Deliliğe Övgü
Desiderius Erasmus
"Deliliğe Övgü", Rönesans hümanizminin en önemli temsilcilerinden olan Erasmus’un geçerliliğini ve canlılığını değişmeden günümüze kadar koruyan en dikkat çekici eseridir. Erasmus, Orta Çağ döneminde egemen olan skolastik düşünce ve ahlak anlayışını Antik Çağ ile kıyaslayarak eleştirmiştir. Bilgelik ve deliliği de bu kıyaslamanın içerisinde başaktör olarak ele alıp hicvetmiştir. Kendinden önceki süregelen yüzyıllar boyunca bilgelik sayılan erdemlerin yeniden sorgulanması gerektiğini öne sürerek eserinde ayrıntılı bir şekilde yer vermiştir. İki temel görüş üzerine kurulu olan eserin ana teması; ilki gerçek bilgelik ve delilik olmak üzere diğeri de kendini bilge sanma ve gerçek deliliktir. “Delilik bir erdemdir ancak yerinde kullanılınca bilgelik olur.”
Desiderius Erasmus
Deliliğe Övgü
ERASMUS ÜZERİNE
Erasmus 1466 yılında Rotterdam’da doğmuştur. Asıl adı Erasmus değil, Gerhard’tı; babasının adı da Gerhard’tı. İşin garibi şu ki babası keşişti, genç yaşta ölmüştü. On dört, on beş yaşlarında bir Thesaurus’u açacak kadar Yunanca öğrenince Erasmus kendine yakışır bir ad bulmak için harıl harıl sayfaları karıştıracaktır. Zaten bu, Rönesans’ın bir bilgin modasıydı, böylelikle barbar geçmişle olan bağlar koparılıyordu. Erasmus kelimesi; sevilen, arzulanan anlamına gelir. Erasmus, sonraları Yunancayı daha iyi öğrenince adında, kendisinin üniversiteli zihniyetine üzüntü veren bir barbarlık bulacaktır. Adını Herasmus veya Erasmius yapmak istiyor ama çok geç. Bununla beraber, eserini Bâle’de yayımlayan kitapçı Froben, Erasmius şeklini kullanıyor.
XV.yüzyılın sonlarına doğru, Rotterdam Limanı, Flaman ressamlarının tablolarında görülen kayıklarla doludur. Güney denizlerine işleyen, karavela dediğimiz küçük ticaret gemileri de sık sık görülür. Gemicilerin denizaşırı memleketlere doğru olan sergüzeşt dolu seferleri de bu sıralarda başlamıştır. Bugün birer Hollanda sömürgesi olan Cava’ya, Sumatra’ya ilk yanaşan Portekizliler olmuştur. Avrupa’nın kuzeyinde sömürge avına çıkmak için hareket noktası Rotterdam değil, Anvers’tir. Erasmus’un doğduğu devirde Anvers Limanı altı milyon liralık ihracat yaptığı hâlde, Pays-Bas’ın geri kalan bölüğü ancak iki milyon liralık ihracat yapabilmekte idi; ticaret en çok Portekiz’le yapılıyordu. Böyle olmakla beraber, bütün batı limanları gibi Rotterdam da okyanus rüzgârlarının yeni esintisini duymaktadır.
O zamanlar on dört yaşında olan Erasmus, II. Philippe Portekiz’i İspanya topraklarına kattığında Deventer’de ruhban okulundaydı. Hindistan baharatı ile mahsullerini Lizbon’dan alan Hollanda karavelaları, bundan böyle bunları kendileri Coromandel’e gidip getirmek zorunda kalacaklardır.
Demek oluyor ki, Erasmus’un gençliği; dünün hatıralarını silkip atarak birdenbire genişlemeye çalışan bir âlemde gelişiyor. Şüphe yok ki bu tam anlamıyla hümanist, XVI. yüzyılın eşiğinde, gözü önünde olup giden büyük ayrılmayı göremedi. Ütopya Adası’nda tasvir edilen bakir toprakların keşfine, uluslararası ticaretin gelişmesine karşı dostu Thomas Morus kadar hassas değildi. Erasmus’un kalbini bütün ömrünce Vergilius ile Ermiş Hieronymus dolduracaktır. Ona göre Rönesans Alpler ötesindedir, okyanusta değil. Onun için Michelet, Erasmus’u kısa bir formülle vasıflandırıyor: “İtalyan ruhlu, hiçbir zaman Hollandalı değil.” Bununla beraber Rotterdam, Erasmus’un üzerine sanki tarihin bir önsezişi gibi, sembolik bir ışık serpiyor. Geniş yeryüzünün her yeriyle münasebette bulunan Rotterdam, hümanistin gönlüne göre bir şehir ve bir temaşa idi. İnsanoğlunun bütün görüntülerinin ve evrenin bütün mahsullerinin karşı karşıya geldiği ve bütün dünyaya açılmış bu göz alıcı dört yol ağzını o izah edebilirdi. Hümanist, Rotterdam’ı bilhassa bir insan şehri olarak görmüştür.
***
Fikir Rönesans’ı, denizciliğin ve ticaretin yayılmasıyla birliktir. Hollandalının yanında İtalyan vardır. Gerçekten, Doğu Hindistan, Hollanda Kumpanyası gemilerini “adalar”a doğru göndermeye hazırlanıyor; ama “adalar” bakir ve yeni adalar gemicilerin özel bir imtiyazı değildir. XV. yüzyılın sonu ile XVI. yüzyılın başını sarsan büyük keşifler rüzgârı aynı zamanda kitapsaraylardan ve manastırlardan geçmekte, ders salonlarında esmektedir. Orta Çağ skolastiği sendeliyor. İstanbul’dan Yunanca ve Latince birtakım el yazma kitaplar getirilmiştir. Edebiyat cumhuriyetinin üzerine doğru kuvvetli bir dalga geliyor. Bu dalganın küçük bir parçası, Deventer’in bir manastırındaki Erasmus’u gelip bulmuştur.
Gerçekten, vasileri 1475’te onu bu şehrin Windesheimiens veya Hiéronymiens de denilen Frères de la vie Commune’e yerleştirmişlerdi. Bu Frères de la vie Commune Gérard de Groot tarafından kurulmuştu. Bu birliğe bağlı papazlardan biri olan Thomas Kempis, XIV.yüzyılda Hristiyanların en güzel kitabını, L’Imitation de Jésus Christ’i yazmıştı. Bu kitabın Windesheimiens müesseselerinde elde dolaşan dua ve tefahhus kitaplarından biri olması ihtimali çoktur. Edebiyat incelemelerinde ürkek olmakla beraber, papazların kültür anlayışları vardı. Hristiyanlığın bünyesinde bir ıslahat yapmak zorunluluğunu ilk kavrayanlar onlar olmuştur.
İtaatsiz, itirazcı, fertçi olan Erasmus kötü kişi oldu. Ukulâ vasileri, on dört yaşında, gayet zarif bir üslup kullandığından ötürü onu yerdiler. Örneğin; Gouda’daki okul öğretmeni Peter Winckel, öğrencisine “Yine böyle zarif bir şekilde yazmak istiyorsanız rica ederim buna bir de açıklama katın.” demişti.
Erasmus, on sekiz yaşında, Deventer Manastırı’nda neşesizlik içinde dolaşıyor ve Deliliğe Övgü’deki paylamaları hazırlıyor. İtalya dönüşünde kıvırcık saçlı hümanist Rudolf Agricola’yı iki üç kere kendinden geçerek dinlediği hâlde, teologlara öfkelenmektedir. Bunlar kendilerinden önce gelenlerin yaratıcı zekâsını yitirmişlerdir; münasebetlerle, formalitelerle, quidditelerle, ecceitelerle oynuyorlar; birbirlerinden realist, nominalist, Thomasçı, Albertusçu, Occamcı, Scotusçu diye ayrılıyorlar. Erasmus’un mizacı saygı göstermez ve hicivci hâle geliyor. Groote Kerk adlı güzel, gotik bir kilisesi olan Deventer Meydanı’na çıkınca dönüp kiliseye bakmıyor ve Parthenon’un sütunları arkasından içini çekiyor. Aradan yirmi dört yıl geçtiği hâlde öfkesinden hiçbir şey yitirmemiştir ve melaike gibi bir doktor olan Duns Scotus’a yukarıdan bakıyor.
***
Bu sıralarda, Stein Manastırı’na, Chanoineların yanına giriyor. 1488’de, yirmi iki yaşında iken orada adağını adıyor. Odasına girilince masanın üstünde hazırlamakta olduğu bir kitabın planı görülüyor. Kitabın adı bir programdır. Barbarlara karşı kitabını Erasmus, barbarların gözü önünde yazıyor.
Şunu da söyleyelim ki Erasmus barbarlar arasında ince bir Latince ile yazmasını bilen kişilere rastlıyor. Bunlar kendisinin dostları olan Servatius, William Hermans, Cornelius Aurelius’tur. Öfkesi yatıştığı zamanlarda, onlarla mektuplaşıyor. Şiirde Vergilius, Horatius, Ovidius, Stacius, Martial’i, nesirde de Cicero’yu, Quintilianus’u ve Salluste’u taklit etmektedir. Hem başrahibi Melaike Mikail üzerine ondan bir ilahi istiyor. Erasmus hemen işe koyuluyor, Saphovari bir şarkı yazıyor. Haklı olarak köpüren Hem Kilisesi’nin orgcuları, Eski Çağ çapkınlığının ritmine uydurarak yazılmış Melaike Mikail şarkısını söylemek istemiyorlar.
Bu “barbarlar”dan kaçmak! Erasmus, Saphovari şarkıları ve Melibe biçimi mısraları insanın serbestçe yazacağı bir yer arıyor. Talihi yaver gidiyor, Cambrai Piskoposu Henry de Bergen’in sekreteri oluyor. Bu görev ona ancak bir tek sevinç sağlayacaktır. Bir akşam, piskoposla birlikte Gronendael Manastırı ziyaretlerinde kitapsarayın raflarından birinde Ermiş Augustinus’u keşfediyor. Augustinus’un akıcı ve nüanslı dilinin Ermiş Thomas’ın skolastik Latincesinden üstün tutulması karşısında hayrete düşen kitapsaray muhafızı papazın gözü önünde Augustinus’un bütün kitaplarını odasına taşıyor.
Piskopostan ayrıldıktan sonra Erasmus 1495’te Paris’e geliyor. Paris’te fakirlik, zaruret içinde kendini kaybediyor; şaşkına dönüyor. Onu Montaigu Kolejine misafir ediyorlar. Alaycı Erasmus, Teolog-ya Fakültesinin münazaralarını takip ediyor. Sonraları münakaşaları bazen nükteli ve öç alıcı bazen de haksız ve kötü bir kalemle özetleyecektir. Jacques Lefèvre d’Etaple Kardinal Lemoine Kolejinde Mar-sile Ficin ile Pic de la Mirandole’ün İtalya’da sarf ettiklerine benzer bir gayret gösteriyor. Bu hümanistler birleşik bir sentez içinde Eski Çağ felsefesiyle, Hristiyan mistisizmini uzlaştırmak istiyorlardı. Küskün ve hoşnutsuz Erasmus şimdilik kenarda duruyor. Geçirdiği biricik hoş vakitler, Montaigu Kolejinde Latince şiirler yazmaya ayırdığı zamanlardır. “Favorinius’un nefesiyle, ılık ilkbahar gülleri açıyor.” Ama para ile ders peşinde koşan ve Teologya Fakültesinin derslerinde sıkıntıdan patlayan Erasmus, Horatius’un bir Mesena’sı olduğunu düşünüyor.
Mesena, ansızın karşısına çıkıyor. Bu, kendisinin talebesi genç beyzade William Blount Lord Mountjoy’dur. Beyzade memleketine dönerken hümanistini de alıp götürüyor. Erasmus müsveddelerini bir bavula tıkıyor. Montaigu Koleji paydos! Ama Paris’e kızıyor. Biraz sonra, bir dostuna yazdığı mektupta Musalardan daha güzel olan Britanya su perilerinin övgüsünü yapıyor. İngiltere’de her şey Paris’tekinden daha iyidir. Yunanca orada daha saf, kadınlar da daha güzeldir.
Oxford, Erasmus’un gözlerini kamaştırıyor. Sonra İngiltere’de insanı hayrete düşüren iki adama John Colet ile Thomas Morus’a rastlıyor. John Colet matematik bilen ve İngiliz şairlerini tanıyan bir dilci teologdur. Bu adamın Katolikliği, Thomas Morus’unki gibi, kişisel dualara dış merasimlerden daha fazla önem veriyor. Yemeklerde, Magdalen Kolejinin büyük salonlarında Kardinal Wosley ile birlikte toplanıyorlar. Erasmus, bazen kutsal kitabın zararına nükteler yapıyor ve Habil ile Kabil hikâyesini Prometheus efsanesiyle karıştırarak anlatıyor. Bütün hayatınca, büyük kolejin rahat salonunda, ne barbar ne de müsamahasız olan sevimli insanlarla beraber yenilen bu Britanya yemeklerinin sihirli etkisi altında kalacaktır. Aynı zamanda orada, birçok bakımdan “Deliliğe Övgü”ye yakın “Ütopya” üzerinde derin düşüncelere dalan Thomas Morus’a, bu sevimli zekâya rastlıyor.
Oxford’ta altı ay kalan Erasmus kıtaya dönüyor. Paris’te Eski Çağ bilgeliğinin el kitabı olan Adages’ı (Atalar sözü) yayınlıyor. Kitap ilgi ile karşılanıyor. Erasmus’a kadar hümanistler Yunan-Latin kültürünün hazinesini büyük bir kıskançlıkla kendilerine saklamışlardı. Erasmus bu hazineyi birdenbire büyük okuyucu kitlesinin eline veriyor. Sanatlarının sırrının ifşa edilmesine karşı itiraz eden doktorlar çıkıyor, ama okuyucular sabırsızlanıyorlar ve Adages birbiri ardına birçok defa basılıyor.
Sonra Erasmus, içinde üç yakıcı hisle Hollanda’ya doğru yollanıyor: Yunancayı iyice öğrenmek, teologyayı sağlam tenkitçi temeller üzerinde ihya etmek, Ermiş Hieronymus’u yayınlamak. Kendine alçak gönüllülükle “Yunanca öğrencisi” diyor, ama dostu Augustin Caminade’ın kendisine, geri verilmek üzere verdiği Homeros’u istediği zaman canı sıkılıyor, kendisine mühlet vermesini rica ediyor. Yunanca öğrencisi olduğu hâlde, iyi Latinceci zor bulunur Saint-Omer’de, üzerinde iyi bir etki yapan Fransiscain Keşişi Jean Vitrier’ye rastlıyor, artık Eski Çağ bilgeliği üzerine değil, Hristiyan bilgeliği üzerine Latince bir başka el kitabı yazmaya karar veriyor. Bu, 1504’te çıkan “Enchiridion Militis Christiani”dir.
Bu Hristiyan el kitabında yeni bir nefes vardır. Erasmus’un dini, bu kitapta bilhassa bir mürüvvet dini olarak kendini belli eder. İncil’e daha sadık bir Katolikliğe dönmek gerektiğini söyler. Törenler aslında hiçbir şey değildir. Bir mürüvvet işlemi, Roma’ya on defa hacca gitmekten daha değerlidir. Bu öğütler arasında, hicvin yer yer parladığı görülür. Öyle ise Roma’ya on defa hacca giden kimdir? Öyle ise, ilk Hristiyanların aşk ve coşkunluk dini yerine adap ve erkâna sıkı sıkıya bağlı Yahudiliği koyan kimdir?
Pastor’un Geschichte der Papste’da (Papalığın Tarihi) portresini çizdiği, çoğu zaman cahil ve kokmuş o ruhban değil de kimdir? Birçok iyi zekâ, Erasmus gibi, bir ıslahat ve İncil’e dönme zorunluluğunu görüyorlar. Böyleleri için, Enchiridion Militis Christiani daima baş ucunda bulundurulan bir kitap olacaktır. Gerçekten, Erasmus gerçek bir Hristiyanlığa kutsal kitabın ve Eski Çağ’ın canlandırılmış bilgisinin eklenebileceğini söylüyor. Klasikleri İsa’nın askerleri arasına katıyor. Platon’la Vergilius, kutsal metinlerin anlaşılmasında Ermiş Hieronymus kadar yararlıdır. Böylelikle Erasmus Enchiridion’da birkaç yıl önce ölen Pie de la Mirándole ile Marsile Ficin’in ruhuna tarziye vermiş oluyor. Paris’e ilk gidişinde, Erasmus, Jacques Lefévre d’Etaple’in bu iki büyük zekânın deneyini Fransa’ya sokma gayretlerini yermişti. Mirándole kontu ve İtalya’nın büyük beyzadesi bu sevimli Pie’de kuvvetli ve orijinal ne varsa geliştirmemiş, ihmal etmişti. Sonraları Thomas Morus bu hümanistin hayatını İngilizce’ye çevirecektir. Platon, Homeros ve Musa’yı uzlaştırmayı ilk deneyen Pie de la Mirándole olmuş ve insanı her şeyin mikrokosmosu yapmak suretiyle Hristiyan hümanistin evrenini tarif eden o olmuştur. Sanki Erasmus’un hoşuna gitsin diye söylenmiş sözler! “İnsan…” diyor Pic. “Küçülmüş bir evrendir; bu evrende yeryüzü unsurlarıyla gök nefesinden yapılma bir vücut, bitkilerin ruhu gibi bir bitki ruhu, aşağı hayvanların duygularını, meleklerin zekâsını ve tanrısal benzerliği seçebiliriz.”
İtiraf etmeli ki Erasmus’ta meleklerin zekâsı, angelica mens, tanrısal benzerliğe üstün gelmektedir.
***
Yine gezgincilik ve güçlük yılları…
Cambrai Piskoposu Henry de Bergen 1502 Ekim’inde ölüyor. Erasmus üç tane Latince, bir tane de Yunanca mezar taşı kitabesi gönderiyor. Buna karşılık kendisine altı florin veriyorlar. Bu parayı az buluyor, çünkü mısralar güzeldir. Kısa bir zaman kaldığı Louvain’de Libanius’u ve Euripides’i çeviriyor. Paris’e uğradıktan sonra, tekrar İngiltere’ye gidiyor. Londra’da Lukianos’u çeviriyor. Bu yazarın alaycı zekâsı neşesini yerine getiriyor ve pek yakında Deliliğe Övgü’ye girecek bazı düşünceleri ilham ediyor. Cambridge’de yeni dostlar ediniyor. İngiltere’nin güzellikleri ona Cicero ve Vergilius’un memleketini unutturamıyor. VIII. Henry’nin tekliflerine rağmen hümanist, bir balayı seyahatine gider gibi İtalya’ya gidiyor.
1506 Eylül’ünde Torino’da, “Teologya Doktoru” adını alıyor. Kâğıdı bir pasaport gibi kabul ediyor. Hepsi o kadar. Onu çeken Hristiyan Roma, teologya kürsüleri değil, Aldus Magnus denilen Matbaacı Alde’nin yerleştiği Venedik’tir. O zamanlar matbaanın itibarı oderece büyüktü. Alde güzel baskı işleri ile ün salmıştı. Erasmus, Bologna’dan ona mektup yazıp isteklerini iyice anlatmıştı: Alde’nin hazırladığı Euripides baskısındaki “o harika harfleri, bilhassa küçük harfleri” kullanması gerek. Vasıtaları hazırladıktan sonra Venedik’e koşuyor, matbaacının evine yerleşiyor ve sekiz ay, hararetle ve durmadan kopya ediyor. Baskı makinelerinin patırtısı, Alde’nin işçileri arasında Erasmus sabahtan akşama kadar durmadan yazıyor. Kâğıtlar biter bitmez dizmek üzere alınıyor. Bu cazip çalışmaya ilk sayfaları düzeltmek için ancak ara veriyor. Matbaanın mürekkep kokusu, makinelerin harıltısı… Bütün bunlar zekâsını açıyor. Adages’ın üçüncü baskısı ortaya çıkıyor. Tecimsel başarı büyüktür.
Ama bu çalışma ziyafeti biter bitmez, laik haçların hacısı Venedik’ten ayrılıyor. Onda bir gazeteci ruhu kadar uluslararası bir anketçi çabukluğu da var. Roma’da onu zafer kazanmış bir kimse olarak karşılıyorlar. Türlü şerefler, etrafında geleceğin Papası X. Léon gibi dostlar olduğu hâlde, isterse orada kalabilir. Ama hayır! İngiltere’de VIII. Henry tahta çıkmıştır; Erasmus’u çağırıyor. Erasmus, 1509 Temmuz’unda İtalya’dan ayrılıyor. Bir daha hiç oraya dönmeyecektir.
***
Roma ile Londra arasındaki yol uzundur. Talih yıldızı parlayan ve Lukianos çevirisini bitiren Erasmus’un Alpler’i geçerken neşesi gelmiştir. Dağlar güzeldir, biraz soğuk olan hava, dimağı kamçılamaktadır. Kırk yaşındaki bu sevimli adama hayatın yüzü gülmektedir. Sonucu şeref yoluna girmiştir. Bir kral, onu kardinallerin elinden çekip alıyor, adı Avrupa’nın her yanında çınlıyor. Bu, onu eski felaketlerine gülümseyecek kadar optimist kılıyorsa da eski öfkelerini unutmayacak kadar da hafızası vardır. Erasmus, Savoie boğazlarını at üstünde geçerken, içinden neşeli bir hicvin, barbarların sırtına bir değnek vurur gibi vurulacak iyi bir hezelin yükseldiğini duyuyor. Gouda bilgiçleri, Paris ukalaları, Deventer’in kirli sofuları, takkeli doktorlar, ince zekâlı teologlar, hepsi, hatta cahil keşişler, Cordeliers’ler, Récolletler, Minimeler, Bullisteler, Mineurlar, Bénédictinler, Bernardinler, Brigittinler, Augustinler, Guilhelmiteler, Jacobiteler sıradan geçiyor. “Bu yeni Yahudi soyu da nereden geliyor?” diye İsa haykırıyor. “Vaktiyle ben babamın mirasını kukuletalara değil, inanç ve mürüvvet eserlerine söz verdim.” Homurdanan güceniklik komedi ile karışıyor. Keyifle öfkenin, edebî alayla surat asmanın, şaka ile öç almanın, gülümseme ile ısırmanın bu karışmasından Deliliğe Övgü doğmuştur.
Zaten bu eserde meslekten ayrılmış bir papazın veya ruhban aleyhtarı bir din adamının hicviyesini görenler çok aldanırlar; Erasmus bu derece basit değildir. Dini gevşek olsa bile, sağlamdır. O, ıslahatın zorunluluğunu haykırıyor. Şüphe yok ki davet artık missasını söylemeyen bu rahipten gelince kuvvetini yitiriyor, ama çağdaşları bir bilginin edebî şakası ile aşırılıkları ilan eden Hristiyan’ın samimi daveti arasındaki ayrıntıyı biliyorlar. Deliliğe Övgü’de birbirinden ayrı iki bölüm ve iki türlü delilik vardır. Erasmus’un övgüsünü yaptığı delilik, istihzalarına karşı çıkarılan delilik. Söylevin ortalarına doğru eda tamamıyla değişiyor. Sevimli bir adamın mizahı bir ıslahatçının sert istihzaları hâline geliyor. Hiciv patlak veriyor; ruhbanın zaaflarına karşı dinî hiciv, beyzadeliğin faydasızlıklarına karşı sosyal hiciv. Gerçekten acayip bir eser. Bunda türlü unsurlar birbirine karışıyor.
Deliliğe Övgü’nün Hristiyanlıkta buhranın başladığı, Papa II. Jules’i indirmekten bahsedildiği, kilise müesseselerini ıslah etmek üzere XV. Louis’nin Pisa’da bir meclis toplamayı istediği bir zamanda, 1509 yılında ortaya çıktığını düşünürsek Erasmus’un tam zamanı seçtiğini anlarız. Bu noktada da olağanüstü bir gazeteci olduğu görülüyor. Eski bir öcün, daha saf bir Hristiyanlığa doğru hamlenin, Alpler’de yapılan iyi bir yolculuğun verisi olan Deliliğe Övgü kısa zamanda bütün Avrupa’yı dolaştı. Roma’da, Vatikan bürolarında okundu. Küçük bir keşiş olan Martin Luther bu kitabı -acı yerleri bir yana- hoşlanmadan okuyor. Biraz ileride bu keşişin yine sözünü edeceğiz.
***
Erasmus, Thomas Morus’u bulmak için Londra’ya geliyor. Deliliğe Övgü’yü ona armağan etmiştir. Önce, Thomas Morus’u kendisine çok yakın, modern zihniyette, müşfik ve cömert kalpli, edip bir mizahçı, olağanüstü bir Latinceci, beden ve zihin rahatlığının bir amatörü olduğu için seviyor.
Britanya su perileri diyarına bu üçüncü gelişinde Erasmus çok çalışıyor. Cambridge’te Yunanca ve “divinité” dersleri veriyor. 1511 Ağustos’undan 1514 Ocak’ına kadar Yeni Ahit’i, Ermiş Hieronymos’u, Seneca’yı, Plutarkhos’u, Platon’u çeviriyor. Aldington Rektörlüğü Kent’te kendisine gelir ayırıyor ve bununla birlikte orada oturmamak emrini alıyor.
Bu emir Erasmus’un çok işine yarıyor, çünkü o Cambridge’ten bıkmıştır. Pek parlak olmayan müzakereler sonunda, matbaacı Alde ve Badius’la ilişiğini kesip Bâle’de kitapçı Froben’le anlaşmıştır. Yeni yayıncısının çalışmasını yakından görmek üzere Bâle’e gidiyor. Kısa zamanda Ermiş Hieronymos dokuz cilt olarak yayınlanıyor. 1516 yılının başında Yeni Ahit çıkıyor. Yunanca metin tashih edilmiştir. Yunanca çeviri Vulgate’tan yer yer hissedilecek derecede uzaklaşıyor. Bununla beraber papa eserin kendisine armağan edilmesini kabul ediyor. Erasmus gibi, papa için de bu armağan ediş ve bu kabul siyasidir.
Zaten fikir bakımından Avrupa’da saltanat süren hümanisti hiçbir şey korkutmuyor. Bazı tarihçiler Erasmus’a Hollanda’nın Voltaire’i demişlerdir. Parlak olduğu kadar doğru olmayan bir söz! Bununla beraber, Ferney’de hüküm süren Voltaire’le, Bâle’de hüküm süren Erasmus arasında birçok benzerlik vardır. Her yerden davetler yağıyor. Bâle, Erasmus için Avrupa’da Anvers’te, Brüksel, Gent, Louvain gibi yerlerde turneler yaparak dönüp geldiği karargâhtır. O, gezginci bir hükümdardır.
İşte bu sıralarda Hans Holbein onun resmini yapıyor. Louvre Müzesi’ndeki tabloya bakınca onda fikrî egemenliğin sırrını buluyoruz. Biraz uzun, biraz sivri burnu hareketli ve araştırıcıdır; Vulgate’taki ters anlamların kokusunu almış gibidir. Yarı alaylı, yarı acı dudakları sanki bir kurnazlık etmek için büzülmüş gibidir. Yüzü bir bilginin gerçek ifadesini taşır. Çabuk yazar. İşine güveni vardır. Yunancayı bilmeyen bir skolastik şerhçiye çivisini çakmıştı. Zeki elleri ve kalkık kaşları bunun keyfiyle ürpermektedir. Hans Holbein’ın fırçası, yaratmanın hâkim olduğu o uçucu anlardan birini hareketsiz hâle getirmiştir. Bu tabloda Erasmus zekânın bir kralıdır. Hem de bir kurnaz…
***
Onun gibi kurnaz olmak, insanların bir edibin istihzasını tadacak kadar sükûnet içinde bulundukları huzur devirlerinde ancak egemenlik sağlar. Erasmus barış için yaratılmıştır. Bu, onda hem bir doktrin hem de bir mizaç meselesidir. Avrupa’yı çok dolaşmıştır; millîlik duygusunu elde etmekte Fransa ve Almanya’nın önemini unutmamakla beraber Hollanda’ya, İtalya’ya, İngiltere’ye çok şey borçludur. Beri taraftan, Avrupalı Alain’in “iktidarlara karşı gelen vatandaş” dediği şeyi en çok temsil eden insan Erasmus’tur, yani zekânın ezelî değerleriyle uğraşan; papa için az yumuşak, krallar için ise düşman bir dini veya laik kazayı kuran rahiptir. Tekrarlanan baskılar ile kendini propaganda eden Adagia’ya Eski Çağ atasözü, Dulce bellum inexpcrtls’i (Şavaş, uzaktan seyredenlere tatlı gelir.) örnek almış ve açıklamıştır. Bir başka atasözü kartalın niçin kralları sembolik bir şekilde tasvir ettiğini izah eder: çünkü bu kuş ne güzeldir, ne sesi tatlıdır, ne de eti yenir, ama kendisi et yer, oburdur, ondan herkes iğrenir. Sonucu, 1516-1517 yılları arasında Erasmus, Querela Paris’i yayınlıyor. Bu, parlak, heyecanlı bir barışçılık demecidir. Ne yazık ki fırtına yaklaşmaktadır.
1520 yılındayız. Martin Luther, Wittemberg Kilisesi’nin duvarına indulgences (af pusulası) üzerine doksan beş tezini asalı üç yıl oluyor. Augustinusçu keşiş Roma Kilisesi’ne ve papaya “savaş açalı” iki yıl oluyor. Papa, Luther’e karşı Exsurge Domine Emirnamesi’ni çıkarmıştır. Buna karşılık olarak keşiş 10 Aralık 1520’de Wittemberg’te bir odun yığını yaktırıyor. Emirnameyi bunun içine attırıyor, papa için de aynı sonucu diliyor. Almanya’nın üniversite şehirlerinde dövüşmeler oluyor. Luther sövmelerini arttırıyor ve kötü söz hazinesinin bütün zenginliğini beddualarında kullanıyor.
Yeise kapılan Erasmus susuyor, ama etraftan hücumlar artıyor. Onu işe karışmaya zorluyor, iki taraftan da sıkıştırıyorlar. Luther’e cemile gösteriyor; arzusu dışında yayınlanan Ekim 1518 tarihli bir mektubunda Wittemberg tezlerinden sempati ile bahsetmiştir. Düşmanları olan keşişler ve teologlar yükleniyorlar: “Luther’in ısıttığı yumurtayı Erasmus’un yumurtladığını” avaz avaz bağırıyorlar. Katolik dostları, VIII. Henry, Papa X. Léon ve Papa VI. Adrien kendisinden ıslahatçıya karşı cephe almasını istiyorlar. Beri taraftan, ıslahatın Alman başları ile Luther’in kendisi, Erasmus’un kendi çıkarlarına konuşacağını umuyorlar. Erasmus bocalıyor. Bu barışçı adamın biricik derdi, gittikçe yayılan yangını söndürmektir. İşleri kızıştıran 1520 Emirnamesi’ni yeriyor. İki taraf arasında ara bulucu olmak istiyor. Aslına bakılırsa sınırı aşmıştır.
Tarihin garip bir cilvesi olarak Erasmus’la Luther kısa bir zaman için birleşebildiler; onların, skolastiğe karşı besledikleri tiksintiden başka, hemen hemen hiçbir ortak yanları yoktu. Ortak bir düşmanın varlığı ilkin onları birleştirdi. 1517’den beri Luther, onları birbirinden ayıran ayrıntıları sezmişti. 1519’daki bir mektuplaşma, karşılıklı durumlarını belirtiyor. O zamandan beri kendilerini birbirlerine düşman hissediyorlar.
Erasmus hayata gülümseyerek bakıyor. Luther tabiatta bulaşıcı bir hastalık görüyor. Luther’in “karanlık kargaşalık” saydığı aklı Erasmus seviyor. Erasmus, Holbein’in esprili figürlerinden hoşlanıyor, Luther ise ölüm dansının motifini üstün tutuyor. Erasmus insanın hürriyetine inanıyor, Luther ise insanda şifa bulmaz bir bozulma görüyor. Erasmus’un “Ermiş Sokrates” demesini Luther bir rezalet sayıyor. Ermiş Sokrates ve Ermiş Platon’dan başka, Erasmus’un seçkin ermişi Ermiş Hieronymos’tur. Luther bilhassa Ermiş Augustinus’u seviyor. Erasmus hasımlarını mizahla iğnelediği hâlde, Luther onları kötü söz yağmuruna tutuyor. Erasmus etin fenalığa sürüklenmesine hiçbir zaman inanmaz, Luther ise bununla taciz edilmektedir. Erasmus, Yunan tragedyalarının korolarını biraz fazla ihtiraslı bulur. Luther İncil’de en sert yerleri arar. Erasmus zayıftır, yemek yemez, yalnız güzel şaraplara değer verir, nükteli ve edebî sofra söyleşilerini sever. İri yarı olan Luther ise bira ile çakırkeyif olur ve sofra söyleşileri açık saçık sözlerle süslüdür. Her ikisi de insanın hatasına inanırlar; ama Luther bunu ilk günah şeklinde görür, Erasmus ise ahlaki hatanın düzeltilmemiş şekli olarak değerlendirir. Erasmus’un sofuluğu iyimserdir; her zaman Tanrı’ya doğru, yolunu bulan bir kalbin coşkunluğundadır. Luther’in sofuluğu ise trajik, kötümser, bazen sanki kapalı bir kapıya çarpar. Erasmus tamamıyla mistik olan şeyle asla ilgilenmez. Luther ise Erasmus için son derece aşırı olan şu sözleri söyler: “Onda insanoğlu ile ilgili olan şey ilahi olan şeye galebe çalar.” Erasmus bir pelagien olduğu hâlde, Luther bir Manicheen’dir. Erasmus yarım renklidir, Luther’in ise rengi kıpkırmızıdır. Erasmus konuşur, Luther gürler. Erasmus’un gözünde kadınlar birer Musa’dır. Luther’in gözünde ise kadınlar şişman Katerina’nın özelliklerini taşırlar. Erasmus bir hümanisttir. Luther bir peygamberdir. Sonucu, Erasmus’un aklı fikri su perilerinde, Luther’inse hep şeytandadır.
Uzun müddet Erasmus mücadelenin ne şiddette olduğunu, işin önemini anlayamadı. Katıksız hümanist, bir köşeye çekildi. 1520 Aralık ayında, yani din savaşının en civcivli zamanında, Luther’in tam papanın emirnamesini Wittemberg’te yaktığı saatte yazılmış ve saflığı ile güzel olan bir mektupta bu apaçık belli oluyor. Mektubu yazdığı kimseye Erasmus, teologya münazarası perdesi altında, hümanizmaya karşı büyük bir savaş kundakçılığı edildiğini söylüyor. “Edebiyatta taş taş üstünde bırakmamak için barbarlar her yandan saldırıyorlar.” İşin aslı şudur: Luther etrafındaki bütün mücadelenin, şüphesiz, Yunan ve Latin şairlerine hücum etmekten başka bir amacı yoktur. Hümanist de şu sözleri katıyor: “Ya ben körüm ya da onlar Luther’in üstünde bir şeyi hedef seçmişlerdir. Musalar tayfasını ele geçirmeye hazırlanıyorlar…”
Bundan daha dokunaklı yanlış anlam, bundan daha üniversiteli saflığı hayal edilebilir mi?
***
Bunlar oladursun, Erasmus Musalar tayfasını ve bunlar arasından komik Musa’yı kullanmakta devam ediyor. 1522’de Colloques’u yayınlamaya başlıyor, bunun katkılı baskıları 1533 yılına kadar birbiri ardından gelecektir. Colloques bir hicivci portreler galerisidir, bütün barbarlar ve barbarlıklar bu galeride geçit resmi yaparlar. Bu eser Erasmus’a, tabii ki bütün eserlerinin kazandırdığından daha çok düşman kazandıracaktır.
Bununla beraber, Luther ısrar ediyor. Hümanistin temkinli davranışlarını kabul etmiyor. Ya onunla birlik ya da ona karşı olmak gerek… “Bizim Erasmus’u okuyorum, ona olan teveccühüm günden güne azalıyor… İsa’dan ve mağfiretinden, korkarım, bıkıyor… İnsan Yunanca ve İbranice bilmekle gerçekten bilge Hristiyan olmaz. Beş dil bilen Ermiş Hieronymos, bu dillerden ancak birini bilen Ermiş Augustinus değerinde değildir. Erasmus bu fikirde değildir, ama cüzi iradeye biraz kudret bağışlayan kimse, ancak mağfireti tanıyan kimse gibi hüküm vermez.”
Luther’in bu mektubu 1517 yılında yazılmıştır. Yedi yıl sonra başlayacak savaşın alanını belirliyor. 1523 yılına doğru ve VIII. Henry’nin ısrarları üzerine, karanlık Luther teolojisiyle gittikçe daha çok karşılaşan Erasmus, ıslahatçıya karşı işe karışmaya karar veriyor. Böyle yapmakla, geçmişteki davranışına hiç de zıt hareket etmiş değildir. Kişi hürriyetinin ezelden mukadder oluşu doktrinine karşı savunmada bulunmakla Erasmus insan tabiatını hümanist olarak savunmaya devam ediyor. Belgesi de şu ki; De Libera Arbitrio’da o gelenek olmuş bütün skolastik delilleri bırakıyor. Luther şiddetli bir vuruşla buna De Servo Arbitrio ile karşılık veriyor. Ertesi yıl, Erasmus buna Hyperaspistes ile karşılık verecektir. İşe yumuşaklıkla başlıyor, çok keskin ve çok şiddetli oluyor.
***
Erasmus’un düşmanları, büyük din buhranı sayesinde galebe çaldılar. Gençliğinde derslerini dalgın bir surette takip ettiği Paris Fakültesi Colloques’u, sonra cümle cümle bütün doktrinini mahkûm ediyor. Bununla beraber, Erasmus çalışmaya devam ediyor. Eski dostu Froben, Paraphrases ve Colloques’tan sonra Ermiş Hilaire’i, Percatio Dominica’yı, Exomologensis’i, Lingua’yı, Instihıtio Christiani Matrimonii’yi, Ermiş Irene’yi, Ermiş Ambroise’ı, De Pronuntiatione’yi, Ermiş Chrisostomus’u, Ermiş Augustinus’u yayımlıyor. Bir Latin atasözünün dediği gibi, emek kederi unutturur.
1529 yılının bir nisan günü Paris Parlamentosu, Colloques’tan ve Paraphrases’dan bazı sayfalar çevirdiği için, Louis de Berquin’i ateşte yakılmaya mahkûm ediyor. Altmış üç yaşında olan Erasmus bu dehşet verici olayı gizli bir korku ile haber alıyor. Yorulmuştur. Bâle’deki evinde akşam, çok sevdiği Burgonya şarabıyla yediği mütevazı bir yemekten sonra, Froben ile baş başa, halk arasındaki ününün gerileyişini gözden geçiriyor. “Bir vakitler birçok mektupta Büyük Kahraman, Edebiyatın Prensi, İncelemelerin Güneşi, Gerçek Teolojinin Desteği diye anılan beni tanımıyorlar veya beni birbirinden tamamıyla ayrı renklerle gösteriyorlar.” O zamanın bir mektubundan alınan bu parçayı Erasmus dostlarına kaç defa tekrarlıyor. İhtiyar melankolisi… Artık arzulamadığı zamanda zenginliğe ulaştı. Ama son günlerine yaklaştığı zamanda şöhret elden gidiyor. Guillaume Farel, Oecolampade gibi ıslahatçılarla işlenen Bâle kaynaşıyor. Froben ölüyor. Daha gözlerinin yaşı kurumadan, ihtiyar adam bir daha yollara düşmeye karar veriyor.
Sakin ve taze bir şehir olan Freiburg im Breisgau onu karşılıyor. Altı yıl orada çalışıyor. Son bir münazara onu hümanistlere, evvelce başı olduğu o hümanistlere karşı çıkarıyor. Okuyucularının diğer yarısını da yitiriyor.
Ölümünden üç yıl önce, “Martin Luther’in az kanaatkâr bir mektubuna karşı savunma” yayınlıyor. Bütün Erasmus bu adın içindedir, ama ölçü ve kanaatkârlık zamanı geçmiştir.
Son bir felaket haberini öğrenmek üzere tekrar Bâle’e dönüyor. Thomas Morus, VIII. Henry tarafından 1535’te Londra Kalesi’nde boynu vurulmak suretiyle idam edilmiştir. Mountjoy da ölmüştür. Bu adamlarla birlikte, Erasmus’un gençliğinin bir faslı, Oxford, otuz yaşının İngilteresi yok oluyor. Dostlarının mektuplarını karıştırıyor; her birine, Bealus Rhenanus’un dediğine göre “Bu öldü.” diyor.
Pek yakında Beatus Rhenanus, Erasmus için “Bu da öldü.” diyecektir. 1536 Temmuz ayının 11. gününü 12. gününe bağlayan gece, Erasmus mesanede taş hastalığının ağrıları içinde, felçten kımıldanamaz hâle gelerek, bütün malını, servetini fakirlere bırakarak, İlahi merhameti niyaz ederek, barbarların dünyasını ebedî olarak bırakıp gitmiştir.
***
Bu barbarlara bir mesaj bırakıyor.
O, Petrarca, Machiavelli, Guichardin, Ramus, modern zihniyetin kurucularından biri olan Pic de la Mirandole ile beraberdir. Adagiflerine yazdığı ön sözde, skolastikleri insanı tanımadıklarından ötürü yermiştir. O kendisi, insanı evrenin merkezine koyar. XVI. yüzyılda itibar kazanacak Platoncu düşünce. Hasımlarına göre payen fikir. Çünkü Luther onu mağfireti tabiata feda etmekle yermiş; din ıslahatı aleyhtarı Katolikler ise, manevi hürriyeti okulun delilleriyle hiç savunmadığından ötürü ona kızmışlardır. Bununla beraber, sonraki yüzyılın “sofu hümanist”lerinin en büyüklerinden biri olan P. Yves de Paris de insanda “maddi âlemin sonuncu ve ilk örneğin en kesin hayali”ni görecektir. Hümanistin ölümünden kırk yıl sonra Erasmus’un beğeneceği bu formül skolastiklerden onun öcünü alıyor.
Ama Rönesans hümanizmasında Deliliğe Övgü’nün özel payı, içine Sokrat istihzası ile Oxford mizahının katıldığı fikrî hiciv anlamıdır. Erasmus, bu hafif silahları kuşanarak gelenekçi dogmatizmaya karşı çıkmıştır. Bu bakımdan, Deliliğe Övgü zihnin bir çeşit tenkitçi temizlenmesi gibi, Descartes’ın veya Kant’ın ilk teşebbüsleriyle kıyaslanacak bir işlem olarak göz önüne alınabilir. Dogmatizmaya ancak alayla en iyi şekilde hücum edilebilirdi. O tarihlere doğru Collège de France’de profesör olan Pierre Ramus, Erasmus’un Deliliğe Övgü’de mizahı bir düşünce metodu yapmakla, Sokratlaştığını haykırmıştı.
Ama insanı bunca sevmiş olan bu hümanistin kendisi tam insan değildir. Bu bilgenin, bu alçak gönüllünün, bu itidal sahibinin, bu hasta mizaçlı adamın hem “Ya iç ya da defol!” diye bağırması hem de aşkın övgüsünü yapması düpedüz farfaracılıktır. Bu düzensiz rahibe karşı pek yumuşak davranmayan din ansiklopedilerinin hepsi de onun taşkınlıklar etmekteki iktidarsızlığını zalimcesine kaydediyorlar. Erasmus, Pic de la Mirandole’ün sözünce, yeryüzü bedenini, bitki ruhunu ve melek zekâsını kendinde ahenkli bir şekilde toplayan, gerçekten hür bir insan tipini hayal etmişse de kendisi bu insan olamamıştır. Eğer Erasmus’un kişiliğinde dramatik bir unsur bulup çıkarmak istersek bunu hümanistle insan arasındaki bu anlaşmazlıkta, bu gizli tenakuzda, bu noktada yakalayabiliriz.
ROTTERDAMLI ERASMUS’TAN DOSTU THOMAS MORUS’A
Geçenlerde İtalya’dan İngiltere’ye dönerken, at üstünde geçirmem gereken zamanı faydasız hülyalarla yitirmektense, kâh ortak araştırmalarımızı içimden tekrar gözden geçirmek kâh bıraktığım sevgili ve bilgin dostların güzel hatırasını yaşamak daha hoşuma gidiyordu. Aziz dostum Morus, siz sık sık hatırladıklarımdan biri idiniz. Sizin yokluğunuzda, yanınızda geçirdiğim anları, sizi temin ederim ki hayatımın en mesut anları olan o anları gözümün önünde canlandırıyordum.
Bir şeyler yapmaya niyetlenmekle beraber, ciddi bir eser yazacak uygun şartlar içinde bulunmadığımdan, Deliliğe Övgü yazarak neşelenmek hevesine kapıldım.
“Hangi Minerva bu acayip fikri size ilham etti?” diyeceksiniz belki. İlk önce, sizi düşünürken, soyadınız More bana Yunanlıların “delilik”e verdikleri “moria” adını hatırlattı; oysaki bu ilgi sadece adlar arasındadır ve herkesin de bildiği gibi, siz bu tanrıçanın etkilerinden pay almaktan pek uzaksınız.
Hem sonra bu şakadan sizin de hoşlanacağınızı düşündüm. Zira bilirim ki Demokritos gibi, siz de bazen insanoğlunun hayatına güler, zariflikten ve nükteden yoksun olmadıkça bu tür şakalardan hoşlanırsınız; hem yanılmıyorsam bu da öyledir. Her ne kadar zekânızın yüksekliği sizi alelade insanların çok üstüne çıkarıyorsa da sizde herkesin anlayacağı biçimde yazmak ve söylemek sanatı var. Hem tabii iyiliğiniz bunu sık sık yapmakta size bir zevk bulduruyor.
O hâlde, bu küçük söylevi hem size karşı beslediğim duyguların bir belirtisi olarak hem de korumanıza bıraktığım ve adınıza bağışlandığına göre benden çok sizin olan bir eseri kabul etmenizi rica ederim. Çünkü bu zevzekliklerin bir teologa yakışmadığını, bu hicivlerin Hristiyan alçak gönüllülüğüne aykırı olduğunu haykıracak kötü niyetli Zoiloslar bulunacağından hiç şüphe etmiyorum; belki de eski komedyanın şeytanlığını diriltmekle ve Lukianos gibi, beni herkesi ısırmakla yereceklerdir.
Ama konuda pek az önemlilik bulacaklardan ve eserin şakacı edasına öfkeleneceklerden ricam şu ki: bu yolda yazan ilk kişinin ben olmadığımı, bunda sadece birçok büyük insanın örneğine uyduğumu, lütfedip göz önünde tutsunlar. Yüzyıllarca önce Homeros farelerle kurbağaların savaşını yazarak gönlünü eğlendirdi; Vergilius küçük sinek üzerine, Ovidius ceviz üzerine birer şiir yazdılar; Polykratos Busiris’in övgüsünü yazdı; bunu Sokrates düzeltti; Glaucus adaletsizliği, Favorinius Thersites’Ie sıtmayı, Synesios dazlak kafaları, Lukianos sineklerle böcekleri övdü. Seneca, İmparator Claudius’un övgüsünü şakacı bir eda ile yazdı. Plutarkhos, Odysseus’la domuza çevrilen Gryllos arasında bir diyalog kaleme aldı. Lukianos’la Apuieius eşek üzerine yazdılar; adını şimdi hatırlamadığım bir yazar Grunnius Corocotta adlı bir domuz yavrusunun vasiyetini yazdı; Ermiş Hieronymos eserlerinde bunun sözünü eder. Eğer beni tenkit edenler bu belgelerle yetinmiyorlarsa o hâlde benim satranç veya herhangi bir çocuk oyunu oynadığımı varsaysınlar.
Öyle ya, her soydan insana reva görülen eğlenceleri yazarlara yasak etmek pek haksızlık olmaz mı? Çünkü onların eğlenceleri faydalı olabilir, hem de birçok kişinin tantanalı eserlerden elde edemediği faydayı birazcık sağduyusu olan bir okuyucu, bunlardan elde edebilir. Biri, öteden beriden çalınmış cümlelerle alaca bulaca hâle getirilmiş bir söylevde güzel söz söyleme bilimini ve felsefeyi yüceltir; bir başkası, bir prensin övgüsünü yapar; beriki halkları Türklere karşı savaşa sürüklemek için vaaz verir; bir başkası gelecekten haber vermeye kalkışır; bir başkası da makul varlıklar üzerinde ağız dalaşı etmekle gönlünü eğlendirir. Ciddi şeyleri alaylı bir biçimde ele almak nasıl çocukça bir şeyse olayları ciddilikle ele alır görünmek de öylece gülünç bir şeydir.
Bu eser üzerinde hüküm vermek halka düşer; ama benbenlik gözlerimi bürümediyse eğer Deliliğe Övgü tamamıyla bir deli eseri değildir.
Ama beni hicvetmiş olmakla suçlayacaklarsa cevap olarak, kalem adamlarına insan hayatı üzerinde şaka etmek müsaadesinin verildiğini iddia edeceğim; elverir ki bu şaka öfkeye ve şiddete çevrilmesin. Harcıâlem başlıklara katlanmaya mahkûm yüzyılımızın inceliği kadar acayip bir şey yoktur. Hatta yerli yersiz kuşkulanan öyle kimseler vardır ki bunlar papalar veya büyükler üzerine en hafif bir alayı -bu alayların kendi çıkarlarına olması mümkün olduğu hâlde-duymaktansa İsa’ya karşı savrulmuş küfürler işitmeye razıdırlar.
Ama özel olarak hiç kimseye hücum etmeden insanoğlunun hayatını çekiştiren kimse, hicivle kırmaktan çok, öğütlerle tembih etmek ve azarlamak ister görünmüyor mu? Zaten ben de kendi kendime az mı hücum ettim? İnsanoğlunun hiçbir hâline göz yummayan kimse, kızdığı şeyin insanlar değil, kötülükler olduğunu pek güzel göstermiş olur. O hâlde, bu zevzekliklerde kendine hakaret edildiğini sanan biri bulunursa demek ki ya vicdanı gizliden gizliye kendisini suçluyor ya da halkın kendisini suçlamaya hakkı olduğundan korkuyor.
Ermiş Hieronymos hicvi çok daha fazla serbestlikle ve şeytanlıkla kullanmıştır; çünkü bazen hücum etmek istediği kişilerin adlarını söylemeye kadar varmıştır. Bana gelince, herhangi bir kimsenin adını vermekten her zaman sakınmaktan başka, bu esere öyle itidalli bir eda verdim ki makul her okuyucu herhangi bir kimseyi yaralamaktan çok gönlümü eğlendirmeye çalıştığımı gayet iyi görecektir. Ben Juvenalis gibi, gizli kötülüklerin bulunduğu pis kokulu ambarı karıştırmadım; ben yüz kızartıcı kötülüklerden çok, gülünç kusurlara takıldım. Sonucu, herhangi bir kimse bu sebeplerle de yetinmek istemezse delilik tarafından yerilmenin şerefli bir şey olduğunu ve övgüsünü yapmak üzere bu tanrıçayı bir kere seçince artık onun huyuna suyuna gitmem gerektiğini düşünsün.
Ama pek sağlam olmayan davaları ele alınca bunları pek iyi birer dava hâline getirecek kadar mükemmel bir avukat olan size savunma araçları telkin etmeye ne hacet? Hoşça kalın, ey pek bilgin Morus. Şimdi artık sizin olan Deliliği savununuz…
Kırda, 10 Haziran 1508
DELİLİK KONUŞUYOR
1. Benim için ne derlerse desinler, (Çünkü Deliliğin zırdeliler tarafından bile her Allah’ın günü nasıl hırpalandığını bilmez değilim.) tanrısal etkilerimle tanrılara, insanlara sevinç saçan ben, yalnız benim.
Öyle ya, şu kalabalık toplantıda daha ben görünür görünmez, söz söylemek için ağzımı açar açmaz, canlı, olağanüstü bir neşenin ansızın yüzlerinizde parladığı görülmedi mi? Alnınızdaki çizgilerin hemen silindiği görülmedi mi? Dört bir yandan duyulan kahkahalar, yüreklerinizi dolduran büyülü neşe, benim orada bulunuşumu haber vermiyor mu? Şimdi sizi seyredince, Homeros’un nektarla, Nepenthes’le mest olmuş tanrılarını görür gibi oluyorum; oysaki biraz önce Trophonios’un ininden yeni çıkmış kimseler gibi, burada tasalı duruyordunuz. Güneşin ilk ışıklarının ufku kaplayan karanlıkları dağıttığı veya şiddetli bir kıştan sonra ilkbaharın tatlı kuzey rüzgârlarının şen ve şatır sürüsünü peşinden sürüklediği vakit, yeryüzünde nasıl her şey birdenbire değişir, daha parlak bir renk nasıl her şeyi güzelleştirir, gençleşmiş tabiat gözümüzün önüne nasıl daha hoş ve güler yüzlü bir göğü sererse benim burada bulunuşum da yüzlerinizde birdenbire pek mesut bir değişiklik yarattı. En güzel söz söyleyenlerin pek uzun, çok işlenmiş söylevlerle yapmakta zorluk çektikleri şeyi, varlığım bir anda tek başına yapıverdi: beni görür görmez üzüntüleriniz hemen dağıldı.
2. Bugün niçin bu garip kıyafetle karşınıza çıktığımı birazdan öğreneceksiniz; elverir ki beni bıkmadan dinleyesiniz. Ama sakın vaizlerinize karşı her zaman bol bol harcadığınız o dikkati benim de sizden isteyeceğimi sanmayın. Hiçbir zaman! Beni meydanlarda soytarıları, maskaraları, hokkabazları, şarlatanları dinlediğiniz gibi veya dostumuz Midas’ın, bir vakitler Tanrı Pan’ın musikisini dinlediği gibi dinleyin. Çünkü sizinle biraz safsata yapmak hevesine kapıldım. Ama bugün çocuklarınızın kafalarını öğrenilmesi zor, bir sürü saçma sapan şeyle dolduran, onlara kadınlardan daha fazla inatçılıkla ağız dalaşı etmeyi öğreten o ukalalar gibi konuşacak değilim. Artık pek gözden düşmüş o bilge adını kullanmamak için, kendilerine safsatacı adını takan eskileri taklit edeceğim. Bu safsatacılar tanrıları, kahramanları övgülerle yüceltmeye savaşırlardı. Bakın, ben de bir övgü yapacağım, ama bu ne Herakles’in ne de Solon’un övgüsü, bu benim övgüm, yani “Deliliğin Övgüsü” olacak.
3. Önce şunu bilmelisiniz ki kendini öven bir kimseye hemen züppe, küstah damgasını basan o bilgeleri pek umursadığım yok. O kimseye deli desinler, iyi, güzel; ama böyle yapmakla onun bu ada tamamıyla yakışacak bir şekilde hareket ettiğini de itiraf etsinler bari. Gerçekten, deliliğin kendi meziyetini göklere çıkardığını, kendine övgüler yaktığını görmekten daha tabii ne olabilir? Kim beni benden daha iyi çizebilir? Meğerki beni kendimden daha iyi tanıdığını iddia eden biri çıksın.
Zaten böyle yapmakla ben; bilgelerin, büyüklerin çoğundan daha fazla alçak gönüllülükle hareket ettiğimi sanıyorum. Kötü bir inancın elinde kendi kendilerini övmeye dilleri varmıyor, Ama çoğu zaman yanlarına dalkavuk bir meddahı, sahtekâr bir şairi çekiyorlar. Bunlar da para ile onları övmeyi, yani onlara yalan söylemeyi üzerlerine alıyorlar. Utanmaz şakşakçı arsızların en yerilesicesini tanrılarla bir göstermeye yeltenirken, bütün zilletlerle bulaşık bildiği kimseyi bütün erdemlerin örneği diye gösterirken, kuzgunu, tavus kuşunun tüyleriyle süslerken, bir zencinin derisini ağartmaya yeltenirken, sineği deve diye kabul ettirmeye savaşırken, utangaç kahraman tavus kuşu gibi kurum satıyor, ibiğini küstahça kaldırıyor… Sonuç olarak, ben şu atasözünün dediğini yapıyorum: Kimse seni övmüyorsa sen kendini öv!
Ama doğrusu insanların bana karşı gösterdikleri nankörlüğe veya ihmalciliğe yine de hayranım. Hepsinin bana büyük bir saygısı var, hepsi de benden iyilik görmekten hoşlanırlar. Ama öyle iken bunca yüzyıldan beri yüze gülücü övgülerle beni övüp göklere çıkaran olmamıştır. Oysaki Busirisler, Phalarisler, sıtmalar, sinekler, dazlak kafalar, bu soydan nice belalar, kendilerini tumturaklı övgülerle göklere çıkarmak için ne vakti ne de emeği esirgeyen meddahlar buldular.
4. Birazdan vereceğim söylev ne önceden tasarlanmış ne de üzerinde çalışılmıştır; şu hâlde, içinde yalan pek az demektir. Sakın bu sözümü, güzel söz söyleyenlerin kendi zekâlarını övmek maksadıyla çoğu zaman başvurdukları hilelerden biri sanmayın. Siz de bilirsiniz ki bu adamlar, bazen en güzel büklümünü başkasından aşırdıkları bir söylev üzerinde otuz yıl çalıştıktan sonra, bunu üç günde güle oynaya yazılıvermiş veya dikte edilmiş bir eser diye bize sunarlar. Ben kendi payıma, her ağzıma geleni söylemekten her zaman hoşlanmışımdır.
Benden ne tarif ne de beyan öğretmenin yaptığı bölümlemeyi bekleyin. Zaten bunun kadar yersiz bir şey olamaz. Kendimi tarif etmek, kendime sınır çizmek olur; kudretimin ise asla sınırı yoktur. Kendimi bölmek, bana yapılan türlü tapınmaları birbirinden ayırmak olur; oysaki yeryüzünün her yerinde bana hep aynı biçimde tapınırlar. Hem sonra, kendim karşınızda dururken, bir tarifle, kendime gölgemden daha fazla benzemeyecek kendimin hayalî bir suretini size vermeye kalkışmak neden?
5. İşte ben, gördüğünüz gibi, nimetlerin gerçek dağıtıcısı, Latinlerin Stultitia, Yunanlıların da Moria dedikleri deliliğim! Ama bunu söylemeye ne hacet? Yüzüm beni yeteri kadar tanıtmıyor mu? Bir kimse benim Minerva veya Bilgelik olduğumu iddia etmeyi aklına koymuşsa sözlerimle ona ruhumu çizmem boş bir iş olmaz mı? Tersine, kanı getirmesi için biraz bana baksın, yetmez mi? Bende ne cila ne de herhangi bir mürailik olabilir; alnımda da hiçbir zaman gönlümde olmayan bir duygunun belirtileri görülemez. Sonuç olarak, her yerde o kadar kendime benzerim ki hiç kimse beni saklayamaz: hatta bilge rolü oynamak isteyen, öyle geçinmeyi en çok isteyenler bile. Bütün suratlarına rağmen, onlar erguvanlar giymiş maymunlara veya arslan postuna bürünmüş eşeklere benzerler; ne yapsalar, yine de Midas’ın başını açığa vuran bir kulak ucu aradan görünür.
6. Gerçekten, insanoğlu bana karşı çok nankör! En sadık tebaam oldukları hâlde, adımı herkes içinde taşımaktan pek utanırlar; hatta sanki bir şerefsizlik, alçaklık belirtisi imiş gibi bunu başkalarında da ayıp görmeye kadar varırlar. Ama Thalesler derecesinde bilge olduklarını sanan bu zırdeliler, Morosophe, yani bilge-deli adını hak etmiyorlar mı? Çünkü dili sülükler gibi kullanır görünce kendilerini birer tanrı sanan, Latince bir söylevde Yunanca birkaç kelimeyi yerli yersiz, arapsaçı hâline getirerek kullanıp, sözü muamma hâline sokan şu günümüzün beyan öğretmenlerini benim de taklit edesim geldi. Bu öğretmenler hiçbir yabancı dil bilmeseler bile küflü dört, beş kitaptan eski birkaç kelime çıkarıp, bunlarla okuyucunun gözlerini kamaştırırlar. Bu kelimeleri anlayanlar allameliklerinin tadını tatmak fırsatını bulmakla kurum satarlar; anlamayanlarda ise anlaşılmadıkları oranda hayranlık uyandırırlar. Çünkü uzaktan gelen şeylere fazla hayranlık göstermek, dostlarım için azımsanacak bir zevk değildir. Sonuncular arasında, bilgin geçinip benbenliğinde olanlar varsa küçük bir hoşnutluk gülümsemesi, küçük bir “evet” işareti, eşeklerinkine benzer bir kulak sallama, bunların cahilliklerini başkalarının gözünde örtmeye yeter. Ama biz konumuza dönelim.
7. Şimdi, pek… Nasıl söyleyeyim? Pek deli dinleyicilerim! Niçin olmasın? Deliliğin mesleğini tanıyanlara verilebilecek en şerefli ad! O hâlde, pek deli dinleyicilerim, artık benim adımı biliyorsunuz. Ama aslımı neslimi bilmeyen birçok kimse bulunduğundan, bunu da Musaların yardımıyla tanıtmaya çalışayım.
Ben ne Khaos’tan ne de cehennemlerden çıktım; hayatımı ne Saturn’e ne Yafes’e ne de o eski püskü tanrılardan herhangi birine borçluyum. Babam Plutustur; o Plutus ki -Homeros, Hesiodos, hatta büyük Jüpiter kızmasın- tanrıların, insanların babasıdır. O Plutus ki bir vakitler olduğu gibi bugün de bütün bayağı, bütün kutsal şeyleri dilediği gibi altüst eder. O Plutus ki, savaşı, barışı, imparatorlukları, meşveretleri, mahkemeleri, halk meclislerini, evlenmeleri, antlaşmaları, kanunları, sanatları, ciddiyi, şakayı, bilmem neyi, -of, saymaktan nefesim tükendi- gönlünce yürütür. Sonucu, o Plutus ki insanların genel, özel işlerini canının istediği gibi yönetir; o Plutus ki onun yardımı olmasaydı, o tanrılar sürüsü hatta büyük tanrıların kendileri ya hiç var olmayacaktı ya da hiç değilse açlıktan nefesleri kokacaktı. Plutus’un öfkesi o kadar müthiştir ki, Pallas bile bizi ona karşı koruyamaz; teveccühü o kadar değerli, koruması o derece kuvvetlidir ki bunlara ulaşan mesut ölümlü Jüpiter’e ve onun yıldırımına meydan okuyabilir.
Babam beni, Jüpiter’in asık suratlı Minerva’yı yarattığı gibi kafasında yaratmadı; o bana cinlerin en güzeli, en neşelisi, en canlısı olan Neotete’yi, gençliği ana olarak verdi. Şu topal Vulcanus gibi, suratsız bir evliliğin görevlerinin meyvesi de değilim; Homeros’un dediği gibi, ben aşkın en tadına doyulmaz vecitleri içinde doğdum. Sonucu, sakın yanılmayın; Plutus, Aristophanes’in çizdiği gibi, artık çökmüş, gözleri görmez bir ihtiyarken değil, vaktiyle, en dinç yaşta, damarlarında gençlik ateşi yanarken, tanrıların sofrasında abıhayat içip coştuğu o hoş anlarından birinde beni dünyaya getirdi.
8. Belki doğduğum yeri de öğrenmek istersiniz; çünkü bugün bir çocuğun ilk çığlığı kopardığı yerin beyzadeliğinde pek esaslı olduğuna inananlar var. Onun için şunu da söyleyeyim ki ben ne dalgalı Delos Adası’nda ne denizin dalgaları üstünde ne de derin mağaralarda doğdum; ben Saadet Adaları’nda, toprağın hiç sürülüp ekilmeden en zengin bağışlarını kendiliğinden verdiği o sevimli diyarda dünyaya geldim. Emek, ihtiyarlık, hastalıklar bu bahtlı toprakların hiçbir zaman yanına sokulmamıştır. Orada ne ebegümecinin ne acı baklanın ne de ancak avam halka yakışır bütün öteki bitkilerin bittiği görülür. İnsan orada ne yana dönse molyler, deva veren küller, nepenthes otları, merzenkuşlar, güller, menekşeler, sümbüller göze, buruna zevk verir; bu dilber yerleri, Adonis’in bahçelerinden bin kat daha nefis birer bahçeye çevirir.
Bu büyülü yerde benim doğuşum asla gözyaşlarımla haber verilmedi; dünyaya gelir gelmez anneme tatlı tatlı gülümsediğim görüldü. Jüpiter’in bir keçi tarafından emzirilmek saadetine haset etmekle haksızlık etmiş olurdum; çünkü dünyanın en zarif iki perisi; Bakkhos’un kızı Metne, sarhoşluk ve Pan’ın kızı Apodie, cahillik sütninem olmuşlardı. Onları burada arkadaşlarım, cariyelerim arasında görüyorsunuz.
9. Cariyelerimden laf açılmışken onları da size tanıtayım. Şurada size küstah bir eda ile bakanı “Benbenlik”tir. Öteki güler yüzlü, elleri alkışlamaya hazır olanı “Yüze Gülücülük”tür. Burada uyuklayan, şimdiden dalmış görünen “Unutma Tanrıçası”dır. Daha ötede “Tembellik” kollarını kavuşturmuş, dirseklerine dayanmaktadır. Çelenklerinden, güllerle örülmüş taçlarından, süründüğü latif kokulardan “Şehvet”i tanımadınız mı? Hayâsız, kararsız bakışlarla etrafına fıldır fıldır bakan cariyeyi görmüyor musunuz? Bu, “Bunaklık”tır. Teni o kadar parlak, vücudu pek temiz, tombul olan “Zevküsefa Tanrıçası”dır. Ama bütün bu tanrıçalar arasında iki de tanrı görüyorsunuz: Comus ile Morpheus.
Evrende var olan her şeyi bu sadık hizmetkârların yardımı ile hükmüm altında tutar, yeryüzünü yönetenleri ben onların aracılığı ile yönetirim.
10. Artık aslımı, neslimi, aldığım terbiyeyi, maiyetimi öğrendiniz. Kimsenin, kendime tanrıça[1 - Yunancada, Latincede “delilik” kelimesinin karşılıkları dişi kelimeler olduğundan bu yüzden Erasmus deliliğin kendisini “tanrıça” olarak adlandırıyor. (ç.n.)] adını vermekle hafiflik ettiğimi sanmaması için, şimdi de size tanrılara, insanlara sağladığım faydaların neler olduğunu anlatayım; devletimin bütün genişliğini göstereyim. Bütün dikkatinizle beni dinleyin.
İnsanlara iyilik etmek, tanrı olmaktır, sözü haklı bir söz de buğdayı, şarabı icat edenler veya benzerlerine bu soydan başka faydalar sağlayanlar haklı olarak ölümsüzler sırasına konmuş da, ölümlülere bütün faydaları, bütün nimetleri bir arada saçan ben, bütün tanrıların en büyüğü sayılmayacak mıyım?
11. Önce, hayattan daha tatlı, daha değerli bir şey var mı? Bu nimetin kaynağı ben değil miyim? İnsanları meydana getiren, çoğaltan, ne kendini beğenmiş Pallas’ın mızrağı ne de güçlü kuvvetli Jüpiter’in kalkanıdır. Jüpiter’in kendisi, bir bakışıyla bütün Olympos’u titreten bu yerin göğün kralı bile, canı ara sıra yaptığı şeyi, yani baba olmayı istediği zaman, korkunç yıldırımını bir kenara koymak, bütün tanrıları dilediği gibi korkutan o tavrını bırakmak, zavallı bir oyuncu gibi kılık değiştirmek zorunda kalır.
Tanrılardan sonra, bütün varlıkların en üstünleri hiç değilse kendilerine göre stoisyenlerdir. Pekâlâ! Siz bana bütün stoisyenlerin hepsinden üç defa, dört defa, bin defa daha stoisyen olan bir stoisyen verin; bilgeliğin belirtisi saydığı sakalını -ki bu belirti tekelerde de vardır- kestirmesem bile, hiç olmazsa onu asık suratlı tavrını bırakmaya zorlar, alnındaki kırışıklıkları giderir, sert prensiplerinden vazgeçiririm. O da bir müddet kendini neşeye, acayipliğe, deliliğe verir. Bir kelime ile, ne kadar bilge olursa olsun doğurtmanın zevklerini tatmak istiyorsa bana, yalnız bana başvuracaktır.
Ama neden her şeyi, alışık olduğum gibi size gayet tabii olarak söylemeyeyim? Söyleyin bana, rica ederim; baş, yüz, göğüs, eller, kulaklar mı, bu şerefli uzuvlardan biri mi tanrıları, insanları yaratır? Hiçbir zaman. İnsanoğlunun yayılmasına hizmet eden bölüm o kadar tuhaf, o kadar gülünçtür ki, gülmeden onun adını anamayız. Böyle olmakla beraber, bütün varlıkların hayatı, Pythagoras’ın sayılarından daha çok, bu kutsal kaynaktan gelir.
Hem açık konuşalım, akıllı bir insan olarak evliliğin sıkıntılarını önceden göz önünde tutmuş olsa hangi ölümlü başını evliliğin boyunduruğuna sokmak isterdi? Gebeliğin rahatsızlıkları, doğum sancıları, tehlikeleri, terbiyenin bıktırıp usandıran dertleri üzerinde ciddi olarak düşünmüş olsa hangi kadın erkeğin sevdalı ısrarlarına kendini kaptırırdı? Mademki hayatınızı evlenmeye borçlusunuz, evlenmeler de cariyelerimden biri olan “Bunaklık” tarafından kurulmuştur; o hâlde bana ne nimetler borçlu olduğunuzu varın düşünün! Bundan başka, bir kadın bütün bu sıkıntıları çektikten sonra, dostum “Unutma Tanrıçası” onun üzerinde etki yapmasa, tekrar bu sıkıntılara katlanmayı göze alabilir mi? Şair Lucretius istediğini söyleyin! Benim yardımım olmadıkça, bütün kuvvetinin kudretsiz, sönük ve etkisiz kalacağını Venüs’ün kendisi bile inkâr edemez.
İşte, halkın keşiş diye andığı kimseler tarafından yerleri alınan şu kendini beğenmiş filozoflar, benim başkanlık ettiğim o acayip, gülünç oyunda peyda olmuşlardır; erguvanlar giymiş krallar, Tanrı’nın rahipleri, pek ermiş babalarımız papalar bu oyunda peyda olmuşlardır. Sonucu; Olympos’un, ne kadar büyük olursa olsun, ancak barındırabileceği o sayısız şairce tanrıların hepsi de yine bu oyunda peyda olmuşlardır.
12. Ama hayatın kökünü, başlangıcını bana borçlu olduğunuzu ispat etmek fazla bir şey ifade etmez; şimdi size göstereceğim ki bu hayatın bütün faydaları, bütün hoşlukları da iyilikseverliğime borçlu olduğunuz bağışlardır.
Doğrusu ya, hayatın bütün zevklerini çıkarıp atarsanız, hayatın nesi kalır? Böyle bir hayata hayat demeye değer mi? Dostlarım, beni alkışlıyorsunuz! Benimle aynı düşüncede olamayacak kadar deli, yani bilge olduğunuzu, ah, pek iyi biliyorum… Stoisyenler bile zevki severler; ondan tiksinmek ellerinden gelmezdi. Şehveti istedikleri kadar gizlemeye, en çirkin sövgülerle onu halkın gözünden düşürmeye savaşsınlar, hepsi gösteriş! Bütün yaptıkları, şehvetten daha çok faydalanmak için başkalarını uzaklaştırmaktan ibarettir. Ama bütün tanrılar aşkına söylesinler bana; zevkle, yani delilikle tatlılaştırılmamışsa hayatın hangi bir anı tasalı, sıkıcı, tatsız, çekilmez, yavan değildir? Burada yalnız Sophokles’i tanık tutmakla yetineceğim; bu büyük şairi ne kadar övsek yine azdır; “En keyifli hayat, hiçbir bilgelik olmadan sürüp giden hayattır.” demekle o beni ne güzel övmüştür. Böyle olmakla beraber, bu meseleyi biraz daha inceden inceye değerlendirelim.
13. İlk önce, insanın ilk çağı olan çocukluğun, çağların en neşelisi, en hoşu olduğu doğru değil midir? Çocukları sever, öper, bağrımıza basar, okşar, onlara bakarız; bir düşman bile onlara yardım etmemezlik edemez. Bu nereden geliyor? Çünkü daha doğar doğmaz, uzgören tabiat ana onların etrafında, kendilerini büyütenleri büyüleyen, zahmetlerini unutturan ve bu küçük varlıklara muhtaç oldukları iyilikseverliği ve kanat germeyi çeken bir delilik havası yaratmıştır.
Ya çocukluktan sonraki çağın herkesin gözündeki cazibeleri? Bu çağı desteklemek, ona yardım etmek, onun imdadına koşmak için az mı çırpınırız? Peki, bu çağı yürekten sevdirecek latiflikleri ona bağışlayan ben değilim de kimdir? Gençlerden usandırıcı bilgeliği uzaklaştırıp üstlerine zevklerin göz alıcı cazibesini yayıyorum. Hem burada size havadan masallar uyduruyorum sanmamanız için, insanların büyütüp yetiştirdikleri, deneyle derslerin onları bilge kılmaya başladığı zamanı gözünüzün önüne getirin; derhâl güzellik solmaya başlar, neşe söner, kuvvet azalır, cazibe uçup gider; benden uzaklaştıkça, hayat onları yüzüstü bırakır. Sonucu, kendilerine de başkalarına da yük olan o kasvetli ihtiyarlığa ulaşırlar.
İnsanoğlunun çektiği sefaletler beni bir kere daha onun yardımına koşmaya sürüklemezse, şüphe yok ki ihtiyarlığa katlanacak hiçbir ölümlü kişi bulunamaz. Ölümlüler hayatı yitirmek üzere iken, bir şekilden başka bir şekle girme ile onları avutan şairlerin tanrıları gibi, ben de mezarın eşiğindeki ihtiyarları değiştirir, elimden geldiği kadar onları yine çocukluğun o mesut çağına doğru geri götürmeye çalışırım.
Bu değişikliği hangi araçlarla yaptığımı öğrenmek isteyenden hiçbir şeyi gizleyecek değilim. İhtiyarları Lethe Nehri’nin Saadet Adaları’ndaki (çünkü ahirette bu nehrin ancak pek küçük bir kolu akar) kaynağına götürür, bu hayatın bütün sefaletlerini unutmayı orada onlara kana kana içiririm; kuruntuları, tasaları azar azar dağılıp gider; gençleşirler.
Ama ihtiyarlar saçmalarlar, abuk sabuk söylenirler, diyeceksiniz. Bakın, bunda haklısınız. Çocukluğa dönmek de zaten budur. Saçmalamak, abuk sabuk söylenmek, çocuklaşmak demek değil midir? Bu çağın hoşumuza gitmesi, bizi eğlendirmesi de bilhassa akıl eksikliğinden ötürü değil mi? Gerçekten, yetişmiş bir insan kadar bilge bir çocuktan herkes tiksinmeyecek mi, her yerde ona bir yaratılış azmanı olarak bakmayacaklar mı? Çocuktaki vakitsiz bilgelikten iğrenirim, demek ki atasözü haklıdır.
Muhakeme ile deney kadar, çabuk anlama kabiliyeti de olan bir ihtiyarın söyleşisini ve meclisini kim çekebilir? İhtiyarı saçma sapan söyleten, sayıklamayı ona veren işte benim; ihtiyardan bütün o kuruntuları, bilgeyi üzen bütün o tasaları kovan da yine bu sayıklamadır. İhtiyar, hoş bir sofra arkadaşı olarak, elde kadeh, dostlarına akıl vermesini bilir. Neşe içinde yaşar, en güçlü kuvvetli kimselerin bile taşımakta zorluk çektikleri hayat yükünün ağırlığını pek duymaz. Hatta bazen, Plautus’un iyi ihtiyarının yaptığını yapar; o güzelim “seni seviyorum” sözünü de söylemesini öğrenir. Oysaki bütün aklını kullansaydı ne acınacak hâli olurdu!
Ama benim iyiliklerimle mesut ihtiyar dostları tarafından sevilmektedir, neşeli bir söyleşiye de pekâlâ katılabilir. Çünkü o Homeros’un sözlerine bakılırsa, ihtiyar Nestor’un ağzından baldan daha tatlı sözler dökülürken öfkeli, kızgın Akhilleus acı sözler püskürüyormuş. Yine aynı şaire göre, ihtiyarlar, duvarları gerisinde emniyette, şen ve şakacı söyleşiler ederlermiş. Bu bakımdan, ihtiyarlık çocukluğa da üstün gelir. Çünkü ne kadar hoş olursa olsun çocukluk, hayatın pek tatlı zevklerinden biri olan dedikodu zevkinden yoksundur.
Hem sonra, ihtiyarlar çocukların meclisinden pek hoşlanırlar; çocuklar da ihtiyarların meclisinden; çünkü tanrılar benzerleri bir araya getirmeyi severler. İhtiyarlığın özelliği olan yüzdeki buruşuklarla yılların sayısı bir yana bırakılırsa gerçekten, ihtiyarla çocuktan daha çok birbirine benzeyen iki şey var mıdır? Her ikisinin de ak saçları, dişsiz bir ağzı, çelimsiz bir vücudu vardır; her ikisi de sütü sever, kekeler, durmadan çene çalar; budalalık, unutma, boşboğazlık, hasılı her şey bu iki çağ arasında tam bir benzerlik vücuda getirmeye yardım eder. İnsanlar ihtiyarladıkça, çocuklara daha çok benzerler; ta ki gerçek çocuklar gibi, hayattan iğrenmeden ve ölümü görmeden bu dünyadan göçüp gidene kadar…
14. İnsanlara dağıttığım bu iyiliği, isterlerse şimdi öteki tanrıların bir şekilden başka bir şekle sokmalarıyla kıyaslasınlar. Burada kızgınlık anlarındaki o bir şekilden başka bir şekle sokmaların hiç lafını etmeyeceğim; teveccühlerinin en büyük belgesi sayılanları inceleyelim. Ölüm döşeğindeki dostları için ne yapıyorlar? Onları ağaç, kuş, ağustos böceği, hatta yılan şekline sokuyorlar. Ama böyle tabiat değiştirmek de ölmek değil midir? Bense bozmadan, insanı hayatının en mesut ve tatlı çağına doğru geri götürüyorum. Ah, insanlar bilgelikten büsbütün yüz çevirip bütün ömürlerini benimle beraber geçirselerdi, kasvetli ihtiyarlığın tatsızlıklarını bilmezler, sürekli bir gençliğin büyüsü onlara her an sevinç ve saadet saçardı.
Felsefe veya güç ve ciddi başka bir şeyin incelemesine kendini veren şu kuru, kederli ve tasalı kimselere bakın; türlü türlü düşüncelerle durmadan çalkalanan ruhları, mizaçları üzerinde etki yapar; vücutlarındaki ruhların çoğu uçar gider, nemli kökleri kurur ve genel olarak, gençliği görmeden ihtiyarlarlar. Hep semiz ve tombul olan benim delilerimse, tersine, yüzlerinde sağlığın ve gürbüzlüğün parlak hayalini taşırlar; görünce Arcania domuzu dersiniz. Bilgelerin illeti bunlara hiç bulaşmamış olsaydı elbette ki ihtiyarlığın sakatlıklarından hiçbirini duymayacaklardı. Ama insanoğlu yeryüzünde tamamıyla mesut olsun diye yaratılmamıştır ki…
Eski bir atasözü de ileri sürdüğümüz fikri ispata yarar: “Gençliğin hızlı gidişini…” der. “Delilik yavaşlatır, can sıkıcı ihtiyarlığı da bizden ouzaklaştırır.” Onun için, genel olarak, yaşlandıkça daha temkinli olan öteki insanların zıddına, Brabantlıların ihtiyarladıkça, daha deli olduklarını söylerler ki doğrudur. Bununla beraber, sözü sohbeti tatlı ve ihtiyarlığın sıkıcılıklarını daha az duyan bundan başka bir millet yoktur. Ahlaklarıyla olduğu kadar, yaşadıkları iklimle Brabantlılara benzeyen bir halk da benim iyi dostlarım Hollandalılardır. Neden onlara iyi dostlarım demeyeyim? Mademki bu kadar yürekten bana saygı gösteriyor ve hizmet ediyorlar. Mademki, deli lakabına hak kazanmışlardır; hem bu şerefli addan utanç duymak şöyle dursun, mademki onunla övünüyor, onu en güzel adlarından biri sayıyorlar…
Haydi bakalım, zirzop ölümlüler, şimdi gidin Medeialara, Kirkelere, Venuslara, Auroralara yalvarın! Sizi gençleştirecek o bilmem hangi hayali çeşmeyi her yerde arayın! Bunca arzulanan gençliği geri verecek yalnız benim, onu gerçekten bütün insanlara geri veren benim! Atası Tithonos’un gençliğini uzatmakta, Memnon’un kızı tarafından kullanılan o olağanüstü ilaç bendedir. Phaon’a bütün dilberliklerini ve gençliğin kuvvetini geri vermek başarısını göstermiş ki bunlar Sapho’nun Phaon’a çıldırasıya âşık olmasına sebep olmuştur. O Venüs benim. Gençliği geri çağırmak veya daha iyisi, gençliği her zaman elde tutmak erdemi olan bazı sihirli otlar, bazı büyüler, herhangi bir pınar varsa, bunları bende aramak gerek. Gençlikten daha sevimli, ihtiyarlıktan daha iğrenç bir şey olmadığında hepiniz birleşiyorsanız, o hâlde, büyük bir nimeti elde tutmasını ve büyük bir afeti uzaklaştırmasını bilen bana ne kadar minnet borçlu olduğunuzu da anlayacaksınız.
15. Ama ölümlülerin pek fazla lafını ettik. Şimdi, Olympos’un geniş alanını birlikte dolaşalım; sırasıyla bütün tanrıları inceleyelim; birazcık sevimli ve düşüncelerinde birazcık rabıtalı olup da, şan ve şöhretinin en büyük payını bana borçlu olmayan bir teki çıkarsa içlerinde eğer, adımın bir hakaret olarak yüzüme vurulmasına razıyım. Bakkhos’un yüzünde o güzelim gençliğin durmadan parlayışı neden? O delikanlı saçlarının omuzlarına öyle zarif bir şekilde dökülüşü neden? Her zaman deli, her zaman sarhoş olan bu tanrı bütün ömrünü oyunlar, çengiler ve ziyafetlerle geçirir; Pallas ile her türlü münasebetten sakınır da ondan. Bilge geçinmek şöyle dursun, tersine, ona göre makbule geçecek bir tarzda, deliliğin oyunlarıyla, zevkleriyle yapılabilir. Atalar sözünün kendisine taktığı deli lakabına hiç kızmaz. Tapınağın kapısı önünde otururken, çoğu zaman rençberler onun suratını tatlı şarap ve taze incirle buladıklarından ötürü kendisine bu ad takılmıştır. Eski komedya her zaman bir deli olarak gösterilmemiş midir? “Oh! İnsanların ve tanrıların doğdukları yerde doğmaya bile yakışmayan şakacı tanrı!” dermiş eskiler. Karanlık ve asık suratı yeri göğü titreten şu Jüpiter, sebep olduğu boş korkularla her şeyi zehirleyen şu Pan, hep kül ve kömürle kaplı, hep kıvılcımlarla çevrili, hep ocağının dumanıyla kararmış şu Vulcanus veya size yan gözle bakan, sizi mızrağıyla ve korkunç kalkanıyla titreten şu Pallas olmaktansa, o acayip ve gülünç tanrıya benzemek, onun gibi her zaman şen, her zaman genç, her zaman eğlenceli olmak ve her yere sevinç ve zevk taşımak istemeyecek kim vardır?
Neden Cupido her zaman çocuktur? Neden? Hep şen ve şakacı, yalnız delilikler söyler, eder de ondan. Gençliğin baharı neden her zaman Venüs’ün cazibelerini sürdürür? O biraz benim ailemdendir de ondan. Saçlarının rengini babasından almasaydı belki de bu kadar sarışın olmayacaktı. Zaten şairlerin ve rakipleri heykelcilerin sözlerine bakılırsa, dilber yüzünde her zaman şen bir gülüş dolaşmıyor mu? Flora, bunca zevkleri doğuran o şehvetli tanrıça, Romalıların en yürekten saygı gösterdikleri tanrıça değil miydi?
Ama Homeros’ta ve başka şairlerde en kasvetli ve asık suratlı sayılan tanrıların hayatlarını da gözden geçirseydik onların her an deliliğin tatlı hükmüne boyun eğdiklerini görürdük. Çünkü dehşet saçan Jüpiter’in kahramanlıkları bir yana, onun âşıkdaşlıklarını ve yeryüzünde oynadığı güzel oyunları biliyorsunuz. Dişiliğini unutup durmadan ormanlarda avlanan, sonunda güzel Endymion’un aşkıyla yanan ya o pek kendini beğenmiş Diana? Bununla beraber, evvelce yaptığı gibi, Momus bu tanrıların bütün acayipliklerini yine de yüzlerine vursun, pek isterdim. Ama ikide birde gelip bilgeliğiyle zevklerini bulandırdığından ötürü, geçenlerde tanrılar ona öyle öfkelendiler ki “Ara Bozma” ile birlikte onu göğün tepsinden aşağıya attılar. O gün bugün yeryüzünde avare avare dolaşır durur. Henüz hiçbir ölümlü ona başını sokacak bir yer vermek tenezzülünde bulunmamıştır. Hele saraylara kabul edilmek umudunu büsbütün kesmiştir. Çünkü cariyelerimden biri olan “Yüze Gülme” bu saraylarda bir hükümdar gibi fermanını yürütür. Hem, kurtlarla kuzular nasıl birbirleriyle uyuşamazlarsa “Yüze Gülme”de Momus ile öyle uyuşamaz.
Bu sıkıcı tenkitçiden kurtulan tanrılar, şimdi büyük bir zevkle ve serbestçe kendilerini her türlü havai eğlencelere verebilirler. Gülünç Priapos ne iphamlar, ne şakalar yapar! Şu Mercurius köftehorunun yaptığı hileleri, hokkabazlıkları durmadan seyretmek tanrılar için ne zevk! Tanrılar sofrada iken, hatta Vulcanus’a varıncaya kadar, maskaralıklarıyla onları eğlendirmeye kalkışmayanı yok. Vulcanus kâh gülünç yürüyüşü ile onları güldürür, kâh cinaslarıyla ve şakalarıyla neşelendirip içmek arzularını kamçılar. Silenos, o ihtiyar hâliyle hâlâ çapkınlık ederek, Polyphemos ve perilerle maskara dansları ve gülünç danslar ederek gönlünü eğlendirir. Keçi ayaklı Satyrler şehveti uyandıran açık saçık türlü biçimlere girerler. Pan kaba köy türküleriyle bütün tanrıları güldürür; bunlar, bilhassa, abıhayatla çakırkeyif olmaya başlayınca, Pan’ın musikisini Musalarınkinden üstün tutarlar. Yemekten sonra, iyice sarhoş oldukları zaman ettikleri çılgınlıkları, ah, bir söylesem! Doğrusu, bu kadar deli olan ben bile, bazen kendimi tutamayıp gülüyorum… Ama şşşt! Herhangi bir tanrı konuştuklarımızı duyabilir. Momus’un akıbetine uğramaktan korkarım.
16. Yerden göğe, gökten yere gidip gelen Homeros gibi, artık ben de insanlar arasına karışmak üzere, Olympos’tan ayrılıyorum. Hayır, yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç, ne saadet, ne de zevk var. Önce bir bakın, insanoğlunun o şefkatli anası tabiat her yere deliliğin tuzunu biberini nasıl bir uzgörüşle saçmasını bilmiş! Stoisyenlere göre bilge olmak, aklını kendine kılavuz edinmektir; deli olmaksa ihtiraslarının keyfine kendini kapıp koyvermektir. Onun için değil midir ki Jüpiter hayatın acılarını, tasalarını biraz yumuşatayım diye insanlara akıldan çok ihtiras vermiştir. Birinin ötekine oranı, bir tohum tanesinin bir dragmaya oranı gibidir. Hem aklı kafanın bir köşeciğine attığı hâlde, vücudun geri kalanını ihtirasların sürekli çırpınışlarına bırakmıştır. Sonra, yapayalnız kalan bu zavallı aklın karşısına pek haşin ve gazaplı iki zalimi çıkarmıştır; üst bölümde, yani hayatın kaynağı olan yürekte “Öfke”yi, vücudun en aşağı yerlerine kadar hükmü geçen “Şehvet”i. İnsanların hareket tarzı, bu iki kuvvetli düşmana karşı akim elinden ne geldiğini her gün yeteri kadar göstermektedir. Namusluluğun kanunlarını emrediyor, bunları saydırtacağım diye sesi kısılıncaya kadar bağırıyor. Elinden gelen bu kadar… Düşmanları bu sözüm ona tanrıça ile alay ediyorlar, ona hakaret ediyorlar, hem de ondan fazla gürültü patırdı ediyorlar. O kadar ki sonunda bu faydasız dayatmadan yorgun düşen akıl boyun eğiyor, onların bütün isteklerine razı oluyor.
17. Ama kendini işlere vermesi alın yazısı olan insana, kendini yönetmede bir akıl taneciği yetmediğinden, ne edeceğini bilemeyen Jüpiter, akıl danışmak için, her zaman yaptığı gibi beni çağırdı. Ona hemen bana layık bir öğüt verdim, dedim ki: “Bir kadın yaratın, onu erkeğe eş olarak verin. Kadının çılgın ve uçarı bir hayvan olduğu doğrudur, ama hoş ve eğlendiricidir de. Erkekle birlikte yaşarken, çılgınlıklarıyla onun kasvetli ve asık suratlı huyunu hafifletip yumuşatmasını bilecektir.”
Platon, kadını akıllı hayvanlar sınıfına mı, idraksiz hayvanlar sınıfına mı sokmakta kararsız göründüğü zaman, sadece bu dilber cinsin aşırı çılgınlığına işaret etmek ister. Gerçekten, bir kadın bilge geçinmeyi aklına koyacak olursa eski deliliğine yeni bir delilik katmaktan başka bir şey yapmış olmaz. Çünkü insan tabiattan herhangi bir kötü eğilim kapmışsa, ona karşı gelmek veya onu erdemin maskesi altında gizlemek, bu kötü eğilimi arttırmak demektir. Eski bir Yunan atasözü der ki; “Erguvana da bürünse, maymun yine maymundur.” Onun gibi, kendini ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, kadın yine kadındır, yani her zaman delidir.
Burada söylediklerime kızacak kadar kadınların deli olduklarını sanmıyorum. Ben onların soyundanım, “Delilik”im. Onların deli olduklarını ispat etmek, onlar hakkında yapabileceğim en büyük övgü değil midir? Çünkü işin doğrusu, erkeklerden daha çok mesut olmalarını “Delilik”e borçlu değiller mi? Her şeyden üstün tutmakta haklı oldukları, en kendini beğenmiş zalimleri bağlamakta işlerine yarayan odilberlikleri, o cazibeleri, ilk önce “Delilik”ten almış değiller mi?
Erkeklerdeki o hoşa gitmeyen vahşi dış görünüş, o kıllı deri, o orman gibi sakal, her yaştaki o ihtiyarlık hâli nereden geliyor? Kötü huyların en büyüğü olan temkinden! Kadınların ise tersine, yanakları düz, sesleri tatlı, tenleri naziktir; her şeyleri, sürekli bir gençliğin dilber hayalini sunar. Şu dünyada erkeklerin hoşuna gitmekten başka bir arzuları var mı zaten? Bütün o süslerin, düzgünlerin, hamamların, saç kıvırmaların, parfümlerin, kokuların ve sonucu, yüzü, gözleri ve teni güzelleştirmeye, boyamaya veya gizlemeye yarayan bütün o kozmetik ilaçların amacı nedir? Ee, bunca arzulanan o amaca deliliğin aracılığı ile erişmiyorlar mı? Hem erkekler kadınların her şeyine katlanıyorlarsa, bunu salt onlardan umdukları zevki düşünerek yapmıyorlar mı? Peki, bu zevk neye bağlı? “Delilik”. Bir kadının lütuflarından faydalanmak arzusunu her duyuşunda, erkeğin söylediği saçma sapan sözlere, kadınla yaptığı bütün çılgınlıklara bakınca, bu gerçeğe inanırız. Demek ki şimdi hayatın en büyük zevk kaynağı hangisidir, biliyorsunuz.
18. Ama birçok kimseler, bilhassa ihtiyarlar Bakkhos’un lütuflarını aşkınkinden üstün tutarak, en büyük şehveti sofranın zevklerinden ibaret sayarlar. Kadınsız yemeğin tadı çıkar mı, çıkmaz mı, hiç bunun üstünde duracak değilim. Muhakkak olan şu ki, delilikle neşelenmedikçe her yemek tatsız ve kasvetli olur. Öyle ki bir yemekte gerçekten deli olan veya öyle görünmek isteyen biri yoksa şakalarıyla, hoş sözleriyle, yani delilikleriyle suskunluğu, kasveti dağıtsın ve konukları güldürsün diye bir soytarı tutarlar veya neşeli bir asalağı getirirler. Gerçekten, gözlerle kulaklar şenliğe katılmamış, oyunlar, gülüşler ve zevklerle zihin neşelenmemişse etlerle, lezzetli yemeklerle karnını tıka basa doldurmak neye yarar? İşte, o oyunları, ogülüşleri, o zevkleri yaratan yalnız benim. Şölene kura ile başkan seçmek, çepeçevre oturup türkü söylemek, dans etmek, sıçramak, hoplamak gibi, yemeklerde âdet olmuş o neşeli törenleri kuran kimdir sanıyorsunuz? Yunanistan’ın yedi bilgesi mi? Hiç de değil. İnsanoğlunun selameti için bunları icat eden benim. Bu türlü eğlentilerde ne kadar çok delilik edilirse insanların tasalı olunca hayat demeye yakışmayan ömürleri de o kadar uzar. Oysaki hiç peşini bırakmayan can sıkıntısını bütün bu zevkler kovmadıkça, hayat her zaman kasvetli olacaktır.
19. Bütün bu zevkleri duyamayıp saadeti ancak söyleşide bulan birtakım insanlar da var belki. Onlarca dostluk, nimetlerin en büyüğüdür; hayat için su, ateş ve hava kadar gereklidir; tabiat için güneş neyse insan için de dostluk odur. Sonuç olarak, dostluk o kadar hoş, okadar namusludur ki (bu sözün bu işle hiçbir ilgisi yoktur) filozoflar bile onu en büyük nimetler arasına koymuşlardır. Ya ben ispat edersem ki bütün bu dostluklara da can veren yine benim. Bundan kolay ne var! Şimdi bunu size gün gibi aydın kılacağım. Ama bunu yapmak için, ince mantıkçıların kullanmaya alıştıkları ne o çelişkilere ne o zincirli kaziyelere ne de daha başka muhakemelere başvuracağım; sağduyunun ışıkları peşinden gitmekle yetineceğim. Öyleyse başlıyorum.
Dostlarının hovardalıklarına göz yummak, kusurları üzerine hayale kapılmak, onları taklit etmek, en büyük kötü huylarını beğenmek, birer erdemmiş gibi bunlara hayran olmak, deliliğe sapmak denen şey değil midir? Metresinin teni üzerinde gördüğü bir beni aşk ve şevkle öpen şu âşık, Agnes’inin ahtapotunu şehvetle koklayan şu beriki âşık, şaşı oğlunun bakışını dokunaklı bulan şu baba… Bütün bunlar salt delilik değil mi? Evet, bunların delilik, hatta deliliğin daniskası olduğunu istediğiniz kadar söyleyin. Ama kabul edin ki, dostlukları kuran, besleyen yine de bu deliliklerdir. Burada, yalnız birtakım kusurlarla doğan, içlerinde en iyisi, kusuru en az olan ölümlülerin lafını ediyorum. Kendilerini birer küçük tanrı sanan o bilgelere gelince; dostluk hemen hemen hiç onları birbirlerine bağlamaz veya bazen bağladığı olsa bile bu, hep kasvetli ve hoşa gitmeyen, pek az kimse arasında yayılmış bir dostluktur. Bu bilgelerin hiçbir zaman kimseyi sevmediklerine dair teminat vermekten sakınırım. İnsanların çoğu delidir, hatta denebilir ki deliliğin birkaç türlüsünü kendinde toplamamış olanı bile yoktur. Oysaki bütün dostluklar benzerlik üzerine kurulmuştur.
Şu hâlde, bu asık suratlı filozoflar bazen birbirlerine karşılıklı iyi niyet bağlarıyla bağlansalar da bu pek sağlam olmayan bağlılık; dostlarının kusurlarını görmekte vaşak kadar keskin gözlü, kendilerine karşı gözleri kör, her zaman kasvetli ve keyifsiz, sanki heybe masalı üzerlerine söylenmiş bu insanlar arasında uzun sürmez. Gerçekten, tabiat tarafından bütün insanların bazı esaslı kusurların sahibi olmaya mahkûm edildikleri düşünüldüğünde; türlü yaş, karakter ve eğilimdeki insanlar arasında yarattığı çok büyük fark göz önünde tutulduğunda; ölümlü hayatlarının sürekli şekilde tabi olacağı bütün ozaaflar, o hatalar, o kazalar üzerinde derin derin düşünüldüğünde, delilik -isterseniz gönül alma deyiniz- gelip de onların mizaçlarındaki sertliği yumuşatmadığı takdirde, bu kadar keskin bakışlı insanlar arasında tatlı dostluğun bir saat bile sürebileceğini nasıl aklımızdan geçirebiliriz? Ya, bütün hoşa giden bağlılıkların yaratıcısı, babası olan Cupido kör bir tanrı değil mi? Çoğu zaman çirkinliği güzellik sanmıyor mu? Onun sayesindedir ki bütün insanlar sevdiklerinden hoşnutturlar; yine onun sayesindedir ki ihtiyar adam ihtiyar dostunu, bir delikanlının genç metresini sevişi gibi sever. İşte her yerde görülen şey, işte her zaman gülünç sayılan şey! Ama yine öyle iken bütün dostluk bağlarını kuran, sıklaştıran işte bu gülünç şeydir.
20. Dostluk üzerine daha önce söylediklerim, evlenmeye daha da çok uygun düşer. Ulu tanrılarım! Hepsi de benim maiyetimden olan yüze gülme, oyunlar, gönül alma, mürailik ve kurnazlıklar, kadınla erkek arasındaki bağı durmadan destekleyip beslemeseydi eğer, her gün gözümüzün önünde ne kadar boşanma, ne kadar uğursuz olay görecektik. Ah, eğer yarınki güveyi, şimdi öyle alçak gönüllü, öyle temkinli görünen küçük Agnes’inin, düğünden çok önce oynadığı bütün oyuncukları özenle soruşturmak ihtiyatlılığını gösterseydi pek az evlenmenin gerçekleştiğini görecektik. Eğer, kocaların kayıtsızlığı veya budalalığı sevgili kadınlarının yapıp ettiklerini görmeyecek kadar gözlerini kör etmeseydi gerçekleşmiş olanlardan da bağını uzun müddet sürdürebilecek kaç tanesi bulunurdu?
“Bütün bunlar delilikten başka bir şey değil.” demekte haklıdırlar ama yine de kadının kocasının hoşuna gitmesini sağlayan deliliktir; ev ocağında barışı koruyan, ayrılmalarla boşanmaları önleyen odur. Koca ile alay ederler, boynuzlu derler, pezevenk derler, ona taktıkları bütün adları ben nereden bileyim; oysaki o esnada zavallı adamcağız sadakatsiz kadının vefasız gözyaşlarını öpücüklerle kurutmaktadır. Ama kıskançlığın işkencelerine ve insanın içini kemiren kuruntularına kendini kaptırmaktansa, şiddetli ve feci sahneler yaratarak ortalığı karmakarışık etmektense, kendini o tatlı hataya kapıp koyvermek bin defa yeğ değil midir?
21. Hasılı, ben olmasam hoşa giden veya sürekli hiçbir bağ göremezsiniz. Müstebit kral halkını, uşak efendisini, cariye hanımını, çömez öğretmenini, dost dostunu, koca karısını, ev sahibi misafirini, arkadaş arkadaşını hata, yüze gülme, gönül alma veya başka bir delilikle birbirlerini aldatmasalar, pek kısa zamanda biri öteki için çekilmez olur. Bütün bu söylediklerimin sizi hayrete düşürdüğünden hiç şüphem yok. Ama daha birçok şey işiteceksiniz.
22. Rica ederim, söyleyin bana; insan kendinden tiksinince, herhangi bir kimseyi sevebilir mi? Önce kendi yüreğiyle anlaşmayınca başkalarıyla geçinebilir mi? Kendi varlığından bezip bıkınca topluma neşe verebilir mi? Bütün bu sorulara müspet bir karşılık verebilmek için, deliliğin kendinden daha deli olmalı. Oysaki beni toplumdan sürüp çıkardılar mı başkalarını çekebilmek şöyle dursun, insan kendini çekemez olur; o zaman, kendisiyle ilgisi olan her şeyden tiksinecek, kendi gözünde kendisi bir kin, bir iğrenme ve bir tiksinme konusu olacaktır. Çünkü çoğu zaman anadan çok üvey ana olan tabiat, bütün insanlara, bilhassa az çok bilgeliği olanlara ellerindekini küçümsemeye götüren kara bahtlı bir eğilim, hayatın bütün faydalarını, bütün zevklerini, bütün cazibelerini bozup berbat eden uğursuz bir eğilim vermiştir. Ölümsüzlerin insana bağışladıkları en değerli bağış olan güzellik, bu güzelliğe sahip kimse, kendinden hoşlanmayan biri ise neye yarar? Kara sevdanın kara zehri ile zehirlenmiş bir gençliğin faydaları neler olabilir? Burada sağımda gördüğünüz, menfaatlerime karşı gösterdiği candan ilgi ile muhabbetime iyice hak kazanmış olan “Benbenlik”in yardımı olmadıkça hayatta, tam yerinde (Çünkü tam yerinde, yalnız sanatların büyük prensibi değil, aynı zamanda, hayatın bütün işlemlerinin de prensibidir.) yürekten bir istekle yapabileceğiniz hiçbir genel veya özel işlem yoktur.
İnsanın her yaptığından memnun olması, kendi kendine hayran olması kadar büyük delilik olur mu? Böyle olmakla beraber, itiraf edin ki güzel, hoş olarak yaptığınız ne varsa hepsini bu deliliğe borçlusunuz. Evet, benbenlik olmadıkça bütün işlemlerinizde ne hoşluktan, ne zarafetten, ne de uygunluktan eser kalır. Hayatın bu tatlı cazibesi bir kere yok olup gitti mi artık ne güzel söz söyleyenin işleminde sıcaklık, ne musikicinin seslerinde hoşluk ne de zevzeğin tavırlarında güldürücülük kalacak, şairle ve Musalar ile alay edilecek, ressam ve sanatı küçümsenecek ve ilaçlar ortasında hekimin açlıktan ve sefaletten öldüğü görülecek. Sonuç olarak, bir Nireos bir Thersites, bir Phaon bir Nestor sanılacak, zarif adama budala, değerli bir adama çocuk, en nazik kavalyeye de kaba bir köylü gözüyle bakılacak. Demek oluyor ki, herkesin kendi kendini okşaması, kendisine başkalarının değer biçmesini istemeye kalkışmadan önce, kendisinin kendine değer biçmesi gerektir.
Herkesin neyse o olmaktan, elinde bulunandan memnun olması saadetin en büyük payı değil midir? Öyleyse, bu faydayı da size sağlayan yine benim sevgili Benbenliğimdir, herkesi kendi yüzünden, zekâsından, doğuşundan, yerinden, ahlakından, vatanından memnun kılan odur. Onun sayesindedir ki, İrlandalı İtalyan’dan, Trakyalı Atinalı’dan, İskit Saadet Adaları’nda oturandan kendini daha mesut sanır. Ölümlülere dağıttığı bağışların türlü türlü olmasına rağmen, her birine verilen nimetleri her zaman haklı bir denklem içinde tutan tabiatın uzgören ihtimamlarının o hayran olunacak etkisi, bağışlarından birkaçını herhangi bir ölümlüden esirgese bile, ona armağan olarak biraz fazla benbenlik verir. Ama tabiat ondan bir şeyler esirger demekle, ben de ne delilik ettim! Tabiatın ona bağışlayabileceği en büyük bağış benbenlik değil miydi? Ama şimdi size ispat edeceğim; hiçbir güzel işlem yoktur ki, sebebi ben olmayayım; biraz sağlık vermeye değer hiçbir bilim, hiçbir sanat yoktur ki varlığını bana borçlu olmasın.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/erasmus-desiderius/delilige-ovgu-69428980/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Yunancada, Latincede “delilik” kelimesinin karşılıkları dişi kelimeler olduğundan bu yüzden Erasmus deliliğin kendisini “tanrıça” olarak adlandırıyor. (ç.n.)