Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar

Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar
Mükerrem Kâmil Su
Salon hayatının yıldızı bir kadın… Etrafına ışık ve ihtişam yayıyor… Girdiği her yerde tüm gözleri kendine çeviriyor, etrafında insandan bir halka oluşturuyor… Bunlar herkesin bildiği, gördüğü, konuştuğu şeyler… Bilinmeyen ve sezilmeyen ise bu güzellik ve ihtişamın arkasındaki azap denecek kadar acı veren, bulduğuna razı olamayan, durmaksızın çırpınan bir ruh… Bu kadın bir gün tüm bu debdebeden, göz boyacılığından, samimiyetsiz ilişkilerden usanıp kendini kocasına ve evine adarsa ne olur?.. Bulunduğu toplumsal çevrenin insanı sarıp sarmalayan ilişkileri buna izin verir mi?.. Ya ruhu?.. Kendisini, yine her şeyi arkasında bırakarak başını alıp gitmeye çağırır mı?.. Çırpınan sular durulur mu?.. *** Kocasına sevgiyle bağlı olan Sermin, arkadaşı ile eşi Ali’nin ihanetini öğrendikten sonraki aldatılmanın verdiği meşum histen kendisini kurtaramaz. Gün geçtikçe içerisinde büyüyen bu his onu, kocasının yaptığı aynı hataya sürükler. Tren istasyonunda tanıştığı bir yabancı ile yasak bir ilişkinin pençesine düşen Sermin, o gecenin hatırası olan bir kız çocuğuna gebe olarak evine döner. Bu müthiş sır, uykuya yatırılsa da kızının büyümesiyle uyanmaya başlayacak ve tüm gerçekler, Sermin’in hazmetme tahammülünün tükenmesiyle gün yüzüne çıkacaktır.

Mükerrem Kâmil Su
Çırpınan Sular Uyuyan Hatıralar

ÖN SÖZ
Mükerrem Kâmil Su, Cumhuriyet Dönemi öncesi ve başlarında yetişmiş bir eğitimci olmasına rağmen sade ve arı dili ile dikkat çeken bir yazardı. 1920’li yıllarda öğretmenlik mesleği ile birlikte sürdürdüğü yazım hayatını bir ömür boyunca devam ettirdi. Aşk ve maceranın konu edildiği, kahramanları arasında zaman zaman kendi yaşantısından kesitler yansıttığı ilk yapıtlarına 1970’lerden itibaren çocuk kitaplarını ekledi. Ülkenin geleceğinin sağlam temeller üzerine kurulmasının eğitim ile mümkün olacağına inandığından, en kıymetli yatırım malzemesinin gençler olduğunu savundu. Dilimize yönelik hızlı bir yabancı kelime istilası başladığında, endişesini dile getirerek, kültür hazinemizi korumamız için Türkçeye sahip çıkmamızın önemini vurguladı. Çok sevilen bir eğitimciydi, benim de ilk öğretmenimdi. Ondan aldığım bilgiler ve nasihatler ışığında yetiştim. Kendisinden, 1.Dünya Savaşı yıllarının yokluklarını, Çapa Kız Öğretmen Okulunda öğrenciyken şahit olduğu İstanbul’un işgalini dinlerken özgürlüğün önemini öğrendim. Babaannem ile ilgili çok şeyler yapmak istedim. Bu sade ve mütevazı ama hatırlanması gereken edebî değerin eserlerinin yeni nesillere tanıtılmasının önemini kavradım. Bunca yılın emek ve çabasının birkaç sahafın raflarında gizlenmesine razı olamadım. Yeni kuşakların onu tanıması, eserlerinden istifade etmesi sevincim, benim için çok değerli olan anısını yaşatabilmek gururum olacaktır

    Mehmet Ali TANAYDI
    İstanbul, Şubat 2009

ÇIRPINAN SULAR

BİRİNCİ KISIM
Yemek salonuna geçileceği sırada gelmişti. Kapıda görünür görünmez bütün gruplarda bir heyecan rüzgârının esişi belli oldu. Başlar ona doğru çevrildi. Birçok kalplerde çırpıntı başladığı kolayca sezilebiliyordu. Üstünde zarif bir gece elbisesi vardı. Boynu, saçlarının siyah dalgası ile robunun siyah ipeği arasında nefis, beyaz bir çizgi hâlinde görünüyordu. İnce ve pek düzgün vücudunu yumuşak okşamalarla saran ipeğin, gecenin karanlığına dökülen bir çağlayan şeklinde belden aşağı inişi vardı. Arkası çok açıktı. Kollarının açıkta kalan kısmıyla sırtının mat rengi gözleri kamaştırıyordu. Az dalgalı, parlak saçlarını yandan ayırarak ensesinde toplamıştı. Geniş, esmer alnı üstünde ince, uzun kaşları, düz ve sık kirpikleri, harikulade canlı ve büyük gözleri vardı. Burnu, eski Yunan güzellerinin burunlarındandı. Pürüzsüz, esmer yüzünde kızıl dudakları ihtiras yaratıyordu. Çenesinde gülerken ve konuşurken beliren tatlı bir çukur göze çarpıyordu.
Bir bakışta çeken, sürükleyen, kendine bağlayan ve geri alınmaz aşklara basıp geçen bir yaradılışı vardı.
Yüzünün çizgileri ayrı ayrı incelense belki hiç de güzel değildi. Fakat geniş alnı üstünde kaşları harekete geçince o alın manasını büsbütün değiştiriyor; birbirine dolanan gür kirpikleri aralanınca siyah elmaslardan daha koyu ve ışıklı gözleri harikulade canlı bakışlar ile ona herkesten ayrı bir mana veriyordu.
Kapalı iken sadece arzuyu ateşleyen dudakları, gülerken, konuşurken o kadar değişiyordu ki… Küçük, biraz seyrek, çok fazla parlak dişleri insana o anda nefis bir inci yağmuru başlayacak hissini veriyordu.
Sesi biraz kalın ve tahrik ediciydi. Tanrı’yı en yüksek sanatkâr olarak kabul edenlere göre, bu kadının, onun en muhteşem bir eseri olmak lazım gelirdi. Şüphesiz ki, o da yaratıcılığının sonsuz hazzı, heyecanı, ihtirası ve coşkunluğu içinde bir aşk hummasına tutulduğu sıralarda onu bu topraklara vermiş olmalıydı.
Ama niçin? Belki aşkın en yükseğini tanıtmak belki de insanları ızdırabın sonsuzluğuna atarak olgunlaştırmak için… Kim bilir, belki bunlar değil de sadece şekil güzelliğini hiçe indiren yüksek mananın ne demek olduğunu öğretmek emeliyle…
Salonda göründüğü dakikada kalplerin vuruşları gibi yürüyüşler de hızlandı. Erkekler çabucak etrafını sardılar. Kadın başlarında kıskançlık fırtınası birçok iyi ve güzel duyguyu kökünden sarstı. Ve gayet nefis boyanmış, güzel dudaklar yavaşça, tatlı gülüşlerin paravanı arkasında harekete geçtiler:
“Bu elbisesini hiç görmemiştim. Arkasını pek fazla açık bulmuyor musunuz?”
“Hemen hemen bele kadar sırtı tamamen açıkta kalmış.”
“Tabii, güzelliğinden emin!”
“Siz de onu, birçokları gibi güzel mi buluyorsunuz?”
“Yook, ne münasebet. Bir kere ben zaten esmerlerden hoşlanmam.”
Ufak tefek, pek frapan giyinmiş bir genç kadın:
“Ama sarışınları gölgede bırakıyor.” diye çıngıraklı bir kahkaha ile söze karıştı.
Erkekler saygılarını açığa vurmak için birbirleriyle yarışa çıkmış gibi görünüyorlardı. Ve o, salonun havasını karıştıran varlığının engininde hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi ev sahibi ile konuşmaya başladı.
Yemeğe giderken Sermet, dakikalardan beri gözlerini üstünden ayıramadığı genç kadının arkasından sürüklenir gibi olduğunu fark etti. Hayata yeni atılmış, tecrübesiz bir gençti. Uzun tahsil yıllarından, daima kapalı geçen okul hayatından sonra sosyeteye yeni katılıyordu. Gayet iyi arkadaşlarından Mahir’in ısrarı neticesinde bu yemek çağrısını kabul etmişti. Uzun boylu, açık yeşil gözlü, geniş omuzlu, zayıf bir çocuktu. Kemikli yüzünde göze çarpan şey, yalnız çok tatlı ve munis bakan gözleriydi.
Şimdiye kadar bulunduğu birkaç toplantıda güzel, iyi giyinen, konuşmasını ve toplu hayat icaplarını bilen kadınlar tanımıştı. Kendi aralarında, yakın arkadaşlar muhitinde de cana yakın kızlarla ahbap olmuştu. Onların şen kahkahaları, kıvrak hareketleri, yadırganmayan temiz bakışlarıyla sosyete âlemine alışmaya başlamıştı. Tanıdığı kızlar arasında dostluklarını, ileride bir gönül arkadaşlığı derecesine intikal ettirebilmeyi düşündükleri de vardı. Bunlardan Vacide’yi dürüst hareketleri, kuvvetli mantığı yüzünden çok beğeniyordu. Orta boylu, kumral, çocuk bakışlı, sempatik bir kızdı. Tanıştıklarından birkaç ay sonra, belki ileride onunla evlenir, sağlam bir yuva kurarım, diye düşünmüştü.
Yıldız’ı pek hoppa, fazla şımarık bulmakla beraber, karşılaştıkları sırada çekiciliğinden kendini kurtaramadığını da pek iyi hissediyordu. Sarışın, minyon, boncuk mavi gözlü, pek hareketli bir şeydi. Daldan dala atlayan zarif bir kelebeği andırıyor, kızdığı zamanlarda da can yakan arılardan farksız görünüyordu.
Sermet, bu genç kızın müşekkel[1 - Müşekkel: Biçim verilmiş, gösterişli. (e.n.)] güzelliğine kapıldığını, onun rengine, neşesine ve içinden taşan çılgınlıklara hayran olduğunu anlıyordu. Ama onunla hayatını birleştirmeyi düşününce daima içinde buruk bir his kıpırdıyor, kalbine açılan yolun karşısına kafasının düşünce dikenleri çıkıyordu.
Ve sonra Oya karşısında açık bir emniyet hissediyor; onda geleceğin tatlı, yumuşak bir aynasını görür gibi oluyordu. Oya güzel değildi. Hayatını çalışarak kazanmak mecburiyetindeydi. Vacide ve Yıldız’la okul sıralarında yapılan bir arkadaşlıkları olduğu için ara sıra bu toplantılarda bulunuyordu.
Sermet âşık tabiatlı bir gençti. Hayatında ilk görüşte kapıldığı kadınlarla deli gibi tutulduğu kızların hayali çoktu. Bazen tramvayda rastladığı bir kadının güzel gözlerine bağlanır; haftalarca, aylarca her gözlerini kapayışta bu bir çift gözün rüyasını görürdü. Sonra bir başkasının nefis vücudu, bir diğerinin biçimli başı ve nihayet yine birinin saçlarının rengi onu bağlandığı güzelden uzaklaştırıverirdi. Ve bu, yirmi beş yıllık hayatı içinde daima böyle olmuştu. Büyük boşluk içinde müddetini doldurup da sönen yıldızlar gibi, hiçbir zaman aşk diye isimlendirilmeyecek hevesler, istekler, sevgi sanılan iğreti hisler gelip geçmiş ve genç adam daima kendi kurduğu hayal cihanı içinde tatlı bir gençlik hayatı sürmüştü.
Fakat Nahide’yi görür görmez hislerinin kamaşması ötekilerle ölçülecek mahiyette değildi. Garip bir baş dönmesine tutulmuştu. Bakışları genç kadının bakışlarına değdikçe bulanıyor, kalbinde güç isim verilecek bir karışıklık oluyordu.
Yemekte tam onun karşısına oturmayı büyük bir şans olarak kabul etti. İçinde birbirini kovalayan zıt hisler vardı. Bu hislerin en kuvvetlileri sonsuz bir hayranlık ve korku ile ifadelendirilebilirdi. Ona, bir bakışta hayran olduğu muhakkaktı. Fakat niçin korkuyordu? O da şimdiye kadar hayalinde çakıp sönenler gibi gelip geçici bir hevesten, bir gün kaybedilmesi pek tabii olan bir eski rüyadan başka bir şey mi olacaktı? Tanımadığı, fakat elinde almadan varlığı etrafında zincirlenip kaldığı kadının bakışlarındaki ışıklı karanlığa dalan gözleri kendini tutamasa yaşlarla dolacaktı. Niçin?
Yüreğini yakıp geçen, çırpınan duygular nereden geliyordu? Gözyaşları niçin göz kapaklarını yakıyor, niçin lokmalar boğazında düğümleniyordu?
Bazen bakışlarını başkalarının üstünde dolaştırmak istiyor; gelişigüzel birine derin derin bakmak, başka renklerin, başka güzelliklerin ve kokuların tesiriyle, düştüğü perişanlıktan kurtulmak istiyordu.
İşte ileride gayet şık giyinmiş, sarışın, iri lacivert gözlü bir genç kadın… Bakışları karşılaştıkça daima gülümseyen, ümit veren, vaatlerle dolu, büyük, ateşli gözler…
Biraz ötede, en müşkülpesent erkekleri yatıştırıp dizleri dibine düşürecek kadar kudretli görünen, muntazam bir kadın başı… Ve nihayet gülen, söyleyen, konuşan, çeken, alıp giden birçok kadın… Fakat hayır. Hiçbiri, artık hiçbiri onun gönlünü ardından sürüyüp alamıyor. O, nefis bir ay ışığı gibi doğalı, ötekiler az ışıklı birer yıldız olmaktan kurtulamayacaklar.
Etrafındaki erkeklere dikkat ediyor. Evlilerde bile göze çarpan bir heyecan görülüyor. Hele onun pek yakınında oturanlar, ona, bu muhteşem sofrada yardım edebilmek mazhariyetini o kadar açık hissettiriyorlar ki…
Sermet, ondan kaçırmak istediği bakışlarının, yine onun muğlak bakışlı gözlerine doğru çekildiğini hissediyor, ürpermekten kendini alamıyordu.
Hayır, hayır… Katiyen bu, diğerlerine, hiçbirine benzemiyordu. Sever gibi olduğu, beğendiği üç genç kız ve zaman zaman hayalinde çakıp sönen bütün ötekiler, hepsi birden birbirine zincirlenmiş gibi çekilip gidiyor; ruhunun enginlerinde başka duygulara yer kalmayacak bir şekilde bir saltanat kuruluyordu.
Henüz ismini öğrenemediği meçhul bir kadın saltanatı!..
Onun kim olduğunu düşündüğü dakikada bakışları delice bir çabuklukla uzun parmaklı ellerine değdi. Sol elinin yüzük parmağında tek taşlı, iri bir pırlanta yüzük vardı. O kadar… Demek, demek ince bir halka ile hayatında bir başka kalbin varlığını taşımıyordu. Bu, genç adamın çılgın çırpınışlarla göğsünü yoran yüreğine garip bir ferahlık verdi.
Yanındakiler ona olan hayranlıklarını ispat edebilmek için en küçük fırsatları kolluyorlardı. Hele solundaki esmer adam! Bir an oldu ki, Sermet, içinde, karşısındaki fazla şık ve bu hayata pek alışık görünen orta yaşlı adamı tokatlamak ihtiyacını duydu. Dövüşmek, ona iltifat edenlerin boğazlarına sarılmak istiyordu. Ve o, tecrübesiz başında kasırgalar koparan meçhul kadın, bir kere bile yüzüne bakmak lüzumunu hissetmeden daima ötekilerle, hepsini kendine azılı birer düşman olarak telakki ettiği erkeklerle meşgul oluyordu.
Yemek ne kadar devam etti, neler yedi? Yahut yemek istemediklerini ne şekilde reddetti, farkında değildi. Sofra adabına aykırı hareket ettiğini de henüz anlamamıştı. Eğer yakınında oturanlar, hislerinin ince yolları ve arzularının ılık rüzgârı içinde çalkalanmamış olsalardı falsoları çabucak meydana çıkar, alabildiğine gülünç olurdu. Fakat obunları değil, esrarlı bir genç kadın başına bağlanan talihinin kendisini nerelere doğru çekip sürükleyeceğini düşünüyordu.
Belki onu da diğerlerini olduğu gibi unutabilirdi, yine bir başka cazibeye kapılıp giderek… Fakat şimdilik buna imkân görmüyordu. Konuşurken, gülerken yüzünün ince çizgilerinde tüten manaya baktıkça, dize gelip ona tapmaktan başka aklına bir şey gelmiyordu.
Salona dönüldüğü zaman yine bir esir gibi onun arkasından sürüklendi. Oturdular. Genç kadının pek yakınında yer aldı. Onun biraz kalın, fakat ürpertiler veren sesini dinlemek, gülüşlerini yakından görmek, bakışlarında çakıp sönen ışıkların büyüsüyle sarhoş olmak, genç kalbinin genç duyguları için önüne geçilmez bir ihtiyaç hâlini aldı.
İri yapılı, esmer bir adam, çok zengin ve yüksek bir mevki sahibi olduğunu bildiği Hakkı Raşit, herkesten fazla genç kadınla meşgul görünüyordu. Uzun bir konuşmaya dalmışlardı. Sırasında Nahide iğneli sözler söylüyordu. Fakat Hakkı Raşit, ondan gelen her şeyi gülümseyerek karşılıyor, onu her şeyiyle benimsemiş görünüyordu.
Bir aralık Sermet, mağrur tanıdığı erkeğe karşı içinde kıskançlığı yutan garip bir acıma duydu. Genç kadınla aralarında kalbî bir anlaşma olduğunu düşünerek bozuşmaları ihtimaliyle titredi. Leke düşmemiş yüreğinde, görüp tanıdıkları, hatta hiç tanımadıkları için iyi duygular taşıyordu. Onlarda sevişen iki kalp, fakat sevgilerini karşılıklı bir hırpalanışla gizlemeye mahkûm bir ruh hâleti sezer gibi oldu. Birden, mesut olmalarını, anlaşmalarını, aralarındaki suitefehhümün[2 - Suitefehhüm: Kötü anlayış. Yanlış anlama. (e.n.)] kalkmasını candan istedi. Bu tehlikeli kadın bir başka erkeğin hayatına çekilip giderse dinleneceğini, geniş bir nefes alacağını düşündü ve bu hissine kendi de güldü.
Bir an lüzumsuzluğunu kavrayamadan onların münakaşalarına karışıverdi:
“Lakin hanımefendi, Hakkı Raşit Bey size çok kıymet verdikleri için sözlerinizin üstünde bu kadar duruyorlar.”
Kır saçlı, hâkim bakışlı erkek garip bir gülümsemeyle genç adamın yüzüne baktı. Nahide, Sermet’ten tarafa hafifçe döndü. Bakışlarında ürkütücü ışıklar yanıp söndü. Dudakları nefis bir kıvrımla, ince bir azarı andıran manalarla aralandı:
“Elbet kıymet verecek!..”
Elbet kıymet verecek… İnsan ruhları üzerinde ılık bir nefes gibi dolaşan bu ses, genç adamın maneviyatını olanca kuvvetiyle sarstı. Benliğinin hudutsuz yollarında binlerce ses, hep birden dakikalarca bu üç kelimeyi tekrarladı durdu.
Gözlerine değen koyu renkli bakışlarda neler vardı? O anda Sermet gözlerini yummak, yaşadığı yerlerin havasını değiştiren bu bambaşka kadının ellerine kapanarak “Ölünceye kadar sana bağlı kalacağım! Arkandan yürüyeceğim! Ateşe, ölüme, aşka ve ızdıraba kadar!..” demek istedi.
Gecenin, tayin edemediği bir saatinde ayrıldıkları zaman Sermet, düştüğü şaşkınlıktan henüz kurtulmuş değildi. O, ardından sürüklenip giden gönüllerin buhranını hiçe sayarak, varlığı etrafında dolanan hislerin ateşini fark etmiyormuş gibi görünerek gecenin karanlığına dalıp gitmişti.
Otomobilinin uzak bakışlı, sarışın bir göz gibi ışıldayan lambalarına bakarak caddenin bir köşesinde kalan genç adam, kendini ayakta tutabilen kuvvete şaşıyordu.
Niçin gitmemişti?
Niçin otomobilin kapısını açan şoförün yerinde değildi?
Niçin, niçin onun arkasında bir aşk hummasına tutulmuş gibi kendinden geçmişti?
Rastgele sokaklara dalıp çıkarak neden sonra evine dönebildi. Orada en sevdiği üç şeyin karşısında kalbiyle yüz yüze geldi:
Annesinin resmi,
Kütüphanesi,
Kedisi.
Annesinin ince yüzünde sanki içli bir hatıranın dumanı tütüyordu. Kitapları her zamanki dost bakışlarının karşılığını boş yere beklediler. Kedisi, boynunu okşamayan sahibinin hüznü karşısında türküsünü kesti. Ve sabaha kadar genç adam masasının başında binbir hayale, vehme, karmakarışık hislere şekil vermeye çalışarak boş yere uğraştı.
Mahir’e uzun bir mektup yazarak bir gece içinde düştüğü perişanlığı anlatmak istedi, vazgeçti. Çünkü o, bu saçma şeye yine her zamanki gibi gülecek, “Yenisi belirince bu da unutulmayacak mı?” diye eğlenecekti.
Kendisi de bunun böyle olmasını istiyordu. Onu o kadar erişilmez yüksekliklerde görüyordu ki, hiçbir zaman aşkına cevap veremeyeceğini, kalbinin derin duyuşlarını açığa vurduğu zaman “çılgın” diye hakaret edeceğini, müstehzi bir bakış, kırıcı bir kahkaha ile uzaklaştıracağını düşünüyordu.
Onu düşünmemek, bir gecenin rüyasını bir daha tekrarlamamak üzere unutmak lazımdı. Kurtuluş ümidiyle, beğendiği, karşılarında zaman zaman zaafa kapıldığı üç genç kızı gözlerinin önüne getirdi. Fakat ne yazık ki onlar da yaldızı, boyası dökülmüş, soluk birer resim çerçevesi hâlinde manasızlaşmışlardı. Nasıl olup da onları cana yakın bulduğunu, bir gün onlardan herhangi biri ile hissî bir anlaşma yoluna sapacağını ve bir yuva kurabileceğini düşündüğüne şaşıyordu. Hiç uyumadan sabahı buldu. İşine gittiği zaman yine kafası onunla meşguldü.
Dosyaların, imzalanacak kâğıtların yığını içinde bocalanırken telefonun zili öttü. Arkadaşı Mahir, bu gece Bay Rasim’le Reyhanlarda buluşacağını haber veriyordu. “Gelemem, imkânı yok, başım ağrıyor, kırıklığım var.” gibi sözlerle bu çağrıyı reddetmeye çalışırken birden elektriklenmiş gibi yerinde sarsıldı:
“Biliyor musun? Nahide Hanımefendi senin kim olduğunu sordu.”
“Kime?”
“Bana.”
“Ya?!”
“Pek şaştın. Fakat hak veririm dostum. Çünkü onun gibi bir kadının alakasını çekmek, gökten yıldızları yere indirmek gibi bir şeydir.”
Boğazına bir yumru takıldı. Artık karşılık veremiyordu. Kulakları uğulduyor, gözlerinden ateş böcekleri gibi parıltılı bir şeyler uçuyordu. Bu, haddizatında, belki de gayet basit bir tecessüsten ibaretti. Fakat bütün bir gece bir tek kadını, o bir tek meçhul kadını düşüne düşüne asabı gerilen genç adama bu alaka, aklı hayali durduracak bir şeymiş gibi geldi.
Akşamüstü evine döndüğü zaman yüreğinde tatlı bir çarpıntı vardı. Onu tekrar görmek, bir kere daha gözlerinin yangınında eriyip kül olmak, ona buruk bir haz, bambaşka bir zevk verecekti.
Fakat onu görmedi. Gecenin çok geç saatine kadar kapılarda kalan bakışları, en küçük seslerle çırpınan yüreği, boşuna bekledi.
Sevilen, beklenilen, arzulanan birini bekleyip de bulmamak ne fecidir. Onu görmek ümidini kaybettikten sonra artık hiçbir şeyle oyalanmanın imkânı yoktur. Kendisini toplantıdan toplantıya sürükleyen arkadaşının kolunda boş sokaklara dalınca ince bir isyanla ürperdi:
“Artık bu gezintilere son vermek istiyorum Mahir. Bıktım. Gece yarılarına kadar uykusuz, sigara dumanı, kahkaha, espri, dedikodu ve ne bileyim, bir sürü seremoni içinde bocalamaktan bıktım. Artık evime çekilmek, gündüzleri daha salim bir kafayla çalışmak, geceleri de bol bol okumak istiyorum.”
“Seni anlıyorum. Ve bu isyanın sebebini de keşfediyorum dostum!”
“Ne demek istiyorsun?”
“Anladığın şeyi.”
“Ben bir şey anlayamıyorum.”
“Açayım öyleyse… Deli gönlünün yine dizgine vurulmaz bir hâle geldiğini söylemek istiyorum.”
“Yanılıyorsun.”
“Zannetmem.” “Görürüz.”
“Evet, görürüz ileride… Fakat dikkat et! Sen de yanarsın…”
“Demek yananlar o kadar çok?!”
“Evet, bir araya gelseler bir hayli yer işgal ederler.”
“Kim bu kadın?”
“Bayan Nahide!”
“İsmini sormadım.”
“İsmini söylemek kâfidir. Ateş, kan, aşk ve ızdırap arkasından gelir.”
“Tehlikeli bir şey desene?..”
“Fark etmedin mi sanki?..”
“Evet, haklısın ama ben bu hissi yenmeye çalışacağım. Gerçi ben alımlı bir kadını görür görmez benimser gibi olan, onun herhangi bir şeyi için aylarca hayal kuran bir adamım. Fakat artık çocukluk, çılgınlık, gençlik çağı geçti. Daldan dala atlamak yasak. Uzakta yaşayan, daima sevilen kadından gizli kalan, öyle çocukça hisler ve hevesler, talebelik hatıraları arasına karıştı artık. Bundan sonra çok temkinli hareket etmek lazım geldiğini anlıyorum.”
Mahir güldü.
“Yok, eğlenme. Dün geceki tesadüf, hayatta rastladığım hadiselerin hiçbiri ile kabili kıyas değildir. Hem, benim maymun iştahlı bir adam olduğumu söylersin ama kime benden kötülük geldi? Bir beğendiğim, sevdiğimi sandığım, gece gündüz rüyasını gördüğüm kadınların hangisi gönlümün deliliklerinden haber aldı?
Hiçbir gün bu çılgın heveslerim, bu çocukça tasavvurlarım dudağa düştü mü? Fakat şimdi öyle değil. Hiç öyle değil!.. Bu defa bambaşka bir ruh hâleti içindeyim. Müthiş bir buhrana kapıldım, ateşe doğru koştuğumun farkındayım. Çünkü ben görür görmez tutuluşun, bir bakışta âşık olmanın normal bir şey olmadığına herkesten fazla inananlardanım. Göreceksin, mantıkla bu davanın içinden çıkabileceğim.”
“Bunu çok isterim Sermet! Fakat bilmem muvaffak olacak mısın? Aşk öyle bir kudrettir ki, mantığa, iradeye yol vermez, her şeye basıp geçer. Düşünce uçurumuyla karşılaşan bir hissin esasen köklü bir şey olduğuna inanılmaz.”
“Onu tanımıyorum, şeklinden başka hiçbir şeyini bilmiyorum.
Belki ruhu harikulade mükemmel belki de korkunç, iğrenç bir şey!
Onu tanımaya kalkışmadan uzaklaşmak bence en kestirme yoldur.”
“Bence de öyle.”
“Şu hâlde beni mazur göreceksin, artık onunla karşılaşmak ihtimali bulunan toplantıların hiçbirinde bulunmayacağım.”
“İtikâfa çekileceksin demek?”
“Lazım değil mi?”
“Eh, orası ancak senin bileceğin iş dostum!”
“Macera, belki güzel bir şey, fakat benim harcım değil. Ben kalbimi verdiğim insanı mutlak hayatımda da görmek isterim, niye gülüyorsun?”
“Bana saray maceralarını hatırlattın Sermet. Henüz çok gençsin, şimdiye kadar hayalinden ve kalbinden gelip geçen kadınları bu dileğine bağlamaya kalkışsaydın onları nerelere sığdırırdın diye düşündüm.”
“…”
“Saraylara, hatta belki de şehirlere sığmayacaklardı.”
“Ne mübalağa! Zaten ne yapsam, ne söylesem hakkımdaki kanaatlerini değiştiremeyeceğim. İyisi mi susayım.”
“Maksadım şakalaşmak azizim, meseleyi ciddi bir şekilde tahlil etmeye kalkışacak olursak en doğru yol, hakikaten kaçmak, uzaklaşmaktır. Sen toy bir çocuksun, onu sık sık görmek senin için tehlikeli bir şey olacak. Çünkü o, cidden güzel konuşan, duyan, sükse yapan bir kadındır. Senin gibi mesleğinin ciddiyetiyle taban tabana zıt bir hayal hastası, mazur gör, sana hasta diyorum, onun karşısında iğnelenmiş bir balon, üflenmiş bir sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûmdur. Seni iyi tanırım, bir kere yakalanırsan kolay kolay kurtulamayacağa benzersin dostum. Hele onun gibi muğlak bir kadın kalbinin ağına düşecek olursan… Çünkü onu hiçbir zaman hayatında görmene imkân yoktur.”
“Bu imkânsızlığı ben de kavramış bulunuyorum. Hem ilk gördüğüm dakikalarda… Ona, “Karım ol!” demek cesaretini hiçbir zaman kendimde bulamayacağım.”
“Bunu teklif etmek nasıl gülünç bir şeyse farzımuhal olarak evlenmeniz de o nispette fecidir. Bu rabıta,[3 - Rabıta: Bağ, ilgi, ilişki. (e.n.)] ikiniz için de meşum olur.”
“Niçin?”
“Çünkü o seni beğenmez. Bak, dikkat et, sevmez demiyorum. Sevgi bambaşka bir şeydir. Gönül öyle başıboş bir kuştur ki, rastgele bir yere konuverir. Fakat bütün bir ömür için bağlanacak insanlara yalnız sevgi kâfi gelmez, değil mi? Erkekle kadın önce birbirlerini beğenmelidirler dostum. Bu esasa dayanmayan bir bağlılığın düğümü biraz gevşek olur. Er veya geç çözülüp gider. Ama diyeceksin ki, bir insan sevdikten sonra meselenin en güç noktasını halletmiş sayılır. Bu da yanlış bir hesap. Sevgi, uzun bir hayat beraberliği içinde öyle ufak tefek arızalara rastlayacaktır ki, bir gün aşınmamasının imkânı olmayacak. Bana göre, önce kafalar anlaşmalı, sonra kalbe yol vermelidir.”
“Bu anlaşma pek kupkuru bir şey olmaz mı?”
“Öyle anlaşmış, pek mesut olmuş karı kocalar tanırım ki, yuvalarının yollarını sevgilerinin ışığı içinde bulmuşlardır.”
“Ben de öylelerini tanırım ki, kendilerini bir çıkmaza sürükleyen sevgilerine lanet etmekte gecikmemişlerdir.”
“İki ayrı insanın, yuvada, bir bakımdan bir tek vücut hâline gelmesi muhakkak ki güç bir şey. Bu, öyle çetin mevzu ki, derinlerine dalmak cesaretini henüz kendimde bulamıyorum.”
“Sadede gelelim. Bir de diyeceksin ki, benim nemi beğenmeyecekmiş? Ne kusurlarım var? Mesleğim, tahsilim, gençliğim, istikbalimin bazı şeyler vadetmesi ona kâfi gelmez mi? Bunlar, birçok genç kıza fazla bile gelir. Fakat ona asla yetişmeyecektir yavrum, asla…”
“Ondan pek etraflı bir şekilde bahsediyorsun. Hususiyetiniz var mı Mahir?”
“Onu epey eskiden tanırım. Annemin çok beğendiği bir kadındır. Öyle zannederim ki, mazisi ve yaşı, muhitin telakkilerine aykırı gelmeyecek olsaydı, onunla evlenmem, annem için bir bahtiyarlık vesilesi teşkil edecekti.”
“Onu seviyor musun?”
“Bir zamanlar sevdin mi diye sormalıydın. Çünkü az daha bir felakete doğru gözü kapalı gidiyordum.”
“Nasıl kurtuldun?”
“Garip bir hikâye ve mesut bir tesadüfle… Liseyi bitirir bitirmez Avrupa’ya gönderilecek talebeler arasında benim de namzet[4 - Namzet: Aday. (e.n.)] seçildiğimi hatırlarsın elbet. İşte o sıralarda, ona deli gibi âşıktım, gözüm ondan başkasını görecek hâlde değildi. Kocasından henüz ayrılmıştı. Sürdüğü hayat da beni ürkütmüyordu, henüz bir talebe olduğumu, aramızda da yaş farkını ve hiçbir gün onun tarafından beğenilmeyeceğimi aklıma bile getirmiyor, çılgın gibi evinin etrafında dolaşıyordum. Annemle aralarındaki samimiyet, bu hissimi her gün biraz daha alevlendiriyordu. Bir akşamdı, onun sular kararırken bizden çıkıp gittiği bir sonbahar akşamı… Anneme, sayıklayan bir hasta gibi aşkımı itiraf ettim. Beni sonuna kadar sabırla dinledi, sonra gayet dertli bir sesle bana hayatının masalını anlattı.
Bu, sade bir şeydir, tek cepheli bir aşk ve ihtiras hikâyesi… Dinleyen için hiç de derin bir mana ifade etmez. Fakat bana o akşam, yaralı bir kadın kalbinin müthiş sırrı çok dokundu. Nahide’yi sevdiğim için ondan uzak kalmaya karar verdim.
Görüyorum ki, bu basit masalı anlamak istiyorsun.”
Mahir, ince büklümlerle havaya yükselen sigarasının dumanlarına uzun uzun baktı. Sonra biraz ezilmiş ve büzülmüş bir sesle devam etti:
“İstanbul’un eski, muhteşem yalılarından birinde, boğazın sayılı güzellerinden genç bir kadın yaşamaktadır. Eski paşalardan birinden dul kalan, gayet zarif, şen, sazdan sözden anlayan, hoş meşrep bir kadın… Günün birinde köyün fakir delikanlılarından birine delicesine âşık olmuştur. Çocuk henüz Tıbbiye talebesidir. Kendisinden sekiz on yaş büyük bir kadının çılgın sevgisinden tam dört yıl haber almamıştır. Kadın yaşını, mazisini, delikanlıyla aralarındaki yaşayış farkını ve nihayet muhit telakkilerini düşünerek bu aşka basıp geçmek istemiştir. Fakat ne boğaz sularını heyecanla ürperten saz geceleri ne cuma ve pazar günlerinde eğlence yerlerine muntazaman devam ediş ne de seyahat, hiçbiri kalbinin coşup taşan hislerine tesir yapamamışlardır. Kafasının hükmü, kalbinin istekleri karşısında zaafa uğrayınca genç kadın, bu müthiş aşkı nihayet sahibine duyurmuştur.
Mektebini henüz bitiren genç doktor, boğaz kıyılarını şiddetle alakadar eden bu harikulade kadının aşkını büyük bir lütuf olarak kabul etmiş, bu kalp davetine çılgın gibi koşmuştur. Ama ‘Çok koşan çabuk yorulur.’ derler. Genç doktor da bu kaideden kendini kurtaramamış, hızını pek çabuk kaybetmiş.
Birleşik hayatları, genç kadın için müthiş bir işkence hâlini almış, bir tarafta susturulmaz, sönmez bir aşk, diğer tarafta havai bir koca… Ve kıskançlık ateşi… Bu ateşi yenmeye çalışan asil bir gurur… Artık hayat, kadın için cehennemden farksızdır. Vefasız kocasının her hareketini sükûtla karşılamaktadır. Gözyaşlarından, izzetinefis isyanlarından, kalbinin onmaz yarasından kimseye bahsedememiştir. Derin bir tahammül içinde kararan gözlerinin arkasına takılıp sürüklenmiştir.
Doktor, nihayet karısını ve çocuğunu görmeyecek, düşünmeyecek bir şekilde bir başka aşka bağlanarak çekilip gitmiştir.
Giden ve bir daha asla dönmeyen, babamdır dostum. Onu çeken, sürükleyen, yuvasından, kadınından, çocuğundan alan kuvvet gençliktir. ‘Gençlik, gençliğin cazibesinden kurtulamaz!’ Mehmet Rauf’un romanlarından birinin tezi budur. Pek beğenirim, ne sağlam bir hakikattir bu!
Bedbaht olması için annemin ne gibi eksiklikleri vardı? Zamanına göre pekâlâ okumuş, müziğe aşina, hoşsohbet, zarif bir kadındı. Fakat buna rağmen babama karşı göz yumulmaz bir kusuru vardı: Ondan yaşlı olması. Ne yapsalar, her iki taraf da bütün hüsnüniyetlerine rağmen aradaki sekiz on yılın uçurumunu aşıp birbirlerini bulamayacaklardı.
Onları görünüşte hayat, yani bir kadın ayırdı ama dostum, asıl ayıran tabiattı. Tabiatın değişmez kanunlarından biri!
Aşk ve heyecan gençlerindir. Yaşlılara yasak…
Bir gün Nahide’yi ihtiyarlamış, benim henüz tam genç sayılacağım çağlarda çökmüş, saçlarına kır düşmüş ve yüzü kırışmış olarak tahayyül etmek beni ölümünden çok korkuttu. Ölen bir kadın, ama sevilen bir kadın için yas tutulur. Belki hatta arkasından gidilir. Fakat hislerimizin en çılgın demlerinde çöken, yıpranan, heyecanları solan, ihtirasımızı, aşkımızı aşındıran, yarıda kesen bir kadından nefret edilir.
Onu bu müthiş akıbetten korumak için ben aşkımdan geçtim. İmtihanı kazanmaklığım da ızdıraplarımı hazmetmeme çok yardım etti. Uzun tahsil yıllarında onu çılgın gibi aradığım, özlediğim olmadı mı? Dişimi sıktım, tatil aylarında cazibesinden kurtulunmayan maceralara atıldım. Değişik yüzler; renkleri, kokuları, huyları daima değişen bir sürü çılgın insan sinirlerimi hükümleri altına aldılar. Ve nihayet onu unutmaya muvaffak oldum.”
“Sen onu sevmemişsin dostum. Çünkü ilk aşkın izi her şeye rağmen yürekte kalır. Ve bir gün bu aşkın nüksetmesi ihtimali o kadar kuvvetlidir ki… Onu böyle harikulade bir mana ile canlı ve muhteşem görmek, nasıl oluyor da sende bir sarsıntı yapmıyor? Hem ondan öyle bir dille bahsettin ki, işiten, aranızda cidden mevzubahis olmaya değer bir yaş farkı var sanacak!
Hâlbuki nedir? Bir uçurum olarak gösterdiğin bu fark da nedir? Üç veya dört yıl gibi ehemmiyetsiz bir şey değil mi? Bugünün hayat telakkilerine göre bu sebep, ağza bile alınmaz.”
“Hissinden tarafa çıkarak konuşmak istiyorsun.”
“Hayır. Yakınlarımızda yaşayanları dikkatlice gözden geçirecek olursan sen de bana hak verirsin.”
“Sen ne dersen de, onu bir vakitler sevmiştim, fakat talebe aşkına bel bağlanır mı? Bence o çağlarda yaşayan aşklar, nefis bir kokudan ibarettir. Uzun veya kısa bir zaman duyulan, sonra da bir gün belirsizce kayboluveren bir koku.”
“Evet, üst üste sürülen losyonlara karışarak kaybolan nadide bir esans kokusu!”
“Seni dinleyeceğim yerde ben saçma sapan konuştum. Fakat ben bugünkü hâlimden memnunum yavrum. Hiçbir ciddi bağım yok. İşimin haricinde mükemmel bir şekilde eğleniyorum. Evlenmeyi şimdilik aklıma bile getirdiğim yok. Çünkü annemin idare ettiği bir evde bekârlık, mahrumiyeti duyulacak gibi değil. Her şeyim temin ediliyor. Ne sökük çoraplarımın örülmesini ne kahvaltımın hazırlanmasını ne de elbiselerimin ütüsünü düşünüyorum.”
“Kızlar senin bu manasız sözlerini duymasınlar! Sen karını bütün bu gibi maddi şeylerle meşgul olması için mi hayatına karıştırmak istersin?”
“Eh, aşağı yukarı öyle…”
“O hâlde derli toplu bir işçi kadın kâfi bu işe…”
“Ben de onun için değil midir ki evlenmeyi aklıma bile getirmiyorum.”
“Her insanın kendine göre zevkleri, hususiyetleri, telakkileri ve itiyatları vardır. Bunlara karışılmaz şüphesiz. Fakat ben senin gibi düşünmüyorum, hayatıma karışacak kadının, kafama ve kalbime hitap etmesini istiyorum. Kendisiyle her mevzu üzerinde dil sürçmeden konuşulmayacak bir kadını, ben aşkıma layık görmem Mahir!”
“Kadının diplomatı, evlilik yıllarında insanın başına öyle bir bela kesilir ki, durmadan işleyen çenesinden kaçmak için insan sokulacak kovuk bulamaz. Fazla zeki, fazla güzel, fazla alımlı ve iyi konuşan kadından da koleradan kaçar gibi kaçmalı yavrum!..”
“Neden?”
“Gayet basit. Zeki kadın atlatılamaz. Güzeli gönül huzurunu bozar, alımlı bir kadını zapt etmek güçtür. İyi konuşanı ise öyle bir muhit yapar ki kendine, asıl sahibine kalacak zaman, nihayet uykuya hasredilen mahdut saatler olur.”
“Bu saydıklarının üzerinde duracak değilim, yalnız zihnim şu noktaya takıldı:
Bu vasıfların hepsi Nahide’de mevcut. Daima onu göz önünde tutarak misaller alıyorsun gibi geldi bana, bu neden Mahir? Ne olur, açık konuş.”
“Şimdiden kıskanmaya başladın, dikkat et ve onu benden değil, ötekilerden, asıl etrafında arılar gibi dolaşan diğerlerinden esirge… Eğer elindeyse…”
Bir hayli yürümüşlerdi. Bir an ikisi de yorulduklarını hissettiler. Sermet’e kötü bir bezginlik çökmüştü. Arkadaşından ayrılırken ruhunu tırmalayan korkunç bir ses tekrar canlandı: “Dikkat et, ötekilerden esirge…”
***
Atatürk, seyahatlerinin birinde Balıkesir’e de uğramıştı. Şehir bayram yapıyordu. Mekteplerde, dairelerde, bütün halkta elle tutulur bir heyecan baş göstermişti. O gece, şehir sinemasında Büyük Şef’in şerefine zengin programlı bir müsamere tertip edilmişti.
Memleketin tanınmış aileleri, daire amirleri, umumi meclis azaları ve bazı muallimler fırkanın davetlisiydiler. Önce “Yıkılan Ocak” adlı bir piyes temsil edilecek, sonra halk opereti zarif vodvillerinden birini oynayacaklardı. Davetliler sık sık ve büyük bir sabırsızlıkla localara bakıyorlar, En Büyük’ün gelmesini derin bir heyecanla bekliyorlardı.
Son dakikalarda sinemanın salonu holden ayıran perdesi aralandı. Her yeni gelene olduğu gibi yine başlar çevrildi. Bazı kalplerde hisler çırpınmaya başladılar.
Nahide gelmişti, yanında sarışın bir kızla kır saçlı, kibar bir adam vardı. Vücudunu sımsıkı saran siyah bir manto giymişti. Boynu, mantosunun ince kürk yakasıyla çenesine kadar örtülmüştü. Yüzünün sol tarafını yarı yarıya kapayan az kenarlı, tuvaleti arkaya atılmış şapkası, saçlarının gerisini sarmıştı. Siyah eldivenlerin içinde kaplı kalan zarif ellerinden biri, çantasının madenî sapına dolanmıştı. Bakışlarını rastgele dolaştırmadan emniyetle yürüdü. Yerine oturduğu zaman, gayriihtiyari birkaç baş kendisinden tarafa döndü. Belki topladığı alaka biraz daha genişleyecekti. Fakat o anda coşkun bir alkış tufanı koptu. Herkes sevgi ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Bütün başlar, ortadaki büyük locaya çevrilmişti. Herkes sanki sevgisini, bakışlarının ışığı ile ona ulaştırmak, bağlılığını bir kere daha açığa vurmak ihtiyacında idi.
Atatürk’ün locasına takılan bakışlar, onu böyle yakından görmenin yarattığı sonsuz saadet içinde sık sık çevrilen başlar, sahne ile zoraki bir şekilde alakadar oluyorlardı.
Piyes aksamadan yürüyordu. İsraf ve sefahat yüzünden bir yuvanın nasıl yıkıldığı sahnede canlandırılıyor, ara sıra alkışlanıyordu.
Sıra halk operetine gelmişti. Mavi ipeğin geniş kıvrımları içinde bir akarsu gibi sahnede boydan boya dolaşan genç kız, mimikleri ve jestleri ile herkesi hayran etmeye başlamıştı.
Çapkın gönlünü bir dala bağlamaya katlanamayan günahkâr güzel, bir araya gelen âşıklarına türlü umutlar veriyordu.
“Seni mevkin için!” diye ihtiyar paşanın uzun, sivri sakalını okşuyor; “Seni de servetin için!” diye zengin Mısırlının yanağına ince parmakları ile dokunuyor; “Seni de gençliğin için severim!” diye karşısında durduğu delikanlının ateşli bakışlarına ateşle bakıyordu.
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Bütün ışıkları yanan şehir sineması, tarihî gecesini yaşamaktan gelen gurur içinde bambaşka bir mana almıştı. Ve bu müstesna gecede genç bir kimyager, aşkına düşmekten korktuğu mühlik[5 - Mühlik: Tehlikeli. (e.n.)] bir kadının ruhunu saran esrarlı havası içinde, yine gönlü ve kafası ile karşı karşıya bulunuyordu.
Sahnedeki bir içim su kadar ince, şen, manalı kız, vücudunu saran mavi ipekten sıyrılarak siyahlara bürünüyor; açık renkli gözleri de elbisesinin rengine boyanarak ona durmadan, aynı şeyleri değiştirerek söylüyordu:
“Birini mevkisi, diğerini zenginliği, bir başkasını da gençliği için severim!”
Mevki… Mevki nedir? Sırasında dünya gibi fâni bir şey değil mi? Hangi sandalye, işgal edenin malı olmuştur? Ve bundan sonra da olacaktır? Memuriyet makamına “güvercinlik” diyenler doğru söylemişler. Güvercinlerin biri çekilince diğeri yerleşecektir. Kanatlarının altında yuvalarının sıcağını alıp gidenler var mıdır?
Zenginlik de öyle. Bir kötü talih yahut bir tesadüf veya herhangi bir afet, yıkılmaz sanılan kudreti bir anda yok edemez mi? Ve… Ve gençlik de öyle… Hatta ötekilerden daha kısa ömürlü…
O, hâlâ kendi kendine bile sevdiğini itiraf edemediği, fakat beğendiğini, tesirinden kurtulamadığını şiddetle hissettiği kadına ebedî olan bir şey vermek istiyor. Ama ne? Sadece kalbi mi? Bu kâfi gelse… Fakat kalbe de ölmez demek doğru mu? Mademki bir gün gelip duracaktır. Şu hâlde!..
Mahir, genç kadının oturduğu koltuğa dalgın dalgın bakan arkadaşını kolundan çekti. Kısık bir sesle “Dikkat et. Yanındakiler sana bakıyorlar.” dedi. “İşin farkına varırlarsa ikiniz için de iyi olmaz!”
“Bana artık her şey vız gelir.”
“Kendi başına gelecek şeyler sana vız gelebilir ama ona hayır. Düşünmelisin ki o, hürmete layık, gururunu hiçbir şeye feda etmeyen bir kadındır. İsmi etrafında şüphe bulutu dolaşmamalı.”
“Bana ilk günlerde, onun için yananlardan bahsetmiştin. Bu aşklar yahut bu alakalar dedikodu mevzusu olmadılar mı?”
“Oldular belki… Fakat Nahide, o masum sergüzeştlerden[6 - Sergüzeşt: Macera. (e.n.)] daima alnı açık çıktı.”
“Muhit onun temizliğine inandı mı?”
“Belki evet, belki hayır!”
“Korkma dostum. Ona benden kötülük gelemez. Çünkü onu, ölmüş annem kadar mukaddes tanıyorum.”
“Görüyorum ki, her geçen gün seni biraz daha ona yaklaştırıyor.”
“Maalesef.”
“Hani görmeyecektin? Kaçacaktın?”
“Elimden gelmiyor. Ondan uzak olduğum sıralarda verdiğim kararlar, ona rastladığım zaman denize serpilmiş bir avuç tuz gibi tesirsiz kalıyor. Korkarım ki, bir gün gelecek, ya o yahut hiç kimse, diyeceğim.”
“Senin gibi bir fen adamının ağzından bu sözleri dinlemek beni bir hayli şaşırtıyor.”
“Belki de eğlendiriyor.”
“Yok, o kadar da değil. Macera düşkünü bir adamım diye hislerimin de dumura uğradığını sanıyorsan, sen de haksızlık ediyorsun.”
“Şu hâlde, aynı suretle, fen adamlarının da hisle alakalarının kesilmiş olduğunu tasavvur etmemek lazım. Fenle meşgul olmak, aşkı hiçe saymak demek değildir.”
Yine gür bir alkış sesi sinemanın duvarlarına çarpa çarpa derin bir uğultu yarattı. “Yaşa!” sesleri içinde En Büyük Türk uğurlanıyordu.
Sinemanın önündeki otomobil dizisi hep birden hareket etti. Karşıki Fenerci Sokağı’na dizilen paytonlar, caddenin ıslak yüzünden tekerleklerinin lastiklerini geçirdiler.
Nahide, sarışın genç kızla arabanın arkasına yerleşti. Yaşlı adam karşılarına oturdu. Gocuğuna sarılan arabacı, kamçısını hayvanların nemli sırtlarında dolaştırdı. Onlar da çabucak Anafartalar Caddesi’nde yol aldılar.
Mahir, Sermet’in koluna girdi.
“Gel, muhallebiciye girelim. Vakit epey geç.”
“Canım bir şey istemiyor.”
“Aşk karın doyurmaz. İnsanlar yemeden, içmeden ne sevebilirler ne de yaşayabilirler azizim. Çünkü melek değildirler…”
Zarbali Otelinin hizasındaki ve karşısındaki muhallebici dükkânlarının ikisi de hıncahınç dolu idi. Mahir, camekânlarda sıra bekleyen tatlılara, keşküllere hasretle baktıktan sonra “Şans yolunda…” dedi, “bu kadar kalabalık içinde ne rahat bir şey yenir ne de iki çift laf edilir!”
Paşa Camii’nin şadırvanı önünde ayrıldılar.
***
Halkevinin resmen açılması yaklaşmıştı. Hararetli bir çalışma göze çarpıyordu. Birçok şeyde olduğu gibi yine öğretmenler ön safta bulunuyorlardı.
Sermet köycülük şubesine girmişti. O gece toplantıları vardı. Avrupa’dan yeni dönmüş, uyanık fikirli, memleketin tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olan reis, arkadaşına ayrıca telefonla da içtimayı[7 - İçtima: Toplanma, toplantı. (e.n.)] hatırlatmıştı.
Sermet’le aralarındaki samimiyet günden güne artıyordu. Buluştukları zaman o kadar iyi mevzular üzerinde konuşuyorlardı ki, yüksek tahsil yapmış, zengin kütüphanelere malik şehirlerde yaşamış iki genç, bu konuşmaların içinden daima fikrî cepheleri tatmin edilmiş olarak çıkıyorlardı.
Sermet, başkan odasına girdiği zaman, Esat Adil’i hararetli bir münakaşaya dalmış buldu. Arkadaşına yer gösterdikten sonra odadakilerle tanıştırmayı, meşhur dalgınlığı içinde hatırlamadı.
Temsil kolu, açılış gecesi için Aka Gündüz’ün “İkizler”ini hazırlayacaktı. Edebî eserler üzerinde çalışacak, seçim yapacak heyet, birkaç gün evvel kararını vermiş, bunu reise de bildirmişti. Fakat fazla kadın eleman bulunamayacağı için eserde bazı tadilat yapılması keyfiyeti, hakem heyeti arasında ihtilaf doğurmuştu.
Edebiyat öğretmenlerinden biri “Muharririne danışmadan esere el sürülmez.” diye iddia ediyor; diğeri “Bu işte zaruret vardır.” diye fikrini müdafaa etmeye çalışıyordu. “Mademki kadın eleman azdır ve kimse kokot rolünü yapmak istemeyecektir. Her yeni işe başlamak güçtür. Arkadaşların çoğu fedakârlık yaparak sahneye çıkacaklardır. Muhitin, bu fedakârlığı ne şekilde karşılayacağı, nasıl tenkitler baş göstereceği henüz malum değildir. Bana kalırsa birçok mahzuru nazar-ı itibara alarak eserde değişiklik yapmakta serbest olmalıyız!”
Nihayet hakem heyetinden diğer ikisi de fikirlerini ileri sürünce mesele halledildi. Biraz sonra aşağı salonda “İkizler” temsil kolu azalarına okunacak, ekseriyetin muvafakati olduğu takdirde rol bölümü yapılacaktı.
Hakem heyeti çıktıktan sonra Esat Adil, arkadaşına sigara paketini uzattı. İkisinin de sigaraya düşkünlükleri hemen hemen aynı derecede idi.
“E, ne var ne yok bakalım, anlat.” diye Esat Adil, Sermet’ten yana dönmüştü ki, oda kapısına vuruldu. Çok geçmeden odada onun narin gölgesi belirdi. Yanında yine o kır saçlı, temiz giyinmiş, gözlüklü erkek vardı.
İki arkadaş saygı ile ayağa kalktılar. Genç kadın köşedeki koltuğa geçtikten sonra biraz havanın rutubetinden ve sokakların çamurundan şikâyet etti:
“Babam şehir içinde araba ile gezmekten hiç hoşlanmaz. Beraber çıktığımız zaman çok defa yürürüz. Mamafih çamur da olsa, kar da olsa yanımda babam olduktan sonra yürümekten hazlanırım.”
Esat Adil, genç kadının babasına sigara ikram etti. Zile basarak ne içmek istediklerini sordu.
Nahide bütün ısrarlara rağmen bir şey almadı. Babası ile Sermet, birer kahve söylediler. “İkizler”den, köy gezintilerinde muzika ve köylüyü sıkmayacak, kısa, vazıh söylevlere yer verilmesinden, içtimai yardım şubesinin programından konuştular.
Galip Bey, içtimai yardım şubesinde çalışacaktı. Kızına halkevini göstermek için şöyle bir uğramışlardı. Ve Sermet, kaçınmak istediği tesadüflerin elinde oyuncak oluşuna sinirlenmek mi icap eder, yoksa bu tesadüfleri bir lütuf olarak kabul etmek mi lazımdır, diye düşünüyordu.
Bir aralık Esat Adil, onun kanepenin bir ucunda sessiz sedasız oturuşunu fark etti. O, dalgın gülümsemesi ile “Dostlarım huylarımı bildikleri için bir hayli kusurlarımı hoş görürler.” dedi. “Sizleri tanıştırmayı pek geç hatırlamış bulunuyorum.”
Büyük kitap ciltleriyle dolu etajerin yakınındaki koltukta oturan genç kadın ince parmakları arasında evirip çevirdiği masa bıçağını bırakarak “Sermet Beyefendi’yi bir yemek davetinde tanımıştım zannederim.” dedi. “Şayet benim de dalgınlığıma gelmiyorsa!”
Sermet o kadar kızardı ki, bu perişanlık Şair Esat Adil’in gözünden kaçmadı. Nahide’nin babası ile Sermet, kimyevi maddeler üzerinde derin bir konuşmaya dalmışlardı. Genç kimyagerin dudakları mihaniki[8 - Mihaniki: Düşünmeden, ölçülerek değil de yalnızca alışkanlığın verdiği kolaylıkla veya yalnız kasların hareketiyle yapılan (iş, hareket vb.), mekanik. (e.n.)] bir şekilde mesleğine ait sözler üstünde durur ve münakaşa ederken kafası tamamıyla öte tarafta idi. O da konuşuyordu. Sanat ve tiyatroya dair fikirlerini izah ediyordu. Öyle güzel buluşları vardı, öyle yerinde tenkitler yapıyordu ki, bir an oldu, genç adam zehirli gazlara ait bahsi hiç takip edemez hâle geldi.
Galip Bey, üst kattaki müsamere salonunu gezmek için müsaade alarak ayağa kalktı. Sermet, bakışları genç kadının muntazam başına dalıp gitmiş olarak ayakta duruyordu.
Uzun parmaklı, ince bir el uzandı. Boyasız dudaklarda gülüşün en güzellerinden biri canlandı. Ve biraz kalın, tahrik edici sesi “Sizi tekrar gördüğüme memnunum Sermet Bey.” dedi. “Babam misafirlerini her gün dörtle altı arası kabul eder.”
Sermet, kalbinde ses veren yüksek duyguların humması içinde gözlerinin yeşiline kadar değişti. Titreyen dudakları aralandı. Fakat boğazında düğümlenen kelimecikler, çok beğenilen kadının ince iltifatına ve pek nazik davetine lazım gelen karşılığı vermekte aciz kaldılar.
Odanın havasında hangi çiçeklerin gönül gönüle vererek yarattıkları belli olmayan uçuk, baygın bir koku kaldı; iki arkadaş önce bir şey söylemeden bakıştılar. Sonra Esat Adil “Kültürlü kadın.” dedi. “Halkevinde çalışmayı kabul etseydi çok istifade edecektik.”
“Etmiyor mu?”
“Teklif etmedim tabii.”
“Niçin?”
“Halkevi, hiçbir davete lüzum kalmadan kendisine koşan elemanları bekler. Burada çalışmak bir yurt işi olduğuna göre vatandaşın kendiliğinden vazife alması lazımdır. Mamafih ben ümitsiz değilim. Balıkesir, bu kültür müessesesinin işaret ettiği yolda da aksamadan yürüyecektir. Konseri, konferansı, sergiyi ve samimiyeti burada bulacak bir ferdin, bu samimi ocaktan uzun müddet uzak kalmasına imkân kalmayacaktır. Çünkü ben muhitimde menfi ruhlu insanları hiç görmüyorum.
Halkevi sadece münevverleri değil, asıl halkı, asıl memleketin başına ümit bağladığı gençliği bağrında topladığı gün, vazifesini yapmış olacaktır.”
Odacı, Sermet’i komite odasında beklediklerini haber verince konuşmaları yarıda kaldı. O çıkarken “Bu gece bize gidelim Esat.” dedi. “Şiirlerini dinlemeye ihtiyacım var!”
Genç reis bir şey soracaktı, vazgeçti.
Birkaç saat sonra halkevinin salonlarına, okuma odalarına, hole derin bir sessizlik sinince iki arkadaş bahçeye çıktılar. Kıyılarına yeni çam fidanları dikilmiş, düzeltilmesi henüz bitmemiş kumlu yolları geçerek Milli Kuvvetler Caddesi’ne çıktılar.
Sermet, yeni yapılan apartmanlardan birinin üst katında oturuyordu. Çalışma odasına girdikleri zaman yine tiftik yumağı gibi iri tüylü kediyi, yazı masasının önündeki ayı postunun üstünde uyurken buldular.
Esat Adil, rafları dolduran ciltlerden birini çekerek karıştırmaya başladı. Sermet, arkadaşına çay hazırlamak için semaveri yakmaya gitmişti. Önce memlekete ait işlerden, biraz siyasetten ve günün en hararetli mevzusu olan halkevinin açılış merasiminden konuştular. Söz şiire intikal edince “Defterimi almaklığım için ne kadar ısrar ettin.” dedi Esat Adil. “Son günlerde şiire bu düşkünlük neden? Yoksa âşık mısın?”
“Zannederim.”
Kimsenin hususiyeti ile meşgul olmak istemeyen, kendisini kültüre ve memleket işlerine bağlayan genç adam, garip bir gülümseme ile arkadaşının yüzüne baktı:
“Okurum öyleyse…”
Bir müddet hiç konuşmadan durdular. Belki her ikisi de geçmişte kalan hatıralarına, ruhlarının ellerini sürüyorlardı.
“Oku, Esat. Bana en içli ve muğlak olan şiirlerinden oku.”
Biraz sonra küçük bir defterde gömülü kalan birbirinden güzel gençlik şiirleri, sahibinin sesinde ikinci defa yaratılmaya başlayınca odanın havası manasını değiştirdi. Sermet, romantik bir âleme dalıp gitmiş; yüksek bir şiir dünyası içinde, gündelik hislerden, heveslerden, binbir kayda bağlı sürülen maddi bir ömürden uzaklaşmıştı. Bazılarını o kadar beğeniyordu ki, tekrarlaması için arkadaşına rica ediyordu. Günlerini birçok işe bağlayarak, büyük bir yorgunlukla geceleri bulan genç başkan da belki bu gece çok uzakta kalmayan hatıraları ile baş başa idi. Nazlanmıyor, arkadaşının samimi isteklerini yerine getiriyordu.
Hırçın ve dize gelmez gönlünün muğlak isteklerinden biri tekrar sesine bağlanmıştı:
İÇİN, İÇİN
Bilmek istemem
Beni bildiğini.
Anlamasın, duymasın
Sakın
Sevildiğini…
Susun,
Uyusun
Bu sevgi içimizde!
Dönelim
Biz yine her akşam aynı yerden
Benim izimde o
Onun izinde ben…
Sakın
O beni bilmesin
Görüp irkilmesin.
Ben severken
Sevilmek istemem,
Sevdiğimi bilmek istemem.
Şiir biter bitmez Sermet “Ötekini de…” diye yalvardı ve “Ne olursun, Kandil’i de oku!” dedi.
Genç adamın alnındaki ince çizgiler derinleşti. Siyah bakışlarına gölgeler doldu. Dudakları artık kilitlenmek istiyordu. Çoğu, herhangi bir yerde neşredilmeyen şiirlerini soluk yapraklarında gizleyen defteri kapadı. Sonra biraz dalgın ve içli, arkadaşının yüzüne bakmadan, bakışları pencerenin arkasında uzayan karanlığa kayıp gitmiş olarak Kandil’in son mısralarını söyledi:
O, sade bir kandil
Değil
Bana bir güneş!
Gönlümün
Ölgün
Hislerine aşina bir eş
İşte biz böyle her gece
Gizlice
Ve yalnız
Baş başa tutuşur, yanarız.
Aynı sebepten
Onun yanışı.
Benim gözlerimin yaşı…
Ve sonra pencereden istasyon caddesinin iki sıralı ışıklarına baka baka, belki de o ışıklarda cızıldayan bir mumun titrek alevini, aşkını yakarak eriyen mumun ızdırabını görmek istediler…
***
Çocuk Esirgeme Kurumu birincikanunun[9 - Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)] sonlarına doğru vereceği balo için hararetli bir şekilde hazırlanıyordu. Memleketin durgun havası, bu fevkalade olacağı tahmin edilen gecenin heyecanı ile çalkanmaya başlamıştı. Bu yüzden terzilerin işleri sıkışmış bulunuyordu. Manifatura ve tuhafiye mağazalarında her zamankinden fazla bir kalabalık göze çarpıyordu. Lame, çiçek, plaka, düğme, toka, çanta gibi ufak tefek süs eşyası İstanbul’a ısmarlanıyor, Kadri, genç kadınların siparişlerini not etmeye yetişemiyordu.
Adil Usta, vitrinlerini en şık iskarpinlerle süslemişti. Oğlu da durmadan sipariş alıyordu.
Kabul günlerinde günün belli başlı mevzusu olarak yalnız balodan konuşuluyordu. Giyinme hususunda fazla titiz olanlar, tuvaletlerinin rengini ve modelini saklaması için terzilerine lazım gelen talimatı vermiş bulunuyorlardı.
Balo tertip heyeti parti binasında, halkevi salonunda sık sık toplantılar yapıyordu. Kotiyonlar İstanbul’dan getirtilecekti. Her iş bölüşülmüştü. İnhisarlardan bir şube amiri ile bir önyüzbaşı büfeyi idare edeceklerdi. Bir avukat, balo komiseri seçildi. Cemiyet azalarından kadınlı erkekli bir grup teşrifatçılık için ayrıldı.
Memleketin ince zevkli iki resim öğretmeni, müstait[10 - Müstait: Doğuştan yetenekli, kabiliyetli olan. (e.n.)] öğrencilerinden birkaçını yanlarına alarak salonu süslemeye koyuldular. Piyango eşyaları alındı. Pamukçu’nun meşhur zeybeklerine haber gönderildi. Monolog söyleyecek, taklit yapacak gençler ayrıldı. Nihayet her şey tamamlandı. Ve çok soğuk bir kanun gecesi ileride şehir kulübü olarak umuma açılacağı söylenen Evkaf Otelinin bakımsız bahçesi önünde arabalar dizildi.
İki büyük sobanın kuvvetli ateşi salonu iyice ısıtmıştı. Köşelerden birer demet çiçek hâlinde renkli ampuller sarkıyordu. Masaların beyaz örtüleri itinalı bir şekilde kolalanmıştı. Kabartmalı tavanın lambalarından masa üstlerindeki yeşilliklere ve renkli çiçeklere bir ışık çağlayanı dökülüyordu.
Büyüklere ait resimler, vakur çerçeveleri içinde bu süslü salona uzaktan gülümsüyorlardı. Masalar erkenden kapatılmaya başlamıştı. Geniş camlı kapının her açılışında başlar da harekete geçiyor; vestonlu, smokinli erkeklerin yanında renk renk giyinmiş kadın kümeleri, yerlerine yerleşinceye kadar tecessüs dolu bakışlardan kurtulamıyorlardı.
Her yeni gelen için birçok fikir ileri sürülüyor, tenkitler yapılıyor, bazı masalardan samimi el hareketleri ile davetler oluyordu.
Memleketin en güzel kadınlarından biri olan bir doktor karısı, henüz masasına yerleşmekte idi. Kayısı gülü renkli saten tuvaleti, dirseklerine kadar uzun siyah eldivenleri ve siyah atlas iskarpinleri tenkit süzgecinden geçiyordu. Saç tuvaleti kendisine yakıştığı hâlde, saçlarının o tarz toplanışını beğenmemek isteyenler de vardı. Bazıları şakağındaki yara izinin örtülmesi için bu modeli tercih ettiğini ileri sürüyor; bir genç kadın da “İz diye bahsettiğiniz o minimini beyazlığı yakından gördüm, hiç de yüzüne çirkinlik vermiyor. Bilakis yakışıyor bile!” diye güzel kadını müdafaa ediyordu.
O, biraz küçük, fakat çok parlak gözlerinin tatlı bakışlarını yakınındaki masalarda dolaştırarak başının zarif hareketleri ile dostlarını selamlıyordu. Çok geçmeden pırıl pırıl üniforması içinde dimdik yürüyen, yüksek boylu ve biraz şişmanca bir albayın yanında beyazlar giymiş karısı ve bir müteahhit karısı olan yakın arkadaşı kocası ile beraber doktorların masasına yaklaştılar.
Şimdi masanın etrafında üçü de ayrı tip, manalı ve çekici üç arkadaş toplanmıştı. Albayın karısı saçlarını yukarıya kaldırarak geniş alnını tamamıyla açıkta bırakmıştı. Gözlerinin yeşili tutuşmuş bir ocak gibi renk renk ışıltılarla yanıyordu. Ayrı ayrı tetkik edildiği zaman belki de orta güzellikte olan genç kadın konuşmaya, bilhassa karşısındakinin gözlerinin içine bakmaya başlayınca şayanı hayret bir şekilde güzelleşiyordu.
Müteahhidin karısı yuvarlak yüzlü, çok iri siyah gözlü, ince, uzun ve çok koyu kara kaşlı, küçücük ağızlı ve simsiyah saçlı, çok genç bir kadındı. Gayet geniş omuzlu ve pek uzun boylu kocasının yanında yürür, kollarında dans ederken binbir emekle meydana gelmiş bir bibloyu, bir minyatürü andırıyordu. O da beyaz satenden, uzun etekli bir tuvalet giymişti. Siyah saçlarının arasında pırıl pırıl taşlardan bir akarsu şeklinde bant vardı.
Tam bir neşe içinde konuşuyorlar, etrafları ile hiç alakadar görünmüyorlardı. Bu aralık kapının önünde, memleketin en güzel kadınlarından biri olan Afet Hanımefendi’nin yanında, ince, uzun bir hayal şeklinde o göründü. İkisi de siyah saten tuvalet giymişlerdi. Afet, mavi renkli, iri bir çiçekle tuvaletinin siyahlığını tadil etmişti. Kumral saçları pek itinalı dalgalarla güzel başını nefis bir bukete benzetmişti. Yeşil engininde binbir renk kaynayan lacivert çımgılı gözleri, pürüzsüz, pembe yüzüne özenilerek yerleştirilmiş iki eşsiz zümrüdü hatırlatıyordu. Lame iskarpinleri içinde dolgun vücuduna nazaran çok küçük olan ayakları şaşırmayan bir sadelikle ilerliyordu.
Orta boylu, zayıf, kemikli yüzlü, muaşeret kaidelerine pek vâkıf kocası ile Nahide’nin babası biraz arkalarında yürüyorlardı.
Nahide’nin göğsü yine sımsıkı kapalı idi. Arkası örgüden çapraz bir bantla tutturulduğu için yine mat renkli sırtı görünüyordu.
Dirseklerine kadar uzun, siyah eldivenler giymişti. Saçlarını, yandan iri bir siyah gül ile tutturmuştu. Çiçeğin şöyle gelişigüzel iliştirilivermiş gibi görünüşü, bu kadın başına başka iklimlerin manasını, belki de biraz İspanyol kadınlarının ihtirasını veriyordu. Fakat yüzüne bakılınca düzgün alnı, masum çizgili yüzü ve şeytani bir gülüş gizleyen dudakları onu birden ilahileştiriveriyordu. Birkaç masadan davet edildiler. Nahide’nin her adımında, birçok kalbe basıp geçen bir kudret vardı. Ağır ağır, beğenildiğinden, sevildiğinden, salonun en üstünlerinden biri olduğundan emin, sağına soluna selamlar vererek arkadaşı ile beraber masaya yerleşti. Babası ve arkadaşı ile konuşurken gözlerinin derinlerinde sonsuz sevgi pırıltıları çakıp sönüyor; dudakları en yumuşak çizgilerle hareket ederek gayet tatlı ve cana yakın şeyler söylediği anlaşılıyordu.
Sermet, boğazına bir şeyler tıkandığını, renginin solduğunu, konuşmak için ağzını açacak olsa titreyen sesi ile bir şey söylemeye muvaffak olamayacağını hissediyordu. Yanında oturan arkadaşı, salondaki muhtelit[11 - Muhtelit: Karma, karışık. (e.n.)] gruplarla alakadar olduğu için onun ne hâle girdiğini pek fark etmiş görünmüyordu.
Baloda, Sermet’in bir zamanlar o kadar ehemmiyet verdiği, içlerinden biri ile belki bir gün evlenmeye muvaffak olacağını sandığı kızlar da vardı. Yıldız beline kadar gayet dar, belinden aşağı alabildiğine geniş ve kabarık, pembe taftadan bir tuvalet giymişti. Genç, dik göğsü, düzgün beyaz kolları, sempatik hareketleri birçok gencin bakışlarını üstüne çekiyordu. Altın renkli saçlarını kalın bir örgü hâlinde başının üstüne dolamış, kulaklarının arkasından ensesini boydan boya küçük buklelerle kapamıştı. Başı, arkadan bakıldığı zaman, iri bir kayısı gülünü andırıyordu. Önden kalın örgüsü yüzüne ihtiraslı bir kadın ifadesi veriyor, küçük pembe kulaklarını iki damla gözyaşı gibi bir çift inci küpe öpüyordu. Durmadan dans ediyordu. Genç subayların birçoğu ayın etrafında dolanan hale gibi etrafını sarmışlardı. Dururken narin bir bibloyu, dans ederken yaldızı ellerde kalacakmış gibi esatirî görünen bir kelebeği andırıyordu.
Sermet, ötekine bakmamak için, birçok bakışları üstünde toplayan minyon kıza bakıyordu. Oya, kalabalık bir öğretmen grubu içinde oturuyordu. Giyinişi şatafatlı değildi. Bu gece biraz durgundu. Yanı başındaki masada ailesi ile oturan Vacide’ye dönerek ara sıra onunla konuşuyordu.
Sermet bir zamanlar beğenmiş, hatta bir gün belki de seveceğini ummuş olduğu kızlara baktıkça ağlamak istiyordu. Onlardan birine bağlanmış olsaydı şimdi böyle, dünyanın en taşınmaz yükünü sırtına almış gibi yorgun ve bezgin, bir köşeye sinmeyecekti. Dümdüz bir akışı olan hayatını meşum bir tesadüfle bulandırmış, pek vakitsiz hayatı kendine zindan etmişti.
Şimdi herkes, hoş, zarif, güzel ve sempatik her genç kız onun yanında sönük kalmaktan kendini kurtaramıyordu. Bunun niçin böyle olduğunu, her zamanki gibi yine düşünüyordu. Sevdiği, bu defa yürekten sevdiği, hakiki aşkın ne demek olduğunu tanıdığı için mi böyle idi? Nahide’de gördüğü harikuladelik nereden geliyordu? Etrafına dikkat ediyordu. Masalarının yanında gittikçe genişleyen halkalardaki erkeklerin birçoğu onunla alakadardı. Ona bir selam verebilmek, tatlı bakışlı gözlerini bir defacık yüzlerinde hissetmek için dikkatlerini son haddine kadar onun başında toplayanlar göze çarpıyordu.
Galip Bey, tanınmış bir avukat olan balo komiseri ile hararetli hararetli konuşuyordu. Nahide ile Afet az konuşuyorlardı. Fakat arada bir başlarını yekdiğerine çevirdikleri zaman, kendilerine birçok şey ifade ettiği belli olan bakışlarla anlaşıveriyorlardı. Nahide kumral arkadaşına bakar ve bir şey söylerken masum bir çocuk, nazlı, narin bir genç kız manasını alıyordu. Genç arkadaşını sevdiği kadar saydığı da aşikârdı.
Mahir, karşılarındaki masa ile pek fazla alakadar olan arkadaşına, salonda toplanan grupları ayrı ayrı tanıtmak istiyordu:
“İlerideki masaya dikkat et Sermet. Oksijenle sarartılmış saçlarını iri buklelerle başında toplayan şu sarışın kadına bak. Yanındaki incecik kızın annesidir. Doğrusu çok zarif giyiniyor. Hoşsohbet olduğu belli. Çünkü masası daima kalabalıktır. Yalnız, dansa kalktığı zaman siniri tutar. Müthiş gülmeye başlar; o kadar ki kavalyesini ortada bırakıp kaçmak mecburiyetinde kalır. Şimdi sen de görürsün ya.”
“Kızın yüzü çok güzel. Su kıyılarında açan çiçekler gibi. Lakin pek zayıf.”
“Elbet zayıf olacak. Hangi toplantıya gelsem onu da görüyorum. Geç vakitlere kadar uykusuz kalır, durmadan dans ederse tabii böyle olur.”
“Kabahat ailesinde, getirmesinler.”
“Bizde buna maalesef birçok aile dikkat etmiyor. Bana kalırsa bu kız henüz bir ortaokul talebesidir.”
“Talebe olsa baloya gelemez.”
“Talebe olmasa da o çağda ya, sen ona bak. Vakitsiz sosyeteye atılmış demektir. Lakin Mahir, beni dedikoduya alıştırıyorsun. Niçin bize ait olmayan şeylere burnumuzu sokuyoruz?”
“Öteki masadan biraz alakanı kesesin diye. Yanındaki masalara bir baksana. Deminden beri sana dikkat ediyorlar. Nahide’ye yiyecek gibi baktığının farkında olmadıklarını mı sanıyorsun?”
“Tabii. Aralarındaki genç kızları bırakıp bir genç kadınla alakadar olmak günahtır da ondan.”
“Elinden gelse dört tarafa duvar çekeceksin. Mamafih mazursun. Âşık, âlemi kör sanırmış ama ortada fol yok, yumurta yok.”
“Belki bir gün çok şey olacak!”
Nahide’nin arkadaşı, ondan boylu, esmer bir gençle dansa kalkmıştı. Mahir, Afet’i çok beğeniyordu.
“Enfes kadın doğrusu!” dedi. “Şahane bir güzelliği var. Sesi de öyle tahrik edicidir ki… Bir defa dinlemek şerefine nail oldum. Şu Denizkızı Eftalya için deli divane olan çoktur ya. Afet Hanım’ı bir kere dinlemiş olsalar, başka bir kadın sesini beğenmelerine pek imkân olmaz sanırım.”
“Ben de dinlemek isterdim.”
“Ötekinin arkadaşı olduğu için tanışmak isterim, de, daha doğru.”
“Öyle de kabul edebilirsin.”
“Hani kaçmak, karşılaşmamak istiyordun?”
“Ümitsiz aşkların arkasından gelecek ızdıraba göğüs vermekten ürken insanlar kaçmayı tercih ederler. Ben aksini yapacağım artık.”
“O kadar cesursun demek. Nefsine itimadın yerinde.”
“Belki de dediğin gibi bu, bir cesaret meselesidir. Sonu nereye varırsa varsın ona yaklaşacağım.”
“Haydi gel öyleyse, masasına gidelim.”
Sermet yine sarardı. Arkadaşının alay ettiğini sanmıştı. Mahir o kadar ısrar ediyordu ki, nihayet kalbinin binbir şekle giren çarpışları içinde ona doğru sürüklendiğini fark etti.
Caz durmuştu. Masaya dönen Afet Hanımefendi’ye Sermet’i takdim ettiler, aralarında hararetli bir konuşma başladı. Sermet dalgın ve perişan, bakışları gelişigüzel köşelerde dolaşarak susuyordu.
Nahide, ruhların örtüsünü dalgalandıran kendine mahsus gayet nefis, tahrik edici kokusu, düşünürken de konuşan kaşları ve binbir cihan yaratan gözleri ile o kadar yakında idi ki… Saçlarının arasına iliştirdiği için daha güzel olan siyah gül, siyah tuvalet, siyah atlas iskarpinler ve gayet zarif bir çanta. Hep siyah. Sermet Göğsü açık olup da siyah kadife bir bantla boynunu sarmış olsaydı ne kadar Anna Karenin’e benzeyecekti! diye düşündü. Bir aralık Sermet’ten tarafa dönerek yumuşak bir sesle “Hiç konuşmuyorsunuz.” dedi. “Sıkılıyorsunuz galiba!”
Genç adamın ürkek bakışlı yeşil gözleri Nahide’nin siyah uçurumlar gibi koyulaşan, derinleşen, baş döndüren gözlerine dikildi:
“Dinliyorum.”
“Bazı susuşlar muğlak kitaplara benzerler.”
İkisi de başlarını çevirdiler. Afet Hanımefendi yeşil bakışlarında muammalı pırıltılarla söze karışmıştı. Nahide arkadaşına baktı. Bakışları ile hiçbirinin anlayamayacağı bir dille sanki konuşmuş oldular.
“Muammalı konuşmayı ne kadar seversin Afet.” dedi Nahide.
Galip Bey’le konuştuğu hâlde onların da konuşmalarını takip edebilen Bahri Doğru, gülerek “Karım çok roman okur. Onun tesiri ile olsa gerek.” diye söze karıştı.
Hep birden gülüştüler, Afet berrak kahkahalar arasında “Kocamın kulakları, pek hassas bir ses toplama aleti gibidir!” diye şaka yaptı. Mahir sordu:
“Hangi romanları seversiniz hanımefendi?”
“Eserinin içine yaprak yaprak felsefe kitaplarından alınmış gibi ukalaca şeyler karıştırmayan muharrirlerin romanlarını!” diye cevap verdi.
“Ben düşündüren, ızdırap veren, feragatle dolu ve muhal[12 - Muhal: Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız. 8e.n.)] aşkların yaşadığı romanları tercih ederim.” diye Nahide fikrini söyledi.
“Bugünlerde kimleri okuyorsunuz hanımefendi?”
Bunu Nahide’ye Sermet sormuştu.
Genç kadın “Rus hikâyelerini!” diye cevap verdi. “Rus edebiyatına karşı derin bir alakam var. Rusça bilmediğime çok esef etmekteyim.”
“Dilimize çevrilen Rus eserlerinin çoğu da Fransızca nüshalarından alınıyor zannediyorum.”
“Evet, hemen hemen öyle.”
“Hangilerini tercih ediyorsunuz?”
“Bir zamanlar Puşkin’in şiirlerine bayılıyordum. Sonra hikâyeye ve romana düştüm. Gorki’yi, Turgeniyef’i, Dostoyevski’yi ihtirasla okudum. Fakat Tolstoy’a hayranım. Ciltler dolusu eserlerinin hiçbirini vermemiş de sadece Anna Karenin’i yazmış olsaydı, beynelmilel olmasına yine kâfi idi bence. Bu kitabın üzerimde çok kuvvetli tesiri vardır. İlk okuduğumda on altı on yedi yaş arasında bir talebe idim. Tabii eserin ruhunu anlamış değildim. Felsefeye başladığı sırada yaprakları çevirir, köylüden, topraktan, Rusya’nın içtimai hayatından örnekler vermek için kahramanlarını uzun uzun konuşturunca yine konferans başladı, derdim. Fakat yaşım ilerledikçe şüphesiz fikirlerim, kanaatlerim de değişti.”
Afet “Ben orijinal aşk hikâyelerini, kaprislerle, esprilerle dolu romanları severim.” diye fikrini söyledi. “Anna Karenin’de baştan Kiti pek hoşuma gidiyordu. Onu Voronski’ye pek yakıştırıyordum. Fakat o, haşin Levin’le evlenince o da gözümden düştü.”
“Ben daima Anna’yı şayanı dikkat buldum Afet. Zaman zaman bu kitaba kapanarak birçok şey düşünürüm. Fakat hep Anna ile Voronski faslını okurum. Aşk dediğin bir humma, bir sara, nasıl söyleyeyim öldürücü bir hastalık gibi insanı sarmalı. Yıldırım gibi çarpmalı.”
Sonra, “Biz de baloda nelerden bahsediyoruz.” diye güldü. “Bunları konuşacak o kadar çok zamanımız var ki… Bu gece gülenler, içenler, dans edenler, kısaca hayatın tadını çıkaranlarla alakadar olmak daha doğru.”
Afet güldü:
“Biz hayatın tadını çıkaramayanlar grubuna dâhil miyiz ki?” diye sitemle arkadaşının yüzüne baktı.
“Lakin bunu pek senin için söylememiştim yavrum.”
“Sen, yaradılışta biraz fazlaca melankoliye müstait bir kadınsın Nahide. Fakat yavaş yavaş seni değiştireceğim.”
Sonsuz bir sevgi ile deminden beri Nahide’nin yüzüne bakan Sermet’in içi titredi. Değişmesin. Hiç ama hiç değişmesin. Onu böyle daima muğlak, kapalı, bir uçurum gibi mühlik ve erişilmez bir mahluk gibi uzak görmek isterim! diye içinden söylendi.
Nahide, ağır bir tangoya başlayan cazın ahengine ruhunu vererek artık etrafındakilerle meşgul görünmüyordu. Afet, kocası ile dansa kalkmıştı. Mahir, Oya ile dans ediyordu. Nahide’nin babası eski arkadaşlarından biri ile büfede kalmıştı. Bu suretle onlar baş başa bulunuyorlardı. Genç kadın sükûtu dağıtmak için “Ne güzel müzik.” dedi. “Ne derin bir tango. Bu kadar manalı parçalara bu dekor kâfi gelmiyor. İnsan, etrafını nihayetsiz bir boşluk sarsın, uçsun, çok, pek çok uzaklara çekilip gitsin istiyor.”
Sermet, kendisinin de şaştığı bir cesaretle “Demin insanları çarpan, ölüme sürükleyen, hastalık gibi yere vuran aşkları tercih ettiğinizi söylemiştiniz. Sorabilir miyim niçin?” diye sordu.
Nahide biraz kızardı. O tahrik edici sesi ile “Lakin romanlarda diye işaret etmiştim, değil mi?” dedi.
“Romanlar da hayattan alınmış şeyler, cemiyete ait örnekler değil mi hanımefendi?”
“Pek hepsi değil Sermet Bey. Mamafih benim de söylediğim şey bir hayli romantikti ya…”
Sermet azarlanmış bir çocuk utancı ile önüne baktı. Genç kadın, karşısında renkten renge giren, yüzüne bakarken solan, konuşurken titreyen bu çok toy gencin kırılmasını istemiyordu:
“Baloda söylenen sözlerin üstünde pek durulmaz, değil mi?” dedi. “Kalabalık, bozuk hava, içki, müzik ve nihayet karmakarışık renk, koku ve tipler insanı âdeta sersem ediyor.”
“Biliyor musunuz siz bu gece, daha kapıdan girdiğiniz dakikada bana Anna Karenin’i hatırlatmıştınız. Tuhaf tesadüf. Sözleriniz de ona intikal etti. Voronski ile tanıştığı, pek tanıştığı demeyelim de nasıl söyleyeyim, Voronski’yi çıldırttığı gece böyle, sizin gibi siyahlar giymişti.”
Bunu söyledikten sonra gayriihtiyari gözleri, genç bir subayın kolunda dönen, pembeli kıza ilişti. Zeki kadın onun ne düşündüğünü, kafasında nasıl bir ölçü yaptığını derhâl fark etti. İçinden Kiti de pembe giymişti, diye düşündü.
“Ben Anna gibi tehlikeli bir kadın değilim ki Sermet Bey. O bir yıldırım gibi çarpıyor, bir güneş gibi gözleri kamaştırıyordu.”
“Tolstoy eğer bu harikulade kadını hayalinde yarattı ise bu gece bu salonda bulunmuş olsaydı ‘İşte kahramanım!’ diyecekti.”
“Yok canım!” diye Nahide yine güldü. Yanlarına gelen Afet’e “Çok dans ediyorsun.” dedi.
“Senin yerine de yavrum.”
“Teşekkür ederim. Lakin daha fazla yanımda oturmanı tercih ederim de…”
Sermet vurulmuşa döndü. Mahir, Oya’yı büfeye götürdüğü için masaya dönmemişti.
Kalkmak, kaçmak istiyordu. Manasız konuşması ile Nahide’yi sıkmış, hatta belki de sinirlendirmişti. Salonun dans için epey daralan pistinde neşeli bir grup kadril için hazırlanıyordu.
Afet, “Buna bayılırım doğrusu.” dedi. “Ama karşıdan bakmaya…”
Sermet ayağa kalktı. Kırık bir sesle müsaade istedi. Birkaç dakika evvel kendisini yedi kat yerin dibine geçiren kadın nazlı bir gülüşle elini uzattı:
“Şüphesiz baloyu terk etmeyeceksiniz. Yine masamıza bekleriz Sermet Bey.”
“Sizi sıkmamayı tercih ederim hanımefendi. Bir fen adamının, daha doğrusu benim gibi konuşmayı bile tam manasıyla beceremeyen bir insanın, edebiyat münakaşalarına girişmesi ne gülünç. Bunu ancak şimdi fark edebiliyorum.”
Nahide elini çekmeden “Rica ederim!” dedi.
Sonra söyleyeceği şeyi söylememeyi tercih ederek elini çekti:
“Güle güle beyefendi.”
Sermet uzaklaşır uzaklaşmaz Afet kati bir sesle “Bu çocuk seni seviyor.” dedi. “Bu çocuk senin için çıldırıyor.”
Nahide siyah bir gül demeti hâlinde göz alan biçimli başını sarsarak “Yine başladın.” dedi. “Sana kalırsa bana tutulan âşıklarımın sayısı sayılmaz olacak.”
“Sayılır mı sayılmaz mı onu bilmem ama bu çocuk senin için deli oluyor. O rengindeki değişme ne öyle!.. O bakışlar, o manalı sözler… Edebiyat münakaşasından bahsediyordu. Nedir o?”
Nahide güldü. Söylememek istiyordu. Afet zeki bakışlarını arkadaşının gözlerine daldırdı:
“İlk defa benden bir şey saklamak istiyorsun Nahide… Yoksa sen de ona karşı zayıf mısın?”
“Oo, oo!” diye itiraz etti. “O, benim için daima toy bir çocuktur. O kadar genç, o kadar tecrübesiz ki…”
“Sevmemek için bunlar kâfi mazeretler değil.”
“Bilirsin ki ben sevgimi nihayetsiz bir titizlikle ancak kalbime layık olan bir adam için saklıyorum. Beni yakından tanıyan, hislerimi, isteklerimi, heyecanlarımı, ne uzatıyorum, her şeyimi tam manasıyla bilen sen, nasıl ihtimal verebiliyorsun ki bu basit çocuğu sevebilirim.”
“Hiç belli olmaz yavrum.” diye Afet tekrar etti. “Aşk bir rüya gibidir. Uyuduğumuz zaman nasıl irademiz haricinde binbir tabii güzellik yahut korkunç uçurumlar içinde yaşar, sever, sevilir, güler, ağlar, ölür, öldürürsek aşkın pençesine de yine böyle, irademizin haricinde düşeriz. Bir an olur ki nasıl ve ne zaman sevdiğimizi kendimiz bile tayin edemeyiz.”
“Yook yavrum, yok. Herhâlde hareketleri bu kadar alelade, bu kadar basit bir genci beğenecek, sevecek değilim.”
“Ama onun tarafından sevilmek de seni sinirlendirmeyecek sanıyorum.”
“Hangi kadın vardır ki, kendisine perestişle bakan gözlerin karşısında bir an haz duymamış olsun. Sevmeden sevilmek, gerçi hoş bir şey değildir. Fakat menfaatsiz sevilmek, ümit vermeden, müsamaha göstermeden bir erkek tarafından huşu ile, yüksek duygularla benimsenmek güzel bir şeydir. Dediğin gibi sahiden bu çocuk bana bağlanmak istidadını gösteriyorsa sinirlenmem. Ama bu da ona mukabele edeceğim demek değildir.”
“Görürüz.”
“Canım Afet. Niçin bir hiç üstünde duruyorsun böyle? Haydi büfeye gidelim.”
Bahri Doğru hürmetle önlerinde eğildi. Afet, arkadaşının koluna girerek “Sana ötekiler için böyle bir şey söylememiştim.” dedi. “Sevildin, beğenildin. İstesen birini seçer, pekâlâ mesut olurdun. Fakat ruhen hasta idin. Kalbinin geçmeyecek diye inat ettiğin yarası kabuk bağlamamıştı. Hâlbuki zaman o harikulade eli ile ruhunun acılarını, kalbinin o hazin yarasını sildi götürdü. İddia edebilir misin ki, birkaç sene evvelki ruh hâletini hâlâ muhafaza ediyorsun?”
Nahide durgunlaşmıştı. Geniş alnı üstünde sol kaşı tatlı bir bükülüşle yükseldi. Kirpiklerinin arasında gece renkli gözlerinin ışıltısı kayboldu. Afet, arkadaşının titrediğini hissetti.
“Nahide, muzdarip misin yine?”
“Muzdaribim. Fakat öteki için değil Afet. Onu tamamıyla unuttuğumu bu gece daha iyi hissediyorum.”
“Öyleyse niçin değiştin?”
“Bir başka balo gecesi aklıma geldi de ondan.”
Büfenin tenhaca bir yerinde yavaş sesle konuşuyorlardı. Bahri Doğru kibar bir hareketle önlerinde eğilerek “Hâlâ ne içmek arzusunda olduğunuzu söylemediniz. Ama sormak da fazla değil mi?” dedi. “Karşı karşıya geçtiniz mi vermutsuz olamazsınız.”
Afet: “Sodasız içelim Nahide.” dedi. Sonra sesini yavaşlatarak “Hangi baloyu hatırladın?” dedi.
“Yanında ilk defa karısını gördüğüm baloyu. O gece kıyıları döven denizin karanlık dalgalarına bakarak ölmek istemiştim. Yine böyle soğuk bir kanun gecesiydi. Başım ateşler içinde, balkona çıkmıştım. Onlar dans ediyorlardı. Elini emniyetle kocasının avuçlarına bırakan, büyük bir samimiyetle sevdiğim adama sokulan kadın, o gece beni çıldırtıyordu: ‘Kalbimle oynamayınız. Ben size ne yaptım? Niçin öldürüyorsunuz?’ diye haykırmak istiyordum. Ve yine kendi kendime bir kere değil, belki bin kere tekrarlıyordum ki, ‘Ne olursa olsun onu unutamayacağım. Bu muhal aşk bir gün beni öldürecek!’ diyordum.”
“Çocukluk.”
“Evet, şimdi ben de böyle söylüyorum. Çocukluk, hatta delilik diyorum. Fakat o zaman hiç de böyle değildim. O gece sevdiğim için muzdariptim, bu gece unuttuğum için harabım.”
“Bu da çocukluk Nahide, manasız düşünüyorsun. Unuttuğun için sevinmeli, bayram yapmalısın.”
Onların, büfenin bir ucunda gayet yavaş sesle konuştuklarına dikkat eden Bahri Doğru, karısının bakışlarına karşı “Emriniz.” diye yetişti.
“Birer vermut daha Bahri.”
Bardaklarını kaldırırlarken önlerinde Hakkı Raşit Bey derin bir saygı ile eğildi. Nahide’nin yüzü hoşnutsuzlukla karıştı. Binbir iltifat içinde gözlerinin içine bakan, kendisinden bir şeyler beklediği her hâlinden belli olan bu adam, artık tamamıyla sinirlerine dokunuyordu. Bardağını son yudumuna kadar boşalttıktan sonra “Biraz üşür gibi oldum Afet.” dedi. “Salona girelim.”
Hakkı Raşit fena hâlde bozuldu. Fakat etrafa bir şey belli etmemek için yine hürmetle eğilerek salonun kapısına kadar onlara refakat etti. Masalarında yalnız kaldıkları zaman Afet, arkadaşına çıkıştı:
“Pekâlâ şu adamla evlenip prensesler gibi yaşayabilirdin. Hâlâ da gecikmiş değilsin ya. Oldukça yakışıklı, kibar adam, zengin de… Sonra hakikaten seni seviyor. Niçin reddettiğini bir türlü anlayamıyorum.”
“Bıraktığım adamın da zengin, pekâlâ kibar ve oldukça yakışıklı olduğunu bildiğin hâlde, aşağı yukarı onun modeli olan birini niçin bana tavsiye ediyorsun Afet? Benim bu tiplerden hoşlanmadığımı, sevmek için büsbütün başka şeyler aradığımı bilmiyor musun?”
“Sen bukalemun gibi bir kadınsın yavrum. Ne istediğin hiçbir zaman tam manasıyla belli olmamıştır ki… Zaten ‘birini seviyorum’ dediğin zaman da sana pek inanmayacağım. Bu itirafına bel bağlamak için üstünden en aşağı bir yıl geçmesini bekleyeceğim.”
“Epey bir müddet.” dedi Nahide. “Fena değil. Yine o kadar kendimizle meşgulüz ki… Biliyor musun, seninle oturup saatlerce konuşmayı bütün bu toplantılara tercih ederim. Balo gecelerinin sabahında âdeta hastalanıyorum. Kulaklarımda mütemadiyen şu cazın sesi vınlıyor. Davulun uğultusu günlerce kafamdan çıkmıyor. Ama bunlar da lazım. Büsbütün bir köşeye çekilip hayattan el etek çekmek olmuyor ki…”
Halk mükemmel eğleniyordu. Pamukçu’dan bu gece için getirilen zeybekler coşkun bir neşe içinde oynamışlar, pek çok alkışlanmışlardı. Kotiyon dağıldıktan biraz sonra balo komiseri “Lütfen herkes masasının altındaki armağanları çıkarsın!” dedi.
Önce Avukat Bahri Doğru’nun şaka yaptığını sanmışlardı. Sonra kahkahalı, gürültülü bir araştırma başladı. Büyük sarı zarfların içine yerleştirilmiş konfetiler, serpantinler, şişirgen düdükler, başlıklar, irili ufaklı oyuncaklar, renkli gözlükler masalara serildiler. Raptiyelerle masaların altına yerleştirilen ince paketlerin o saate kadar farkına kimse varmamıştı. Bu, hoş bir sürpriz oldu. Herkes bu suretle şansını denemiş oluyordu.
Kotiyon dağılırken Nahide’ye mavi sorguçlu, yaldızlı bir taç verilmişti. Balonun en ağır kotiyonu o idi. Nahide giymek istemiyordu. Afet zorla başındaki siyah tülü çıkartarak “Bu altın tacı başına layık görmüyor musun?” diye uzattı. “Balo kraliçesi sensin bu gece.”
“Ben her zaman bu mevkiye seni layık gördüm Afet!”
Gülüştüler.
Afet’in yakın arkadaşlarından biri olan miralayın karısı, masalarına geldi. Bahri Doğru genç kadına yer verdi, saygı ile elini öptü.
Sabiha çok içmişti. Her zaman alevli, daima binbir mana ile dolu gözleri çakmak çakmak olmuştu. Beyaz elbisesinin geniş volanlarını düzelterek Afet’e bir hayli sitem etti:
“Artık hiç görünmüyorsun. Üç defa, beş defa geliyorum. Sonra artık gitmeyeceğim, biraz da o beni arasın, diyorum amma dayanamıyorum.”
Afet’in ince kumral kaşlarının biri alnında şikâyetle yükseldi.
“Yeni arkadaşların da sinirime dokunuyor. Karşılaşırım diye gelmiyorum.” diye cevap verdi.
Sabiha manalı bir şekilde sustu. Sonra Nahide’ye dönerek “Arkadaşlarım sizi çok seviyorlar, çok beğeniyorlar hanımefendi.” dedi. “Bir gün hep beraber size bir baskın yapacağız.”
“Pek memnun olurum.”
“Amma gününüzde değil. Çok kalabalık olunca iyi konuşulmuyor.”
“Daha iyi.”
Afet “Bana haber yollama Nahide.” dedi. “Doktorun o kendini beğenmiş karısı hiç hoşuma gitmiyor.”
Sabiha mevzuyu yine değiştirdi:
“Geçen gece uzun boylu sizi konuştuk.” dedi. “İçimizden biri ortaya bir sual attı; erkek olsaydınız kiminle evlenirdiniz diye. İşte o zaman bir gürültü, kıyamettir koptu. Diyebilirim ki memleketin dikkate şayan bütün kadınları gözlerimizin önünden geçit resmi yaptılar. Ben hiç düşünmeden ancak erkek olsaydım seninle evlenebileceğimi söylemiştim Nahide Hanım! O zaman aramızda bulunan bir doktor ne dedi biliyor musunuz? Çok tehlikeli bir işe girişeceğimi, bir aşk hastası olacağımı!”
Nahide “Mesleğinin diliyle konuşmuş olmak için böyle söylemiş doktor.” dedi.
Afet de “Bu hastalığa giriftar olunca tedavi etmeniz için size başvururdum deseydin.” diye alay etti.
Sermet’i tamamıyla unutmuşlardı. Ancak Mahir’i büfeden zarif bir kızla dönerken görünce hatırladılar. Afet orijinal bir aşk hikâyesinin başlamak üzere olduğunu sezmişti. Genç kızı masasına bıraktıktan sonra kendilerine doğru gelen Mahir’in havadisle dolu olduğunu hissediyordu.
“Arkadaşınız gitti mi Mahir Bey?”
“Aşağıki salonda hanımefendi.”
“Desenize, genç arkadaşınızın ruhu pek ölgün. İnsan bu yaşta baloyu en civcivli zamanında bırakabilir mi? Biraz da fazlaca sıkılgan galiba. Salonda o kadar genç kız var, birini kaldırıp dans etmedi.”
Mahir, gayet lakayt bir sesle “Sermet henüz talebe iken ancak evleneceği kızla dans edeceğini söylerdi.” dedi.
“O, bu ne kadar hislilik? Bu asırda kızlar bile buna riayet etmiyorlar.”
“Arkadaşım da bir kız kadar temizdir efendim. Lakin hanımefendi, sesinizi bir kere daha işitmenin benim için ne büyük bahtiyarlık olacağını tahmin edemezsiniz.”
“Benim canım ancak ayda âlemde bir şarkı söylemek ister.”
“Ne yazık. Niçin sesinizden herkesi faydalandırmıyorsunuz hanımefendi? Plaklarda niçin bu harikulade ses zapt edilmesin? Sanat bakımından buna acıyorum. İsminizi vermez misiniz? İleride çocuklarınıza, hatta torunlarınıza sizden kalacak en kıymetli hatıra bu plaklar olmaz mı?”
Sonra Bahri Doğru’ya dönerek “Kabahat sizde mi beyefendi?” diye sordu.
“Karım her hususta tam salahiyet sahibidir Mahir Bey, ne dilerse o olur. Ben, kendi hesabıma hayranı olduğum o sesi, sık sık dinlemek saadetine mazhar oluyorum. İlerisi için de kendi arzusu hâkimdir şüphesiz.”
Nahide “Ben de her zaman Afet’e bunu söylerim Mahir Bey.” diye söze karıştı. “Kadın sesleri içinde Safiye’nin sesine hayranım. Onun sesinde beni benden alan bir tesir var. İlk defa bu derin sesi Küçük-çiftlik Parkı’nda dinlemiştim. Vakit epey ilerlemişti. Gelişini, bahçeyi dolduran alkış seslerinden anladık. Masamız, havuz başındaydı. Fıskiyeden dökülen tatlı bir musiki yaratan suyun sesini bile onu daha iyi dinlemek için dindirmişlerdi.”
‘Neredesin’ diye başladı.
Bunu yalnız ses ile, bakışları ve yüzü ile sormuyor, söylemiyordu, bütün vücudu vect ile, nihayetsiz bir hüzün ve sitemle gidip de gelmeyeni araştırıyordu. Onu huşu içinde dinleyenlerin çoğu muhakkak ki benim gibi bahçeden çok uzaklara gitmişlerdi.
Safiye’nin sesi bizi sürüklemiş, hayalimizin engininde, ızdıraplarımızın kaynağında kalplerimizi sanki eritmişti.
O kadar ısrarla alkışladılar, istediler fakat bir başka şarkı söylemedi. Bir gölge gibi bahçeden silindi gitti. O zaman yanımdakilere ‘Safiye’nin sesinden başka bir ses dinlemeye tahammül edemem.’ demiştim. Sonra aynı hayranlığı Afet’in sesi karşısında hissettim. Bu iki ses, tonları itibarıyla tamamen yekdiğerinden ayrıdırlar. Amma birleştikleri bir nokta vardır ki asıl kudretleri de oradan gelir: Tahrik edici, sürükleyici oluşları… Afet, ne olursun, bu gece söyle…”
“Kalabalık çekildikten sonra!”
Mahir, önce çocuk gibi ellerini çırptı. Fakat sonra “Bu kalabalığın arasında benim de çekilmemi emredecek misiniz hanımefendi?” diye boynunu büktü. Kalbi kuş kanadı gibi titremeye başladı.
“Koca çocuk.”
“Bu gece pek lütufkârsınız!”
“Bir romanı severek okuduğum, beğendiğim bir filmi zevkle seyrettiğim zamanlar hep şarkı söylemek isterim. Hâlbuki bu gece pek canlı, pek orijinal bir mevzuyu kendi kafamda roman hâlinde işlemeye başladım.”
Mahir “Zannederim kahramanlarınız arasında küçük dahi olsa benim de bir yerim olacak!..” diye güldü. İkisinin de bakışları Nahide’nin yüzünde toplandı. O, hiçbir şey anlamamış gibi oğlu ile dans eden Jülide Hanımefendi’ye bakıyordu.
“Bir hayli şişman olduğu hâlde ne kadar kıvrak dans ediyor.” diye konuştu. “Hareketlerine bayılıyorum. Sonra, ne kadar tatlı, cana yakın bir konuşması var. Yıllarca İstanbul’dan uzaklarda dolaştığı hâlde o güzel şivesini hiç kaybetmemiş.”
Mahir: “Daha az boyansa ve daha başka türlü giyinse ama.” diye tenkit etti.
Afet “Siz ileride karınıza çok karışacağa benziyorsunuz.” diye çıkıştı. “Nesi var? Pekâlâ giyinmiş işte. Bir siyah dantel tuvaleti bile çok görüyorsunuz kadıncağıza.
Avrupa kadınları altmış yaşlarını geçtikten sonra bile ipekler, elmaslar, danteller, kokular içinde en lüks balolara iştirak ediyorlar. Bir tutam beyaz saç, yüzde birkaç hain çizgi, yaşamak hakkını almalı mı elden? Bizde otuz yaşını geçen kadının her şeyi bitmiş zannedilir. Bu telakki ne kadar yanlıştır. Asıl, kadının olgunlaştığı, heyecanlarının, ruhi vasıflarının inkişaf ettiği çağ o yaştan sonra başlar. Ama şüphesiz kendisini idare etmesini bilen, neşeli, hoşsohbet, zarif kadınlar için söylüyorum. Kendini bırakan, dünya zevklerinden el etek çeken, ölgün ruhlu kadınlar ölüm kararlarını kendileri vermişler demektir.”
“Sözümü geri aldım hanımefendi.”
“Haydi, arkadaşınızı bulup getirin. Âlem burada ne güzel gülüp söylüyor, eğleniyor. Ne varmış aşağıdaki salonda?”
“Emredersiniz hanımefendi.”
Mahir tehalükle salondan çıktı. Nahide ince bir sitemle arkadaşının yüzüne baktı:
“Niçin bunu yaptın?”
“Acıyorum o çocuğa doğrusu. Demin ayrılırken o kadar içli, o kadar kırılmış görünüyordu ki…”
“Gelmezse daha kıymet alacak gözümde.”
“Geleceğini bildiğin için böyle söylüyorsun. Sevilen bir vücudun yakınına çağırılıp da gelmemek, hisli bir insanın elinden gelir mi?”
Gece epeyce ilerlemişti.
Programın son numarasında bir piyango vardı. Biletler satıldıktan sonra ortaya küçüklü büyüklü masalar kondu. Üzerleri renk renk eşya ile dolu idi. Önce numara, sonra eşya çekiliyordu.
Diş fırçaları, taraklar, kartlar, kalemler, losyonlar, eşarplar, boyun bağları, türlü küçük eşya çıkıyordu. Nahide’nin numarası masanın üstünde duruyordu. Kendisi pek kayıtsızdı. Numarası okunduğu zaman Bahri Doğru, Nahide’nin biletini alarak eşya numarasına yaklaştı. Döndüğünde “Kırmızı kurdele ile bağlı beyaz bir kutu çıktı size ama Nahide Hanım…” dedi, “piyangonun sonunda almanızı rica ediyorlar.”
Karısı “O da nedenmiş?” dedi. “Herkes iğne, düğme, ne çıktı ise alıp şansını deniyor ya.”
Bahri Doğru güldü.
“Sende bir şey var. Paketin içinden ne çıkacağını biliyorsun.”
“Olabilir.”
“Söyle Bahri.”
“Çocuk Esirgemecilerin bir sürprizini bekleyelim. Zevki bozulmasın.”
Nahide de merak etmişti. Acaba kutunun içinde ne vardı? Artık piyangonun neticesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Eşyalar dağılmıştı. Maddi kıymeti olan hediyelerin bazılarını tekrar kuruma iade edenler vardı. Onlar da bittikten sonra işletmede çalışan bir genç mühendis ortaya çıktı:
“Müsaadenizle en zarif hediyemizi göstermek istiyoruz.” diye kırmızı bandı çözmeye başladı.
“Bahri, manasız bir şey çıkacaksa bizim masayı işaret etmesin, fena sinirlenirim ha!” diye Afet söylenmeye başlamıştı ki, beyaz kutunun içinden beyaz kanatları heyecanla çırpınan bir güvercin çıktı. Kırmızı gözlerini bol ışık karşısında kısarak bir avuç kar parçası gibi zarif kanatlarını kımıldatıyordu.
Salonda alkış sesleri gürlüyordu. “Kime çıktı, kime çıktı?” diye soranlar vardı.
Genç mühendis, Bahri Doğruların masasına yaklaştı. Kibar bir şekilde masadakileri selamladıktan sonra minimini yüreciği çırpınan kuşu genç kadına uzattı. Nahide’nin uzun parmaklı elleri içine gömülen küçük güvercin titriyor, büzülüyor, çırpınıyordu.
“Bana bir memleket bağışlasalardı belki bu kadar heyecana kapılmazdım Afet.” dedi. “Bu geceyi ve ellerimde çırpınan bir küçük kuş kalbini daima hatırlayacağım. Sen ÇIRPINAN SULAR bilmezsin. İleride bir gün sana bu çocukluk hatıralarımdan bahsederim belki.”
“Niçin bu gece değil?”
“Ne bu gece ne yarın ne de belki hiçbir zaman!”
Salon çok tenhalaşmıştı.
Mahir yanlarına yalnız döndü. Çünkü arkadaşı hastalanmıştı. Balo komiseri olduğu için mütemadiyen dolaşan Bahri Doğru, genç adamın ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu görmüştü. Meselenin üstünde durmadılar. Nahide hemen arkadaşından rica etti:
“Afet, bekliyoruz.”
Babası çoktan gitmişti. Geç vakitlere kadar uykusuz kalmaya dayanamıyordu. Böyle gecelerde Nahide ya Afetlerde kalıyor yahut arabaları ile önce onu evine bırakıyorlardı.
Mahir de rica etti:
“ ‘Şahane Gözler’i lütfetmez misiniz hanımefendi?”
Şahane gözler…
Ümitlerim hep kırıldı…
Fariğ olmam…
Ve daha Dede Efendi’nin en güzel, en ağır şarkılarından birkaçı…
Bu ilahi ses karşısında beyaz güvercin bile titremesini kesmiş, nefis kokulu, taze bir genç kadının göğsüne sokulup sinmişti.
Çağlar gibi, taştan taşa çarpa çarpa köpüren, kıyılarda parçalanan, kumsallarda çırpınan sular gibi söylüyordu. Ne ses, ne sesti o!..
Nahide, bakışlarını arkadaşının yeşil ışıklı gözlerinden ayıramayarak vect içinde dinliyordu. Gözlerinin siyah kadifesi nemlenmişti. Dudakları bir kızıl yakut gibi yanıyor, parlıyordu. Her şarkının sonunda, bitecek, bir başkasını belki de söylemeyecek diye içi titriyordu.
Bu sesin içinde salonun ışıkları değişiyor, ortalığı birçok kollu şamdanlardan dökülen titrek mum alevleri, menşurlarında mavi, mor, kızıl, turuncu renkler tutuşan avizeler aydınlatıyordu.
Kübik eşyaları, koltukları, masaları ve sandalyeleriyle salon gözlerinde siliniyor, ağır halılarla döşenmiş, kırmızı sedirli, kırmızı perdeli bir şark odası canlanıyordu. Solgun yüzlü bir kadın, ipek yastıklar arasına uzanmış, gözleri yarı kapalı bu nefis musikiyi dinliyordu.
Bu seste; Şark musikisinin hüznü, melali, kudreti, mistik zevki vardı. Zenci rakkaseler, bu sesin içinde binbir inhina[13 - İnhina: Eğrilme, bükülme. (e.n.)] ile kıvrılan vücutlarını teşhir ediyorlar; ince belli cariyeler gümüş tepsiler içinde bu sesin büyüsü ile şerbet dağıtıyorlar; tombul elli bir Şark güzeli, bu sesle ortaklarının kalbine saplanan kahkahalara ağlıyor; bu sesle sevenler mesut veya bedbaht oluyorlardı.
Afet sustuktan sonra, sanki yaşadıkları âlemin bütün füsunu dağıldı. Mahir sonsuz bir hayranlıkla “Harikulade demek de bir şey ifade etmiyor hanımefendi!” dedi. “Bu ilahi ses için ne söylemek, size büyük lütfunuz için nasıl teşekkür etmek lazım geldiğini bilemiyorum!”
Sonra Bahri Doğru’ya döndü:
“Ne mesutsunuz beyefendi!”
Zeki avukat, karısının beyaz elini avuçlarının arasına aldı. Zarif bir şekilde eğilerek öptü. Birkaç kere öptü. Derin ve samimi bir sesle “Cidden çok, pek çok mesudum Mahir Bey.” diye genç adamın sözünü tasdik etti.
Salondan çıktıkları zaman, Sermet’i, merdivenin parmaklığına dayanmış, vect içinde, gözleri yaşlı buldular. O kadar perişan, o kadar muzdaripti ki, niçin burada durduğunu, içeriye girip oturmadığını soramadılar.
Ancak genç kadınları selamlayabildi. Onlar merdivenlerden kol kola inip kaybolduktan sonra Mahir’in elini tuttu.
“Âşığım!” dedi. “Çılgın gibi seviyorum. Ölesiye seviyorum. Ne idi oses, o ses ne idi?!..” diye tekrarladı. “Az daha deli gibi salona girecek, sevdiğim kadının dizlerine kapanacaktım!”
“Bir bu eksikti. Yarın Türk Dili için orijinal bir mevzu çıkardı!”
Sokağa çıktılar. Afet’in sesini konuşuyorlardı. Sermet “Alaturkaya gittiği kadar alafrangaya da gidiyor sesi. Ona çok şaştım.” diyordu.
“Çok iyi bir musiki terbiyesi almış doğrusu. Yedi yaşından beri ut, keman, piyano ile meşgul oluyormuş. İyi bir aile kızı. Babası güngörmüş, iyi yaşamış, zevkiselim sahibi bir adamdı. Yakında öldü. Kızlarını çok iyi yetiştirmiş. Tabii iyi bir izdivaç yapmasaydı, meziyetlerinin çoğunu kaybederdi ya. Kocası çok zarif, diplomasiye vâkıf, zeki bir adamdır, hassastır. Karısının zevklerine, itiyatlarına, isteklerine, kısaca karısının hayatına ömrünü bağlamış, âşık bir kocadır.
Lakin böyle sızacak hâle gelinceye kadar içmenin manası ne? Yavrum, ümitsizliğe düşünce içip içip kendinden geçmek eski zaman modası idi. Âşık mısın, şair misin? Ver elini meyhaneye… Bunların mevsimi çoktan geçti. Şimdi her şeyden önce pısırıklığı bırakmalı. Zarif, nüktedan olmalı. Giyinmesini, konuşmasını, kadına edilecek muameleyi bilmeli.
Durdun, durdun da Nahide’yi bir roman kahramanına benzetecek zamanı buldun. Bence, ha Greta Garbo’yu[14 - Holywood’un sessiz film döneminde ikonlaşan İsveç doğumlu film aktrisidir. (e.n.)] hatırlatıyorsunuz, bakışlarınız tıpkı Jon Kravfort[15 - John Crawford, Amerikalı aktör. (e.n.)] gibi demişsin ha Anna Karenin’i hatırlatmışsın. İkisi de bir. Sinema artistlerine, herhangi bir roman kahramanına benzemek hoppa, tecrübesiz, az tahsilli kızların koşuna gider ama olgun, kafası işleyen, okuyan kadınların asla…
Birine benzemekten hoşlanan bir kadının şahsiyeti kalmamış demektir.”
“Bunu hiç düşünmedim Mahir. Mamafih ben içimden geçeni söyledim. Samimi olmak günah mı?”
“Samimi olmak şüphesiz ki iyi. Fakat içten geçen her şey de samimiyet nişanesi diye ortaya dökülmez, değil mi?”
Mahir, küçük kardeşini azarlayan bir ağabey gibi konuşuyordu. Onu evine kadar götürdü. Ayrılırken “Nahide, kendisine fena hâlde tutulduğunu hissetmiş.” dedi.
“Bunu nasıl anladın?”
“O bir şey belli etmek istemiyor tabii. Afet Hanım’ın bazı manalı sözlerinden sezinledim. Yepyeni bir roman mevzusunu kafamda işliyorum.” dedi.
“Nahide sinirlendi mi bu imadan sonra?”
“İşitmemiş göründü.”
“Şu hâlde ümit edebilirim!”
“Pek fazla hayale kapılmamak ve biraz becerikli, temkinli davranmak şartıyla…”
***
Nahide’nin oturma odasında idiler. Afet divana yerleşmişti. Dudaklarının arasında kızıl renkli, incecik ağızlığı vardı. Ara sıra sigarasının dumanını gözlerinin zümrüt ışıklarıyla takip ediyordu. Nahide kabarık bir yer minderine ilişmiş, arkadaşının dizlerinin dibinde konuşuyordu:
“Bu çocuğun günden güne artan, âdeta bir iptila hâlini alan sevgisinden ürkmeye başladım Afet! Başta işin bu kadar ciddi bir şekle döküleceğini ummamıştım. Beni beğendiğini, çok genç ve tecrübesiz olduğu için gözü kapalı bana yaklaştığını, fakat asla benden bir şey beklemeyeceğini ümit etmiştim. Onun kadar temiz bir çocuğun, benim gibi ızdırap çekmiş, iyi ve fena günler yaşamış, acıklı bir mazi hatırasına bağlı, ona nazaran yaşça, görgü ve itiyatlarca daha ileri bir kadından macera bekleyeceğini aklıma bile getiremezdim. Nitekim o da buna hiç teşebbüs etmedi. Bana olan düşkünlüğünü, günden güne artan sevgisinin içliliğini ancak bakışlarından ve değişen renginden anlayabiliyordum. Bir gün öğleden evvel parkta yalnız oturuyordum. Önümde takip ettiğim mecmualardan biri vardı. Fakat dalgındım. Okuduğumu anlayamıyordum. Hayalimin, havuzun durgun sularına çizdiği binbir şekille meşgul oluyordum. Yanıma geldi. Birkaç dakika oturmak ve bana mühim bir şey söylemek için müsaade istedi. O kadar ürkekti ki, yer gösterdiğim zaman çok sıkılgan bir mektepli gibi şaşırarak koltuğa oturdu. Bu çocuğun daima şaşıran bakışları, ürpertilerle dolu sesi, biliyor musun, hoşuma gitmeye başlamıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu. Açılması için yardım ettim. Damdan düşer gibi ‘Balıkesir’i terk etmek mecburiyetindeyim. Gideyim mi, kalayım mı?’ diye sordu.”
Afet gülmekten kendini alamadı:
“İtirafın bu çeşidini de şimdiye kadar ne bir romanda okudum ne de duydum doğrusu. E, sen ne dedin?”
“Onun gayritabiiliklerine alıştığım için hiç şaşırmadım. Sualini bir başka sorgu ile karşıladım: ‘Bunu niçin bana soruyorsunuz?’
Mümeyyiz karşısında ter döken bir mektepli gibi heyecanlı idi; gözlerini kaldırdı. ‘Ümitsiz olduğum için gitmek lüzumunu hissediyorum. Ve… Bu mecburiyet size olan aşkımdan geliyor.’ ‘Unutmak, daha doğrusu vazgeçmek için gitmeye lüzum yoktur Sermet Bey.’ diye cevap verdim. ‘Gözlerinizi biraz da hayata çeviriniz. Gençsiniz. İyi bir istikbaliniz var. Sevmek için telaş edecek çağda değilsiniz. Ben size ancak yakın bir dost olabilirim. Daha fazlası elimden gelmez.’
‘Ben kadınla erkek arasında başlayan herhangi bir arkadaşlığın gönül sınırları haricinde kalabileceğine inananlardan değilim.’
‘Öyle dostluklar vardır ki tadı aşkta bulunmaz. Öyle samimi, kardeşçe rabıtalar vardır ki, yıllar geçer de aşınmaz. Ama nihayet karakter meselesi. Kalbine ve terbiyesine güvenebilenler için!’
‘Ben bu vadide kendime güvenemiyorum hanımefendi. Ya hep ya hiç!’
‘O hâlde hiç!’
Gitmek üzere davrandı. O zaman anladım ki bu çocuk beni alakadar ediyor. Kalmasını istemediğim gibi gitmesini de istemiyordum. Karışık bir hâletiruhiye içinde idim.
‘Durunuz!’ dedim. ‘Pek kestirme konuştuk. Bana bir itirafta bulundunuz. Fakat benim kim olduğumu biliyor musunuz?’
‘Sizi sevdiğimi bilmek kâfidir hanımefendi.’
‘Hiç ama hiç kâfi değil.’
‘Peki, ne lazım, ne yapmaklığım icap ediyor? Emrediniz. Bana yol gösteriniz.’
‘Çocuksunuz, hem çok çocuksunuz!’ diye güldüm. ‘Sevenler yollarını kendileri bulurlar!’
Aşkla, kuvvetle gözlerimin içine baktı. Kendisinde hiçbir zaman görmediğim emniyetle ‘En doğru yolu bulmakta gecikmeyeceğim sanıyorum.’ dedi. ‘Sonsuz sevgim, rehberim olduktan sonra!’
Gülerek şaka yapar gibi ‘Dikkat edin!’ diye cevap verdim. ‘Her kılavuza pek güvenilmez. Mamafih sizi dinlemek hoşuma gidiyor. Bir gün bize uğrayınız. Önce telefon edersiniz.’
Çılgın bir sevinçle ayağa kalktı. Belki göğsünün içinde bir fatih gururu çalkanıyordu. Buz gibi soğuyan elleri ancak parmaklarımın ucuna dokunabildi.
Arkasından ‘Ben deliyim!’ diye söylendim. ‘Şüphesiz ben deliyim. Bu kadar tecrübesiz bir gençle, bulanmamış, yıpranmamış bir kalple oynamak hiç iyi değil. Pekâlâ gidiyordu. Niçin bırakmadım?’ diye kendimi yemeye başladım. Telefon ettiği zaman reddedeceğimi kararlaştırmıştım ki, onu da yapamadım Afet. Yarın gelecek. Geldiğini istemediğim gibi, gelmemesine de razı olamıyorum. Ne çapraşık şey bu!”
Afet’in bir hayli canı sıkılmıştı. Nafiz bakışlı gözlerini arkadaşının ürpertilerle solan yüzüne dikerek “Sen de onu seviyorsun.” dedi. “Fakat bunu kibrinden, azametinden kendine bile itiraf edemiyorsun. Mamafih fikrimi sana açıkça söyleyeyim: Mesut olamazsınız.”
“Niçin?”
“Birbirinizin küfüvü[16 - Küfüv: Birbirine benzeyen ya da yakışan, denk, denkteş. (e.n.)] değilsiniz.”
“Evet, ben daha yaşlıyım.”
“Bu, bugünün telakkilerine göre hiç engel değil. Kadının yaşı; hisleri, heyecanları, ihtiraslarıyla ölçülür.”
“Benim mazim var.”
“Onun yok mudur acaba?”
“Fakat o erkek.”
“Ne sade ruhlusun Nahide. Seni karşıdan görenler böyle temiz bir mahalle kızı gibi düşüneceğine asla ihtimal vermezler. Benim telakkime göre ne mazin ne hatıraların ne yaşın, hiçbiri, üzerinde ciddi bir şekilde durmaya değer sebepler değillerdir. Aranızda doğacak anlaşmazlığın en mühimi, görgülerinizin arasındaki aykırılık olacaktır. Sen tam manasıyla ayrı bir terbiye almışsın. Baban seni aşağı yukarı bir Garplı zihniyetiyle yetiştirmiş. Müzik bilirsin, okursun, konuşursun, sosyeteye alışıksın. Senenin muayyen[17 - Muayyen: Belli, belirli. (e.n.)] zamanlarında seyahat etmeyi itiyat edinmişsin. Bir salona girdiğin zaman yakışırsın. Kendine çabuk muhit yapabilirsin. Fakat Sermet öyle değil. Görüşlerimde yanılmadığıma herkesten çok senin itimadın vardır. Onun için cesaretle söylüyorum. O basit, pek mütevazı bir genç. Ömrü mektep odaları, laboratuvar tüpleri, potaları arasında geçmiş. Hayata yeni karışıyor, medeni yaşamanın icap ettirdiği şartlara pek vâkıf değil. Sonra müthiş kıskanç.
Evlendiğiniz takdirde ya sen ona uyacaksın; dört duvar arasında gayet sessiz, durgun bir ömür süreceksiniz ya da o sana uyacak; daima yadırgayacağı cemiyet âlemine karışacak. Her iki şekilde de aksaklık olacak. İleride aşkın sesini dindirdiği, alışkanlığın hâkim olduğu günlerde yanlış adım attığınızı anlayacaksınız. Fakat ne çare ki iş işten geçmiş olacak.”
“Doğru söylüyorsun Afet. Muhakkak ki bu çocuğu beğenmiyorum. Dediğin gibi basit, fazla mütevazı bir genç! Bugünün hayatına ayak uydurmak için yalnız işinin ehli olmak kâfi değil elbet. Gündüz vazifesini başaran bir erkek, evine döndüğü zaman karısının ruhi ihtiyaçlarını da tatmin etmeyi bilmeli. Gülmeli, gezmeli, dans etmeli, müzikten, toplantılardan, çaylardan, balolardan hoşlanmalı. Bu da doğru. Lakin yapamazsa, elinden gelmezse, bu yüzden bedbaht mı olmalı Afet?”
“Onu iltizam ediyorsun,[18 - İltizam etmek: Kayırmak, bir tarafı tutmak. (e.n.)] müdafaa ediyorsun!”
“…”
“Haydi çekinme, itiraf et ki toy bir gencin işlenmemiş kalbi seni alakadar etti. Onu avuçlarında dilediğin şekilde yoğurmak istiyorsun.”
Nahide’nin bakışları derinleşti. Gülerek “Heykeltıraşlık bizde de yeni yeni inkişaf ediyor, değil mi?” diye şaka yaptı.
Arkadaşı da “Güzel sanatların bu şubesine başlamak niyetindeysen ilk tecrübe için neden bu çocuğu seçiyorsun.” diye cevap verdi. “Taptaze bir yürekten ne istiyorsun?”
“Hiçbir şey istediğim yok. Yahut daha doğrusu ne istediğimi ben de layıkıyla bilemiyorum.”
Nahide ayağa kalktı. Radyonun düğmesini çevirdi. Odada tatlı bir kitar sesi dalgalandı. Arkadaşının ince sigarasını yakarken “Kitarı çok severim!” dedi. “İnleyen telleri, sanki görünmez ilmiklerle kalbime bağlıdırlar. Her titreyişlerinde ruhumun yaprak yaprak açıldığını, varlığımda binbir cihan doğduğunu zannederim.”
Masanın üstünden yün yumağı gibi kabarık saçlı Arap bebeği eline aldı. Kulaklarında sallanan iri halkalardan birini çekince Arap rakkase arkaya doğru kaydı. Kabarık eteklerin kapattığı sepeti arkadaşına uzattı.
Afet itina ile boyanmış ağzına, aldığı çikolatayı götürürken “Bari Mısır’ı aç da müzik, dekoru tamamlasın!” dedi.
Artık ötekini konuşmamak için günlük hareketlerden, Türk Dili’nin yazdığı kız kaçırma vakasından bahsettiler. On üç yaşında bir kızı tarladan sürükleyen yaşı kırkı geçmiş bir adamın iğrenç ihtirası, mevzularının esasını teşkil etti.
Bahri Doğru, karısını almak için uğradığı zaman onlara bir havadis verdi: Evkaf Oteli yakında şehir kulübü olarak halka açılacaktır. Şimdiden teferruat üzerinde konuşulmakta, idare heyetini kimlerin teşkil edeceği münakaşa edilmektedir.
***
Nahide telefonu kapadığı zaman arkadaşının yüzüne baktı. Bu bakışta gizlenemeyen bir elem göze çarpıyordu.
“Bu defa ben kaçıyorum.” diye söze başladı. “Sıra bana geldi.”
Afet işi şakaya boğmak, arkadaşının acısını tadil etmek istiyordu:
“Kaçanların ahı tuttu yavrum!”
“Onlara fenalık yapmamıştım. Beni sevenlere, benim yüzümden ızdırap çekmeleri için ben bir şey yapmış değilim ki… Mamafih ne de olsa bu, benim için bir mağlubiyettir. Ona, ziyaretini kabul edemeyeceğimi söyleyebilirdim. Ama diyeceksin ki söz verdikten sonra bu çirkin, kaba bir şey olurdu. Olsun. Şimdi ona karşı lakayt kalmadığımı, zayıf olduğum için kaçtığımı anlatmış oluyorum.”
“Şimdi de bunu düşünüp rahatını kaçırma rica ederim. Hemen hazırlan, tren vakti yaklaşıyor. Baban bu ani seyahati nasıl karşıladı? Yine açık açık mı konuştun?”
“Hayır. Şimdiye kadar kalbimden emindim. Harekâtımı bütün teferruatıyla babama anlatmak, hislerimin tahlilini yapmak kolay oluyordu. Bu defa böyle yapamazdım. Herkesten önce bu yakışıksız hâle babam gülecek, verdiği terbiyenin, güvendiği karakterimin bu kadar zaafa uğraması onu meyus edecekti. Çok sıkıldığımı, biraz gezmek istediğimi söyledim. Tamik etmedi.”[19 - Tamik etmek: Derinleştirmek. (e.n.)]
“Rengin ne fena bozuldu. Doğrusu, öleceğim aklıma gelirdi de senin bu tipte bir adama gönül vereceğin hayalimden geçmezdi.”
“Afet, rica ederim anla beni. Buna sevgi demek caiz değil. Belki fazla hareketsizlik asabımı bozdu. Bu küçük seyahat sinirlerimi düzeltecek.”
“Bunun böyle olmasını çok temenni ederim. Sermet sözlerini nasıl karşıladı?”
“Baştan sesimi alınca sevincini ne şekilde ifade edeceğini bilemedi. Sözlerini yarıda keserek ne söylediğimi duydun. O vakit yere geçer gibi bir hâl aldığı parçalanan sesinden anlaşılıyordu. Neyse, bu da bitti. Bana mektup yaz Afet.”
“Uzun kalmaya bakma. Nereden çıktı bu vakitsiz yolculuk? Sen gittikten sonra memleket öyle boşalacak ki, neyle avunacağım, kiminle konuşacağım bilmem.”
Galip Bey araba getirdi. İki genç kadın arkaya yerleştiler. Nahide gözlerini babasının şefkatli bakışlarından kaçırmak istiyordu. Ekspresin gelmesine üç beş dakika kala istasyona inmişlerdi. Galip Bey kızını öperken gülümsemeye çalışıyordu:
“Rahatına bak kızım, istediğin kadar gez, dolaş.”
“Canım babacığım!”
Genç kadının sesinde sıcak gözyaşları titriyordu. Arkadaşının elini kuvvetle sıktı:
“Belki buralara bir daha hiç dönmeyeceğim Afet!”
“Öyle bir döneceksin, hem o kadar çabuk döneceksin ki…”
“Acaba?..”
“Görüşlerim beni hiçbir zaman aldatmamıştır.”
“Öyleyse daha fena…”
Sonra istasyonda üç dakikadan fazla durmayan ekspresin penceresinde solgun, güzel elini salladı.
Afet’in havada dalgalanan küçük mendili beliğ bir davet ifadesiyle çırpınıyordu.
Keskin, kuru bir soğuk vardı. Kış rüzgârları ovaları kamçılıyor, göklerde koyu renkli bulutlar toplanıyordu. Kompartımanda fırtınaya yakalanmaktan korkan bir genç kadın, kocasından vapur ve Marmara hakkında tekrar tekrar izahat almak istiyordu. Çok şık giyinmiş, itinalı bir şekilde boyanmıştı. Yeni evli oldukları hareketlerinden anlaşılıyordu.
Nahide, gözlerinin içinde canlanan muhayyel cihanı keşfedeceklermiş zannıyla, kirpiklerini birbirine doladı. Arkaya dayanan başının çok çekici bir görünüşü vardı. Biraz çürümüş göz kapaklarını ince ipek saçaklar hâlinde saran kirpikleri, mat yüzüne gölgeler düşürüyordu. Burun kanatları heyecanla ürperiyor, dudakları yakıcı duyguların ateşine tutulmuş gibi her an biraz daha yanıyordu. Uzun parmakları birbirine kilitlenmişti.
Daima nazlanan, çocukça numaralar yapan, bir kuş yavrusu gibi durduğu yerde duramayan küçük kadın, bir an kocasının bakışlarını bu ilahi genç kadın yüzüne saplanmış olarak yakaladı. Bakışlarına binbir sitem dolarak başını öte tarafa çevirdi:
“Aman burası ne bunaltıcı yer, beni biraz koridora çıkar Melih!”
Bu ses hırçındı ve biraz yüksekçe çıkmıştı. Nahide gayriihtiyari gözlerini açtı. Üstüne dikilen bir çift sinirli göze hayretle baktı. Biraz doğruldu. Başını yana çevirerek pencerenin karanlığında, görülmeyen tarlalara dikilen, kendi bakışlarını seyretti.
Yol kısaydı. İstasyonda Bahri Doğru’nun arkadaşlarından bir avukat kendini karşıladı. Demek ki Afet, kocasına telefon ettirip kamarasını hazırlatmıştı.
Genç kadın konuşacak hâlde değildi. Kısaca teşekkür edip avukatı yanından uzaklaştırmak istedi. Lakin o, bütün ısrarlara rağmen kendisini vapura kadar götürdü. Yerleştirdi. Kamarotlara lazım gelen şeyleri söyledi. Ondan sonra çekildi.
Nahide, Saadet vapurunun küçük kamarasında kendini yalnız bulunca ağlamak istedi. Şimdiye kadar birçok yolculuk yapmıştı. Bazılarında babası da bulunuyordu. Ümitsiz, hasta ve bedbin bir şekilde yarıda kestiği seyahatleri vardı. Fakat hepsinin bittiğini, ruhunun, kalbinin acılarından kurtulduğunu zannederken beklenilmeyen bir dakikada manasız bir ızdıraba gömülmüştü. Kendini şuursuzca yeise salıverdiği için de sinirleniyordu.
Kimdir, diyordu. Onun nesine kapılacağım?! Ondan ne bekleyebilirim? Hiçbir şekilde beni tatmin etmeye muktedir olmayacak bir adama karşı sempati duymak, hatta o kadar da değil, ondan kaçacak kadar karşısında zayıf kalmak nedendir?
Yalnız şapkasını, geniş yakalı spor paltosunu çıkarmıştı. Kamaranın ufak tefek eşyalarına bakarak durmadan dolaşıyordu. Zaman zaman bakışları lavabonun aynasına değiyor, orada susuz kalmış menekşeler gibi çürüyen göz kapaklarına, humma ile yanan gözlerine baktıkça ağlamak istiyordu.
Yetmedi mi, diyordu. Yetmedi mi mazide bir hiç için döktüğün gözyaşları? Ben ki artık içimdeki gözyaşı kaynağının kuruduğunu, tükendiğini, bir daha ne olursa olsun ağlamayacağımı sanıyordum.
Valizinden ince, uzun bir şişe çıkardı. Şakaklarını bol sinir kolonyasıyla ıslattı. Başı ağrıyor, saçlarının dipleri çekiliyor, koparılıyor gibi oluyordu.
Kapıya vuruluyordu. Bir daha, bir daha…
Silkinerek ilerledi. Anahtarı çevirdi. Beyaz ceketli bir kamarot saygıyla eğilerek salonda kendisini beklediklerini haber verdi. Afet’in âdeti idi. Vapurun kalkacağı sırada Bandırma’ya telefon ederek yerleşip yerleşmediğini sorardı. Bu düşünceyle kamaradan çıktı. Mat ışıklar altında kırmızı kadifeleri harelenen salonda onu buldu. Yüzü âdeta bembeyazdı. Gözlerinin yeşili bile sanki erimiş, solmuştu.
“Siz miydiniz?”
“Niçin gidiyorsunuz?”
“…”
“Peki, dönecek misiniz?”
“Tabii döneceğim. Babam, yuvam orada…”
“Beni kabul etmemek için mi bu seyahati tertip ettiniz?”
“Susunuz. Söyletmeyiniz beni. Hislerimin hesabını kimseye vermek istemem. Beni yalnız bırakınız!” diye feryat eden içini, dudakları başka şekilde tercüme etti:
“Ne münasebet Sermet Bey. Size telefon etmezdim o hâlde…”
“Nezaketiniz buna mâniydi hanımefendi!”
“Sizi trende görmedim.”
Ona, “Küçük bir memlekette peşinizden koşmam isminizi dile düşürürdü.” diyemezdi. Biraz durakladıktan sonra:
“Otomobille size yetişmek icap ediyordu.” diye karşılık verdi.
“Zahmet etmişsiniz.”
“Değmez mi Nahide Hanım?”
“…”
“Susuyorsunuz. Öyleyse evet!”
Karşılıklı iki geniş koltukta oturuyorlardı. Genç kadının bakışları masaya mıhlanmış gibiydi. İçinde neler yanıp söndüğü, nelerin yaşayıp öldüğü belli olmuyordu.
Genç adam “Artık beni çekilmez bir gölge, kapanık bir bulut gibi daima karşınızda göremeyeceksiniz hanımefendi. Fakat aşkınızın izinde ölünceye kadar yürüyeceğim. Buna da hiçbir kuvvet engel olamaz sanıyorum.” dedi.
“Ne beyhude bir yolculuk!”
“Hangisi?”
“Hangisi mi?”
Bakıştılar. Yeşiline kadar solan gözlere binbir vehim dolmuştu. Siyah bakışlarda gölgeler titriyordu.
O biraz kalın, tahrik edici sesi:
“Ne hiç…” dedi, “ne de hep Sermet Bey! Şimdi hangisini söyleyeceğimi kararlaştırmış değilim.”
“Öyleyse beklerim, bekleyeceğim. Yaşadığım kadar isminize bağlı, ilham ettiğiniz yüksek duyguya layık ve daima hasret çekerek bekleyeceğim. Gün, gece ve saat sayarak bekleyeceğim Nahide Hanım.”
Yolcuları uğurlamak için gelenler kampana sesiyle harekete geçtiler. Güvertede tehalükle dolaşan ayak sesleri salona kadar geliyordu. Genç adam, kendisine şefkatle uzanan narin eli tuttu. Dudakları öpmek, gözleri üstüne yaş dökmek için yandığı hâlde yüksek aşkı heyecanlarına siper oldu. Bir gölge gibi sessizce merdivenlere doğru yürüdü. Ağır ağır çıktı. Son basamakta bir an durdu. Döndü. Yine durdu. Sonra annesinden ayrılmak istemeyen, zorla bir başka yere gönderilen veya terk edilen üzgün bir çocuk gibi koşa koşa merdivenlerden indi. Kalbindeki çırpınan hisleri gözlerinin aynasına toplanmış denebilirdi.
“Ölüm bile beni sizden ayıramaz Nahide Hanım!” diye içini döktü. Dinleyene, hissederek dinleyene ürpertiler veren samimi sesiyle “Ölüm bile!..” diye tekrarladı. “Ölüm bile!..”
***
Galip Bey memuriyet hayatının en iyi yıllarını Balıkesir’de geçirmiş, orada evlenmiş, orada mesut ve bedbaht olmuştu. Tekaüt[20 - Tekaüt: Emekli. (e.n.)] edildiği zaman ömrünün son yıllarını da orada geçirmeye daha o sıralarda karar verdiği için Balıkesir’de yerleşmiş bulunuyordu. Şarkın eteklerinde işinin son saati çalınca gençliğinin ümitler ve heyecanlarla dolu günlerini, en sıcak hatıralar ile bağrında saklayan memleketi düşündü ve bununla sükûn buldu. Şehrin memleket hastanesine çıkan yolu üstünde, geniş bir bahçe içinde kendisine bu evi yaptırmıştı. Kızı da annesinin mezarını taşıyan bu memleketi seviyordu. Ümitsiz ve hasta günlerini burada geçirmiş, nihayet günün birinde ızdıraplarından burada sıyrılmıştı. Bir gün kendi aralarında konuşurlarken “Beni de annenin yanına bırakır, sonra kalmayı istemezsen İstanbul’da yerleşirsin yavrum!” demişti.
Yaşlı adam, kızının muğlak ruhunu, çapraşık hislerini, muhal arzular arkasından koşan hayalini bütün inceliğiyle kavramıştı. Onun bu hâletiruhiye ile hiçbir gün tam manasıyla mesut olmayacağına inanmaktan gelen bir hüzün içinde zaman zaman ezilir, “Ne olur gamsız, kayıtsız, şen ve sıhhatli olsaydı. Dünyanın bütün derdini çekmek için yaratılmış gibi en küçük acılara kalbinde yer vermeseydi!” diye hayıflanırdı. Hassas ve çok okumuştu. Gençliğinin birçok güzel yılını edebiyatla uğraşarak geçirmemiş olsaydı, şüphesiz onun yaptıklarının çoğunu mazur görmeyecekti.
Nahide’nin sevmediği, hiçbir zaman mesut olamayacağını bildiği bir adamla evlenmesi büyük bir hata idi. Evli bir adamı sevdiği için dünyayı simsiyah gördüğü sıralarda bu hataya düşmüştü. Ah bu muhal aşk! Kızını harap eden, bedbahtlığa sürükleyen, isminin etrafında ağız dolusu söz söyleten hep o değil miydi?
Üç ay içinde içtimai mevkisi yüksek olan bir adamı, muhite karşı yüzüstü bırakıvermekle küçük düşürmeye elbette hak kazanmış değildi. Bu yanlış hareketi mazur görmek her babanın elinden gelmezdi.
Sık sık seyahat etmesi, ancak sevdikleri, beğendikleriyle konuşup memleket halkının çoğunun iğbirarını[21 - İğbirar: Gücenme, güceniklik, kırgınlık. (e.n.)] kazanması, kocalı bir kadın olmadığı hâlde gayet orijinal, epey dekolte tuvaletlerle balolarda görünmesi, şosede kilometrelerce yalnız başına yürümesi, sporun mahiyetini henüz tam manasıyla kavramayan bir memlekette ne akisler yapardı? Herkesin ne mana vereceğini nazar-ı itibara almadan seviyesine uygun gördüğü erkeklerle konuşuyor, münakaşalar yapıyordu. Bunların muhit üzerinde yaptığı menfi tesirleri, en masum hareketlerinin suitelakkiye[22 - Suitelakki: Lazım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telakki etme. (e.n.)] uğrayarak dedikoduya sebebiyet verdiğini biliyordu. Fakat bütün bunlara rağmen kızını çok seviyor, hem de marazi hassasiyeti, biraz hasta ruhu için acıyarak seviyordu.
“Onu ben de üzer, harekâtını tahdit etmeye[23 - Tahdit etmek: Sınırlamak. (e.n.)] kalkarsam büsbütün yere vurulur yavrucak!” diye düşünürdü. Geniş bahçesinin kurumuş otlarını ayıklar, gül fidanlarının bükülen boyunlarını düzeltirken, kümeslerine sokulan tavuklara, annelerinin kanatları altında büzülen civcivlere bakarken hep onu bedbaht eden kötü talihi düşünürdü.
Karısı tahsilsiz bir kadın olmakla beraber pek içli idi. Kendisi de hayat yükünü vakitsiz omzuna almak, eski idarenin yersiz hücumlarına, hakaretlerine uğramaktan gelen bir bedbinlikle zaten tam adam sayılmazdı. Bu iki mariz insandan doğan filiz gibi ince kız, vakitsiz yetim kaldığı ve babasının daima yanında bulunduğu, onun her elemine, her işine ortak olduğu için böyle olmuştu.
Şimdi gazetelerde, mecmualarda spor hareketlerini, insanları oyalama için icat edilen binbir küçük şeyi, mektep programlarını, şimdiki hayat şekillerini tetkik ettikçe yalnız kızını düşündüğü için hayata erken geldiğine pişman oluyordu. Onu asıl şimdi bir talebe olarak görmeli ve şimdi çok müsait şartlar altında serbest ve istediğim gibi yetiştirmeliydim, diyordu.
Müzik öğrenmesini istemişti. Öğrendi. Hassasiyeti büsbütün gerildi. Yabancı dil öğrendi. Edebiyatın enginine gömüldü.
Sakat izdivacına mâni olmak için kuvvetle cephe almadı. Ayak direyemedi, bedbaht oldu.
Hayatının muhasebesini yapan yaşlı adam, bu müşkül sınavdan daima gözleri yaşlı çıkardı. Ne yazık! Onu narin bir oyuncak gibi hayatta yapyalnız bırakacak ve bu yüzden daima topraklarında bile ızdırap çekecekti.
Hastalığının kızına haber verilmesini istemiyordu. Onun telaşa düşmesinden, yüreğinin kalkmasından korkuyordu. Fakat Afet, doktorla konuştuktan sonra hemen arkadaşına bir yıldırım telgraf gönderdi.
Ona sadece “gel” demişti. Biliyordu ki, ne pahasına olursa olsun Nahide bu davete koşacaktı. Manasız bir şey için kendisini çağırmayacağından emindi.
***
Nahide hakikaten gün geçirmeden yetişti. Geceyi buhran içinde kamarasında uykusuz geçirmişti. Acaba ne var, ne oldu diye kendini yiyip bitirmişti.
Bahri Doğru ile Afet, genç kadını istasyonda bekliyorlardı.
“Ne var Afet, doğru söyle. Babama bir şey mi oldu?”
“Hayır, hiç telaş etme. Seni çok özlemiştim. Hem baban biraz keyifsiz.”
Nahide her şeyi anladı. Sararmış yüzüne damlayan gözyaşları içine dökülüyor, kirpikleri sık sık birbirine dolanıyordu.
Atların koşamadıklarına, arabanın yerinde saydığına sinirleniyor, yürürse daha çabuk eve yetişeceğini iddia ediyordu.
Afet, onun buz gibi soğuyan ellerini avuçlarının arasına almış, ısıtmaya çalışıyordu:
“Metin ol Nahide. Yemin ederim, ortada bir şey yok.”
O, eve girer girmez bir çılgın gibi babasının yatak odasına koştu:
“Babam, babacığım!”
Artık ağlıyordu. Bol ve bütün yabancı duyguları silip yıkayan sıcak yaşlarla…
“Kendini harap ediyorsun evladım. Hiçbir şeyim yok… Basit bir soğuk algınlığı. O kadar…”
Bu günler pek uzun sürmedi.
En kuvvetli doktorlar, en tesirli ilaçlar, dünyanın en şefkatli bir kadını ve belki en temiz, en bol, en yakıcı gözyaşları aciz kaldılar.
O, yana yana eriyen, kendi kendini tüketen bir mum gibi söndü. Müddetini dolduran bir gökyüzü ışığı gibi başka bir âleme kaydı, gitti.
Nahide yatağa düşecek bir hâle gelmişti. Bu kocaman dünya içinde yapyalnız kaldığını düşünmek onu harap ediyordu. “Yemekte yalnızım, evde yalnızım, her yerde ve bütün hayat içinde yalnızım…” diyordu. “Ah, ne kadar bedbahtım.”
Babasına ömrünün son yıllarında en tatlı bir meşgale olan bahçenin yeşili bir daha uyanmayacak, kümeslerinde tavuklar ses vermeyecekler, saksılarda çiçekler donacaklar sanıyordu.
Afet muvazeneli sevgisi, mazbut düşünceleri ve yerinde tesellileriyle onu çekip çevirmeseydi belki de bu yas onu yere vurabilirdi. Önce âdeta zorla onu alıp kendi evine getirdi. Evi geniş ve çok iyi döşenmişti. Arkadaşını daima değişik odalarda, değişik divanlara yatırıyor, üstüne ince bir örtü çekerek hiç yalnız bırakmıyordu. Mevsimin en güzel romanları, seçkin mecmuaları, Avrupa’dan beraber getirttikleri modeller ortaya seriliyordu. Afet bazen okuyor, bazen anlatıyor, bazen konuşturmak için ona birçok şey soruyordu.
Bir ay böyle geçti.
Bahar gelmişti. Balıkesir gökleri sık sık gözyaşı dökmeye, sokaklarda yer yer su birikintileri görünmeye başladı. Birçoklarından olduğu gibi Sermet’ten de kendisine taziye mektubu gelmişti. Afet, arkadaşının hislerini yoklamak için sözlerini birkaç defa bu vadiye intikal ettirdiyse de onu pek söyletemedi. Yalnız sevinçle şunu anladı ki, bu büyük acı arkadaşını fena hâlde yaralamakla beraber kalbinde belirmek üzere olan sakat his de bu arada ezilmiş, körleşmişti. Afet buna esef etmiyor, bilakis çok, pek çok seviniyordu. Çünkü onun, bir gün Sermet’i sevmek felaketine düşmesi kendisini bir hayli endişeye düşürmüştü. Çünkü hiçbir suretle mesut olmalarına ihtimal veremiyordu. Fakat Nahide tarafından ümide düşürülüp de sonra yüzüstü bırakılan genç adam ne olacaktı? Ne düşünecek, neler yapacaktı? O, bunları düşünmek bile istemiyordu. Sermet’le alakadar değildi. Bu basit genci beğenmiyor, sevemiyor, hele arkadaşına hiç layık görmüyordu. Bir gün az veya çok ne kadar ızdırap çekerse çeksin onun da iyileşeceğini, bir başkası ile evlenip pekâlâ mesut olabileceğini kuvvetle umuyordu. Buna muvaffak olmak için gençlik denilen en kuvvetli, en bükülmez silah elinde değil miydi?
***
Afet’in bütün ısrarlarına rağmen Nahide ona daha fazla yük olmak istemedi. Bir gün sessiz sedasız, hemen hiç kimseye haber vermeden İstanbul’a yerleşmek kararıyla yola çıktı.
Kocası ve kızı ile beraber arkadaşını geçirmeye gelen Afet, ömrünün sayılı hüzünlerinden, sayılı acı günlerinden birini yaşıyordu. Hiçbir zaman lüzumsuz bir yere dökmediği gözyaşları, yeşil zümrüt ışıklardan süzüle süzüle pembe yüzünü ıslatıyor; kendini tutmak istedikçe daha çok hıçkırıyordu.
Bahri Doğru pek metin ve her şeye mukavemetli görmeye alıştığı karısının gözyaşlarını, sararmış yüzünde donakalan bakışlarla takip ediyor; Nahide’nin pek çok sevdiği küçük Emel “Nahide abla, yine gel!” diye boynuna sarılıyordu. “Ben seni hiç unutmayacağım.”
“Nahide, yavrum kendini üşütme. İner inmez bana telgraf ver. Akşam yemeğini yemezlik etme. Sana çantayı elimle hazırladım. Vapurda mutlak aç.”
Ve sonra bir sürü küçük, fakat hep kalpten kopan, şefkat ve sevgi ile söylenen minimini öğütçükler!..
Sanki bir solukta ayrıldılar. Nahidecik belki de bir daha hiç dönmemek üzere sevdiği şehri terk etmiş bulunuyordu. Afet, arabaya biner binmez hıçkırmaya başladı. Belki kardeşlerinden de çok sevdiği arkadaşını, mezara bırakmış da elleri ve hatta kalbi bomboş dönüyor gibi idi.
Bahri Doğru, büyük acıları herhangi bir sözle teselli etmenin gayrimümkün olduğunu bildiği için sesini çıkarmadan karısına bakıyordu. Küçük Emel, annesinin ızdırabı karşısında donmuş kalmıştı. Millî Kuvvetler Caddesi’nin ıslak yüzünde dönen tekerlekler sanki durmadan “Gitti, gitti, bir daha gelmeyecek!” diyorlardı. Afet bu sesi dindirmek, ruhuna elem veren bu müthiş akisleri susturmak istiyordu. Fakat varlığını hükmü altına alan ayrılık acısını sindirmek elinden gelmiyordu. Onu bir gün yine görmek imkânı vardı. Şüphesiz yine buluşacaklar, mektuplaşacaklar, beraber gezecek, eğleneceklerdi. Fakat o, asıl arkadaşının yalnızlığına yanıyordu. Mesut olmasını bütün kalbiyle istediği, belki hayatında hiçbir gün tam manasıyla gülmemiş, oh dememiş arkadaşının huzurunu istiyordu. Onun, binbir tehlike ile dolu olan uzun hayat yolunda tek başına yaşaması, yüreğine bir dert olarak çöküyordu. Elinde olsaydı onu hiç bırakmayacak, en küçük bir elemle sarsılan mariz ruhunu tedavi etmeye çalışacaktı. Harice karşı gayet kuvvetli ve mağrur görünen arkadaşının bir küçük çocuk, bir hasta genç kız gibi temiz ve içli olduğunu biliyordu. Belki onu hayatta babası kadar anlamıştı. Bunun içindir ki hem seviyor hem ona acıyordu. Kalbinde dolmaz bir boşluk açılmıştı. Nereye baksa onun soluk yüzünü, yaşlarını bakışlarının aynasında donduran mahzun gözlerini görüyordu. Daima kendi tesirinde kaldığını bildiği hâlde Sermet için ona menfi telkinlerde bulunduğuna şimdi pişman oluyordu. Bunu düşündüğü dakikada kulaklarında içli bir ses ağlamaya başladı:
“Biliyor musun, bir tek yıl istiyorum hayattan. Bir tek saadet yılı! Onu da elde edemeden ölürsem ruhum istirahatini bulmayacak. Gözlerim arkada kalarak dünyadan göçeceğim. Bütün günleri, uzun geceleri, mevsimleri ve rüyalar ile belki kocaman bir yıl istemek… Onu saadetle geçirmeyi istemek haksızlık. Fakat ne yapayım ki hayatımın sonuna kadar ızdırap çekmek istemiyorum. Bir ümide bağlanarak yaşamak, ne pahasına olursa olsun, mutlak, mutlak surette mesut olmak istiyorum Afet!” O, bir gün böyle konuşmuştu.
Belki o zaman muhalif davranmasaydı Nahide, Sermet’le evlenmeyi kabul edecekti. Bu, bir rüya gibi sonsuz ve pek kısa ömürlü bir birleşme olsa bile… Hem ne belli, belki de bütün tahminler hilafına pekâlâ anlaşacaklar, mesut olacaklardı.
İçinde çocukça istekler kıpırdıyordu. Sermet’i evine çağırtmak, onu da Nahide’nin arkasından yola çıkarmak istiyordu. Gidiniz arkasından, diyecekti. Ve düşünüyordu ki, genç adamı yepyeni kuvvetlerle tahrik etmek için bu işaret kâfi gelecekti. Onun Nahide’ye ne derin bir sevgi ile bağlı olduğuna tamamıyla inanıyordu. Bu evlenmeyi bu dakikaya kadar katiyen istemeyen kalbinde şimdi binbir nedamet uyanıyor; vakit geçirmeden, hatta hemen bu gece bir şeyler yapmak istiyordu.
Fakat tekrar Nahide’yi düşünmek, onun son günlerde hayata kapalı kalan kalbini, hislerini tahlil etmek, yine her ümidini yere vurmaya yetti. Genç kadın, hayata karşı o kadar itimatsız ve küskün görünüyordu ki, bu kadar genç bir çocuğun onun derin fırtınalarla örselenmiş kalbini layıkıyla anlayacağından şüphe ediyordu.
Bahri Doğru, karısını teselli etmek için tatlı bir vaatte bulundu:
“İstediğin gün İstanbul’a bir kaçamak yapar, Nahide’yi görürüz.” dedi.
Bu ümit, Afet’in ruhunda bir ılık rüzgâr gibi dalgalandı. Gözyaşlarıyla top top olan uzun kumral kirpikleri aralandı. Gözlerinde, içinde sabahın ilk ışıkları uyanmaya başlayan engin denizlerin rengi harelendi.
Elini kocasına uzatarak “Onu yalnızlıktan kurtarmak için elimizden geleni yapalım Bahri.” diye yalvardı. “Hayatta o kadar yalnız, o kadar kimsesiz ki!..”
***
Nahide’nin gidişi o gece kısmen, ertesi gün de bütün memleket tarafından duyuldu. Herkes ileri geri birçok şey söyledi. Fakat biri, hayatını yalnız onun başına bağlayan genç kimyager, yıldırımla vurulmuşa döndü. Mahir’i bulduğu zaman ayakta durmaya takati kalmayan bir hasta hâlindeydi. Sırtından doğru fena bir üşüme geliyor, dişleri birbirine çarpıyordu. Mahir, onu evine götürüp zorla yatağına yatırdı. Artık “Çocuksun, eski zaman âşıklarından betersin. Rüyada meçhul bir dervişin gösterdiği resme tutularak verem döşeğine düşen şehzadeler cinsindensin!” diye alay ediyordu. Arkadaşının, kaçan fakat hislerine de lakayt olmadığını da ima eden muammalı kadına müthiş bir şekilde bağlandığını görüyordu. Yaramazlık yapan çocuğunu tatlı tatlı azarlayan bir anne gibi “Kim bilir yine ne tedbirsizlikler yaptın!” diye çıkışıyordu. “Gece hava rutubetli idi. Belki de geç vakitlere kadar kırlarda dolaştın. Artık sana beyhude nasihatler edecek değilim. Çünkü ne söylesem aksini yaptın. Unutmak için hayata dalmak lazımdır, dedikçe hayattan kaçtın. İnzivadan nefret ederim. Bilir misin ki, yalnızlık en azılı hastalıklardan, en müthiş mikroplardan daha berbat bir şeydir. Çünkü insan elinde olmadan kendini düşünür, hislerini didikler, arzularını karıştırır, derin ve ham hayallere gömülür. Sonunda da manen yıkılır. Sen inadına hep onu düşünmek, onsuz kalmak ihtimaliyle ne hâle gireceğini hesaplamakla vakit geçirdin ve şimdi maddeten olmasa bile ruhen hastasın.”
Genç adam bezgin bir sesle “Hastayım!” diye tekrarladı.
“Amma iyi olacaksın.”
“Zannetmiyorum. Belki şaşacaksın. Fakat bende bir şey eksildi. Öyle bir şey ki, beni ayakta tutan kuvvet yavaş yavaş tükeniyor sanıyorum. Zanneder misin ki onu unutmayı istemedim. Fakat ona yaklaştıktan ve bilhassa biraz da ondan müsamaha gördükten sonra vazgeçmek mümkün değil.”
“Nasıl ki ölülerin arkasından hiçbir şey yapılamazsa bence kaçan kadının arkasından da bir şey yapmamalı. İki şey düşünerek:
Zaafı olduğu için kaçıyorsa ne bahane olursa olsun dönecektir. Beklemeli. İstemediği, belki de nefret ettiği için uzaklaşmışsa ümidi kesmeli. Çünkü zorla güzellik olmaz.”
Sermet yatağında doğruldu.
“Birinci ihtimali kafandan çıkar yavrum!” dedi. “Sevse bile dönmeyecektir. Onda o gurur, o marazi hassasiyet varken…”
“Seni sevdiğine ihtimal veriyor musun?”
“Bazen, hatta buna inanacağım geliyor. Çünkü aksi takdirde beni hiç dinlemeyecek, hakaretle olmasa bile, bir bakışla, gayet sade bir hareketle uzaklaştıracaktı.”
“Demek ki daima aranızda bir ümit kapısı aralık bulunuyordu.”
“Fakat şimdi o kapı tamamıyla kapandı, gitti. Ansızdan çıktı, gitti.”
“Peki sana sorması, haber vermesi mi lazımdı? Bunu ne sıfatla ondan isteyebilirdin?”
“Evet amma ne bileyim, insan, hislerinin çıkarına hareket etmek istiyor.”
“Nahide senden nefret etmiyor tabii.”
“Zannederim.”
“Seviyor mu?”
“Zannedemiyorum.”
“Şu hâlde?!”
“Fakat onsuz da yaşayamayacağımı anlıyorum!”
“Basit mahalle çocukları gibi bu yaşta ölümü tahayyül ettiğini ve hatta canına kıymayı tasarladığını aklıma bile getirmek istemem.”
“Sana bir gün onu sorduğum zaman ‘Kan, ateş, ölüm ve ızdırap arkasından gelir.’ demiştin amma…”
“Sen bana bakma. O dakikada onun pek mühlik bir kadın olduğunu bildiğim ve hakkında bazı şeyler duyduğum için söylemiş olabilirim.”
“Şimdi mühlik değil mi?”
“Zannederim.”
“Niçin?”
“Seven kadın bütün silahlarını terk etmiş demektir.”
Sermet’in rengi değişti. Gözleri doldu. Heyecanla “Demek o da seviyor!” diye haykırdı. “Bunu bana daha önce niye söylemedin?”
“Belki şimdi bile söylemek caiz değil.”
“Mahir, kelime oyunları yapmanın sırası değil. Bekliyorum.”
“İnsanların katiyetle bilmedikleri şey üzerinde konuşmaları hiç de doğru olmamakla beraber yine dilimi tutamayacağım. O da seni seviyor Sermet!”
Genç adam çılgın bir çocuk gibi yatağından fırladı. Arkadaşının bileklerini sıkıyor, deli deli etrafına bakınıyordu.
Mahir, içine bir büyük kadeh konyak boşalttığı çay fincanını ona uzattı:
“Hele şunu iç, sonra yatağa uzan, seninle biraz konuşacağım.” dedi.
Sermet, muhakemesinin son safhasına gelmiş bir mücrim gibi dinlemeye hazırlanmıştı.
Mahir, bir an daldı. O kadını bir zamanlar kendi de sevmişti. Onsuz yaşayamayacağını düşünmüş, bir sürü çılgınlıklar yapmak istemişti. Herhangi bir tesadüfün eli, bu çapraşık gönül davasını halletmişti. Bugün içinde, arızasız kurtulmaktan gelen bir sükûn vardı. Onları el ele bir yuvanın eşiğinden geçerlerken tahayyül etti. Varlığında hiçbir titreme duymuyordu. Kalbini yokladı. Acı acı sesler duymadı. Demek ki tamamıyla unutmuştu. Fakat niçin ciddi bir şekilde bir başkasına can ve gönülden kendini veremiyordu? Acaba bu ilk, fakat çok tehlikeli aşk, içindeki asil duyguları, yeniden sevme kabiliyetini öldürmüş müydü? Bir gün bir kere daha sevmemekten, sevemediği için yuva kuramamaktan, mesut olmamaktan korktu. Hislerinin dumura uğraması ihtimaliyle sarsıldı. Sonra omuzlarını silkti. Bu çetin gönül düğümünü çözmenin sırası değil! diye içinden söylendi. Hele şimdi Sermet davası halledilmeliydi.
Tekrar konuşmaya başladı:
“Buna böyle birdenbire nasıl hüküm verdiğime belki şaşarsın. Şimdiye kadar birçok defa bunu sana söylemek istedim. Fakat daima garip bir şüphe içinde bocalıyordum. Yanılmaklığım ihtimali karşısında sen çok daha muzdarip olacaktın. Belki ondan gelen sevgi emareleri çok küçüktür. Fakat daha geniş bir müsamahayı da onun gibi bir kadından beklemeye hakkımız yoktur, değil mi?
Şimdi ikiniz için de pek mühim olan büyük kararı vermeden önce, bırak da seni biraz sorguya çekeyim: Onu kuvvetle sevdiğine emin misin?”
Sermet arkadaşının yüzüne öfke ile baktı. Bu bakışta “Bunu hâlâ anlayamadınsa aklına şaşarım!” diyen bir mana vardı.
Mahir sorgularına devam etti:
“Evlenirseniz mesut olacağına inanıyor musun?”
“Bütün kalbimle.”
“Mesut olacağınıza?..”
“…”
“Bak, cevap veremiyorsun. Demek ki onun saadeti bahis mevzusu olunca iş çatallaşıyor.”
“İnsan kendinden başkasının saadetine inanamaz. Bu vadide bir hüküm verilemez ki Mahir.”
“Fakat aşağı yukarı tahmin de edilebilir, değil mi? Bir kadına evlenelim diyen erkek, onun bu dilekle mesut olacağını önce hesaplar da öyle harekete geçer.”
“Şu hâlde ben tamamıyla hesapsız hareket ettim.”
“Bak, itiraf ediyorsun. Sen hiçbir zaman onun hislerinden emin olmadın. Olmayacaksın da… Daima seni beğenmeyeceği, istediğin şekilde sevemeyeceği kanaatindesin. Bedbaht olman için sade bu gizli şüphe ile sarsılman kâfi. İnsan her şeyini ayakları altına attığı kadının, bunları bir gün çiğneyip geçmesi ihtimali de olabileceğini düşünmemeli. Bunun için de onun hislerine inanmak lazım.”
“Ben zaten ona hiçbir gün inanacak değilim Mahir. Çünkü hiçbir zaman benim onu sevdiğim gibi, onun beni sevmesine imkân yok. Olamaz da…”
“Niçin? Sen sevilmeyecek çocuk musun?”
“Belki sade ruhlu, çok genç, tecrübesiz bir kız için evet. Fakat onun için asla…”
“Buna rağmen onunla evlenmek istiyorsun?”
“Evet.”
“İnsanların bile bile kendi felaketlerini hazırlamaları ne hazin!..”
“Bunu benim için bir felaket olarak telakki edersen azap duyarım. Beni anla Mahir. Bir an için dahi olsa onun benim olduğunu görmek bütün hayatıma kâfi gelecek bir saadettir. Bunun tahayyülü bile beni çıldırtıyor. Gerçekleştiğini görürsem, bilmem ne olacağım?”
“Peki, edebiyatı bırakalım. Beraberliğinizin, hayatınızın sonuna kadar devam edebileceğini umuyor musun?..”
“Buna kim inanmıştır ve kim inanabilir ki Mahir? Bütün bir sevgi, tam bir sevgi, tam bir inanla bağlanan ellerin bir gün, herhangi bir tesadüfle çözülüvermeyeceği kanaati kimin içine hakkolunmuştur? Karı koca mefhumu altında yaşayan kuvvet, hayatın en zorlu tehlikeleri ile muhattır.[24 - Muhat: Kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş. (e.n.)] Eskilerin söylediği gibi: ‘Bir kelime ile yakın, yine bir kelime ile ne kadar uzak!’ ”
“Demek daha evlenmeden bir gün ayrılmak ihtimalinden bahsedebiliyorsun?”
“Her makul insan gibi. Yalnız bir noktaya işaret ederim: Ne bahane olursa olsun ayrılık kararı benden gelmeyecek.”
“Ayrıldığın zaman bugünkünden daha az ızdırap çekeceğini mi sanıyorsun?”
“Onu tahmin edemem. Fakat bir zamanlar benimdi, benim eşim, benim sevgilimdi demek az teselli mi sanıyorsun? Hem niçin ayrılıktan bahsediyoruz?”
Sonra acı acı omuzlarını silkti:
“Sanki evlenmişiz de ayrılığı düşünmek sırası gelmiş!..” diye söylendi. “O gitti. Ve artık arkasından gidecek, bir kere daha sevgi dilenecek kuvvetim de kalmadı.”
“Bu evlenmenin ikiniz için de hayırlı olmayacağına kuvvetle inandığım hâlde, ne yazık ki önüne geçemiyorum. Haydi yavrum, biraz da mütevekkil olmalı. Ne mukadderse olur, deyip geçmeli. İnsanlar için yaşama müddeti o kadar kısa ki, bu itibarla mümkün olduğu kadar hayattan faydalanmaya bakmalı. Git…
Bir kere daha talihini dene. Ama bu defa yaz. Karşısına çıkma. Hislerini samimi bir şekilde yaz. İsteğini bildir. Bekle ve ümidini kesme. İlk zamanlarda hırçınlık yapma, aksilik çıkarsa bile…”
***
Genç kadın, durgun yaz gökleri altında uzayıp giden kırlara, ince bir toz hâlinde sulara inen karanlığa baktı. Bahçesindeki çamların sesinde, yıldızları uyutmaya başlayan göklerde, dalgaların mırıltılarında sanki hep kendini teşvik eden manalar vardı.
Nefise, oturma odasının kalın perdelerini indirmiş, lambayı yakmıştı. Küçük masanın üstünde minimini gümüş semaver tatlı sesler çıkararak kaynıyordu. Genç kız yavaş yavaş dolaşarak onun, akşam yemeğinden önce içmeyi âdet edindiği çayını hazırlıyordu.
Radyoyu açtı. Uzak memleketlerden gelen sesleri yokladı. Odanın havasını içli bir kadın sesi dalgalandırdı. Piyanodan, yağmur yağar gibi dökülen tatlı sesler geliyordu. Kadın rüyalı ve manalı bir sesle söylüyordu. Dalmıştı. Kuvvetli alkış sesleri ile silkinerek düğmeyi çevirdi. Yazı masasının çekmecesinden bir küçük defter aldı. Uzun zamandan beri aldığı mektupların bazılarından çıkardığı satırları tekrar gözden geçirdi. Sonra bloktan uçuk saman renginde bir kâğıt çekerek yazmaya başladı:
Söylemek istediğiniz zaman kaçtım değil, sadece uzaklaşmak istedim. Çünkü ikimiz de çapraşık bir gönül işine karışacak, bile bile kendimizi tehlikeye atacaktık. Ne diyeceğimi sormadan daima yazacağınızı yazdınız. Bunlara da mâni olmak lazımdı. Fakat yapmadım. Aylarca yazdınız. Ve bir gün de size cevap vermeye mecbur olacağımı da mutlak düşündünüz. Hislerinizi en ince noktalarına kadar önüme serdiniz. Bir gün sizi çağırmaklığım ümidine bağlandığınızı ilave ettiniz. Sizi çağırmadan önce kendimi anlatmaklığım lazım. Siz hayatınızı, ta çocukluğunuzdan başlayarak, bana rastladığınız ana kadar hikâye ettiniz. Öyle ki, gözlerimi yumduğum zaman yaşadığınız yerleri, bağlı olduğunuz hatıraları bile parça parça tahayyül edebiliyorum. Daha çocukluk çağlarında başlayan ufak tefek hislerinizi, heveslerinizi, güzelliğe karşı mukavemetsiz kalan kalbinizi, hayallerinizi tahlil edebiliyorum. Biraz da siz beni tanıyınız. Anneler ateşe doğru giden çocuklarını ikaz ederler. Ben de bana derin ve samimi bir şekilde bağlanan, hislerine saygı duyduğum, karakterine itimat ettiğim bir arkadaşa, atılmakta olduğu tehlikeyi işaret etmeliyim. Mektubunuzun birinde “Bir değil de birçok kalbim olsaydı, emin olun onlar da yalnız sizi seveceklerdi!” diyorsunuz. İnsanların bir kalbi vardır. Fakat bu bir tek kalple birçok kimseyi sevebilirler. Hayatını bir tek emele bağlayan, derin bir aşkın içinde ölünceye kadar yürüyen insanlara artık asrımızda rastlamanın pek imkânı yok, değil mi?
“Gözlerinizin ışıklı karanlığı içinde hislerim kördüğüm olalı, benim için hayatın bütün manası siz oldunuz!” satırına gelince… İnsanlar için hayatın bir tek manası yoktur. Nasıl olabilir? Yaşamak ve muvaffak olmak isteyen her fert, hayatta daima yeni manalar bulmaya, mümkün olduğu kadar onlardan faydalanmaya bakar. Fakat şimdi bunların üstünde durmak caiz değil. Sadede gelelim:
Tehlikeye atıldığınızı işaret edecektim. Bana doğru koşan hislerinizin yanılmadıklarından emin misiniz? Sizi çağırdığım gün cidden mesut olacağınıza inanıyor musunuz? Buna ben katiyen ihtimal vermiyorum.
Ben hayata sizden önce başlamış, vaktinden önce yıpranmış, belki manasız, belki de kasten birçok hatıraya bağlanmış bir insanım. Zavallı babam beni çok iyi yetiştirmek istedi. Fakat ne çare ki, göğsümün altında hiçbir şeyden memnun olmayan, arzularının sonu alınamayan tehlikeli bir kalp çarpıyordu. Karakterimin teşekkülü hususunda kuvvetli tesiri olan bir çocukluk hatıramdan size de bahsedeyim:
Babam, İstanbul’a yaptığımız seyahatlerden birinde beni Gülhane Parkı’na götürmüştü. Ağaçlar arasından yavaş yavaş deniz kenarına indik. Orada bir müddet oyalandım. Rüzgâra kanat açan yelkenleriyle kürek çeken kayıkçılara, gelip geçen Ada ve Boğaziçi vapurlarına bakıyordum. Birdenbire sıkıldım. “Baba, gidelim!” diye bağırdım. Babam elimden tutarak beni banklardan birine oturttu. Sarayburnu’nun durmadan çırpınan dalgalarını göstererek “Şu sular gibisin.” dedi. “Tıpkı şu çırpınan sular gibi! Bir dalda karar kılamıyor, hiçbir şeyle avunamıyorsun. Bazen bebeklerinle oynarken, mektep vazifelerini yaparken sana dikkat ediyorum. Birini eline alıp birini bırakıyor, hiçbiriyle belki beş dakika meşgul olamıyorsun. Herhangi bir şeyi istiyorsun. Ve daima müşkül şeyleri! Bin zorlukla eline geçirdikten sonra aynı dakikada o kadar istediğin şeyden vazgeçiyor, belki de içinden ‘Çektiğim bütün emekler bunun için miydi?’ diye esef ediyorsun. Muhal şeylerin arkasından koşuyor, ele geçmesi mümkün olan şeyleri küçük görüyorsun. Sanki içinde daima didinen bir kuvvet var. Hayal insanı yorar, arkasından koşturur, kuvvetten düşürür kızım. Çünkü arkasını bırakmayan hakikat zalimdir.
Hayattan çok şey istemeye kalkmamalı yavrum. Bu tehlikelidir. Yalnız verdiğini, verebildiğini almalı. Mesut olmak için bu lazımdır. Şu dalgalara bak. En durgun havalarda bile Marmara’nın bu güzel parçası hareketlidir. Bu suları, çocukluğumda böyle çırpınırlarken gördüm. Çocuğum da onları bu ebedî didinmeleri içinde görüyor; herhâlde senin çocukların da aynı şekilde görecekler. Fakat insan gönülleri sular kadar dayanıklı değildir yavrum. Çırpınan gönüller daha çabuk yorulur, yıpranır ve çökerler…”
O günden sonra ne istesem, neyin arkasından koşsam hep babamın bu sözlerini hatırlarım. Vaktinden önce yorulmamak için sakin olmak lazımdı. Fakat kalbime hükmedemiyordum. Ne istediğini bilmeyen, muhal isteklerin arkasından koşan, hiçbir şeyle memnun olamayan gönlüme söz geçiremiyordum.
Bir zamanlar çiçek delisi oldum. Onları ne kırlarda toplamaya ne bahçede yetiştirmeye kanamıyordum. Taşrada oturuyorduk. Evimin kocaman bir bahçesi vardı. Belki bu merak babamdan sirayet etmişti. Saksılar, vazolar, hatta portakal, limon sandıkları, gaz tenekeleri de çeşitli çiçeklerle doluyor, benim gözüm doymuyordu. Her gece annemi bu çiçekler yüzünden ne kadar üzerdim. Yatak odamdaki vazoları onlar çıkarırlar; ben çiçekler gelmeden uyumamak için huysuzlanırdım. Gece yarıları yatağımdan fırlayarak çiçek arardım. Nihayet bir gün beni arzularımda tamamıyla serbest bıraktılar. Annem “İstediğin kadar çiçek yetiştir, topla, satın al. Hatta yatak odanı vazolarla doldur. Çünkü doktor, babana söylemiş. Bu, sıhhatin için çok iyi imiş!” dedi. Çiçeklerle uğraşmak için serbest kaldığımı öğrendiğim dakikada birdenbire onlardan soğudum. Arkasından fotoğraf çıkarmak, kart toplayıp koleksiyon yapmak merakı geldi. Sokak fotoğrafçıları zaafımı anladıktan sonra bizim kapıya öyle bir dadandılar ki… Sabahtan akşama kadar bahçede çeşitli resim çektiriyordum. İstanbul’da-ki amcam bana kart yollamaya yetişemiyordu. Bir gün babam beni çağırdı. Masasının üstünde kocaman bir buket vardı. Çabuk çabuk açtım. İçinden iki büyük albüm çıktı. Biri manzara kartları ile doluydu. Babam boş olanını işaret ederek “Bunu da şimdiden sonra kendi resimlerinle doldurursun.” dedi. “İşte sana bir de fotoğraf makinesi!”
Sevinmemle yerinmem bir oldu. Bu iptila da bence füsununu kaybetmişti. Demek ki istediğim kadar resim çekebilecektim. Bana artık karışamayacaklardı. Benim için alınan makineyle belki üç defa meşgul olmuşumdur. O da bir köşeye atıldı.
Ondan sonra piyanoya düştüm. Mektepten gelir gelmez üstüne kapanır, parmaklarım uyuşuncaya, gözlerim yorgunluktan kızarıncaya kadar çalardım. Yalnız ev halkı değil, komşular bile bu sesten bezmişlerdi. Her egzersizde çalmamı istemediklerini, beni menetmek üzere gelmekte olduklarını düşünürdüm, ihtirasım artardı. Bu merak yüzünden gerçekten çabuk öğrendim, fakat zayıflıyordum. Zavallı anneciğim, bunun kolayını da buldu: “Yavrum, şu parçayı bir kere daha tekrarlar mısın?” diye başladı. Onlar istedikçe benim çalma heveslerim sönüyordu. Artık nihayet haftada, ayda piyanonun başına uğrar oldum.
Sonra şiir toplama, şiir defteri tutma derdi başladı. Ve bu saçma, çocukça, hatta delice düşkünlükleri daha birçok münasebetsiz istekler kovaladı.
Ne istediğini bilmeyen, olmayacak şeylerin arkasından koşan; menedilen şeylere karşı çılgınca tutulan deli gönlüm, bir gün öyle bir çarpılışla yere vuruldu ki… O zamanlar kalbim paramparça oldu diye çok ağlamıştım. Annem çoktan ölmüştü. Babam tahsilime dikkat ediyor, iyi yetişmem için hasretimi çekmeye katlanıyordu. Liseyi bitirdikten sonra onu yalnız bırakmaya kıyamadım. Günden güne kuvvetten düşüyordu. Onunla son günlerinde baş başa yaşamayı tercih ettim. Bu beraberlik ikimiz için de tadına doyulmaz bir saadet devresi oldu. Beraber okuyor, çalışıyor, geziyor, konuşuyor, münakaşalar yapıyorduk. O bahçesi ile uğraşırken ben piyano çalıyor, sonra alçak pencereden atlayarak ona yardım ediyordum. Bir zamanlar delisi olduğum çiçekler arasında kahvaltı etmek, gece ay ışığına karşı saatlerce lamba yakmadan oturup düşünmek, köylere gidip kimsesiz, bakımsız çocuklarla meşgul olmak hayatımı dolduran şeylerdi. Fakat bir gün saadetim, huzurum bir anda yok oldu. Çünkü bu defa da muhal bir aşka tutulmuştum. Henüz çok gençtim. Sevgi hususunda tecrübem yoktu. Yaşlı ve evli bir adamı sevdim, önce yalnız hayran olduğumu sanıyordum. Fakat çok geçmeden çocukluğumda çiçeklere, kartlara, pullara, kuşlara ve daha bir sürü manasız şeylere tutulduğum gibi, yine saçma bir şeye bağlandığımı anladım. Bu defa ondan soğumak için bana kim yardım edebilirdi? “Al! Bu sana aittir, istediğin kadar sev!” diyebilecek kuvvet kimde mevcuttu? Şimdi bütün hakları ve kuvvetleriyle aramızda bir kadın vardı. Benim sevdiğim adama uzaklığım nispetinde o yakındı.
Bir gece babama açtım bunu. Zavallı adamcağızın yüreğine inecekti. İlk defa çocukluğumda söylediği çırpınan sulara temas ediyordum. Bu defa da gönlüm muhal bir sevginin arkasında çırpınıyor, baba diye ağlıyor, bedbahtlığımdan şikâyet etmek istiyordum.
Zavallı babacığım beni aldı, o muhitten uzaklaştırdı. Seyahat ettik. Yeni memleketler, yeni yüzler gördük. Oyalanmam ve unutmam için ne yapmak lazımsa hepsine başvurduk. Fakat ben, çekildikçe gerilen teller gibi hassasiyetimin fazlalaştığını anlıyor, onun muhitinden uzaklaştıkça o aykırı hisse çok daha derin bir şekilde yaklaştığımı anlıyordum. Sıhhatim tehlikeye düştü. Yemeden içmeden kesildim. Hangi kitabı elime alsam yapraklarının arasından o çıkıyor, müzik dinlerken onu düşünerek gözyaşı döküyordum. Babam beni teselli etmekten aciz kalmıştı. Ölümü yana yana istediğim zamanlar çok oluyordu. Fakat kendimi öldürmeyi küçük buluyor, onuruma yediremiyordum. Bir tek tesellim vardı: Onun bu derin sevgiden haberdar olmayışı…
Memleket memleket dolaşmanın sıhhatim üzerinde aksülamel yaptığını gören babam, evimize dönmeye mecbur oldu. Onu sık sık görüyordum. Kendisi ile konuşmadığım, hususiyetine vâkıf olmadığım için ona olan düşkünlüğüm artıyordu. Çünkü o, hayalimde şekillendirdiğim, konuşturduğum, güldürüp ağlattığım bir şahsiyetti. Onu süfli hayat işleri içinde tasavvur etmediğim için harikulade buluyor, dünyada onun üstünde bir adam olabileceğine ihtimal veremiyordum. Karısını deli gibi kıskandığım zamanlar olurdu. Kim bilir kaç yıllık evli idiler. Elbet sevişiyorlar, belki ara sıra kavga ediyorlar, birbirlerini kıskanıyorlar, kısaca bir çatı altında baş başa yaşıyorlardı.
Türlü planlar, manevralarla kendimi ona sevdirecek yaradılışta değildim. Zaten belki bir gün hislerimin farkına varıp bana ilanıaşk etseydi o anda gözümden düşecekti, boş yere yıllarca ızdırap çekmeyecektim.
Çocukluğumdan beri bana türlü oyunlar eden kalbimin intikamını yine kendim almak istedim. Beni beğendiğini her hâli ile açığa vuran orta yaşlı bir adamın evlenme teklifini derhâl kabul ettim. Kararımı babama bildirdiğim zaman ölecek hâle geldi. Ah, niçin babam bana karşı bu kadar zayıftı? Beni saçlarımdan yakalayarak yerden yere vurmuyor, tahkir etmiyordu? Çocukluğumdan beri her istediğimi ona yaptırmaya o kadar alışmıştım ki, benim yüzümden bazen o kadar sevdiği annemin bile hatırını kırardı. Annem ara sıra arzularımı baltalamaya kalkışırdı. Benim inadım artar, günlerce yemez, içmez, konuşmaz, uyumaz, hayatı yakınımdakilere zehir ederdim. O zaman zavallı babacığım karısı ile kızı arasında bir uzlaştırma çaresi araştırmaya koyulur; ne kadar ama ne kadar üzülürdü. Ben ne fena yaradılışta bir insandım. Yumuşak davranmayıp beni azarlasa, dövse, hatta evinden kovsa bile yine ben yapacağımı yapardım. Önüme kimse geçemezdi. En mühim kararımda da bu böyle oldu. Hayatımın dönüm noktasını geçerken de yine kendi kafamın doğrusuna gitmiştim.
Evlendim. Ama belki yeryüzünde bu derece garip evlenme görülmemiştir. Düğün, davet, tel, duvak, bir şey istemedim. Kendi intikam arzularıma alet ettiğim adamcağız, beni o kadar seviyordu ki, kaprislerime daima boyun eğdi. O, Şişli’de oturuyordu. Ben babamdan ayrılamayacağımı ileri sürerek onu kendi evimize getirdim. İlk gece babam eski bir dostunu ziyaret etmek mecburiyetinde olduğunu söyleyerek evde bulunmadı. Hislerimin tamamıyla yabancısı olan adamla yalnız kalınca sinirlerim altüst oldu. “Biraz sokağa çıkmak istiyorum.” dedim. “Hava almaya ihtiyacım var.” İçinden bu hâle şaşsa bile arzumu memnuniyetle kabul etmiş göründü. Önce adamcağızı bir sinemaya sürükledim. Sonra bir pastacıya girdik. Daha sonra uzun bir otomobil gezintisi yaptık. Sabaha karşı, içimi bürüyen hiddetten harap olmuş olarak eve döndüm. Rengim pek fena bozulmuş olmalıydı ki “Yorgunsun yavrum.” dedi. Baş ucumda oturarak uyumamı bekledi. Gözlerimi kapadım. İtirafı da yaşandığı an gibi acı olmakla beraber yazayım ki, ötekini düşünmeye başladım. Onu harikulade bir kuvvetle mazisinden, hatıralarından, gönül ve hayat bağlarından ayırıyor, tamamıyla serbest tahayyül ediyordum. Kendimi tacı ile, teli ve duvağı ile hakiki bir gelin olarak onun kolunda görüyor; bütün lambaları yanmış, süslü bir odada bu tarihî geceyi şiir, hayal, aşk, heyecan ve ihtiras içinde geçiriyordum. Eskiden aramızda sadece bir kadın vardı. Bizi ayıran kuvvet yalnız ondan geliyordu. Hâlbuki şimdi ben de aramıza yabancı bir erkek koymuş, imkânsızlık zincirine bir halka da ben eklemiştim.
Soluk alışlarımı dinleyerek uyuduğuma hükmeden yabancı adam, ayaklarının ucuna basarak aradaki kapısı kaldırılmış kendi yatak odasına geçti. Ve ben sabaha kadar, ondan sonra da tam üç ay derin bir nedametin sızısı içinde buhranlar geçirdim. Bütün hüsnüniyetime rağmen kocama yaklaşamıyordum. Uzun bir beraberliğin yaratacağı alışkanlık günün birinde hislerime hükmeder de onu kuvvetle sevmesem bile faziletli bir kadın olarak hayatında kalırım sanıyordum. Olmadı. Hiçbir zaman huylarına alışamayacağım, sevmediğim bir adamla evlenmekle ne büyük hata işlemiştim. Serbestimi kaybetmekle onu unutacağımı tahayyül etmişken hesabım büsbütün yanlış çıkmış, beni büyük bir çıkmaza sürüklemişti. Şimdi bu gayritabii evlenme yükünü üstümden atmak, ne pahasına olursa olsun tekrar serbest kalmak istiyordum.
Bol bol geziyor, bütün eğlence yerlerine girip çıkıyorduk. Herkesin yanında gayet mesut bir kadın rolü oynuyordum. Ama yalnız kaldığımız zaman işin rengi tamamıyla değişiyor; nefretten vücudumun buzlaştığını, tüylerimin diken diken olduğunu hissediyordum. Bir gün “Bu gece Ada’da enfes bir balo var Nahide.” diye geldi. “Sabaha karşı dönersek belki hastalanırsın diye ihtiyatlı davrandım. Otelde iki oda da hazırlattım. Gideriz, değil mi?” dedi. “Yalnız kalmayalım da nereye olursa olsun.” diye içimden düşündüm. Ve o gece bilmem neden, giyinmeme son derece itina ettim. Balo cidden çok güzeldi. Tuvaletler, müzik, büfe, çiçekler mükemmeldi. Beni birçok arkadaşları ile tanıştırdı. Her biri ile dans etmekliğim için rica etti. İçtik, güldük, dans ettik. Kimin kolunda dönsem, gözlerimi yarı örterek onu düşünüyordum. Bir başka adamın ismini taşırken bir başkasını düşünmenin fecaatini, çirkinliğini biliyor; ayrıca bu yüzden de azap çekiyordum. Benimle dans eden arkadaşları birçok şey söylüyor, belki aşırı bir şekilde bana iltifat ediyorlardı. Hep dudaklarımda bir başka hayale ait gülümseme ile dinliyor, rüyada imişim gibi dönüyor, konuşuyor, içiyordum.
Sabaha karşı benim için ayrılan odaya çıktığım zaman bir hayli sarhoştum. Başım dönüyordu. Bir duş yapmak istedim. Kocam, elinde kızıl renkli minimini bir kadehle geldi. Yüzüne baktım. Ne kadar şefkatli ve samimi görünüyordu. Bakışlarında muğlak ruhumu titreten bir sıcaklık vardı. Üç aydır resmen bana sahip olduğu hâlde onun değildim. Aramızda anlaşılmayan bir geçit gün geçtikçe sarplaşıyordu. Gözlerimin içine bakıyordu. Elleri yavaşça titriyor, bakışları bulanmaya başlıyordu. Şimdiye kadar kendisine yaptığım haksızlıkları o anda anladım. Münasebetsizliklerimden utandım. Bundan sonra daha makul bir insan olmaya çalışacak, hiç olmazsa onun maddi haklarına hürmet edecektim.
Kristal kadehi dudaklarıma yaklaştırdı. Garip bir sesle “Bunu içersen açılırsın yavrum.” dedi. “Karışık içki seni sarstı herhâlde! Alışık değilsin ki…”
Bu minimini kadehin, kurulmuş bir tuzağa düşürülmem için dudaklarıma uzatıldığını nereden bilecektim. Hem içimde ona karşı öyle temiz hisler kıpırdamaya başlamıştı ki, ne olursa olsun evimize döndükten sonra gayet uysal, iyi kalpli, vazifesini müdrik bir eş olacaktım.
“Ne iyisiniz.” diye kadehi aldım. “Beni ne kadar çok düşünüyorsunuz. Tıpkı, tıpkı şey…” Cümlenin sonunu getiremedim. O manalı bir şekilde gülümsüyordu. İçkiyi bir yudumda içtim. Boğazım ve göğsümün içi sanki bir avuç eritilmiş maden dökülmüş gibi yandı. Bir an, kadehin içinde zehir bulunması ihtimali kafamda çaktı. Yoksa beni öldürmek, çılgınlıklarımın öcünü mü almak istiyordu?
Konuşmak, daha bir şeyler söylemek istedim. Fakat dilim ağzımın içinde dönmedi. Boğazım kurudu. Gözlerimin önünde yıldızlar, ateş böcekleri uçuşmaya başladı. Başımın arkaya doğru düştüğünü fark ediyor, fakat kıpırdayamıyordum.
Ertesi gün öğleye doğru uyandığım zaman farkında olmadan onun karısı olduğumu anladım. Meşru bir şekilde bana bağlı olan, hayatım üzerinde her türlü haklara sahip bulunan bir adamın bu tarzda hareketi asabımı şiddetle sarstı. Hele sabaha karşı onun için duyduğum şeyler, içime çöken pişmanlık, verdiğim temiz karar aklıma geldikçe büsbütün çileden çıkıyordum. Sesimi çıkarmadan eve döndüm. Akşama doğru kocaman, kıpkızıl bir karanfil buketi geldi. Bu renk bana, onun cinayet diye isimlendirdiğim müthiş hareketini tekrar hatırlattı. Demek arzum hilafına bana malik olmuştu. Bana meydan okumuş; kuvvetini, üzerimdeki hakkını bu suretle ispat etmek istemişti. Belki üç ay ona çok haksızlık etmiş, sabrını tüketmiştim. Ama seviyorsa, beni gerçekten yüksek ve temiz duygularla hayatına karıştırmışsa bir müddet daha bekleyemez miydi? Asi bir başın, hırçın bir yüreğin, nihayet lüzumundan fazla hisli ve hayalperver bir kızın manasız da olsa buhranlarının bir gün geçeceğini ümit edemez miydi?
Telefonu açtım. Aramızda her şeyin sona erdiğini, kendisiyle katiyen alakam kalmadığını söyledim. Mevki-i içtimaisi yüksek olan, birçokları tarafından beğenilen bir adamın üç ay içinde böyle bir skandalla karşılaşması çirkindi. Daha bir gece evvel baloda sabahlara kadar gülen, içen, fevkalade mesut görünen bir karı kocanın bir gün sonra ayrılık haberi muhiti hayretlere düşürdü. Fakat kimse işin içyüzünü bilmiyordu. Ben başkasına kalben bağlı olduğum hâlde onunla evlenmekle şüphesiz alçaklık etmiştim. O, resmen karısı olduğum hâlde gayrimeşru bir maceraya atılır gibi bana sahip olmakla alçaklığa mukabele etmiş oluyordu. Artık ödeşmiştik. Ömrümün bu feci safhası bu şekilde kapandı. Herkes ağzını açtı. İleri geri çok şey söylendi. Bir gün babamın çok sevdiği Balıkesir’e giderek orada yerleştik. Dertlerimi, ızdıraplarımı dindirmek için memleketin tabii güzelliklerine kendimi verdim. Afet, mazbut düşünceleri, muvazeneli duygularıyla hayatıma karıştı. Beni çekti, çevirdi. Anasına inanan bir çocuk, doktoruna umut bağlayan bir hasta gibi ona sarılmıştım. Ona bütün ruhumla inanıyor, günden güne tesiri altında iyileşir gibi oluyordum.
Lakin dünyada tam huzuru bulmanın imkânı var mı? O zamanlar Balıkesir şimdiki gibi inkılap mefhumunu tam manasıyla kavramış değildi. Gezmem kabahat oldu, gülmem ve giyinmem fazla görüldü. Yıllarca muhitin dedikodu mevzusu ben oldum. Muhayyel âşıklarım, muhayyel maceralarım ağızdan ağıza değişerek, genişleyerek koca memleketi alakalandırdı. Haberim olmadan evlendirildim, haberim olmadan sevildim, sevdim. Reddettim veya müsamaha gösterdim. Bu arada yalnız Afet’in kuvvetli dostluğu, babamın bitip tükenmeyen sevgisi dayanağım oldu. Beni seven, beni bütün eksikliklerim ve hırçınlıklarımla kabul eden bu iki kalp ömrümün yaşama zembereği idi.
Afet bir gün geldi ki, sakat bir hissin tesiriyle boş yere gençliğime kıydığıma beni inandırdı, tekrar büyük bir istekle hayata başlamaya, ne olursa olsun mesut olmaya karar verdiğim sıralarda size rastladım. Önce sevginize inanmadım. Fakat sonra beni kendinize alıştırdınız. Öyle ki, babamı kaybettiğim o müthiş günde Afet’in yanında sizi de görmek istedim. O zaman anladım ki, size inanıyorum. Leke düşmemiş kalbinize güvenim var. Sizde gençliğinize, tecrübesizliğinize rağmen bir şey vardı ki, beni çekiyor, size bağlıyordu. Sizden dünyada hiç kimseye kötülük gelmeyeceğini anlamıştım ve belki sizi seviyordum. Fakat kendime güvenemiyordum. Bir ikinci defa daha yanılmaktan ürkmekte haklı idim. Bunun için kaçtım.
Bakınız size ne kadar uzun yazdım. Çocukluğumdaki huysuzluklarımı öğrendiğiniz zaman bana bir deli gözü ile baksanız bile gücenecek değilim. Gerçekten kendi kendimi tahlil etmeye kalktığım zamanlar ben de şuurumdan şüphe ederdim. Bu eski çılgınlıkların hiçbiri şimdi içimde olmamakla beraber yine tam manasıyla kendimi zapturapta aldım diyemem. Niçin açık konuşmamalı? Bende sizi mesut edecek ne var? Yahut ne kalmıştır?
Bir yıla yaklaşan zaman içinde hep hislerimi yokladım. Bana her gün yazdınız; bir gün sizi çağırmaklığım ümidine kapılarak yaşamakta olduğunuzu söylediniz. Çağırmaktansa hüviyetimi açıklamayı münasip buldum. İşte Sermet Bey, ben böyle bir kadınım.
Zaman zaman ruhunda ihtilaller kopan, ele geçirdiği şeylerden çabuk soğuyan, gayritabii heveslere, muhal arzulara hayatında çok yer veren bir kadına güvenebilirseniz bana geliniz…
Nahide gece yarısına doğru kalemi elinden bıraktı. Artık ne olursa olsun bu garip münasebete bir nihayet vermek lazımdı. Onu bekletmemek, daha fazla üzmemek icap ediyordu. Mademki seviliyordu ve çekinmeden sevdiğini de itiraf edebiliyordu; işi uzatmanın manası yoktu. O da hayatta kendisi gibi kimsesizdi. Belki anlaşacaklar, Afet’in tahmini hilafına pekâlâ mesut olacaklardı. Şekil itibarıyla ne kadar uygun görünen evlenmeler vardı ki, üstünden daha bir yıl geçmeden bozuluyor, kadın veya erkek yahut her ikisi birden yanıldıklarını anlayarak mahkemeye koşuyorlardı. Artık lüzumsuz isteklerin arkası kesilmeli, babasının, Afet’in ve bütün makul insanların söyledikleri, yazdıkları gibi hayattan yalnız verebileceği şeyi istemeliydi. Rahat etmek için biraz uysal olmak, uzun uzun hissî tahlillere girişmemek, marazi hayallere yer vermemek lazımdı. Evlenirlerse mutlak ki gürültülü hayattan alakalarını kesmiş olacaklardı. Çünkü genç adamın inzivadan hoşlandığını, işiyle evi arasında yaşamakla mesut olacağını biliyordu.
Büyük bir yükten kurtulmuş gibi yatak odasına çıktı. Babasıyla annesinin resimlerine candan gülümsedi. Sanki onlar da kızlarının büyük kararı karşısında sevinmiş görünüyorlardı. Artık bu evlenmenin muhit üzerinde yapacağı tesiri, yeniden açılacak ağızları, mütalaaları nazar-ı itibara almayacaktı. Kim ne derse desin o, yalnız saadetini düşünecekti. Yatağına girdiği zaman, mektubunu alınca genç adamın neler düşüneceğini tahlil etmek istedi. Vazgeçti. Komodinin üstünden Afet’in resmini aldı. Onun, dünyada bir eşine daha rastlamadığı harikulade güzel gözlerine uzun uzun baktı. Bir gün gözleri için ona söylediği sözleri hatırladı: “Senin gözlerinde yeryüzü rengi yok Afet.” demişti. “Ne göklerin ne yosunların ne de neftî ormanların renklerini birbirine karıştırmasıyla meydana gelen renk bu… Hayır, hayır Afet. Bu harikulade rengin eşini bulmak için denizlerin dibine inmeli…” Sonra gülerek, şakalaşarak deniz nebatlarından, renkli balıklardan falan konuşmuşlardı.
Kararını verdiği hâlde yine istediği kadar sakin değildi. Yüreğinde bir düğüm vardı. Afet, katiyen mesut olamazsınız demişti. Onun görgülerine o kadar itimadı vardı ki, titremekten kendini alamadı. Sonra onun kırılacağını da düşünüyordu. Fakat o, o kadar iyi kalpliydi ki, mesut olduğunu görünce sesini çıkarmayacaktı. Çünkü şu kocaman dünya içinde yalnız ama yalnız Afet tarafından menfaatsiz bir şekilde seviliyordu. Biliyordu ki, kendi saadeti, biraz da yüksek ruhlu arkadaşının saadeti olacaktı.
Gece rüyasında hep Afet’i ve Sermet’i gördü. Bir aralık çocuğu oldu. Sonra ihtiyarladı. Öldü. Bir gecenin uzun rüyası içinde âdeta tabii bir insan ömrü yaşadı.
Sabahleyin mektubunu zarflamak üzere oturma odasına girdi. Gece içinden ne gelirse yazdığı satırları ara ara gözden geçirdi. Birden yüzü karıştı. Bu, bütün zaafları, suçları, gayritabiilikleriyle tamamen kendisiydi. Nihayet yabancı sayılan bir adama bunları apaçık göstermek ona müthiş bir azap verdi. Âdeta âlemin önünde soyunan bir maskaraya döndüğünü zannetti. Gece yazdığı uzun mektubu gündüz göndermek cesaretini gösteremeyecekti. Ona yazmaktansa anlatmayı tercih etti. Masasının üstünden ince uzun bir kâğıt çekerek sadece “Geliniz!” diye yazdı. Geliniz… O kadar… Kime, neye, neye doğru ve ne için?
Bütün bunları düşünmekle tekrar ruhunun karmakarışık olacağını hissediyordu. Şu hâlde düşünmemek, biraz da mütevekkil olmak lazımdı. Kalbinin derinlerinde yumuşak bir ses “Çok değil, ben hayattan bir tek yıl istiyorum. Bir yıllık saadet bütün ömrüme yetecek!” diye söyleniyordu. Genç kadın bu mazlum sese, ruhunun kapılarını ardına kadar açtı ve ılık, bol gözyaşları ile ağladı, ağladı.
***
Sermet, hayatının en mesut hadisesini hazırlayan bu küçük mektubu, daha doğrusu tek kelimeciği alır almaz harekete geçti. Bir gün sonra sular kararırken sevdiği kadının karşısında idi.
Nahide’nin üstünde gayet sade, çok kapalı bir ev elbisesi vardı. Ağustosun durgun akşamlarından biri sularda titriyordu. Saçlarını dümdüz fırçalamış, küçük bir tarakla arkadan tutturmuştu. Yüzünün her çizgisi ayrı ayrı yumuşaktı. Başında harikulade bir mana vardı. Kendisine hiç de yabancı olmayan bir eski dostu karşılıyor gibi elini uzattı. Genç adam bir yıldır rüyasını gördüğü bu sevgili elin üstüne kapandı. Bir şey söylemeye muktedir olamadan ağladı. Yürekten kopan sıcak ve riyasız yaşlarla ağladı, ağladı.
Nahide titriyordu. Eline damlayan bu sıcak yaşlarda varlığını eriten, değiştiren bir tesir vardı sanki. Mazisi, hatıraları, muğlak ruhunun akisleri bu yaşlar içinde kayboluyor, yılları geri geri aşarak çocukluğunun en masum günlerine dönüyordu. Hüviyeti billur gibi temiz bir aşkın kaynağında yıkanıyor, hisleri yeni baştan yoğruluyor, sanki ikinci defa -fakat daha mükemmel ve daha iyi olarak- yaratılıyordu.
Serbest kalan elini alnının üstünde dolaştırıyordu. Gözlerinde biriken damlacıkları ona göstermemek için kurutmak istedi. Fakat içinden, varlığının en uzak ve hâkim köşelerinden bir ses yükseldi: “Mazini öldürdün artık. Eski huyları, eski alışkanlıkları bırakmalı, olduğun gibi görünmelisin. Kendini serbest bırak. Açık ol. Ruhunda gizli duyuşlara yer, kalbinde yabancı hislere sığınak bulunmasın, korkma. İçten taşan gözyaşları her acıyı temizler. Çok defa günahları bile!”
Sonra göz pınarlarında toplanan küçük damlacıklar irileştiler. Önce yavaş yavaş, daha sonra hızla solgun yüzünde yuvarlanmaya başladılar. Hayatları, aşkları, karşılıklı dökülen gözyaşları içinde bağlandı ve kati mahiyetini açıkladı.
İlk saatlerde Nahide her şeyini, hatta yazarken unuttuklarını bile dile düşürdü. Anlattı. Büyük, hayati kararlarını verirlerken ikisinin de içlerinde gizlenmiş düğümleri kalmadı.
Artık tamamıyla anlaşmışlardı.
***
Araba Kazpınarı’na doğru yol aldı. Yavaş yavaş genç kadının rengi soluyor, bakışlarına elem doluyordu. Sevdiği kadının hüznünü, tam manasıyla kendi içinde duyan Sermet, onu rahatsız etmekten çekindiği için susuyordu.
Büyük mezarlığın önünde durdular. Sermet, yere atlayarak Nahide’nin inmesine yardım etti. Sonra yavaş yavaş arkasından yürüdü. Demir parmaklıklı kapıdan geçtiler. Sağ taraftaki ihtiyar çınar ağacı esrarlı bir sessizlik içinde esmer taşlara bakıyordu. Bu taşlar ki, bir zamanlar yaşayan, gülen, seven, ağlayan, mesut veya bedbaht olan insanların maveraî hayatlarının dilsiz birer nöbetçisi idiler.
Genç kadın boğazını, göğsünü yakan bir acıyla ilerliyordu. Sararmaya yüz tutmuş otların, baldıranların arasından geçerek, bazıları devrilmiş eski, kırık taşlara elemle bakarak kendi ölülerinin ebedî uykularını uyudukları yere kadar geldi.
Önce uçuk pembe renkli karanfilleri annesinin mezarına serpti. Sonra titreyen parmakları arasında ağlar gibi boynunu bükmüş olan bir tek siyah gülü babasının baş ucuna bıraktı. Sermet pembe karanfil yığını ile bir tek siyah güle bakarken, bir zamanlar bir yastığa baş koymuş, beraber gülüp ağlamış, uzun hayat yolunda bir müddet beraber yürümüş karı kocayı düşündü.
Her akşam saçlarının arasına uçuk renkli bir karanfil iliştiren narin, duygulu bir kadın… Sonra kendini yarı yolda bırakıp giden karısının yadigârı kızını dahi “siyah gülüm”, “tek gülüm” diye seven baba… Yanaşmış, içli hatıralara bağlı çiçeklere bakarken bu toprakların altında beraber uyuyan anne ile babayı da sevdiği kadını sevdiği gibi sevmekte olduğunu hissetti. Bu, ona tatlı bir zevk, âdeta bir dinlenme veriyordu.
Şimdi o da bu taşlara tutunmak, saadetini onlara duyurmak ihtiyacı içinde idi. “O, benim olduktan sonra hayat, ucu bucağı bulunmayan bir şenlik yoludur benim için.” diye söylenmek, içini onlara da dökmek istiyordu.
Nahide, sanki annesi ile babasının kollarına dayanmış gibi onların mezar taşlarına tutunmuştu. Muhakkak ki, içinden ölülerle konuşuyor, onlara bir şeyler söylüyordu. Belki ağlıyordu, fakat omuzları sarsılmıyor, tamamıyla hareketsiz görünüyordu. Onlarla konuştuğu muhakkak olunca genç adam “Acaba ne?” diye titredi. Acaba bir gönül kırgınlığından mı bahsediyor? Hayatında hâlâ şikâyet edilecek gizli noktaları mı açığa vuruyor? Yoksa belki de saadetini müjdeliyor? Sermet, bütün bunları tamamıyla anlayabilmek için birçok şeyler feda edebileceğini kendi kendine itiraf ediyordu.
Hâlbuki orada, biraz ötede, sonbahar rüzgârlarının hazin uğultularını dinleye dinleye uyuyan annesiyle babasına gözyaşları içinde bir kadın, ruh dinlenmesi diliyordu. Bir zamanlar onları üzdüğü, ağlattığı, dertlendirdiği için şimdi ne kadar pişman olduğunu söylüyor, af, sadece büyük bir af diliyordu. Şimdi küçük bir kız çocuğundan farkı yoktu. Ruhunu bembeyaz, duygularını tertemiz buluyordu. Birkaç saat sonra hayatının en mühim geçidinden geçecekti. Bu dönüm noktasını ruhunun dinlendirici, şifa verici bir kuvveti olarak tahayyül ediyordu. Bugün başlayacağı yeni hayatı, kendisini her dertten, hayal sukutlarından, tehlikelerden, yalnızlığın yarattığı sonsuz hücumlardan ve ızdıraplardan kurtaracak sanıyordu. Artık kendi ufkunda da bir saadet ışığının doğmuş olduğunu görmek, onun sıcaklığını varlığında hissetmek sonsuz bir teselli gibi benliğini sarıyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mukerrem-kamil-su/cirpinan-sular-uyuyan-hatiralar-69428977/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Müşekkel: Biçim verilmiş, gösterişli. (e.n.)

2
Suitefehhüm: Kötü anlayış. Yanlış anlama. (e.n.)

3
Rabıta: Bağ, ilgi, ilişki. (e.n.)

4
Namzet: Aday. (e.n.)

5
Mühlik: Tehlikeli. (e.n.)

6
Sergüzeşt: Macera. (e.n.)

7
İçtima: Toplanma, toplantı. (e.n.)

8
Mihaniki: Düşünmeden, ölçülerek değil de yalnızca alışkanlığın verdiği kolaylıkla veya yalnız kasların hareketiyle yapılan (iş, hareket vb.), mekanik. (e.n.)

9
Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)

10
Müstait: Doğuştan yetenekli, kabiliyetli olan. (e.n.)

11
Muhtelit: Karma, karışık. (e.n.)

12
Muhal: Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız. 8e.n.)

13
İnhina: Eğrilme, bükülme. (e.n.)

14
Holywood’un sessiz film döneminde ikonlaşan İsveç doğumlu film aktrisidir. (e.n.)

15
John Crawford, Amerikalı aktör. (e.n.)

16
Küfüv: Birbirine benzeyen ya da yakışan, denk, denkteş. (e.n.)

17
Muayyen: Belli, belirli. (e.n.)

18
İltizam etmek: Kayırmak, bir tarafı tutmak. (e.n.)

19
Tamik etmek: Derinleştirmek. (e.n.)

20
Tekaüt: Emekli. (e.n.)

21
İğbirar: Gücenme, güceniklik, kırgınlık. (e.n.)

22
Suitelakki: Lazım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telakki etme. (e.n.)

23
Tahdit etmek: Sınırlamak. (e.n.)

24
Muhat: Kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş. (e.n.)
Çırpınan Sular  Uyuyan Hatıralar Mükerrem Kâmil Su
Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar

Mükerrem Kâmil Su

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Salon hayatının yıldızı bir kadın… Etrafına ışık ve ihtişam yayıyor… Girdiği her yerde tüm gözleri kendine çeviriyor, etrafında insandan bir halka oluşturuyor… Bunlar herkesin bildiği, gördüğü, konuştuğu şeyler… Bilinmeyen ve sezilmeyen ise bu güzellik ve ihtişamın arkasındaki azap denecek kadar acı veren, bulduğuna razı olamayan, durmaksızın çırpınan bir ruh… Bu kadın bir gün tüm bu debdebeden, göz boyacılığından, samimiyetsiz ilişkilerden usanıp kendini kocasına ve evine adarsa ne olur?.. Bulunduğu toplumsal çevrenin insanı sarıp sarmalayan ilişkileri buna izin verir mi?.. Ya ruhu?.. Kendisini, yine her şeyi arkasında bırakarak başını alıp gitmeye çağırır mı?.. Çırpınan sular durulur mu?.. *** Kocasına sevgiyle bağlı olan Sermin, arkadaşı ile eşi Ali’nin ihanetini öğrendikten sonraki aldatılmanın verdiği meşum histen kendisini kurtaramaz. Gün geçtikçe içerisinde büyüyen bu his onu, kocasının yaptığı aynı hataya sürükler. Tren istasyonunda tanıştığı bir yabancı ile yasak bir ilişkinin pençesine düşen Sermin, o gecenin hatırası olan bir kız çocuğuna gebe olarak evine döner. Bu müthiş sır, uykuya yatırılsa da kızının büyümesiyle uyanmaya başlayacak ve tüm gerçekler, Sermin’in hazmetme tahammülünün tükenmesiyle gün yüzüne çıkacaktır.

  • Добавить отзыв