Zeno′nun Bilinci

Zeno'nun Bilinci
Italo Svevo
İtalyan yazar Italo Svevo’nun başarılı tasvirleriyle kaleme aldığı Zeno’nun Bilinci, toplum tarafından hastalık hastası olarak nitelendirilen Zeno’nun bilincine ışık tutan bir başyapıttır. Eserin başkarakteri Zeno, fazlasıyla özel ve çözümlenmesi güç bir ruh hâline sahiptir. Sürekli kendini ve çevresini aldatan Zeno, bu yanılsamalarına etrafındakileri ve doktorunu da inandırmaya çalışır. Her daim bir hastalığı ve rahatsızlığı olan Zeno, esasen yaşama adapte olmakta güçlük çeken nevrotik bir kişiliğe sahiptir. Kadınlardan ve ailesiyle olan ilişkisinden hiçbir zaman verim alamaz ve bu durum, en sonunda kendini psikiyatr koltuğunda bulmasıyla sonuçlanır. Sizler de Italo Sveveo’nun ayrıntılı anlatımıyla Zeno’nun bilincindekileri anlayacak, Zeno’nun başını yastığa koyar koymaz kafasında kurduklarının en yakın şahidi olacaksınız. Oysa kelimelerim beni yüzüstü bıraktı. Boğazıma -sanırım- öfkeden bir yumru oturdu ve ağzımdan tek kelime çıkmadı. Beni kararlılıkla reddeden tüm bu kadınlar, hayatıma trajik bir hava vermeye başlamışlardı. Hiç bu kadar zavallı bir dönem geçirdiğimi hatırlamıyorum. Cevap vereceğim yerde sadece dişlerimi gıcırdatmaya hazır oluyordum ki bunu saklamak, konuşmaktan daha zordu…

Italo Svevo
Zeno’nun Bilinci

Italo Svevo, 1861’de Trieste’de hâli vakti yerinde bir Yahudi ailenin içinde doğdu. Francesco ve Allegra Schmitz’in, sekiz çocuğunun beşincisiydi. Eğitiminin bir kısmını 12 yaşında gittiği Almanya’da Würzburg yakınlarındaki Segnitz Kolejinde aldı. 17 yaşında Trieste’ye döndüğünde bir süre Instituto Superiore Revoltellaya devam etti. 1880’de aile şirketinin batması ve babasının sağlığının bozulmasıyla okulu terk edip bir bankada işe girmek zorunda kaldı. 1892’de kendi çabasıyla ilk romanı Una Vita’yı yayınladı. Kitap, okurların ve eleştirmenlerin ilgisini çekmedi. 1892’de babasının ve 1895’te annesinin ölümünün ardından, 1896’da kuzeni Livia Veneziani ile evlendi. O sıralarda, bankadan ayrılıp kayınpederinin yanında işe girdi. 1898’de ikinci kitabı Senilità (Yaşlılık) çıktı ve o da aynı ilgisizlikle karşılaştı.
1907’de Trieste’de, İngilizce öğretmeni olarak çalışmakta olan James Joyce ile tanışıp ölümüne kadar sürecek olan bir arkadaşlık kurdu. İlerleyen yıllarda ise Freud’un çalışmalarının etkisinde kaldı. Bu etki, 1919’da yazmaya başladığı ve 1923’te yayınladığı La coscienza di Zeno’da da (Zeno’nun Bilinci) açıkça görülüyordu. Birkaç yıllık sessizliğin ardından kitap, ilgiyi Svevo üzerine çekerek edebiyat çevrelerinde renkli bir tartışma başlattı. 1928’de La coscienza di Zeno’nun devamı olarak tasarladığı dördüncü romanı Il vecchione oLe confessioni del vegliardo’yu yazmaya başladı. Ancak aynı yıl Motta di Livenza’da bir araba kazası sonucu yaşamını yitirdi.
Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.

I
ÖN SÖZ
Ben bu öyküde zaman zaman küçümseyici sözlerle adı geçen doktorum. Psikanalizden anlayanlar, hastanın bana beslediği kinin nasıl çözümleneceğini bilirler.
Psikanaliz üzerine fazla konuşmayacağım çünkü burada konudan yeterince bahsediliyor zaten. Hastamı otobiyografisini yazmaya teşvik ettiğim için özür dilemeliyim, psikanalistler böyle bir yeniliğe muhtemelen burun kıvıracaklardır. Ancak hastam ihtiyardı, geçmişi bu yöntemle yeniden anımsayarak canlandırır ve otobiyografisi psikanaliz için iyi bir başlangıç olur diye umuyordum. Bugün hâlâ bu fikrim bana mantıklı geliyor çünkü beklenmedik derecede güzel sonuçlar verdi, şayet hastam, anıları üzerine uzun uzun ve sabırla çözümleyerek gerçekleştirdiğim çalışmamın meyvesini tedavisini bırakarak benden çalmasaydı bu sonuçlar daha da iyi olurdu.
Bu kitabı sırf ondan intikam almak için yayımlıyorum ve umarım bu duruma çok öfkelenir. Ancak şunu da bilmesi gerekiyor, tedaviye devam ettiği sürece bu yayından alacağım yüksek ücretleri onunla paylaşmaya hazırım. Kendi kendisini tanımaya nasıl da meraklı görünüyordu! Keşke burada sayıp döktüğü tüm gerçekler ve yalanlar yorumlandığında nasıl sürprizlerle karşılaşacağını bir bilse!..

    Doktor S.

II
GİRİŞ
Çocukluğumu görmek mi? Artık aramızda elli yılı aşkın bir süre var, yine de görmekte epey zorlanan gözlerimle bile çocukluğumu seçebilirdim ancak yansıttığı ışık hâlâ türlü engellerle kesiliyordu, gerçek yüksek dağlardı bunlar: Geçen yıllarım ve birkaç saatim.
Doktor o kadar da derinlere inmek hususunda inat etmememi tavsiye etti. Yakın zamanda gerçekleşen olaylar da geçmişim için değerliymiş, özellikle bir önceki gece gördüğüm rüyalar ve hayaller. Tabii yine de biraz olsun bir düzeni olmalı. En başından başlayabilmek için Trieste’den uzun bir süre ayrı kalacak olan doktoruma veda eder etmez sırf onun işini kolaylaştırabilmek adına psikanaliz üzerine bir makale aldım ve okudum. Anlaması zor değil ama çok sıkıcı.
Öğle yemeğinden sonra kulüpte rahatça bir koltuğa uzandım, elimde bir kalem ve bir kâğıt parçası var. Alnımdaki kırışıklıklar yok oldu çünkü zihnimden tüm çabayı sildim attım. Düşüncem benden soyutlanmış görünüyor. Anlıyorum işte. Bir yükseliyor bir iniyor… Ama bu onun tek faaliyeti. Ona bir düşünce olduğunu ve kendisini ifşa etmenin gerekliliğini hatırlatıp kalemi elime aldım. İşte şimdi alnım kırışıyor çünkü her kelime, pek çok harfe sahip ve buyurgan şimdiki zaman yükselip geçmişi gizliyor.
Dün olabildiğince kendimi bırakmayı denedim. Deneyimim derin bir uyku ile neticelendi, sonuç olarak büyük bir ferahlık ve o uyku esnasında önemli bir şey görmüş olmanın tuhaf hissi kaldı geride. Ama rüya unutuldu, sonsuza dek kayboldu.
Elimdeki kalem sayesinde bugün uyanık hâldeyim. Geçmişimle hiçbir ilgisi olmayan bazı tuhaf görüntülere göz atıyorum, görür gibi oluyorum: Sayısız vagonu peşinde sürükleyerek yokuşta burnundan soluyan bir lokomotif; nereden geldiğini, nereye gittiğini ve neden şimdi buraya geldiğini kim bilir!
Yarı uykudayken, bu yazıya bakılırsa bu yöntem ile insan ilk çocukluğunu, dahası kundaktaki hâlini hatırlamaya bile vardırır işi diye düşünüyorum. Gözlerimin önüne hemen kundakta bir bebek geliyor ancak bu neden ben olmak zorundayım ki? Hem bana hiç de benzemiyor, sanırım geçen haftalarda baldızımın doğurduğu bebek bu, öyle küçük elleri ve öyle büyük gözleri vardı ki bir mucizeymiş gibi göstermişlerdi bize. Zavallı çocuk! Çocukluğumu hatırlamam mümkün mü sanki! Şimdi, çocukluğunu yaşayan seni bile ileride onu hatırlamanın zekân ve sağlığın açısından ne kadar önemli olduğu hususunda uyaramıyorum. Hayatının tümünü, seni kendinden soğutan önemli bölümleri de dâhil olmak üzere zihninde tutmanın ne denli önemli olduğunu ne zaman öğreneceksin? Sen şimdi bilinçsizce ve zevk arayışı içinde küçük bedenini araştırmaktasın, bu keyifli keşiflerin seni acıya ve hastalığa götürecek, bunu hiç istemeyen kimseler bile yine aynı yola sürecekler seni. Ya ne olacaktı başka? Beşikteki hâlini muhafaza etmen imkânsız. Gizemli bir oluşum meydana geliyor tam göğsünün üzerinde, minicik bebek. Geçen her dakika sana yeni bir kimsayal etki kazandırıyor. Bir sürü hastalığın ihtimali duruyor karşında çünkü her dakikan pirüpak olamaz. Ayrıca küçük çocuk, tanıdığım kişilerle aynı kanı taşıyorsun sen. Şimdi geçen dakikalar pekâlâ tertemiz olabilirler ama seni hazırlamış olan nice yüzyıllar öyle değillerdi şüphesiz.
İşte uykudan önceki hayallerden çok uzaktayım şimdi. Yarın tekrar deneyeceğim.

III
SİGARA BAĞIMLILIĞIM
Görüştüğüm doktor sigara tiryakiliğimin tarihsel bir analiziyle işe başlamamı tavsiye etti:
“Yazın! Yazın! Kendinizi en sonunda olduğunuz gibi göreceksiniz.”
İnanıyorum ki şu koltuğun üzerinde rüya görmeye gitmeksizin ancak masamın başındayken sigara tiryakiliğim üzerine yazabilirim. Nasıl başlayacağımı bilmiyorum ve şimdi parmaklarımın arasında tuttuğuma benzeyen sigaralardan yardım istiyorum.
Bugün hatırlayamadığım bazı şeyleri, yavaş yavaş keşfetmeye başlıyorum. İçtiğim ilk sigaralar artık piyasada yok. 1870’li yıllar da Avusturya’da çift başlı kartal işareti taşıyan karton kutularda satılanlar vardı. İşte, bu kutulardan birinin etrafında isimlerini ve kimi bazı özelliklerini hatırladığım çeşitli insanlar bir araya geliyorlar ancak bu beklenmedik karşılaşma, beni harekete geçirmek için yeterli değil. Biraz daha fazlasını elde etmeye çalışıyorum ve koltuğa doğru gidiyorum: İnsanlar soluklaşıyor ve onların yerini, benimle alay eden soytarılar alıyor. Cesaretim kırılmış hâlde masaya geri dönüyorum.
Görüntülerden biri, kısık sesli, benimle aynı yaşta genç bir delikanlı olan Giuseppe’ye aitti, bir diğerinde ise yıllar evvel ölen, benden bir yaş küçük erkek kardeşim vardı. Görünüşe göre Giuseppe babasından çok para alıyor ve bize o sigaralardan getiriyordu. Ama kardeşime benden daha fazlasını hediye ettiğine eminim. Kendime başka sigaralar bulmak zorunda kalmıştım bu yüzden. Böylece hırsızlığa başladım. Yazları babam yemek odasındaki bir sandalyenin üzerine, cebinde her zaman bir miktar bozukluğun bulunduğu yeleğini bırakırdı. O pek değerli kutuyu satın almak için ihtiyacım olan on parayı, yeleğin cebinden çalardım ve hırsızlığımın kanıtını üzerimde uzun süre taşımamak için paketteki on sigarayı arka arkaya içerdim.
Tüm bunlar bilincimde el altında, keşfedilmeye hazır hâlde yatıyordu. İşte şimdi yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor çünkü evvelden onların pek önemli olduklarını bilmiyordum. Bu kötü alışkanlığımın kökenini belledim ya, kim bilir, belki de iyileşmişimdir bile. Bu yüzden sırf kendimi denemek için son bir sigara yakıyorum, kim bilir belki de iğrenip fırlatır atarım onu.
Sonra, bir gün babamın, elimde onun yeleğiyle beni yakaladığını hatırlıyorum. Ona, şu an asla sahip olamayacağım ve düşündükçe beni hâlâ tiksindiren bir arsızlıkla -kim bilir belki de bu tiksintinin iyileşmemde bir faydası olur- merak edip yeleğin düğmelerini saydığımı söyledim. Babam matematik ya da terzilik konusundaki eğilimlerime güldü, parmaklarımın yeleğinin cebinde olduğunu da fark etmedi. Kendi onuruma söyleyebilirim ki artık var olmayan masumiyetime hitap eden o gülüş, beni sonsuza dek çalmaktan alıkoymak için yeterliydi. Demek istediğim… Yine çaldım ama bilmeden. Babam yarı içilmiş Virginia purolarını evin çeşitli yerlerine, masaların, dolapların üzerine bırakırdı. Bu hareketin onları atma yolu olduğunu düşünürdüm ve ayrıca ihtiyar hizmetçimiz Catina’nın da onları kaldırıp attığını sanırdım. İşte bu yüzden o puroları gizli gizli tüttürürdüm. Ancak onları elime alır almaz, bende ne tür bir rahatsızlığa neden olacaklarını çok iyi bildiğim için, bir tiksinti ile titrerdim. Sonra alnım soğuk terlerle kaplanana ve midem bükülene kadar içer dururdum. Çocukluğumda enerjiden yoksun olduğum söylenemez doğrusu.
Babamın beni bu alışkanlıktan nasıl kurtardığını çok iyi hatırlıyorum. Bir yaz günü, okul gezisinden eve yorgun argın ve terden sırılsıklam hâlde dönmüştüm. Annem hemen soyunmama yardım etmiş ve beni bir bornoza sararak kendisinin dikiş yapmakla meşgul olduğu kanepeye uyumam için yatırmıştı. Uyumak üzereydim ama gözlerime güneş ışığı dolup duruyordu ve bir türlü dalamıyordum. O yaşlarda, büyük bir yorgunluk sonrasındaki dinlenmeye eşlik eden tatlılık açık seçik bir görüntü olarak beliriyor belleğimde, artık var olmayan o sevgili beden de hemen yanı başımda ben, şimdi oradaymışım gibi açık seçik.
Biz çocukların eskiden oyun oynadığı, şimdilerde ise yerden tasarruf etmek için iki bölüme ayrılmış ferah ve büyük odayı hatırlıyorum. O sahnede erkek kardeşim görünmüyor, bu beni şaşırtıyor çünkü geziye o da katılmış olmalı ve dolayısıyla sonrasında onun da dinleniyor olması gerekirdi. Acaba büyük kanepenin başka bir ucunda da o uyuyor olabilir miydi? Oraya bakıyorum ama bana boş geliyor. Yalnızca kendimi görüyorum, dinlenmenin tatlılığını, annemi ve sonra yankılanan sözcüklerini duyduğum babamı. Eve girmişti, beni hemen göremediği için yüksek sesle seslendi:
“Maria!”
Annem hafif bir mırıltı eşliğinde beni gösterdi, ben tüm bilincimle uykunun üzerinde yüzerken o çoktan daldığımı sanıyordu. Babamın beni rahatsız etmemeye çalışması öyle hoşuma gitti ki, yerimden kımıldamadım.
Babam kısık bir sesle yakındı:
“Sanırım çıldırıyorum! Yarım saat evvel dolabın üzerine yarım bir puro bıraktığıma neredeyse eminim ama şimdi onu bulamıyorum. Her zamankinden daha kötüyüm, kafam bir şeyleri almıyor.”
Annem alçak sesle, beni uyandırma korkusu ile engellediği neşesini güç bela bastırarak yanıtladı:
“İyi de öğle yemeğinden sonra o odaya kimse girmedi.”
Babam söylendi:
“Bunu ben de biliyorum, zaten o yüzden delirdiğimi düşünüyorum ya!”
Döndü ve odadan çıktı.
Gözlerimi araladım ve anneme baktım. Annem işine geri döndü ama gülümsemeye devam ediyordu. Babamın korkularına gülümsüyordu, onun delirmek üzere olduğuna inandığı yoktu. Bu gülümseme bende öyle bir etki bıraktı ki hiç unutmadım, bir gün karımın dudaklarında onu yeniden bulunca hemen tanıdım.
Kötü alışkanlığımı tatmin etmemi güçleştiren parasızlık değildi, yasaklar onu körüklüyordu.
Akla gelebilecek her köşede saklanıp paket paket sigara içtiğimi hatırlıyorum. Peşinden fiziksel bir tiksintinin takip edeceğini çok iyi bildiğim için karanlık bir mahzende yarım saat boyunca kapalı kaldığımı da hatırlıyorum, yanımda kıyafetlerindeki çocuksuluk dışında haklarında pek bir şey hatırlamadığım iki çocuk da vardı. Zihnimde ayaklara kadar uzanan iki çift pantolonları canlanıyordu yalnızca, içlerindeki bedeni zaman ortadan kaldırmıştı. Bir sürü sigaramız vardı ve kısa sürede kimin daha fazla içeceğini görmek istiyorduk. Ben kazandım ve bu garip denemeden kaynaklanan rahatsızlığımı kahramanca gizledim. Sonra güneşe ve temiz havaya çıktık. Sersemlememek için gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Hemen kendime geldim ve zaferimle övündüm. İki küçük adamdan biri bana şöyle dedi:
“Kaybetmiş olmam umurumda değil çünkü ben, ihtiyacım olan kadar sigara içiyorum.”
Sağlık üzerine ettiği kelimeleri hatırlıyorum ama o dakikada bana dönen, kuşkusuz pek sağlıklı o suratı hatırlamıyorum.
O zamanlar sigarayı, tadını ve nikotinin beni içine soktuğu durumu sevip sevmediğimi bilmiyordum. Bunlardan nefret ettiğimi bildiğimde ise durum iyice kötüleşti. Ve bunu yirmi yaşımdayken öğrendim. O sıralar, birkaç hafta ateşin de eşlik ettiği şiddetli bir boğaz ağrısı çekiyordum. Doktor dinlenmeyi ve kesinlikle sigara içmemeyi reçete etti. Bu mutlak kelimeyi hatırlıyorum! Öyle canımı yaktı ki acım ateşle renklendi: Kocaman bir boşluk ve etrafında oluşan muazzam basınca dayanamayacak bir hiçlik.
Doktor gittiği zaman -annem öleli yıllar oluyordu- ağzında kocaman purosuyla babam bir süre bana arkadaşlık etmek için yanımda kaldı. Giderken elini, yanan alnımın üzerine nazikçe koyduktan sonra bana şöyle dedi:
“Sigarayı bırak, yoksa karışmam!”
Büyük bir huzursuzluğa kapıldım. “Bu acıyı çekmemin sebebi buysa bir daha asla sigara içmeyeceğim ama bırakmadan önce son bir tane içeyim.” diye düşündüm. Ateşimin yükselmesine ve her nefeste bademciklerimin bir köze dokunuyorlarmış gibi yanmasına rağmen, son bir sigara yaktım ve kaygılarımın silinip gittiğini hissettim. Tüm sigarayı bir adak adamışım da yerine getiriyormuşum gibi özenle içtim. Hastalığım boyunca hâlâ korkunç derecede acı çekerken bile pek çok kez bunu yapmaya devam ettim. Babam ağzında purosuyla gelip:
“Aferin oğlum! Birkaç gün daha sigara içmezsen iyileşeceksin!” diyordu.
Bu cümle, hemen gitsin de bir sigara yakayım diye düşünmeme neden oluyordu. Daha erken gitmesi için uyuyormuş numarası yaptığım da olurdu üstelik.
Bu hastalık bana rahatsızlıklarımdan ikincisini getirdi: Birinci rahatsızlığımdan kendimi kurtarma çabasını yani. Günlerim sigaralarla ve artık sigara içmeyeceğim diye aldığım kararlar ile doldu taştı, aslında ne yalan söyleyeyim bugün de zaman zaman hâlâ böyle. Yirmi yaşında bu son sigara olacak diye aldığım o kararların yarattığı karmaşa hâlâ sürüyor. Artık şiddetini de kaybetmeye başladı, ihtiyarlanan ruhum zayıflığıma karşı daha büyük bir hoşgörü gösteriyor. Yaşlandığınızda hayata ve getirdiklerine gülüp geçersiniz. Aslında, bir süredir çok sigara içtiğimi söyleyebilirim… Ki bu son olsun diye de niyetlenemiyorum hiç.
Bir sözlüğün ilk sayfasına, süslü ve güzelce bir yazı ile düştüğüm şu notu buluyorum:
“Bugün 2 Şubat 1886, hukuk eğitimimi bırakıp kimya bölümüne geçiyorum. Bu son sigaram!”
Bu çok önemli bir son sigaraydı. Ona eşlik eden tüm umutları da hatırlıyorum. Hayattan çok uzakmış gibi gelen Kilise Hukuku’na sinirlenmiş, bir şişeye indirgenmiş olsa da hayatın kendisi olan bilime koşmuştum. Bu son sigara, tam olarak bir etkinlik, -hatta el işçiliği-dingin, ölçülü ve sert düşünme arzusu anlamına geliyordu.
İçtenlikle inanmayı başaramadığım karbon kombinasyon zincirinden kaçabilmek için hukuka geri döndüm. Ne fayda! Hata etmiş ve bu hatamı da son sigaram ile birlikte bir kitabın üzerine tarihi ile kaydetmiştim. Bu da önemliydi ve nihayet karbon zincirlerini kırmış senin, benim ve onun hakkının sonu gelmez komplikasyonlarına geri dönmüştüm. El becerilerim de pek eksik olduğundan, kimya için uygun olmadığımı kanıtlamıştım. Bir yandan baca gibi sigara tüttürürken diğer yandan becerikli ellere nasıl sahip olacaktım ki?
Şimdi burada kendi kendimi incelerken bir şüpheye kapıldım: Belki de sırf yetersizliklerimi ona mal edebilmek için sigara içmeyi bu kadar çok seviyordum. Sigarayı bıraktığımda beklediğim gibi üstün ve güçlü bir adama dönüşeceğimi kim garanti edebilirdi ki? Belki beni kötü alışkanlığıma bağlayan bu şüpheydi çünkü insanın kendisini, gizli kalmış büyük biri sanması yaşamanın rahat bir yoludur. Bu hipotezi, gençliğimdeki zayıflığımı açıklamak için öne sürdüm ancak gerçekliğine kesinlikle inandığım da söylenemez. Artık yaşlandım ve kimsenin benden bir şey beklediği yok ancak yine de bir kararla sigaradan vazgeçiyor, başka bir kararla sigaraya yeniden başlıyorum. Bu kararların bugün ne anlamı var? Goldoni’nin bahsettiği yaşlı doktor gibi hayatım boyunca hasta yaşadıktan sonra sağlıklı ölmek miydi isteğim?
Bir keresinde öğrenci olarak kaldığım evi değiştirecekken odanın duvarlarını duvar kâğıdıyla kaplatmak zorunda kaldım çünkü her bir köşesini tarihlerle doldurmuştum. Zaten muhtemelen o odayı kararlarımın mezarlığı hâline geldiği için terk ediyordum, orada kalmaya devam ettikçe başka bir karar alamazmışım gibi geliyordu.
Sigaranın adı, son sigara olduğunda tadı bir başka güzel geliyordu bana. Diğerlerinin de özel bir tadı var ama bu kadar keyifli değiller. Sonuncusu yakında kavuşulacak güçlü ve sağlıklı bir gelecek umudu ile kendine karşı kazandığın zaferin tadına sahip. Diğerlerinin de kendi içlerinde bir önemleri var tabii çünkü onları içerken de özgür hissedersiniz, sağlık dolu gelecek yine ufuktadır, biraz daha ileri itilmiştir o kadar.
Odamın duvarları, çok çeşitli renklerle ve kimi yağlı boya ile yazılmış tarihlerle kaplanmıştı. En saf inançla alınan karar, bir önceki karara adanmış rengi solduracak kadar güçlü bir renkte kendini bulurdu. Rakamların uyumu açısından kimi tarihler favorimdi. Geçen yüzyıldan hatırladığım bir tarih, bu kötü alışkanlığımı koymak istediğim tabutu sonsuza dek mühürleyecekmiş gibi gelmişti bana: “1899’un dokuzuncu ayının dokuzuncu günü.” Anlamlı değil mi? Yeni başlayan yüzyıl da birbirinden farklı, müzikal tarihler getirdi: “1901’in birinci ayının birinci günü.” Bana öyle geliyor ki bu tarih, tekrar edilebilseydi bugün bile yeni bir hayata başlamak konusunda istekli olurdum.
Ancak takvimde tarih sıkıntısı yok ya, birazcık hayal gücü ile her bir tarih, iyi bir karara uyum sağlayabilir. Bana karşı konulması imkânsızmış gibi gelen bir tarih hatırlıyorum: “Üçüncü gün, altıncı ay, 1912 yılı, saat yirmi dört.” Her bir sayı, bir öncekini iki katına çıkarıyormuş gibi.
1913 yılı ise bana bir duraksama yaşattı. Yıla denk gelecek bir on üçüncü ay eksikti. Yine de son sigaranın anlamını arttırmak için bir tarihe bu kadar da uyum sağlamak zorunda olduğunuzu düşünmeyin. En sevdiğim kitapların ya da defterlerin üzerinde fark ettiğim pek çok tarih biçim bozukluğu ile ön plana çıkıyor. Örneğin üçüncü gün, ikinci ay, yıl 1915, saat altı. Düşünüldüğü zaman bu tarihin kendi içinde bir ritmi olduğu görülür çünkü her bir rakam bir öncekini geçersiz kılar. Papa Pius IX’un ölümünden oğlumun doğumuna kadar yaşanmış pek çok olay, o zamanki kesin kararlarla kutlanmaya değermiş gibi geliyordu bana. Ailedeki herkes, mutlu ve hüzünlü yıl dönümlerimizi nasıl olup da bu kadar iyi hatırladığıma şaşar hatta benim nasıl da iyi bir insan olduğumu düşünür.
Görünüşün tuhaflığını azaltabilmek için son sigara hastalığıma felsefi bir içerik kazandırmaya çalıştım. “Bir daha asla!” diye böbürlenmek pek güzeldir doğrusu. Ama söz tutulursa geriye güzellik kalır mı? Ancak sözünüzü yenilemek zorunda kalırsanız bu güzelliğe yeniden kavuşursunuz. Üstelik zaman bana asla durmayan, oturup düşünmeye imkân vermeyen bir şeymiş gibi gelmez. Bana, yalnızca bana doğru geri döner hep.
Hastalık bir inançtır ve ben bu inançla doğmuşum. Eğer o zamanlar bir doktora kendimi anlatmak zorunda kalmasaydım, yirmili yaşlarımın büyük çoğunluğunu hatırlamazdım. Söze dökülmüş kelimeleri, dillenmemiş hislerden daha iyi anımsıyoruz, nedenini merak ediyorum.
O doktora sinir hastalıklarını elektrikle iyileştirdiğini söyledikleri için gitmiştim. Sigarayı bırakmak için gerekli olan gücü elektrikten elde edebileceğimi düşünüyordum.
Doktorun kocaman bir göbeği vardı, ilk seansta hemen devreye giren elektrikli makinenin tıkırtısına astımlı nefesi eşlik ediyordu, doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım çünkü beni muayene ettiği esnada kanımı kirleten zehri hemen keşfeder sanmıştım. Oysa o, beni pek bir sağlıklı bulduğunu bildirdi. Sindirimimden ve kötü uyku düzenimden şikâyet ettiğimde ise midemde asit yetersizliği olduğunu ve peristaltik hareketimin -bu kelimeyi o kadar çok söyledi ki hiç unutmadım- pek canlı olmadığını iddia etti. Yetmezmiş gibi bir de midemi mahveden bir asit verdi, o günden beri asitten muzdarip hâldeyim.
Kanımdaki nikotini kendi başına asla bulamayacağını anladığımda, ona yardım etmek istedim ve rahatsızlıklarımın sebebinin sigara olabileceğine dair şüphelerimi ifade ettim. Sıkkınlıkla geniş omuzlarını silkti:
“Peristaltik hareket… Asit… Nikotinin bununla bir ilgisi yok!”
Elektrik tedavisi yetmiş seansı buldu ve yeterince aldığıma karar vermeseydim, bugüne kadar devam da ederdi. Mucizeler beklemekten ziyade doktorun sigarayı yasaklaması umuduyla o seanslara koştum. Benzer bir yasak ile kararım güçlendirilmiş olsaydı işler kim bilir nasıl sonuçlanacaktı.
Doktora hastalığımı şu şekilde izah ettim: “Ders çalışamıyorum ve erken yattığım ender zamanlarda bile ilk çanlar çalana kadar uyku girmiyor gözüme. Bu yüzden kimya ve hukuk arasında gidip geliyorum çünkü bu bilimlerin her ikisinin de sabit bir zamanda başlayan bir iş disiplini var, ben ise ne zaman yataktan çıkacağımı bilemiyorum hiç.”
“Elektrik, her türlü uykusuzluğa iyi gelir.” diyip konuyu kapadı Aesculapius,[1 - Yunan Mitolojisi’nde tıbbın ve sağlığın tanrısı. (ç.n.)] gözleri her zamanki gibi hasta yerine kadrana dönüktü.
Az çok anlayıp uyguladığım psikanaliz konusunu ona da açtım. Kadınlar karşısındaki çaresizliğimden bahsettim. Biri de çoğu da benim için yeterli değildi. Hepsini arzuluyordum. Sokakta daha da bir heyecanlanıyordum: Yanlarından geçtiğim tüm kadınlar benimdi. Kendimi vahşi bir hayvanmış gibi hissetmeye ihtiyaç duyuyor, kadınlara küstahça gözlerimi dikiyordum. Düşüncelerimde onları yalnızca çizmelerini bırakarak çırılçıplak soyuyor, sonra kollarımda taşıyordum, hepsini iyi tanıdığıma emin olduğumda ise bırakıp gidiyordum.
Samimiyetim de harcadığım nefes de boşunaydı. Doktor soluk soluğa:
“Elektrik uygulamaları umarım böylesi bir hastalığı iyi etmez. Tanrı korusun! Böyle bir netice vereceği aklıma gelse bir daha Ruhmkorff’a[2 - Heinrich Daniel Ruhmkorff tarafından tasarlanan, 30 santimden daha fazla kıvılcım üretebilme gücüne sahip indüksiyon bobini. (ç.n.)] el sürer miyim?” dedi.
Sonra kendisine pek eğlenceli gelen bir anekdottan bahsetti. Benimle aynı hastalıktan muzdarip biri meşhur bir doktora gitmiş, kendisini iyileştirmesi için yalvarmış, doktor başarılı bir şekilde tedavisini yapmış ama sonra hastası kendisini yakalar da canına okur diye göç etmek zorunda kalmış.
“Heyecanlanmam iyi bir şey değil.” diye bağırdım. “Damarlarımda dolaşan zehir yüzünden hep!”
Doktor üzgün bir bakışla mırıldandı:
“Hiç kimse kendi kaderinden memnun olmaz.”
Onu ikna edebilmek için kendisinin yapmadığı şeyi yaparak, tüm semptomlarımı not edip hastalığımı araştırdım:
“Mesele dalgınlığım! Bu aynı zamanda çalışmamı da engelliyor. Graz’da ilk devlet sınavına hazırlanıyordum, son sınava kadar ihtiyaç duyduğum tüm metinleri dikkatlice not ettim. Sınavdan birkaç gün önceye kadar ancak birkaç yıl sonra ihtiyacım olacak şeyleri çalıştığımı fark ettim. Bu yüzden sınavı ertelemek zorunda kaldım. İşin aslı, o kısımları pek çalıştığım söylenemez, bunun nedeni de bana yüzsüz bir cilveden başka bir yakınlık göstermeyen komşu kızıydı. Ne zaman pencereye çıksa gözüm kitapları görmüyordu artık. Böyle davranan birine ahmak denmez de ne denir?”
Penceredeki kızın ufak, beyaz suratını hatırlıyorum: Bakıra çalan havalı buklelerle çevrili yuvarlakça bir yüzdü. Bu beyazlığı ve kırmızımsı sarılığı yastığıma bastırdığımı hayal ederek ona bakar dururdum.
Aesculapius mırıldandı:
“Flört etmenin arkasında her zaman iyi bir şeyler vardır. Benim yaşıma geldiğinizde artık flört etmeyeceksiniz.”
Bugün kesinlikle doktor beyin flört hakkında hiçbir şey bilmediğine emin oldum. Elli yedi yaşındayım ve eğer sigara içmeyi bırakmazsam ya da psikanaliz beni iyileştirmezse eminim ki ölüm döşeğimde son bakışımdan hasta bakıcımı arzuladığım okunacaktır. Şayet hasta bakıcım karım değilse ya da karım onun güzel olmasına izin verdiyse…
Samimi itiraflarda bulundum: Kadınları bütün olarak sevemiyordum… Parçalar hâlinde hoşuma gidiyorlardı! Hepsinin küçük ayaklarını, çoğunun kalın olsun ince olsun boynunu ve ufacık göğsünü seviyordum. Kadın anatomisine dair parçaları saymaya devam ederdim ama doktor sözümü kesti:
“Bu parçaların tümü bir arada bir kadını oluşturur.”
Doktorun dediklerinin ardından önemli bir söz söyledim:
“Sağlıklı aşk; tek ve bütün bir kadını, karakteri ve zekâsını kapsayacak şekilde kucaklamaktır.”
O zamana kadar kesinlikle böyle bir aşk ile karşılaşmamıştım ve başıma geldiğinde de beni iyileştirmedi ama benim için önemli olan, bilge bir kişinin sağlıklı bulduğu yerde hastalığı çıkarabilmem ve hatta ona tanı koyabilmiş olabilmemdi.
Doktor olmayan bir arkadaş, beni de hastalığımı da daha iyi anladı. Anlamasının bana pek de bir faydası olmadı ama yaşamımda bugün bile yankılanan yeni bir nota edinmiştim.
Bu arkadaşım, boş zamanlarını edebî eserler ve incelemeler ile süsleyen zengin bir beyefendiydi. Yazdığından çok daha iyi konuşurdu ve bu yüzden dünya, onun ne kadar nitelikli bir edebiyat adamı olduğunu öğrenemedi. Kilolu ve iriydi, onu tanıdığımda var gücüyle zayıflamak için uğraşıyordu. Birkaç gün içinde önemli sonuçlara ulaşmıştı, öyle ki hasta biri onun yanında daha sağlıklı hissedebilmek umudu ile ona yaklaşıyordu. Onu kıskanıyordum çünkü istediğini yapmayı biliyordu. Tedavisi bitene kadar yanında kaldım. Günden güne eriyen göbeğine dokunmama izin veriyordu, sırf hasedimden ve fesatlığımdan kararını zayıflatmak istercesine sözler ediyordum.
“Peki tedaviniz bittikten sonra bu sarkan cildinizi ne yapacaksınız?”
Zayıflamış yüzünü komik kılan büyük bir sükûnetle cevap verdi:
“İki gün içinde masaj tedavisi başlayacak.”
Tedavisi tüm ayrıntıları ile düzenlenmişti, kendisinin de tedavinin her aşamasına atlamadan katılacağı kesindi.
Ona çok güveniyordum, bu nedenle hastalığımdan bahsettim. Nasıl bahsettiğimi de hatırlıyorum. Önce bir günde sayısız sigara içtiğimi, bu yüzden de sigara içmeyi bırakmanın günde üç öğün yemeyi bırakmaktan daha zor olduğunu söyledim ona, üstelik sigaralardan her biri, o yorucu kararı almak zorundaymışım gibi hissettiriyordu. Böylesi bir karar, insanın aklına takılınca da başka bir şey yapmak gelmezdi içinden. Neticede pek çok işi aynı anda yapmak konusunda Jül Sezar’ın eline kimse su dökemezdi. Mirasımı yöneten Olivi hayatta olduğu sürece, hiç kimsenin çalışmamı istemeyeceği de kesindi ama nasıl olur da benim gibi bir insan düş görmenin ya da yeteneği olmasa da keman çalmanın dışında, bu dünyada bir şeyler yapmayı beceremezdi?
Zayıflamış bu iri adam cevabını hemen vermedi. O bir yöntem adamıydı ve bu yüzden de uzun süre düşündü. Sonra bu bahisteki üstünlüğünü göz önüne alarak bir âlim edasıyla bana gerçek hastalığımın sigara olmadığını, karar verebilmek olduğunu söyledi. Dolayısıyla ben bir karar vermeden kendiliğinden bu kötü alışkanlığımdan kurtulmaya uğraşmalıydım. İçimde -ona göre- yıllar içinde iki farklı kişilik oluşmuştu. Biri emrediyor, diğeri köle gibi boyun eğiyordu, gözetim azalır azalmaz da özgürlük sevdasıyla ustanın iradesine baş kaldırıyordu. Bu nedenle ona mutlak özgürlük vermem ve aynı zamanda kötü alışkanlığımın yüzüne yeni bir şeymiş ve daha önce hiç görmemişim gibi bakmam gerekiyordu. Onunla savaşmamalıydım, dahası ona aldanmamalı, bana layık olmayan bir misafir olarak kabul etmeli ve sırt çevirmeliydim. Basit, değil mi?
İşin aslı gerçekten de bana basit gelmişti. Büyük bir çaba harcayıp aldığım tüm kararları ortadan kaldırdığım ve birkaç saat de sigara içmeden durduğum da olmuştu, işte o an ağzımda yenidoğan bir bebeğin hissettiği türden masum bir tat hissedince canım sigara içmek istedi, içince de pişman oldum bu yüzden de bu son sigaram diye aldığım kararımı tekrarlamak zorunda kaldım. Daha uzun bir yoldu bu ama hep aynı yere çıkıyordu.
Şu namussuz Olivi bir gün bana bir fikir verdi: Kararımı bir bahis ile güçlendirmeliymişim.
Bana öyle geliyor ki Olivi’nin dış görünüşü onu tanıdığım günden beri hiç değişmedi. Hep böyleydi bana göre. Biraz beli bükülmüş ama sapasağlamdı, yine de bana ihtiyarlamış gibi gelirdi. Bugün seksen yaşındayken nasıl ihtiyar gözüküyorsa öyle işte. Benim yerime çalıştı durdu, hâlâ da çalışıyor ama onu sevmiyorum çünkü yaptığı işle, benim iş yapmamı engelliyormuş gibi hissediyorum.
Ve bahse girdik! İlk sigara içen parayı ödeyecek ve sonra ikimiz de özgürlüğümüze kavuşacaktık. Böylece babamın mirasını boşa harcamama engel olmak için başımda nöbet tutan yöneticim, dilediğimce yönettiğim annemin mirasına göz koymuş oldu!
Bahisten zararlı çıktım. Eskiden ara sıra da olsa ona efendilik yaptığım olurdu ancak şimdi zerre kadar sevmediğim Olivi’nin kölesi olmuştum! Hemen sigaramı yaktım. Sonra gizli gizli sigara içmeyi sürdürerek onu aldatabileceğimi düşündüm. Ama o zaman bu bahse niye girmiştim, ne anlamı kalacaktı?.. Bu durumda son bir sigara içmek için bahse uygun bir tarih arayışına girdim, böylece bana o tarihi Olivi söylemiş gibi hayal edecektim. Ama içimdeki isyan dinmedi, sigara içme arzusuyla nefessiz kalmaya başladım. Daha fazla dayanamayıp bu yükten kurturabilmek için Olivi’ye gidip her şeyi itiraf ettim.
İhtiyar gülümseyerek hemen aldı parayı, cebinden bir puro çıkarıp yaktı ve büyük bir zevkle içti. Bahsi bozup bozmadığına dair hiç şüphe duymadım. Diğerlerinin benden farklı bir mizaca sahip olduğu ortada.
Oğlum üç yaşına bastığında, karımın aklına iyi bir fikir geldi. Her şeyden uzaklaşarak bir süre sağlıkevinde kalmamı tavsiye etti. Hemen kabul ettim çünkü her şeyden önce oğlum, beni yargılayabilecek yaşa geldiğinde kendimi dengeli ve dingin hâlde bulmak istiyordum, daha ivedi sebep ise Olivi hastaydı, beni terk edeceğini söylüyor tehdit ediyordu, her an onun yerini almak zorunda kalabilirdim oysa ben, vücudumdaki nikotin nedeniyle kendimi böyle önemli bir faaliyete hazır hissetmiyordum hiç.
Başlarda sağlıkevleri ile ünlü İsviçre’ye gideyim diye düşündük ama sonra Muli isimli bir doktorun Trieste’de bir tesis açtığını öğrendik. Karımı onunla görüşmekle görevlendirdim, doktor başkalarının da yardım edeceği bir hasta bakıcının denetiminde kapalı bir daireye yerleşmemi teklif etmiş. Karım bu tavsiyeden bahsederken ilkin gülümsüyordu, sonra da kendini tutamayıp pervasızca gülmeye başladı. Beni hapse attırma fikri onu eğlendiriyordu, ben de içtenlikle katıldım kahkahalarına. Tedavim ile ilgili denemelerimde ilk kez benimle birlikte hareket ediyordu. O zamana kadar rahatsızlığımı hiç ciddiye almamıştı, sigara içmenin biraz tuhaf ve sıkıcı bir yaşam biçiminden başka bir şey olmadığını söylerdi. Benimle evlendikten sonra eski özgürlüğümün ardından hiç nedamet duymamam, onun için hoş bir sürpriz olmuştu, ben ise o sırada başka şeyler ardından nedamet duyuyordum.
Olivi’nin ertesi aydan sonra hiçbir durumda benimle kalmayacağını söylediği gün, sağlıkevine doğru yola koyulduk. Evde bir valize birkaç parça çamaşır koyduk ve akşam olunca hemen Doktor Muli’ye gittik.
Bizi kapıda bizzat kendisi karşıladı. Dr. Muli o zamanlar yakışıklı bir gençti. Yazın ortasıydı ve o küçük, gergin, parlak siyah gözlerinin daha da iyi parladığı güneşten yanmış yüzü ve yakasından ayakkabılarına kadar bembeyaz kıyafetiyle zarafeti temsil ediyordu. Ona hayran kalmıştım ama belli ki o da bana hayran kalmıştı. Hayranlığının nedenini anladığımda biraz utanarak dedim ki:
“Sanırım siz bu rahatsızlık için, tedavi gerektiğine de benim bunu ciddiyetle uygulayabileceğime de inanmıyorsunuz.”
Doktor, beni yaralayan hafif bir gülümsemeyle yanıtladı:
“Neden böyle söylüyorsunuz? Kim bilir, belki de sigara tiryakiliği biz doktorların sandığından daha zararlıdır. Şunu merak ediyorum, neden sigarayı birdenbire bırakmak yerine içtiğiniz sigara sayısını azaltmayı denemediniz. Pekâlâ sigara içebilirsiniz, yalnızca aşırıya kaçmayın.”
Gerçek şu ki sigarayı tamamen bırakmak fikrine odaklandığım için, daha az sigara içme olasılığını hiç düşünmemiştim. Yine de bu tavsiye vardığım noktada bir işe yaramazdı, yalnızca bırakacağım diye aldığım kararı zayıflatırdı o kadar. Kesin konuştum:
“Ben kararımı verdim, bu yüzden tedaviyi deneyeceğim.”
“Denemek mi?” dedi doktor ve üstünlük taslayarak güldü. “Bir kez tedaviye başladığımızda, tedavinin mutlaka başarılı olması gerekir. Siz zavallı Giovanna’ya kaba kuvvet uygulamadıkça bu odadan çıkamazsınız. Sizi serbest bırakmak için gereken formaliteler de o kadar uzun sürer ki bu esnada kötü alışkanlığınızı unutur gidersiniz!”
İkinci kata çıktıktan sonra zemin kata geri döndük, benim için tasarlanan dairedeydik.
“Görüyor musunuz? Şu parmaklıklı kapı, zemin katın çıkışının bulunduğu diğer bölüm ile iletişimi engeller. Anahtarları ise Giovanna’da bile yoktur. Dışarı çıkabilmek için Giovanna da ikinci kata çıkmak zorunda, o katta da bizim için açılan kapının anahtarını bir tek o taşır. Dahası ikinci kat mütemadiyen denetlenir. Çocuklar ve lohusalar için tasarlanmış bir huzurevi için iyi değil mi sizce de?”
Ve sonra güldü, kim bilir belki de beni çocukların arasına hapsetme fikri ona komik gelmişti.
Giovanna’yı çağırıp benimle tanıştırdı. Kırk mı altmış mı yaşını pek kestiremediğim, ufak tefek bir kadındı. Beyazlamış saçlarının altındaki minicik gözleri ışıl ışıldı. Doktor ona şunları söyledi:
“İşte gerekirse yumruk atmak zorunda kalacağınız beyefendi bu.”
Beni dikkatle inceleyerek süzdü, kıpkırmızı kesildi ve tiz bir sesle haykırdı:
“Görevimi yaparım elbette ama asla münakaşaya giremem. Tehdit edecek olursanız eğer hemen hasta bakıcıyı çağırırım, pek güçlü kuvvetlidir, gelmeyecek olursa da istediğiniz yere çekip gidebilirsiniz, canımı sokakta bulmadım ben!”
Daha sonra öğrendim ki doktor, ona bu görevi verirken yüksek bir ücret vadetmiş, bu vaat de yalnızca onun gözünü korkutmaya yaramış. Ancak söyledikleri çok kızdırdı beni. Bile isteye nasıl bir duruma sokmuştum kendimi böyle!
“Canınızın tehlikede olacağını da nereden çıkardınız? Kimmiş o tehlikeyi yaratacak olan?” diye haykırdım. Sonra doktora döndüm:
“Lütfen bu kadını uyarın, rahatsız etmesin beni! Yanımda bazı kitaplar getirdim, yalnız kalmak istiyorum.” dedim.
Doktor, Giovanna’ya birkaç tembihte bulundu. Özür dilemeye niyetlenip konuşmaya başlayınca yine saldırdı bana:
“İki küçük kızım var benim, onlar için yaşamak zorundayım.”
“Ben sizi öldürmeye tenezzül bile etmem.” diye cevapladım, üslubum zavallı kadıncağıza hiç de güven vermiyor olmalıydı.
Doktor, bir üst katta ne olduğunu bilmediğim bir şeyi aldırmak üzere görevlendirerek onu yanımdan uzaklaştırdı, beni yatıştırması için istersem başka birini yönlendirebileceğini söyledi ve ekledi:
“Kötü bir kadın değildir aslında, daha dikkatli davranmasını öğütlerim bir daha sizi rahatsız etmez.”
Beni denetlemekle görevli kişiye, hiç önem vermediğimi göstermek arzusuyla Giovanna’ya katlanmayı kabul ettim. Sakinleşmeye ihtiyacım vardı, sondan bir önceki sigaramı cebimden çıkardım, açgözlülükle tüttürdüm. Doktora yanıma yalnızca iki sigara aldığımı ve bu gece yarısına varıncaya kadar sigarayı bırakmış olmak istediğimi söyledim.
Karım, doktor ile birlikte yanımdan ayrıldı. Ayrılırken:
“Artık kararını verdiğine göre güçlü ol.” dedi gülümseyerek.
Çok sevdiğim gülümsemesi bu kez benimle alay ediyormuş gibi geldi bana, tam da o anda ruhumda bir duygu filizlendi. O duygu, olanca ciddiyetle giriştiğim bu denemenin sefil bir şekilde sonuçlanmasına neden olacaktı. Kendimi kötü hissettim ancak yalnız bırakılınca bana asıl neyin acı verdiğini anladım. Genç doktora karşı duyduğum pek acı verici, delice bir kıskançlık. Yakışıklıydı, özgürdü! İlah diyorlardı ona. Karım neden ona âşık olmasındı? Doktor giderken karımın zarif ayakkabıları içindeki ayaklarına bakmıştı. Evlendiğimizden bu yana ilk defa kıskançlık hissediyordum. Nasıl bir kederdi bu böyle! Bir mahkûm olarak sefil durumuma pek de güzel eşlik ediyordu! Kendimle mücadele ettim! Karımın gülümsemesi her zamanki gibiydi, beni evden uzaklaştırdığı için alay ettiği de yoktu. Kötü alışkanlığıma hiçbir önem vermeyip sonunda beni buraya kapattıran kesinlikle oydu ama elbette bunu sırf benim iyiliğim için yapmıştı. Ayrıca, karıma âşık olmanın o kadar kolay olmadığını hatırlamıyor muydum? Eğer doktor, onun ayaklarına baktıysa da kesinlikle sevgilisi için hangi botları alması gerektiğini görmek için yapmıştı. Yine de son sigaramı dayanamadım içtim; henüz gece yarısı değildi, saat daha yirmi üçtü, son sigara için çok namüsait bir zaman.
Bir kitap açtım. Anlamadan okuyordum hatta okurken kendimi kaptırıp hayal bile kuruyordum. Baktığım sayfada, yalnızca Doktor Muli’nin güzelliğini ve zarafetini görüyordum. Dayanamadım! Giovanna’yı aradım. Belki iki çift laf edecek olursam sakinleşirim diye düşündüm.
Daireye girdi, hemen şüpheli gözlerle beni süzdü. Tiz sesiyle haykırdı:
“Sakın görevimi suistimal ettirebileceğinizi düşünmeyin!”
Bense onu sakinleştirmek için yalan söyledim, böyle bir şey düşünmediğimi, artık okumaktan sıkıldığımı ve onunla sohbet etmek istediğimi ekledim. Onu karşıma oturttum. İhtiyarlamış görüntüsü ve tüm zayıf hayvanlarınkine benzeyen genç ve hareketli gözleriyle beni tiksindiriyordu. Böylesi bir arkadaşlığa katlanmak zorunda olduğum için kendime acıdım. Aslında özgürken bile bana en uygun insanları nasıl seçeceğimi bilmediğim doğrudur çünkü genellikle tıpkı karımın yaptığı gibi onlar beni seçerler.
Giovanna’ya beni oyalaması için yalvardım, dikkate değer bir şey anlatamayacağını söyleyince ailesinden bahsetmesini istedim, bu dünyada herkesin mutlaka bir ailesi vardır, diye de ekledim.
Hemen itaat etti ve iki kızının neden Yoksullar Yurdunda olduğunu anlatmaya koyuldu.
Memnuniyetle hikâyesini dinlemeye başlamıştım çünkü toplamda on sekiz ay süren hamileliklerinin sonucunda böylesi bir durumda olması güldürmüştü beni. Ama doğası gereği çok tartışmacı bir üslubu vardı. Aldığı üç beş kuruşla başka bir şey yapamayacağını, doktorun da birkaç gün önce nasıl olsa tüm aileye Yoksullar Yurduna bakıyor diye ona günde iki kronun yeterli olduğunu söylemesinin haksızlık olduğunu kanıtlamaya kalkışınca dinlemeyi bıraktım. O ise bağırıyordu:
“Ya gerisi? Üstlerini giydirip karınlarını doyurmakla her şeyleri tamam olmuyor ki!”
Ve kızlarına alması gereken bir sürü ıvır zıvır saydı, şimdi hepsini hatırlamıyorum çünkü kulaklarımı onun tiz sesinden korumak için düşüncelerimi kasıtlı olarak başka bir şeye çevirmek zorunda kaldım. Ama yine de kulaklarım zarar görmüştü ve karşılığını almak hakkımmış gibi geldi:
“Bir tanecik sigara yok mu yanında, tek bir tane? Karşılığında on kron veririm sana ama ancak yarın çünkü şu an yanımda tek kuruş yok.”
Teklifim Giovanna’yı dehşete düşürdü. Çığlık atmaya başladı; hasta bakıcıyı çağırmak istedi, odadan çıkmak için koltuğundan kalktı.
Onu susturmak için niyetimden vazgeçtim hemen ve rastgele bir şey söylemiş olmak, kendime bir hava vermek için sordum:
“Bu hapishanede en azından içecek bir şeyler var mıdır?”
Giovanna’nın cevabı gecikmedi ve beni şaşırtan kusursuz bir ses tonu ile:
“Tabii ki var. Doktor çıkmadan önce bana bu konyak şişesini bıraktı. Bak şişe hâlâ kapalı. Kimse dokunmadı.” diye cevap verdi.
Öyle bir durumdaydım ki kendim için sarhoşluktan başka bir yol göremiyordum. Karıma olan güvenim beni ne hâllere düşürmüştü…
O dakikada sigara içme bağımlılığım, bu kadar zahmete değmezmiş gibi geldi bana. Yarım saattir sigara içmiyordum, zihnim Doktor Muli’nin ve karımın düşünceleri ile dolduğundan aklıma da içmek gelmiyordu. Yani tamamen iyileşmiştim ama hâlim pek bir komikti!
Şişenin tıpasını açtım, sarı sıvıdan küçük bir bardak doldurdum kendime. Giovanna, bana bakıyordu ama ona da teklif etmekte biraz tereddüt ettim.
“Bu şişeyi boşalttıktan sonra, başka bir tanesini alabilecek miyim?”
Giovanna, yine pek bir tatlı ses tonuyla beni rahatlattı:
“İstediğiniz kadar! İsteklerinizi yerine getirmek için kileri işleten hanım, gerekirse gece yarısı yatağından kalkacak.”
Hayatım boyunca hiç cimrilik ettiğim olmamıştır, Giovanna’nın bardağını da ağzına kadar doldurdum. Teşekkürünü tamamlayamadan bardağını boşalttı ve gözlerini tekrar şişeye dikti. Bu hareketiyle onu sarhoş etme fikrini aklıma getiren kendisi oldu. Ama bu iş kolay oldu da diyemem!
Birkaç kadeh devirdikten sonra saf Trieste lehçesiyle bana söylediklerini birebir yazamayacağım ama kafamdaki endişelerimden uzaklaşabilseydim, karşımda zevkle dinleyebileceğim bir insan oturduğu izlenimine kapıldım.
Her şeyden önce, böylesi bir çalışma şeklinden hoşlandığını itiraf etti. Bu dünyadaki herkesin, günde birkaç saatini rahat bir koltuğa serilip kendisini çarpmayacak iyisinden bir şişe içki eşliğinde harcama hakkı olmalıymış.
Ben de sohbete katılayım dedim. Kocası hayattayken de böyle mi çalışırdı diye sordum.
Gülmeye başladı. Kocası hayattayken onu öpmekten çok dövermiş, onun için o kadar çok çalışıp didinmiş ki o döneme kıyasla, ben bu sağlıkevinde tedaviye başlamadan önceki hâli bile dinlenme gibi gelmiş ona.
Sonra Giovanna düşünceli bir hâl aldı, ölülerin, yaşayanların ne yaptıklarını gördüğüne inanıyor muyum diye sordu. Kısaca başımı evet anlamında salladım. Ama bir de ölüler öbür dünyaya gittiklerinde henüz hayattayken olup biten her şeyi sonradan öğreniyorlar mıydı, onu da bilmek istedi.
Soru, bir an için de olsa kaygılarımdan uzaklaşıp dikkatimin dağılmasını sağladı. Dahası gittikçe tatlılaşan bir ses tonuyla sorulmuştu çünkü Giovanna, ölüler sözlerini duymasın diye olsa gerek sesini alçaltmıştı.
“Demek kocanıza ihanet ettiniz.”
Bağırmamam için bana yalvardı, sonra kocasını aldattığını itiraf etti ancak ta evliliklerinin ilk aylarındaymış. Sonra dayağa alıştığını ve erkeğini sevdiğini söyledi.
Sohbet devam etsin diye sordum:
“Öyleyse ilk kızınız, hayatını bir başka adama mı borçlu?”
Yine alçak bir sesle, kimi benzerlikleri görünce kendisinin de böyle düşündüğünü söyledi. Kocasına ihanet ettiği için çok üzgündü. Bunu söylerken gülüyordu çünkü incittiklerinde bile gülünecek şeylerdir bunlar. Ama eşi öldüğünden beri daha da bir üzgünmüş, öncesinde kocası olayı bilmediği için çok mühim gelmiyormuş ona.
Kardeşçe bir yakınlık hissederek onu yatıştırmaya çalıştım ve ölülerin her şeyi bildiğine inandığımı ama onların bazı şeyleri pek de umursamadıklarını düşündüğümü söyledim.
“Sadece yaşayanlar acı çeker!” diye bağırdım yumruğumu masaya vurarak.
Elim çok acıdı, yeni fikirlerin uyanması için fiziksel acıdan daha iyisi yoktur. Karımın hapsedilmemden faydalanıp beni aldatacağı düşüncesi ile acı çekerken aklıma bir olasılık geldi, belki doktor hâlâ sağlıkevindeydi, eğer öyleyse bu durumda içim rahat olabilirdi. Doktora önemli bir şey söylemem gerektiğini söyleyerek Giovanna’ya onu çağırması için yalvardım, karşılığında da tüm bir şişeyi ödül olarak vadettim. Çok fazla içmeyi sevmediğini söyleyerek itiraz etti ama dediğimi de yaptı. Hücremizden çıkmak için ikinci kata uzanan ahşap merdivenlerden sallana sallana yukarı doğru tırmandığını duydum. Sonra aşağı indi ama inerken büyük bir gürültüyle, bağıra çağıra yere kapaklandı.
“Tanrı kahretsin seni!” diye hararetle mırıldandım. Boynunu kırmış olsaydı, ne kolay olurdu işim!
Oysa o, gülerek girdi içeri çünkü artık canı öyle kolay kolay her şeye yanmaz olmuştu. Hasta bakıcı ile konuştuğunu anlattı, yatmaya gitmiş ama ben bir yaygara koparacak olursam diye yatağında hazır bekleyecekmiş. Elini kaldırdı ve işaret parmağını uzatarak sözlerine gülümsemesi ile hafiflettiği bir tehdit ekledi. Sonra, kuru bir sesle, doktorun karımla birlikte çıktığını ve henüz dönmediğini söyledi. O zamandan beri yokmuş! Hasta bakıcı, birkaç saate geri döner diye beklemiş çünkü bir hastası muayene için görüşmek istemiş. Ama artık bu saatte geleceğini sanmıyormuş.
Yüzünü seğirten gülümsemesi, basmakalıp mıydı yoksa tamamen yeni bir şey miydi ve doktorun hastası olan benimle değil de eşimle birlikte olmasından mı kaynaklanıyordu diye anlamaya çalışarak yüzüne baktım. Öyle öfkelendim ki… Bu öfkeden başım döndü. İtiraf etmeliyim ki her zaman olduğu gibi ruhumda iki kişi savaşıyordu, daha mantıklı olanı bana şöyle dedi: “Ahmak! Karının seni aldattığını da nereden çıkardın? Bir fırsat yakalamış olması için, seni bir yere kitlemesine gerek yok ki!” Diğeri ise kesinlikle şu sigara içmek isteyendi, o da bana ahmak diyordu ama şöyle bağırıyordu: “Kocanın yokluğu, nasıl bir rahatlık sağlar farkında değil misin? Karın şimdi parasını senin ödediğin doktor ile birlikte!”
Giovanna içkisini yudumlamayı sürdürerek dedi ki:
“İkinci katın kapısını kapatmayı unuttum. Ama şimdi iki kat çıkacak hâlim yok. Orada zaten her zaman birileri bulunur, kaçmaya kalkışırsanız da elbet biri engeller sizi.”
“Tabii ya!” dedim. Zavallı kadıncağızı aldatmak için birazcık ikiyüzlülük yetiyordu. Sonra ben de konyağı indirdim mideme, elimde bunca içki varken sigaranın aklıma bile gelmediğini söyledim. Hemen inandı. Sonra başladım anlatmaya, sigarayı bırakmayı aslında ben istemiyordum dedim. Bunu isteyen karımdı. Gerçek şu ki bir demet sigara içtim mi hemen bir canavara dönüşüyordum. İşte o zaman menzilimdeki her kadın, tehlike altına giriyordu.
Giovanna, kendini sandalyenin üzerine iyice bırakarak yüksek sesle gülmeye koyuldu:
“Size gereken on sigarayı içmenizi eşiniz mi engelliyor yani?”
“Aynen öyle! Diğerlerini bilmem ama en azından beni engelliyordu.”
Kanında o kadar konyak varken Giovanna hiç de aptal sayılmazdı. Neredeyse sandalyesinden düşmesine neden olacak bir kahkaha tufanına tutuldu ancak nefeslenebildiğinde, kesik sözlerle, hastalığımdan esinlenerek muhteşem bir tablo çizdi:
“On sigara… Yarım saat… Alarm çalar… Ve sonra…”
Onu düzelttim:
“On sigara için yaklaşık bir saate ihtiyacım var. Sonra tam etkisini yakalayabilmek için yaklaşık bir saat daha, on dakika daha fazla, on dakika daha az da olabilir…”
Giovanna aniden ciddileşti ve bir çırpıda sandalyesinden kalktı. Biraz başı ağrıdığı için yatağa gideceğini söyledi. Şişeyi yanına almasını söyledim çünkü ben yeterince içmiştim. İkiyüzlü bir şekilde, ertesi gün bana iyi bir şarap getirmesini istediğimi söyledim.
Ama o, şarap düşünecek hâlde değildi. Kolunun altında şişe ile odadan çıkmadan önce bana öyle bir baktı ki ürktüm.
Kapıyı açık bırakmıştı, birkaç dakika sonra odanın ortasına bir paket düştü, hemen fırlayıp aldım: İçinde on bir tane sigara vardı. İşi garantiye almak için olsa gerek, zavallı Giovanna ölçüyü bol tutmuştu. Sıradan sigaralardı bunlar: Macar sigaraları. Ama ilk yaktığım sigara çok iyi geldi. Kendimi inanılmaz rahatlamış hissettim. Önce, çocukları kilitlemek için uygun olsa bile bana hiç de uygun olmayan bu sağlıkevinde oynadığım oyundan dolayı keyiflendim. Sonra aynı oyunu eşime de oynamış olduğumu düşündüm, böylece bana yaptığının karşılığını vermişim gibi oldu. Öyle olmasa kıskançlığım, neden şimdi katlanılabilir bir meraka dönüşmüştü ki? O yerde, o iğrenç sigaraları içerken sessiz sakin oturuyordum.
Bir yarım saat sonra, Giovanna’nın karşılık bekleyeceğini düşünerek o sağlıkevinden kaçmanın gerekli olduğunu hatırladım. Ayakkabılarımı çıkardım ve koridora çıktım. Giovanna’nın odasının kapısı kapalıydı, gürültülü ve düzenli nefes alışverişine bakılırsa uyuyor olmalıydı. Dikkatli bir şekilde ikinci kata çıktım, o kapının ardında -Doktor Muli’nin gurur duyduğu- ayakkabılarımı giydim. Bir sahanlığa çıktım ve şüphe uyandırmamak için yavaşça merdivenlerden aşağı inmeye başladım.
İlk katın sahanlığına varmıştım ki hasta bakıcıya benzeyen ancak şık giyimli, genç bir hanım arkamdan gelip kibarca sordu:
“Birini mi arıyorsunuz?”
Güzelce bir kızdı, şu on sigarayı onun yanında tüttürebilsem hiç fena olmazdı. Biraz gergin hâlde gülümsedim:
“Doktor Muli yok mu?”
Gözlerini kocaman açtı:
“Şu an burada değil.”
“Onu nerede bulabileceğimi söyleyebilir misiniz? Evde bir hastam var da…”
Nazikçe doktorun adresini verdi, ben de adresi aklımda tutmak istediğime onu inandırmak için birkaç kez tekrar ettim. Yanından ayrılmak için aceleci davranasım yoktu ama o sıkılarak arkasını döndü. Kendi hapishanemden dışarı atılmış gibi hissettim.
Alt katta bir kadın bana kapıyı açtı. Yanımda tek kuruş yoktu, mırıldandım:
“Bahşişi başka sefer vereyim.”
Geleceği asla bilemeyiz. Hayatımda bazı olayların kendilerini tekrar ettikleri olmuştur, kim bilir belki de bir gün tekrar geçerim buradan.
Gece berrak ve sıcaktı. Özgürlüğün rüzgârını daha iyi hissedebileyim diye şapkamı çıkardım. Yıldızları, sanki biraz önce keşfetmişim gibi hayranlıkla seyrettim. Ertesi gün, sağlıkevinden uzaktayken sigarayı da bırakacaktım. Bu esnada, hâlâ açık olan bir tütüncüden kendime kaliteli sigaralardan aldım çünkü bir tiryaki olarak jübilemi, zavallı Giovanna’nın sigaralarından biriyle yapamazdım. Sigaraları aldığım tezgâhtar, beni tanıdı ve veresiye verdi.
Villama vardığımda, öfkeyle çaldım zili. Önce hizmetçi pencereye çıktı, pek kısa sayılamayacak bir süre sonra da karım göründü. Beklerken kusursuz bir soğuklukla “Görünüşe göre Doktor Muli orada.” diye düşündüm. Ancak karım beni tanıyıp da ıssız sokağı çınlatan içten bir kahkaha patlatınca, şüphelerim silindi gitti.
Evde bazı soruşturmalar yapmak için oyalandım. Maceralarımı ertesi gün anlatacağımı söyledim karıma ama olan biteni az çok tahmin ediyordu zaten. Bana “Neden artık yatmıyorsun?” diye sordu.
Bir özür bularak dedim ki:
“Yokluğumdan faydalanıp gardırobun yerini mi değiştirdin yoksa?”
Gerçek şu ki zaman zaman evdeki eşyaların yerinin değiştiğine inanırım, eşimin onları değiştirdiği de doğrudur ancak o anda her bir köşeyi kolaçan etmemin sebebi başkaydı, Doktor Muli’nin küçük, zarif vücudunu arıyordum.
Bu esnada karım güzel bir haber verdi. Sağlıkevinden dönerken Olivi’nin oğlu ile karşılaşmış, genç Olivi yeni buldukları bir doktorun reçete ettiği ilaçları kullandıktan sonra, babasının çok daha iyileşmiş olduğunu söylemiş karıma.
Uykuya dalmak üzereyken sağlıkevini terk etmekle pekiyi ettiğimi düşündüm, iyileşmek için bolca vaktim vardı nasıl olsa. Yan odada uyuyan oğlum, beni yargılayacak ya da taklit edecek duruma gelmemişti henüz. Telaşa kesinlikle hiç lüzum yoktu.

IV
BABAMIN ÖLÜMÜ
Doktor çekip gitti, doğrusu ben de babamın hayat hikâyesinden bahsetmem gerekir mi emin değilim. Eğer sırf iyileşeyim diye babamı tüm ayrıntılarıyla betimleyecek olursam sonunda iyileşmekten vazgeçerim. Cesaretimi topladım, eğer babamın benim uyguladığım gibi bir tedaviye ihtiyacı olsaydı bile hastalığı benden farklı olurdu. Neticede, zaman kaybetmemek için, onunla ilgili olarak sadece kendi anılarımı canlandırmaya yetecek olanları anlatacağım.
“15.4.1890, saat dört buçuk. Babamın ölümü. US”
Bilmeyenler için söylemeliyim ki bu son üç harfin anlamı United States değil, ultima sigaretta, yani son sigaradır. Bu notaya, anlarım umuduyla başında birkaç saat geçirdiğim ama hiçbir zaman anlamayı beceremediğim Ostwald’ın pozitif felsefe üzerine yazdığı kitabının kapağında rastladım. Belki kimse inanmaz ama biçimsizliğine rağmen, hayatımın en önemli olayını belirtiyor.
Annem, ben henüz on beş yaşımdayken öldü. Öldüğünde onu onurlandırmak için gözyaşı ile eşit değerde olmasa da kimi şiirler yazmıştım, acımda o andan itibaren benim için ciddi bir çalışma hayatının başlaması gerektiği duygusu da vardı. Zaten yalnızca acının varlığı bile daha meşakkatli bir hayatı işaret ediyordu. Sonrasında bugün bile canlı kalmayı başarmış dinî bir duygu, başıma gelen bu felaketi hafifletti ve yumuşattı. Annem benden uzak olsa da varlığını sürdürmeye devam ediyordu, dahası beni bekleyen başarıları görüp de sevinecekti bile. Ne güzel iş! O zamanlardaki hâlimi çok iyi hatırlıyorum. Annemin ölümünün bende uyandırdığı sağlıklı heyecandan ötürü, her şey iyiye gitmeli diye düşünüyordum.
Oysa babamın ölümü gerçek, büyük bir felaketti. Cennet diye bir şey yoktu, kalmamıştı ve ben artık otuzuna varmış bitik bir adamdım. Ben de! Çaresizlik içinde, hayatımın en önemli ve en belirleyici kısmının geride kaldığını ilk kez fark ettim. Ancak yaşadığım acı bu sözlerden anlaşılacağı gibi sırf bencilliğimden kaynaklanmıyordu. Ne münasebet! Gözyaşlarım hem onun için hem de kendim içindi, kendime sırf o öldüğü için ağlıyordum. O zamana kadar sigaradan sigaraya, fakülteden fakülteye dolaşıp durmuştum, yeteneklerime sarsılmaz bir inancım vardı. Belki de hayatımı tatlı kılan bu güven şayet babam ölmeseydi bugüne kadar devam edecekti. O öldü, artık kararlarımın yetişmesi gereken bir yarın kalmamıştı.
Pek çok kez, bunu düşündüğümde, kendime ve geleceğime dair daha önce değil de özellikle babamın ölümü ile umutsuzluğa kapılmış olmam bana çok garip geliyor. Bu son olanların hepsi yakın zamanda geldi başıma, o nedenle korkunç acımı ve talihsizliklerimin her detayını anımsamak için ruh analizci beyefendilerin istediği gibi rüya görmeme gerek yok. Her şeyi gayet iyi hatırlıyorum ama iş anlatmaya gelince hiçbirini doğru düzgün ifade edemiyorum. Babam ölünceye kadar onun için yaşamadım. Kendisine yakınlaşmak için hiçbir çaba sarf etmedim hatta onu gücendirmeden olabildiğince ondan kaçmaya çalıştım. Üniversitede herkes onu, benim taktığım “para babası ihtiyar Silva” lakabı ile tanırdı. Beni ona yakınlaştıran hastalığı oldu ancak ölümcül bir hastalıktı, pek kısa sürdü ve doktor ondan ümidi kesip ölüme terk etti. Ben Trieste’deyken en uzun görüşmemiz, iki saatten fazla sürmezdi. Hiçbir zaman, ağladığım zamanlardaki gibi uzun süre birlikte vakit geçirmemiştik. Keşke ona daha iyi baksaydım da öldükten sonra daha az gözyaşı akıtsaydım! Bu kadar hasta da olmazdım o zaman. Birlikte vakit geçirmemizi zorlaştıran, onunla aramızda kafa yapısı olarak ortak hiçbir şey bulunmamasıydı. Birbirimize bakarken ikimizin yüzünde de aynı şefkat dolu gülümseme belirirdi, bir baba olarak geleceğim için endişelendiğinden onunki biraz daha buruktu, benimki ise hoşgörülüydü, zayıflıklarının kısmen yok olduğuna inanıyordum kimilerini de yaşına bağlıyordum. Benim gücüme -bana kalırsa- ilk güvenmeyen o olmuştu. Kuşkulandığım bir diğer şey ise pek bilimsel olmasa da bana kalırsa bu güvensizliğin sebebi, onun bedeninden kaynaklanmış olmamdı, bu da -bilimsel bir inançla- benim ona olan güvensizliğimi artırıyordu.
Babam, yetenekli bir tüccar olarak ün salmıştı ancak işlerini uzun yıllardır Olivi’nin idame ettirdiğini biliyordum. Ticaretteki beceriksizliği hususunda aramızda bir benzerlik vardı ama başka bir tane daha yoktu. Benim gücü, onun ise zayıflığı simgelediğini söyleyebilirim pekâlâ. Bu defterlerde yazdıklarım bile içimde her zaman iyilik için bir eğilim bulunduğunu gösterir ki belki de bu benim en büyük talihsizliğimdir. Dengeli ve güçlü olmakla ilgili kurduğum tüm hayallerin başka açıklaması olamaz. Babam ise bunların hiçbirini bilmezdi. Kendi yaradılışından hiçbir şikâyeti yoktu, sanıyorum ki iyileşeyim diye bir çabası da olmamıştı hiç. Tüm gün sigara içerdi, annem öldükten sonra bazı geceler uyuyamadığı olurdu, o gecelerde de içerdi. Akşamları yemekte ise demlenirdi, başını yastığına koyar koymaz uykuya dalacağına emin olana kadar. Ona göre sigara ve alkol, en iyi ilaçlardı.
Kadınlara gelince akrabalarımdan, annemin kimi haklı kıskançlıklarının olduğunu öğrendim. Söylenenlere göre o uysal kadın, kocasını frenleyebilmek için zaman zaman şiddetli çıkışlar yapmak zorunda kalıyormuş. Babam annemi sever sayardı, kendine yol göstermesine de müsaade ederdi ama anlaşılan o ki herhangi bir ihanetini itiraf ettiği olmamıştı hiç, bu yüzden annem düşüncesinde yanıldığını zannederek öldü. Gerçi benim pekiyi kalpli akrabalarım, onun kocasını terzi ile neredeyse suçüstü yakaladığını da anlatırlar. Babam dalgınlığından ne yaptığını bilmediğini söyleyip özür dilemiş ve allem edip kallem edip, karısını da masumiyetine inandırmış. Neticede olan terziye olmuş, annem de babam da bir daha ayak basmamışlar o dükkâna. Sanırım babamın yerinde olsam o terziden bir türlü kopamaz, olduğum yere kök salardım.
Babam bir aile reisi olarak huzuru nasıl sağlayacağını pekiyi bilirdi. Evinde de kendi içinde de dinginlik hüküm sürüyordu. Ahlakçı, yavan kitaplardan başkasını okumazdı. İkiyüzlülükten değil, içtenlikle inandığından: Bence bu ahlaki vaazların doğru taraflarını, ta derinden hisseder, erdem ve ahlaka karşı olan bağlılığı vicdanını yatıştırırdı. Artık iyice yaşlandığım ve bir aile reisi olmaya yaklaştığım için vaaz edilen bir ahlaksızlığın, ahlaksız bir eylemden daha fazla cezayı hak ettiğini düşünüyorum. İnsan aşktan ya da nefretten bir cinayet işleyebilir ama cinayetin reklamını yapmak, yalnızca kötü niyettendir.
Babamla ikimiz arasında o kadar az ortak nokta vardı ki bir gün, bu dünyada onu en çok rahatsız eden insanlardan birinin ben olduğumu itiraf etti. Sağlıklı olma arzum, beni insan vücudunu incelemeye sevk etmişti. Babam ise o korkunç makinenin düşüncesini, pekâlâ kafasından silmeyi başarmıştı. Ona göre kalbin nasıl attığını düşünmek yersizdi, bir organizmanın canlılığını açıklamak için supapları, damarları ve maddeleri hatırlamaya gerek yoktu. Hareket etmeyi sevmezdi pek çünkü hayattaki deneyimler insana, hareket eden her şeyin gün gelip duracağını söylerdi. Onun için yeryüzü de hareketsizdi, tüm dünya menteşelerin üzerine sıkıca yerleştirilmişti. Doğal olarak bunu öyle apaçık söylediği yoktu ancak bu anlayışa uymayan bir şey söylendiğinde acı çekiyordu. Bir gün antipot hakkında konuşurken tiksinerek susturdu beni. İnsanların baş aşağı durduğunu düşünmek bile midesini altüst ediyormuş.
Beni her zaman iki hususta eleştirirdi: Dikkat dağınıklığım ve ciddi meselelere gülme eğilimim. Dikkat dağınıklığı açısından benden farklıydı, küçük bir defteri vardı hatırlamak istediği her şeyi not eder ve günde birkaç kez gözden geçirirdi. Böylece hastalığının üstesinden geldiğine inanıyor ve acı çekmiyordu. O defteri tutayım diye beni de zorladı ama içine sadece bu son sigaram diye aldığım notlardan başka bir şey yazmadım.
Ciddi meseleleri küçümsememe gelince bana göre de onun bu dünyadaki pek çok şeyi ciddiye almak gibi bir kusuru vardı. Bir örnek vereyim: Hukuk Fakültesinden Kimya Fakültesine geçtikten sonra, onun izniyle hukuka geri döndüğümde, bana nazikçe “İstediğini yap, bir zır deli olduğun ortada artık.” demişti.
Bu lafına hiç gücenmedim, izin verdiği için ona o kadar minnettardım ki kendisini güldürerek ödüllendirmek istedim. Deli olmadığımı belgelemek için Doktor Canestrini’ye gittim, beni muayene etmesini istedim. Kolay da olmadı çünkü uzun ve ayrıntılı incelemelerden geçmek zorunda kaldım. Belgemi alınca da muzaffer bir edayla babama getirdim ama o gülmedi. Kederli bir ses tonu ve yaşlı gözlerle: “Ah! Sen gerçekten delisin!” diye haykırdı.
Yorucu ve pek bir zahmetli oyunumun ödülü buydu işte. Beni asla affetmedi, yaptığıma da gülmedi hiç. Sırf şaka olsun diye doktora gitmek ha? Şaka olsun diye damgalı bir belge almak öyle mi? Ne delilik!
Kısacası onunlayken ben gücü temsil ediyordum, bazen beni güçlendiren ondaki bu zayıflığın ortadan kalkmasıyla benden de bir şeyler azaldı gibi hissediyorum.
Hatırlıyorum da o alçak Olivi, onu bir vasiyet yazmaya ikna ettiğinde zayıflığı nasıl da ortalığa dökülmüştü. Olivi’nin bu işten çıkarı vardı, işlerin başına geçecekti, bizim ihtiyarı buna ikna etmek için de epey zaman uğraşmıştı herhâlde. Sonunda babam kararını verdi ama geniş, sakin yüzüne bir karartı düştü. Sanki vasiyetini yazarak ölümle iletişime geçmişti, mütemadiyen ölümü düşünüp duruyordu.
Bir akşam bana sordu:
“İnsan öldüğünde, her şeyin bittiğine inanır mısın?”
Ölümün gizemini her gün düşünürüm ancak henüz ona istediği bilgiyi verecek durumda olmadığımdan, sırf gönlü hoş olsun diye geleceğimiz ile ilgili mutlu bir tablo uydurdum:
“Zevkin varlığını koruyacağına inanıyorum çünkü orada acıya gerek kalmaz artık. İnsan bedeninin çözülüp çürümesi, cinsel bir zevk yaratabilir. Yeniden oluşması çok yorucu olacağına göre buna mutluluk ve dinlenme duygusu eşlik edecektir. Bedenin çözülmesi, yaşamın ödülü olmalı!”
Büyük bir pot kırmıştım. Akşam yemeğini yemiş ama hâlâ masadan kalkmamıştık. Babam sözlerime cevap vermeden sandalyesinden kalktı, bardağını başına dikti, ardından “Seninle felsefe yapmanın zamanı değilmiş demek ki.” dedi.
Ve çıkıp gitti. Çaresizce peşinden gittim, bu pek sıkıcı düşüncelerden uzaklaştırmak için yanında kalmayı düşündüm ama beni uzaklaştırdı. Ona ölümü ve zevki hatırlatıyormuşum.
Bana konusunu açana kadar vasiyet meselesini aklından çıkaramayacaktı. Beni her gördüğünde bu konuyu hatırlıyordu, dolayısıyla bir akşam dayanamayıp patladı:
“Sana bir şey söylemem gerekiyor, vasiyetimi hazırladım.”
Onu artık kâbusu hâline gelen ölüm düşüncesinden uzaklaştırmak için, haberin bende yarattığı şaşkınlığı hemen yendim.
“Ben böyle bir zahmete girmeyi düşünmüyorum hiç, umarım vârislerimin tümü benden önce ölür.” dedim.
Ona göre ciddi bir meseleydi, gülmemden hemen rahatsız oldu, beni cezalandırmak istedi. Böylece hiç de zorlanmadan beni, Olivi’nin vesayetine bırakarak oynadığı oyunu anlattı bir güzel.
Şunu söylemeliyim ki bence ben, iyi bir evlat olduğumu işte o gün kanıtlamıştım; kendisine acı çektiren düşüncelerden onu koparmak için itiraza yeltenmedim hiç. Son isteğini ne olursa olsun yerine getireceğimi bildirdim.
“Belki…” diye ekledim. “Son isteğini değiştirecek davranışlarda bulunmayı başarırım.”
Böyle söylemem hoşuna gitti çünkü benim, ona uzun, pek uzun bir yaşam atfettiğimi gördü. Yine de benden eğer kendisi vasiyetini değiştirmez ise Olivi’nin yetilerini küçümsemeye kalkışmayacağıma dair yemin istedi. Şerefim üzerine söz vermem kâfi gelmeyince yemin ettim. O zamanlar, o kadar uysaldım ki hâlâ hayattayken onu yeterince sevmediğim için pişmanlık duyduğumda hep o sahneyi hatırlarım. Aslında dürüst olmam gerekirse o dönemde, onun isteklerine seve seve boyun eğiyordum çünkü çalışmaya beni zorlamaması pek hoşuma gitmişti.
Ölümünden yaklaşık bir yıl önce, sağlığı için etkili bir adım atabildim. Kendini hasta hissettiğini söyleyince onu doktora gitmeye zorladım, dahası bizzat kendim götürdüm. Doktor bazı ilaçlar yazdı ve birkaç hafta sonra kendisini tekrar görmemizi istedi. Ancak babam, mezarcılardan ne kadar nefret ediyorsa doktorlardan da bir o kadar nefret ettiğini söyledi, kendisine reçete edilen ilaçları da almadı çünkü onlar da doktorları ve mezarcıları hatırlatıyormuş, böylece tedaviyi reddetti. Birkaç saat sigara içmedi ve bir öğünü şarapsız geçirdi. Tedaviden vazgeçince kendini çok daha iyi hissetti ve ben de onu böyle mutlu görünce, bu mesele üzerine daha fazla düşünmedim.
Sonrasında kimi zamanlar pek keyifsiz geldi gözüme. Ama yalnızdı, yaşlıydı, asıl mutlu görsem şaşırırdım.
Mart ayının sonunda bir akşam, eve her zamankinden biraz daha geç geldim. Bir terslik olduğundan değil, sadece Hristiyanlığın kökenleri üzerine bazı fikirlerini bana açıklamak isteyen ukala bir arkadaşın eline düşmüştüm. İlk kez benden, bu kökenler üzerine düşünmem isteniyordu, arkadaşımı memnun etmek için bu uzun derse adapte olmaya çalıştım. Hava yağmurlu ve soğuktu. Arkadaşımın bahsettiği Yunanlılar ve Yahudiler dâhil, her şey tatsız ve kasvetliydi ama yine de iki saat boyunca süren bu azaba katlandım. Her zamanki zayıflığım işte! Bahse girerim, bugün hâlâ böyle konularda o kadar dirençsizim ki birisi beni karşısına alıp ciddi ciddi konuşsa pekâlâ beni astronomi okumaya teşvik edebilir.
Villamızı çevreleyen bahçeye girdim. Buraya kısa bir araba yolu ile ulaşılıyordu.
Hizmetçimiz Maria’yı pencerede beni beklerken buldum, yaklaştığımı duyunca karanlıkta bağırdı:
“Siz misiniz, Bay Zeno?”
Maria şimdilerde eşine rastlanamayacak türden bir hizmetçiydi. Yaklaşık on beş yıldır bizimle yaşıyordu. Her ay maaşının bir kısmını yaşlılığı için bankaya yatırırdı, ne yazık ki bu birikimin ona bir faydası dokunmadı çünkü ben evlenmeden kısa bir süre önce, işinin başındayken hayatını kaybetti.
Maria bana, babamın birkaç saat önce eve döndüğünü ancak akşam yemeği için beni beklemek istediğini söyledi. Kendisi yesin diye ısrar etmiş ama babam, kaba bir şekilde başından savmış onu. Sonra birkaç kez huzursuz ve endişeli bir şekilde beni sormuş. Maria’nın, babamın iyi hissetmediğini düşündüğü açıkça ortadaydı. Konuşmakta güçlük çektiğini ve sık sık nefes nefese kaldığını anlattı. Onunla yedi yirmi dört bir evde kapalı kaldığı için Maria, gitgide babamın hasta olduğuna inanmaya başlamıştı. Zavallı kadın için bu evde meşgul olunacak pek az şey vardı, ayrıca annemle yaşadığı deneyim sonrası, herkesin kendinden önce öleceğini sanıyordu.
Biraz meraklanarak yemek odasına koştum ancak hâlâ endişelenmiş değildim. Babam uzandığı koltuktan doğruldu, büyük bir sevinçle karşıladı beni, bense duygulanamamıştım çünkü yüzünden sitem okunuyordu. Yine de bu hareketi, merakımı dindirmeye yetti çünkü sevinci sağlıklı olduğunu gösterir diye düşünüyordum. Üstelik Maria’nın anlattığı nefes darlığından ve konuşma zorluğundan da bir iz görememiştim. Bana sitem edecek derken ettiği inatçılık yüzünden özür diledi:
“Ne yapayım işte?” dedi nazikçe. “Bu dünyada bir başımıza kaldık, yatmadan önce göresim geldi seni.”
Keşke o an içten davranabilseydim, keşke hastalık nedeniyle yumuşak başlı ve pek bir şefkatli olan sevgili babacığımı kollarıma alsaydım! Oysa ben soğukkanlılıkla, ona bir tanı koymaya kalkıştım: İhtiyar Silva ne kadar da uysallaşmıştı böyle? Hasta mıydı gerçekten de? Şüpheyle süzdüm onu, aklıma sitem etmekten başka bir şey gelmedi:
“Ama neden bu saate kadar yemek yemeden bekledin beni? Yemeğini yedikten sonra da bekleyebilirdin pekâlâ!”
Canlılıkla güldü:
“İki kişi yiyince yemeğin tadı bir başka oluyor.”
Bu sevinç, aynı zamanda açılmış bir iştahın belirtisi de sayılabilirdi: Rahatladım ve yemeye koyuldum. Babam ayağında ev terlikleri ile dengesiz adımlar atarak yemek masasına yaklaştı ve her zamanki yerine oturdu. Bir süre yemek yerken beni izledi, kendisi de zar zor birkaç kaşık yedikten sonra yemeyi bıraktı ve hatta iğrenerek tabağını itti. Ama gülümsemesi ısrarla yaşlı yüzünde asılı kaldı. Birkaç kez gözlerine baktığımda, bakışlarını benden başka yöne kaçırdığını daha dün gibi hatırlıyorum. Kimileri bunun riya anlamına geldiğini söylerler oysa şimdi anlıyorum ki bir hastalık belirtisiydi. Yaşlanan hayvanlar, zayıflıklarının açık seçik seçileceği yarıkları herkesten gizlerler.
Beni beklediği saatler boyunca nerede ne yaptığımı merak ediyordu. Pek bir önem verdiğini görünce yemek yemeyi bıraktım ve kuru kuru, o saate kadar bir arkadaşla Hristiyanlığın kökenleri üzerine tartıştığımı anlattım.
Şüpheli ve şaşkınlıkla dolu bakışlar attı bana:
“Şimdi sen de mi dine merak saldın?”
Onunla birlikte bu konu hakkında oturup düşünmeyi kabul etseydim, büyük bir teselli bulacağı açıktı. Oysa ben, babam hayattayken kendimi her zaman biraz kavgacı -sonra bu duygu yok oldu- hissederdim, üniversitelerin çevresine dizili kafelerde her gün duyduğunuz o alışılagelmiş sözlerden biriyle cevap verdim:
“Benim için din, incelenmesi gereken bir olgu sadece.”
“Olgu mu?” dedi şaşkınlıkla. Başka bir cevap aradı hemen, ağzını açmıştı ki duraksadı. Tam o sırada Maria’nın getirdiği ve kendisinin el bile sürmediği ikinci yemek tabağına baktı. Sonra ağzını daha iyi kapasın diye dudakları arasına bir puro yerleştirdi, yaktı ve orada kül olmasına izin verdi. Böylece sessizce düşünmek için kendine bir ara vermiş oldu. Bir an kararlılıkla bana baktı:
“Umarım dinle de alay etmiyorsundur?”
Ben her zamanki işsiz güçsüz öğrenci havamla, ağzım doluyken cevap verdim:
“Alay edecek ne var! İnceliyorum dedim ya.”
Sustu, bir tabağın kenarına bıraktığı puronun izmaritine uzun uzun baktı. Bunu bana neden söylediğini şimdi anlıyorum. Karışmış zihninin içinden geçen ne varsa biliyorum hepsini ve o zamanlar nasıl olup da hiçbir şey anlamadığıma şaşıyorum. Sanırım pek çok şeyi anlamamızı sağlayan şefkatten yoksundum o sıralar. Daha sonraları o kadar kolay oldu ki! Babam inançsızlığım ile yüzleşmekten kaçınıyordu: O anda, onun için çok çetin bir mücadele olurdu bu ama yine de bir hastaya yakışır şekilde hafifçe saldırabileceğini düşünmüştü.
Konuşurken nefesinin kesildiğini hatırlıyorum, kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzından. Bir mücadeleye hazırlanmak pek zahmetlidir. Ama ağzımın payını vermeden yatmaz diye düşünüyordum ve olası bir münakaşaya hazırladım kendimi, oysa tartışmadık.
“Ben…” dedi yine o sönmüş sigarasının izmaritine bakarken. “Tercübemin ve yaşam bilgimin hayli büyük olduğunu düşünürüm. Bunca yılı boşuna yaşamadık sonuçta. Pek çok şey biliyorum bilmesine, ne yazık ki hepsini istediğim gibi sana nasıl öğretirim onu bilmiyorum işte. Ah oysa nasıl da isterdim bunu! Hayatın özünü görüyorum ben, doğru ve gerçeği de görüyorum, doğru ve gerçek olmayanı da.”
Tartışacak bir şey yoktu. Sözlerine pek ikna olmadan yemeğime de ara vermeden “Evet babacığım.” diye mırıldandım.
Onu gücendirmek istemiyordum.
“Bu kadar geç gelmen çok kötü oldu. Öncesinde bu kadar yorgun hissetmiyordum, pek çok şey anlatabilirdim sana.”
Yine geç kaldığım için bana sitem ediyor sandım ve bu tartışmayı, ertesi güne bırakmasını önerdim.
“Bu bir tartışma değil ki…” Rüyadaymış gibi cevap verdi. “Başka bir şey. Üzerine tartışmayacağımız, bir söylesem anlayacaksın sen de… Ama zor olan bunu söyleyebilmek!”
Burada içime kurt düştü:
“Kendini iyi hissetmiyor musun yoksa?”
“Hasta olduğumu söyleyemem ama çok yorgunum, hemen gidip yatsam iyi olur.”
Zili çaldı, aynı zamanda seslenerek Maria’yı çağırdı. Geldiğinde, odasında her şeyin hazır olup olmadığını sordu. Hemen ardından terliklerini sürüyerek yürümeye başladı. Bana yaklaştı ve her akşam yaptığım gibi yanaklarını öpeyim diye bana doğru eğildi.
Onun bu sarsak hareketlerini görünce, yine hasta olduğundan şüphe ettim ve iyi olup olmadığını sordum. İkimiz de aynı sözleri defalarca tekrarladık, yorgun olduğunu ama hasta olmadığını söyleyip durdu. Sonra ekledi:
“Şimdi, sana yarın söyleyeceklerimi düşüneceğim. Göreceksin nasıl ikna edeceğim seni.”
“Babacığım…” dedim. Duygulanmıştım, “Seve seve dinleyeceğim seni.”
Beni deneyimine boyun eğmeye pek istekli görünce gitmekte tereddüt etti: Böyle elverişli bir andan yararlanması gerekirdi! Eli ile alnını yokladı, öpeyim diye yanaklarını uzatmak için dayandığı sandalyeye oturdu. Ağır ağır soluyordu.
“Tuhaf!” dedi. “Sana hiçbir şey söylemiyorum, kesinlikle hiçbir şey.”
İçinde kavrayamadığı şeyi dışarıda bulabilirmiş gibi etrafına baktı.
“Oysa ne çok şey biliyorum ben, her şeyi biliyorum desem yanlış olmaz. Edindiğim o büyük deneyimin etkisi olmalı.”
Kendini ifade edemediğine canı sıkılmadı çok; kendi gücüne, büyüklüğüne gülümsedi.
Neden doktoru hemen aramadım bilmiyorum. Acı ve pişmanlık içinde itiraf etmek zorundayım ki babamın bu sözlerini, daha önce de birkaç kez denk geldiğim kendini beğenmişliğine yormuştum. Ancak zayıflığı o kadar ayan beyan ortadaydı ki benden kaçmadı, sırf bu yüzden de onunla tartışmadım. Bu kadar zayıfken güçlü olduğunu zannedip keyiflenmesi hoşuma gidiyordu. Ondan bir şey öğrenemeyeceğimi biliyordum ama sahip olduğuna inandığı bilgiyi, bana emanet etmek konusundaki isteği gururlandırmıştı beni. Onu pohpohlamak ve rahatlatmak istediğimden, aradığı kelimeleri bulmak için kendini zorlamasına gerek olmadığını söyledim çünkü en önemli bilim adamları, bu tür durumlarda akıllarını karıştıran karmaşık şeyleri beyinlerinin bir köşesine koyarlar ve orada kendi kendilerine yalınlaşmasını beklerler diye ekledim.
“Aradığım hiç de karmaşık değil ki. Aslında bu yalnızca doğru kelimeyi bulma meselesi, sadece bir tanecik kelime lazım bana ve ben onu bulacağım. Ama bu gece değil çünkü tek bir küçük düşünce bile olmadan güzel bir uyku çekmek istiyorum.”
Yine de sandalyesinden kalkmadı. Bir an için yüzüme bakarak tereddütle dedi ki:
“Sana ne düşündüğümü söyleyemiyorum çünkü her şeye gülüp geçiyorsun.”
Sözlerine içerlememem için yalvarmak istermiş gibi gülümsedi, sandalyesinden kalktı ve ikinci kez yanağını uzattı. Bu dünyada insanın gülüp geçebileceği, dahası zaten gülüp geçmesi gereken nice şey olduğuna onu inandırmaya çalışmaya, bu konu üzerine tartışmaya yeltenmedim, onu rahatlatmak isteyerek sıkıca kucakladım. Belli ki çok sıkmıştım çünkü kendini nefes nefese kurtardı benden, yine de sevgimi anlamıştı kuşkusuz çünkü dostane bir şekilde selamladı beni.
“Hadi gidip yatalım artık!” dedi neşeyle ve Maria’nın peşinden çıktı.
Ve yalnız kaldım, -bu da tuhaf- sağlığı üzerine düşünmedim daha fazla ama iyi bir evlat olarak babama duyduğum saygıyla böylesine büyük amaçları hedefleyen bir zihnin, daha iyi bir eğitim alamadığına üzüldüm. Bugün babamın o günkü yaşına yaklaşmışken rahatlıkla söyleyebilirim ki insan, güçlü bir zekâya sahip olduğunu sanabilir, bu zekâ da o sanrı dışında başka bir belirti göstermeyebilir. İşte insan o zaman derin bir nefes alır, tüm doğayı her zaman olduğu gibi hiç değişmeyeceği gerçeği ile kabul eder hatta doğanın bu hâline hayran kalır. Tüm yaratılışın dilediği o zekâ tecelli etmiştir işte. Babamda olan şuydu, hayatının son berrak anında kapıldığı zekâ duygusu beklenmedik dinî bir esinlenmeden kaynaklanmıştı, ben Hristiyanlığın kökenleriyle ilgilendiğimi söyleyince de içinde tutamayıp konuyu açıvermişti. Ama şimdi biliyorum ki bu duygu, serebral ödemin ilk belirtisiymiş.
Maria masayı toplamaya geldi, babamın hemen uyuyakaldığını söyledi. Gönlüm rahat uyumaya gittim. Dışarıda esen rüzgâr uğulduyordu. Sıcacık yatağımın içinde gitgide benden uzaklaşan bir ninni gibi duyuyordum onu, ardından uykuya daldım.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Maria uyandırdı beni. Sanırım birkaç kez uyanayım diye seslenmiş, sonra hemen dışarı koşmuştu. Uyku sersemi önce bir telaşa kapıldım, ihtiyar kadının odada çırpındığını görünce durumu anladım nihayet. Beni uyandırmaya çalışıyordu, uyanabildiğimde ise odadan çıkmıştı çoktan. Rüzgâr ninnisine devam ediyordu, dürüst olmak gerekirse babamın odasına giderken tatlı uykumdan koparılmış olmanın sıkıntısını yaşıyordum. Maria’nın, babamı her zaman hasta sandığı geliyordu aklıma. Ama eğer bu sefer de hasta değilse o zaman vay hâline!
Babamın odası pek büyük değildi ama her yanı eşya doluydu. Annem öldüğünde onu unutabilmek için, tüm eşyasını da yanına alarak yandaki küçük odaya taşınmıştı. Oda loştu, hayli alçak bir komodin üzerine yerleştirilen gaz lambası her yeri aydınlatamıyor, çoğu yer gölgede kalıyordu. Maria sırtüstü uzanmış gövdesinin bir kısmı yataktan taşan babamı tutmaya çalışıyordu. Babamın terle kaplı yüzü yakındaki ışıktan dolayı kıpkırmızı kesilmiş, başı Maria’nın sadık göğsüne dayanmıştı. Acı içinde kükrüyordu, ağzı o kadar taş kesilmişti ki çenesinden salyalar akıyordu. Karşı duvara dikmişti gözlerini hareketsiz bir şekilde, ben odaya girdiğimde bile kafasını benden yana çevirmemişti.
Maria babamın inlediğini duymuş, tam zamanında odaya girmeseymiş yataktan düşüverecekmiş. Başlarda -yemin ediyordu- daha fazla debeleniyormuş, şimdi nispeten sakinlemiş ama onu yalnız bırakmak riskli olurmuş. Belki de beni uyandırdığı için özür dilemek istiyordu bu sözlerle ama ben iyi yaptığını anlamıştım zaten. Benimle konuşurken bir yandan da ağlıyordu, ben ise henüz gözyaşı dökecek durumda değildim hatta ona susmasını, sızlanarak, o anda yaşanan korkuyu büsbütün artırmamasını söylerek onu azarladım. Hâlâ olan biteni tam anlayamamıştım. Zavallı kadıncağız, hıçkırıklarını bastırabilmek için her türlü çabayı gösterdi.
Babamın kulağına yaklaştım ve bağırdım:
“Neden inliyorsun baba? Hasta mısın?”
Sorumu duyduğunu sandım çünkü inlemesi azaldı, gözleri beni ararcasına karşı duvardan ayrıldı, odada dolaştı ama beni bulamadı. Birkaç kez aynı soruyu bağırdım kulağına, sonuç hep aynıydı. Erkekçe tavrım hızla yok oldu gitti. Babam o sırada ölüme bana olduğundan daha yakındı, haykırışlarım ona artık ulaşmıyordu. Derin bir korku kapladı içimi, önceki gece konuştuklarımızı hatırladım. O konuşma üzerinden geçen birkaç saat sonra, hangimizin haklı olduğunu görmek için yola çıkmıştı. Ne tuhaf! Acıma, pişmanlık da eklendi. Kafamı babamın yastığına gömdüm ve Maria’yı biraz önce azarlamış olmama rağmen, hıçkırıklarımı bırakarak umutsuzca ağladım.
Şimdi beni sakinleştirme sırası ona gelmişti ama pek bir tuhaf davranıyordu. Sakinleşmemi söylüyordu ama gözleri açık inleyen babamdan, bir ölü gibi söz ediyordu:
“Vah zavallım böyle ölüp gidiyor işte! Bu gür ve güzel saçlarla.” dedi, saçlarını okşuyordu. Söylediği doğruydu. Ben daha otuz yaşındayken saçlarım çoktan seyrelmişken babamın başı dolgun ve kıvırcık saçlarla taçlanmıştı.
O dakikada bu dünyada doktorların da var olduğunu ve zaman zaman insanları ölümden döndürdüklerini hatırlamıyordum. Babamın acıdan perişan olmuş yüzünde, çoktan ölümü görmüş, umudu kesmiştim. Doktor lafını ilk eden Maria oldu, sonra kasabaya göndermek için köylüyü uyandırmaya gitti.
Bana sonsuzlukmuş gibi gelen yaklaşık on dakika boyunca babama tek başıma destek olmaya çalıştım. Acılar içinde kıvranan bedenine dokundum, ellerime kalbimi istila eden tüm sıcaklığı aktarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Söylediklerimi duymuyordu. Ona olan sevgimi nasıl gösterecektim şimdi?
Köylü geldiğinde, doktora durumu bilsin de kimi ilaçları yanında getirebilsin diye not yazmak için odama gittim, vakayla ilgili fikir verebilecek birkaç kelimeyi bir araya getirmek benim için çok zor oldu. Devamlı babamın yaklaşan ve kaçınılmaz ölümünü düşünüyor, kendi kendime “Bu dünyada yapayalnız ne yaparım ben?” diye soruyordum.
Sonra uzun saatler boyunca bekledik. O saatleri oldukça iyi hatırlıyorum. İlk saatten sonra babamı tutmaya gerek kalmamıştı artık, yatağında öylece uzanıyordu, kendinden geçmiş hâldeydi. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, ben de ne yaptığımı kendim de bilmeden onu taklit etmeye çalışıyordum. Bazen nefesine yetişemiyor ve hastayı da kendimle birlikte dinlenmeye sürükleyebileceğimi sanıyordum. Ama o hiç yorulmadan koşuyordu. Bir kaşık çay içirmeye çalıştık. Müdahale etmeye kalkıştığımızda kendini savunuyor, bilinçsizliği azalıyordu, çayı içmemek için var gücüyle dişlerini sıkıyordu. Baygın hâldeyken bile inatçılığı elden bırakmıyordu. Şafaktan çok önce nefesinin ritmi değişti. Kümelere ayrıldı, sağlıklı bir insanın nefesini andıran ağır solumalarını telaşlı solumalar takip ediyordu, sonra uzun bir süre duruyorlar, korkutucu bir sessizlik yaratıyorlardı, bu sesler Maria ile bize öldüğünün ilanıymış gibi geliyordu. Ama nefes alışverişi hep bu şekilde devam etti, renkten mahrum hüzünlü bir müzikal ara. Solukları her zaman birbirine eşit değildi ama daima gürültülüydü, odanın bir parçası hâline gelmişti. O günden sonra o odaya yapıştı kaldı, hem de çok uzun bir süre.
Maria yatağın yanında oturmuştu, ben de kendimi bir kanepenin üzerine atıp birkaç saatimi orada geçirdim. İçimi en çok yakan gözyaşlarımı da o kanepede döktüm. Ağlamak, kişinin hatalarını gizler ve rahat rahat kaderini suçlamasına izin verir. Ağlıyordum çünkü kendimi bildim bileli, her zaman yanımda olan babamı kaybediyordum. Hiç iyi bir arkadaş olamamıştım ona ama bu önemli değildi. Daha iyi biri olmak için çabalayıp durmamın sebebi, onu mutlu etmek değil miydi? Başarıya özlem duyuyorsam benden her zaman şüphe duyan babamın karşısında gururlanmak içindi, hem de ona bir teselli olacaktı. Ama onun artık beni bekleyecek hâli kalmamıştı, bir zavallı olduğumu düşünerek göçüp gidecekti bu dünyadan. Gözyaşlarım çok acı idi.
Yazarken, daha doğrusu bu acı dolu anıları kâğıda kazırken, geçmişimi yeniden canlandırmaya çalıştığımda hafızamda beliren ilk görüntü içimde bir saplantıya dönüşen lokomotife aitti, sıra sıra vagonlarını dik bir yokuşa doğru güç bela çeken o lokomotif, bana ilk kez o kanepeden babamın nefes alışverişlerini dinlerken görünmüştü. Devasa ağırlıklar taşıyan lokomotifler böyle giderler: Düzenli şekilde tıslarlar, sonra bu tıslamalar hızlanır, en nihayetinde yavaşlar ve duraksar, bu duraksama insana korku verir, ona kulak veren kimse makinenin yüküyle beraber bir akıntıya sürükleneceğini sanır. Gerçekten geçmişi hatırlamak için giriştiğim ilk deneme beni o geceye, hayatımın en önemli saatlerine geri götürmüştü.
Doktor Coprosich, şafak henüz sökmemişken yanında bir kutu ilaç ve bir hasta bakıcı eşliğinde villaya geldi. Yaya gelmek zorunda kalmıştı çünkü şiddetli kasırga nedeniyle araba bulamamış.
Onu ağlayarak karşıladım, o da bana şefkatle davrandı, umutlandıracak sözler söyledi. Yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim, o karşılaşmadan sonra, dünyada pek az kişi içimde Doktor Coprosich kadar şiddetli bir antipati uyandırmıştı. Bugün kendisi hâlâ hayatta ancak hayli çökmüş, tüm şehrin saygısını kazanmış. Onu zayıflamış, titrek hâlde hareket olsun diye ve biraz da hava alabilmek için şehrin sokaklarında dolaşırken görünce, hâlâ bir tiksinti uyanıyor içimde.
O zamanlar doktor, kırk yaşını biraz geçmişti. Kendini adli tıpa adamıştı, çok iyi bir İtalyan olmakla birlikte imparatorluk makamları tarafından, en önemli bilirkişilikler de ona verilirdi. Zayıf ve gergin bir insandı, kelliği sıradan yüzünü ortaya çıkarıyor, alnını çok yüksekmiş gibi gösteriyordu. Kendisine önem kazandıran bir başka zayıflığı daha vardı: Gözlüğünü çıkardığında -düşünmek istediği her zaman bunu yapardı- gözleri görmüyor, muhatabının tam yanına ya da başının üzerine bakıyordu, bu hâliyle gözleri bir heykelin renkten yoksun, meraklı, tehditkâr ya da alaycı gözlerini andırıyordu. O zamanlar bakışları sevimsizleşiyordu. Tek bir söz etmesi bile gerekse gözlüklerini tekrar burnunun üzerine yerleştiriyordu, işte o zaman gözleri, konuştuklarını dikkatle inceleyen bir burjuvanın gözleri olup çıkıyordu.
Antreye oturdu ve birkaç dakika dinlendi. Benden ilk belirtiden kendisinin varışına kadar geçen sürede, tam olarak ne olup bittiğini anlatmamı istedi. Gözlüklerini çıkardı ve o tuhaf bakışlarını arkamdaki duvara dikti.
Olanları birebir, eksiksiz anlatmaya çalıştım, içinde bulunduğum durum göz önüne alındığında bu hiç de kolay değildi. Ayrıca Doktor Coprosich’in tıp bilgisi olmayan kişilerin bu konuda bir şeyler biliyormuş gibi davranarak tıbbi terimleri kullanmasına müsamaha göstermediğini de hatırladım. Babamın hastalığı bana göre “serebral respirasyon” olabilir diyince gözlüklerini taktı, bakışları sanki şöyle diyordu “Tanı koymakta acele etmeyelim. Şimdi ne olduğunu göreceğiz.” Ayrıca babamın tuhaf tavrından, beni görme endişesinden, yatağa gitme telaşından da bahsettim. Ama ona, babamın benimle yaptığı o tuhaf konuşmayı anlatmadım, belki de kafasında evirip çevirdiği ama dillendiremediği konu hakkında bir şeyler söylemek zorunda kalmaktan korkuyordum. Yalnızca babamın kendisini tam olarak ifade edemediğini, aklına bir şeyin takıldığını, devamlı bunu düşündüğünü ama bir türlü ifade edemediğini söyledim. Gözlüğü hâlâ burnunun üzerindeyken muzaffer bir edayla haykırdı:
“Ben onun kafasında ne olup bittiğini pekiyi biliyorum!”
Ben de biliyordum bunu ama Doktor Coprosich’i kızdırmamak için söylemedim: Ödemdi bu.
Hasta yatağına gittik. Doktor, hasta bakıcının da yardımıyla bana bir hayli uzun gelen bir süre zarfında, zavallının hareketsiz bedenini döndürüp çevirdi. Dinledi ve muayene etti. Hastanın kendisine yardım etmesini bekledi ama nafile. Bir noktada “Yeter!” dedi. Elinde gözlükleriyle yere bakarak yanıma geldi, içini çekerek: “Metanetli olun! Durumu çok ciddi.” dedi.
Birlikte benim odama gittik, orada yüzünü yıkadı. Gözlüğünü çıkarmıştı, yüzünü kurulamak için başını kaldırdığında ıslak kafası, bir fetişin deneyimsiz bir elden çıkmış tuhaf kafasını andırıyordu. Birkaç ay önce babamla muayene olmaya yanına gittiğimizi hatırladı, neden tekrar gelmediğimizi sordu şaşkın hâlde. İşin aslı, bir başka doktor bulup onu bıraktığımızı sanmıştı çünkü nihayetinde kendisi babamın mutlaka bir tedaviye ihtiyacı olduğunu açıkça belirtmişti. Böyle gözlüksüz hâlde beni azarlarken pek korkunç göründü gözüme. Sesini yükseltmişti, bir açıklama bekliyordu. Gözleri her yerde bir türlü gelmeyen o açıklamayı arıyordu.
Elbette bu konuda çok haklıydı, tüm suçlamaları hak ediyordum. Burada belirtmeliyim ki Doktor Coprosich’e olan nefretim, bu kelimelerinden kaynaklanmıyor, bundan çok eminim. Babamın doktorlara ve ilaçlara karşı isteksizliğinden bahsederek özür diledim; konuşurken ağlıyordum, doktor pek cömert bir nezaketle beni sakinleştirmeye çalıştı, daha öncesinde kendisine gelse bile biliminin şu anda tanık olduğumuz felaketi, en iyi ihtimalle geciktirebileceğini ancak engelleyemeyeceğini söyledi.
Ancak, hastalığın geçmişini araştırmaya devam ederken beni suçlamak için yeni sebepler geçti eline. Babamın son birkaç aydır sağlığından, iştahından ve uykusundan şikâyet edip etmediğini öğrenmek istedi. Ona kesin bir şey söyleyemedim. Hatta her gün beraber oturduğumuz sofrada babam çok mu yiyordu, az mı yiyordu onu bile bilmiyordum. Suçluluğum, kanıtlarıyla birlikte oradaydı ancak doktor sorularında ısrarcı olmadı. Sonra ona, Maria’nın babamı her zaman ölüm döşeğinde sandığını ve benim de onunla dalga geçtiğimi anlattım.
Gözünü tavana dikmiş kulaklarını temizliyordu. “Büyük bir olasılıkla birkaç saat içinde, kısmen bilincini toparlayacaktır.” dedi.
“O hâlde umut var mı?” diye bağırdım.
“Hiç yok!” diye kuru bir şekilde yanıtladı. “Ancak sülükler, bu durumda mutlaka etki eder. Eminim biraz olsun kendine gelecektir, belki çıldırabilir de.”
Omuzlarını silkti ve havluyu yerine koydu. Bu omuz silkme, kendi işini küçümsediği anlamına geliyordu, bu hareket de beni konuşmaya teşvik etti. Babamın uyuşukluktan sıyrılıp ölüm döşeğinde olduğunu fark edeceği düşüncesi beni dehşete düşürdü ama bu omuz silkme olmadan, bunu söylemeye cesaret edemezdim.
“Doktor!” diye inledim. “Ölüm döşeğindeyken onu kendine getirmek, kötülük olmaz mı?”
Gözyaşlarına boğuldum. Sinirlerim bozulmuştu, devamlı ağlamak istiyordum, kendimi hiç direnmeden gözyaşlarına bırakıyordum, doktor gözyaşlarımı görsün de işi hakkında vermeye cüret ettiğim tavsiye için beni affetsin istiyordum.
Büyük bir içtenlikle bana: “Haydi lütfen sakin olun! Hastanın bilinci, asla durumunu anlayacağı kadar net olmayacaktır. O bir doktor değil. Ölmek üzere olduğunu, siz söylemezseniz nereden bilecek? Daha kötüsü de gelebilir başımıza, yani tamamen şuurunu yitirebilir. Ama deli gömleğini yanımda getirdim, hasta bakıcı da burada kalacak.” dedi.
Şimdi daha da çok korkuyordum, ona sülükleri yapıştırmaması için yalvardım. O zaman bana, sakin sakin babamın odasından çıkarken emri verdiğini, hasta bakıcının onları çoktan yapıştırmış olduğunu söyledi. İşte o zaman tepem attı. Hastayı kurtarmak için en ufak bir ümit bile yokken umutsuzluğa itmek ve bu tıknefes hâlinde deli gömleğine katlanmak zorunda bırakmak tehlikesi içinde, onu kendine getirmekten daha kötü bir eylem olabilir miydi? Tüm şiddetimle ama her zaman sözlerime eşlik eden ve anlayış dileyen hıçkırıklarım arasında, ölmeye mahkûm birinin huzur içinde ölmesine izin vermemek duyulmamış bir zulümdür diye ekledim.
Bu adamdan nefret ediyorum çünkü o anda kızdı bana. Onu bir türlü affedemeyişimin nedeni bu işte. O kadar çok sinirlendi ki gözlüklerini takmayı bile unuttu, yine de başımın durduğu noktayı keşfetti ve o korkunç gözlerini yüzüme dikti. Zayıf da olsa hâlâ varlığını sürdüren umut ışığını bile isteye söndürmek istiyormuşum gibi gelmiş ona. Katı katı bunu haykırdı yüzüme.
Aramızda münakaşa çıkması an meselesiydi. Ağlayıp çığlıklar atarak, daha birkaç dakika önce kendisinin hasta için her türlü kurtuluş umudunu dışladığını hatırlattım. Evim de içindekiler de deney tahtası değildi, deney yapmak istiyorsa dünyada pekâlâ başka birçok yer vardı.
Büyük bir ciddiyetle ve neredeyse tehdit sayılabilecek bir sükûnetle cevap verdi:
“Size, hastanın bilincinin o andaki durumunun ne olduğunu anlattım. Ama yarım saat sonra veya yarına kadar neler olacağını kim bilebilir? Babanızı hayata tutunduracak tüm olasılıklara kapıyı açık bıraktım.”
Daha sonra gözlüklerini taktı ve bilgiççe memur görünümü ile doktorun tek bir müdahalesinin, bir ailenin ekonomik kaderini tamamen değiştirebileceği konusunda bitmek bilmez bir vaaz verdi. Alınacak yarım saatlik fazladan bir nefes, bir mirasın yönünü belirleyebilirmiş.
Şimdi de böyle bir anda böyle bir vaazı dinlemek zorunda bırakıldığım için, kendime acıyarak ağlıyordum. Yorulmuştum, tartışmayı bıraktım. Sülükleri çoktan yapıştırmışlardı zaten!
Doktor, yatağının baş ucundayken hasta için bir güçtür, sırf bu sebepten Doktor Coprosich’e saygı duydum. Kendisine bir öneride bulunmayışım, bu saygıdandı ancak yıllarca kendimi kınadım bu hareketim için. Pişmanlığım da bütün diğer duygularım ile birlikte öldü. Şimdi bunları yazarken bile bir başkasının başına gelmiş gibi soğukkanlıyım. O günlerden kalbimde yaşamakta ısrar eden o doktora duyduğum kinden başka bir şey yok.
Sonra bir kez daha babamın yatağı başına gittik. Onu sağına dönmüş, uyurken bulduk. Sülüklerin oluşturduğu yaraları örtmek için şakağına bir bez koymuşlardı. Doktor hemen bilincinin artmış olup olmadığını test etmek için kulağına doğru haykırdı. Hasta hiçbir şekilde tepki vermedi.
“Böylesi daha iyi.” dedim büyük bir cesaretle ama bunu söylerken ağlamayı sürdürüyordum.
“Beklediğimiz etki mutlaka kendini gösterecektir!” dedi doktor. “Solumasının çoktan düzeldiğini görmüyor musunuz?”
Gerçekten de o aceleci, zahmetli solumasında beni korkutan aralıklar yoktu.
Hasta bakıcı doktora bir şey söyledi, doktor başını sallayarak onayladı. Deli gömleğini hastada denemek gerekiyormuş. O bombayı çantadan çıkardılar ve babamı kaldırıp yatağa oturttular. O esnada hasta adam gözlerini açtı: Bulanıklaşmıştı gözleri, henüz ışığa alışmamışlardı. Gözleriyle etrafı süzüp de olan biteni anlar diye endişe ederek, tekrar hıçkırıklara boğuldum. Oysa hastanın başı yastığına geri döndüğünde, kimi oyuncak bebeklerde olduğu gibi gözleri derhâl kapandı.
Doktor zafer kazanmışçasına:
“Durumu iyice değişti.” diye mırıldandı.
Evet, tümüyle değişmişti tabii! Değişen durumu da benim için çok ciddi bir tehdit yaratmak dışında bir işe yaramıyordu. Duygu seli içinde babamın alnından öptüm ve içimden onun için bir dilekte bulundum:
“Oh, uyu! Sonsuz uykuya dalana kadar uyu!”
Ve böylece babamın ölmesini dilemiş oldum ama doktor, ne olduğunu anlayamadı çünkü bana nazikçe şöyle dedi:
“Kendine geldiğini görmek, sizi de mutlu etti tabii.”
Doktor gittiğinde, şafak söküyordu. Sıkıcı, tereddütlü bir şafaktı bu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu, donmuş karı yerinden kaldıracak kadar kuvvetli olsa da bana şiddeti azalmış gibi geldi.
Doktora bahçeye kadar eşlik ettim. Nezaket eylemlerini iyice abarttım ki kendisine duyduğum nefreti anlamasın. Yüzümden sadece teveccüh ve hürmet okunuyordu. Nihayet villanın çıkışına götüren patikada uzaklaştığını görünce bu çabadan kurtularak duyduğum tiksintinin yüzümü buruşturmasına izin verdim. Karların ortasında küçük ve siyah bir görüntü oluşturuyor, her fırtına karşısında sendeliyor, daha iyi direnebilmek için duraksıyordu. Yüzümü buruşturmam kâfi gelmedi, bunca zahmete katlanmıştım ya, hıncımı çıkarmam gerekiyordu. Birkaç dakikalığına soğukta, başım açık, karın üzerinde ayaklarımı öfkeyle yere vurarak yürüdüm. Bununla birlikte, bu çocuksu öfke, doktora mı yoksa kendime miydi bilmiyorum. Her şeyden önce kendimeydi, babamın ölmesini istemiştim ve yürekli olup bunu söylemeye cesaret edememiştim. Sessizliğim, en saf evlat sevgisinden ilham alan isteğimi ağırlığını taşımakta zorlandığım gerçek bir suça dönüştürüyordu.
Hasta mütemadiyen uyuyordu. Sadece birkaç defa anlamadığım bir iki kelime söyledi, ses tonu pek sakindi, durumu hayli tuhaftı çünkü sık soluması kesilmişti. Acaba bilincine mi yaklaşıyordu yoksa umutsuzluğa mı?
Maria, şimdi hasta bakıcı ile birlikte yatağın yanında oturuyordu. Hasta bakıcı bende güven uyandırdı ancak abartılı titizliği hoşuma gitmemişti. Maria’nın hastaya şifa olacağına inandığı bir çay kaşığı et suyu alması yönündeki teklifine karşı çıktı. Doktor et suyundan bahsetmemişti ve böylesine önemli bir eyleme karar vermek için dönmesini beklemek gerekirdi. Durumun hak ettiğinden daha kesin bir vurguyla konuştu. Zavallı Maria ısrar etmedi, ben de ısrar etmedim. Ancak yine de bir tiksinti hissettim.
Geceyi hasta bakıcı ile hastanın başında geçirecektim, yanında iki kişi yeterdi, birimiz kanepede dinlenebilirdi, bu yüzden beni yatmaya zorladılar. Kanepeye uzandım ve hemen uykuya daldım, hiçbir rüya ışıltısının kesintiye uğratmadığı -buna eminim- hoş bir bilinç kaybıydı.
Oysa dün gece, dünün bir kısmını bu anılarımı toplayarak geçirdikten sonra, beni büyük bir zamansal sıçrayışla o günlere götüren canlı bir rüya gördüm. Doktor ile sülükler ve deli gömleğini tartıştığımız aynı odadaymışım. Ancak şimdilerde eşimle yatak odası olarak kullandığımız oda olduğu için görünümü hayli değişikti. Doktora babamı nasıl tedavi edeceğini ve iyileştireceğini öğretiyormuşum, o -şimdi olduğu gibi yaşlı ve çökük değil ama o zamanlar olduğu gibi güçlü ve gergin- ise öfke içinde elinde gözlükleri ve şaşkın bakışları ile buna değmeyeceğini haykırıyormuş. Aynen şöyle diyormuş: “Sülükler onu hayata dolayısıyla acıya geri döndürecekler, yapıştırmasak daha iyi!” Ben ise yumruğumu bir tıp kitabının üzerine indiriyor ve haykırıyormuşum: “Sülükler! Sülükleri istiyorum! Deli gömleğini de istiyorum!”
Rüyam birdenbire gürültülü bir hâl aldı, öyle ki karım araya girip uyandırdı beni. Uzak gölgeler! Sizi seçebilmem için optik bir yardım almam gerek, bu da her şeyi altüst ediyor.
Huzurlu uykum o günün son anısıdır. Sonra onu her saati diğerine benzeyen birkaç uzun gün izledi. Hava düzeldi, babamın durumunun da düzeldiği söylendi. Odada serbestçe hareket etmeye başlamıştı, yataktan koltuğa gidip gelip havalanmaya çalışıyordu. Kapalı pencerenin ardından, güneşte parıldayan karlarla kaplı bahçeye de bakıyordu uzun uzun. O odaya her girdiğimde, Coprosich’in beklediği bilinci tartışmak ve bulutlandırmak için hazırdım. Ama babam, her gün daha iyi duyar ve anlar gibi olsa da o bilinçten çok uzaktaydı.
Maalesef, babamın ölüm döşeğinde, acıma garip bir şekilde tutunup onu tahrif eden büyük bir hınç beslediğimi itiraf etmeliyim. Bu hınç, her şeyden önce Coprosich’e adanmıştı ve onu ondan gizleme çabamla daha da artıyordu. Ayrıca doktorla tartışmaya devam ederek bilimine hiç aldırmadığımı ve sırf acısından kurtulsun diye babamın ölmesini dilediğimi açıkça söyleyemiyordum.
Hastaya da öfkelendim sonunda. Günlerce ve haftalarca huzursuz bir hastanın yanında kalmaya çalışan, hasta bakıcı olarak davranmaya uygun olmayan ve dolayısıyla diğerlerinin yaptıklarının pasif bir izleyicisi olan herkes beni anlayacaktır. Zihnimi temizlemek, babam ve benim için acımı düzene sokmak ve belki de tadını çıkarmak için sık sık dinlenmeye ihtiyaç duyuyordum. Oysa bir ilacını içirmek, bir odadan çıkmasını önlemek için savaşıp durmalıydım. Mücadele, her zaman kin doğurur.
Bir akşam hasta bakıcı Carlo, babamdaki yeni gelişmeyi görmem için beni çağırdı. Yaşlı adamın hastalığını fark edip beni suçlayabileceği fikrine kapılıp, kalbimde kargaşa içinde odaya koştum.
Babam odanın ortasında, sadece iç çamaşırları ve başında kırmızı ipek gece başlığı ile dikiliyordu. Yine nefes nefeseydi ama birkaç kısa aklı başında söz ettiği de oluyordu. İçeri girdiğimde Carlo’ya “Aç!” dedi.
Pencerenin açılmasını istiyordu. Carlo, dışarısı çok soğuk diyerek yapamayacağını söyledi. Babam bir süre isteğini unuttu. Pencerenin kenarındaki koltuğa gitti ve rahatlamak istercesine uzandı. Beni görünce gülümsedi ve sordu:
“Uyudun mu?”
Cevabımın ona ulaştığını sanmıyorum. O kadar çok korktuğum bilinç bu değildi. Ölüm döşeğindeyken ölüm hakkında düşünmekten başka yapacak bir sürü şeyi olur insanın. Tüm düşüncesi, nefes almaya adanmıştı. Beni dinlemek yerine, Carlo’ya tekrar bağırdı:
“Açsana şunu!”
Rahatı huzuru kalmamıştı. Koltuğundan kalkıp ayaklanıyordu. Sonra büyük bir gayretle ve hasta bakıcının yardımıyla tekrar yatağa uzanıyor, önce bir an sol tarafına, sonra hemen sağ tarafına yatıyor, orada da ancak birkaç dakika dayanabiliyordu. Tekrar ayağa kalkması için hasta bakıcıyı çağırıyor, bazen daha uzun kaldığı koltuğuna geri dönüyordu.
O gün yataktan koltuğa geçerken, aynanın önünde durdu ve kendine bakarak mırıldandı:
“Meksikalıya benziyorum!”
O gün, sanırım sırf yataktan koltuğa koşuşturmasının korkunç monotonluğundan kurtulmak için sigara içmeye çalıştı. Bir nefes çekti, hemen soluk soluğa kaldı, dumanı geri üfledi.
“Çok ağır hastayım demek ki?..” diye sordu, acı içindeydi. Bilinci bir daha, hiç o günkü kadar yerinde olmadı. Fakat kısa bir süre sonra bir hezeyan yaşadı. Yataktan kalktı, geceyi Viyana’da bir otelde geçirmiş de orada uyanmış sandı kendini. Kim bilir belki de ağzındaki kuruluk nedeniyle hasret kaldığı serinlik duygusu, ona o şehrin buzlu sularını anımsatmıştı. Hemen bir sonraki çeşmede kendisini bekleyen güzel sudan bahsetti.
Babam tedirgin ama yumuşak başlı bir hastaydı. Ondan korkuyordum çünkü durumunu anladığında bana sinirleneceğini sanıyordum, bu yüzden uysallığı muazzam yorgunluğumu azaltmayı başaramıyordu ancak o, kendisine yapılan her türlü teklifi itaatle kabul ediyordu çünkü belki kendisini sıkıntıdan kurtarır diye umutlanıyordu. Hasta bakıcı ona bir bardak süt getirmeyi önerdi, büyük bir sevince kapılarak kabul etti. Sonra hevesle bir küçük yudum aldıktan sonra devam etmek istemedi, sütü elinden alsınlar istedi, hemen alınmayınca da bardağı yere düşürdü.
Doktor, hastayı bulduğu durum karşısında asla hayal kırıklığına uğramıyordu. Bir yandan gelişme var diyordu ama bir taraftan da felaketinin yaklaştığını görüyordu. Bir gün arabayla geldi, acele ayrılması gerekiyormuş. Hastayı olabildiğince uzun süre yatmaya ikna etmemi tavsiye etti çünkü yatar hâlde olması kan dolaşımı için en iyisiymiş. Bunu babama da tembihledi, o da zekice bir havaya bürünüp, pekiyi anlamış gibi görünerek tamam dedi, o esnada odanın ortasında dikiliyordu, hemen kendi dalgınlığına, bana göre kendi acısına, geri döndü.
Takip eden gece son kez, çok korktuğum bilincinin yeniden uyanacağını sanarak dehşete kapıldım. Pencerenin yanındaki koltukta oturuyordu, camdan berrak geceye, yıldızlı gökyüzüne bakıyordu. Soluğu her zamanki gibi zahmetliydi ama bundan acı çekmiyor gibi görünüyordu, gökyüzünü seyre dalmıştı. Belki de nefesinden ötürü, başını bir şeyleri onaylayarak sallıyor gibiydi.
Korkuyla “İşte her zaman kaçındığı sorunlarla yüzleşiyor.” diye düşündüm. Gökyüzünde, tam olarak baktığı noktayı bulmaya çalıştım. Gövdesi dimdikti, çok yüksek bir delikten bakıp bir şeyler görmeye çalışan birinin çabasıyla seyrediyordu semayı. Bana Ülker yıldızına bakıyormuş gibi geldi. Belki de hayatı boyunca hiç bu kadar uzağa bakmamıştı. Aniden bana döndü, hâlâ gövdesi üzerinde dik duruyordu: “Bak! Bak!” dedi bana sert bir tavırla. Hemen bakışlarını yine gökyüzüne çevirdi, ardından bana döndü:
“Gördün mü? Gördün mü?”
Yeniden yıldızlara dönmeye çalıştı ama yapamadı: Kendini bitkin bir hâlde koltuğuna bıraktı ve bana ne göstermek istediğini sorduğumda ne anladı ne de görmemi istediği bir şey olduğunu hatırladı. Bana ulaştırmak için nice zamandır aradığı kelime, sonsuza dek yok olup gitmişti.
Gece uzundu ama itiraf etmeliyim ki özellikle hem kendim hem de hasta bakıcı için çok da yorucu değildi. Hastanın istediğini yapmasına izin veriyorduk ve o da garip kostümü içinde, ölümü beklediğinden tamamen habersiz, odada dolaşıp duruyordu. Bir keresinde buz gibi koridora çıkmaya çalıştı. Onu engelledim, hemen itaat etti. Bir başka seferinde ise doktorun tavsiyesini duyan hasta bakıcı, yataktan kalkmasını engellemek istedi ama babam, o gün isyan etti. Şaşkınlığından sıyrıldı, bağırıp küfrederek ayağa kalkmak istedi. Ben de araya girdim, istediği gibi hareket etme özgürlüğünü sağladım. Hızla sakinleşti, sessiz yaşamına, rahatlamak için gösterdiği nafile çabasına geri döndü.
Doktor geldiğinde kendisini muayene etmesine izin verdi, hatta kendisinden istendiğinde daha derin nefes almaya bile çalıştı. Sonra bana döndü:
“Ne diyor?” diye sordu.
Bir an için beni bıraktı ama sonra hemen tekrar döndü:
“Ne zaman çıkabilirim?”
Babamın uysallığından cesaretlenen doktor kendisini yatakta daha uzun süre kalması için ikna etmem konusunda beni teşvik etti. Babam sadece en çok alıştığı seslere yani benim, Maria’nın ve hasta bakıcının seslerine kulak kesiliyordu. Ben, bu konuda sözümü dinleyeceğini pek sanmıyordum ama yine de sesime tehditkâr bir hava ekleyerek babamı uyardım.
“Tabii, tabii.” diye söz verdi, aynı anda kalkıp koltuğuna gitti.
Doktor ona baktı, boyun eğerek mırıldandı:
“Arada bir yer değiştirmesi, onu rahatlatıyor herhâlde.”
Biraz sonra yatağa girdim ama uyuyamadım. Geleceğime bakıyor, kendimi iyileştirmek için çabalarıma neden ve kim için devam edebileceğimi düşünüyordum. Çok ağladım ancak sebebi, odasında bir oraya bir buraya huzursuzca dolaşan zavallıdan çok kendimeydi gözyaşlarım.
Ben kalktığımda Maria yatmaya gitti, hasta bakıcı ile birlikte babamın yanında kaldım. Çok üzgün ve yorgundum, babam ise her zamankinden daha huzursuzdu.
İşte o zaman asla unutmayacağım gölgesi çok uzaklara düşen, sahip olduğum tüm cesaret ve neşeyi bulanıklaştıran o korkunç sahne gerçekleşti. Bu acıyı unutabilmek için yılların geçmesi ve tüm duygularımın körelmesi gerekti.
Hasta bakıcı dedi ki:
“Onu yatakta tutsak ne kadar iyi olurdu. Doktor çok önem veriyor buna!”
O ana kadar kanepede uzanıyordum. Ayağa kalktım, soluk almakta her zamankinden daha fazla zorlanan hastanın yatağı başına gittim. Kararımı verdim: Babamı doktorun istediği gibi en az yarım saat dinlenmeye zorlayacaktım. Bu görevim değil miydi benim?
Babam hemen baskımdan kurtulmak ve ayaklanmak için yatağın kenarına doğru kendini itmeye çalıştı. Elimi omzuna bastırdım, kuvvetli ve yüksek bir tonla kımıldamamasını söyledim. Kısa bir süre dehşete kapılarak itaat etti. Sonra haykırdı:
“Ölüyorum!”
Ve doğruldu. Çığlığı beni korkutmuştu, elimle uyguladığım baskıyı hafiflettim. Böylece tam karşıma, yatağın kenarına oturabilirdi. Sanırım o zaman -sadece bir an için de olsa- hareketlerini engellediğim için öfkesi artmıştı ve böyle karşısında dikilerek ışığı ve pek bir ihtiyaç duyduğu havayı engellediğim ortadaydı. Sonra bir güç ayağa kalktı, sanki ağırlığından başka bir güç aktaramayacağını biliyormuş gibi elini kaldırdı ve yanağıma indirdi. Sonra yatağa ve oradan da yere yuvarlandı. Ölmüştü!
Öldüğünü bilmiyordum, o an ölmek üzereyken bana vermek istediği cezanın acısıyla kalbim sızlıyordu. Carlo’nun yardımıyla onu kaldırdım ve yatağına geri yerleştirdim. Tıpkı cezalandırılmış bir çocuk gibi ağlayarak kulağına bağırdım:
“Benim suçum değil! O lanet olası doktor istedi seni yatmaya zorlamamı!”
Yalandı. Hâlâ bir çocuk gibi davranıyordum, bir daha yapmayacağıma söz verdim:
“Söz, istediğin gibi hareket etmene izin vereceğim.”
Hasta bakıcı:
“Ölmüş.” dedi.
Beni o odadan zorla uzaklaştırmak zorunda kaldılar. Babam ölmüştü işte, artık ona masumiyetimi kanıtlayamayacaktım!
Yalnızken kendimi toparlamaya çalıştım. Kendime gerekçeler buldum: Devamlı bilinç kaybı yaşayan babamın, beni cezalandırmaya karar verecek kadar berrak bir bilince ulaşmış olması ve elini yanağıma çarpacak kadar doğru yönlendirmesi imkânsızdı.
Kendimce yürüttüğüm bu mantığın doğru olduğundan nasıl emin olabilirdim? Coprosich’e gidip sormayı bile düşündüm. O, bir doktor olarak bana ölmekte olan bir kişinin karar verme ve harekete geçme yetileri hakkında bir şeyler söyleyebilirdi. Pekâlâ nefes almaya çalışırken kalkıştığı bir hareketin kurbanı da olabilirdim! Ama Doktor Coprosich ile konuşmadım. Babamın benimle nasıl vedalaştığını ona açıklayabilmem imkânsızdı. Neticede beni, babama karşı yeterince sevgi göstermediğim için suçlamıştı.
Akşam mutfakta hasta bakıcı Carlo’nun Maria’ya olayı anlatıp “Babası elini kaldırdı, son hareketi oğluna bir tokat indirmek oldu.” dediğini işitince aklım başımdan gitti. O da olan biteni biliyordu, gidip Coprosich’e de anlatacaktı.
Odaya girince merhumu giydirdiklerini öğrendim. Hasta bakıcı güzel, bembeyaz saçlarını taramış olmalıydı. Ölüm mağrur ve tehditkâr bir edayla uzanan o bedeni çoktan sertleştirmişti. İri, güçlü ve iyi biçimlendirilmiş elleri morarmıştı ama o kadar doğal bir şekilde uzanıyordu ki hâlâ yakalamaya ve cezalandırmaya hazır görünüyorlardı. Onu tekrar görmek istemedim, içimden gelmedi.
Çocukluğumdan beri iyi kalpli ve zayıf olarak bildiğim babamı, cenazede de öyle anımsamayı başardım ve ölürken bana attığı tokatı istemeden indirmiş olduğuna ikna ettim kendimi. Gittikçe iyileştim ve babamın hatırası gittikçe daha tatlı bir hâl aldı, yanımdan ayrılmaz oldu. Keyifli bir rüya gibiydi: Artık aramızdan su sızmıyordu, ben zayıf olmuştum ve o en güçlü.
Çocukluğumun dinine geri döndüm ve uzun süre ondan kopmadım. Babamın beni duyduğunu düşünüyordum, bunun benim hatam olmadığını, doktorun hatası olduğunu söylüyordum ona. Yalan olması önemli değildi çünkü artık her şeyi anlıyordu, ben de öyle. Ve hatırı sayılır bir süre boyunca babamla yaptığım görüşmeler, yasak bir aşk gibi tatlı ve gizli devam etti çünkü herkesin önünde yine her türlü dinî törenle dalga geçmeye devam ediyordum. Oysa gerçekte babamın ruhunu biri şad etsin diye yalvarıyordum ve bunu da herkese itiraf edesim geliyordu. Üstelik yüksek sesle söylemek istiyordum, an gelir -kırk yılda bir- insan böyle bir ferahlama duymadan edemez.

V
EVLİLİĞİM
Burjuva bir aileden gelen genç bir adamın zihninde, yaşam kavramı kariyer kavramı ile ilişkilendirilir, gençliğin ilk yıllarında kariyerden bahsedildiğinde de akla I. Napolyon gelir. İnsan, pekâlâ imparator olma hayali kurmadan da dahası çok daha aşağılarda kalarak Napolyon’a benzeyebilir. En parlak yaşam en ilkel seste gizlidir, bu ses dalga oluştuğu andan yok oluncaya kadar devamlı değişen denizin dalgalarının sesidir. Bu nedenle Napolyon gibi, dalgalar gibi olmayı ve sonunda onlar gibi yok olmayı umuyordum.
Hayatım hiçbir değişikliğe uğramayan tek bir nota çıkarıyordu, bu nota oldukça yüksek perdedendi, kimilerini kıskandırsa da inanılmaz sıkıcıydı. Tüm arkadaşlarım bana gösterdikleri saygıyı ömrüm boyunca sürdürdüler, ben de akıl çağına vardığımdan beri kendime ait düşüncelerimi çok da değiştirmediğimi sanıyorum.
Belki de evlenme fikri, bu notayı duymaktan ve etrafıma yaymaktan bir hayli sıkıldığım için aklıma gelmiş olabilir. Henüz yaşamamış olanlar, evliliği olduğundan daha önemli sanırlar. Seçtiğimiz hayat arkadaşımız, soyumuzu iyileştirerek ya da kötüleştirerek çocuklarımıza aktaracaktır ancak bunu isteyen ve bizi doğrudan nasıl yönlendireceğini bilemeyen doğa ana -çünkü o sırada çocuk düşündüğümüz yoktur- eşimizin bizi de yenileyeceğine inandırır. Oysa bu hiçbir kitabın yazmadığı garip bir yanılsamadır. Aslında hiç değişmeden, yan yana yaşayıp gideriz. Tek yenilik, bizden önce farklı olana karşı duyduğumuz antipati ya da bizden üstün olan birine duyduğumuz imrenmedir.
Güzel olan evlilik maceram müstakbel kayınpederimle tanışıp evlilik çağında kızları olduğunu bilmeden kendisine hayranlık beslediğimden ötürü arkadaşlık kurmamla başladı. Dolayısıyla varlığını bile bilmediğim bir hedefe doğru ilerlememi sağlayan, kendi aldığım bir karar değildi. Bir an benim için doğru insan olduğunu düşündüğüm bir kız vardı, onu bir kenara bıraktım ve müstakbel kayınpederimin peşine düştüm. Neredeyse kadere inanasım geliyor.
Benden ve şimdiye kadar arkadaşlık kurduğum tüm insanlardan çok farklı olan Giovanni Malfenti, ruhumdaki yenilik arayışını tatmin ediyordu. Ben kültürlü bir insandım elbette, iki fakülteye gitmiştim, herhangi bir işle meşgul olmadığım o uzun dönemde de kendimi iyi eğittiğime inanıyorum. O ise bilgisiz ama iyi bir tüccardı, yerinde durmazdı hiç. Bilgisizliği ona güç ve dinginlik veriyordu, ben de bu hâline imreniyor, ona bakarken hayranlık duyuyordum.
Malfenti o zamanlar yaklaşık elli yaşlarındaydı, demir gibi sağlamdı, iriydi, uzun ve heybetliydi, bir kentalden fazla çekiyordu. Devasa kafasında hareket eden birkaç düşünceyi öyle net ifade eder, öyle titizlik ile ortaya koyar, her gün yeni bir meseleye evirirdi ki bu yöntem, onun bir parçası hâline gelmişti. Bense fikirlerimi böylesi bir berraklıkla ifade etmede çok beceriksizdim, bu huyumu zenginleştirmek için ona sarıldım.
Olivi’nin tavsiyesi üzerine borsaya gelmiştim, ticaret hayatına atılmak için Tergesteo’ya[3 - Trieste’de, Borsa Meydanı’nda borsanın bulunduğu binanın adı. (ç.n.)] gidip gelmenin iyi olacağını söylüyordu, hem oradan kendisine yararlı haberler de getirebilecektim. Gelecekteki kayınpederimin hâkimiyetini kurduğu o masaya bir oturdum, bir daha da oradan kalkamadım, uzun zamandır arıyormuşum da nihayet gerçek bir ticari kürsü bulmuşum gibi hissediyordum.
Çok geçmeden hayranlığımın farkına vardı ve bana babacan bir arkadaşlıkla karşılık verdi. Yoksa işlerin nereye varacağını biliyor muydu? Yönettiği önemli faaliyetlerden etkilenerek bir akşam ona, Olivi’den kurtulmak ve işimi kendim yönetmek istediğimi söyledim, bu fikre karşı çıktı hatta neredeyse telaşlandı. Ticarete atılabilirmişim ama kendisinin de iyi tanıdığı Olivi ile ilişkimi sürdürmeliymişim.
Beni eğitmeye çok istekliydi, öyle ki bir şirketin başarılı olması için yeterli olduğuna inandığı üç gerekliliği, defterime kendi eliyle not etti:
1) Nasıl çalışılacağını bilmek gerekmez ancak başkalarını nasıl çalıştıracağını bilmeyen, yok olur gider.
2) İnsan tek bir şeyden derin bir pişmanlık duyar, o da kendi çıkarını nasıl koruyacağını bilmemesidir.
3) İş dünyasında teori çok kullanışlıdır ancak yalnızca işi bağladıktan sonra fayda sağlar.
Bunları da daha başka pek çok teoriyi de aklıma kazıdım ama bana pek bir faydalarının dokunduğunu söyleyemem.
Birine hayran olduğumda hemen ona benzemeye çalışırım. Malfenti’yi de taklit ettim. O olmak istedim ve kendimi onun gibi çok kurnaz hissettim. Üstelik bir defasında ondan daha kurnaz olup onu alt ettiğimi sandım. Ticari idaresinde bir hata keşfetmişim gibi geldi bana: İtibarını kazanabilmek için hemen onunla paylaşmak istedim. Bir gün Tergesteo’nun masasında, bir anlaşmayı tartışırken muhataplarına hayvan derken yakaladım onu. Kurnazlığını herkesin ortasında açık etmenin hata olacağı konusunda uyardım onu. Bana göre piyasada iş yapan, gerçekten kurnaz bir adamın, ahmakmış gibi davranması icap ederdi.
Benimle alay etti. Kurnazlıkla ünlenmek ticarette çok faydalıymış. Bir kere pek çokları ondan tavsiye almaya gelirmiş. İnsanlara Orta Çağ’dan bu yana biriktirilmiş bir deneyimin eseri pek yararlı tavsiyeler verirmiş, onlar da karşılığında kendisine yeni haberler taşırlarmış. Bazen haber alırken mal sattığı da oluyormuş. Nihayetinde -burada sesini yükseltti çünkü sonunda beni ikna edecek argümanı bulduğunu düşünüyordu- kâr elde etmek isteyen herkes, bir şey satmak ya da satın almak için en akıllıya gidermiş. Ahmakla yapılabilecek tek şey, ona zararına iş yaptırmak olurmuş ama ahmağın malı, daima kurnaz olandan daha pahalıymış çünkü kendisi malı satın alırken kazıklanırmış ne de olsa.
O masada onun için en önemli kişi bendim. Benimle ticari sırlarını paylaştı, ben de o sırlara hiç ihanet etmedim. Kime güveneceğini çok iyi biliyordu, o kadar ki damadı olduktan sonra beni iki kez kazıklamayı başardı. İlk seferde kurnazlığı bana pahalıya mal oldu ama kandırılan Olivi olmuştu, bu yüzden çok da üzülmedim. Olivi ondan haber sızdırmak için beni göndermişti, ben de haberi alıp geldim. Ama bunlar öyle haberlerdi ki beni asla affetmedi, ne zaman bir haber getirecek olsam hemen bana “Kimden aldınız bu haberi, kayınpederinizden mi yoksa?” diye sorar oldu. Kendimi savunmak için Giovanni’yi de savunmak zorunda kaldım ve kendimi aldatılmış olandan çok, aldatan gibi hissetmeye başladım. Çok hoş bir duyguydu.
Ama bir keresinde beni açıkça ahmak yerine koydu, o zaman bile kayınpederimden nefret etmedim. Beni imrendiyor, eğlendiriyordu. Yaşadığım talihsizliğe bakınca bana iyice açık ettiği ilkeleri, nasıl da bir bir uyguladığını gördüm. Yine de bu olaya birlikte gülmenin bir yolunu buldu, beni kandırdığını itiraf etmedi hiç, dahası yaşadığım talihsizliğe gülüp geçmem gerektiğini söyledi. Ancak kızı Ada’nın düğününde -benimle değil- genellikle yalnızca suyla sulanan bedenini tedirgin eden birkaç kadeh şampanya içince, bana oynadığı oyunu açık etmiş oldu.
Olayı anlattı, konuşmasını engelleyen kahkahalarını bastırmak için bağırarak konuşuyordu:
“Bir de baktım kararname çıkmış! Fena canım sıkıldı, zararın bana ne kadara mal olduğunu hesaplamaya başladım. Tam o sırada, damadım içeri girmesin mi! Bir de ticarete atılacağım diyor. ‘İşte harika bir fırsat.’ dedim ona. Olivi gelir de ona engel olur diye acele etti, hemen işi bağladık.”
Sonra bir de övdü beni:
“Klasikleri ezbere bilir. Bunu kim söylemiş, şunu kim yazmış bilmediği yoktur. Ama gel gelelim, bir gazete okumasını bilmez!”
Doğruydu! Gazeteleri iyi okuyor olsaydım, o kararnamenin her gün okuduğum beş gazetenin pek göze çarpmayan bir yerinde yayımlandığını görür, bu tuzağa düşmezdim. Bununla beraber kararı hemen anlamalı, sonuçlarını öngörmeliydim ama kolay iş değildi doğrusu. Çünkü bir gümrük vergisi düşürülmüş, böylece mal değer kaybetmişti.
Ertesi gün kayınpederim itirafını yalanladı. Öyle ki o iş, düğünden önceki hâline geri döndü. Sakin sakin “Şarap, yalan icat eder.” diyordu. Söz konusu kararnamenin anlaşma yapıldıktan iki gün sonra yayımlandığı açıktı. O kararı görmüş olsaydım kendisini yanlış anlayabileceğimi asla varsaymadı. Buna sevindim ama beni yüceltmesi, iyilik etmek istediğinden değildi; insanlar bu olaydan sonra gazete okumaya başlar da işleri bozulur diye korkuyordu. Oysa ben gazete okuduğumda, kamuoyuna dönüştüğümü hissederim, bir gümrük vergisi indirilince Cobden’i[4 - Richard Cobden, tahıl yasalarının kaldırılmasını sağlayan İngiliz politikacı. (ç.n.)] ve liberalizmi hatırlarım. O kadar önemli bir düşüncedir ki malımı hatırlayacak hâlim kalmaz.
Ancak bir defasında o bana hayran kaldı, hem de en kötü niteliklerime. İkimiz de bir süre önce, mucizeler yaratması beklenen bir şeker fabrikasından hisse almıştık. Beklentimizin aksine hisseler, her gün değer kaybediyordu. Akıntıya karşı yüzmeyi istemeyen Giovanni, kendi hisselerini sattı, benimkileri satmam gerektiğine ikna etti beni. Ben de onunla aynı fikirdeydim, borsadaki adamıma satış emri vermeye karar verdim, bunu da o sıralar tuttuğum yeni not defterime yazdım. Ancak gün içinde insan cebinde ne var ne yok bilmiyor, bu yüzden o notu ancak bir akşam yatmadan evvel fark ettim ancak çok geçti. Öyle canım sıkıldı ki bir nida çıktı ağzımdan, karıma uzun uzun açıklama yapmak zorunda kalmayayım diye dilimi ısırdığımı söyledim. Bir başka sefer, dalgınlığıma kendim de hayret ederek parmağımı ısırdım. Karım gülerek “Şimdi sıra ayaklarına geldi herhâlde, dikkat et!” dedi. Ama duruma alıştığım için, başka bir sıkıntım olmadı. Gün boyu, ağırlık edip kendini fark etmemi sağlamayı beceremeyen o incecik lanet olası deftere şaşkın şaşkın bakıyor, akşam olunca unutup gidiyordum.
Bir gün yolda yağmura yakalanınca Tergesteo’ya girmek zorunda kaldım. Orada tesadüfen hisselerim için tuttuğum adamla karşılaştım, bana son sekiz günde, o hisselerin fiyatının neredeyse ikiye katlandığını söyledi.
“Satayım onları o zaman! ” diye zaferle haykırdım.
Hisselerin değerlendiğini çoktan öğrenen kayınpederime koştum, onları sattığı için pek üzgündü, kendisi için kadar olmasa da benimkileri sattırdığı için de canı sıkılmış gibiydi.
“Boşver!” dedi gülerek. “İlk kez beni dinlediğin için kaybediyorsun.”
Kaybettiğim diğer iş onun tavsiyesinden değil, bir önerisinden kaynaklanmıştı ya, bu ikisinin çok farklı şeyler olduğunu söylüyordu.
Yüksek sesle gülmeye başladım.
“Ama ben seni dinlemedim ki!”
Şanslı biri olmak benim için yeterli değildi, bunu kendime mal etmeye kalkıştım. Hisselerin yarın ona satılacağını anladım. Sanki önemli bir adammışım da bu tavsiyesine kulak asmayacak bilgiler edinmişim ama ona söylemeyi de unutmuşum gibi zannetmesini istedim.
Çok bozulmuş ve kırılmıştı, yüzüme bakmadan konuştu:
“Seninki gibi bir kafayla ticaret yapılmaz. Böyle büyük bir halt edince, çıkıp itiraf edilmez. Daha öğrenmen gereken çok şey var!”
Onu sinirlendirdiğim için üzüldüm. O bana zarar verirken daha çok eğleniyorduk. İşlerin nasıl gittiğini anlattım dürüstçe.
“Gördüğün gibi… Asıl benim gibi bir kafayla ticaret yapmak gerekiyor.”
Hemen yatıştı ve güldü:
“Bu işten elde ettiğine kâr denmez ki. Bu olsa olsa tazminattır. Kafan sana o kadar pahalıya mal oluyor ki kaybettiğinin bir kısmını geri vermesi pek yerinde!”
Kayınpederim ile yaşadığımız anlaşmazlıkları neden bu kadar uzun anlattım bilmem, aslında pek az münaşaka ederdik. Onu çok seviyordum doğrusu. O kadar ki düşünceleri ile baş başa kalmak istediği hâlde arkadaşlığını istedim hep. Kulak zarım, çığlıklarına seve seve katlanıyordu. Eğer öyle avaz avaz bağırmıyor olsaydı, şu ahlaksız teorilerini daha incitici bulurdum ve eğer daha iyi bir eğitim görmüş olsaydı elde ettiği gücü, bu kadar önemli gelmezdi gözüme. Her ne kadar ondan çok ayrı bir yaradılışım olsa da onun da sevgime karşılık verdiğini sanıyorum. Bu kadar erken ölmemiş olsaydı emin de olurdum bundan. Evliliğimden sonra da bana dersler vermeye devam etti, bu derslere çoğu zaman haykırışlar ve küstahlıklar ekleyerek beni terbiye etmeye çalışıyordu, ben de tümünü hak ettiğimi düşünüp ses çıkarmıyordum.
Kızıyla evlendim. Gizemli tabiat ana beni ona yöneltti, hem de öyle şiddetli bir yola başvurdu ki başka çarem yoktu zaten, göreceksiniz. Şimdi zaman zaman çocuklarımın yüzünü seyrediyorum, zayıflık göstergesi olan ince çenemin, onlara devrettiğim rüyalarla dolu gözlerimin yanında kendilerine seçtiğim büyükbabalarının acımasız gücünden de bir şeyler almışlar mı diye kontrol ediyorum.
Vedalaşmamız pek sevecen olmasa da kayınpederimin mezarı başında ağladım. Ölüm döşeğinden bana dedi ki o böyle yatak döşek yatarken, benim elimi kolumu sallayarak dolaşmama izin veren, utanmaz talihime hayranmış. Şaşırdım, beni hasta görmeyi isteyecek kadar ona ne kötülük ettiğimi sordum. Ve bana şöyle cevap verdi:
“Hastalığımı sana devredip ondan kurtulabilecek olsam hemen yapardım bunu, hatta belki iki katını verirdim! Senin gibi iyi kalpli bir insanmış gibi numara yapmam ben!”
Gücenilecek bir şey yoktu, elinden gelse değeri düşmüş o malı yeniden aldırırdı bana. Hem iyi bir yanı da vardı söylediklerinin çünkü zayıflığımı insani yardımseverliğime bağlamıştı, bu da beni sevindirdi.
Mezarı başında ağladığım herkes gibi gözyaşlarımın birazı, oraya kendimden de bir parça gömdüğüm içindi. Bilgisiz, kaba, acımasız ve mücadeleyi hiç elden bırakmayan bu ikinci babamı kaybetmek, benden ne çok şey eksiltmişti. Zayıflığımı, kültürümü, pısırıklığımı gözler önüne seren hep o olmuştu! Gerçek buydu işte, pısırığın tekiydim ben! Burada Giovanni’yi enikonu incelemeseydim anlayamayacaktım da. Eğer yanımda kalmaya devam edebilseydi, kendimi daha da iyi tanıyacaktım demek ki!
Kısa süre sonra, Giovanni’nin kendini olduğu gibi ya da olduğundan daha kötü biçimde ifşa etmekten pek bir eğlendiği Tergesteo masasında şunu fark ettim: Giovanni, bir konuyu hiç açmıyordu. Evinden hiç söz etmiyordu ya da yalnızca mecbur kalırsa konuşuyordu, ailesinden bahsettiği ender zamanlarda daha edepli bir üslup, daha tatlı bir ses tonu kullanıyordu. Evine ne denli saygı duyduğu aşikârdı, kim bilir belki de masadakilerin hiçbirini, bu hususta bir şey bilmeye layık görmüyordu. O masada ailesi hakkında sadece dört kızının da isminin “a” harfi ile başladığını öğrendim. Ona göre çok pratik bir şeydi bu çünkü üzerlerinde baş harfi bulunan eşyalar değiştirmeye gerek kalmadan birinden diğerine geçebiliyormuş. Adları (Hemen ezberledim.): Ada, Augusta, Alberta ve Anna’ydı. O masada dördünün de güzel olduğu söylendi. O baş harf, hak ettiğinden çok daha fazla etkiledi beni. Adlarıyla birbirine bağlanmış, o dört kızı hayal etmeye başladım. Sanki demetle önüme sunulmuşlar gibi geliyordu. Baş harfin ifade ettiği başka bir şey de vardı. Benim adım da Zeno’ydu, yani eşimi kendi memleketimden hayli uzaktan seçmek üzereydim.
Malfenti ailesine karışmadan evvel, muhtemelen daha iyi bir muameleyi hak eden bir hanım arkadaşımla oldukça eskimiş ilişkimizi bitirmiş olmam, bir tesadüftü belki de. Ama bu tesadüfün beni pek bir düşündürdüğünü söylemem gerekir. Çok basit bir sebepten vermiştim o kararı. Zavallı kadıncağız, kendisine daha çok bağlanayım diye beni kıskandırmaya kalkmıştı. Oysa ona karşı duyduğum şüphe, ilişkiyi bitirme kararı almama yetti. Kafamda evlilik fikrini evirip çevirdiğimi ancak onunla evlenmek istemediğimi çünkü bunun arzu ettiğim gibi benim adıma çok büyük bir yenilik olmayacağını düşündüğümü nereden bilecekti. İçimde ustaca uyandırdığı şüphe, evlilik üstünlüğünün bir göstergesiydi, evlilik böyle şüpheleri kaldırmazdı. Kısa bir süre sonra bu şüphe silindi gitti, o zaman da kadıncağızın pek sık harcamalar yaptığı geldi aklıma. Bugün, yirmi dört yıllık dürüst evliliğin ardından, bu fikrimin doğru olmadığını anladım.
Ayrılığımız ona şans getirdi çünkü birkaç ay sonra, çok zengin biriyle evlendi. Böylece arzu ettiğim yeniliği, o benden önce elde etmiş oldu. Evlenir evlenmez de onunla evimde denk geldim, kocası kayınpederimin bir arkadaşıydı. Sık sık karşılaştık ancak yıllarca sanki geçmişte hiç tanışmıyormuşuz gibi davrandık, geçmişe dair tek söz etmedik. Yalnızca geçen gün, birden ağarmış saçlarla çevrelenen yüzü gençliğindeki gibi kızardı, bana sordu:
“Neden terk etmiştiniz beni?”
Samimi bir şekilde yanıtladım çünkü yalan uyduracak vaktim yoktu:
“Bilmem, yaşantımda bilmediğim o kadar çok şey var ki!”
“Ben üzgünüm oysa bittiğine.” dedi. Bu sözlerin vadettiği iltifat karşısında, saygı ile eğilecektim ki “İhtiyarlayınca pek eğlenceli biri olmuşsunuz.” diye ekledi.
Güçlükle ayağa kalktım. Teşekkür etmeye gerek yoktu.
Bir gün, Malfenti ailesinin kırda geçirdikleri yaz tatilinin ardından, oldukça uzun bir yolculuk sonrası şehre döndüklerini öğrendim. Eve nasıl girerim diye düşünüp harekete geçmem gerekmedi çünkü Giovanni benden evvel davrandı.
Bana bir tanıdığının mektubunu gösterdi, mektupta benden de bahsediliyor, hâlim hatrım soruluyordu: Kendisi okul arkadaşımdı, büyük bir kimyager olacağına inanıp çok severdim onu. Şimdi ise aklıma bile gelmiyordu, kimyager olmamıştı, önemli bir gübre tüccarı olmuştu, dolayısıyla onu bildiğim gibi değildi artık. Giovanni, beni sırf kendi arkadaşının arkadaşıyım diye davet etti, -tahmin edileceği gibi- ben de bu daveti hemen kabul ettim.
O ilk ziyareti daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Sıkıcı ve soğuk bir sonbahar gününün öğleden sonrasıydı, ev sıcaktı, paltomu çıkarırken duyduğum rahatlamayı bile anımsıyorum. Limana varmak üzereydim işte. O zamanlar bana basiretmiş gibi gelen o körlüğe, o kadar şaşıyorum ki şimdi… Sağlığın, meşruiyetin peşinden koşuyordum. Bu isimlerinin baş harfi ve son harfi “a” olan dört kızdan üçü derhâl elenecek, dördüncüsü ise ciddi bir incelemeye tabi tutulacaktı. Pek sert bir yargıç olacaktım. Ama bu esnada, ondan beklediğim ya da olmamasını temenni ettiğim nitelikler nedir diye sorsalar cevaplayamazdım.
Bir taraftan XIV. Louis, diğer taraftan deri üzerine altın rengi işlemeler bulunan Venedik tarzı mobilyalarla donatılmış, o zamanlar kullanıldığı gibi ikiye ayrılmış, zarif ve geniş oturma odasında pencerenin kenarında kitap okuyan Augusta’yı gördüm. Elimi sıktı, adımı biliyordu çünkü babası benden bahsetmişti, beni beklediklerini de söyleyip annesini çağırmaya gitti.
İşte adları aynı harfle başlayan dört kızdan birini, o sırada çıkardım kafamdan. Nasıl olup da güzel derlerdi bu kıza? İnsanın onda dikkat ettiği ilk şey şaşılığıydı, öyle bir şaşıydı ki bu onu bir süre göremediğinizde, aklınızda bir tek bu özelliği kalıyordu. Pek de gür olmayan sarı saçları vardı ancak bu sarı renk ışıktan yoksun, bulanıktı. Görüntüsü ve kilosu yaşına göre biraz talihsizceydi. Odada yalnız kaldığım birkaç dakika içinde aklımdan şöyle geçti: “Umarım diğer üçü de bunun gibi değildir!”
Kısa bir süre sonra adaylarımın sayısı ikiye indi. Annesiyle birlikte içeri giren kızlardan biri, henüz sekiz yaşındaydı. Omuzlarına dökülen parlak, uzun ve bukleli saçları vardı, pek güzel bir kız çocuğuydu! Dolgun ve tatlı yüzü Raffaello Sanzio’nun[5 - Rafael olarak bilinen Rönesans Dönemi’nin İtalyan ressamı ve mimarıdır. (ç.n.)] hayal dünyasından çıkmış düşünceli bir meleği -sessiz kaldığı sürece- andırıyordu.
Kayınvalideme gelince… Onun hakkında dilediğimce yazamıyorsam kendisine duyduğum derin saygıdandır. Yıllardır bir anne olarak görüp sevdim kendisini ancak şimdi burada bana pek de dostça davranmadığı bir hikâyeden bahsedeceğim, bu defteri hiç görmeyecek olsa bile kelimelerimi özenle seçmeye niyetliyim. Zaten bu hikâyedeki varlığı, o kadar kısa sürdü ki unutmam çok zor olmazdı: En doğru zamanda ağzından çıkan tek bir söz, zaten zayıf olan dengemi hepten kaybetmeme neden olmuştu. Belki de onun müdahalesi olmasa da kaybedecektim dengemi, hem kim bilir, o da işlerin böyle gitmesini mi istemişti?
O kadar iyi eğitim görmüştü ki kocası gibi şişenin dibine vurup bana oynadığı oyunu aşikâr etmesi imkânsızdı. Asla etmedi de. Bu yüzden çok iyi bilmediğim bir hikâyeyi anlatmak üzereyim, kızları arasında asla aklımda olmayanla evlenmem, onun kurnazlığından mı yoksa benim saflığımdan mı kaynaklanıyor emin değilim.
Bu arada evlerini ilk kez ziyaret ettiğim vakitler kayınvalidemin epey güzel bir kadın olduğunu söyleyebilirim. Zarifliğinin bir sebebi de göze çarpmayan ama lüks giyimiydi. Onunla ilgili her şey, yumuşak ve uyumluydu.
Böylece, kayınpederim ve kayınvalidemde, hayalini kurduğum bütünleşmiş karı koca ilişkisini yakaladım. Birlikte çok mutlu olmuşlardı, adam vara yoğa bas bas bağırıyor, kadın da kimi zaman onaylayarak, kimi zaman acıyarak gülümsüyordu. Kadın bu irice adamı seviyordu, adam da elde ettiği başarılı işlerle onu ele geçirmiş ve bir daha da bırakmamış olmalıydı. Kadını kocasına bağlayan çıkar değil, ona duyduğu hayranlıktı, ben de aynı duyguyu paylaştığım için bunu yadırgamadım. İçinde bir mal ve iki düşmandan -alıcı ve satıcı- başka bir şeyin bulunmadığı o daracık alana, öylesine bir canlılık getirmişti ki orada her daim, yeni bileşenler ve ilkeler doğuyor ya da keşfediliyordu, bu da yaşama insanın soluğunu kesen bir heyecan katıyordu. Adam karısına tüm işlerini anlatıyordu, kadın ise asla tavsiye vermeyecek kadar iyi eğitilmişti çünkü adamı yanıltmaktan korkuyordu. Giovanni’nin ihtiyaç duyduğu gibi sessiz bir destekti bu, ara sıra karısının tavsiyesini alacağı inancıyla eve geliyor, nihayetinde kendini bir monolog içinde buluyordu.
Onu aldattığını, kadının bunu bildiğini ve hiçbir kin beslemediğini öğrendiğimde şaşırmadım. Evleneli henüz bir yıl olmuştu, bir gün Giovanni pek üzgün bir hâlde yanıma geldi, çok değerli bir mektubu kaybettiğini, bana verdiği evraklar arasına karışmış olabileceğini umduğunu, bu yüzden de evrakları gözden geçirmek istediğini söyledi. Aradan birkaç gün geçince keyifli keyifli mektubu bulduğundan bahsetti, cüzdanındaymış. “Bir hanım arkadaştan mıydı?” diye sordum, başını evet anlamında sallayıp talihi ile övünmeye başladı. Sonra bir gün bir olay oldu, beni evrakları kaybetmekle suçladılar, ben de kendimi savunmak için karıma ve kayınvalideme, “Kusura bakmayın, babam kadar şanslı değilim ki kaybettiği evraklar, kendi kendilerine cüzdanıma geri dönsünler.” dedim. Kayınvalidem, o kadar çok güldü ki o mektubu Giovanni’nin cüzdanına koyanın, o olduğu düşüncesine kapıldım. Görünüşe göre ilişkilerinde bu tarz konulara önem vermiyorlardı. Herkes bildiği gibi sevişir, bana göre tercih ettikleri yol, en aptalcası da değildi.
Hanımefendi beni büyük bir nezaketle karşıladı. Başkalarıyla bırakamadığı için küçük Anna’yı yanında tutmak zorunda kaldığından özür diledi. Küçük kız, içimi okumak ister gibi dikkatli bakışlarla süzdü beni. Augusta dönüp Bayan Malfenti ile oturduğumuz kanepenin karşısındaki ufak sedire yerleşince, kızcağız ablasının kucağına uzanmaya gitti, o ufacık kafasının içinde dolaşıp duran düşünceleri bilmediğim sürece, beni eğlendiren bir azimle gözlemledi beni.
Sohbet başlarda pek tatlıydı diyemem. Hanımefendi, tüm iyi eğitimli insanlar gibi ilk buluşmada oldukça sıkıcıydı. Ayrıca o eve girmemi sağlayan, benim ise adını bile hatırlamadığım arkadaşım hakkında çok fazla soru sordu.
Sonunda Ada ve Alberta içeriye girdi. Derin bir nefes aldım: İkisi de çok güzeldi, o ana kadar varlığı eksik olan ışığı odaya taşımışlardı. İkisi de esmer, uzun ve inceydi ama yine de birbirlerinden oldukça farklıydılar. Seçim yapmakta çok zorlanmayacaktım. Alberta o zamanlar on yedi yaşındaydı. Esmer olmasına rağmen teni, annesi gibi pembemsi ve duruydu, bu da görüntüsündeki çocuksuluğu kuvvetlendiriyordu. Ada ise kar beyazı yüzünü renklendiren mavimsi gölgeleri, ağırbaşlı bakışlarla dolu gözleri, kıvırcık, gür ve zarafetle taranmış saçları ile tam bir kadın görünümündeydi.
Üzerinden zaman geçince içimizde büyük bir kuvvetle hissettiklerimizin köklerini keşfetmemiz zordur, yine de Ada’ya karşı hissettiklerimin darbe de foudre[6 - Fransızca, yıldırım aşkı. (ç.n.)] olmadığına eminim. Yıldırım aşkına tutulmamış olsam da onu görür görmez bir kanıya kapıldım: Beni ihtiyacım olan kutsal tek eşli evlilik yoluna, oradan sağlığa ve ahlaklı bir yaşama itecek olan kadındı o. Şimdi yazarken geriye dönüp baktığımda ona yıldırım aşkı ile tutulmayıp, böyle bir düşünceye kapılmama şaşırıp kalıyorum. Biz erkekler sevgililerimizin hem taptığımız hem nefret ettiğimiz özelliklerini eşlerimizde aramayız, bunu herkes bilir. Bundan dolayı olsa gerek, ilk bakışta Ada’nın tüm zarafetini ve güzelliğini fark edemedim, ona ağırbaşlılık ve enerji gibi nitelikler atfettim, yani biraz hafifletilmiş olsa da babasında sevdiğim özellikleri onda da görüp hayran kaldım. O zamandan bu yana -şimdi bile böyle düşünüyorum- bu düşüncemde yanılmadığımı sanıyorum, Ada kızlığında, daha evlenmemişken sahipti bu niteliklere, bu yüzdendir ki iyi bir gözlemci sayabilirim kendimi ama yine de biraz kör bir gözlemci. Ada’ya ilk kez baktığımda aklımdan tek bir dilek geçti: Ona deli divane âşık olmalıydım ki evlenebilelim. Sağlığımla ilgili giriştiğim denemelerimde olduğu gibi büyük bir enerji ile giriştim bu işe de. Ne zaman başladım tam olarak bilemem, kim bilir belki de o ilk ziyaretimin kısa sayılabilecek bir süresi içinde.
Giovanni, benim hakkımda kızlarıyla epey konuşmuşa benziyordu. Eğitim hayatım boyunca Hukuk Fakültesinden, Kimya Fakültesine, oradan da tekrar Hukuk Fakültesine geçtiğimi biliyorlardı. Açıklamaya çalıştım: İnsan kendini bir fakülteye kapattığında, bilinmesi gereken şeylerin çoğuna cahil kalıyor, dedim. Ayrıca ekledim:
“Hayat tüm ciddiyeti ve var gücüyle üzerime gelmeseydi -bu ciddiyetin son zamanlarda aldığım evlenme kararından kaynaklandığını söylemedim- bir fakülteden diğerine geçmeye devam ederdim.”
Sonra onları güldürmek için:
“Pek tuhaf tesadüf doğrusu, fakülteden ayrılacağım zamanlar, tam da sınavlara denk geliyordu! Şans işte!”
Yalan söylediği aşikâr birinin gülümsemesiyle söyledim bunları. Doğru olansa öğrenimimi çeşitli mevsimlerde değiştirmiştim.
Böylece Ada’nın kalbini kazanmak niyetiyle yola çıkmış oldum, onu ağırbaşlılığından ötürü seçtiğimi unutup devamlı güldürmeye çalışıyordum. Zaten biraz tuhaf bir insanımdır, ona da hepten deli gibi görünmüştüm herhâlde.
Ancak tüm hata bende değil, bunu seçmediğim Augusta ve Alberta’nın hakkımdaki görüşlerinden anlayabilirsiniz. Yine de o sıralar gözlerini dört açıp ağırbaşlılıkla yuvasına kabul edeceği adamı soruşturan Ada’nın, kendisini güldüren kişiyi sevmesini bekleyemezdim. Güldü, uzun uzun güldü, öyle ki kahkahaları onu güldüren kişiyi gülünç duruma düşürüyordu. Pek küçümseyici bir durumdu bu, sonunda zararlı çıkacaktı ama zarar eden, ilk ben oldum. Sessiz kalmayı becerebilseydim kim bilir, belki de işler başka türlü ilerlerdi. Bu sırada o konuşma fırsatı bulur, bana içini açması için zaman kazanmış olurdu.
Dört kız, Anna Augusta’nın kucağında olmasına rağmen sıkışmış ufak sedirin üzerinde oturuyorlardı. Beraberken pek güzeldiler. Bende hayranlık ve sevgi uyandırdıklarını fark edip için için sevindim buna. Gerçekten güzellerdi! Augusta’nın soluk rengi diğerlerinin kumral saçlarının rengini vurgulayıp ortaya çıkarıyordu.
Üniversiteden söz ettim, lisenin sondan bir önceki yılını okumakta olan Alberta da bana biraz derslerinden bahsetti. Latincenin kendisi için çok zor olduğundan yakındı. Saşırtıcı değil dedim çünkü bana göre kadınlara uygun bir dil değildi, o kadar ki eski Romalılar zamanında bile kadınların İtalyanca konuştuğunu düşünürdüm. Oysa Latince -pek güvenerek söyledim- benim en sevdiğim dersti. Ancak kısa bir süre sonra, Alberta’nın beni düzeltmek zorunda kalacağı Latince bir özdeyiş söyleme cüretkârlığında bulundum. Gerçek bir rezaletti! Yine de çok önemsemedim ve Alberta’yı, bir on yarıyıl üniversite okusa da Latince özdeyişler hususunda dikkatli olması için uyardım.
Geçenlerde İngiltere’de babasıyla birkaç ay geçiren Ada, o ülkedeki birçok kızın Latince bildiğini söyledi. Sonra her zamanki gibi ağırbaşlı, herhangi bir müzikaliteye yabancı, nazik minyon bedeninden beklenenden biraz daha alçak ses tonu ile İngiltere’deki kadınların bizim kadınlarımızdan oldukça farklı olduklarını ekledi. Hayır işleri için dinsel hatta ekonomik amaçlar ile dernekler kuruyorlarmış. Kız kardeşleri Ada’yı konuşmaya devam etmesi için zorladılar, o dönemde şehrimizin kızlarına rüya gibi gelen, o harika şeyleri tekrar duymak istiyorlardı. Ada da gönülleri olsun diye kürsüye çıkıp yüzlercesi karşısında yüzü kızarmadan konuşan, sözü kesildiğinde ya da argümanları çürütüldüğünde şaşırmadan ya da bocalamadan sözlerine devam edebilen başkan, gazeteci, sekreter ve politikacı kadınları anlattı. Yalın, renklendirmeden, insanları konu hakkında meraklandırmaya veya güldürmeye çabalamadan konuşuyordu.
Ben ağzını açar açmaz olayları ya da insanları çarpıtan, aksi hâlde konuşmanın faydasız olduğunu sanan biriyimdir, onun bu yalın üslubunu sevmiştim. Hatip olmasam da konuşma hastalığım vardı. Benim için kelimelerin başlı başına bir olay olması gerekirdi, başka bir olayın onları hapsetmesi mümkün değildi.
Ancak hain Albione’ye[7 - Büyük Britanya için kullanılan alternatif bir isimdir. (ç.n.)] karşı özel bir nefretim vardı ve bunu Ada’yı gücendirmekten korkmadan açık ettim, zaten o da İngiltere’yi sevdiğini ya da nefret ettiğini söylememişti. Orada birkaç ay geçirmiştim ancak seyahat ederken babamın iş arkadaşlarından aldığım bazı tanıtım mektuplarını kaybettiğim için gerçek bir İngiliz ile tanışamamıştım hiç. Bu nedenle Londra’da sadece birkaç Fransız ve İtalyan aile ile görüşmüş ve o şehirdeki tüm iyi insanların kıtadan geldiklerini düşünmeye başlamıştım. İngilizce bilgim çok sınırlıydı. Bununla birlikte, arkadaşların da yardımıyla Adalıların yaşamına dair bilgiler edinebilmiş ve her şeyden önce, İngiliz olmayan tüm insanlara karşı besledikleri antipatiyi öğrenebilmiştim.
Kızlara böyle düşmanların ortasında kalmış olmanın yarattığı tatsız duygudan bahsettim. Yine de eğer başıma talihsiz bir olay gelmeseydi, babam ve Olivi’nin İngiliz ticaretini -hiç karşılaşmamıştım çünkü tenha yerlerde yapıldığı söyleniyordu- öğrenmem için dayattıkları altı aylık staj süresine katlanabilir, İngiltere’ye tahammül edebilirdim. Bir gün, sözlük almak için bir kitapçıya gitmiştim. Girdiğim dükkânda, tezgâhın üzerinde, ipekten kürkü ile okşanmaya davetiye çıkaran, kocaman, şahane bir Ankara kedisi uzanıyordu. Ben kibar kibar onu okşarken, haince bana saldırıp ellerimi fena hâlde tırmalamaz mı! Bu son olay bardağı taşırdı, artık İngiltere’ye katlanamazdım, ertesi gün soluğu Paris’te aldım.
Augusta, Alberta ve hatta Bayan Malfenti hikâyeme içtenlikle güldüler. Ada ise şaşırdı ve yanlış anladığını düşündü. Yoksa canımı yakan ve beni tırmalayan kitapçının kendisi miydi? Hikâyemi tekrarlamak zorunda kaldım ancak yeniden anlatınca sıkıcı oldu, kendini tekrar eden şeyler her zaman sıkıcıdır.
Bilge bir edayla Alberta, bana yardım etmek istedi:
“Eski insanlar da kararlarını verirken hayvanların hareketlerine bakarlarmış.”
Yardımını kabul etmedim, İngiltere’deki o kedi kâhin falan değildi, kaderin kendisiydi!
Ada gözlerini kocaman açarak daha fazla açıklama istedi:
“Yani bir kedi, sizin için tüm İngiliz halkını mı temsil ediyordu?”
Ne kadar da talihsizdim! Anlattığım hikâye doğruydu ama bana sanki biri onu belli amaçlarla yazmış kadar eğitici ve enteresan gelmişti. Hikâyemi anlatmak için pek çok insan tanıdığım ve sevdiğim İtalya’da olsaydım o kedinin yaptığı hareketin, benim için bu kadar önemli olmayacağını hatırlamak yetmez miydi? Ama bunu söylemedim ve onun yerine dedim ki:
“Şüphesiz hiçbir İtalyan kedisi böyle bir şey yapmazdı.”
Ada uzun süre güldü. Başarım bana büyükmüş gibi göründüğünden başka açıklamalar da ekledim, maceramı küçülttüm:
“Kitapçı da benden başka herkese iyi davranan kedinin bu tavrına şaşıp kalmıştı. Bu macera beni etkiledi çünkü ben olduğum için veya belki de İtalyan olduğum için gelmişti başıma, It was really disgusting[8 - İngilizce, gerçekten iğrenç bir şeydi. (ç.n.)], kaçmak zorunda kaldım.”
Bu sırada beni aslında uyarması ve dahası kurtarması gereken bir şey oldu. O zamana kadar beni gözlemlemek için hareketsizce dinleyen Küçük Anna, veryansın ederek Ada’nın duygularını açığa vurdu:
“Deli bu! Hem de zırdeli öyle değil mi?”
Bayan Malfenti onu tehdit etti:
“Sus bakayım sen! Yetişkinler konuşurken karışmaya utanmıyor musun?”
Tehdit durumu daha da kötüleştirdi. Anna bağırdı:
“Ama deli işte! Kedilerle konuşuyormuş! Keşke bir ipimiz olsa da bağlasak onu hemen!”
Augusta sinirden kıpkırmızı kesildi, ayağa kalkıp onu bir güzel azarladı ve alıp götürdü, sonra benden kusuruna bakmamamı istedi. O küçük engerek yılanı; kapıda durmuş gözlerini yine üzerime dikmişti, suratını ekşiterek bir kez daha bağırdı:
“Seni bağlasınlar da gör gününü!”
Uğradığım saldırı benim için o kadar beklenmedikti ki kendimi savunmanın yolunu bulamadım hemen. Ancak Ada’nın kendi hislerinin bu şekilde ifade edilmesinden dolayı üzüldüğünü fark edip rahatladım. Küçük kızın küstahlığı bizi yakınlaştırmıştı.
İçtenlikle gülerek evde usulüne uygun yöntemlerle hazırlanmış, akıl sağlığımı kanıtlayan damgalanmış bir belgemin olduğunu söyledim. Böylece yaşlı babama oynadığım numarayı da anlatmam gerekti. O belgeyi Annacığa göstermeyi teklif ettim.
Gitmek için ayaklandığımda oturttular beni. Şu ikinci kediden yediğim tırmıkların acısını unutmamı istiyorlardı. Beni yanlarında alıkoyup bir fincan çay ikram ettiler.
Kendimi Ada’ya beğendirebilmek için olduğumdan farklı davranmam gerektiğini az çok anlamıştım, olmamı istediği kişiye dönüşmenin kolay olacağını sanıyordum. Babamın ölümü hakkında konuşmaya devam ettik ve içimde ağırlaşan büyük acıyı açığa vurursam Ada da bu acıyı benimle birlikte hissedermiş gibi geldi bana. Ama bir yandan ona benzeme çabası içinde olduğumdan, doğallığımı yitirdim ve bu nedenle -hemen anlaşıldığı gibi- ondan uzaklaştım. Böylesi bir kayıp, öyle bir acı veriyordu ki çocuklarım olursa sırf onlardan günün birinde ayrılmak zorunda kalacağım, onlar da böylesi bir acıyı çekecekler diye korkumdan beni daha az sevmelerini sağlayacağımı söyledim. Bana bunun için ne yapacağımı sorduklarında biraz utandım. Onlara kötü davranıp pataklayacak mıydım? Alberta gülerek dedi ki:
“En güvenli yol, onları siz ölmeden öldürmek olacaktır.”
Ada’nın beni incitmek istemediğini görüyordum. Bu nedenle konuşmakta tereddüt ediyordu, ne kadar çabalasa da tereddüt etmekten öteye gidemiyordu. Nihayetinde dedi ki gelecekteki çocuklarıma karşı böyle bir düşüncem olması, elbette iyiliğimden kaynaklanıyormuş, ne var ki ölüme hazırlanarak yaşamak doğru gelmiyormuş kendisine. Israr ettim ve ölümün, yaşamın gerçek düzenleyicisi olduğunu iddia ettim. Ben her zaman ölümü düşünürdüm, bu yüzden de tek bir şey yakardı canımı: Ölümün kaçınılmazlığı. Böyle düşününce diğer her şey, o kadar önemsiz hâle gelirdi ki gülüp geçerdim hepsine. Çok da gerçek sayılamayacak şeyler söylemeye kaptırmıştım kendimi, üstelik onunla birlikteyken, üstelik hayatımın çok önemli bir anında. İşin aslı sırf mutlu, neşeli bir insan olduğumu görsün diye onunla böyle konuştuğumu sanıyorum. Kadınlara karşı neşeli görünmem, lehime olmuştu hep.
Düşünceli hâlde, duraksayarak böyle bir ruh hâlinden hoşlanmadığını itiraf etti. Ona göre bu düşünce, hayatın değerini azaltarak onu doğanın amaçladığından daha tehlikeli hâle getiriyormuş. Bu sözlerle kendisinin benim için uygun olmadığını göstermek istiyordu, yine de onu tereddüte düşürmeyi ve düşündürmeyi başarmıştım ya, bana bir başarı olarak geldi.
Alberta eski bir filozoftan benim yaşam görüşümü destekleyen bir alıntı yaptı, Augusta da gülmenin çok iyi bir şey olduğunu söyledi. Babasının da kahkahası eksik olmazmış.
“Kârlı işlerle ilgilenmek hoşuna gider çünkü.” dedi Bayan Malfenti gülerek.
Hiç unutmayacağım o ziyareti kestim sonunda.
Bu dünyada dilediğinizce bir evlilik yapmaktan daha zor bir şey yoktur. Benim durumumda evlenme kararımın nişanlımı seçmemden evvel ortaya çıktığını görebilirsiniz. Neden birini seçmeden önce bir sürü kızı görmeye gitmedim ki? Ama hayır! Sanki çok fazla kadınla tanışmışım gibi mücadele etmek istememiştim. Nişanlımı seçtikten sonra onu biraz daha iyi inceleyebilir, en azından mutlu sonla biten aşk romanlarında olduğu gibi benimle yarı yolda buluşmaya istekli mi görebilirdim. Bense tutup o sert sesli, gür ama titizlikle taranmış saçları olan kızı seçtim, o kadar ağırbaşlıydı ki benim gibi iyi bir aileden gelmiş, çirkin sayılmayacak, zengin bir adamı reddemeyeceğini düşündüm. Aslında karşılıklı iki çift laf eder etmez aramızda kimi çatlak sesler çıkmamış değildi ama bu sesler uyumlu bir çift olma yolunda bir adımdı. Dahası üzerine şunu düşündüğümü de itiraf etmeliyim: “O olduğu gibi kalmalı çünkü onu bu hâliyle sevdim ve isterse değişecek olan ben olacağım.” Pek mütevazıydım doğrusu çünkü kendini değiştirmek, başkalarını eğitip değiştirmekten daha kolaydır.
Kısa bir süre sonra Malfenti ailesi hayatımın merkezi oldu. Akşamlarımı Giovanni ile geçiriyordum, beni ailesi ile tanıştırdıktan sonra daha nazik ve cana yakın olmuştu. Bu nezaketten hemen faydalandım. Başlarda hanımları haftada bir ziyaret ediyordum, sonra bu sayı arttı, artık her gün öğleden sonraları birkaç saat geçirmek için o eve gider olmuştum. Eve girip çıkmak için bahane bulmam pek gerekmedi, dahası teklif edildiğini iddia edersem yanlış söylemiş sayılmam. Bazen kemanımı da yanımda götürdüğüm olurdu, evde piyano çalmayı yalnızca Augusta biliyordu, birlikte bir şeyler çalıyorduk. Ada’nın çalmaması kötüydü, sonra benim keman çalmam da kötüydü ve Augusta’nın da pek başarılı bir müzisyen olduğu söylenemezdi. Her sonattan birkaç bölümü çok zor olduğu için çıkarmam gerekiyordu, nicedir keman çalmadım diye bahane buluyordum. Bir piyanist, ne olursa olsun amatör kemancıdan üstündür, Augusta’nın da iyi bir tekniği vardı ama gel gelelim, ondan çok daha kötü çaldığım hâlde yine de kendisinden memnun olmuyordum. “Piyano çalmayı bilseydim ondan daha iyi çalardım kesin.” diye düşünüyordum. Ben böyle Augusta’yı yargılarken diğerleri de beni yargılıyordu, daha sonra öğrendiğim gibi bu yargılar pek de olumlu değildi. Augusta sonatlarımızı yenilemekten pek memnundu ama Ada’nın sıkıldığını fark edince birkaç kez kemanı evde unutmuş gibi davrandım. Augusta da daha sonra bundan bahsetmedi.
Ne yazık ki o evde geçirdiğim saatlerde Ada ile baş başa kalamıyordum. Ancak kısa bir süre sonra hayali tüm gün bana eşlik etmeye başlamıştı. Seçtiğim kadındı ya, zaten benim sayılırdı, hayallerimde daha da süslüyordum onu, hayatımın ödülü bana pek kıymetli görünsün istiyordum. Onu süsledim, ihtiyaç duyduğum ve eksik olduğum birçok niteliği ona bahşettim. Çünkü o sadece eşim değil, aynı zamanda beni bütün bir hayata, erkekçe bir mücadeleye ve zafere ulaştıracak olan ikinci annem olacaktı.
Bir başkasına teslim etmeden evvel, onu fiziksel olarak da düşlediğim oluyordu. Gerçek şu ki hayatımda birçok kadının peşinden koştum ve birçoğu da kendilerine ulaşmama izin verdi. Rüyalarımda ise tümüne ulaşıyordum. Elbette özelliklerini değiştirerek güzelleştirmeye çalıştığım yoktu. Sadece çok ince ruhlu bir ressam arkadaşımın yaptığını uyguluyordum, güzel kadınları canlandırırken başka bir güzel şeyi de düşünüyordum: Örneğin narin porselenleri. Tehlikeli bir rüyadır bu. Çünkü hayalini kurduğumuz kadınlara yeni bir güç verebilir, onları gerçek ışıkta tekrar gördüğümüzde rüyalarınızdaki meyvelerin, çiçeklerin, porselenlerin izlerini taşırlar.
Ada’ya yaptığım kurlardan bahsetmek benim için zor. Hayatımın uzun bir dönemi boyunca, kendimden utanmama neden olan, bunları ben yapmış olamam diye düşündüren bu aptal macerayı unutmak için çabaladım. “Bu kadar da ahmak olamam ben!” diyordum. Yadsımak rahatlamamı sağlıyordu, bu nedenle bunda ısrar ediyordum. On yıl önce, yirmi yaşında böyle davranmış olsaydım yine neyse! Ama sırf evlenmeye karar verdiğim için böylesi ahmaklıklarla cezalandırılmak, haksızlık gibi geliyordu. Her türlü maceradan yüzsüzlüğe varan bir rahatlıkla geçip gitmişken burada utangaç bir çocuğa dönüşmüştüm, sevgilisinin eline belki de farkına bile varmazken dokunmaya çalışan, sonra bedeninin böylesi bir temasla onurlandığı kısmına tapınan. Bu macera her ne kadar hayatımın en temiz macerası olsa da bugün yaşlanmışken onu en çirkini olarak hatırlıyorum. Sanki on yaşında bir çocuk, ninesinin göğsüne dadanmış gibi tatsız bir anı. Mide bulandırıcı.
Peki, kıza bir türlü açılamayıp “Kararını ver!” demeyi bir türlü başaramayışımı nasıl açıklayacağım? Beni istiyor musun, istemiyor musun? O eve hayaller kurarak gidiyordum, birinci kata çıkan merdivenleri tırmanırken hepsini sayıyordum, tek çıkarsa beni seviyor diyordum, kırk üç merdiven olduğunda da hep tek çıkıyordu. Karşısına büyük bir güvenle dikiliyordum, bu sefer konuşacağım derken tamamen başka bir şeyden bahsetmeye başlıyordum. Ada, henüz bana küçümsemesini gösterme fırsatı bulamamıştı ve ben de tek kelime etmeye cesaret edememiştim! Ada’nın yerinde olsam bu otuz yaşındaki delikanlının kıçına tekmeyi basardım.
Şunu söylemeliyim ki ben, sevgilisinin boynuna atılmasını susarak bekleyen yirmilik delikanlılara da pek benzemiyordum. Böyle bir şey beklediğim yoktu. Konuşacaktım tabii ancak daha sonra. Henüz açılamadıysam bu, kendimden şüphe etmemden kaynaklanıyordu. İlahıma, güçlü, asil sevgilime layık olmayı bekliyordum. Bugün olmazsa yarın olabilirdi bu. Neden beklemeyecektim?
Böyle bir fiyaskoya yöneldiğimi, zamanında fark etmediğim için de utanıyorum. En sıradan kızlardan biriyle karşı karşıyaydım ancak onu, o kadar düşlemiştim ki bana iflah olmaz bir yosma gibi geliyordu. Hakkımda bir şey bilmek istemediğini bana göstermeyi başardığında duyduğum muazzam öfkemde haksızdım. Ama düş ile gerçeği o kadar birbirine karıştırmıştım ki beni bir kez bile öpmediğine ikna edemedim kendimi.
Kadınları yanlış anlamak, gerçekten de zayıf bir erkekliğin işaretidir. Daha önce hiç bu konularda yanılmamıştım ve ilişkilerimi en başında olduğundan farklı görebilmek için Ada hususunda yanıldığıma inanmak zorundayım. Niyetim onu elde etmek değil, onunla evlenmekti, bu da alışılmadık bir aşk yoludur, çok geniş rahat bir yoldur ancak insanı hedefine değil, ne kadar yakın da olsa hedefin yanıbaşına vardırır. Bu şekilde elde edilen aşkta temel özellik eksiktir: Dişinin boyun eğmesi. Böylece erkek, görme ve işitme duyuları da dâhil olmak üzere, tüm duyularına yayılabilen büyük bir atalet içinde kendi rolüne hazırlanır. Ben her gün bu üç kıza da çiçekler getirdim ve üçüne de tuhaf tuhaf hediyeler taşıdım ve hepsinden önemlisi, inanılmaz bir hafiflikle onlara her gün kendi hikâyemi anlattım.
Yaşanılan anın kıymeti arttıkça herkes geçmişi daha bir hararetle hatırlar. Nitekim ölüm vakti gelip çattığında humma içindeyken insanın tüm hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği söylenir. Mazi, beni en son vedalaşmamın katılığıyla ele geçiriyordu çünkü ondan gitgide uzaklaştığımı hissediyordum. Augusta ve Alberta’nın yoğun ilgisinin cesaretlendirdiği bu geçmişten bu üç kıza bahsedip durdum, ki belki de Ada’nın pek emin olamadığım dalgınlığını örtmek içindi bu. Augusta iyi kalpliliği ile her şeyden kolayca etkileniyordu, Alberta ise öğrencilik zamanında yaptığım taşkınlıkları, gelecekte benzer maceralara atılabilme arzusuyla yanakları kızararak dinliyordu.
Çok sonra Augusta’dan öğrendim ki bu üç kızdan bir tanesi bile hikâyelerimin gerçek olduğuna inanmıyormuş. Augusta’ya sırf bu sebepten daha değerli gelmişler çünkü bizzat benim uydurduğum şeylermiş ya kaderin bana dayattıklarından daha çok benimmiş gibi gelmiş gözüne. Alberta da inanmadığı hikâyelerimi sevmiş çünkü iyi niyetimi görmüş içlerinde. Yalanlarıma kızan tek kişi ise ağırbaşlı Ada olmuş. Tüm çabalarımın neticesinde kendi hedefini değil, tam yanı başındaki başka hedefi vuran bir nişancı gibi hissediyordum.
Oysa anlattığım hikâyelerin çoğu doğruydu. Tam olarak ne kadarı doğru söyleyemem çünkü onları Malfenti’nin kızlarından önce daha pek çok kadına da anlattığım için, elimde olmadan bazı kısımlarını çarpıtmış ve daha anlamlı hâle getirmiş olabilirdim. Nitekim gerçektiler çünkü benim onları ifade ediş biçimim buydu, bugün artık bu gerçeği ispatlamayı umursamıyorum. Benim uydurduğumu düşünüp bundan etkilenen Augusta’yı hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum. Ada’ya gelince… Bence şimdiye kadar fikrini değiştirmiş, hikâyelerimin doğru olduğunu anlamıştır.
Ada ile ilişkimde olan tüm başarısızlığım, en sonunda sesimi çıkarmam gerektiğine karar verdiğim anda ortaya çıktı. Bu sonucu şaşkınlıkla karşıladım ve en başta inanmadım da. Benden hoşlanmadığını ifade eden tek bir kelime bile söylememişti, bana pek de sempati beslemediğini gösteren ufak tefek hareketlerini ise görmezden gelmiştim. Üstelik ben de gereken sözü söylememiştim ki daha, Ada’nın onunla evlenmeye hazır olduğumdan bihaber olduğunu, bu nedenle de beni -tuhaf ve çok da başarılı olmayan bir öğrenciyi-başka bir şeylerin peşinde sandığını düşünebilirdim.
Bu yanlış anlaşılmalar, çok kararlı olduğum evlilik niyetim nedeniyle uzadıkça uzuyordu. Ada’yı tamamıyla istiyordum, titizlikle yanaklarını parlatıyor, ellerini ayaklarını ufaltıyor, boyunu düzleştirip bedenini inceltiyordum. Onu bir eş ve bir sevgili olarak istiyordum. Ancak bir kadına ilk kez nasıl yaklaşmışsanız o tavır öylece kalır.
Beni arka arkaya üç kez o evde diğer iki kız karşıladı. Ada’nın yokluğunu ilk seferinde mecburi gitmek zorunda olduğu bir ziyaret ile ikincisi sefer rahatsızlandığı ile açıkladılar, üçüncüsünde ise hiçbir mazeret sunmadılar, ta ki ben endişenip sorana kadar. O zaman rastlantı sonucu yöneldiğim Augusta cevap vermedi, yardım ister gibi Alberta’ya baktı, Alberta yanıtladı beni: Ada, teyzelerinden birine gitmişti.
Nefesim kesildi. Ada’nın benden kaçtığı açıktı. Bir gün önce yokluğuna katlanmış ve belki görürüm umuduyla ziyaretimi uzatmıştım. Ancak o gün, birkaç saniye ağzımı açamadan öylece kaldım ve sonra başıma giren ani bir ağrıyı bahane edip gitmek için kalktım. Ada’nın direnişiyle ilk kez karşılaştığım o gün, hissettiğim en güçlü duygunun, öfke ve küçümseme olması tuhaf! Hatta onu yola getirmek için Giovanni’ye başvurmayı bile düşündüm. Evlenmek isteyen bir adam böyle şeyler yapabilir, atalarını tekrar etmektir bu.
Ada’nın bu üçüncü yokluğu daha da anlamlı hâle gelecekti. Öyle ki onun evde olduğunu ama kendisini odasına kitlediğini keşfedecektim.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki o evde gönlünü kazanmayı başaramadığım başka bir kişi daha vardı: Küçük Anna. Diğerlerinin önünde saldıramıyordu artık bana çünkü pek bir paylamışlardı. Birkaç kez de kız kardeşleriyle birlikte hikâyelerimi dinlemişti. Ancak tam evden ayrılacağım zamanlarda eşikte yanıma geliyor, nazikçe ona doğru eğilmemi isteyip kendisi de ayaklarının ucunda yükseliyor, küçük ağzını kulağıma yapıştırıp sadece benim duyabileceğim kadar sesini alçaltarak: “Sen delinin tekisin, gerçekten delisin!” diye fısıldıyordu.
Dahası bu sinsi canavar, bana diğerlerinin yanında siz diye hitap ederdi. Bayan Malfenti oradaysa hemen kollarına sığınıyor ve annesi de onu okşuyordu:
“Küçük Anna’m nasıl da kibar bir kız oldu, sizce de öyle değil mi?”
Kibar Anna hiç itiraz etmiyor ancak yine de bana deli demenin bir yolunu buluyordu. Bu ifadeye, minnettarmışım gibi görünen bir gülümseme ile karşılık veriyordum. Küçük kızın bu saldırılarını yetişkinlere anlatmaya cesaret edemeyeceğini umuyordum, tek korkum Ada’nın küçük kız kardeşinin benim hakkımda ne düşündüğünü öğrenmesiydi. O çocuk, ne yaptı etti sonunda sıkıntıya soktu beni. Sohbet esnasında konuşurken onunla göz göze gelirsek hemen bakışlarımı başka bir tarafa çevirmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu ve bunu da olanca doğallıkla yapmak, pek zordu. İster istemez kızarıyordum. Bu masum yaratık, hakkımdaki yargısı ile bana zarar verebilirmiş gibi geliyordu. Hediyeler aldım getirdim ona ama yine de kalbini kazanamadım. Kendi gücünün ve benim zayıflığımın farkındaydı elbette ve bu yüzden de diğerlerinin yanındayken beni sorgulayan küstahça bakışlar atmaktan çekinmiyordu. Hepimizin bilincinde tıpkı bedenimizde olduğu gibi üzerine pek düşünmek istemediğimiz hassas, örtülü noktalar olduğunu sanıyorum. Ne olduklarını bile bilmeyiz ama yine de orada olduklarını biliriz. Ben de içimi okumak isteyen bu çocuksu bakışlardan gözlerimi kaçırıyordum.
Ama o evi tek başıma ve umutsuzca terk ettiğim o gün, eğileyim ve iltifatını duyayım diye peşimden geldiği zaman deli gibi çarpık bir suratla üzerine doğru eğildim ve ellerimi pençe gibi yapıp tehditkâr bir şekilde ona doğru uzandım, hemen ağlayarak çığlık çığlığa kaçtı gitti.
Böylece o gün Ada’yı da görebildim çünkü çocuğun çığlıklarına ilk koşan oydu. Küçük kız, ağlayarak bana deli dedi diye onu korkuttuğumu söyledi:
“O deli, ben de bunu söylemek istiyorum, ne var ki bunda?”
Ada’nın evde olduğunu görünce şaşırmış ve durup küçük kızı dinlemiştim. Demek kız kardeşleri yalan söylemişlerdi, aslında yalnızca Alberta yalan söylemişti çünkü Augusta, bu görevi ona devretmişti. O an olan biteni daha iyi anladım. Ada’ya dedim ki:
“Sizi gördüğüme sevindim. Üç gündür teyzenizdesiniz sanıyordum.”
Bana cevap vermedi, ilk başta ağlayan çocuğun üzerine eğildi. Hakkım olduğunu düşündüğüm açıklamaları almadaki bu gecikme, kanımın kafama hücum etmesine neden oldu. Söyleyecek söz bulamadım bir türlü. Çıkış kapısına doğru bir adım daha attım ve eğer Ada o dakika ağzını açmamış olsaydı gidecek, bir daha da geri dönmeyecektim. O öfkeyle, artık çok uzamış bir rüyadan uyanmak, gözüme kolay gelmişti.
Nitekim Ada, tam o sırada yüzü kızarmış hâlde bana döndü, teyzesini evde bulamadığı için birkaç dakika önce eve geri döndüğünü söyledi.
Bu sözler beni sakinleştirmeye yetti. Anaç bir hâlde, hâlâ çığlık çığlığa ağlayan çocuğa doğru eğilmişken nasıl da güzeldi! Bedeni öylesine esnekti ki çocuğa yaklaşmak için küçülmüştü sanki.
Yine benim olduğunu düşünerek hayranlıkla seyrettim onu.
O kadar dingin hissettim ki kısa bir süre önce gösterdiğim alınganlığı unutturmak istedim ve Ada’ya ve ayrıca Anna’ya çok nazik davrandım. Yürekten gülerek dedim ki:
“Bana o kadar sık deli diyor ki ona deli biri nasıl olur göstermek istedim. Affedin lütfen! Sen de zavallı Annacık, korkma benden çünkü ben iyi kalpli bir deliyim.”
Ada da bana karşı çok çok nazikti. Hâlâ ağlayıp duran küçük kızı azarladı ve bu durum için özür diledi. Yeterince şanslı olup da Anna o öfkeyle koşup yanımızdan gitseydi Ada’ya konuyu açardım. Kimi yabancı dil kitaplarında rastlanılan, kaldıkları ülkenin dilini bilmeyen yabancılar için hayatı kolaylaştıran hazır cümlelerden birini söyleyecektim: “Babanızdan sizi isteyebilir miyim?” İlk kez evlenmek istiyordum ya, bu nedenle bu ülkenin yabancısıydım. O zamana kadar görüştüğüm kadınlarla başka türlü ilgilenmiştim. Önce üzerlerine el atardım.
Ama işte o birkaç kelimeyi bile söyleyemedim. Üç beş kelime de olsa zaman istiyordu söylemesi! Üstelik suratıma yalvaran bir ifade yerleştirmem gerekirdi, bu da Anna ile ve hatta Ada ile girdiğim münakaşadan hemen sonra çok zordu, üstelik çocuğun çığlıklarını duyan Bayan Malfenti de koridorun ucunda gözükmüştü bile.
Ada’ya elimi uzattım, o da aynı canlılıkla elini verdi.
“Yarın görüşürüz. Hanımefendiden benim için özür dileyin.”
Ama güvenle avcumun içine yerleştirdiği o eli bırakmakta tereddüt ettim. Kız kardeşinin yaptığı kötülüğü telafi etmek için her türlü nezaketi göstereceği sırada, yanından ayrılarak büyük bir fırsattan vazgeçtiğimi hissediyordum. Birden içimden geleni yaptım, eğilip eline dudaklarımı dokundurdum. Sonra kapıyı açtım ve o zamana kadar sol eli ile eteğine yapışan Anna’yı tutmaya devam ederken bana vermiş olduğu sağ eline, o minicik ele içinde sanki bir şey yazılıymış gibi şaşkınlıkla baktığını görünce çabucak oradan uzaklaştım. Bayan Malfenti’nin hareketimi gördüğünü sanmıyordum.
Merdivenlerde bir an için durdum, hiç planlanmamış bu hareketime kendim de şaşırdım. Hâlâ arkamdan kapanan o kapıya dönüp, zili çalıp Ada’nın elinde nafile aradığı kelimeleri yüzüne söyleyebilme şansım var mıydı? Olur gibi gelmedi bana! Çok fazla sabırsızlık göstererek haysiyetten yoksun kalmış olurdum. Ayrıca yarın geleceğimi söylemekle bazı konuşmalar yapacağımı da açığa vurmuştum zaten. Şimdi bu açıklamaları almak sadece ona bağlıydı, bana onları sunmam için bir fırsat vermesi gerekecekti. İşte o noktada nihayet o üç kıza hikâye anlatmayı bırakmış ve yalnızca birinin elini öpmüştüm.
Ancak günün geri kalanı oldukça tatsızdı. Huzursuz ve endişeliydim. Kendi kendime bu huzursuzluğumun sadece maceranın sonunu görme sabırsızlığından kaynaklandığını söylüyordum. Ada beni reddederse sakince başka kadınları arayabileceğimi düşündüm. Ona olan tüm bağlılığım, benim özgürce verdiğim karardan ileri geliyordu ve şimdi başka bir karar verip o kararı yok sayabilirdim. Bunları düşünürken bu dünyada benim için başka kadın olmadığını ve Ada’ya gerçekten ihtiyacım olduğunu anladım.
Takip eden gece de bana çok uzun geldi, neredeyse tümünde gözümü kırpmadım. Babamın ölümünden sonra gece kuşu olma alışkanlığımı bırakmıştım, şimdi evlenmeye karar vermişken de bu alışkanlığıma dönmek, tuhaf olurdu. Bu nedenle zaman çabuk geçsin diye uykumun gelmesini de umarak erken yattım.
Ada’nın üç kez orada bulunduğum saatlerde oturma odasında bulunmayışı ile ilgili açıklamalara, körü körüne inanmıştım çünkü kendime seçtiğim kadının yalan söylemeyi bilmeyecek kadar ağırbaşlı bir kadın olduğuna güvenim tamdı. Ancak gece olunca bu güven azaldı. Augusta konuşmayı reddedince Alberta’nın bu teyze ziyaretini bahane olarak kullanmasını, ona ben mi söyledim diye şüpheleniyordum. Beynim ateşler içindeyken ona ne demiştim tam olarak hatırlamıyordum ama belli ki bu mazereti ona bizzat ben sunmuştum. Yazık! Eğer böyle yapmamış olsaydım, belki de o bahane için başka bir şeyler uydururdu, ben de yalanını yakalayıp istediğim açıklamaya nihayet sahip olurdum.
Ada’nın benim için ne kadar önemli olduğunu burada fark etmiş olabilirim çünkü sakinleşebilmek için eğer beni istemezse, sonsuza dek evlilikten vazgeçerim diyordum kendime. Bu nedenle beni reddetmesi, hayatımı değiştirecekti. Ancak bir düşünceden diğerine atlıyor, belki de bu ret benim için bir şans olabilir diye düşünüp rahatlıyordum. O sıralarda, evlenenler de bekâr kalanlar da sonunda pişman olacaklardır diyen Yunan filozofu hatırladım. Kısacası kendi macerama gülme yeteneğimi henüz kaybetmemiştim; ihtiyacım olan tek yetenek, uyuyabilmekti.
Ancak gün doğarken uyuyakaldım. Uyandığım zaman o kadar geç olmuştu ki Malfenti evine ziyaretim için izin verilen saate çok az zaman kalmıştı. Bu nedenle, Ada’nın ruhunu aydınlatacak başka ipuçlarını bulmak için çabalamaya artık gerek kalmayacaktı. Ancak kişinin düşüncelerini, kendisi için çok önemli olan bir konudan alıkoymak zordur. İnsan bunun nasıl yapılacağını bilseydi daha şanslı bir hayvan olurdu. O gün biraz da abartarak hazırlanırken başka bir şey düşünemiyordum: Ada’nın elini öpmekle iyi mi yapmıştım yoksa dudaklarından öpmediğim için kötü mü etmiştim?
Tam o sabah, garip, ergenlik dönemimin bana bahşettiği o küçük erkeksi inisiyatiften beni mahrum bırakan bir fikir geldi aklıma. Acı veren bir şüpheye kapıldım: Eğer Ada, beni sevmeden ve gerçekten bana karşı bir şey hissetmeden sırf ailesi istiyor diye benimle evlenecek olursa?.. Çünkü o ailedeki herkes yani Giovanni, Bayan Malfenti, Augusta ve Alberta kuşkusuz beni seviyordu, kuşkulandığım yalnızca Ada’ydı. Ufukta nefret dolu bir evliliğe ailesi tarafından zorlanan genç kızın hikâyesini anlatan, alışılagelmiş popüler bir roman beliriyordu. Ama ben buna izin veremezdim. Ada’yla, yani sadece Ada’yla konuşmak zorunda olmamın başka bir nedenini de bulmuştum. Hazırladığım o hazır soruyu, ona yöneltmek de yeterli olmayacaktı. Gözlerinin içine bakacak ve ona “Beni seviyor musun?” diye soracaktım. Eğer evet derse onu kollarımla sarıp içtenlikle titrediğini hissedecektim.
Bu yüzden kendimi her şeye hazırlamışım gibi geldi bana. Oysa bu tür bir sınava, konuşmada kullanacağım metin sayfalarını gözden geçirmeyi unutarak geldiğimi fark etmiş olmam gerekirdi.
Beni yalnızca geniş salonun bir köşesinde oturan Bayan Malfenti karşıladı ve kızların nerede olduğunu sormama fırsat vermeden hararetli bir sohbete koyuldu. Bu durum dikkatimi dağıttı ve doğru zaman geldiğinde unutmuş olmamak için dersimi aklımda tekrar etmeye koyuldum. Birdenbire, bir borazan çalmış gibi dikkat kesildim. Hanımefendi bir ön söze başlamıştı. Bana kendisinin ve kocasının arkadaşlığından ve küçük Anna da dâhil olmak üzere tüm ailenin sevgisinden söz etti. Birbirimizi nicedir tanıyorduk. Dört ay boyunca her gün görüşüyorduk.
“Beş!” diye düzelttim, gece boyu hesaplamış, ilk ziyaretimin sonbaharda yapıldığını ve şimdi tam ilkbaharda olduğumuzu anımsamıştım.
Hanımefendi sanki hesaplamayı gözden geçirmek istiyormuş gibi düşünerek sonunda: “Evet beş!” dedi. Sonra bir sitem havasıyla “Bana öyle geliyor ki Augusta için artık tehlike arz ediyorsunuz.”
“Augusta mı?” diye sordum yanlış duyduğumu düşünerek.
“Evet!” diye onayladı hanımefendi. “Ona umut veriyorsunuz, bu yüzden de tehlikeli bir durumdasınız.”
Naifçe hislerimi açığa çıkardım.
“Açıkçası gözüm Augusta’yı görmüyor bile!”
Şaşırmış -ya da bana öyle geldi- daha da doğrusu üzülmüş gibi bir hareket yaptı.
Bu esnada bu yanlış anlaşılma gibi görünen şeyin, ne kadar önemli olduğunu hemen kavradım ve nasıl düzeltebilirim diye kafa yormaya başladım. Beş ay boyunca Ada’yı incelemek niyetiyle geldiğim ziyaretlerimi gözden geçiriyordum. Augusta ile birlikte bir şeyler çalmıştık, hatta bazen beni dinlediği için onunla Ada’dan daha fazla konuşmuştum ancak kendi onayını ekleyerek Ada’ya anlatabilsin diye yapmıştım bunu. Hanımefendiye durumu net bir şekilde açıklayıp Ada’ya yönelik hedeflerimi anlatmalı mıydım? Ama kısa bir süre önce, Ada ile yalnız konuşmaya ve onun ruhunda ne var diye anlamaya karar vermiştim. Belki de Bayan Malfenti ile açıkça konuşsaydım işler tersine dönerdi, yani Ada ile evlenemeyecek olsaydım bile Augusta ile de evlenmezdim. Bayan Malfenti’yi görmeden önce aldığım kararın kendime rehberlik etmesine izin vererek bana söylediği şaşırtıcı şeyleri duyduktan sonra sessiz kaldım.
Yoğun bir şekilde düşünüyordum ama biraz kafam da karışmıştı. Anlamak istiyordum, öngörmek istiyordum, hem de hemen. Gözlerinizi çok fazla açtığınızda etrafınızı pekiyi göremezsiniz. Beni evden atmak isteyebilecekleri olasılığını düşündüm. Bana bunu göz ardı edebilirmişim gibi geldi. Çünkü masumdum, korumak istedikleri Augusta’ya kur falan yapmamıştım. Ama belki Ada’yı korumak için Augusta hakkında niyetlerim olduğunu öne sürmüşlerdi. Artık bir kız çocuğu olmayan Ada’yı bu yolla mı koruyorlardı? Rüyalarım dışında saçına bile el sürmediğime emindim. Gerçekte yapabildiğim, sadece eline dudaklarımla dokunmaktı. O eve girmekten menedilmek istemiyordum çünkü ayrılmadan evvel, Ada ile konuşmak istiyordum. Bu yüzden titrek bir sesle sordum:
“Siz söyleyin hanımefendi, kimseyi rahatsız etmemek için ne yapmalıyım?”
Tereddüt etti. Bağırarak düşünen Giovanni ile bu konuşmayı yapmayı tercih ederdim. Sonra kararlı ama sesinden açıkça anlaşılan nazik görünme çabasıyla şöyle dedi:
“Bir süre bize daha seyrek gelmelisiniz. Yani her gün değil de haftada iki veya üç kez.”
Bana, kaba bir şekilde gitmemi ve asla geri dönmememi söyleseydi kesinlikle Ada ile ilişkimi netleştirebileyim diye, bana en azından bir ya da iki gün daha hoşgörülü davranması için ona yalvarırdım. Ancak korktuğumdan daha yumuşak olan bu sözler, bana kızgınlığımı ifade etme cesareti verdi:
“İsterseniz bu eve tek bir adım atmam daha!”
Umduğum gibi davrandı. Hemen itiraz etti, tekrar hepsinin bana duyduğu saygıdan bahsetti ve ona gücenmemem için bana yalvardı. Cömert davrandım, ona istediği her şeyi verebileceğimi söyledim, yani o eve dört veya beş gün gelmekten kaçınacaktım, haftada en çok iki veya üç kez gelecektim ve her şeyden önce de kendisine kırgınlık beslemeyecektim, bunun için söz verdim.
Bu sözleri verdikten sonra, onları yerine getireceğimi de göstermek için gitmeye yeltenerek ayağa kalktım. Hanımefendi hemen gülerek itiraz etti:
“Benim için hiçbir tehlikeniz olmadığına göre kalabilirsiniz.”
Ancak o zaman hatırladığım önemli bir işim için çıkmak zorunda olduğumu söyleyerek beni bırakmasını istedim, başıma gelen bu olağanüstü macerayı daha iyi düşünebilmek için sabırsızlanıyordum, hanımefendi ise ona kızgın olmadığımın bir kanıtı olarak yanında kalmam için ısrar etti. Bu yüzden kaldım ve hanımefendinin moda, tiyatro, ilkbaharın kuraklığı konusundaki gevezeliğini dinleme işkencesine katlandım.
Ancak kısa bir süre sonra, kaldığım için memnun oldum çünkü daha fazla açıklamaya ihtiyacım olduğunu fark ettim. Artık dinleyemez olduğum hanımefendinin sözünü hiç aldırmadan kesiverdim:
“Peki, ailedeki herkes beni bu evden uzak tutmaya niyetlendiğinizi bilecek mi?”
İlk başta yaptığımız anlaşmamızı unutmuş gibiydi. Sonra itiraz etti:
“Bu evden uzak tutmak mı? Olur mu öyle şey, sadece birkaç günlüğüne dikkat etmenizi rica ettim. Ben kimseye söylemeyeceğim, kocama bile ve siz de aynı takdiri kullanacak olursanız gerçekten minnettar olurum.”
Bunun için de söz verdim, ayrıca neden bu kadar sık görülmediğime dair bir açıklama istenirse çeşitli bahaneler bulacağıma da söz verdim. O an için hanımefendinin sözlerine güvendim ve aniden ortadan kayboluşuma Ada’nın şaşırıp üzüleceğini düşündüm. Çok hoşuma gitti bu fikir!
Sonra öylece durdum, bir ilham gelir de beni yönlendirir diye düşünüyordum, hanımefendi ise o esnada son zamanlarda iyice pahalılaşan yiyeceklerin fiyatlarından bahsediyordu.
İlhamın yerine Giovanni’nin kendisinden büyük ama aklı ondan daha küçük kız kardeşi Rosina hala geldi. Yine de bazı ahlaki özellikleri ile kimin kız kardeşi olduğunu belli ediyordu. Her şeyden önce kişinin kendi hakları ve başkalarının görevleri konusunda -dediğini yaptırmayı sağlayan herhangi bir silahtan yoksun olduğu için hayli gülünç olan- sürekli öne sürdüğü bir fikri ve sesini çabucak yükseltme zaafı vardı. Kardeşinin evinde o kadar çok hakkı olduğuna inanıyordu ki -daha sonra öğrendiğim gibi- uzun süre Bayan Malfenti’yi evde davetsiz bir misafir olarak görmüştü. Bekârdı ve her zaman en büyük düşmanı olarak bahsettiği hizmetçisi ile yaşıyordu. Ölürken karıma, ona bakan hizmetçi gidene kadar evini korumasını rica etti. Giovanni’nin evindeki herkes, saldırganlığından korktuğu için ona katlanıyordu.
Hâlâ oradan ayrılmamıştım. Rosina hala, yeğenleri arasında Ada’yı hep ayrı tutardı. Arkadaşlığını kazanma arzusu duydum ve ona söyleyebilecek sevimli bir sözcük aradım. Onu en son gördüğümde -yani bir anlığına şöyle bir süzmüş yüzüne bakma ihtiyacı hissetmemiştim- yeğenlerinin, o gider gitmez iyi görünmediği hakkında konuştuklarını hatırladım. Hatta içlerinden biri şöyle demişti:
“Yine hizmetçiye kızmış, o yüzden de rengi atmış olmalı!”
Aradığımı buldum böylece. Yaşlı kadının buruşuk yüzüne, sevgiyle bakarak ona dedim ki:
“Sizi iyileşmiş gördüm hanımefendi.”
Bu cümleyi hiç söylememiş olsaydım keşke. Bana şaşkınlıkla baktı ve itiraz etti:
“Ben hep aynıyım. Ne zaman hastalanmışım ki şimdi iyileşmiş olayım?”
Onu, en son ne zaman gördüğümü bilmek istedi. Tam olarak tarihi hatırlamıyordum ve ona bütün bir öğleden sonrayı birlikte, üç genç hanımla, o salonda ancak şimdi oturduğumuz tarafta değil de diğer tarafta oturarak geçirdiğimizi hatırlatmak zorunda kaldım. Ben kendisiyle ilgileniyormuş gibi görünmek istemiştim ancak açıklama talep edince, iş uzayıp gitmişti. Sahtekârlığım üzerimde ağırlaştı ve gerçek bir işkenceye dönüşüverdi.
Bayan Malfenti gülümseyerek araya girdi:
“Yoksa Rosina halanın şişmanladığını mı kastettiniz?”
Hay aksi şeytan! Kardeşi gibi çok iri olan ve yine de kilo vermekten umudu kesmeyen Rosina halanın kızgınlığının nedeni burada yatıyordu.
“Şişmanlamış mı? Asla hayır. Ben sadece yüzünün rengi hayli yerinde demek istemiştim.”
Sevecenliğimi sürdürmeye çalışıyor, küstahça bir söz etmemek için kendimi zor tutuyordum. Rosina hala yine de tatmin olmuş görünmüyordu. Son zamanlarda hiç hasta olmamıştı ve neden bana hasta göründüğünü hiç anlamadı. Bayan Malfenti de ona hak verdi:
“Aksine, renginin hiç değişmemesi, onun özelliklerinden biridir, öyle değil mi ne dersiniz?”
Öyle dedim. Gerçekten de başka ne diyebilirdim? Hemen ayrılmak istedim. Gönlünü almak umuduyla Rosina halaya sıcakkanlılık ile elimi uzattım ama o, elimi sıkarken bile başka yöne bakıyordu.
Evin eşiğinden dışarı adım atar atmaz ruh hâlim değişti. Dünya varmış! Rosina halayı memnun etmeye çalışmak ya da Bayan Malfenti’nin niyetlerini çözmek zorunda değildim artık. Aslında eğer Rosina hala kabaca araya girmeseydi, dümenci Bayan Malfenti amacına ulaşacak ve ben de o evden iyi muamele gördüğüm için mutlu bir şekilde uzaklaşacaktım. Merdivenlerden atlaya atlaya indim. Rosina halanın hareketleri neredeyse Bayan Malfenti’nin söylediklerinin açıklaması olmuştu. Bayan Malfenti birkaç gün evinden uzak durmamı önermişti. Pekiyi kalpli, sevgili hanımefendi lütfettiler! Onu, beklentilerinin ötesinde memnun edecektim, bir daha hiç görmeyecekti beni! Halaları ve hatta Ada bile bana işkence etmişti. Ne hakla yaparlardı bunu? Evlenmek istediğim için mi? Ama artık bunu düşünmeyecektim! Özgürlük ne de güzeldi!
Bir çeyrek saat boyunca birçok duygu eşliğinde sokaklarda dolaştım durdum. Sonra daha fazla özgürlüğe ihtiyacım varmış gibi geldi bana. O eve bir daha adım atmayı istemediğimi kesin olarak belirtmenin bir yolunu bulmalıydım. Bir mektup ile veda etme fikrini kafamda eledim. Niyetimi açıkça bildirmezsem daha da üstten alarak bağımızı koparmış olacaktım. Giovanni ve tüm ailesini unutacaktım işte o kadar!
Kararımı bildirecek nazik ve zarif biraz da ironik bir yöntem buldum. Bir çiçekçiye koştum, muhteşem bir çiçek buketi seçtim ve üzerine tarih dışında hiçbir şey yazmadığım bir kartvizit iliştirip Bayan Malfenti’ye gönderdim. Daha fazla bir şey yazmaya gerek yoktu. Asla unutmayacağım bir tarihti bu ve belki de Ada ve annesi de unutmayacaktı: 5 Mayıs, Napolyon’un ölüm yıl dönümü.
Sevkiyat hızlıca düzenlenecekti. Aynı gün gitmesi çok önemliydi.
Ama sonra? Her şey yapılmıştı, hem de her şey çünkü yapılacak başka bir şey kalmamıştı! Ada tüm ailesiyle benden kopmuştu artık ve buna karşılık hiçbir şey yapmadan yaşamak zorunda kalacaktım, içlerinden birilerinin beni aramaya gelmesini ve bana başka bir şey yapma veya söyleme fırsatı vermesini bekleyecektim.
Düşünmek için ofisime kapandım. Eğer acı veren sabırsızlığıma yenik düşseydim, çiçek buketimden önce oraya varma telaşıyla yerimden fırlayıp o eve doğru yola koyulurdum. Bir bahane bulurdum elbet. Şemsiyemi unutmuş olabilirdim pekâlâ!
Ama böyle bir şey yapmak istemedim. O çiçek demetini göndererek korunması gereken güzel bir tavır takınmıştım. Şimdi bir şey yapmadan beklemek zorundaydım çünkü bir sonraki hamle onlarındı.
Ofisimde kendimle baş başa kalıp rahatlayacağımı sanıyordum ama bu hareketimle ancak gözyaşlarına boğulmuş umutsuzluğumun nedenini açıklayabildim: Ada’ya âşıktım. Bu fiili doğru kullanıp kullanmadığımı henüz bilmiyordum ve bu yüzden incelemeye devam ettim. Sadece benim olması yetmezdi, eşim olmasını da istiyordum. Olgunlaşmamış vücudundaki o mermer yüzüyle, sonsuza dek kendisine öğretemeyeceğim ve sonsuza dek vazgeçtiğim ruhuma anlam veremediği ağır başlılığı ile onu istiyordum, o bana zekâ ve çalışma ile dolu bir hayatı öğretecekti. Her şeyi ile istiyordum onu ve ondan her şeyi istiyordum. İncelemem sonunda, kullandığım fiilin pek bir doğru olduğu sonucuna vardım: Ada’ya âşıktım.
Bana yol gösterebilecek çok önemli bir şey düşünmüşüm gibi geldi. Artık tereddüt etmek yoktu! Beni sevip sevmediğini umursamıyordum. Onu elde etmeye uğraşmak zorundaydım ve eğer bu kararı Giovanni verebilecekse Ada ile konuşmaya gerek yoktu. Her şeyi açığa kavuşturup mutlu olacak ya da yaşadıklarımın hepsini unutup hastalığıma deva arayacaktım. Bekleyip de neden acı çektirecektim ki kendime? Ada’yı kesinlikle kaybettiğime emin olursam -ve bunu sadece Giovanni’den öğrenebilirdim- zamanla mücadele etmeme gerek kalmazdı, onu ittirmem gerekmezdi, o da yavaşça akmaya devam ederdi. Bir varış noktası her zaman dingindir çünkü zamandan kopuktur.
Hemen Giovanni’yi aramaya koyuldum. Gidilecek iki yer vardı. Biri, atalarımız öyle dedi diye aynı şekilde anmaya devam ettiğimiz Yeni Evler Caddesi’ndeki ofisiydi. Gün batımında pek yoğun olmayan, deniz kıyısına çok yakın bir sokağı gölgeleyen, yüksek, eski evler arasında hızlıca ilerleyebildim. Yürürken ona söyleyeceklerimi nasıl kısa tutarım diye düşündüm. Aslında kızıyla evlenme kararımı söylemem yeterliydi. Ne kalbini kazanmak ne de ikna etmek zorundaydım. İş adamıydı neticede, sorumu duyar duymaz bana ne cevap vereceğini bilirdi. Ancak, böyle bir durumda kendi dilimde mi yoksa lehçede mi konuşmalıyım diye endişeleniyordum.
Ne var ki Giovanni çoktan ofisten ayrılmış ve Tergesteo’ya gitmişti bile. Hemen tekrar yola koyuldum. Daha yavaş yürüyordum bu sefer çünkü borsada onunla baş başa konuşabilmek için uzun süre beklemek gerekeceğini biliyordum. Cavana yoluna vardığımda, dar sokağı tıkayan kalabalık yüzünden daha da yavaşlamak zorunda kaldım. O kalabalığın içinden geçmek için uğraşırken saatler boyu aradığım aydınlanmayı nihayet yaşadım. Augusta’nın bana âşık olması ve Ada’nın da bana karşı en ufak bir his beslememesi gibi basit bir nedenden ötürü Malfenti ailesi Augusta ile evlenmemi istiyordu, Ada ile evlenmemi ise istemiyorlardı. Ada bana karşı en ufak bir şey hissetmiyordu, aksi olsa bizi ayırmaya kalkışmazlardı. Bana Augusta için tehlikeli olduğumu söylemişlerdi ama beni severek kendini tehlikeye atan oydu. O anda her şeyi, sanki aileden biri bana söylemiş gibi çok net bir şekilde anladım. Ayrıca Ada’nın o evden uzaklaşmam konusunda ailesi ile hemfikir olduğunu da tahmin edebiliyordum. O bana âşık değildi ve kız kardeşi bana âşık olduğu süre boyunca da o bana âşık olamazdı. Kalabalık Cavana Sokağı’nda tek başıma oturup düşündüğüm ofisimden daha iyi düşünmüştüm.
Bugün beni evliliğe götüren o unutulmaz beş günün hatırasına geri döndüğümde, zavallı Augusta’nın beni sevdiğini öğrenince ruhumun yumuşamadığına şaşıyorum. Malfentilerin evinden kovulmuştum ya sırf bu yüzden Ada’yı daha bir öfkeyle seviyordum. Bayan Malfenti’nin beni boş yere uzaklaştırdığı açıktı, ben o evde kalıyordum Ada’nın çok yakınında, Augusta’nın kalbinde ama beni rahatlatmıyordu bu fikir. Dahası Bayan Malfenti’nin beni Augusta için bir tehlike olmam hususunda suçlayıp onunla evlenmem için bana bir davet sunması yeni bir aşağılama olarak geliyordu. Bana âşık olan bu çirkin kızı küçümsüyordum, buna rağmen benim âşık olduğum güzeller güzeli kız kardeşinin, beni aynı şekilde küçümsemesine izin vermiyordum.
Adımlarımı hızlandırdım ama yoldan sapmıştım, kendi evime doğru yol alıyordum. Giovanni ile konuşmama gerek kalmamıştı çünkü artık nasıl davranmam gerektiğini açıkça biliyordum, kanıtlar beni öylesine çaresiz bırakmıştı ki belki de ağır ağır ilerleyen zamandan kopacak ve nihayet huzura kavuşacaktım. O kaba saba Giovanni ile bunun hakkında konuşmak da tehlikeliydi. Bayan Malfenti öyle bir konuşmuştu ki ancak Cavana Sokağı’na varınca dediklerinin ne anlama geldiğini çözebilmiştim. Kocası aksi yönde hareket edebilirdi. Belki de hiç lafı dolandırmadan: “Ada ile neden evlenmek istiyorsun bakalım! Augusta ile evlensen daha iyi olmaz mı?” derdi. Çünkü onun hiç aklından çıkarmadığı ve böyle durumlarda ona yol gösteren bir aksiyomu vardı: “Anlaşmayı rakibine her zaman net bir şekilde açıklamalısın çünkü ancak o zaman ondan daha iyi anladığından emin olabilirsin!” Öyleyse? Bunun neticesinde ilişkimiz tamamen kopacaktı. O durumda zaman istediği gibi ilerleyebilecekti çünkü artık zamanla derdim kalmazdı: Duracağım noktaya varmış olacaktım.
Sonra Giovanni’nin başka bir aksiyomunu daha hatırladım ve ona sarıldım çünkü bana umut veriyordu. Tutkumu hastalığa dönüştüren o beş gün boyunca ona bağlı kalmayı başardım. Giovanni derdi ki bir tasfiyeden hiçbir fayda beklenmediğinde, tasfiyeye ulaşmak için acele etmeyin: Er ya da geç her iş kendi kendine tasfiye edilir, dünya tarihinin çok uzun olması ve çok az işin beklemede kalması bunun kanıtıdır. Tasfiye edilmediği sürece, her işin yine de yararlı bir yönde gelişebileceği umudu da yok olmaz.
Giovanni’nin bunun aksini söyleyen başka aksiyomları olduğunu da biliyordum ama ben buna sarıldım. Zaten mutlaka bir şeye tutunmam gerekiyordu. İşleri benim lehime çevirecek yeni bir gelişme olmadan hareket etmemeye karar verdim. Ve bunun yüzünden öylesine bir hasara uğradım ki belki de bu nedenle sonradan hiçbir kararıma uzun süre bağlı kalamadım.
Kararımı verdikten sonra Bayan Malfenti’den bir not aldım. Zarfın üzerindeki el yazısını tanımıştım, açmadan önce bana kötü davrandığı için pişman olduğunu, sarsılmaz kararlılığımın onu peşimden koşturmaya yettiğini düşünüp gururlandım. Oysa notta sadece gönderdiğim çiçekler için teşekkür anlamına gelen t. e. harflerini bulduğumda çaresizliğe kapıldım, kendimi yatağa attım, kararımdan vazgeçmemi önlemek için bedenimi çivilerle yatağıma sabitlemek istiyor, dişlerimi yastığıma geçiriyordum.
Bu baş harfler nasıl da dalga geçer gibiydi! Benim kartvizitim üzerine yazdığım, bir kararımı dahası sitemimi ifade eden tarihten çok daha büyük bir anlam taşıyordu. I. Charles boynu vurulmadan önce remember[9 - İngilizce, hatırlayın. (ç.n.)] demişti, Bayan Malfenti o günün tarihini düşünmüş olmalıydı! Düşmanımı hatırlamaya ve korkmaya teşvik etmiştim!
Korkunç bir beş gün ve beş gece geçirdim, son ve başlangıç anlamına gelen gün doğumunu ve gün batımını seyrettim; her biri özgürlük vaktine, aşkım için yeniden çarpışma özgürlüğünün vaktine yaklaştırıyorlardı beni.
Kendimi bu mücadele için hazırlıyordum. Artık Ada’nın benim nasıl hareket etmemi istediğini biliyordum. O zamanlar aldığım kararları çok kolay hatırlıyorum. Kolay çünkü daha yakın zamanlarda özdeş kararları almış durumdaydım, hem kararlarımı bir kâğıda yazmıştım, bugün hâlâ saklıyorum. Daha ağırbaşlı olacaktım. Bu da herkesi güldüren ve beni küçülten, çirkin Augusta’nın beni sevmesine Ada’nın ise beni aşağılamasına neden olan hikâyeleri anlatmayacağım anlamına geliyordu. Sonra her sabah sekizde uzun zamandır görmediğim ofisimde olma kararı vardı, Olivi ile haklarımı tartışmak için değil, onunla çalışmak ve zamanı geldiğinde haklarımı ondan devralmak için. Bunun o günden daha sakin bir zamanda gerçekleşmesi gerekiyordu, sigarayı da daha sonra bırakacaktım yani özgürlüğümü yeniden kazandığım zaman çünkü bu korkunç bekleme süresini daha da beter hâle getirmeye gerek yoktu. Ada mükemmel bir kocayı hak ediyordu. Bu yüzden kendimi ciddi okumalara adamak, her gün yarım saatimi jimnastik salonunda geçirmek ve haftada birkaç kez ata binmek gibi çeşitli kararlar da alacaktım. Günün yirmi dört saati bunlara ancak yeterdi.
Ayrı kaldığımız günler boyunca acı bir kıskançlık, geçirdiğim tüm saatlere eşlik ediyordu. Birkaç hafta sonra Ada’nın kalbini kazanmak niyetiyle her kusurumu düzeltmeye girişmek, kahramanca bir amaçtı. Ama bu esnada olanlar?.. Ben kendimi zorlayıcı bir değişime mecbur bırakırken şehrin diğer erkekleri sessiz sedasız durur ve kadınımı benden almaya çalışmazlar mıydı? Bunların arasında benim gibi takdir görmek için çok fazla çabaya ihtiyacı olmayan biri de çıkabilirdi pekâlâ. Biliyordum ya da bildiğimi sanıyordum ki Ada, kendisi için doğru kişiyi bulduğunda âşık olmayı beklemeden evlenmeyi kabul ederdi. O günlerde ne zaman iyi giyimli, sağlıklı ve dingin bir erkekle karşılaşsam hemen ona kin besliyordum, sanki Ada için uygun bir adaymış gibi geliyordu bana. O günlerden en iyi hatırladığım şey, hayatımın üzerine bir sis gibi çökmüş olan kıskançlıktı.
Artık olayların nasıl sonuçlandığını bildiğinize göre, Ada’yı benden alıp götürecekler diye kapıldığım korkunç kuşkuyu yinelemenin yeri yok. O acı dolu günler aklıma geldiğinde, müneccimlik yeteneğime büyük bir hayranlık duyuyorum.
Geceleyin birçok kez Malfenti evinin pencerelerinin altından geçtim. Görünüşe göre orada, benim olduğum günlerdeki gibi eğlenmeye devam ediyorlardı. Gece yarısı ya da biraz daha erken, salondaki ışıklar sönüyordu. O sırada evi terk etmek zorunda kalan bir ziyaretçi tarafından görülme korkusuyla hemen kaçıp uzaklaşıyordum.
Ama o günlerin her saatini azaba çeviren başka bir şey de sabırsızlıktı. Neden kimse beni sormuyordu? Giovanni neden harekete geçmiyordu? Beni ne evinde ne de Tergesteo’da görmeyince şaşırması gerekmez miydi? Yoksa evden uzaklaştırılmama o da mı razı gelmişti? Beni sormaya gelip gelmediklerini merak ettiğim için hem gece hem gündüz çıktığım yürüyüşleri yarıda kesiyor, koşa koşa eve geri dönüyordum. İçimdeki bu şüpheyle nasıl yatacağımı bilmiyordum, sorgulamak için zavallı Maria’yı da uykusundan alıkoyuyordum. En kolay ulaşılabilir olduğum yerde, evimde saatler boyunca bekliyor, yerimden ayrılmıyordum. Neticede kimse sormadı beni ve kendim harekete geçmeye karar vermeseydim, bugün hâlâ bekâr olacağım kesindi.
Bir gece kulübene oyun oynamaya gittim. Babama verdiğim bir söze saygısızlık etmemek için yıllardır oraya adım atmamıştım. Bana bu sözün artık bir değeri yokmuş gibi geliyordu çünkü babam benim bu acı verici durumlarımı, kendimi oyalamam gerektiğini öngöremezdi. İlk başta bir servet kazandım ancak bu canımı sıktı çünkü bana aşktaki talihsizliğimin telafisi gibi geldi. Sonra kaybettim ve tekrar canım yandı çünkü aşkta kaybettiğim gibi kumarda da yenildiğimi düşündüm. Kısa süre sonra oyundan tiksindim: Bana layık değildi, hele Ada’ya hiç değildi. Bu aşk beni arıtmıştı çok!
Ayrıca o günlerden biliyorum ki aşkla ilgili hayaller katı gerçekler karşısında yok olup gider. Hayallerim bambaşka bir şeydi artık. Aşk yerine zafer düşlüyordum. Bir defasında uykum Ada’nın ziyaretiyle güzelleşti. Gelin gibi giyinmişti ve yanımda mihraba doğru yürüyordu ancak yalnız kaldığımız o zamanda bile sevişmedik. Ben onun kocasıydım, “Bana böyle davranılmasına nasıl izin verdin?” diye sorma hakkına sahiptim ya, bu bana yetmişti, başka hiçbir hak umurumda değildi.
Çekmecelerimden birinde Ada’ya, Giovanni’ye ve Bayan Malfenti’ye hitaben karaladığım birkaç mektup duruyor hâlâ. O günlerden kalma. Bayan Malfenti’ye uzun bir yolculuğa çıkmadan önce veda ettiğim basit bir mektup yazmışım. Ama böyle bir niyetim olduğunu hatırlamıyorum: Kimsenin beni aramaya gelmeyeceğinden emin olmadan şehri terk edemezdim. Gelip beni bulamazlarsa ne büyük talihsizlik olurdu! Mektupların hiçbiri adresine gönderilmedi. Sanırım onları sırf düşüncelerimi kâğıda aktarayım diye yazmıştım.
Uzun yıllar kendimi hasta olarak gördüm ancak kendimden çok, başkalarının acı çekmesine neden olan bir hastalıktı bu. “Üzüntü” illeti ile böyle tanıştım işte, beni çok mutsuz eden birtakım tatsız fiziksel duyulardan oluşuyordu.
İşte şöyle başladılar… Bir gece saat bir civarlarında uykum kaçtı, yatağımdan kalktım ve gecenin ortasında daha önce hiç bulunmadığım bu nedenle de hiçbir tanıdığın olmadığı bir banliyo kafesine varana kadar yürüdüm: Kimseyle karşılaşmadığımdan çok memnundum çünkü daha yatağımdayken Bayan Malfenti ile bir tartışmaya tutuşmuştum, yürürken devam edecektim kimsenin karışmasını istemiyordum. Bayan Malfenti, bana yeni suçlamalarda bulundu. Kızları ile “oyuncak gibi” oynamaya kalkıştığımı söyledi. Eğer böyle bir şeyi denemişsem Ada ile denemişimdir. Artık Malfentilerin evinde beni buna benzer şeylerle suçladıklarını düşünüp soğuk terler döküyordum. Yokluğum beni haksız duruma düşürüyordu, aleyhime iş birliği etmek için mesafemden faydalanacaklardı. Kafenin parlak ışığında kendimi daha iyi savunuyordum. Elbette, Ada’nın ayağına ayağımla dokunmak istediğim olmuştu ve bir kez, gerçekten de yapabilmişim gibi geldi, o da rıza gösterdi. Ama sonra anladım ki masanın tahta ayağına dokunuyormuşum, o da bunu anlatmış olamazdı.
Kafede bilardo oynanıyordu, ben de izliyormuş gibi yapıyordum. Koltuk değneğine yaslanan bir beyefendi, bana doğru yaklaştı ve gelip tam da yanı başıma oturdu. Bir limonata sipariş etti, garson benim de siparişimi beklediğinden dalgınlıkla ben de limonata söyledim oysa kendimi bildim bileli limonun tadını sevmem. Bu sırada oturduğumuz koltuğa yaslanan değnek yere kaydı, neredeyse içgüdüsel bir hareketle onu almak için eğildim. Zavallı adamcağız, bana teşekkür etmek isteyince tanıdı beni, “Ah Zeno!” dedi.
“Tullio!”
Şaşırdım ve elimi uzattım. Okul arkadaşıydık ve uzun yıllardır birbirimizi görmemiştik. Liseden sonra bir bankaya girip kendine iyi bir yer edindiğini biliyordum. Ancak dikkatim o kadar dağınıktı ki sağ bacağının neden koltuk değneğine ihtiyacı olacak kadar kısa kaldığını pat diye soruverdim. O ise keyfini bozmadan bana altı ay önce romatizmaya yakalandığını, bu nedenle de bacağının sakatlandığını söyledi.
Hemen aceleyle pek çok tedavi önerdim. Öyle büyük bir zahmete girmeden karşındakinin derdine içten katılırmış gibi yapmanın en iyi yoludur bu. O tedavilerin hepsini çoktan uyguladığını söyledi. Öyle söyleyince bir öneride daha bulundum:
“Bu saatte neden hâlâ ayaktasın? Gece havası pek iyi gelmez sana bence.”
İçtenlikle şakalaştı benimle: Gece havası sana da yaramaz dedi, neticede romatizma hastalığına henüz tutulmamış olsam da hayatta olduğum sürece tutulma ihtimalim varmış. Sabahın ilk saatlerinde yatma hakkı Avusturya anayasası tarafından bile tanınmış. Ayrıca, genel kanının aksine, sıcak ve soğuğun romatizma ile hiçbir ilgisi yokmuş. Kendi hastalığı üzerine çalışmış ve zaten bu dünyada romatizmanın nedenlerini ve çarelerini incelemekten başka yapacak bir şeyi de yokmuş. Tedaviden ziyade bu çalışmalarını derinleştirmek üzere bankadan uzunca bir izin alması gerekmiş. Sonra bana garip bir tedavi yönteminden bahsetti. Her gün bol bol limon yiyormuş. O gün otuz kadar yemiş ama çalışarak daha da fazla dayanmayı umuyormuş. Kendisine göre limonlar, diğer birçok hastalığa da iyi gelirmiş. Kendisi de sigara tiryakisiymiş ve limon yemeye başladığından beri daha az içer olmuş.
Bu kadar asidi düşününce ürperdim ama hemen ardından, hayata dair biraz daha mutlu bir görüntü geldi önüme: Limonları sevmezdim tabii ama bana yapmam gerekeni veya yapmak istediğimi kendime zarar vermeden ve herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadan gerçekleştirme özgürlüğünü verecek olsalardı, kasa kasa yerdim onlardan. Pek hoşumuza gitmeyen bir şeyi yapmak pahasına, istediğimiz şeyi yapabilmek tam bir özgürlüktür. Gerçek kölelik ise sevdiklerimiz karşısında çekimser kalmaktır: Hercules değil, Tantalos’un durumu.
Sonra Tullio da ne yapıp ettiğim konusunda pek meraklı göründü. Ona mutsuz aşkımdan bahsetmemeye kararlıydım ama bir çıkışa ihtiyacım vardı. Dertlerimi -ufak tefek şeyler- o kadar abartılı anlattım ki sonunda gözlerim doldu, Tullio ise benim ondan daha hasta olduğumu sanarak kendini daha iyi hissetti.
Çalışıp çalışmadığımı sordu. Şehirdeki herkes hiçbir şey yapmadığımı söylüyormuş, beni kıskanacağından korktum, o anda kesinlikle kıskanılmaya değil, acınmaya ihtiyacım vardı. Yalan söyledim! Ofiste her gün en az altı saat çalıştığımı, babamdan ve annemden miras kalan hayli karmaşık işlerin de beni bir altı saat daha meşgul ettiğini söyledim.
“On iki saat öyle mi!” dedi Tullio, yüzünde yanıtımdan tatmin olduğunun ifadesi vardı, gülümseyerek ve istediğim gibi bana acıyarak:
“Kıskanılacak bir hâlin yokmuş o zaman.” dedi.
Pek doğru bir sonuçtu bu, o kadar etkilendim ki gözyaşlarımın akmaması için kendimle mücadele etmem gerekti. Her zamankinden daha mutsuz hissettim, hissettiğim bu yumuşak şefkat duygusu içinde incinmeye pek hazır olduğum ortadaydı.
Tullio yalnızca hastalığı değil, aynı zamanda eğlencesi hâline gelen hastalığından bahsetmeye başladı yine. Bacak ve ayağın anatomisi üzerine çalışmalar yapmış. Gülerek, hızlı adımlarla yürüdüğümüzde bir adımın en fazla yarım saniyede gerçekleştiğini ve o yarım saniyede de elli dört tane kasın hareket ettiğini anlattı. Şaşırdım kaldım, bacaklarımı düşünerek o canavar makineyi bulmaya kalkıştım. Üstelik bulduğuma inandım da. Elli dört tane düzenek bulamadım tabii ama dikkatimi ona verdiğim için sıradanlığını kaybeden büyük bir komplikasyon ile karşılaştım.
O kafeden topallayarak çıktım ve birkaç gün boyunca topallamaya devam ettim. Yürümek benim için zor hatta acı verici bir hâl almıştı. Bu cihaz yığınının yağı bitmiş de şimdi hareket ettikçe birbirlerine zarar veriyorlarmış gibi geliyordu. Birkaç gün sonra daha fena bir hastalığa yakalandım, bu hastalığı arar oldum. Ama bugün hâlâ bu konu hakkında yazarken eğer biri yürüdüğümde bana bakarsa elli dört hareket birbirine karışır ve düşecek gibi olurum.
Bu sakatlığı Ada’ya borçluydum. Pek çok hayvan âşık olduklarında, diğer hayvanlara ya da avcılara av olur. İşte ben de o zamanlar bu hastalığa av olmuştum ve eminim ki o canavar makineyi başka bir zamanda öğrenmiş olsaydım, hiçbir zararı dokunmazdı bana.
Bir kâğıdın üzerine yazıp sakladığım birkaç satır bana o günlerde yaşadığım bir başka tuhaf macerayı hatırlattı. Bu son sigaram olacak diye yazdığım notun hemen yanına, elli dört hareket hastalığından kurtulabileceğime olan inancıma dair bir yazı yazmışım, bir de… Şiir denemesi var… Bir sinek üzerine. Gerçeği bilmesem bu dizeleri, sineklere sen diye hitap eden iyi yürekli bir kızın uydurması sanardım ancak işte bizzat ben yazmıştım bu şiiri, o yollardan geçen bendim, demek ki hayatta herkes pekâlâ her yola girebilir.
İşte bu satırların nasıl ortaya çıktığının hikâyesi: Gece geç saatte eve dönmüştüm, gidip yatacağım yerde çalışma odama gittim, gaz lambasını yaktım. Lamba yanınca bir sinek musallat oldu. Tepesine bir darbe indirmeyi başardım fakat elimin kirlenmesini istemediğimden pek kuvvetli bir darbe değildi bu. Sonra onu unuttum, dikkatli bakıp da masanın ortasında kendisini iyileştirmeye çalıştığını görünce hatırladım ancak. Dimdik duruyordu, yerinden biraz yükselmiş gibiydi çünkü ayaklarından biri sertleşmişti, bükemiyordu. İki arka ayağıyla kanatlarını titizlikle düzgünleştirmeye çalışıyordu. Hareket etmeye yeltendi ama sırtüstü döndü. Doğruldu ve inatla meşgalesine geri döndü.
Bu satırları böylesi bir acıyı göğüsleyen küçücük bir organizmanın gösterdiği muazzam uğraşa ve bu uğraş içinde düştüğü iki büyük yanılgıya şaşarak yazmıştım. İlk önce, sinek yaralanmamış kanatlarını inatla düzeltmeye çalışarak acının hangi organından geldiğini bilmediğini ortaya koyuyordu; ikinci olarak da titizlikle gösterdiği çaba, o küçücük zihninde sağlığın herkese ait olduğu ve bizi terk ettiğinde mutlaka geri dönmesi gerektiği inancının var olduğunu gösteriyordu. Bunlar, yalnızca tek bir mevsimlik canı olan bu yüzden de hayatı deneyimleyecek zamanı olmayan bir böcekte kolaylıkla mazur görülebilecek hatalardı.
Nihayet pazar gününe vardım. Malfenti evine son ziyaretimden bu yana geçen beşinci gün de dolmuştu. Çok az çalışan ben, hayatı kısa dönemlere bölen ve onu daha katlanılır hâle getiren tatile her zaman büyük bir saygı duymuşumdur. O tatil de yorucu bir haftama son verdiği için pek bir sevinçliydim. Planlarımı değiştirmeyecektim ama o gün geçerli olmak zorunda değillerdi, Ada’yı tekrar görecektim. Bu planlardan hiçbir sözle taviz vermeyecektim ama onu tekrar görmek zorundaydım çünkü olayların benim lehime değişme ihtimali de vardı ve o zaman boş yere acı çekmiş olurdum.
Bu nedenle öğle vakti, zavallı bacaklarımın izin verdiği kadarıyla acele ederek, şehre ve Bayan Malfenti ve kızlarının ayinden dönerken geçmek zorunda olduklarını bildiğim yola koştum. Güneşli bir bayram günüydü ve yürürken kim bilir, şehirde beklediğim yenilik, Ada’nın aşkı ile karşılaşırım diye düşünüyordum.
Öyle olmadı ama bir an için kandırdım kendimi. Şansım yaver gitti. Ada ile burun buruna karşılaştık, hem de tek başınaydı. Bacaklarım titredi ve nefesim kesildi. Ne yapacaktım şimdi? Kendime verdiğim sözü tutacaksam kenara çekilip ölçülü bir selamlamayla geçmesine izin vermem gerekecekti. Ama o an kafam karıştı, başka kararlar da almıştım çünkü içlerinden biri de onunla yüz yüze konuşup yazgımın ne olduğunu onun ağzından öğrenmekti. Kenara çekilmedim, beni daha beş dakika önce ayrılmışız gibi selamlayınca yanına yaklaştım.
“Günaydın, Bay Cosini! Biraz acelem var.” dedi.
Ben de: “Bir süre size eşlik etmeme izin verir misiniz?” diye karşılık verdim.
Gülümseyerek kabul etti. Acaba şimdi konuya girmeli miydim? Doğru evine gittiğini ekledi, bu yüzden konuşmak için sadece beş dakikam olduğunu anladım ve ona söylemem gereken önemli şeyler için bu zamanın yeterli olup olmayacağını hesaplarken, o beş dakikanın yarısı gitti bile. Tamamen anlatamamaktansa hiç söylememek daha iyi olacaktı. O zamanlar bir kız genç bir erkeğin kendisine eşlik etmesine izin verirse adı çıkardı, bu gerçeği düşününce kafam karıştı. O bana bu izni vermişti. Mutlu olmam gerekmez miydi? Bu sırada yüzüne baktım, öfkeden ve kuşkudan bulanıklaşmış olan tutkumun beni ele geçirdiğini hissediyordum. En azından hayallerimi geri alabilir miydim? Çizgilerinin uyumuyla gözüme hem küçük hem de büyük görünüyordu. İşin aslı, onun yanındayken düşler kendiliğinden hep birlikte geri geliyorlardı. Bu benim onu arzulama şeklimdi, için için pek bir sevinerek kavuştum bu duyguya. Ruhumdan, öfkenin de kızgınlığın da izi silindi gitti.
Ama birden arkamızda tereddütlü bir ses duyduk:
“Hanımefendi izin verir misiniz?”
Öfkeyle döndüm arkamı. Henüz başlamadığım açıklamalarımı bölmeye cüret eden de kimdi? Esmer, solgun benizli, sakalsız genç bir beyefendinin endişeyle bakan gözleriyle karşılaştım. Döndüm, benden yardım isteyecek mi diye umutlanarak Ada’ya baktım. Bir hareketi yeterdi, bu küçük beyin üzerine atlayarak cüretinin hesabını sorardım bir güzel. Hele bir de inat etseydi!.. İşte böyle acımasız bir güç gösterisine girişmiş olsaydım, hastalık mastalık kalmazdı bende.
Ama Ada o işareti vermedi. Yanak ve ağız çizgilerinin yanı sıra gözlerindeki parıltıyı da değiştiren içten bir gülümseme ile ona elini uzattı:
“Bay Guido!”
Bu isim canımı yaktı. Az önce bana soyadımla seslenmişti.
Bay Guido’ya daha yakından baktım. Giyim kuşamı çok zarifti, eldivenli sağ elinde, kilometre başına bir servet ödeseler de yanımda gezdirmeyeceğim fil dişi saplı upuzun bir baston tutuyordu. Bu adamı, Ada için tehlike olarak gördüm diye kendimi suçlamadım. Şık giyinen ve bu tür bastonları taşıyan nice karanlık tipler vardır bu dünyada.
Ada’nın gülümsemesi, beni yeniden en yaygın toplumsal ilişkilere sürükledi. Bizi birbirimize tanıştırdı. Ve ben de gülümsedim! Ada’nın gülümsemesi, hafif bir esintinin dokunduğu berrak bir suyun dalgasını andırıyordu. Benimki de benzer bir dalgalanmayı hatırlatıyordu ama bu dalganın müsebbibi, suyun içine atılan bir taştı.
Adı Guido Speier’di. Gülümsemem doğallaştı çünkü o an, tatsız bir şey söyleme fırsatım olmuştu:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/italo-svevo/zeno-nun-bilinci-69429058/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Yunan Mitolojisi’nde tıbbın ve sağlığın tanrısı. (ç.n.)

2
Heinrich Daniel Ruhmkorff tarafından tasarlanan, 30 santimden daha fazla kıvılcım üretebilme gücüne sahip indüksiyon bobini. (ç.n.)

3
Trieste’de, Borsa Meydanı’nda borsanın bulunduğu binanın adı. (ç.n.)

4
Richard Cobden, tahıl yasalarının kaldırılmasını sağlayan İngiliz politikacı. (ç.n.)

5
Rafael olarak bilinen Rönesans Dönemi’nin İtalyan ressamı ve mimarıdır. (ç.n.)

6
Fransızca, yıldırım aşkı. (ç.n.)

7
Büyük Britanya için kullanılan alternatif bir isimdir. (ç.n.)

8
İngilizce, gerçekten iğrenç bir şeydi. (ç.n.)

9
İngilizce, hatırlayın. (ç.n.)
Zeno′nun Bilinci Italo Svevo
Zeno′nun Bilinci

Italo Svevo

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İtalyan yazar Italo Svevo’nun başarılı tasvirleriyle kaleme aldığı Zeno’nun Bilinci, toplum tarafından hastalık hastası olarak nitelendirilen Zeno’nun bilincine ışık tutan bir başyapıttır. Eserin başkarakteri Zeno, fazlasıyla özel ve çözümlenmesi güç bir ruh hâline sahiptir. Sürekli kendini ve çevresini aldatan Zeno, bu yanılsamalarına etrafındakileri ve doktorunu da inandırmaya çalışır. Her daim bir hastalığı ve rahatsızlığı olan Zeno, esasen yaşama adapte olmakta güçlük çeken nevrotik bir kişiliğe sahiptir. Kadınlardan ve ailesiyle olan ilişkisinden hiçbir zaman verim alamaz ve bu durum, en sonunda kendini psikiyatr koltuğunda bulmasıyla sonuçlanır. Sizler de Italo Sveveo’nun ayrıntılı anlatımıyla Zeno’nun bilincindekileri anlayacak, Zeno’nun başını yastığa koyar koymaz kafasında kurduklarının en yakın şahidi olacaksınız. Oysa kelimelerim beni yüzüstü bıraktı. Boğazıma -sanırım- öfkeden bir yumru oturdu ve ağzımdan tek kelime çıkmadı. Beni kararlılıkla reddeden tüm bu kadınlar, hayatıma trajik bir hava vermeye başlamışlardı. Hiç bu kadar zavallı bir dönem geçirdiğimi hatırlamıyorum. Cevap vereceğim yerde sadece dişlerimi gıcırdatmaya hazır oluyordum ki bunu saklamak, konuşmaktan daha zordu…

  • Добавить отзыв