servetine servet kattı. Bu nedenle Norland arazisinin vârisi olmak onun için çok da mühim bir mesele değildi. Ancak kız kardeşleri için, babalarının mirasından paylarına düşecek servetin haricinde, bu mirasa vâris olmak oldukça önemliydi. Annelerinin hiç mal varlığı yoktu. Babalarının idaresinde ise yalnızca yedi bin pound bulunmaktaydı. İlk karısının servetinin diğer yarısı da oğluna zimmetliydi. Babalarının, ancak hayatta olduğu sürece bu servet üzerinde bir hakkı vardı.
Yaşlı beyefendi öldü, vasiyeti okundu. Tıpkı tüm diğer vasiyetler gibi hem memnuniyet hem de hüsran yarattı. Bay Dashwood bu araziyi, ne kendisi ne de oğlu için istemişti; sadece karısını ve kızlarını düşünüyordu. Vasiyetin adaletsiz veya nankörce yazıldığı söylenemezdi. Ancak öyle şartlar vardı ki mirasın değeri neredeyse yarı yarıya azalmıştı. Beyefendi araziyi yeğeninin yerine, onun oğluna bırakmıştı. Hatta yaptığı düzenlemelerle Bay Dashwood’un dört yaşındaki torunu bile bu mirasla güvence altına alınmıştı. Ancak beyefendi, Bay Dashwood’a, araziyi kiraya vererek veya değerli ormanlarını satarak, en yakınlarının -yani bu güvenceye en çok muhtaç olanların- ihtiyacını karşılamak için hiçbir yol bırakmamıştı. Herkesin kaderi, babası ve annesi ile birlikte zaman zaman Norland’a yaptıkları ziyaretler sırasında iki üç yaşlarındaki çocuklarda olağan dışı olan cezbedici özellikleriyle, kusurlu telaffuzu, her şeyi kendi başına yapma azmi, sevimli oyunları ve gürültü patırtısıyla, amcasının şefkatini -yıllar boyunca Bay Dashwood ve kızlarından gördüğü tüm iyi muamelelerin değerini hafifletecek kadar- kazanmış olan bu çocuğa bağlıydı. Beyefendinin kötü bir niyeti yoktu; kızları önemsediğinin bir göstergesi olarak her birine bin pound bırakmıştı.
Bay Dashwood başta büyük hüsran yaşadı ama mizacen neşeli ve iyimserdi; doğal olarak yıllarca yaşamayı umut edebilirdi ve idareli yaşarsa zaten geniş ve çabucak işletilmeye müsait olan arazinin ürün gelirinden önemli miktarda bir birikim yapabilirdi. Ancak bu geç gelen zenginlikle, sadece on iki ay yaşadı. Amcasından sonra çok geçmeden o da öldü. Dul eşi ve kızları için amcasından kalanlarla birlikte, on bin pound miras bıraktı.
Durumu ağırlaşır ağırlaşmaz oğlu geldi. Hastalığından kalan son kuvvetiyle ivedilikle oğluna üvey annesi ve kız kardeşleriyle alakadar olmasını vasiyet etti.
John Dashwood diğer aile fertleri için güçlü duygular beslemiyordu ancak böyle bir zamanda yapılan vasiyet konuşması çok dokunaklı olmuştu. Onları rahat ettirmek için elinden geleni yapacağına dair söz verdi. Bu teminat üzerine babasının içi ferahladı ve sonra, John Dashwood elinden ne gelebileceğini sağduyulu bir biçimde düşünmek için biraz yalnız kaldı.
Kötü huylu bir adam değildi; duygusuz ve bencil olmak kötü huylu olmak değilse tabii. Olağan görevlerini yerine getirirken gösterdiği yerinde tavrıyla, genel olarak saygı duyulan bir adamdı. Daha cana yakın bir kadınla evlenseydi, daha da saygı duyulan bir adam olabilirdi. Hatta kendisi bile daha cana yakın olabilirdi. Evlendiklerinde oldukça genç ve karısına düşkündü. Ne var ki John Dashwood’un karısı, âdeta onun daha kötü bir taklidiydi; daha dar görüşlü ve daha bencil.
Babasına söz verdiğinde, her birine bin pound vererek kız kardeşlerinin servetini arttırmayı enine boyuna düşündü. Sonra gerçekten de bunu yapabileceğine inandı. Senede dört bin pound’luk muhtemel gelirinin yanı sıra, mevcut geliri ve annesinin servetinin kalan yarısını da hesaba katınca içi ısındı. Yüreği cömertlikle doldu. Elbette onlara üç bin pound verebilirdi. Bu gayet cömert ve etkileyici olurdu. Onları rahat ettirmek için yeterliydi. Üç bin pound! Böyle bir meblağı çekinmeden sunabilirdi. Bütün gün ve takip eden birçok gün boyunca bunları düşündü ve hiç pişmanlık duymadı.
Babasının cenazesinin ardından, John Dashwood’un karısı, çocuğu ve hizmetkârlarını ardına kattığı gibi, kayınvalidesine haber vermeden çıkageldi. Kimse onun bu hakkını sorgulayamazdı; babasının öldüğü andan itibaren ev artık kocasına aitti fakat davranışlarındaki nezaketsizlik aşırıydı ve yalnızca alelade duyguları olsa bile Bayan Dashwood’un durumundaki bir kadın için oldukça rahatsız edici olmalıydı; ama Bayan Dashwood öyle keskin bir onur duygusu, romantik bir asalet ile doluydu ki muhatabı her kim olursa olsun, herhangi bir hakaret söz konusu olduğunda, değiştirilemez bir tiksintiye kapılıyordu. Kocasının ailesinden hiç kimse Fanny Dashwood’dan hazzetmezdi; fakat o zamana kadar aslında, gerektiğinde çok az çabayla başkalarının mutluluğunu nasıl etkileyebildiğini onlara gösterme fırsatına da erişememişti.
Bayan Dashwood bu kaba davranışı iliklerine kadar öyle hissetti ve bu tavrından ötürü gelininden ciddi manada öyle nefret etti ki önce büyük kızının yakarışları gidişinin ne kadar yakışıksız olacağı üzerinde kafa yormaya, sonra üç evladına olan derin sevgisi kalmaya ve üvey ağabeyleriyle ters düşmekten kaçınmaya ikna etmese gelini gelince evi temelli terk edecekti.
Tavsiyeleri gayet etkili olan büyük kızı Elinor, anlayışı ve sakin muhakeme yeteneği sayesinde henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen annesine rehberlik ediyor ve Bayan Dashwood’un çoğu zaman onu ihtiyatsız davranmaya iten heyecanlı tepkilerini, herkesin hayrı için dengeliyordu. Harikulade bir yüreği, sevecen bir mizacı vardı; hislerini şiddetli yaşardı fakat aynı zamanda onları nasıl kontrol edeceğini de bilirdi: Annesinin henüz öğrenemediği ve kız kardeşlerinden birinin öğrenmemeye kesinlikle kararlı olduğu bir bilgiydi bu.
Marianne de birçok bakımdan Elinor kadar yetenekli sayılırdı. Hassas ve akıllıydı; ne var ki her şeye heyecanla yaklaşırdı; üzüntüsü de neşesi de ölçüsüzdü. Yüce gönüllü, yumuşak başlı, ilgi çekiciydi; bir tek ölçülü değildi. Annesiyle benzerliği çok çarpıcıydı.
Elinor, endişeyle kız kardeşinin hassasiyetindeki aşırılığı gözlemliyordu; ne var ki Bayan Dashwood bu hassasiyete kıymet veriyor, onu el üstünde tutuyordu. Şimdi de bu kederli zamanda birbirlerini cesaretlendiriyorlardı. Önceleri şiddetli ızdırabın altında ezildiler. Sonra bu ızdırabı gönüllü olarak yenilediler, aradılar ve tekrar tekrar yarattılar. Kendilerini kederin kollarına bıraktılar; artık her şeyde olabildiğince perişanlık arıyorlardı, gelecek günlerde teselli bulacaklarını bile kesin bir dille reddediyorlardı. Elinor da oldukça etkilenmişti fakat hâlâ mücadele edebiliyor, kendini zorluyordu. Ağabeyine danışabiliyor, geldiği zaman yengesini karşılayıp ona gereken muameleyi gösterebiliyor ve annesinin de aynı şekilde kendini zorlaması için onu canlandırmaya, aynı tahammülü göstermesini sağlamaya çalışabiliyordu.
Diğer kardeş Margaret ise esprili, iyi huylu bir kızdı; ancak daha şimdiden -on üç yaşındaydı- onun aklına sahip olmadan Marianne’in romantikliğini benimsediğinden -pek farkında değildi ama- büyüdüğünde ablaları gibi olacağa benzemiyordu.

2
John Dashwood’un karısı, kendini Norland’ın hanımı olarak görüyordu; kayınvalidesi ve görümceleri ise misafir konumuna düşmüşlerdi. Karısı onlara terbiye sınırları dâhilinde muamele ederken John Dashwood da kendisi, karısı ve çocuğu haricinde herhangi birine gösterebileceği kadar nezaket gösteriyordu. Norland’ı kendi evleri olarak görmeleri hususunda içtenlikle ısrar etti; henüz civarda oturabilecekleri bir ev bulamadıkları için Bayan Dashwood’un elindeki en iyi seçenek bu olduğundan teklifi kabul edildi.
Eski mutlu günlerini hatırlattığı bir yerde konaklamalarının uzaması tam da ihtiyacı olan şeydi. Neşeli olduğu zaman dilimlerinde kimse ondan daha neşeli olamaz veya daha fazla mutluluk umuduyla doluyken kimse bu hisse ondan fazla sahip olamazdı. Fakat ızdırap zamanlarında hayal edebildiğinin ötesinde, tıpkı neşesi kadar şiddetli bir ızdırapla kıvranmalı ve tesellisinin ötesine taşınmalıydı.
Bayan Dashwood, kocasının, kardeşleri için yapmaya niyetlendiği şeyleri tasvip etmiyordu. Biricik evlatlarının servetinden üç bin pound almak, onu en aşağı dereceye sürüklemek demekti. Bu hususta tekrar düşünmesi için kocasına yalvardı. Biricik evladından, üstelik bu kadar büyük bir meblağ çalmayı kendisine nasıl yedirebiliyordu? Onunla tam manasıyla kan bağları bile olmayan -hatta ona göre bu durumda hiçbir bağları olmayan- bu insanlar John Dashwood’un bu denli cömert olmasını nasıl bekleyebilirlerdi? Farklı evliliklerden olma çocuklar arasında hiçbir yakınlık olmasının beklenmediği bilinirdi; o zaman üvey kardeşlerine tüm parasını saçarak kendine ve zavallı Harry’ye zulmetmenin ne lüzumu vardı?
“Bu, babamın son arzusuydu.” diye cevapladı kocası, “Dul karısına ve kızlarına göz kulak olmam gerek.”
“Ne dediğinin farkında değildi o hatta bahse girerim, kafası yerinde bile değildi o zaman. Eğer aklı başında olsaydı, kendi evladından alıp, servetinin yarısını dağıtman için sana yalvarmayı aklının ucundan bile geçirmezdi.”
“Sevgili Fanny, babam hiçbir miktar belirtmedi. Sadece benden genel olarak onlara yardımcı olmamı, onun sağlığındakinden daha rahat etmelerini sağlamamı istedi. Belki kararı tamamen bana bıraksaydı da aynısı olacaktı. Onları ihmal etmeyeceğimi bilirdi. Fakat benden bir söz istedi, benim de elimden başka türlüsü gelmezdi; en azından o zaman için öyle düşünmüştüm. O yüzden, söz ağızdan çıktı bir kere, yerine getirmemek olmaz. Norland’dan taşınıp ve başka bir eve yerleşirlerken onlar için bir şeyler yapmalıyım.”
“Öyleyse onlar için bir şeyler yapılsın. Fakat bu şey üç bin pound olmak zorunda değil. Bir düşün.” dedi Fanny ve ekledi: “O para bir kez verildi mi geri gelmeyecek; kız kardeşlerin evlenecek ve para sonsuza dek gitmiş olacak. Hatta eğer, zavallı küçüğümüze saklayabilirsek…”
“Tabii…” dedi kocası ve usulca ekledi: “O zaman durum fazlasıyla değişirdi. Harry bu kadar büyük bir meblağ verildiği için pişmanlık duyabilir ileride. Mesela geniş bir ailesi olursa bu para işine yarayabilir.”
“Elbette yarayabilir.”
“Muhtemelen, bu meblağın yarıya düşürülmesi tüm tarafların yararına olacaktır. Beş yüz pound onların gelirine fevkalade bir katkı olacaktır!”
“Ah! Müthişsin! Dünya üzerinde başka hangi ağabey, kardeşlerine bu iyiliğin yarısını bile yapar acaba; gerçekten kardeşleri olsa bile! Üstelik onlar senin üvey kardeşlerin! Ne kadar da cömert bir yüreğin var!”
“Bir fenalık olmasını istemem. İnsanlar genelde böyle durumlarda az yerine, fazlasını yapmayı tercih eder. En azından hiç kimse onlar için elimden geleni yapmadığımı söyleyemez. Kendileri bile daha fazlasını yapmamı bekleyemezler.”
“Neler bekleyebileceklerini asla kestiremezsin. Ama onların beklentileri bizi ilgilendirmez. Önemli olan senin ne kadarını karşılayabileceğin.”
“Kesinlikle! Kişi başı beş yüz pound verebilirim. Benim hiçbir katkım olmadan da annelerinin ölümü üzerine her birinin üç bin pound’u olacak; herhangi bir genç kadının oldukça rahat yaşaması için yeterli bir miktar.”
“Muhakkak öyle. Hatta daha ne isteyebileceklerini düşünemiyorum. On bin pound aralarında bölüştürülmüş olacak. Evlendikleri takdirde, elbette vaziyetleri daha iyi olacaktır ama aksi de olsa bu on bin pound ile rahatça yaşamlarını idame ettirebilirler.”
“Çok doğru; bu yüzden hepsinden önce, anneleri hâlâ hayattayken onlardan ziyade anneleri için bir şeyler yapmak daha doğru olmaz mı diye düşünüyorum, yıllık gelir gibi bir şeyden bahsediyorum. Hem ona hem de kardeşlerime faydası dokunurdu. Yılda yüz pound onları rahata kavuşturmaya yetecektir.”
Karısı bir süre söylediklerini tasvip etmekte tereddüt etti.
“Muhakkak.” dedi, “Bin beş yüz pound’a bir anda veda etmekten iyidir. Ama böyle de Bayan Dashwood on beş yıl yaşadığı takdirde yaş tahtaya basarız.”
“On beş yıl! Sevgili Fanny, onun ömrü bu meblağın yarısı edecek kadar bile süremez.”
“Kesinlikle öyle ama dikkat edersen görürsün ki insanlar yıllık gelirleri olduğunda daha uzun yaşıyor. Kadın dayanıklı ve sağlıklı, üstelik henüz kırkında bile değil. Yıllık gelir ciddi bir mesele; yıl dediğin nedir, gelir geçer ve gelirin kesilmesi söz konusu bile olmaz. Neye giriştiğinin farkında bile değilsin. Ben yıllık gelirlerin nasıl bir baş belası olduğunu iyi bilirim; babamın vasiyeti, annemin başına yaşlılıktan emekli edilen üç hizmetkârın yıllık geliri belasını sardı. Ne kadar da dayanılmazdı onun için! Yılda iki kez bu ücretler ödenmeliydi; bir de bu ücretlerin ulaştırılması mevzusu vardı. Sonra bir tanesinin öldüğü söylendi; meğer öyle bir şey yokmuş. Annem bıkmıştı artık. Gelirinin üzerinde başkalarının hakkı vardı diye o paranın kendisinin olmadığını söylüyordu; sebep hep babamın düşüncesizliğiydi; hâlbuki diğer türlü olsaydı, hiçbir kısıtlama olmaksızın gelirinin tüm idaresi annemde olabilirdi. Yıllık ödemelerden öylesine tiksindim ki dünyada hiçbir şey beni böyle bir yükün altına sokamaz.”
“Çok tatsız olduğu muhakkak.” diye cevapladı Bay Dashwood. “İnsanın geliri üzerinde böyle yıllık gedikler olması… Tıpkı annenin de belirttiği gibi insanın geliri kendisinin olmaktan çıkar. Böyle bir meblağın düzenli olarak ödenmesi hiç katlanılabilir bir şey değil; kişinin bağımsızlığı elinden alınıyor.”
“Şüphesiz; üstelik karşılığında da minnet duyulmuyor. Kendilerini güvence altında hissedecekler ve sen de sadece bekleneni yerine getirmiş oluyorsun; bu da kimsede şükran duygusu yaratmıyor. Senin yerinde olsam, ne yaparsam yapayım kendi keyfime göre karar verirdim. Onlara her yıl ödeme yaparak kendimi bağlamazdım. Bazı yıllar kendi masraflarımızdan yüz hatta elli pound kısmak bile zor olabilir.”
“Haklısın sevgilim, bu durumda yıllık ödeme söz konusu olmamalı; onlara ara ara yapacağım yardımlar yıllık ödemeden daha faydalı olacaktır çünkü daha büyük bir gelirden emin olurlarsa yaşam tarzlarını da iyileştirmek isteyeceklerdir ve yıl sonunda birkaç peniye muhtaç olacaklardır. Kesinlikle böylesi daha iyi olacak. Ara sıra vereceğim elli pound para sıkıntılarına çare olur ve babama verdiğim sözü de fazlasıyla yerine getirmiş olurum böylece.”
“Elbette öyle. Hatta aslına bakarsan, bana öyle geliyor ki baban onlara para vereceğini bile düşünmemişti. Senin yardımından kastı, makul çerçevedeki yardımlardı; rahat edecekleri küçük bir ev bulmak, taşınmalarına yardım etmek ve ara sıra balık veya bu ayarda armağanlar yollaman gibi duruma uygun düşen şeyler mesela. Daha fazlasını kastetmediğine adım gibi eminim; açıkçası zaten kastetse bu tuhaf ve mantıksız olurdu. Bir düşünsene sevgilim, üvey annen ve kızları yedi bin pound’un faiziyle çok rahat yaşarlar, tabii bir de her birine ödenen biner pound var ve tabii ki bu miktarın ellişer pound’unu mutfak masrafları için annelerine verirler. Hepsinin yılda toplam beş yüz pound’ları olacak; dört kadın bundan daha fazla ne isteyebilir ki? Çok ucuza yaşayacaklar. Evi idare etmek hiçbir şey onlar için. Ne araba ne de atları var. Hizmetçileri de yok sayılır. Yanlarında kimse de olmayacak; hiçbir şekilde masrafları bulunmayacak. Ne kadar rahat olacaklarını düşün. Yılda beş yüz pound! Yarısını bile nasıl harcayamazlar bence; bir de senin bunların üstüne verdiklerine gelirsek, düşünmesi bile saçma. Asıl onlar sana bir şeyler versinler!”
“Aman Tanrı’m!” dedi Bay Dashwood, “Gerçekten de çok haklısın. Babam muhakkak senin söylediklerinden daha fazlasını kastetmemiştir. Şimdi daha iyi anlıyorum; sözümü yerine getirmek için dediğin gibi onlara, yardımlarımı ve nezaketimi sunacağım. Annem başka bir eve taşındığı takdirde onu yerleştirmek için elimden geldiğince yardım edeceğim. Küçük bir mobilya armağan etmem de uygun düşer.”
“Muhakkak.” diye karşılık verdi Bayan Dashwood, “Fakat bir şeyi gözden kaçırmamalı. Annen ve baban Norland’a taşındıklarında Stanhill mobilyaları satılmıştı ama geri kalan tüm porselenler, gümüş sofra takımı ve keten örtüler muhafaza edildi ve şimdi annene kaldı. Evini satın aldığında eksiği olmayacak.”
“Şüphesiz bunu göz önünde tutmalıyız. Çok değerli bir miras gerçekten. Hatta gümüş sofra takımlarının bir kısmı burada kendi eşyalarımız arasında pek hoş olurdu.”
“Evet, hatta kahvaltılık porselen seti bu evinkinden iki kat daha güzel. Onların tutabileceği herhangi bir ev içinse haddinden fazla güzel olduğu kanaatindeyim. Ne yapalım ki baban sadece onları düşündü. Şunu da eklemeliyim ki ona karşı ne minnet borcu ne de isteklerini yerine getirme zorunluluğu duymalısın; çünkü elinden gelse dünyadaki her şeyi onlara miras bırakırdı.”
Bu görüşlere karşı koymak çok güçtü. John Dashwood’un kararsız kaldığı noktaları açıklığa kavuşturdular ve sonunda Bay Dashwood, babasının dul karısı ve çocukları için eşinin belirttiği dostane yardımlardan daha fazlasını yapmanın uygunsuz olmasa da kesinlikle lüzumsuz olacağına karar verdi.

3
Bayan Dashwood birkaç ay Norland’da kaldı, bir süre daha, avcunun içi gibi bildiği yerleri görüp şiddetli duyguları azalmaya başlayınca taşınma isteği duymaya başlamadı değil ve yaşam heyecanı yerine gelmeye başlayınca ve zihni hazin hatıralarla kederini arttırmaktan başka şeylere ilgi duyar hâle gelince buradan gitmek için sabırsızlandı ama bu diyarı bırakamayacak kadar çok sevdiğinden Norland civarında münasip bir yer bulmak için amansız bir arayışa girişti. Fakat istedikleri gibi hem rahat hem huzurlu olan hem de münasip gördüğü bazı evleri gelirlerini aştığı için reddeden büyük kızının sağduyusuna uygun bir yer bulamadı.
Bayan Dashwood eşinden, onun kendileri için oğlundan aldığı ve bu dünyadaki son kaygılarını gideren sözü öğrenmişti. Ne var ki Bayan Dashwood verilen sözün samimiyetinden oğlanın kendisinin duyduğundan daha fazla kuşku duymamış ve bu güvenceyi kızları adına memnuniyetle karşılamıştı; yedi bin pound’dan daha azıyla bile bolluk içinde geçinebileceklerine inanıyordu. Ağabeyleri olması hasebiyle de delikanlının kendi adına da memnuniyet duydu; iyi yürekli olduğuna dair daha önce hakkını teslim etmediği, cömertliğinden şüphe ettiği için pişman oldu. Kendisine ve kızlarına karşı gösterdiği özeni görünce, John Dashwood’un cömertliğindeki samimiyete güvendi; kendilerinin mutluluğunu önemsediğine uzun bir süre yürekten inandı.
Tanışmalarının en başından beri gelinine karşı hissettiği soğukluk, kendi ailesiyle birlikte geçirdiği altı ay boyunca onun kişiliği hakkında daha çok fikir edinince daha da arttı; Bayan Dashwood nazik olmaya çalışmasına ve ona anne şefkatiyle yaklaşmasına rağmen, iki kadın bu kadar uzun süre beraber yaşayabileceklerini düşünemezlerdi ama öyle bir şey oldu ki Bayan Dashwood kızının bir özel durum yüzünden Norland’da bulunması gerektiğine kanaat getirdi.
En büyük kızı ve gelininin kardeşi arasında gittikçe kuvvetlenen bağdı o özel durum; tam bir beyefendi gibi davranan, hoş bir genç adamdı delikanlı; ablası Norland’a yerleştikten kısa zaman sonra tanışmışlardı, bundan sonra da genç adam, zamanının büyük kısmını burada geçirir olmuştu.
İlgi tomurcuklarını fark eden bazı anneler menfaatleri için bu münasebeti teşvik edebilirlerdi, sonuçta Edward Ferrars, genç yaşta oldukça zenginken ölen bir babanın en büyük oğluydu. Bazıları ise cüzi bir miktar haricinde tüm servetinin kontrolü annesinde olduğundan, ihtiyatlı davranıp bu yakınlaşmayı engellemeye çalışabilirlerdi. Bayan Dashwood her iki düşünceden de etkilenmemiş gibiydi. Delikanlının cana yakınlığı, kızını sevmesi ve kızının da aynı duygular içinde olması onun için yeterliydi. Yine de bu durum Bayan Dashwood’un ilkelerine ters düşüyordu. Ona göre maddi konularda bu denli farklı sınıflarda olan bir çift, salt mizaçlarının benzerliği nedeniyle yakınlaşsa da beraber olmamalıydı; ayrıca Elinor’la tanışan biri elbette onun erdemlerini fark edecekti, diğer türlüsü imkânsız gibi geliyordu ona.
Edward Ferrars onların takdirlerini, şahsiyetindeki veya konuşmalarındaki ona ayrıcalık katan incelikle kazanmadı. Yakışıklı değildi; tavırlarının da tatlı olması için samimi olması gerekiyordu. Kendi hakkını teslim etmek konusunda çekingendi; ama olağan mahcubiyetini üzerinden attığında ne kadar açık yürekli olduğunu ve sevecen bir kalp taşıdığını gösterebiliyordu. Anlayışlıydı ve aldığı eğitimle de bu anlayışını oldukça geliştirmişti. Fakat ne kabiliyet ne de mizaç itibarıyla, onu -bunun ne demek olduğunu tam olarak bilmeseler de- sivrilmiş görmek isteyen annesinin ve ablasının isteklerine cevap verecek durumdaydı. Öyle veya böyle bu dünyada kendini göstersin istiyorlardı. Annesi onun politikayla ilgilenmesini, parlamentoya girmesini veya büyük adamlarla münasebet kurmasını istiyordu. Kız kardeşi de aynı şeyleri düşünüyordu; ne var ki bu arada bu yüksek makamlardan birine ulaşana kadar kardeşinin dört atlı arabalara bindiğini görmek de şimdilik hırslarını tatmin ederdi. Fakat Edward ne büyük adamlarla ne de dört atlı arabalarla ilgileniyordu. Sadece mutlu bir aile yaşantısı ve sakin bir özel hayat arzuluyordu. Neyse ki ondan daha çok umut vadeden bir erkek kardeşi vardı.
Edward Bayan Dashwood’un dikkatini çektiği sıralarda birkaç haftadır evde kalıyordu; o sıralar Bayan Dashwood, etrafında olup bitenleri fark edemeyecek kadar ızdırap içindeydi. Sadece Edward’ın sakin ve kendi hâlinde olduğunu fark etti ve bu hoşuna gitmişti. Lüzumsuz yere muhabbet etmeye kalkışmamış, Bayan Dashwood’un perişanlığına ilişmemişti. Onu daha iyi gözlemlemesi ve takdir etmesi, Elinor’un bir gün onunla ablası arasındaki farkı vurgulamasıyla oldu. Bu farkla Elinor, annesinin onu oldukça ciddiye almasına yol açtı.
“Bu kadarı yeterli.” dedi. “Fanny’ye benzemediğini söylemen yeterli. Bu bütün iyi özelliklerinin sebebini açıklıyor. Şimdiden sevdim onu.”
“Tanıdıkça daha çok hoşlanacaksın.” dedi Elinor.
“Hoşlanmak mı?” diyerek gülümsedi annesi. “Sevgiden daha aşağı hiçbir iyi his benim için söz konusu değildir.”
“Onu beğenebilirsin.”
“Beğenmek ile sevmek arasındaki farkı hiç anlamıyorum.”
Bayan Dashwood, bunun üzerine Edward’ı tanımak için epey çaba sarf etti. Sıcak davrandı, çok geçmeden delikanlının çekincelerini yok etti. Onun bütün meziyetlerini çabucak kavradı; Elinor’a olan ilgisini görmek belki nüfuz etme becerisini arttırmıştı ama onun değerinden gerçekten emindi; her ne kadar genç bir adamın hareketlerinin öyle olmaması gerektiğine inansa da onun sessiz tavırlarını bile sıcak kalpli ve iyi huylu olduğunu anladığında garipsemedi.
Edward’ın tavırlarında Elinor’a karşı beslediği sevgiyi fark eder etmez, Bayan Dashwood bu çiftin birlikteliğine kesin gözüyle bakmaya ve yakında gerçekleşecek evliliği beklemeye başladı.
“Birkaç ay içinde sevgili Marianne, Elinor muhtemelen düzenini kurmuş olacak. Onu özleyeceğiz ama mutlu olacaktır.”
“Ah anne! Biz onsuz ne yaparız?”
“Canım, bu bir ayrılık sayılmaz. Birbirimizden birkaç kilometre ötede yaşayacağız, her gün görüşebiliriz. Bir ağabeyin olacak. Hem de gerçek ve şefkatli bir ağabey. Edward’a sonuna kadar güveniyorum. Fakat sen kederli gibisin; kardeşinin seçiminden memnun değil misin?”
“Belki de.” diye cevapladı Marianne. “Beklenmedik oldu benim için. Edward çok sıcakkanlı, onu sevdim. Yine de -nasıl söylesem- o tür bir adam değil, eksik bir şeyler var gibi, çarpıcı bir duruşu yok, ablamın kendisine âşık olacağı bir adamda olmasını umduğum inceliğe sahip değil. Gözlerinde o erdemi ve dehayı ifade eden ışık yok. Hepsinin yanında anneciğim, korkarım ki zevksiz. Müzikle neredeyse hiç ilgilenmiyor. Elinor’un çizdiklerini çok beğeniyor ama onlardan anlayan birinin beğenmesi gibi değil. Elinor çizim yaparken onunla çok ilgilense de bu hususta hiçbir fikrinin olmadığı aşikâr. Elinor’u sevdiği için beğeniyor onları, anladığı için değil. Benim tatmin olmam için bu özelliklerin hepsi olmalı. Zevkleri benimkiyle uyuşmayan biriyle mutlu olamam. Hislerime dokunmalı; aynı kitaplar, aynı müzikten zevk almalıyız. Edward geçen akşam bize kitap okurken ne kadar da ruhsuz ve yavandı. Elinor için çok üzüldüm. Ama öylesine bir huzurla dinliyordu ki bence fark etmedi. Yerimde zor oturdum. Beni çoğunlukla derinden etkileyen o güzel satırların öyle duygusuz bir sükûnetle, korkunç bir kayıtsızlıkla okunması yok mu!”
“Eminim basit ve sade bir nesir olsaydı altından daha iyi kalkabilirdi. O sırada ben de öyle düşündüm ama ona Cowper veren sendin.”
“Ah anneciğim! Belki Cowper ile canlanır diye düşünmüştüm. Neyse, zevklerin farklı olması kabul edilebilir. Elinor benim gibi değil, o yüzden katlanabilir ve onunla mutluluğu yakalayabilir. Ama ben onu sevseydim, o kadar hissiz okuması beni yaralardı. Anneciğim, dünyayı tanıdıkça günden güne sevebileceğim bir adam bulamayacağıma daha çok inanıyorum. Ne kadar da çok şey istiyorum. Benim seveceğim adam hem Edward’ın tüm meziyetlerine sahip olmalı hem de kişiliği ve edebi, iyi kalpliliğini mümkün olan her türlü efsunla süslemiş olmalı.”
“Unutma canım, daha on yedi yaşında bile değilsin. Böyle bir mutluluktan ümidini kesmek için henüz çok erken. Neden annenden talihsiz olasın? Marianne’ciğim, umarım sadece bu hususta kaderin benimkine benzemez.”

4
“Edward resim konusunda hiç zevkli değil.” dedi Marianne, “Pek yazık.”
“Resim konusunda zevksiz mi?” diye karşılık verdi Elinor, “Neden öyle düşünüyorsun? Kendisi resim yapamıyor olabilir ancak başkalarının eserlerinden büyük zevk alıyor, ayrıca hiçbir konuda kesinlikle zevksiz değil; sadece zevkini geliştirme fırsatı olmamış. Eğer şansı olsaydı, eminim ki gayet de güzel resimler yapardı. Kendi değerlendirmesine hiç güvenmediği için fikrini belirtmekten kaçınıyor fakat onu mükemmel bir biçimde yönlendiren, doğuştan gelen, yerinde ve sade bir zevki var.”
Marianne, onu gücendirmemek için daha fazla yorum yapmadı ama Elinor’un söylediği ve başkalarının eserlerinden aldığı o zevk, mest olmanın yakınından bile geçmiyordu ve Marianne’e göre ancak o duyguya zevk denilebilirdi. Ancak yine de bu yanlışa içten içe gülerek ablasının Edward’a körü körüne bağlılığını takdir etti; yanlışa bu eğilimi yol açmıştı.
“Umarım onun genel olarak zevksiz olduğu kanaatinde değilsindir.” diyerek devam etti, “Aslında bu kanaatte olmadığını söyleyebilirim çünkü ona çok içten davranıyorsun, eğer düşüncelerin o yönde olsaydı, ona asla bu kadar nazik davranmazdın.”
Marianne ne diyeceğini bilemedi. Kardeşinin kalbini kırmak istemiyordu ancak inanmadığı bir şeyi asla söyleyemezdi. Sonunda dayanamayıp “Eğer onun meziyetlerini senin kadar yüceltmiyorsam alınma Elinor. Zihninden geçenleri, beğenilerini ve zevklerini senin kadar tanıma fırsatım olmadı ama onun iyi yürekliliğinden ve sağduyusundan adım gibi eminim. Çok sıcakkanlı ve saygın biri.” dedi.
“Eminim ki en yakınları bu övgülere katılacaklardır. Kendini daha samimi nasıl ifade edebilirdin bilemiyorum.” dedi Elinor gülümseyerek.
Marianne kardeşini bu kadar kolay memnun edebildiğine sevindi.
“İyi yürekli ve sağduyulu.” diyerek devam etti Elinor, “Onunla samimiyet kurmaya başlayacak kadar zaman geçirdikten sonra bundan şüphe edebilecek kimseyi düşünemiyorum. Anlayışı ve ilkelerindeki mükemmellik, sadece onu sıklıkla sessiz kalmaya iten çekingenliğiyle gizlenebilir. Onu çok kıymetli olduğunu görebilecek kadar iyi tanıyorsun. Ne var ki garip durumlar yüzünden bazı inceliklerine benden daha yabancı kaldın. Sen annemin şefkatine dalmışken Edward ve ben bolca vakit geçirdik. Onu epeyce tanıdım, hislerini öğrenmeye çalıştım; edebî konulardaki fikirlerini ve zevk konusundaki görüşlerini dinledim. Genelde çok bilgili ve harikulade bir edebiyat anlayışı, eğlenceli bir hayal gücü, yerinde ve doğru gözlemlerinin yanında, zarif ve saf bir zevki olduğunu söyleme cüretini kendimde buluyorum. Tanıdıkça adabı ve kişiliği gibi, meziyetlerinin de her alanda geliştiğini görebilirsin. İlk anda çarpıcı bir görüntüsü yok fakat bakışlarının güzelliğini ve çehresindeki sevimliliği görebilirsin. Artık onu iyi tanıyorum ve neredeyse çok yakışıklı olduğunu düşünüyorum. Sen ne dersin Marianne?”
“Şimdi olmasa bile, pek yakında ben de onun yakışıklı olduğunu düşüneceğim Elinor. Onu eniştem olarak sevmemi söylediğinde tıpkı şu an yüreğinde kusur görmediğim gibi, yüzünde de görmeyeceğim.”
Bu cevabın verilmesine Elinor sebep olmuştu. Edward’dan bahsederken içine sürüklendiği sıcak duyguları açık ettiği için pişman oldu. Edward’ı zihninde çok yücelttiğini hissetti. Bunun karşılıklı olduğuna inanıyordu ancak Marianne’i bu konuda ikna edebilmek için net konuşmalıydı. Marianne ve annesi bir an varsayımda bulunurlar, sonraki an buna kendileri inanırlardı. Onlar için dilemek, ümit etmek; ümit etmek de beklemek demekti. Kendi durumunu kardeşine açıkça anlatmalıydı.
“İnkâr etmeyeceğim…” dedi Elinor, “Onu gözümde yüceltiyorum, onu önemsiyorum, ondan hoşlanıyorum.”
Marianne öfkeyle atıldı:
“Önemsemek! Hoşlanmak! Duygusuz Elinor! Hatta soğuk nevale Elinor! Başka türlü görünmeye utanıyorsun! O kelimeleri bir kez daha kullan da ben de şu odayı terk edip gideyim!”
Elinor gülmekten kendini alamadı. “Kusura bakma, duygularımdan bu şekilde bahsederek seni gücendirmek istememiştim. Söylediğimden daha güçlü şeyler hissettiğime inan, yani meziyetlerinin ve bana ilgi duyuyor olması ihtimalinin, sağduyu veya akıl dışına çıkmadan uyandırabileceği kadar olduğuna inan. Ama bundan ötesine inanma. Henüz ilgisini ilan etmiş değil. Benden hoşlandığına kesinlikle eminim. Ama zaman zaman şüphe duyuyorum; hislerini tamamen açana kadar, daha fazlası varmış gibi kendi eğilimime cesaret vermekten kaçınmama hayret etme. Kalben, tercihinden neredeyse hiç şüphem yok. Fakat hislerinin yanı sıra göz önünde bulundurulması gereken başka hususlar da var. Özgür değil. Annesinin nasıl biri olduğunu bilemeyiz ancak Fanny’nin zaman zaman anlattıklarına bakılırsa pek cana yakın bir kadın sayılmaz. Eğer Edward zengin veya üst sınıftan olmayan bir kadınla evlenmek isterse karşılaşacağı zorlukların farkında değilse çok yanılıyorumdur.”
Marianne annesiyle tahminlerinin gerçeğe bu denli yakın olmasına şaşırdı.
“Sen daha onunla nişanlanmadın.” dedi. “Ama yakında nişanlanacaksınız. Gecikmesi iki yönden iyi olur. Hem senden bu kadar çabuk ayrılmam hem de Edward gelecekte saadetinizin olmazsa olmazı, senin en sevdiğin uğraşınla ilgili doğal zevkini daha da geliştirmeye fırsat bulmuş olur. Ah, senin yeteneğine özenerek o da resim yapmayı öğrense ne kadar da harika olurdu!”
Elinor gerçek düşüncelerini açmıştı kardeşine. Edward’la ilişkisi konusunda Marianne gibi her şeyin yolunda gittiğini düşünmüyordu. Bazı zamanlar Edward’da öyle bir heyecansızlık görülüyordu ki bu kayıtsızlıktan değilse bile neredeyse onun kadar rahatsız edici bir şeyden kaynaklanıyordu. İçinde bulundukları duruma bakınca Elinor’un hislerinden şüphe duysa dahi bunun onda rahatsızlıktan başka bir şey yaratması beklenemezdi aslında. Yani moral bozukluğunun sebebi, yalnızca bu şüphe olamazdı. Belki de bunun sebebi duygularına göre hareket etmesinin önünde bir engel olan bağımlılıktı. Annesinin kendi geleceğiyle ilgili yaptığı planlara tamamıyla uymadığı takdirde ona evinde rahat vermeyeceğinin de kendine ait bir evi olabileceği güvenini vermeyeceğinin de farkındaydı. Bu yüzden bir türlü kendini rahat hissedemiyordu. Annesi ve kız kardeşi buna kesin gözüyle baksa da Elinor, Edward’ın kendisine duyduğu ilginin nasıl bir hâl alacağını bilemiyordu. Üstelik beraber zaman geçirdikçe onun ilgisinden daha çok şüphe duymaya başladı. Hatta birkaç dakikalığına da olsa bunun arkadaşlıktan öte olmadığına inandığı oluyordu.
Yine de gerçekte sınırları ne olursa olsun bu durum, Fanny tarafından fark edildiğinde onu huzursuz etmeye hatta -aslına bakılırsa-sinirlendirmeye yetiyordu; ilk fırsatta kardeşinin büyük beklentilerini, Bayan Ferrars’ın iki oğluna da iyi evlilikler yaptırma kararlılığını ve oğullarını baştan çıkaracak bir genç kızı bekleyen tehlikeleri bire bin katarak kayınvalidesini öyle kötülüyordu ki Bayan Dashwood ne bilmiyormuş gibi yapabiliyor ne de sakinliğini koruyabiliyordu. Hissettiği küçümsemeyi belli eden bir cevap veriyor, sevgili Elinor’unun daha fazla böyle imalara maruz kalmasına mahal bırakmamak için hemen odayı terk ediyordu.
Bu düşünceler içindeyken bir mektup geldi; zamanlaması harika olan bir teklif sunuluyordu: Çok uygun ödeme şartlarıyla, küçük bir ev teklifiydi; Devonshire’da saygıdeğer, mülk sahibi bir beyefendi olan akrabalarına aitti. Mektubu bizzat beyefendinin kendisi göndermişti ve gerçek bir dostane tavır ve yardımseverlik ruhu içinde yazılmıştı. Beyefendi, onun bir eve ihtiyacı olduğunu haber almıştı ve -küçük bir kır evi olsa da- teklif ettiği evin, eğer kendisi de münasip görürse gereken her türlü düzenlemesinin yapılacağına dair onu temin ediyordu; o çevreyi beğensin yeterdi. Ev ve bahçeyle ilgili ayrıntılardan söz etmiş ve kızlarıyla birlikte Bayan Dashwood’u kendi yaşadığı bölgeye, Barton Park’a çağırmıştı; aynı bölgede bulunan Barton Kır Evi’nin birtakım değişikliklerle onun rahatını sağlayacak bir hâle getirilip getirilemeyeceğine ondan sonra karar verebilirdi. Bayan Dashwood ve kızlarını misafir etmek konusunda oldukça hevesli olduğu anlaşılıyordu. Mektup çok dostane bir dille yazılmıştı; özellikle de Bayan Dashwood ve kızlarının soğuk ve zalim bir muameleyle burun buruna olduğu bu dönemde, kuzenini rahat ettirme hususuna pek önem verdiği anlaşılabiliyordu. Bayan Dashwood’un uzun uzun kafa yormasına gerek yoktu. Okur okumaz kararını vermişti. Sussex’ten Devonshire kadar uzak bir vilayette olan Barton’ın konumu, daha birkaç saat öncesine kadar oraya dair düşünebileceği tüm üstünlükleri yok hükmüne indirmeye yetecek bir itiraz sebebiyken şimdi oranın en önemli özelliği oluyordu.
Norland’dan ayrılmak artık korkulu rüyası olmaktan çıkmış, arzuladığı bir şey hâline gelmişti; gelininin misafiri olarak yaşadığı ızdıraplarla kıyaslandığında Norland’dan taşınmak onun için bir lütuftu; bu çok sevdiği yerden ebediyen ayrılmak, gelini buranın hanımlığını yapmaya devam ettiği sürece, orada ikamet etmekten veya misafir olarak bulunmaktan daha az ızdırap verici olacaktı. Geciktirmeden Sör John Middleton’a nazik davranışı için teşekkür etmekle birlikte kabul ettiğini belirten bir mektup yazdı ancak göndermeden önce kızlarının da onayını almak için iki mektubu da onlara gösterdi.
Elinor hep Norland’dan daha uzak bir yerde yaşamanın, şimdiki muhitlerinde yaşamaktan daha uygun olduğunu düşünmüştü. Bu nedenle, annesinin Devonshire’a taşınma niyetini duyunca karşı çıkmadı. Sör John’un bahsettiği evin sade ve kirasının makul olması zaten ona karşı çıkacak bir nokta bırakmıyordu; dolayısıyla Norland’dan taşınmayı hiç istemese de annesinin olumlu cevap göndermesine engel olmak için hiçbir şey yapmadı.

5
Bayan Dashwood mektubu gönderir göndermez üvey oğlu ve gelinine, bir ev bulduklarını ve her şey hazırlandıktan sonra kendilerine daha fazla zahmet vermeyeceklerini bildirdi zevkle. Haberi şaşkınlıkla karşıladılar. Gelininin ağzını bıçak açmadı, üvey oğlu ise kibarca Norland’dan fazla uzağa gitmeyeceklerini umduğunu söyledi. Bayan Dashwood ise Devonshire’a taşınacaklarını söylemekten büyük haz duydu. Edward, bunu duyar duymaz Bayan Dashwood’a dönerek şaşkınlık ve endişe dolu bir sesle “Devonshire mı? Siz, gerçekten de oraya mı gidiyorsunuz? Buradan o kadar uzağa! Neresine gidiyorsunuz peki?” dedi. Bayan Dashwood durumu açıkladı ve evin Exeter’in kuzeyindeki altı kilometrelik alanda olduğunu söyledi. “Pek büyük değil. Bir kır evi.” diye devam etti, “Ancak birçok dostum orada olacak. Kolayca bir veya iki oda eklenebilir. Eğer dostlarımın beni görmek için oraya gelmeleri zor olmazsa benim onları ağırlamam da hiç zor olmayacaktır.”
Sözlerini oldukça nezaket göstererek Bay ve Bayan Dashwood’u Barton’a davet ederek bitirdi. Edward’ı daha samimi bir tavırla davet etmişti. Gelini ile son konuşmasından sonra, Norland’da zaruri olandan daha fazla kalamayacağına karar verse de bu konuşmanın kafasına koyduğu şeye bir etkisi olmamıştı. Elinor’la Edward’ı ayırmak, önceden olduğu gibi, istediği son şeydi ve kardeşine yaptığı bu açık davetle gelinine, bu yakınlaşmayı onaylamamasını hiç önemsemediğini göstermek istiyordu.
Bay John Dashwood defalarca annesine, bu denli uzağa taşındığı ve mobilyaların Norland’dan taşınmasına yardım edemeyeceği için çok üzgün olduğunu söyledi. Babasına verdiği sözün gereğine uygun davranması böylece imkânsız hâle geleceği için bu durum gerçekten de vicdanını rahatsız ediyordu. Mobilyalar deniz yoluyla gönderildi. Örtüler, porselen setleri, gümüş sofra takımları, kitaplar ve Marianne’in piyanosu da vardı. Eşyalar taşınırken John Dashwood’un karısı, paketlerin yola çıkışını içi sızlayarak izledi; kendi gelirlerinin yanında kayınvalidesinin gelirinin lafı bile edilmezdi ama onun o güzel mobilyalara sahip olmasına üzülmekten kendini alamıyordu.
Bayan Dashwood evi bir yıllığına kiraladı. Ev, bakımlıydı ve hemen yerleşebilirlerdi. Anlaşma iki taraf için de sorunsuz oldu. Bayan Dashwood, yeni evini kurmak için batıya doğru yola çıkmadan evvel yalnızca Norland’da yarattığı etkiyi görmek ve yeni evinde kullanacağı eşyaların boşaltılmasını beklemek için kalmıştı; bu da kendini ilgilendiren şeyleri yaparken oldukça hızlı olduğundan çarçabuk olup bitti. Kocasının ona bıraktığı atlar, ölümünden hemen sonra satılmıştı; büyük kızının ısrarlı tavsiyesi üzerine arabayı satmayı da kabul etti. Ona kalsa çocuklarının rahatı için arabayı elden çıkarmazdı ama Elinor’un kararlılığı galip geldi. Yine onun sağduyusu sayesinde hizmetkârların sayısı üçle sınırlandırıldı; Norland’da kaldıkları süre boyunca onların düzenini sağlayanlar arasından derhâl seçilen iki hizmetçi ve bir kâhya…
Kâhya ve bir hizmetçi vakit geçirmeden evi hanımlarının gelişine hazırlamak için Devonshire’a gönderildi; Bayan Dashwood henüz Leydi Middleton’ı hiç tanımadığı için Barton Park’a misafir olmaktansa doğrudan kır evine yerleşmeyi tercih etti. Sör John’un tarifine çok güveniyordu; eve yerleşmeden önce incelemek için hiçbir merak duymamıştı. Norland’dan ayrılma arzusu, gelinin bu gidişinden duyduğu açık memnuniyeti sayesinde hiç azalmadı; biraz daha geç gitmesini tavsiye eden soğuk bir teklif altında saklanılmaya çalışılan bir memnuniyet… Üvey oğlunun ölüm döşeğindeki kocasına verdiği söz yerine getirilebilirdi artık. Bunu konağa ilk geldiğinde göz ardı ettiğinden evden ayrılmaları ile verilen sözün tutulması için en münasip zaman gelmiş sayılırdı. Fakat Bayan Dashwood yavaş yavaş umudunu yitirmeye ve konuşmalarının genel havasından, üvey oğlundan gelecek tüm yardımın onların Norland’da kaldığı altı aylık süreyle sınırlı olduğunu anlamaya başladı. John sık sık evin artan masraflarından ve kesesi üzerindeki bitmez tükenmez taleplerden öyle sık dem vuruyordu ki bırakın para vermeyi, kendisinin paraya ihtiyacı var gibi görünüyordu.
Sör John Middleton’ın ilk mektubu Norland’a ulaştığı günün birkaç hafta sonrasında, yeni evleri, Bayan Dashwood ve kızlarının yolculuğa çıkmaları için hazır edildi.
Çok sevdikleri bu yere son kez veda ederken gözyaşları sel oldu. Oradaki hayatlarının son akşamında evin önünde tek başına dolanırken “Canım, canım Norland!” diyordu Marianne. “Sana özlemim ne zaman son bulacak! Başka bir yeri evim olarak benimsemek… Ah, mesut evim, şimdi sana buradan bakmak bana ne kadar da acı veriyor, tahmin edebilir misin? Bir daha bakamayacağım bu noktadan… Ve siz! Tanıdık ağaçlar! Siz gene aynı düzene devam edeceksiniz. Biz yokuz diye tek bir yaprak düşmeyecek, dallar sallanmayacak değil ya artık size bakmayacağımız için. Hayır, siz yine devam edeceksiniz bu hayata. Tüm haz ve özlemden bihaber, gölgenizde yürüyenlerin kim olduğuna aldırmadan!.. Fakat kim sizin tadınızı çıkarmaya devam edecek?”

6
Yolculuklarının ilk bölümü tatsız ve usandırıcı olmaktan ziyade kederli bir hâl içinde geçti. Ama yolculuk sona ererken bundan sonra yaşayacakları çevrenin manzarasına odaklanmaları kederlerini alıp götürdü ve Barton Vadisi’ne girdiklerinde gördükleri manzara karşısında neşelendiler. Şirin, verimli, ağaçlar ve çayırlarla kaplı, hoş bir araziydi. Evlerine, kıvrılarak giden bir milden uzun bir yolun sonunda vardılar. Ön tarafta yalnızca küçük, yeşil bir alan vardı; sade, küçük bir kapıdan geçerek avluya girdiler.
Barton Kır Evi, ev olarak bakıldığında küçük ama rahat ve derli topluydu. Kır evi olarak bakıldığında ise eksikleri vardı; bina sıradan, çatı kiremitli, pencere kapakları yeşile boyanmamış, duvarlar hanımeliyle sarmalanmamıştı. Evden bahçenin arka tarafına kadar dar bir koridor uzanıyordu. Girişin iki yanında altışar metrekarelik birer oturma odası, onların arkasında çalışma odaları ve merdivenler vardı. Bundan başka dört yatak odası ve tavan arasında iki oda vardı. İnşa edileli çok olmamıştı, iyi durumdaydı. Fakat Norland’a kıyasla, gerçekten yetersiz ve küçüktü. Eve girer girmez hatıralarıyla gözyaşlarına boğulmalarına rağmen, çok sürmeden gözyaşları kurudu. Gelişlerine sevinmiş gibi olan hizmetkârları onları neşelendirdi ve herkes diğerinin hatırı için mutlu gözükmeye çalıştı. Eylül ayının başındaydılar, hava güzeldi, evi ilk kez gördüklerinde havanın bu kadar güzel olması, daha da memnun olmalarını sağladı.
Evin durumu iyiydi. Hemen arkasında yüksek tepeler vardı. Diğer yanlardan kimi boş kimi ekilmiş kimi ağaçlarla kaplı düzlüklerle çevrelenmişti. Barton köyü bu tepelerden birine kurulmuştu ve kır evinden bakıldığında çok hoş bir manzara oluşturuyordu. Ön tarafta daha geniş bir manzara vardı. Tüm vadi ve kasaba görünüyordu. Kır evini çevreleyen tepeler vadiyi o yönde sonlandırıyorlardı. Vadi bir başka isim altında, başka yönde, yine en dik iki tepenin arasından yoluna devam ediyordu.
Bayan Dashwood evin genişliğinden ve eşyalardan oldukça memnun kalmıştı. Eski yaşam tarzı yüzünden birçok açıdan yenisini yetersiz bulduğu anlar olsa da kendi yaptığı eklemeler ve gelişmelerle mutlu oluyordu; o ana dek evin seçkin hâle gelmesi için yaptıklarına parası yetmişti. “Ev tabii ki ailemiz için çok küçük. Fakat şimdilik mümkün olduğunca rahat bir ev olması için çabalamalıyız, tadilat için yılın bu zamanı çok geç. Belki bahara kadar çok paramız olursa -ki olacağını tahmin ediyorum- inşaata da bir el atabiliriz. Sık sık dostlarımızı burada toplamak istiyorum fakat bu salonlar partiler için oldukça küçük. Belki koridorun bir kısmını diğeriyle birleştirerek birbirine bağlayabilirim. Böylece diğer tarafta giriş için daha geniş bir yer olur. Kolayca bir resim odası, yatak odası ve üst tarafa da tavan arası odası eklenebilir ve böylece rahat ve küçük bir kır evimiz olabilir. Keşke merdivenler güzel olsaydı. Ama istediğim her şeyi elde edemem ya! Gerçi onları genişletmek çok da zor olmasa gerek. Baharda elimizde ne kadar olduğuna bakıp ona göre planlamalarımızı yaparız.”
Tabii bu değişiklikler hayatında hiç birikim yapmak zorunda kalmamış bir kadının yıllık beş yüz pound’luk gelirinden arttıracaklarına bağlıydı; o yüzden, evi olduğu gibi kabullenmeyi bilecek kadar akıllılardı; her biri kendi özel zevkine göre düzenleme yapıyor, kitaplarını ve diğer eşyalarını etraflarına yerleştirerek kendilerine bir yuva yaratmaya çalışıyordu. Marianne’in piyanosu açılmış ve düzgünce yerleştirilmişti. Elinor’un resimleri ise oturma odasının duvarlarında yerlerini almıştı bile.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra uğraşlarından kafalarını kaldırmak durumunda kaldılar; ev sahipleri Barton’a hoş geldiniz demek ve kendi evlerinden ve bahçelerinden, onlarda olmayan şeyleri sunmak için gelmişlerdi. Sör John Middleton kırk yaşlarında, hoş görünümlü bir adamdı. Daha önce Stanhill’e gelmişti ancak kuzenlerinin onu hatırlayamayacağı kadar uzun bir zaman önceydi bu. Yüzünde cana yakın bir ifade vardı ve tıpkı mektubunda olduğu gibi oldukça dostane davranıyordu. Geldiklerine oldukça memnun olmuş gibiydi; onları rahat ettirmek de kendisi için çok önemliydi. Ailesiyle kaynaşmalarını çok arzuladığından sıkça bahsetti ve eve iyice yerleşene dek akşam yemeklerini Barton Park’ta yemeleri için içtenlikle ısrar etti ki üstelemeleri nezaket sınırlarını aşsa da onu gücendirmek istemediler. Kibarlığı kelimelerle sınırlı değildi; onlardan ayrıldıktan bir saat sonra bahçeden toplanmış sebze meyveyle dolu bir sepet geldi, gün içinde bu sepeti av eti hediyesi takip etti. Dahası, mektuplarını onlar için postaya getirip götürme konusunda da ısrarcı oldu; tabii her gün gazetelerini gönderme zevkine de nail olacaktı.
Leydi Middleton kocası aracılığıyla nazik bir mesaj yolladı; Bayan Dashwood’u arzu ettiği zaman ziyaret etme isteğini belirtiyordu; bu mesaja cevap olarak Bayan Dashwood da aynı nezaketle onu davet ettiğinden leydi hazretleri ertesi gün onlara takdim edildi.
Barton’daki mutlulukları hususunda çok önemli bir payı olan biriyle tanışacakları için elbette heyecanlıydılar. Leydi Middleton’ın zarafeti tam arzu ettikleri gibiydi. En fazla yirmi beş yirmi altı yaşlarındaydı, yüzü güzeldi, uzun ve çarpıcı bir fiziği vardı, hitap tarzı asildi. Fakat kocasının içtenliğinden ve samimiyetinden biraz nasiplense kocasında eksik olan o zarafeti daha da artardı, ilk hayranlığın etkisinin geçip kusurlarının fark edilebileceği kadar uzun sürmüştü ziyareti; mükemmel yetiştirilmiş olsa da soğuk, çekingen ve en yüzeysel tabirlerin dışında kendine ait söyleyecek sözü olmayan bir kadındı.
Yine de sohbetlerinde bir an olsun sessizlik olmadı çünkü Sör John oldukça konuşkandı ve Leydi Middleton da akıllıca davranıp altı yaşlarındaki sevimli büyük oğlunu beraberinde getirmişti; oğlan sayesinde, zorda kaldıklarında bahsedilecek bir konu oldu; çocuğun adı ve yaşı soruldu, güzelliğine hayran kalındı, sorulara onun yerine annesi cevap verdi; bu esnada çocuk annesine yaslanıp utangaçlık ediyor, evde yaramazlık ederken şimdi bu kadar utangaç olmasına anlam veremeyen leydi hazretlerini hayrette bırakıyordu. Her resmî ziyarette sohbet konusunu güvence altına almak için, mutlaka bir çocuk bulundurulmalıydı. Bu görüşmede de çocuğun en çok annesini mi yoksa babasını mı sevdiğini, neresinin hangisine benzediğini ortaya koyarken en azından on dakika geçti çünkü herkes ayrı bir fikir belirtiyor ve birbirlerinin fikirlerine şaşırıyorlardı.
Çok geçmeden Dashwood ailesi diğer çocuklardan bahsetmek için bir fırsat bulmuştu çünkü Sör John ertesi gün Park’a yemeğe gelme sözü almadan evden ayrılmayacağını söylüyordu.

7
Kır eviyle Barton Park arasında yaklaşık bir kilometre vardı. Hanımlar vadi boyunca yürürken Barton Park’ın yakınından geçmişlerdi fakat bir tepe araya giriyor, manzarayı kapatıyordu. Ev büyük ve gösterişliydi; Middleton’lar da eve yaraşır bir şekilde hem zarif hem de misafirperverlerdi. Misafirperverlik Sör John’dan, zarafet ise hanımından geliyordu. Mütemadiyen dostlarını evlerinde misafir ediyorlardı; değişik arkadaşlar edinmeye çevredeki diğer ailelerden çok daha fazla eğilimliydiler. Her ne kadar davranışları açısından birbirlerinden farklı olsalar da meşgalelerini, cemiyet görevlerinden ayrı gayet dar bir çerçevede içinde sınırlayan yeteneksizlik ve zevksizlik, bu çiftin ortak özelliğiydi. Sör John sporcu, Leydi Middleton ise bir ev hanımıydı. Sör John avlanırken hanımı çocuklarla ilgileniyordu; bunlar yapabilecekleri tek şeydi. Leydi Middleton tüm yıl boyunca çocuklarını şımartırken Sör John’un kendi uğraşları vaktinin anca yarısını alıyordu. Bununla birlikte evde ve dışarıda devamlı olarak o davetten bu davete sürüklenmekle karakter ve eğitimlerindeki bütün eksiliklerini kapatabiliyorlardı; böylece Sör John her daim neşeli olabiliyor ve bu da eşine görgüsünü sergileme imkânını sunuyordu.
Leydi Middleton masasının zarafeti ve eviyle ilgili düzenlemelerinden ötürü kendisiyle gurur duyuyordu; verdikleri davetlerde, en çok böyle gösterişlerden mutluluk duyardı. Sör John’un mutluluğu ise çok daha somut şeylere dayanıyordu; evini gençlerle doldurup onların yaptıkları gürültülerle mutlu oluyordu. Sör John, bölgedeki gençler için bir nimetti. Tüm yaz boyunca süren açık havada jambon ve tavuk partileri, kışın ise on beş yaşın önüne geçilemez açgözlülüğünden sıkıntı çekmeyen her genç hanıma yetecek kadar sık özel balolar düzenlerdi.
Muhitlerine yeni bir ailenin taşınması Sör John’u hep mutlu ederdi ve şimdi kır evine bulduğu kiracılar onu neredeyse kendinden geçirmişti. Dashwood kızları genç, güzel ve içtendiler. Onlar hakkında iyi düşünmesi için yeterliydi bu çünkü güzel bir genç kızın içten olması karşısındakini dış görünüşüyle olduğu kadar iç dünyası ile de etkileyebilmesi için en elzem şeydi. Eski yaşamlarına nispeten, şimdi talihsiz bir durumda olan bu insanları ağırlamaktan ve onlara dostluğunu sunmaktan keyif duyuyordu Sör Middleton. Ayrıca kuzenlerine gösterdiği nezaketten tam bir memnuniyet ve başlarında erkek bulunmayan bu aileyi kır evine yerleştirmekten ise bir avcının duyabileceği tüm tatmini duyuyordu; çünkü bir avcı yalnızca kendi cinsiyetindeki avcılara itibar ederse de kendi bölgesindeki bir eve yerleşmelerine izin vererek onların zevklerini teşvik etmek istemez.
Sör John, Bayan Dashwood ve kızlarını kapıda karşıladı ve büyük bir içtenlikle onları Barton Park’a buyur etti; resim odasına kadar onlara eşlik ederken, genç hanımlara bir önceki gün bahsettiği konuya tekrar değindi; onları tanıştırabileceği zeki ve genç adamlar bulamadığı için üzüntüsünü ifade etti. Sör John kendisi haricinde bu çevrede tek bir kişi bulunduğunu belirtti; Barton Park’ta kalan ne pek genç ne de pek neşeli sayılabilecek yakın bir arkadaşından bahsediyordu. Topluluğun kalabalık olmamasını mazur göreceklerini umuyor, bir daha böyle bir şey yaşanmayacağına dair onları temin ediyordu. Katılımı arttırmak için o sabah birkaç aileyi yemeğe davet etmişti ama gece ay ışığı olacağı için herkes önceden bir yerlere söz vermişti. Neyse ki Leydi Middleton’ın annesi bir saat önce Barton Park’a gelmişti ve gayet neşeli ve uyumlu bir kadın olduğundan Sör John, hanımların yemekten sıkılmayacaklarını umut ediyordu. Genç hanımlar ve anneleri ise hiç tanımadıkları iki kişinin yeterli olduğunu düşünüyorlar, fazlasını istemiyorlardı.
Leydi Middleton’ın annesi Bayan Jennings güler yüzlü, neşeli, şişman bir ihtiyardı; çok konuşuyor, mutlu görünüyordu ve biraz bayağıydı. Şaka ve kahkaha doluydu, yemek sona ermeden önce sevgililer ve kocalar hakkında birçok şakacı yorum yapmıştı; Dashwood kızlarının kalplerini geride, Sussex’te, bırakmadıklarını umuyordu ve bunu söyledikten sonra bırakıp bırakmadıklarını anlamak için kızardılar mı diye kontrol eder gibi yaptı. Marianne kız kardeşi adına oldukça sinirlenmişti; Elinor’un bunlara nasıl katlandığını görmek için gözlerini ısrarla ona çevirdi; öyle ki bu, Elinor’a, Bayan Jennings’inki gibi küçük bir dokundurmanın sebep olabileceğinden çok daha fazla ızdırap verdi.
Sör John’un arkadaşı Albay Brandon onun arkadaşı olmaya davranışları bakımından hiç de uygun değildi; Leydi Middleton’ın Sör John’un karısı olmaya, Bayan Jennings’in Leydi Middleton’ın annesi olmaya uygun görünmediği gibi. Sessiz ve ağırbaşlıydı. Bununla beraber otuz beş yaşını geçtiğinden Marianne ve Margaret yaşlı bir bekâr olduğunu düşünmüşlerdi ancak çirkin bir adam değildi; yüzü güzel olmayabilirdi ama hatları düzgündü ve tıpkı bir beyefendi gibi konuşuyordu.
Şöyle bir bakınca gruptaki kimsenin Dashwood’lar ile ahbap oldukları söylenemezdi fakat Leydi Middleton’ın tavırları o denli soğuk ve yavandı ki onunla karşılaştırıldığında Albay Brandon’ın ağırbaşlılığı ve hatta annesiyle kocasının şamatalı neşesi bile makul geliyordu. Ancak yemekten sonra dört gürültücü çocuğun gelişiyle Leydi Middleton keyiflenir gibi oldu, çocuklar annelerini çekiştirip durdular ve kendileriyle alakalı olmayan tüm muhabbetleri sonlandırdılar.
Akşam Marianne’in müzikle ilgilendiğini öğrenilince bir şeyler çalmasını istediler. Piyanonun kilidi açıldı, herkes büyülenmeye hazırlandı ve çok güzel şarkı söyleyen Marianne, Leydi Middleton’ın evlenirken yanında getirdiği ve annesinin dediğine bakılırsa Leydi Middleton zamanında çok güzel piyano çaldığı, kendi ifadesine göre de çok sevmesine rağmen evliliği müzikten vazgeçerek kutladığından açıkça belli ki o günden beri piyanonun üstünde öylece duran şarkıların çoğunu okudu.
Marianne oldukça beğeni topladı. Sör John her şarkının sonunda yüksek sesle hayranlığını ifade etti; şarkılar söylenirken de yüksek sesle muhabbet etmekten çekinmemişti. Leydi Middleton sık sık onu uyarmıştı; bir insan müzik varken nasıl dikkatini başka bir şeye verebiliyordu anlamıyordu. Leydi, Marianne’in henüz bitirdiği şarkıyı bir kez daha çalmasını istiyordu. Gruptakilerden yalnızca Albay Brandon, tüm parti boyunca olduğu gibi, sessizce Marianne’in çaldıklarını dinledi. Sadece dikkatini vermekle Marianne’e iltifatını sunmuştu; diğerlerinin zevkten yoksun bir şekilde saygısızca müziği umursamadıkları bir ortamda bundan dolayı Marianne ona saygı duymuştu. Albay Brandon’ın müzik zevki Marianne’inkiyle yarışamazdı fakat diğerlerinin korkunç zevksizliğiyle kıyaslandığında oldukça kayda değer bir zevki vardı; Marianne otuz beş yaşındaki bir adamın hayatın birçok zevkini sonuna kadar yaşayıp, birçok şeyi tecrübe etmiş olmasını da anlayabilecek biriydi. Albayın üst tabaka yaşantısının getirdiği şeyleri oldukça anlayışla karşılayabilirdi.

8
Bayan Jennings duldu; kendine ait bir servete sahipti. Yalnızca iki kızı vardı; ikisinin de mürüvvetini görecek kadar yaşamıştı ve şimdi tek meşgalesi, dünyanın geri kalanının da mürüvvetini görmeye çalışmaktı. Bunu gerçekleştirmek için elinden geleni yapıyordu; tanıdığını tüm gençler arasında evlilik planları yapma konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Yakınlaşanları hemen keşfederdi ve tanıdığı genç adamlar üzerindeki etkilerinden bahsederek birçok genç kadını utandırma ve gururlanmalarını sağlama ayrıcalığını zevkle kullanmıştı; bu kabiliyeti sayesinde, Albay Brandon’ın, Barton’a gelir gelmez Marianne Dashwood’a âşık olduğunu ilan etti. Beraber geçirdikleri ilk akşam Marianne onlara şarkı söylerken onu öylesine dikkatle dinleyince şüphelenmeye başlamıştı; Middleton’lar kır evine akşam yemeğine giderek iadeiziyaret yaptıklarında, yine Marianne konuşurken albayın dikkat kesilmesi şüphesinden emin olmasını sağlamıştı. Buna kesin olarak inanmaya başlamıştı. Mükemmel bir çift olacaklardı; çünkü albay zengin, Marianne ise güzeldi. Sör John, Albay Brandon ile tanıştırdığından beri, onun iyi bir evlilik yapmasını çok istiyordu; zaten her güzel kıza münasip bir koca bulmak daima hoşuna gitmişti.
Bunun kendisine faydası azımsanacak gibi değildi çünkü ikisi hakkında da sonu gelmez şakalar yapma imkânına kavuşmuş oluyordu böylece. Parkta albaya, kır evinde Marianne’e güldü. Patavatsız sözleri albayı büyük ihtimalle etkilemedi, diğeri ise bu sözlere önce bir anlam veremedi ancak sonra amacını kavradığında bu abukluğa gülsün mü yoksa bu saygısız tavırları kınasın mı bilemedi; çünkü albayın yaşıyla ve bekârlığının getirdiği yalnızlık ve mutsuzlukla zalimce alay ettiğini düşündü.
Kendinden beş yaş genç bir adamı kızının körpe zihninin yanında göründüğü kadar ihtiyar bulmayan Bayan Dashwood, Bayan Jennings’in albayın yaşıyla eğlenme ihtimalini kabul etmek istemedi.
“Kötü bir niyeti olmayabilir anne fakat ithamın ne kadar gülünç olduğunu inkâr edemezsin. Albay Brandon, Bayan Jennings’den genç olabilir ancak benim babam olacak yaşta ve eğer daha önce aşka yelken açacak enerjisi olduysa bile artık böyle hisleri unutacak yaşa gelmiş. Fazlasıyla gülünç. Bir adamın yaşı ve maluliyeti bile bu duruma düşmesini engelleyemiyorsa ne engelleyebilir çok merak ediyorum!”
“Maluliyeti mi?” dedi Elinor. “Albay Brandon sana elden ayaktan düşmüş gibi mi geliyor? Sana annemden daha yaşlı göründüğünü fark edebiliyorum ama elini ayağını kullandığı konusunda hiçbir şey diyemezsin.”
“Romatizmasından şikâyet ettiğini duymadın mı? Elden ayaktan düşmüş biri böyle şeylerden şikâyet etmez mi?”
Annesi gülerek, “Sevgili çocuğum, o zaman sen benim yaşlanmamdan da ürküyorsun. Kırkıma kadar yaşadığıma bile şaşıyor olmalısın.” dedi.
“Anne, günahımı alıyorsun. Albay Brandon’ın dostlarına onu her an kaybedebileceklerini düşündürtebilecek kadar ihtiyar olmadığının farkındayım. Yirmi yıl daha yaşayabilir. Fakat otuz beş, hiç de evlenme yaşı değil.”
Elinor, “Belki haklısın.” dedi, “Otuz beş yaşla on yedi yaş aynı evlilikte birleşmemeli. Fakat yirmi yedi yaşında hâlâ evlenmemiş bir kadın varsa Albay Brandon’ın onunla evlenmesine itiraz eden biri çıkmaz sanırım.”
“Yirmi yedi yaşındaki bir kadın.” dedi Marianne ve biraz duraksadı, “Aşkı bulabilmek için daha fazla umut beslememeli, evinde huzurlu değilse veya geliri çok azsa bence bakıcılık gibi bir iş yapmaya razı edebilir kendini; böylece evlendiği zaman elde edeceği gelir ve güvene erişebilir. Albay Brandon’ın böyle bir kadınla evlenmesinin aykırı kaçan bir tarafı olmaz. Çok işe yarar, herkes de bu durumdan memnun kalır. Bence öyle bir evlilik de evlilik sayılmaz. Sadece her iki tarafın da yararına, ticari bir anlaşma olur.”
“Seni yirmi yedi yaşındaki bir kadının elbette otuz beş yaşındaki bir adama karşı aşka yakın duygular besleyebileceğine, onu kendine hoş bir hayat arkadaşı olarak görebileceğine ikna etmek mümkün değil, farkındayım.” dedi Elinor, “Sırf dün -hem hava çok soğuk ve rutubetliydi- omzundaki romatizmadan biraz şikâyet etti diye onu ve onunla evlenecek kadını hastalığa hapsolmuş gibi görmemelisin.”
“Flanel içliklerden bahsediyordu. Bir flanel içlik benim aklıma, ağrıları, krampları, romatizmaları ve ihtiyarlarla güçsüzlere tebelleş olan diğer hastalıkları getiriyor.”
“Sadece şiddetli ateşten muzdarip olsa, bunun yarısı kadar hor görmezdin onu, itiraf et Marianne. Ateşten al al olmuş yanakları, çukur gözleri ve hızlı hızlı atan nabzıyla ilgini çekebilirdi, değil mi?”
Bundan sonra Elinor odadan çıkınca Marianne annesine dönerek, “Hastalık konusunda senden saklayamayacağım bir endişem var anne. Edward Ferrars’ın iyi olmadığına eminim. Neredeyse on beş gündür buradayız ve hâlâ gelmedi. Hasta falan olmasa bu kadar gecikmezdi. Onu Norland’da tutabilecek bir şey düşünemiyorum.” dedi.
“Bu kadar çabuk geleceğini ummuş muydun? Ben hiç ummamıştım. Hatta bu konuyla ilgili tek endişem, onu davet ettiğimde biraz isteksiz görünüyor olmasıydı. Elinor onu bekliyor muydu?”
“Bahsi geçmedi ama elbette bekliyordur.”
“Bence yanılıyorsun. Dün boş yatak odasının şöminesi için yeni ızgara almaktan bahsettiğimde nasılsa bir süre daha boş kalacağını ve acele etmeye hiç gerek olmadığını söyledi.”
“Çok tuhaf! Bu da ne demek oluyor? Birbirlerine karşı tavırları da anlamsız. Veda ederken çok soğuk ve mesafelilerdi. Son akşamlarında da oldukça cansız muhabbet ettiler. Edward’ın öyle bir veda edişi vardı ki sanki Elinor’la benim aramda hiçbir fark yoktu onun için; ikimizin de iyiliksever bir ağabeyi gibi iyi dileklerini sundu. Son sabahlarında iki kere onları yalnız bıraktım, ikisinde de Edward benim ardımdan dışarı çıktı anlaşılmaz bir şekilde. Elinor da Edward ve Norland’dan ayrılırken benim kadar ağlamadı. Şimdi bile ne kadar sakin. Hiç hüzünlü veya kederli gördün mü onu? Hiç insanlardan kaçtı mı veya hiç insanların içinde rahatsız, keyifsiz göründü mü?”

9
Dashwood’lar, Barton’a artık kendilerince bir rahat içinde yerleşmişlerdi. Etraflarındaki her şeyle, ev ve bahçe artık onlara tanıdık geliyordu. Norland’a yarı cazibesini veren günlük uğraşlara, babalarının vefatından sonra Norland’da olabildiğinden daha fazla tat alarak kendilerini verdiler. İlk on beş gün boyunca her gün onları yoklayan ve evinde bu kadar fazla meşgale görmeye alışık olmayan Sör John, Dashwood’ların her daim bir şeylerle meşgul olmalarına hayran kalıyordu.
Barton Park’tan gelenler dışında pek misafirleri olmuyordu çünkü Sör John’un birçok kez çevredekilerle kaynaşmalarını tembihlemesine ve arabasının kendileri için hazır olduğunu her daim temin etmesine rağmen, Bayan Dashwood’un özgür ruhu, çocuklarının cemiyet hayatına katılmasına dair duyduğu ihtiyaca baskın çıkıyordu; yürüme mesafesinde olanların dışındaki her aile ziyaretini kararlılıkla reddediyordu. Böyle sınıflanabilecek sadece birkaç aile bulunuyordu ve hepsi de ulaşılabilecek durumda değildi… Kızlar, evin iki kilometre ilerisinde, daha önce tarif edildiği gibi Barton Vadisi’nden çıkan, dar ve rüzgârlı Allenham Vadisi boyunca, ilk yürüyüşlerinden birinde, onlara birazcık olsun Norland’ı hatırlatarak ilgilerini çeken ve içlerinde onu yakından tanıma arzusu uyandıran eski, asil görünümlü bir konak keşfetmişlerdi. Fakat sorup soruşturunca çok iyi yürekli yaşlı bir bayan olan sahibinin maalesef dünyadan elini eteğini çekecek derecede hasta olduğunu ve evin dışına adım atmadığını öğrenmişlerdi.
Tüm bölge güzel yürüyüş yollarıyla doluydu. Kır evinin tüm pencerelerinden onları doruklarındaki temiz havanın keyfini çıkarmaya davet eden tepeler, aşağılarındaki vadilerin çamuru daha göze çarpan güzellikleri menettiği zaman hoş bir seçenek sunuyordu. Marianne ve Margaret, güzel bir sabah, sağanak yağışlı bir gökyüzü altında, parçalı güneş ışığının çekimine kapılıp, iki gündür durmadan yağan yağmurun neden olduğu hapisliğe daha fazla dayanamayarak bu tepelerden birine doğru yöneldiler. Hava Marianne’in bütün gün güzel olacağını, can sıkıcı tüm bulutların tepeden çekildiğini belirtmesine karşın, diğer ikisini havayı, kalemlerini ve kitaplarını bıraktıracak kadar cezbedici bulmaması üzerine iki kız birlikte yola çıktılar.
Neşeyle yamaçları indiler, masmavi gökyüzünü her gördüklerinde, aldıkları yoldan memnun kaldılar; güneybatıdan gelen sert rüzgarın can veren esintilerini yüzlerinde hissettikleri zaman, anneleri ve Elinor’u bu güzel hislerden mahrum eden korkularına üzüldüler.
“Dünyada bundan daha büyük bir mutluluk var mı?” dedi Marianne. “Margaret, en az iki saat daha yürüyelim.”
Margaret onayladı; rüzgâra karşı yürümeye devam ettiler, yirmi dakikadan fazla rüzgâra karşı koyarak neşe içinde yürüyüşlerini sürdürdüler. Sonra birdenbire bulutlar tepelerinde toplandı ve üstlerine bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Hüsrana uğramış ve şaşkın bir hâlde istemeye istemeye geri dönmek zorunda kaldılar; sığınabilecekleri en yakın yer evleriydi. Neyse ki onları avutan bir şey vardı ki -o an buna mecbur kaldıkları için her zamankinden daha makul görünüyordu- o da tepenin tam da bahçelerinin kapısına inen dik yamacından aşağı bütün güçleriyle koşmaktı.
Yola koyuldular. Başta Marianne öndeydi ama ayağı takılınca kendini birdenbire yerde buldu; ona yardım etmek için kendini durduramayan Margaret gayriihtiyari koşmaya devam etti, kazasız belasız düzlüğe ulaştı.
Etrafında iki av köpeğinin numaralar yaptığı tüfekli bir adam, yamaçtan yukarı çıkıyordu ve Marianne’in düştüğü sırada onun birkaç adım uzağındaydı. Tüfeğini yere bıraktı ve Marianne’e yardım etmek için seğirtti. Marianne yerden kalkmıştı fakat düşerken ayağını burktuğu için zar zor ayakta durabiliyordu. Adam yardım teklif etti, kızın utandığı için durumun gerektirdiği şeyi reddettiğini anladı ve hemencecik onu kollarına alıp yokuş boyunca taşıdı. Sonra daha henüz eve gelen Margaret’ın açık bıraktığı bahçe kapısından geçip onu doğruca eve götürdü ve oturma odasındaki bir koltuğa yerleştirene kadar da onu bırakmadı.
Elinor ve annesi onlar içeri girince şaşırarak ayağa kalktılar; gözleri, açıkça belli olan bir hayret ve adamın görünümünden dolayı gizli bir hayranlık ile onlara dikilmişken beyefendi bu çat kapı gelişi yüzünden onlardan af diledi, neden böyle geldiğini anlattı, öyle seçkin ve kibar tavırları vardı ki, sesi ve ifadesi sıra dışı olan yakışıklılığına daha bir cazibe katıyordu. Çirkin, yaşlı ve kaba da olsa evladına karşı böyle bir yardımda bulunduğu için Bayan Dashwood ona minnet duyar ve nezaket gösterirdi fakat gençliğin, yakışıklılığın ve zarafetin tesiri, yardımına öyle bir farklılık katmıştı ki onun gözüne girmişti.
Bayan Dashwood beyefendiye defalarca teşekkür etti; her hâline eşlik eden bir incelikle oturmasını rica etti. Fakat adam, kir içinde ve ıslak olduğundan bunu reddetti. Bunun üzerine Bayan Dashwood, kime teşekkür borçlu olduğunu bilmek istedi. Adam isminin Willoughby olduğunu, Allenham’da yaşadığını söyledi; hanımefendinin kendisine Bayan Dashwood’un nasıl olduğunu görmek için ertesi gün onları ziyaret etme onurunu lütfedeceğini umuyordu. Onur hemen lütfedildi ve beyefendi kendisini daha da cezbedici göstermek istercesine ağır bir yağmur altında oradan ayrıldı.
Beyefendinin yakışıklılığı ve sıra dışı zarafeti büyük hayranlık uyandırmıştı, cesaretinin Marianne ve etrafında uyandırdığı neşelilik, görünüşünün çekiciliğiyle ayrı bir ruh kazanmıştı. Marianne onun dış görünüşünü herkesten daha az gözlemleyebilmişti; çünkü onu kollarına aldığı zaman yüzünü kızartan şaşkınlık eve girdikten sonra da onu gözlemleyecek bir güç bırakmamıştı kendisinde. Fakat herkesin ona neden bu denli hayran olduğunu anlayabilecek kadar görmüştü; üstelik övgülerini her daim süsleyen bir enerjiyle. Görünüşü ve havası, tahayyülünün en sevdiği öykünün kahramanı için çizdiği gibiydi, onun formalitelere aldırmadan eve girmesinde bir düşünce hızı vardı ve bu, hareketlerine cazibe katıyordu. Onunla ilgili her şey ilgi çekiciydi. İsmi güzeldi, en sevdikleri yerde yaşıyordu. Marianne çok geçmeden tüm erkek giysileri içinde en hoş olanın avcı ceketi olduğuna karar verecekti. Sürekli hayal dünyasındaydı, hâli tavrı hoştu, bileğinin acısını bile unutmuştu.
Sör John, o sabah hava tekrar düzelip dışarı çıkmasına izin verir vermez Dashwood’ları yoklamaya geldi; Marianne’in geçirdiği kazayı öğrendi. Allenham’dan Willoughby adında birini tanıyıp tanımadığını sordular.
“Willoughby mi!” diye haykırdı Sör John, “O burada mı? Bu gayet güzel bir haber. Yarın bir uğrar ve perşembe akşamı yemeğe çağırırım.”
Bayan Dashwood, “Onu tanıyorsunuz demek!” dedi.
“Tanımak mı? Elbette tanıyorum. Her yıl gelir buraya.”
“Peki, nasıl bir adamdır?”
“Gelmiş geçmiş en iyi adamlardan biridir. İyi bir nişancıdır ve İngiltere’de ondan daha cesur bir binici bulamazsınız.”
Marianne hiddetle “Onun için tüm söyleyebileceğiniz bu mu?” diye haykırdı, “Daha yakından tanıyınca tavırları nasıldır? Arzuları, yetenekleri neler, zeki midir?”
Sör John’un kafası karıştı.
“Yemin ederim, o kadarını bilmiyorum. Tek bildiğim hoş, iyi yürekli bir adam olduğu, bir de şimdiye dek gördüğüm en güzel siyah, dişi bir puantere sahip. Bugün o da yanında mıydı?”
Fakat Marianne onu, Bay Willoughby’nin köpeğinin rengi konusunda, onun Bay Willoughby’nin karakterinin ayrıntıları konusunda tatmin edebildiğinden daha fazla tatmin edemedi.
“Fakat kim bu?” dedi Elinor. “Nereden gelir? Allenham’da bir evi mi var?”
Sör John bu konuda daha açık bilgi verebiliyordu; onlara Bay Willoughby’nin burada bir mülkünün olmadığını, Allenham Court’a, sadece mirasçısı olduğu yaşlı bir kadın akrabasını ziyaret etmek için geldiğinde kaldığını söyledi ve ilave etti: “Evet evet, şunu söyleyebilirim ki elde etmeye değer biri. Somersetshire’da sevimli, küçük bir arazisi var. Bu tepede düşmelere rağmen onu küçük kardeşime bırakmazdım sizin yerinizde olsam. Bayan Marianne bütün erkekleri kendine ayırmayı düşünmemeli. Dikkatli olmazsa Brandon’ı kıskandırabilir.”
Bayan Dashwood gülümseyerek “Bay Willoughby’nin, kızlarımdan birinin elde etmek dediğiniz türden girişimleriyle rahatsız edileceğini düşünmüyorum. Ben onları bu şekilde yetiştirmedim. Erkekler bizimleyken güvendedir merak etmeyin; ne kadar zengin olurlarsa olsunlar. Bununla birlikte, söylediklerinize göre, arkadaşlık edilebilecek saygın bir delikanlı, bunu öğrendiğime memnun oldum.”
“Gelmiş geçmiş en iyi adamlardan biridir.” diye tekrarladı Sör John. “Geçen yılbaşında parktaki küçük bir eğlencede bir kez bile oturmadan saat sekizden dörde kadar dans etmişti.”
Marianne’in gözleri parladı. “Gerçekten mi? İsteyerek mi? Zarif miydi?”
“Evet. Hatta ertesi gün saat sekizde kalkıp ava çıkmıştı.”
“Tam istediğim gibi! Genç bir adam işte tam da böyle olmalı. Uğraşı ne olursa olsun, arzularıyla hareket edebilmeli. Yorgunluk nedir bilmemeli!..”
“Ya, ya… Mesele anlaşıldı. Şimdi kapağı ona atacaksın ve zavallı Brandon umurunda bile olmayacak.” dedi Sör John.
Marianne içten bir tavırla, “Bunlar hiç hoşlanmadığım tarzda konuşmalar Sör John. İğneleme amaçlı her türlü ifadeden tiksiniyorum; ‘kapağı atmak’ veya ‘elde etmek, tabirleri de en iğrenç olanları. Hiç de hoş anlamları olmayan densiz şeyler; uyduruldukları zaman hoşa gitmiş olabilir ama zaman içinde tüm bu hoşlukları yok olmuş.”
Sör John bu kınamayı pek anlamadı fakat anlamış gibi katıla katıla güldü ve “Mutlaka bir yolunu bulup birilerinin gönlünü çalacaksınız. Zavallı Brandon! Çoktan sana vuruldu. Tüm bu sendeleme ve bilek burkmalara rağmen, size şunu söyleyebilirim ki o da kapak atılabilecek biri.” diye cevap verdi.

10
Margaret’ın pek uygun düşmese de incelikli bir şekilde Marianne’in koruyucusu ilan ettiği Willoughby, şahsen bilgi edinmek için ertesi sabah erkenden kır evine geldi. Bir önceki gün Sör John’un, onun hakkında söylediklerinin ve kendi minnettarlığının yarattığı tatlılıkla Bayan Dashwood, Willoughby’yi büyük bir nezaketle karşıladı; bu ziyaret süresince her şey, Willoughby’nin, bir kaza sayesinde tanıdığı bu ailenin sağduyulu, zarif, birbirine bağlı ve müreffeh olduğuna dair inancını pekiştirdi. Çekiciliklerinden emin olmak için başka bir görüşmeye gerek duymamıştı.
Elinor Dashwood’un zarif bir yüzü, düzgün hatları ve oldukça hoş bir fiziği vardı. Marianne daha da güzeldi. Bedeni ablasınınki kadar orantılı değildi ama boyu açısından daha göz alıcıydı; öyle hoş bir yüze sahipti ki onun için gündelik dilde övgü için kullanılan “güzel kız” tabiri kullanılsa hakikat çoğunlukla olduğundan daha az çarpıtılıyor olmazdı. Esmerce fakat neredeyse şeffaf teni, sıra dışı bir biçimde parlıyordu, hatları düzgündü, gülüşü sevimli ve çekiciydi. Kapkara gözlerinde zevk duyulmadan bakılamayacak bir canlılık, bir heves vardı. Gözlerindeki ifadeyi, başta Willoughby’den -yardımlarını hatırlayıp rahatsızlık duyunca- esirgedi. Fakat rahatsızlığını üzerinden attıktan ve eski neşesi yerine geldikten sonra Willoughby’nin mükemmel görgüsü sayesinde doğallıkla canlılığı birleştirdiğini fark edince, hepsinden önemlisi müzik ve dansa çok düşkün olduğunu duyunca ona öyle beğenerek baktı ki bundan sonraki konukluğu süresince konuşmasının en büyük kısmının kendine yönelik olmasını sağladı.
Keyif aldığı şeylerden bahsetmesi Marianne’i sohbetin içerisine çekmek için yeterliydi. Konu eğlence olunca konuşmadan edemiyordu. Bu konular hakkında konuşulduğu zaman sessiz kalmıyordu; tartışırken ne utangaçlığı ne çekingenliği kalıyordu. Dans ve müzik konusunda zevklerinin aynı olduğu, bunun da dans ve müzikle ilgili her meselede fikir birliği içerisinde olmalarından kaynaklandığı kanaatine vardılar hemencecik. Bundan cesaretle, Marianne, düşüncelerini daha ince ayrıntılarına kadar öğrenmek istedi ve onu kitaplar konusunda sorguya çekmeye başladı; en sevdiği yazarları söyledi, onlardan öyle bir şevkle bahsediyordu ki yirmi beş yaşındaki her delikanlı -daha önce önemsememiş bile olsa- bu eserlerin güzelliğine oracıkta kendini kaptırırdı. Zevkleri hemen hemen aynıydı. Aynı kitaplara, aynı paragraflara bayılıyorlardı; herhangi bir görüş farklılığı veya itiraz olursa Marianne’in savunmaları ve parlayan bakışları söz konusu olunca hepsi ortadan kalkıyordu. Willoughby hep onunla hemfikir oluyor, heyecanını paylaşıyordu; ziyaretin bitmesine daha çok varken bile sanki birbirlerini uzun zamandır tanıyorlarmış gibi yakınlık içinde sohbet ettiler.
Willoughby gider gitmez Elinor, “Marianne, bence bir sabah için oldukça iyi iş çıkardın. Neredeyse her konuda onun görüşlerini öğrenmeyi başardın. Cowper ve Scott hakkındaki fikirlerini de biliyorsun, değil mi? Onları gereğince takdir ettiğini biliyorsun. Pope’a makul bir hayranlık duyduğunu da öğrendin. Fakat bütün sohbet mevzularını böyle alelacele ortaya sererseniz arkadaşlığınızı uzun süre nasıl sürdüreceksiniz? Yakında en sevdiğiniz konuları tüketmiş olacaksınız. Bir sonraki buluşmada resimde güzellik anlayışını, sonraki buluşmada evlilik hususundaki fikirlerini konuşacaksınız, sonra da geriye soracak bir şeyin kalmayacak?”
“Elinor!” diye haykırdı Marianne, “Bu hiç adil değil! Haksızlık bu! Ben o kadar kıt fikirli miyim? Ama ben biliyorum sorunun ne olduğunu! Çok rahat, çok mutlu, çok doğal davrandım; tüm görgü kurallarının dışına çıktım; çekingen, ruhsuz, boş ve yalancı olmam gereken yerde açık yürekli ve samimi davrandım. Yalnızca havadan ve yollardan konuşsaydım, doğru dürüst sesimi çıkarmasaydım şimdi bu azarı işitmezdim.”
Annesi, “Yavrucuğum, Elinor’un söylediklerine kırılmamalısın, sadece latife ediyordu. Yeni ahbabımızla sohbet etmekten aldığın keyfin önüne geçmek isteseydi onu bizzat ben paylardım.” Marianne hemen sakinleşti.
Diğer yandan Willoughby muhabbetlerinden aldığı hazzı açıkça belli ediyordu; samimiyetlerini ileri götürmek istediğini gösteriyordu. Her gün Dashwood’ları ziyarete geldi. Önceleri Marianne’in durumunu kontrol etme bahanesiyle geliyordu ama günden güne büyük bir nezaketle ağırlandığı için bundan aldığı cesaret, artık geçersiz hâle gelmeden çok önce bu bahaneyi gereksiz kıldı. Marianne birkaç günlüğüne eve hapsolmuştu fakat hiçbir hapislik daha az sıkıcı olmamıştır.
Willoughby, güzel nitelikleri, hızlı çalışan hayal gücü, şefkatli tavırlarıyla neşeli ve açık yürekli bir adamdı. Tam Marianne’in gönlüne göreydi; çünkü bütün bu meziyetleriyle sadece cazibeli biri değil, Marianne tarafından uyandırılıp pekiştirilen ve onu Marianne’in hislerine her şeyden fazla yaklaştıran doğal bir ruh enerjisini de kendinde birleştiriyordu.
Zamanla, Willoughby’nin varlığı Marianne’in büyük zevklerinden biri hâline geldi. Birlikte okuyor, sohbet ediyor, şarkı söylüyorlardı; müziğe yeteneği vardı; Edward’da göremediği bir şevkle ve hissederek okuyordu üstelik.
Bayan Dashwood, onun kusursuz olduğu konusunda Marianne ile hemfikirdi; Elinor ise onda şaşmaz bir şekilde kız kardeşine benzeyen ve onu memnun eden, insanları ve şartları umursamadan düşündüğü şeyi her durumda fazlaca söyleme huyundan başka tenkit edecek bir şey görmüyordu. İnsanlar hakkında hemen hüküm vermek ve bunu belirtmek, o an kendini kaptırdığı şeyin keyfine ara vermemek için genel nezaket kurallarını bir kenara itmek, adap kaidelerini hiçe saymakla o ve Marianne -ne derlerse desinler- Elinor’un tasvip edemeyeceği bir basiretsizlik sergiliyorlardı.
Marianne daha on altı buçuk yaşında kendini kaptırdığı, kusursuz olarak görebileceği bir adamla karşılaşma umutsuzluğunun saçma ve acele olduğunu anlayabiliyordu. Willoughby, onun mutsuz olduğunda ve daha canlı bir döneminde hayalinde yarattığı, ona bağlanılabilecek biricik kişiydi; nasıl yetenekli biriyse davranışları da bu meyandaki isteklerinin o kadar doğal olduğunu ortaya koyuyordu.
Delikanlının zenginliğini göz önünde bulunduran Bayan Dashwood da evlensinler diye iç geçiriyor ve daha haftası dolmadan bu evliliği umut edip bekliyor, içten içe Edward ve Willoughby gibi damatlar edindiği için kendisini tebrik ediyordu.
Albay Brandon’ın Marianne’e olan ve arkadaşları tarafından çoktan keşfedilen ilgisini, şimdi Elinor ilk defa fark ediyordu. Fakat daha şanslı olan rakibi, arkadaşlarının tüm dikkatini ve şakalarını üzerine çekiyordu; albayın kimsenin dikkatini çekmeden önce maruz kaldığı küçük alaylar, hisleri tutkularının gerektirdiği bir şey olarak algılanıp gerçekten gülünç olmaya başladığı anda bitiverdi. Elinor istemeye istemeye de olsa, Bayan Jennings’in zevk olsun diye Albay Brandon’a atfettiği hislerin gerçekten kardeşi tarafından alevlendirildiğini ve iki tarafın da mizacen benzerliği Bay Willoughby’nin duygularını harekete geçirmiş de olsa aynı derecede önemli bir karakter farklılığının Albay Brandon’ın gözünde engel olarak görülemeyeceğini kabul etmek zorunda kalıyordu. Bunu kaygıyla fark etti; otuz beş yaşında sessiz sakin bir adam, yirmi beş yaşında kanlı canlı biriyle nasıl rekabet edebilirdi ki! Hiç şansı olmadığını görerek kayıtsız kalmasını diledi canıgönülden. Tüm ağırlığına ve ciddiyetine rağmen, ondan hoşlanıyor, ilgi çekici buluyordu. Tavırları ağırbaşlı olsa da yumuşaktı; ciddiyeti ise iç dünyasının kasvetli olmasından ziyade kendini kontrol etme arzusunun sonucu gibiydi. Sör John, onun geçmişte bazı acı verici olaylar yaşadığını ve hayal kırıklıkları olduğunu ima etmişti ki bu da onun talihsiz bir adam olduğuna dair sezgisini haklı çıkarıyordu; bu yüzden ona saygı ve merhamet duyuyordu.
Elinor’un albaya yakınlık duymasının nedeni Willoughby ve Marianne idi belki de çünkü genç ve heyecanlı değil diye onun tüm meziyetlerini hafife almaya meyilliydiler.
Bir gün onun hakkında konuşurken Willoughby “Brandon sadece hakkında herkesin iyi düşündüğü ve aslında kimsenin umursamadığı türden bir adam. Herkes onunla olmaktan memnundur ama kimse dönüp konuşmuyor.” dedi.
“Ben de öyle düşünüyorum.” diye haykırdı Marianne.
Bunun üzerine Elinor, “Bununla hiç övünmemelisin. İkiniz de haksızlık ediyorsunuz. Park’taki bütün aileler onu önemsiyor; şahsen onu her gördüğümde sohbet etmek için hevesleniyorum.” dedi.
Willoughby, “Senin onu koruyup kollaman elbette ki onun için gayet iyi fakat başkalarının onu önemsemesine gelince, bu başlı başına bir hakaret! Kim Leydi Middleton ve Bayan Jennings gibi kadınlar tarafından takdir edilmenin itibarsızlığını taşımak ister ki başka herkes kayıtsız kalırken?” dedi.
“Fakat siz ve Marianne gibi insanların küçümsemesi, Leydi Middleton ve annesinin saygısını telafi ediyordur belki. Eğer siz onların övgülerini aşağılama olarak görüyorsanız, sizin aşağıladıklarınız da onlar tarafından övgüye layık görülebilirler; sonuçta onlar, sizin ön yargılı ve zalim oluşunuz kadar düşüncesiz değiller.”
“Gözdenizi savunmak için küstahlaşmaktan çekinmiyorsunuz.”
“Sizin tabirinizle ‘gözdem’ aklı başında bir adam ve akıl da beni hep cezbetmiştir. Evet Marianne, otuzlarındaki bir adamda bile. Epeyce görüp geçirmiş; yurt dışına çıkmış, okumuş, sorgulayan bir adam. Birçok konuda bana bir sürü bilgi verebildiğine şahit oldum ve sorularıma her zaman nezaketle ve sevecen bir ilgiyle cevap verdi.”
Marianne küçümseyerek, “Bunu da sırf sana Doğu Hint Adaları’nda havanın sıcak ve sivrisineklerin zararlı olduğunu söyledi diye diyorsun.” dedi.
“Eğer öyle sorular sorsam kesin söylerdi ama ben bunları zaten daha önceden biliyordum.”
Willoughby, “Belki gözlemleri mihracelere, altın rupilere ve tahtırevanlara kadar uzanıyordur.” dedi.
“Şunu söyleyebilirim ki siz ne ölçüde samimiyseniz, o daha ileri derecede deneyimli biri. Ama ondan neden hazzetmiyorsunuz?”
“Ondan hazzetmiyor değilim. Aksine, herkesin hakkında iyi düşündüğü ama kimsenin umursamadığı oldukça saygıdeğer bir adam olduğunu düşünüyorum; harcayabileceğinden daha büyük bir serveti, nasıl geçireceğini bilmediği kadar çok zamanı var ve her yıl iki yeni palto alıyor.”
Marianne söze girdi: “Tüm bunların yanında deha, zevk ve heyecandan yoksun. Parlak bir zekâsı, hislerinde arzu, sesinde tek bir ifade yok.”
“Kusurlarını öyle üstünkörü değerlendiriyor ve kendi hayal gücüne dayanarak karar veriyorsun ki onun için yapabileceğim övgüler senin söylediklerinin karşısında yavan ve etkisiz kalıyor. Onu yalnızca aklı başında, iyi yetişmiş, bilgili, kibar konuşan ve şefkatli bir yüreğe sahip olan biri olarak nitelendirebilirim.”
Willoughby, “Bayan Dashwood, bana insafsızca davranıyorsunuz. Beni ikna etmek için elimi kolumu bağlamaya çalışıyorsunuz. Fakat başaramayacaksınız. Sizin hünerli olduğunuz derecede ben de inatçıyım. Üç sağlam sebepten ötürü Albay Brandon’dan hazzetmiyorum: Ben hava güzel olsun isterken ‘Yağmur yağacak gibi gözüküyor.’ diyerek beni korkuttu; at arabamın yaylarına kusur buldu ve onu, benim kahverengi kısrağımı satın almaya da bir türlü ikna edemedim. Ayrıca, sizin içinizi rahat ettirecekse eğer şunu da itiraf edebilirim ki başka bakımlardan kişiliğinin kusursuz olduğuna inandığımı söyleyebilirim. Biraz canımı acıtacak böyle bir itirafın karşılığında ondan yine eskisi kadar hazzetmeme hakkını benden esirgeyemezsiniz.”

11
Bayan Dashwood ve kızları Devonshire’a geldiklerinde, kısa zamanda onları meşgul edecek birçok şey olacağını veya birçok davete gitmekten ve misafir ağırlamaktan kendilerine vakit ayıramayacaklarını akıllarına hiç getirmemişlerdi; öyle ki önemli işlerine ayıracak çok az zamanları kalıyordu. Ama durum aynen böyleydi. Marianne iyileştiğinde Sör John’un tasarladığı ev içindeki ve dışındaki parti planları uygulamaya konuldu. Park’ta özel balolar düzenlenmeye başlandı, yağmurlu ekim günlerinin el verdiği kadarıyla göl kenarında partiler yapıldı. Willoughby her türlü kutlamada yer alıyordu, partilerin verdiği rahatlık ve samimiyetle Dashwood’larla olan münasebetini ilerletebileceğini, Marianne’in meziyetlerini gözlemleyebileceğini, ona olan ilgisini belli edeceğini ve onun da kendisine olan ilgisinin kesin işaretlerini alacağını umarak davranıyordu.
Elinor’a göre yakınlaşmaları gayet doğaldı. Yalnızca keşke daha az ortalığa dökselerdi, bir iki kez Marianne’e kendine mukayyet olmasını da salık vermişti. Fakat Marianne serbestlik hakikaten bir utanca yol açmayacaksa her türlü mahremiyetten nefret ediyordu; kendi başlarına utanç duyulmayacak hisleri kısıtlamaya çalışmak ona göre oldukça gereksizdi hatta bayağı, sakat fikirlere alçakça köle olmak demekti. Willoughby de aynı şekilde düşünüyordu ve davranışları da fikirlerinin birer yansımasıydı.
Willoughby olunca kızın gözü başka hiçbir şeyi görmüyordu. O ne yapsa doğruydu. Ne söylese zekiceydi. Park’taki akşamlar kâğıt oyunuyla sona eriyorsa delikanlı kendinin ve masadakilerin zararına hile yapar, Marianne’in elinin daha iyi olmasını sağlardı. Eğer gecenin eğlencesi dans etmekse zamanlarının yarısı boyunca eş olurlardı; başkalarıyla dans etmek için ayrılmak zorunda kalırlarsa mümkün olduğunca yakın olmaya ve başkalarıyla konuşmamaya özen gösterirlerdi. Böyle davranmaları çoğu zaman alay konusu olmalarına sebep olsa da alaya alınmak onları utandırmıyor hatta kızdırmıyordu.
Bayan Dashwood onların duygu yoğunluğuna mani olmak istemedi; çünkü onların duygularını samimiyetle değerlendiriyordu. Ona göre genç ve coşkun zihinler bu denli kuvvetli bir sevgiyle birleşince, böyle sonuçlar olması doğaldı.
Marianne’in mutluluk mevsimiydi. Kalbini Willoughby’ye adamıştı; Sussex’ten buraya beraberinde getirdiği Norland düşkünlüğü, yaşadığı yerin Willoughby’nin varlığıyla çekici hâle gelmesiyle sandığından daha çabuk etkisini kaybedecek gibiydi.
Elinor ise o kadar da mutlu sayılmazdı. İçi rahat değildi; onların eğlenceleri çok memnun etmiyordu onu. Geride bıraktığı şeylerin yerini dolduracak veya Norland’ı düşündüğünde teessüre kapılmamasını sağlabilecek biriyle tanışmamıştı hâlâ. Ne Leydi Middleton ne de Bayan Jennings ona özlediği muhabbeti sağlayamıyordu; gerçi Bayan Jennings daima konuşuyordu ve daha en ona konuşmasının büyük bir parçasının muhatabı olmasını sağlayacak bir nezaket göstermişti. Hayat hikâyesini üç dört kez anlatmıştı Elinor’a; eğer Elinor’un hafızası düşünme yeteneği kadar güçlü olsaydı, daha tanışmalarının hemen akabinde, Bayan Jennings’in son hastalığının ayrıntılarını ve kocasının ölüm döşeğindeki son sözlerini öğrenmiş olurdu. Leydi Middleton nispeten daha sessiz bir kadın olduğu için annesine göre daha katlanılabilirdi. Elinor kısa zamanda Leydi Middleton’ın ölçülü duruşunun nedeninin mantığı değil, sakin mizacı olduğunu anlamak için pek az bir gözleme ihtiyaç duydu. Annesi ve kocasına karşı da tıpkı onlara davrandığı gibi davranıyordu; demek ki yakınlık aranmayacak, beklenmeyecekti. Bir gün öncesinden farklı olarak söyleyecek hiçbir şeyi olmazdı. Devamlı can sıkıcıydı çünkü hâletiruhiyesi her zaman aynıydı; kocasının düzenlediği partileri onaylar, her şeyin asil gözükmesi için çabalar, bu sırada en büyük iki çocuğu ona yardım ederdi; yine de evde oturmakla da aynı zevki alıyor gibiydi. Aynı şekilde varlığı, başkalarının eğlencesine bir tat katmıyor, onların sohbetlerine katılmıyordu hatta bazen sadece oğlanlarının yaramazlıklarından bahsederken fark ediyorlardı onu.
Tüm tanıdıklarının arasında Elinor, yalnızca Albay Brandon’ın yeteneklerini takdire şayan buluyor, onun arkadaşlığıyla ilgileniyor ve eşlik etmesinden memnun oluyordu. Willoughby söz konusu bile değildi. Onu beğeniyor ve önemsiyordu, fakat bu -hatta ablaca ilgisi bile- onu etkilemiyordu; en nihayetinde o bir âşıktı, tüm dikkatini Marianne’e yöneltmişti ve çok daha az hoşa giden biri bile etraftakilere daha sevimli gelebilirdi. Albay Brandon ne yazık ki artık Marianne’i bir sevgili olarak düşünemezdi. Elinor ile sohbetleri, Marianne’in kayıtsızlığının en büyük tesellisi olmuştu.
Elinor’un albaya duyduğu merhamet hissi zamanla arttı çünkü aşkın hayal kırıklığına uğramasının nasıl bir acıya yol açabileceğini bildiğinden şüphelenecek bir sebebi vardı. Bu şüphesi bir akşam Park’ta kendilerinden başka herkes dans ederken oturdukları sırada ağzından kaçırdığı birkaç kelimeyle meydana çıktı. Gözlerini Marianne’e dikerek, birkaç dakikalık sessizlikten sonra cılız bir gülümseme ile “Anladığım kadarıyla kız kardeşiniz ikinci ilişkileri onaylamıyor.” dedi.
“Evet.” diye cevap verdi Elinor, “Bütün düşüncelerine duygusallık hâkimdir.”
“Veya bence, ikinci ilişkilerin imkânsız olduğuna inanıyor.”
“Galiba öyle. Fakat iki kez evlenmiş biri olan babasının karakterini aklına getirmeden bunu nasıl başarıyor anlamış değilim. Eminim birkaç yıl içinde mantığı ve gözlemleriyle makul fikirler edinecektir; ancak o zaman fikirlerini tanımlamak ve mazur göstermek daha kolay olacaktır; tabii kendisi dışında herhangi birisi için.”
“Muhtemelen öyle olacaktır.” dedi Albay Brandon, “Yine de gençliğinin verdiği bu ön yargılar öyle içten ki daha genel yargıları otururken bunların yok olacağını bilmek ne acı.”
Elinor, “Size katılmıyorum.” dedi, “Marianne’in sahip olduğu tarzda duygular, bazı rahatsızlıklara yol açıyor ve dünyadaki hiçbir heves ve cehalet büyüsü bu rahatsızlıkları gideremez. Ne yazık ki onun adap sınırlarının dışına çıkmak gibi kötü bir eğilimi var; hayatı daha iyi tanıması belki de onun en büyük şansı olacaktır.”
Albay biraz duraksadıktan sonra devam etti: “Kardeşiniz ikinci ilişkiye hiçbir ayrım yapmaksızın karşı mı? Bunu herkes için bir suç olarak mı görüyor? İlk tercihlerinde karşıdakinin sadık olmamasından veya olumsuz koşullardan dolayı hayal kırıklığına uğrayan kişiler hayatlarının geri kalanı boyunca hiçbir şey yapmadan mı yaşasınlar?”
“Ah Tanrı’m, onun ilkelerini derinlemesine bilmiyorum. Sadece şimdiye kadar hiçbir ikinci ilişkiyi onayladığını duymadım.”
“Bu böyle süremez. Bu hisler değişir, tamamen değişir hem de. Yo yo, bunu arzu etmeyin; genç bir zihnin duygusal incelikleri terk edilmek zorunda kalınırsa onların yerini çoğunlukla sıradan ve oldukça tehlikeli fikirler alır. Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum. Bir zamanlar tıpkı kız kardeşiniz gibi düşünen ve davranan bir hanım tanımıştım; onun düşüncelerine sahipti ve onun gibi karar verirdi. Ancak birtakım mecburi değişikliklerden dolayı yaşanan bir dizi talihsiz olay…” Burada haddinden fazla konuştuğunu fark etmiş gibi ansızın durdu ve yüz ifadesiyle Elinor’un aklına başka türlü gelemeyecek olan düşüncelere dalmasına yol açtı. Söz konusu edilen hanım, şüpheye yol açmadan, muhtemelen üzerinde durulmayarak ismi zikredilip geçilecekti eğer Albay Brandon, Elinor’u o hanımı üzen şeylerin ağzından kaçmaması gerektiğine inandırmış olmasaydı. Elinor’un, Albay Brandon’ın duygularını geçmişte kalan bir yakın ilişkinin güzel hatıralarıyla birleştirmek için biraz hayal etmesi yeterli oldu. Elinor daha fazla üstelemedi. Fakat Marianne olsa bu kadarıyla bırakmazdı. Marianne’in güçlü hayal gücü sayesinde tüm hikâye büyük bir hüzünle baştan yazılırdı ve her şey feci bir aşkın en kederli akışı içinde ele alınırdı.

12
Ertesi sabah Marianne ve Elinor yürüyüş yaparlarken Marianne ablasına, kendisinin düşüncesizliğini ve dikkatsizliğini bilmesine rağmen artık her iki noktada da aşırıya kaçmasının bir örneği olması hasebiyle onu hayrete düşüren ufak bir haber verdi. Marianne büyük bir zevkle Willoughby’nin ona bir at verdiğini söyledi; Somersetshire’da kendi yetiştirdiği ve özellikle bir hanımı taşıyacağı hesap edilmiş bir attı bu. Annesinin bir ata bakmayı hiç düşünmediğini fakat hediye olduğu için bu fikrini değiştirecek bile olsa atı sürsün diye bir uşak tutması, bu uşak için de ayrı bir at edinmesi, nihayet at için bir ahır yaptırması gerekeceğini düşünmeden bu armağanı kabul etmişti ve şimdi de büyük bir heyecanla ablasına anlatıyordu.
“Seyisini derhâl Somersetshire’a göndermeyi düşünüyor. Gelir gelmez her gün at bineceğiz. Sen de binersin. Düşünsene Elinor’cuğum, bu tepelerde gezmek nasıl da zevkli olur.”
Onu bu hayal dünyasından uyandırıp durumun sevimsiz yanlarını ortaya koymak istemiyordu; bunun için bir süre bu düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Yeni bir uşağın masrafları çok fazla olmayacaktı, annesi buna elbette karşı çıkmayacaktı, uşak için herhangi bir at temin edilebilirdi, Park’tan her zaman bir at bulunabilirdi, ahıra gelince sade bir baraka bile iş görürdü.
Elinor daha sonra bu denli az veya hiç olmazsa o kadar kısa zamandır tanıdığı bir adamdan böyle büyük bir armağan kabul etmesinin doğru olup olmayacağını sorgulamayı denedi. Bu çok fazlaydı.
“Yanılıyorsun Elinor.” dedi Marianne sıcak bir sesle, “Willoughby’yi sandığın kadar az tanımıyorum. Uzun zamandır tanımadığım doğru fakat sen ve annem dışında hiç kimseyi bu kadar iyi tanımıyorum. Bu samimiyet, zaman veya fırsatlarımızla doğmadı; yaradılış meselesi… Bazısını tanımak için yedi yıl yetmez ama yedi günde iyice tanıyabildiğin insanlar da olabilir. Erkek kardeşimizden gelecek böyle büyük bir armağanı kabul etme konusunda suçluluk duyabilirim ama Willoughby’den değil. Yıllarca beraber yaşadık fakat John’u çok az tanırım; Willoughby hakkındaki kanaatim ise çoktandır oluştu.”
Elinor konuyu daha fazla irdelememenin daha akıllıca olacağı kanaatine vardı. Kardeşinin huyunu bilirdi. Böyle hassas bir konuda karşı çıkmak onu sadece kendi fikrine daha da bağlardı. Ne var ki onun annesine olan sevgisini kullanıp, evin genişlemesine müsaade ederse -ki muhtemelen edecekti- o fedakâr kadının karşılaşacağı zorluklardan bahsedince Marianne kısa sürede boyun eğdi; annesine bu tekliften söz ederek onu böyle yersiz bir iyilik yapmaya zorlamamaya ve Willoughby’ye ilk fırsatta armağanı reddetmek zorunda olduğunu söylemeye söz verdi.
Sözüne sadık kaldı. Ertesi gün Willoughby kır evine geldiği zaman Elinor, Marianne’in kısık sesle bu armağanı reddetmek zorunda olduğu için ne kadar üzgün olduğunu söylediğini duydu. Sebeplerini öyle bir sıralıyordu ki Willoughby’nin de daha fazla ısrar etmesine yer bırakmıyordu. Bununla beraber Willoughby gerçekten üzülmüştü; bunu tüm samimiyetiyle ifade ettikten sonra kısık sesle ekledi: “Marianne, şimdi kullanamasan da at senindir. Alabilene kadar senin için muhafaza edeceğim. Kendi düzenini kurmak için Barton’dan taşındığında Queen Mab seni bekliyor olacak.”
Elinor bunların hepsine kulak misafiri oldu, delikanlının tüm cümlelerinde, kelimeleri telaffuz edişinde, kız kardeşine ilk ismiyle hitap edişinde yakınlıklarının iyice ilerlediğine, aralarında mükemmel bir birliktelik oluştuğuna işaret eden oldukça dolaysız bir mana gördü. O andan itibaren birbirlerine ait olduklarından emin oldu ve bu inanç böylesine içten karakterli kişilerce onun veya dostlarının durumu tesadüfen keşfetmeye bırakılmış olmaları dışında hiçbir şaşkınlık yaratmadı.
Margaret ertesi gün bu konuyu daha berrak bir ışık altında gösteren bir şey anlattı. Willoughby bir önceki geceyi onlarla birlikte geçirmişti; bir ara Margaret, oturma odasında Marianne ve Willoughby ile yalnız kaldığında sonradan çok heyecanlı bir yüzle hemen ablasına anlattığı gözlemlerde bulunma fırsatı edinmişti.
“Ah Elinor! Marianne ile ilgili sana söylemem gereken bir şey var. Kesinlikle, çok yakında Bay Willoughby ile evlenecek.”
“High Church yamacında ilk karşılaştıkları o günden beri bunu söyleyip duruyorsun; üstelik sadece bir haftadır tanışıyorlarken Marianne’in boynunda Willoughby’nin resmini taşıdığından da emindin. Ama sadece büyük amcamızın minyatürü çıkmıştı.”
“Ama bu sefer gerçekten başka. Yakında kesin evlenecekler çünkü Marianne’in bir tutam saçı var onda.”
“Dikkatli ol Margaret! O da kendi büyük amcasının saçı olmasın.”
“Hayır Elinor, Marianne’in saçı. Çünkü onu saçı keserken gördüm, eminim. Dün akşam çaydan sonra siz annemle odadan çıkınca fısıldaşmaya, hızlı hızlı konuşmaya başladılar; Marianne’den bir şey istiyor gibiydi, sonra makas çıkardı, uzun bir lüle kesti, saçları sırtından aşağı dökülüyordu, ardından tutamı öptü ve beyaz bir kâğıda sarıp not defterinin arasına koydu.”
Böylesine bir kesinlikle anlatılanların ışığında Elinor’un inanmaktan başka çaresi kalmadı; zaten inanmayacak gibi de değildi çünkü durum kendi duyup gördükleriyle tamamen uyuşuyordu.
Margaret’ın açıkgözlülüğü her zaman böyle ablasının takdirini kazanacak şekilde ortaya çıkmıyordu. Bir akşam Bayan Jennings, Elinor’un hoşlandığı ve uzun bir süredir merak ettiği adamın ismini öğrenmek için Park’ta onu sıkıştırınca Margaret, Elinor’a dönerek “Söylememeliyim değil mi Elinor?” demişti.
Bu tabii ki herkesi güldürdü; Elinor da zar zor gülmeye çalıştı. Fakat ızdırap veren bir çabaydı. Margaret’ın adını gizleyemeyeceği belli bir kişi üstünde sabitlendiğini düşünüyordu; onu da Bayan Jennings diline pelesenk ederdi artık.
Marianne onun için samimiyetle üzülmüştü fakat kıpkırmızı kesilip hiddetle Margaret’ı paylayınca işleri daha beter bir duruma soktu.
“Unutma ki ne uydurursan uydur onu dile getirmeye hakkın yok!”
Bunun üzerine Margaret, “Ben uydurmadım. Bana sen kendin söyledin.” dedi.
Bu cevap herkesin neşesini iyice arttırdı ve Margaret’ı daha fazlasını duymak için sıkıştırmaya başladılar.
“Ah lütfen Bayan Margaret! Söyleyin de bilelim. Kimmiş bu beyefendi?” dedi Bayan Jennings.
“Söylememeliyim hanımefendi. Fakat kim olduğunu ve nerede yaşadığını gayet iyi biliyorum.”
“Ah evet! Nerede yaşadığını tahmin edebiliyorum; kesin Norland’dadır. Bölge yetkililerindendir herhâlde.”
“Hayır, değil. Bir işte çalışmıyor hatta.”
Marianne tüm sevecenliğiyle, “Margaret, bunlar tamamen senin hayal ürünün. Öyle birinin yaşamadığını biliyorsun değil mi?” dedi.
“O hâlde yeni ölmüştür Marianne çünkü önceden böyle bir adamın olduğuna eminim hatta isminin baş harfi de ‘F’ idi.”
Tam bu sırada Leydi Middleton araya girerek “Bugün de ne kadar çok yağdı!” deyince Elinor, müdahalenin kendisine gösterilen bir hassasiyetten çok Leydi Leydi Middleton’ın, kocasıyla annesinin çok eğlendiği bu tür bayağı muhabbetlerden hiç hazzetmeyişi yüzünden olduğunu bildiği hâlde, ona minnettar kaldı. Yağmur konusunu o başlattıysa bile diğer insanların hislerine daima özen gösteren Albay Brandon hemen devam ettirdi; ikisi de yağmur üzerine bol bol yorumlar yaptılar. Willoughby piyanoyu açıp Marianne’den oturmasını rica etti; böylece değişik insanların türlü türlü girişimleriyle konu kapandı. Elinor ise kapıldığı korkuyu kolay kolay üzerinden atamadı.
O akşam, Barton’a yirmi kilometre uzaklıktaki, Albay Brandon’ın o sırada yurt dışında olan eniştesine ait ve onun talimatına göre Albay Brandon olmadan gezilemeyecek çok hoş bir yeri ertesi gün ziyaret etmek üzere bir grup kuruldu. Arazinin oldukça güzel olduğu söyleniyordu, orayı öve öve bitiremeyen Sör John’un yargıları yerinde sayılabilirdi çünkü orayı ziyaret etmek için her yaz en az iki defa gruplar oluşturuluyordu. Arazide harika bir göl vardı; sabah eğlencelerinin büyük bir bölümünü yelken gezisi kapsayacaktı; yanlarına soğuk yiyecekler alacaklardı; yalnızca üstü açık arabalar kullanılacaktı ve her şey keyif ehli insanların olağan düzenince yapılacaktı.
Yılın o zamanında -son on beş gündür yağan yağmur da düşünülünce- gezi, gruptan bazılarınca bir cesaret işi olarak görülmüştü. Elinor zaten soğuk algınlığı olan Bayan Dashwood’u evde kalması için ikna etmişti.

13
Whitwell gezisi Elinor’un umduğundan çok farklı oldu. Islanmaya, yorulmaya ve korkmaya hazırlamıştı kendini fakat ondan da kötüsü geldi başına; hiç gidemediler.
Saat on civarında herkes Park’ta toplanmıştı; kahvaltıyı da orada edeceklerdi. Tüm gece yağmur yağdıysa da sabah hava iyiydi; bulutlar dağılıyor, gün ışığı sık sık kendini gösteriyordu. Herkesin keyfi yerindeydi. Şakalar yapıyor, eğlenmeye çalışıyorlardı ve başka ihtimallerdense herkes çıkacak en büyük aksiliklere ve sıkıntılara katlanmaya razıydı.
Kahvaltı sırasında mektuplar geldi. Bir tanesi Albay Brandon içindi. Mektubu aldı, inceledi, keyfi kaçtı ve hemen odadan çıktı.
“Brandon’a ne oldu?” diye sordu Sör John.
Kimse cevaplayamadı.
Leydi Middleton, “Umarım kötü haber değildir.” dedi, “Albay Brandon’ı kahvaltı masamdan böyle aniden kaldırabildiğine göre olağan dışı bir şey olmalı.”
Birkaç dakika sonra Albay Brandon geri döndü.
İçeri girer girmez Bayan Jennings, “Kötü haber değildir umarım albay.” dedi.
“Kesinlikle değil hanımefendi. Teşekkür ederim.”
“Avignon’dan mı gelmiş? Kardeşin fenalaşmamıştır umarım.”
“Hayır hanımefendi. Şehirden gelmiş. Tamamen işle alakalı bir mevzu.”
“Yalnızca işse neden o kadar telaşlandınız o zaman? Hadi ama Albay bizi kandıramazsınız, doğrusunu anlatın.”
“Anneciğim, ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun.” dedi Leydi Middleton.
Kızına aldırmadan devam etti Bayan Jennings, “Belki de kuzenin Fanny evlendiği yazıyordu ha?”
“Hayır, yazmıyordu.”
“O zaman anladım kimden olduğunu albay. Umarım iyidir.”
Albay hafifçe kızararak, “Kimi kastediyorsunuz hanımefendi?” dedi.
“Ah, sen biliyorsun kimi kastettiğimi…”
Leydi Middleton’a dönerek, “Çok üzgünüm hanımefendi. Bu mektubu bugün almam şanssızlık; iş dolayısıyla acilen şehirde bulunmam gerekiyor.” dedi Albay Brandon.
Bayan Jennings, “Şehirde mi?” dedi, “Yılın bu zamanı şehirde ne işiniz olabilir ki?”
“Böylesine güzel bir gruptan ayrılmak zorunda olduğum için çok şanssızım.” dedi Albay Brandon, “Fakat asıl endişem, ben olmazsam Whitwell’e giremeyecek olmanız.”
Hepsi için ne kadar da büyük bir talihsizlikti.
Marianne hevesle, “Kâhyaya bir not yazmanız yeterli olmaz mı Bay Brandon?” diye sordu.
Albay Brandon başını salladı.
Sör John, “Gitmeliyiz.” dedi, “Bu kadar hazırlandıktan sonra vazgeçmek olmaz!.. Yarına kadar şehre gidemezsin Brandon, o kadar!..”
“Keşke o kadar kolay olsa… Gidişimi bir gün bile erteleyemem.”
Bayan Jennings, “İşinin ne olduğunu söylesen, erteleyip erteleyemeyeceğini anlarız belki.” dedi.
Willoughby, “Seyahatinizi biz dönene kadar erteleseniz…” dedi, “Altı saatten fazla gecikmezsiniz.”
“Bir saat bile kaybedemem.”
Elinor o sırada, Willoughby’nin kısık sesle Marianne’e “Keyifli bir topluluğa tahammül edemeyen insanlar var. Brandon onlardan biri. Kesin üşütmekten korkuyor ve bu işten sıyrılmak için numara yapıyor. Elli gineye iddiaya girerim mektubu bile kendisi yazmıştır.” dediğini duydu.
Marianne, “Bence de kesin öyle.” diye cevap verdi.
Sör John, “Seni fikrini değiştirmen için ikna etmenin yolu yoktur Brandon, seni bilirim.” dedi, “Yeter ki bir şeye karar ver. Yine de umarım bir kez daha düşünürsün. Bak sırf Whitwell’e gitmek için Newton’dan iki bayan Carey geldi. Kır evlerinden buraya kadar üç bayan Dashwood yürüdü. Bay Willoughby normalden iki saat erken kalktı.”
Albay Brandon herkesi hayal kırıklığına uğrattığı için tekrar tekrar özür diledi ancak elinden başka bir şey gelmediğini de ekledi.
“Peki ne zaman geri döneceksiniz?”
Umarım şehirden ayrılır ayrılmaz “sizi Barton’da görebiliriz; siz dönene kadar Whitwell gezisini erteleriz.” dedi Leydi Middleton.
“Çok naziksiniz. Ama durum öyle muallakta ki ne zaman geri dönebilirim bilmiyorum; o yüzden söz vermeye cesaret edemem.”
Sör John, “Gelecektir tabii!” diye haykırdı, “Hafta sonuna kadar dönmezse peşinden giderim.”
Bayan Jennings, “Ay lütfen gidin Sör John!” dedi, “Belki o zaman ne işi varmış onu da öğrenirsiniz.”
“Başkalarının işine burnumu sokmak istemem. Belli ki çekindiği bir şeyler var.”
Albayın atlarının hazır olduğu söylendi.
Sör John, “Şehre at sırtında gitmeyeceksiniz, değil mi?”
“Hayır sadece Honiton’a kadar. Oradan arabayla gideceğim.”
“Madem gitmeye kararlısınız, iyi yolculuklar diliyorum. Ama keşke fikrinizi değiştirseniz…”
“Elimden bir şey gelmez.”
Sonra herkesle vedalaştı.
“Bayan Dashwood, sizi ve kız kardeşlerinizi bu kış şehirde görebilecek miyim acaba?”
“Hiç sanmıyorum.”
“O zaman size hiç istemediğim kadar uzun bir süre için veda etmeliyim.”
Marianne’e sadece eğilerek selam verdi ve tek laf etmedi.
Bayan Jennings, “Hadi albay, gitmeden ne işin olduğunu söyle bari…” dedi.
Albay ona iyi sabahlar dileyerek Sör John ile birlikte odadan çıktı.
Kibarlıktan o zamana kadar içlerinde tuttukları yakınmaları ve feryatları artık ortaya döküyorlardı; hepsi de böyle yüzüstü bırakılmanın ne kadar sinir bozucu olduğu üzerinde tekrar tekrar fikir birliğine vardılar.
Bayan Jennings neşe içinde “Ben ne işi olduğunu tahmin edebiliyorum, ama…” dedi.
Neredeyse herkes, “Gerçekten mi?” dedi.
“Elbette. Kesin Bayan Williams ile alakalı.”
Marianne, “Bayan Williams kim?” diye sordu.
“Ne? Bayan Williams’dan haberin yok mu senin? Eminim daha önce duymuşsundur. Albayın akrabası; hem de çok yakın bir akrabası. Siz genç hanımları ürkütmekten korktuğumuz için ne kadar yakın olduğunu söylemeyeceğim.” dedi ve fısıldayarak ekledi: “Gayrimeşru kızı.”
“Sahi mi?!”
“Ah, tabii ki! Hatta hık demiş burnundan düşmüş. Albay tüm servetini ona bırakacak bence.”
Leydi Middleton’ın zarafet duygusu yara almıştı; gayrimeşru kız konusunu kapatmak için şahsen havalar hakkında bir iki söz etme zahmetine girdi.
Sör John döndüğünde o da yaşanan talihsizliğin herkeste yol açtığı üzüntüye bütün kalbiyle katıldığını belirtti; yine de burada hep beraber toplandıklarına göre eğlenmek için bir şeyler yapmaları gerektiğini söyleyerek sözlerini bitirdi; biraz fikir teatisinden sonra, eğlencenin tadına yalnızca Whitwell’de varılabilecektiyse de en azından kırda bir araba turu atarak da gönüllerine göre bir şey yapabileceklerine karar verdiler. Bunun üzerine araçlar hazırlandı; ilk önce Willoughby’ninki geldi, Marianne arabaya bindiğinde hiç olmadığı kadar mutlu gözüküyordu. Willoughby Park boyunca oldukça süratli kullandı ve kısa zamanda gözden kayboldular; geriye herkesten önce döndüler ve o zamana kadar da kimse nerede olduklarını görmedi. Gezintiden ikisi de mutlu olmuşa benziyordu fakat diğerleri tepelerde dolaşırken, onlar yalnızca patikalarda dolaştıklarından bahsettiler; daha fazla bir şey paylaşmadılar.
Akşam dans gecesi düzenlemeye karar verdiler; herkes gün boyunca çok eğlenmeliydi. Carey ailesinden birkaç kişi daha akşam yemeğine katıldı ve masaya yaklaşık on iki kişinin oturmasının tadını çıkardılar; Sör John memnun gözlerle izledi masayı. Willoughby her zamanki gibi iki Dashwood kızının arasına oturmuştu. Bayan Jennings, Elinor’un sağ tarafında oturdu. Çok geçmeden Elinor ve Willoughby’nin arkasından eğilerek onların da duyabileceği kadar yüksek bir sesle Marianne’e “Çok uğraştınız ama buldum sizi. Sabah nerede olduğunuzu biliyorum.” dedi.
Marianne kızardı. Aceleyle, “Neredeymişiz acaba?” dedi.
Willoughby, “Bilmiyor muydunuz?” dedi, “Arabamla uzaklaşmıştık.”
“Elbette Bay Arsız, o kadarını çok iyi biliyorum fakat sizin nereye gittiğinizi bulmaya kararlıydım. Umarım evinizi sevmişsinizdir Bayan Marianne. Çok büyük bir ev; sizi ziyarete geldiğimde yeni eşyalarla döşemiş olursunuz umarım; altı yıl önce oraya gittiğimde öyle bir şeye ihtiyacı vardı çünkü.”
Marianne büyük bir utangaçlıkla… başını başka yöne çevirdi. Bayan Jennings içten bir kahkaha attı; Elinor onların ne yaptığını öğrenmeyi kafasına koyunca, hizmetkârlardan birini Willoughby’nin seyisiyle konuşturtmuştu; böylece Allenham’a gittiklerini, bahçede yürüyüş yaptıklarını, evin her tarafını gezerek bir hayli vakit geçirdiklerini öğrenmişti.
Elinor buna inanamıyordu; Willoughby’nin böyle bir şeyi teklif etmesi ve Marianne’in hiç tanımadığı Bayan Smith içerideyken oraya gitmeyi kabul etmesi pek muhtemel gelmiyordu.
Yemek odasından çıkar çıkmaz Elinor, ona bunların doğru olup olmadığını sordu ve Bayan Jennings’in lafını ettiği her şeyin doğru olduğunu öğrenince oldukça şaşırdı. Marianne bundan şüphe ettiği için ona çok kızdı.
“Neden oraya gitmediğimizi ve evi gezmediğimizi düşünesin ki Elinor? Bu senin de pek çok kez yapmayı istediğin bir şey değil mi?”
“Elbette Marianne. Fakat Bayan Smith oradayken gitmezdim; hele de Willoughby ile yalnızken…”
“Willoughby o evi gezdirebilecek tek kişi; üstü açık bir arabayla gittiğimiz için de başkasını alamazdık yanımıza. Hayatımın en güzel sabahlarından biriydi.”
“Bir şeyin güzel olması her zaman münasip olduğunun kanıtı olamaz ama…” diye cevap verdi Elinor.
“Aksine, bence en iyi kanıtı odur Elinor; yaptığım şeyde en ufak bir yanlışlık olsaydı, o zaman bunu hissederdim çünkü ne zaman yanlış şeyler yaptığımı bilirim, öyle olsaydı hiç zevk alamazdım.”
“Sevgili Marianne, şimdiden küstah tepkiler vermene yol açtığı hâlde, davranışının doğruluğun şüphe etmiyor musun hâlâ?”
“Eğer davranışımızın uygunsuz olduğunu Bayan Jennings’in söylediklerinden çıkarıyorsan, o zaman hepimizin her anı yanlışlarla dolu demektir. Onun tavsiyelerine de eleştirilerine de değer vermiyorum. Willoughby ile Bayan Smith’in arazisinde dolaşmakla veya evini gezmekle herhangi bir yanlış yaptığımı düşünmüyorum. Bir gün hepsi Willoughby’nin olacak ve…”
“Ve de senin olacaksa Marianne, bu bile yaptığının doğru olduğunu göstermez.”
Marianne bunu duyunca kızardı fakat yine de açıkça mutlu oldu; on dakika durup düşündükten sonra kardeşinin yanına gelip büyük bir neşe ile “Allenham’a gitmek yanlıştı belki Elinor fakat Bay Willoughby özellikle orayı göstermek istedi; seni temin ederim çok da güzel bir ev. Üst katta oldukça güzel bir oturma odası var; günlük kullanılabilecek kadar geniş ve modern mobilyalarla döşenirse güzel olacaktır. Köşe odası; iki duvarda da pencereleri var. Birinden evin ardı boyunca uzanan muhteşem korunun, diğerinden ise kilise ve köyün hatta onların da ardında uzanan, her zaman hayranlıkla izlediğimiz o tepelerin de manzarasını izleyebiliyorsun. Pek aklıma yatmadı ama -zira hiçbir şey o mobilyadan daha sıkıcı olamaz- şöyle bir dayanıp döşense Willoughby’nin söylediğine göre birkaç yüz pound harcayıp, İngiltere’nin en güzel yazlık odalarından biri hâline getirebilirmişiz.” dedi.
Başkaları araya girmeseydi eğer Elinor onun evin her odasını tek tek aynı haz ile tarif etmesini dinleyecekti.

14
Tüm tanıdıklarının gelip gidenleriyle canlı bir şekilde ilgilenen herkeste olması gerektiği gibi tam bir meraklı olan Bayan Jennings’in iki üç gün boyunca zihnini meşgul eden, merakını celbeden bir şey vardı: Albay Brandon’ın aniden Park’taki ziyaretini sonlandırması ve bunun sebebini gizleme konusundaki kararlılığı. Sürekli sebebin ne olabileceğini merak etti; kötü bir haber olduğu belliydi; o zaman başına gelebilecek her türlü belayı düşünmeye çalıştı, hem de işini şansa bırakmayacak bir kararlılıkla.
“Çok hazin bir şey olmalı. Yüzünden belliydi. Zavallı adam! Vaziyeti kötü olabilir. Delaford’daki mülkü yılda iki binden fazla getirmiyor, kardeşi de her şeyi karıştırdı. Parayla alakalı bir mevzu yüzünden gitmiş olmalı. Başka ne olabilir ki? Öyle mi acaba? Hakikati öğrenmek için her şeyi verirdim. Belki de Bayan Williams’la alakalıdır hatta bence kesin öyle, çünkü ondan bahsettiğimde çok utandı. Şehirde hastalanmıştır belki; büyük ihtimalle öyledir, hep hasta gibiydi zaten. Bayan Williams ile ilgili olduğuna bahse girerim. Albay, şu anda parayı dert etmiyordur çünkü çok akıllı ve dikkatli bir adam, mülkü de şimdiye dek çoktan hâle yola koymuştur. Ne olabilir acaba? Belki kız kardeşinin durumu iyi değildir, Avignon’a çağırmıştır. Yoksa alelacele niye çıksın ki? Derdi her neyse yakında çözülmesini ve kendine iyi bir eş bulmasını diliyorum tüm kalbimle.”
Bunları merak etti ve bu sözler ağzından döküldü Bayan Jennings’in, aklına gelen her yeni ihtimalle fikri değişiyordu ve her ihtimal eşit derecede muhtemel görünüyordu ona. Elinor, içtenlikle Albay Brandon’ın iyiliğini istiyordu fakat onun aniden gidişine Bayan Jennings kadar çok merak duymamıştı; bu kadar çok şaşıracak veya çeşitli ihtimaller düşünmeyi gerektirecek bir mesele olmadığını düşünüyor, merakını ise başka bir şey çekiyordu. Marianne ve Willoughby’nin bu hususta fazlasıyla sessiz kalmalarına takılmıştı; oysa onların çok ilgileneceklerini sanıyordu. Bu sessizlik devam ettikçe durum -bunun her ikisinin mizacına aykırı olduğu hesaba katılırsa- gün geçtikçe daha da tuhaflaşmaya başladı. Elinor birbirlerine olan her günkü davranışlarına bakılırsa oldu denen şeyi neden hâlâ annesine ve kendisine açıklamadıklarını anlayamıyordu.
Evliliği hemen gerçekleştirmeyeceklerini kolayca anlayabilirdi; Willoughby bağımsız olabilirdi fakat zengin olduğuna inanmak için elde bir sebep bulunmuyordu. Sör John mülkünün yıllık altı yedi yüz pound getirdiğini söylemişti fakat Willoughby böyle bir gelirin karşılayamayacağı bir yaşam sürüyordu ve sık sık da yoksulluğundan dem vuruyordu. Fakat sözlenmeleri ile alakalı, aslında hiçbir şeyin üstünü örtmeyen bu tür bir gizliliği sürdürmeleri hayli tuhaftı; üstelik onların fikirlerine ve davranışlarına da o kadar aykırıydı ki Elinor’un zihninde bazen gerçekten sözlendiklerine dair bir şüphe uyanıyordu ve bu şüphe de onu, Marianne’e bunu sormaktan alıkoyuyordu.
Willoughby’nin hâli tavrı, birbirlerine bağlılıklarının en güzel göstergesiydi. Marianne’e bir âşığın yüreğinden gelen en seçkin inceliği gösteriyor, ailenin diğer fertlerine ise bir oğlun, bir ağabeyin sıcak sevgisiyle yaklaşıyordu. Kır evini kendi evi gibi görüyor ve seviyor gibiydi; Allenham’dan daha fazla vakit geçiriyordu burada; eğer Park’ta hep beraber buluşulmayacaksa sabah egzersizleri hep burada son buluyordu ve günün geri kalanını ise Marianne’in yanında, en sevdiği puanterinin de Marianne’in ayaklarının dibinde geçireceği neredeyse kesindi.
Albay Brandon’ın gidişinden bir hafta sonra, bir akşam etrafındaki her şeye sıra dışı bir şekilde daha da bağlanmaya hazır gibiydi; Bayan Dashwood baharda kır evinde değişiklikler yapacağını söyleyince samimi bir tavırla, çok sevdiği için kendisine güzel gelen bu yerde yapılacak her türlü değişime karşı çıktı.
“Ne!” diye bağırdı. “Kır evinde tadilat yapmak mı? Hayır. Buna kesinlikle müsaade edemem! Eğer görüşümü önemsiyorsanız, bu duvarlara tek bir taş eklenmemeli, tek bir karış büyütülmemeli derim.”
“Sakin olun. Öyle şeyler yapılmayacaktır. Annem hiçbir zaman bunu karşılayamaz.” dedi Bayan Dashwood.
“Çok memnunum. Parasını daha iyi şeyler için kullanmayacaksa varsın hep fakir olsun.”
“Teşekkürler Willoughby. Rahat ol. Nasıl bir tadilat olursa olsun, senin veya sevdiğim hiç kimsenin kalbini kırmaya değmez. Baharda hesaplarımı düzenledikten sonra ne kadar para kalırsa kalsın seni kıracak bir şey yapmaktansa harcamadan öylece tutarım, bana güven. Fakat burayı gerçekten de kusurlarını göremeyecek kadar çok mu seviyorsun?”
“O kadar çok. Bence burası kusursuz. Hatta mutlu olunabilecek tek bina bu bence; yeterince zengin olsam Combe’u yıktırır, yerine bu kır evinin aynısını yaptırırım.”
“Karanlık, dar merdivenleri ve dumana boğulan bir mutfakla birlikte yani....” dedi Elinor.
Yine aynı hevesle “Evet!” diye haykırdı Willoughby, “Ona ait her şeyle birlikte; bütün konforu ve konforsuzluğuyla her şey aynı kalmalı. Anca o zaman, böyle bir çatı altında Barton’da olduğum kadar mutlu olabilirim Combe’da.”
Elinor, “İnanıyorum ki daha güzel odalar ve daha geniş merdivenlere sahip olmak zorunda kalsanız bile, kendi evinizi en az burası kadar kusursuz görecek olmanızdan gurur duyarım.” dedi.
“Çok seveceğim yerler elbette olacaktır. Orayı değerli görmeme sebep olan bazı durumlar var fakat bu evin kalbimde hep ayrı bir yeri olacak.”
Bayan Dashwood, Marianne’e memnuniyetle baktı. Marianne ise dolu dolu gözlerini dikmiş Willoughby’yi izliyor, söylediklerini çok iyi anladığını açıkça ortaya koyuyordu.
Willoughby devam etti: “Allenham’dayken, geçen yıl boyunca bu kır evinde birilerinin yaşamasını ne kadar da çok istemiştim. Yanından geçerken hep konumuna hayranlık duyar ve içinde kimse yaşamıyor diye müteessir olurdum. Buraya gelir gelmez Bayan Smith’den duyacağım ilk haberin kır evinin tutulduğu olacağını nereden bilebilirdim! Öğrendiğimde hem memnun olmuştum hem de olay ilgimi çekmişti, sanki burada bulacağım mutluluğu önceden hissetmiş gibiydim.” Daha kısık sesle “Değil mi Marianne?” dedi ve sonra eski ses tonuyla devam etti: “Ve siz de bu evi mahvetmekten bahsediyorsunuz Bayan Dashwood! Yenilikler hayal ederek bile sadeliğini yok ediyorsunuz. Sizinle tanıştığımız, o zamandan beri güzel vakitler geçirdiğimiz bu oturma odasını, sıradan bir hole çevireceksiniz ve herkes buradan geçip gitmek isteyecek; hâlbuki bu oda dünyadaki en geniş daireden daha sahici bir konfor ve barınak sunuyor.
Bayan Dashwood bir kez daha hiçbir değişiklik yapılmayacağına dair onu rahatlatmaya çalıştı.
“Siz iyi bir kadınsınız.” diye cevap verdi Willoughby, “Sözünüz beni rahatlatıyor. Daha fazla konuda sözünüzü alabilirsem mutlu olacağım. Sadece evinizin değil aynı zamanda sizin ve kızlarınızın da hep aynı kalacağını düşünmek, ayrıca beni daima size ait her şeyi benim için özel kılan nezaketinizle karşılayacağınız düşünmek isterim.”
Söz hemen verildi ve Willoughby bütün akşam sevgi ve mutlulukla doldu taştı.
Willoughby giderken Bayan Dashwood, “Yarın akşam yemeğinde görüşebilir miyiz?” diye sordu. “Yarın sabah Leydi Middleton’a uğramak için Park’a yürüyeceğiz; bu yüzden sabah gelmeniz ricasında bulunmuyorum.”
Saat dörtte buluşmak üzere anlaştılar.

15
Ertesi gün Bayan Dashwood, iki kızıyla birlikte Leydi Middleton’ı ziyaret etti ama Marianne bir bahane uydurup gitmek istemedi; önceki gece Willoughby’nin gitmeden önce onlar evde yokken buluşma sözü verdiği sonucunu çıkaran annesi bu yüzden Marianne’in evde kalmasından oldukça memnun oldu.
Eve döndüklerinde Willoughby’nin at arabası ve hizmetkârı kapının önündeydi; Bayan Dashwood düşüncesinde pek haklı olduğunu gördü. Şimdiye dek bu kadarını öngörmüştü fakat eve girdiğinde karşılaşacağı manzarayı hiçbir şekilde tahmin edemezdi. Daha holdeydiler ki içeriye girerlerken Marianne bir hışımla oturma odasından seğirtiyordu, mendili gözlerindeydi, gözü hiçbir şeyi görmez bir hâlde üst kata çıktı. Şaşkın ve korkmuş bir hâlde Marianne’in çıktığı odaya gittiler ve orada sadece Willoughby’yi buldular; sırtı dönük bir şekilde şöminenin rafına yaslanmıştı. Onlar içeri girince önüne döndü; yüzünden onun da Marianne ile aynı duygular içerisinde olduğu anlaşılıyordu.
Bayan Dashwood içeri girer girmez, “Bir şey mi oldu ona? Hasta mı?” dedi.
“Umarım değildir.” dedi Willoughby ve neşeli görünmeye çalışarak zoraki bir gülümseme ile ekledi: “Hasta olacak biri varsa o da benim. Zira büyük hüsrana uğradım!”
“Hüsran mı?”
“Evet. Çünkü size verdiğim sözü tutamıyorum. Bayan Smith bu sabah beni iş için Londra’ya göndererek onun eline bakan bu yoksul kuzeni üzerinde hiç çekinmeden zenginliğinin gücünü kullandı. Emirleri bu sabah aldım ve Allenham’a veda ettim; neşelenmek için sizle de vedalaşmaya gelmiştim ki…”
“Londra’ya mı? Bu sabah mı gidiyorsunuz?”
“Hatta şimdi.”
“Çok yazık! Ama Bayan Smith’in sözünü dinlemeli; onun işleri sizi bizden uzun zaman ayırmaz umarım.
Willoughby cevap verirken kızarmıştı: “Çok naziksiniz fakat Devonshire’a pek yakında döneceğimi sanmıyorum. Bayan Smith’i yılda bir kez ziyaret ederim.”
“Bayan Smith sizin buradaki tek ahbabınız mı? Burada sizi ağırlayacak tek ev Allenham mı? Ayıp ediyorsunuz Willoughby! Bir de davetiye ister misiniz?”
Willoughby daha da kızardı. Gözlerini yere dikmiş bir hâlde yalnızca şu cevabı verebildi: “Siz fazla iyisiniz…”
Bayan Dashwood şaşkınlıkla Elinor’a baktı. Elinor da aynı şekilde afallamıştı. Bir süre kimseden çıt çıkmadı. Sessizliği bozan Bayan Dashwood oldu: “Tek söyleyebileceğim sevgili Willoughby, burada her zaman iyi karşılanacaksınız; hemen dönmeniz için ısrar etmeyeceğim çünkü Bayan Smith’in tepkisinin nasıl olacağını ancak siz bilirsiniz; bu yüzden kararınızı sorgulamayacağım gibi isteğinizden de şüphe etmeyeceğim.”
Willoughby, “Mevcut ilişkilerim…” dedi, kafası karışık bir hâlde. “Öyle ki kendimi layık bulmadığım kadar…”
Duraksadı. Bayan Dashwood konuşamayacak kadar şaşkındı; bir sessizlik daha yaşandı. Sessizliği bozan Willoughby oldu. Cılız bir gülümsemeyle “Böyle uzatarak ahmaklık ediyorum. Varlıklarından şu an zevk almam imkânsız olan insanlarla daha fazla vakit geçirerek kendime eziyet etmeyeceğim.” dedi.
Herkesle vedalaştı ve gitti. Arabasına bindiğini gördüler ve araba bir dakika sonra gözden kayboldu.
Bayan Dashwood konuşabilecek hâlde değildi ve bu ani gidişin yarattığı endişe ve telaşla baş başa kalabilmek için hemen oturma odasını terk etti.
Elinor da en az annesi kadar rahatsızlık duyuyordu. Sıkıntı ve kuşku içinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Willoughby’nin vedasındaki tavrı, utancı, neşeliymiş gibi numaralar yapması, hele annesinin davetini kabul etmekteki isteksizliği pek rahatsız ediciydi; böyle korkması âşık bir insana, kendisine yakışmıyordu. Bir an onun hiçbir şeyi ciddiye almadığından korktu, sonra da kardeşiyle aralarında bir tartışma geçmiş olabileceğinden endişelendi Marianne’in öyle hışımla odadan çıkması için ortada ciddi bir tartışma olmalıydı; gerçi onun Willoughby’yi ne kadar sevdiğini düşününce bu da pek muhtemel gözükmedi.
Ayrılıklarının sebebi ne olursa olsun kardeşinin çok acı çektiği kesindi; Marianne’in dindirmeye çalışmak yerine, muhtemelen bir görev gibi beslediği ve büyüttüğü acısını en ince hislerle duyumsadı.
Yarım saat içinde annesi geri geldi; gözleri kızarmıştı ama yine de suratı asık değildi. İşinin başına otururken, “Sevgili Willoughby şimdi Barton’dan kilometrelerce uzakta Elinor.” dedi. “Kim bilir ne kadar istemeye istemeye gidiyordur.”
“Her şey çok tuhaf. Bu kadar ani gitmesi… Sanki hepsi bir anda oldu. Daha dün gece bizimle çok sevinçliydi, gülüyor, eğleniyor, sevgi gösterileri yapıyordu. Şimdi ise on dakika önce haber veriyor dönmemek üzere gittiğini. Bize söylediğinden daha fazlası var bence. Hiç kendi gibi konuşmuyordu, davranmıyordu. Sen de fark etmişsindir. Ne olabilir ki? Tartıştılar mı acaba? Yoksa davetini niye kabul etmek istemesin?”
“Eksik olan tek şey istek değildi Elinor. Kabul etmek onun elinde değildi. Enine boyuna düşündüm ve başta ikimize de garip gelen şeyleri anlayabiliyorum canım.”
“Gerçekten mi?”
“Evet. Ben kendimce en mantıklı açıklamayı buldum Elinor fakat sen her fırsatta her şeyden şüphelenmeyi seversin, o yüzden muhtemelen senin için yeterli olmayacaktır, yine de konuşarak beni fikrimden vazgeçiremezsin. Bence Bayan Smith, Marianne ile aralarında bir şeyler olduğundan şüphelendi ve bunu onaylamıyor -belki onun için başka planları var- ve o yüzden onu uzaklaştırmak istedi; iş için yollamak da güzel bir bahane oldu. Bence işin aslı bu. O da Bayan Smith’in onaylamadığının farkında, bunun için Marianne ile sözlendiğini açıklamaya henüz cesaret edemiyor; kadına bağlı olduğu için onun planlarına boyun eğiyor ve bir süreliğine Devonshire’dan uzaklaşmak zorunda olduğunu hissediyor. Biliyorum, böyle olmuş veya olmamış olabilir diyeceksin bana ama önüme başka mantıklı bir açıklama getirene kadar hiçbir bahaneyi dinlemeyeceğim. Şimdi bunlara ne diyorsun Elinor?”
“Hiçbir şey. Ne söyleyeceğimi tahmin ettin zaten.”
“O zaman, böyle olmuş veya olmamış olabilir diyorsun. Ah Elinor sana da hiç akıl sır ermiyor! Bardağın hep boş tarafını görürsün zaten. Willoughby’ye özür yakıştıracağın yerde Marianne’e keder, Willoughby’ye kabahat biçersin. Her zaman olduğundan daha soğuk bir şekilde vedalaştı diye onun kabahatli olduğunu düşünüyorsun, değil mi? Onun hiç dikkatsizlik etmeye hakkı yok mu veya az önce yaşadığı bir hayal kırıklığı yüzünden hâletiruhiyesi sarsılamaz mı? Doğruluğu kanıtlanmadı diye ihtimalleri de mi yok sayacağız? Sevilecek o kadar şeyi olan, üstelik hakkında kötü düşünmemiz için hiçbir sebep olmayan bu adamın hiçbir hakkı yok mu? Açıklanamayan davranışlar bir müddet sır gibi gelebilir. Hem, onun neyinden şüpheleniyorsun ki?”
“Ben de bir şey söyleyemiyorum. Fakat ondaki bu değişim yüzünden ister istemez tatsız bir şeyler döndüğünden şüpheleniyorum. Diğer yandan iyi taraflarının hakkını vermek gerektiği konusunda çok haklısın, kimseye haksızlık etmek istemem. Willoughby’nin kendine göre çok haklı sebepleri olabilir tabii ve umuyorum ki vardır. Fakat önceden haber vermek ona daha çok yakışırdı. Ketumluğu mantıklı olabilir ama böyle davranan Willoughby olunca bunu kabul edemiyorum.”
“Yine de onu, farklı davranmaya mecbur kalıp karakterine aykırı hareket ettiği için suçlama. Onu savunurken adil olduğumun farkındasın; buna sevindim. O da aklanmış oldu.”
“Tam olarak sayılmaz. Sözlendiklerini -eğer gerçekten öyle bir şey varsa tabii- Bayan Smith’den şu an için saklaması ve durum böyleyse Devonshire’da pek gözükmemesi yerinde olabilir fakat bunu bizden de saklaması için hiçbir mazeret yok.”
“Bizden saklaması mı? Yavrucuğum, sen Willoughby ve Marianne’i bir şey saklamakla mı itham ediyorsun? Hakikaten tuhaf çünkü gözlerin onları her gün ihtiyatsız davrandıkları için suçluyordu.”
“Sevgilerinin değil…” dedi Marianne, “Sözlenmelerinin delilini görmek istiyorum.”
“Benim her iki konuda da şüphem yok.”
“Yine de ikisi de bununla ilgili sana tek bir laf etmediler.”
“Hareketleri bu denli açıkken sözlere ihtiyacım yoktu. Marianne’e ve bize karşı tavrı, en azından şu on beş gün içinde, onu sevdiğini ve müstakbel karısı olarak gördüğünü, bizi de en yakınları olarak gördüğünü anlatmıyor muydu? Çok iyi anlaşmıyor muyduk? Her gün bakışlarıyla, tavrıyla, özeni ve içten saygısıyla rızamı almıyor muydu? Elinor’cuğum sözlendiklerinden nasıl şüphe edebiliyorsun? Böyle bir düşünce nasıl aklına gelebilir! Kız kardeşinin aşkından emin olduktan sonra Willoughby’nin onu terk etmesini veya ilanıaşk etmeden, belki de aylarca ondan ayrılabileceğini nasıl düşünebiliyorsun? Birbirlerine güven vermeden ayrılacaklarını…”
“İtiraf edeyim…” dedi Elinor, “Tek bir şey dışında her hâlleri sözlendiklerini gösteriyor. O da ikisinin de bu hususta tamamen suspus olması ki bu benim için tüm diğer şeylerden daha önemli.”
“Çok tuhaf! Aralarında açıkça yaşanan her şeyden sonra beraberliklerinin dayandığı noktalardan şüphe edebiliyorsan Willoughby’yi değersiz biri olarak görüyor olmalısın. Sence kardeşine bunca zaman numara mı yapıyordu? Gerçekten onu umursamadığını mı düşünüyorsun?”
“Hayır, öyle diyemem. Onu seviyor olmalı ve eminim seviyordur.”
“Senin bakış açınla, eğer onu böyle umursamadan geride bırakabiliyorsa, geleceğe bu denli aldırmaz olabiliyorsa, biraz garip bir sevgi tarzı var, değil mi?”
“Bu konuya hiçbir zaman kesin gözüyle bakmadığımı hatırlamalısın anneciğim. Evet, şüphelerim vardı ama şimdi daha da azaldılar hatta yakında yok olabilirler. Şayet mektuplaştıklarını öğrenirsek tüm korkularım son bulacaktır.”
“Ne yüce bir itiraf! Onları ancak sunakta gelinlik ve damatlık içinde görürsen evleneceklerini düşünürsün değil mi? Çok zalimce! Ben böyle bir kanıta gerek görmüyorum. Şüpheye mahal verecek hiçbir şey olmadı, gizli kapaklı işlere başvurulmadı, her şey apaçık ortadaydı. Kardeşinin arzularından şüphe edemezsin. O hâlde Willoughby’den emin değilsin. Ama neden? Bir namussuzluğunu, duygusuzluğunu mu gördün? Seni tedirgin eden bir tutarsızlığına mı şahit oldun? Aldatabilir mi sence?”
“Umarım öyle değildir, hiç sanmıyorum!” diye bağırdı Elinor, “Willoughby’yi seviyorum, gerçekten seviyorum, onun dürüstlüğünden kuşku duymak en az senin kadar bana da acı veriyor. Elimde değil, bilerek yapmıyorum. Bu sabah hareketlerindeki değişimden ürktüm, kabul ediyorum; hiç kendi gibi konuşmuyordu ve senin nezaketine hiçbir karşılık vermedi. Ama tüm bunlar senin bahsettiğin şekilde açıklanabilir. Kardeşimden henüz ayrılmış, onun büyük bir kederle kendisinden uzaklaştığını görmüştü; Bayan Smith’in tepkisini çekmemek için buraya dönme arzusuyla savaşmak zorundaydı belki ama senin davetini geri çevirip, buradan epey bir süre uzakta olacağını söylerken ailemize karşı sadakatsiz ve şüpheli göründüğünün farkında olup utanmış ve rahatsızlık hissetmiş olmalı. Böyle bir durumda açıkça yaşadığı zorluklardan bahsetmesi onun şerefine daha çok yakışırdı, karakterine daha çok uyardı fakat kendi yargılarımdan farklı veya doğru bildiğimin dışında diye, bağnaz bir düşünceyle, başkalarının tutumuna karşı çıkacak değilim.”
“Çok doğru söyledin. Willoughby kesinlikle şüphelenilmeyi hak etmiyor. Çok uzun zamandır tanımıyoruz onu fakat bu çevre için yabancı değil; bir kişi onu kötülemek için bir söz söyledi mi? Bağımsız hareket edip hemen evlenebilecek bir durumda olsaydı birdenbire hiçbir şey söylemeden gitmesi elbette garip olurdu lakin durum böyle değil. Bu sözlenme, çok büyük bir saadetle başlamış da sayılmaz çünkü görünüşe bakılırsa ufukta henüz bir evlilik yok; bu yüzden mahremiyet bu ilişki için elzem bile sayılabilir.”
Margaret’ın içeri girişiyle sustular ve Elinor, annesinin söylediklerini düşünme fırsatı buldu; birçoğunun ihtimal dâhilinde olduğunu kabul etti ve hepsinin doğru olmasını umdu.
Akşam yemeğine kadar Marianne ortalıkta gözükmedi, yemek vakti odaya girdi ve tek kelime etmeden masadaki yerine oturdu. Ağlamaktan gözleri şişmiş ve kızarmıştı, o sırada bile gözyaşlarını zor tutuyor gibiydi. Kimseyle göz göze gelmemeye çalıştı, ne konuştu ne de yemek yedi ve bir süre sonra annesi şefkatle elini tutunca kalan ufacık metaneti yıkıldı ve gözyaşları içinde odadan çıktı.
Tüm akşam boyunca büyük bir teessür içindeydi. Hiç dermanı yoktu; kendini kontrol etmek gibi bir arzusu da olmadığından Willoughby’yi andıran en ufak bir şey onun bir anda dağılmasına neden oluyordu; bütün aile büyük bir endişeyle onun iyi olması için çaba sarf ediyordu fakat ağızlarını açtıkları anda onu hatırlatmayan herhangi bir şeyden bahsetmek bile mümkün olamıyordu.

16
Willoughby’den ayrıldığı ilk gece gözüne uyku girseydi Marianne kendini affedemezdi. Yatağa girdiği andan daha dinç bir şekilde kalksaydı ertesi sabah ailesinin yüzüne bakmaya utanırdı. Fakat bu duyarlılığı utanç verici bir şey yapa n hisler onu buna maruz kalma tehlikesi içinde bırakmadı. Tüm gece uyanıktı ve büyük bir kısmı ağlayarak geçmişti. Baş ağrısıyla uyandı, konuşacak hâli yoktu ve yemek yemeyi reddediyordu; annesi ve kız kardeşlerine eziyet ediyor, onları herhangi bir teselli çabasından kesin bir şekilde menediyordu. Hassasiyetini en yüksek mertebede yaşıyordu.
Kahvaltıdan sonra tek başına dışarı çıktı ve Allenham köyü civarında dolandı, kendini güzel anılarına bıraktı ve bütün sabah bugünkü hüsranına ağlayıp durdu.
Akşam da aynı hezeyanlar içinde geçti. Eskiden Willoughby’ye çaldığı tüm şarkıları, seslerinin birlikte yükseldiği tüm parçaları bir kez daha çaldı ve Willoughby’nin onun için yazdığı müzik satırlarına gözlerini dikip piyanonun başında oturdu; ta ki daha fazla ızdıraba artık yüreği dayanamayacak hâle gelene kadar; bu kederle beslenme rutini her gün devam etti. Her gün kederiyle beslenme rutini devam etti. Saatlerce piyanonun başında oturup ya ağlıyor ya da şarkı söylüyordu; gözyaşlarından dolayı sık sık sesi kesiliyordu. Tıpkı müzikte olduğu gibi kitaplarında da geçmişiyle bugününün arasındaki zıtlığın sebep olduğu ızdırabı aradı. Eskiden beraber okuduklarının dışında hiçbir şey okumuyordu.
Bu denli güçlü bir ızdırap elbette sonsuza dek süremezdi; birkaç gün içinde yerini daha sakin bir hüzne bıraktı fakat günlük rutini; yalnız başına yürüyüşleri, sessizce düşünmeleri yine keder dalgaları yarattı.
Willoughby hiç mektup göndermedi; zaten Marianne de göndermesini beklemiyor gibiydi. Annesi şaşkındı, Elinor tekrar rahatsız oldu. Yine de Bayan Dashwood ne zaman ihtiyacı olsa en azından kendini rahatlatmaya yetecek açıklamalar bulmaya devam etti.
“Hatırlasana Elinor…” dedi, “Devamlı olarak Sör John postadan mektuplarımızı getirip götürüyor. Gizlilik gerekli olabilir diye konuştuk zaten; eğer mektupları Sör John’un elinden geçecekse gizliliğin korunamayacağını aklımızdan çıkarmamalıyız.”
Elinor haklı olduğunu biliyordu ve bunu sessizliklerini makul kılabilecek bir bahane olarak görmeye çalıştı. Fakat gerçekte ne olup bittiğini öğrenmenin, tüm gizemi ortadan kaldırmanın ona göre oldukça açık, basit ve münasip bir yöntemi vardı ki bundan annesine bahsetmeden duramadı.
“Neden hemen şimdi Marianne’e Willoughby ile sözlenip sözlenmediğini sormuyorsun?” dedi, “Senin, annesinin, kibar ve anlayışlı annesinin böyle bir soru sorması onu gücendirmez. Ona gösterdiğin sevginin doğal bir sonucu bu. Eskiden gizlediği hiçbir şey olmazdı, özellikle de senden.”
“Hayatta böyle bir soru sormam! Düşünsene bir de sözlenmemişlerse kim bilir ne kadar da üzülür. Her hâlükârda çok yaralayıcı olur. Onu şimdilik herkesten gizlenmesi gereken bir şeyi itiraf etmeye zorlarsam bir daha asla güvenini kazanamam. Marianne’i tanırım. Biliyorum ki beni çok sever ve şartlar uygun olduğunda da durumun açıklanacağı son kişi olmam. Kimseye gizli tuttuğu bir şeyi zorla söyletmem; özellikle de bir çocuğa asla çünkü sorumluluk duygusu istese de inkâr etmesini önleyebilir.
Elinor böylesine bir yaklaşımın, özellikle de kız kardeşinin toyluğu göz önüne alındığında çok abartılı olduğunu düşündü ve konunun biraz daha üstüne gitti ancak ne var ki bu bir işe yaramadı; annesinin romantik hassasiyeti, sağduyu, ihtimam ve itinayı ezip geçiyordu.
Aile üyelerinden biri tarafından Marianne’in yanında Willoughby’nin adı anılıncaya kadar birkaç gün geçti; Sör John ve Bayan Jennings ise bu konuda pek de hassas davranmıyorlardı; çoğu zaman yaptıkları şakalarla ızdırap dolu saatlere yenilerini eklediler fakat bir akşam Bayan Dashwood bir Shakespeare eserini eline alıp şunları söyledi: “ ‘Hamlet’i hiç bitiremedik Marianne, sevgili Willoughby’miz sonunu getiremeden gitti. Neyse koyalım da gelince… Belki aylar sürer ama…”
“Aylar mı?” diye büyük bir şaşkınlıkla haykırdı Marianne. “Yo, haftalar bile sürmeyecek.”
Bayan Dashwood söylediklerine pişman oldu fakat Elinor memnundu çünkü Marianne, Willoughby ve onun planları hakkında böylesine emin bir hâlde cevap vermişti.
Willoughby şehirden ayrılalı yaklaşık bir hafta olmuşken bir sabah, Marianne artık tek başına etrafta dolanmak yerine kardeşlerinin yürüyüşüne katılmaya ikna edildi. O zamana kadar yürüyüşlerine kimsenin eşlik etmesini kabul etmiyordu. Kardeşleri yamaçta yürüyeceklerse o, doğrudan patika yoluna sapıyordu; onlar vadiden bahsediyorsa kendisi hemen tepeye tırmanmaya gidiyordu ve onlar yola çıktığında gözden kayboluyordu. Onun böyle bir inzivaya çekilmesini onaylamayan Elinor’un çabalarıyla ikna edildi. Vadi boyunca Marianne’in zihni onlarla meşgul olmadığı için sessizce yürüdüler. Elinor bu kadar olsun ilerleme kaydetmekten memnun kalıyor, o an daha fazlası için bir girişimde bulunmuyordu. Vadi girişinin ardında arazinin hâlâ verimli ama artık daha ağaçsız ve daha az yabanıl olduğu yerde, Barton’a ilk geldiklerinde kullandıkları yol önlerinde uzanıyordu; o noktaya ulaştıklarında bir an etraflarına bakınmak için durdular ve kır evindeki manzaralarının ufkunu oluşturan bir görüntüyü daha önceki yürüyüşlerinde hiç gelmedikleri bir noktadan incelediler.
Bakınırken çok geçmeden canlı bir şeyin varlığını fark ettiler; biri at üstüne onlara doğru geliyordu. Birkaç dakika içinde bir adam olduğu anlaşıldı ve bir an sonra Marianne coşkuyla bağırdı: “Bu o, evet evet o! O, biliyorum.”
İleriye doğru atılıyordu ki Elinor, “Marianne, yanılıyorsun. Willoughby değil o. Willoughby kadar uzun boylu değil ve onun havası da yok.” diyerek müdahale etti.
“Var, var!” diye haykırdı Marianne. “Kesinlikle var. Onun duruşu, onun ceketi, onun atı. Bu kadar çabuk geleceğini biliyordum!”
Konuşurken hevesle yürümeye başlamıştı bile, gelenin Willoughby olmadığından hemen hemen emin olan Elinor, Marianne’in tek başına tuhaf gözükmemesi için hızlandı ve ona yetişti. Adamla aralarında yirmi beş metre kaldı. Marianne bir kez daha baktı ve kalbi yerinden çıkacak gibi oldu, hemen hiddetle geri dönüp koşmaya başlamıştı ki iki kardeşinin sesi onu durdurmak için yükseldi, aralarında neredeyse Willoughby’ninki kadar tanıdığı bir başka ses de durmasını isteyen seslere katıldı ve şaşkınlık içinde arkasını dönen Marianne sevinçle Edward Ferrars’ı gördü.
O an dünyada, Willoughby olmadığı için affedebileceği ve gülümseyebileceği tek kişi oydu. Edward’a gülümsemek için gözyaşlarını sildi ve ablasının hatırına bir an olsun kendi acılarını unuttu.
Edward atından inerek dizginleri seyisine verdi ve Dashwood’larla birlikte Barton’a kadar yürüdü; zaten sırf onları ziyaret etmek için gelmişti.
Hepsi büyük bir içtenlikle karşıladı onu; özellikle Marianne, Elinor’dan bile daha sıcak bir ilgi gösterdi. Marianne’e göre Edward’la ablasının karşılaşması, Norland’daki birbirlerine olan tavırlarında sıkça fark ettiği açıklanamayan soğukluklarının devamı gibiydi. Özellikle Edward bir âşığın öyle bir durumda söylemesi gereken hiçbir sözü sarf etmiyordu. Kafası karışıktı, onları görmekten sevinmiş gibi bir hâli yoktu, neşeli veya coşkulu değildi, soru sorulduğunda ağzından zorla alınan cevaplar dışında pek bir şey söylemiyordu ve Elinor’a davranışında ayrıca bir sevgi belirtisine işaret eden hiçbir farklılık bulunmuyordu. Marianne olup bitenlere tanık oldukça şaşkınlığı daha da artıyordu. Neredeyse Edward’dan hoşlanmamaya başlayacaktı; sonunda hisleri her zamanki seyrini izledi ve aklına Willoughby geldi; Willoughby’nin davranışları ile muhtemel eniştesinin davranışları arasında gayet belirgin bir zıtlık vardı.
Karşılaşmanın ilk şokunu atlattıktan ve sorularından sonraki kısa bir sessizliğin ardından Marianne, Edward’a doğrudan Londra’dan gelip gelmediğini sordu. Hayır, on beş gündür Devonshire’daydı.
“On beş gün!” diye tekrarladı Marianne ve Elinor ile aynı şehirde olup da bu kadar uzun zamandır görüşmemesine şaşırdı.
Edward, Plymouth yakınlarında arkadaşlarıyla kaldığını söylerken gergin gözüküyordu.
“Son zamanlarda Sussex’e gittin mi?” dedi Elinor.
“Bir ay önce Norland’daydım.”
“Peki, o güzelim Norland nasıl?” diye haykırdı Marianne.
Elinor, “O güzelim Norland…” dedi, “Muhtemelen yılın bu zamanı nasıl oluyorsa öyledir. Ormanlar ve yollar kuru yapraklarla kaplıdır.” dedi.
“Ah!” diye haykırdı Marianne, “Eskiden ne büyüleyici hislerle seyrederdim yaprakların düşüşlerini. Yürürken rüzgârla etrafımda savrulmalarını izlemek ne kadar da keyifliydi! Yapraklar, mevsim, hava ne duygular uyandırırdı bende. Şimdi onları önemseyecek kimse yok. Artık sadece birer sıkıntı gibi görülüyorlar, hemen süpürülüyor ve mümkün olduğunca gözden uzağa atılıyorlar.”
Elinor, “Herkes kuru yapraklar için seninle aynı duyguları beslemiyor.” dedi.
“Hayır, genelde benimle aynı şeyleri hisseden, beni anlayanlar pek olmuyor zaten. Ama bazen de oluyor.” dedi ve birkaç dakikalığına hayal dünyasına dalıp gitti. Sonra tekrar kendine geldi ve Edward’ın dikkatini konuya çekmek için “Evet Edward, işte Barton Vadisi! Bir bak şuraya ve huzur bulabiliyorsan bul. Şu tepelere bir bak. Hiç böylesini gördün mü? Solda Barton Park var, ağaçların ve tarlaların arasında. Evin ucunu görebilirsin. Ve şurada, heybetle yükselen en uzak tepenin altında bizim kır evimiz var.”
“Etraf çok güzel.” diye cevap verdi Edward, “Fakat kışın alçak taraflarda çok çamur olmalı.”
“Önünde böyle güzel şeyler varken çamuru nasıl aklına getirebiliyorsun?”
“Çünkü tüm bu güzelliklerin arasında çamurlu bir patika görebiliyorum.” dedi Edward gülümseyerek.
Marianne yürümeye devam ederken kendi kendine söylendi: “Çok tuhaf!..”
“Sevimli komşularınız var mı burada? Middleton’lar cana yakınlar mı?”
“Ah hiç de değil! Daha kötü bir yerde oturamazdık.” dedi Marianne.
Ablası, “Marianne!” diye haykırdı, “Nasıl böyle dersin? Nasıl da haksızlık ediyorsun! Onlar oldukça saygın bir aile Bay Ferrars, bize karşı çok dostane davrandılar. Onlar sayesinde ne kadar güzel günler geçirdiğimizi unuttun mu Marianne?”
“Hayır.” dedi Marianne alçak sesle, “Üstelik birçok acı hatırayı da…”
Elinor bu sözü hiç önemsemedi, dikkatini misafirine yöneltti ve evden, ne kadar konforlu olduğundan bahsederek yeni bir sohbet konusu açmaya ve onu o bildik soru cevap seremonisinden kurtarmaya çalıştı. Edward’ın soğukluğuna ve ölçülü oluşuna Elinor’un oldukça canı sıkıldı, bunaldı ve sinirlenmeye başladı ama tavırlarına o anki hâline göre değil de geçmişi dikkate alarak şekil vermeye karar verip keyifsiz görünmekten veya alınganlık göstermekten kaçındı ve ona aileden birine nasıl davranılması gerekiyorsa öyle davrandı.

17
Bayan Dashwood, Edward’ı gördüğü için bir an şaşkınlık yaşadı; onun Barton’a gelişi en doğal şeylerden biriydi. Neşe ve ilgi ifadeleri şaşkınlığından daha uzun sürdü. Edward’a en sıcak karşılama ondan geldi; böylece hiçbir utangaçlık, soğukluk ve çekingenlik kalmadı. Daha eve girmeden tüm bunlar kırılmaya başladı bile, Bayan Dashwood’un cana yakın tavırları ile de tamamen ortadan kalktı. Bir adam kızlarından birine âşıksa, tutkusuna mutlaka Bayan Dashwood’u da dâhil etmeliydi. Elinor, Edward’ın nihayet kendisi gibi davranmaya başladığını gördü memnuniyetle. Onlara olan duyguları tekrar canlanıyor gibiydi ve afiyetleriyle ilgilenmeye başladığı görülebiliyordu. Ne var ki neşeli de değildi; yine de evi övdü, manzaraya hayran kaldı, özenli ve kibardı ama keyfi yoktu. Tüm aile bunu görebiliyordu; Bayan Dashwood bu hâlini annesine bağımlı olmasına yordu ve tüm bencil anne babaları sert bir dille eleştirerek yemeğe oturdu.
Yemekten sonra şöminenin başında toplandıklarında Bayan Dashwood, Edward’a döndü ve “Bayan Ferrars’ın sizin için şimdiki planları neler Edward?” dedi, “Hâlâ istememenize rağmen hatip mi olacaksınız?”
“Hayır. Umarım annem politika hususunda ne yeteneğim ne de hevesim olduğunun farkındadır.”
“Fakat nasıl şöhret olacaksınız? Tüm ailenizi memnun etmek için şöhret olmalısınız; masraftan kaçarak, yabancılardan çekinerek, bir iş edinmeden ve hiçbir güvenceniz olmadan bunu yapmak biraz zor olabilir.”
“Öyle olmasını istemiyorum ki! Seçkin biri olmak gibi bir niyetim yok; zaten olmayacağımı düşünmek için yeterli sebeplerim var. Tanrı’ya şükür! Beni zorla dâhi ve konuşmacı yapacak hâlleri yok ya!”
“İyi biliyorum ki hırslı biri değilsiniz. Hep sade istekleriniz olmuştur.”
“Birçok insanın isteği kadar sade diye düşünüyorum. Ben de herkes kadar mesut olayım istiyorum fakat herkeste olduğu gibi bana özgü bir şekilde olmalı. Seçkinlik bana bunu sağlamaz.”
“Sağlasa tuhaf olurdu zaten.” diye bağırdı Marianne, “Zenginlik ve ihtişamın mutlulukla ne alakası olabilir?”
Elinor, “İhtişamın pek alakası olmayabilir ama zenginliğin pekâlâ alakası var.” dedi.
“Elinor, yazık sana!” dedi Marianne, “Zenginlik ancak tek eksik para olduğunda mutluluk getirebilir. Geçinip gidecek kadar olsun yeter; fazlası insanın ruhu söz konusu olunca hiçbir gerçek haz sağlamaz.”
Elinor gülümseyerek “Belki de aynı noktaya geliyoruz ikimiz de. Senin geçinip gitmene yetecek kadar olan gelirin benim için zenginlik demek ve bunlar olmadan, her türlü konfor eksik kalabilir; bunda hemfikiriz. Sadece senin fikirlerin benimkilerden daha asil. Söyle bakalım senin geçinip gitmene yetecek para ne kadarmış?”
“Yıllık en fazla bin sekiz yüz veya iki bin pound.”
Elinor güldü. “Yıllık iki bin! Bin pound benim için servet demek! Bu konuşmanın böyle biteceğini tahmin etmiştim.”
Marianne, “Yine de yılda iki bin pound oldukça makul bir gelir.” dedi, “Daha azıyla bir aile geçinemez. İsteklerimde aşırıya kaçmadığıma eminim. Hizmetkârları, bir veya iki arabası ve av köpekleri olan bir ev daha azıyla idare edilemez.”
Elinor, kardeşinin gelecekte Combe Magna’daki masraflarından bu kadar kesin bahsetmesi üzerine tekrar gülümsedi.
“Av köpekleri!” diye tekrarladı Edward. “Neden av köpekleriniz olsun ki? Herkes avlanmaz.”
Marianne cevaplarken kızardı: “Bazıları avlanır ama.”
Margaret yeni bir düşünce ortaya atarak “Keşke biri hepimize büyük bir servet dağıtsa!” dedi.
Gözleri şevkle parlayan, yanakları hayalî bir mutlulukla ışıldayan Marianne, “Ah keşke!” dedi.
Elinor, “Zenginliğin miktarı hakkında olmasa da hepimiz bu konuda hemfikiriz sanırım.” dedi.
“Ah canım!” diye haykırdı Marianne, “Ne kadar da mutlu olurdum o zaman! Neler yapardım neler!..”
Marianne bu konuda hiç şüphesi yokmuş gibi baktı.
Bayan Dashwood, “Büyük bir serveti kendi başıma harcayacak olsam ne yapacağımı şaşırırdım.” dedi, “Çocuklarım yardımım olmadan zengin olsalar bile…”
Elinor, “Evin tadilatıyla başlarsın.” dedi, “Bütün dertlerin yok olur.”
“Öyle bir durumda…” dedi Edward, “Londra’dan ne harikulade şeyler sipariş eder bu aile. Kitap, müzik ve resim dükkânları bayram eder. Siz Bayan Dashwood, her yeni güzel resim baskısının size gönderilmesi için genel sipariş verirdiniz. Marianne yüce gönüllüdür bilirim; Londra’da onu avutmaya yetecek kadar müzik yoktur. Ya kitaplar! Thomson, Cowper, Scott mı dersiniz! Hepsini bir daha bir daha satın alırdı; kıymetini bilemeyenlerin eline düşmesin diye tüm kopyalarını alırdı hatta. Yaşlı, biçimsiz ağaçları nasıl öveceğini anlatan kitapları da tabii… Değil mi Marianne? Küstahlık ediyorsam özür dilerim ama eski ihtilaflarımızı unutmadığımı göstermeye çalışıyorum.”
“Hüzünlü veya neşeli; geçmişi yâd etmeyi severim Edward; eski zamanlardan bahsettin diye sana kırılmam merak etme. Paramı nasıl harcayacağım konusunda haklısınız. En azından bir kısmını kitap ve müzik koleksiyonumu zenginleştirmek için kullanırdım.”
“Servetinizin çoğuyla yazarlara veya vârislerine maaş bağlardınız.”
“Hayır Edward, başka şeyler yapardım.”
“O zaman, en sevdiğiniz deyiş hakkında en iyi savunmayı yazana ödül olarak bağışlardınız; yani insan hayatta bir kere âşık olur. Bu konudaki görüşleriniz değişmemiştir sanıyorum.”
“Kesinlikle! Benim yaşımda fikirler sabit olur. Şimdi farklı düşünmemi sağlayacak bir şeye tanıklık etmem veya duymam pek muhtemel değil.
Elinor, “Marianne her zamanki gibi dikbaşlı yine. Hiç değişmedi.” dedi.
“Sadece eskisinden biraz daha ciddi olmuş.”
“Of Edward!” dedi Marianne, “Hiç bana sitem etmeyin! Siz de pek neşe saçmıyorsunuz.”
Edward hafifçe iç çekti ve “Neden öyle diyorsunuz? Neşe saçmak zaten hiç benim karakterimin bir parçası olmadı ki!” dedi.
Elinor, “Marianne’in karakterinin de bir parçası değil bence.” dedi, “Onun eğlenceli olduğunu pek söyleyemem. Sadece yaptıklarında çok içten ve istekli, bazen büyük bir şevkle ve çok fazla konuşabiliyor ama çoğunlukla neşeli değil.”
“Haklısınız galiba.” dedi Edward, “Ama ben onun hep neşeli bir kız olduğunu düşünmüşümdür.”
“Bunun gibi hataları ben de kendimde birçok kez gördüm.” dedi Elinor, “Özellikle insanların kişiliğini herhangi bir noktada çok yanlış yorumlayabiliyorum; onları gerçekte olduklarından daha eğlenceli, sıkıcı, zeki veya aptal olarak algılayabiliyorum; üstelik bunun sebebini veya hataya düşmemin neyden kaynaklandığını pek bilemem. Bazen insanların kendileri hakkında söyledikleri şeyler veya başkalarının onlarla ilgili yorumları yanıltıcı oluyor ve insana düşünme ve bir karara varma fırsatı bırakmıyor.”
Marianne, “Fakat Elinor ben de başkalarının fikirlerinden yola çıkmanın doğru olduğunu düşünürdüm.” dedi, “Yargılarımızın bize yalnızca başkalarının yargılarına tabi olsun diye verildiğini düşünürdüm. Eminim ki bu hep senin ilken olmuştur.”
“Hayır Marianne, asla! Aklı esir etmek asla benim ilkelerim arasında değildir. Ben sadece davranışları etkilemek istemişimdir. Söylediklerimi başka tarafa çekmemelisin. Tamam, suçluyum; itiraf ederim ki tanıdıklarımıza karşı hep dikkatli davranmanı istemiş olabilirim. Ama senden ne zaman onların düşüncelerini kabullenmeni veya ciddi konularda yargılarına uymanı istedim ki?”
Edward, Elinor’a döndü ve “Kardeşini genel nezaket kurallarınıza uymaya ikna edememişsiniz. Hiç mi gelişme yok?” dedi.
Bir yandan Marianne’e anlamlı anlamlı bakarken “Aksine.” diye cevapladı Elinor.
Edward, “Ben sizin gibi düşünüyorum bu konuda ama davranışlarım daha çok kardeşinizin tarafında. Kimseyi gücendirmek istemem fakat çoğu zaman aptalca utangaçlığım yüzünden umursamaz görünüyorum, hâlbuki ben sadece doğal çekingenliğim yüzünden kendimi geri çekiyorum. Hatta çoğu zaman yalnızca mütevazı topluluklar arasında olmak için yaratıldığımı düşünüyorum; soylu zenginlerinin arasında hiç de rahat olamıyorum.”
Elinor, “Marianne’in dikkatsizliğini mazur göstermek için kullanabileceği bir utangaçlığı yok.” dedi.
“Yersiz bir utanca kapılmayacak kadar iyi biliyor kendi değerini.” diye cevap verdi Edward, “Utangaçlık öyle veya böyle aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Eğer kendimi davranışlarımın gayet rahat ve zarif olduğu konusunda ikna edebilsem ben de utangaç davranmazdım.”
Marianne, “Yine de mesafeli olurdunuz.” dedi, “Böylesi daha kötü.”
Edward dik dik baktı. “Mesafeli! Ben mesafeli miyim Marianne?”
“Evet, oldukça.”
Edward kızardı. “Sizi anlamıyorum. Mesafeli! Ne bağlamda? Ne söylemeliyim ki? Nasıl böyle düşünebilirsiniz?”
Elinor, Edward’ın tepkisine şaşırdı ama konuyu gülerek geçiştirmeye çalıştı ve şöyle dedi: “Kardeşimi ne demek istediğini anlayacak kadar iyi tanımıyor musunuz? Onun kendisi kadar hızlı konuşmayan ve hayranlık duyduğu şeye kendisi kadar hayran olmayan herkese öyle dediğini bilmiyor musunuz?”
Edward bir şey söylemedi. Tüm ciddiyeti ve düşünceliliği geri gelip üzerine çöktü. Bir süre sessiz ve tepki vermeden oturdu.

18
Elinor misafirinin keyfinin kaçtığını büyük bir rahatsızlık içinde görebiliyordu. Zaten ziyaretinden kısmen memnun kalmıştı ve Edward da bu ziyaretten pek memnun kalmışa benzemiyordu. Mutsuz olduğu aşikârdı. Elinor bir zamanlar onda uyandırdığından hiç kuşku duymadığı hislerle kendisine hâlâ değer verdiğini fark ettirsin istiyordu ama şimdiye dek ilgisinin devam edip etmediği hiç de belli olmuyordu; ona olan tavırlarındaki çekingenlik bir önceki an daha duygulu bir bakışın söyler gibi olduğu şeyi biraz sonra yalanlıyordu.
Edward ertesi sabah diğerlerinden önce kahvaltı odasına geldiğinde yalnızca Marianne ve Elinor vardı. Elinden geldiğince onların mutluluğunu arttırmaya çalışan Marianne, bir süre sonra ikisini odada yalnız bıraktı. Daha merdivenlerin yarısını tırmanmıştı ki oturma odasının kapısının açıldığını duydu ve dönüp baktığında şaşkınlıkla Edward’ın çıktığını gördü.
Edward, “Atlarıma bakmaya köye gidiyorum.” dedi, “Hâlâ kahvaltı hazır değil nasılsa, hemen dönerim.”
Edward yöreye hayran kalmanın coşkusuyla eve döndü; köye yürürken vadinin birçok yerine bakmış, kır evinden daha yükseklere çıkıp köyün genel manzarasını izlemişti ve manzara çok hoşuna gitmişti. Bu konu Marianne’in ilgi alanına giriyordu; manzaraya dair kendi hayranlıklarını söylemeye, özellikle ilgisini çeken yerler hakkında Edward’ı ayrıntılı bir sorguya çekmeye hazırlanıyordu ki Edward sözünü kesti: “Çok sorgulamamalısınız Marianne. Biliyorsunuz pitoresk konusunda bilgi sahibi değilim ve ayrıntılar mevzusuna girersem cehaletim ve zevksizliğimle sizi gücendiririm. Sarp tepe diyeceğime bayır derim, düzensiz ve engebeli diyeceğime tuhaf ve kaba saba yer şekilleri derim, sadece sisli havada hayal meyal gözüken şeylere de uzaktaki görülmeyen şeyler derim. Samimi bir şekilde yapabileceğim şu açıklamayla idare etmelisiniz: Bence burası çok güzel bir yer; bayırlar, ormanlar güzel ağaçlarla dolu görünüyor ve vadi rahat ve bakımlı görünüyor; verimli meralar ve etrafa dağılmış sevimli çiftlik evleri var. İşte bu tam da benim zihnimdeki güzel yöre tanımına uyuyor; güzellik ve fayda bir arada. Siz hayranlık duyduğunuz için pitoresk olduğunu da söyleyebilirim elbette; kayalar, burunlar, eski yosunlar, çalılıklarla dolu olduğuna da eminim ama ben bunlara çok dikkat etmedim. Pitoresk konusunda hiçbir şey bilmiyorum.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzheyn-ostin/akil-ve-tutku-69429073/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Akıl ve Tutku Джейн Остин
Akıl ve Tutku

Джейн Остин

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Akıl ve tutku arasında hassas bir uyumun kurulması ve böylece gerçek mutluluğa erişilmesi için ipuçlarının verildiği bu sürükleyici romanda Austen, eseri boyunca, bu ikisi arasında bir denge kurmak ister. Başkahramanları Elinor ve Marianne Dashwood olan iki kız kardeşin şahsında bu denge yer edinir. Elinor Dashwood hareketlerinde gerçekçi olmaya özen gösterir. Duygularına kapılmamak, tutkularını dizginlemek, sağduyulu hareket etmek onun için bir yaşam biçimidir. Kardeşi Marianne ise ablasının aksine duygularının önünü olabildiğince açan, tutkularıyla yaşayan bir kızdır. Birbirinin neredeyse tamamen zıttı olan bu kız kardeşlerin karşılıklı müdahaleleri, öğütleri, tavsiyeleri ise diğer taratan hep ön yargıyla karşılanır. Sonuçta da mutsuzlukların ve ihanetin kapıları açılır… "(…) Fakat öyleydi. Bir zamanlar ısrarlı bir gururla hayal ettiği gibi karşıkonulmaz bir tutkuyla âşık olup kurban gitmek yerine, sonrasındaaklı başında ve daha sakin olduğu günlerde karar verdiği gibisonsuza dek annesiyle kalıp mutluluğu yalnızca içine kapanmaktave okumakta bulmayıp, on dokuz yaşına yeni bir münasebeteyelken açmış, yeni görevler altına girerek, yeni bir eve yerleşmiş,birinin karısı, bir ailenin ve bir köyün hanımı olarak buldu kendisini."

  • Добавить отзыв