Tanrı İnsanlar
H. G. Wells
Bay Barnstaple, acil olarak bir tatile ihtiyaç duyuyordu ancak ne beraber gidebileceği biri ne de gidebileceği bir yer vardı. Çok fazla çalışmaktan yorulmuş ve ailesinden bunalmıştı. Bu tatil, hem yoğun çalışma temposundan hem aile içindeki karmaşadan hem de sosyal sorunları düşünmekten karmakarışık olmuş zihnine iyi gelecekti. Bu düşüncelerle, nereye gideceğini haber vermeden çıktı yola. Kuzey’in tanıdık yolları onu beklemediği bir şekilde ama tam da istediği yere götürecekti ancak burası Dünya’da bir yer değildi. Eşsiz bir doğa, mütevazı bir mimari ve hayallerine bile sığdıramadığı güzellikte bir yaşam… Bay Barnstaple varlığından bile haberdar olmadığı ancak yüreğinde hasretini çektiğini bu Ütopya’ya nasıl geldiğini anlamaya çalışırken sosyal yaşamın, kadın-erkek ilişkilerinin, ekonominin, bilimin sınırsız dünyasına etkileyici bir yolculuğa çıkacaktır. Bu yolculuk hem şaşırtıcı hem bilinmezlerle dolu hem de tanıdıktır.
H. G. Wells
Tanrı İnsanlar
BİRİNCİ KİTAP
DÜNYALILARIN GELİŞİ
BİRİNCİ KISIM
BAY BARNSTAPLE TATİLE ÇIKIYOR
1. BÖLÜM
Bay Barnstaple, acil olarak bir tatile ihtiyaç duyuyordu ancak ne beraber gidebileceği biri ne de gidebileceği bir yer vardı. Çok fazla çalışmaktan yorulmuş ve ailesinden bunalmıştı.
Duyguları oldukça güçlü olan Bay Barnstaple, tüm kalbiyle ailesine aşırı derecede düşkün olduğunu biliyordu; sıkıntılı olduğu zamanlarda bu onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. Her gün biraz daha büyüyormuş gibi görünen üç oğlu, tam da onun oturmak üzere olduğu koltuğa oturuyor, onun mekanik piyanosunu çalıyor, hiç kimsenin işitmek istemeyeceği şakalara gülerek evi gürültülü kahkahalara boğuyor, bugüne kadar tek avuntusu olan zararsız maceralarına engel oluyor, onu teniste yeniyor ve ortalıkta neşe içinde kavga edip de korkunç bir curcuna ile birer ikişer merdivenlerden aşağı yuvarlanıyorlardı. Şapkaları her yerdeydi. Kahvaltıya geç kalıyorlardı. Her gece yatağa gitmeden önce büyük bir yaygara koparıyorlardı. “Hım hım hım… Küt!” Ve anneleri bundan hoşlanıyormuş gibi görünüyordu. Bay Barnstaple’ın kazancı dışındaki her şeyin arttığı gerçeğini görmezden gelerek hepsi de masraf çıkarıyorlardı. Yemek sırasında ne zaman Bay Lloyd George hakkında birkaç basit gerçeği dile getirse veya yemek sohbetinin seviyesini -aptalca şakalara son verip- yükseltmeye çalışsa dikkatleri aniden dağılıveriyordu.
Bu hep “aniden” oluyordu.
Ailesinden uzaklaşıp, her birini -onlar tarafından rahatsız edilmeden- dingin bir gurur ve sevgiyle düşünebileceği bir yere gidebilmek için dayanılmaz bir istek duyuyordu.
Ayrıca Bay Peeve’den de uzaklaşmak istiyordu. Sokaklar onun için bir işkenceye dönüşmüştü; artık ne bir gazete ne de bir afiş görmek istiyordu. Bazı finansal ve ekonomik olayları saplantı hâline getirmişti; öyle ki Büyük Savaş bunların yanında küçük bir kaza gibi kalıyordu. Bunun nedeni, modern düşüncenin daha umutsuz taraflarının sesi olan Liberal’in yardımcı editörü ve aynı zamanda da “kâhya”sı olması ve şefi Bay Peeve’in kötümserliğini ona giderek daha çok bulaştırmasıydı. Ekibin diğer üyeleriyle Bay Peeve’in karamsarlığıyla gizlice dalga geçebildiği zamanlarda buna karşı koymak daha kolaydı ancak artık ekibin başka üyesi yoktu; Bay Peeve finansal bir umutsuzluğa kapılarak hepsini gazeteden göndermişti. Artık Liberal için Bay Barnstaple ve Bay Peeve dışında hiç kimse yazmıyordu. Bu yüzden Bay Peeve, Bay Barnstaple’a canının istediği gibi davranıyordu. Sandalyesinde kendini iyice kamburlaştırıp elleri pantolonunun ceplerinde her şeye karamsar bir gözle bakarak bazen saatlerce otururdu. Bay Barnstaple aslında iyimser biriydi ve gelişime inanıyordu ancak Bay Peeve gelişime inanmanın modasının en az altı yıl önce geçtiğini ve liberalizm için en iyimser düşüncenin Kıyamet Günü’nün bir an önce gelmesini ummak olduğunu savunuyordu. Çalışanların -tabii çalışanlar olduğu zamanlarda-onun haftalık öğünü dediği kopyayı bitirmesiyle Bay Peeve, geri kalan her şeyi toparlayıp gazeteyi bir sonraki haftaya hazırlama işini Bay Barnstaple’a bırakarak giderdi.
Normal zamanlarda bile Bay Peeve katlanılması zor biriydi; bununla birlikte çağ da hiç normal değildi; her yer onun karamsar tahminlerini daha da muhtemel kılan akılalmaz olaylarla doluydu. Kömür sıkıntısı neredeyse bir aydır devam ediyordu ve İngiltere’nin ticari iflasını gölgede bırakmış gibi görünüyordu; her sabah İrlanda’dan yeni ayaklanma haberleri geliyordu. Affedilmez ve unutulmaz ayaklanmalar, günden güne artan kuraklık tüm dünyada hasadı tehdit etmekteydi; Bay Barnstaple’ın Başkan Wilson önderliğinde büyük işler başaracağına inandığı Milletler Cemiyeti boşuna kurulmuş bir düzenbazlıktan ibaretti; her yerde çatışma, her yerde mantıksızlık vardı; dünyanın sekizde yedisi kronik karmaşanın ve sosyal bozulmanın içine gömülüyor gibiydi.
Doğrusu Bay Barnstaple içten içe umudunu korumaya devam ediyordu; çünkü onun gibi adamlar umut olmadan hayattan tat almayı başaramazlardı. O her zaman liberalizme ve yaratıcı liberal girişime inancını korumuştu ancak son zamanlarda liberalizmin elleri ceplerinde kamburunu çıkararak oturmaktan, mızmızlanarak kendinden daha aşağı seviyede ama kendinden daha enerjik adamların faaliyetlerine homurdanmaktan başka bir şey yapmadığını düşünüyordu. Bu adamların bozguncu faaliyetleri kaçınılmaz olarak dünyayı yıkıma sürükleyecekti.
Bay Barnstaple gece gündüz dünyanın geleceği için endişelenir olmuştu; hatta artık uyku onu terk ettiğinden, bunu geceleri daha da fazla yapıyordu. Tamamen kendisine ait yeni bir Liberal çıkarmak için dayanılmaz bir arzu duyuyordu. Bay Peeve gittikten sonra gazeteyi tamamen değiştirecekti; içine doluşmuş sefil, boş, öfke dolu her şeyi çıkarıp atacaktı; Bay Peeve’in acımasız ve kederli yazılarından kurtulacaktı; Bay Lloyd George’un yersiz yere abartılmış, doğal, insani suçlarının temyizi için Lord Grey’e, Lord Robert Cecil’a, Lord Lansdowne’a, papaya, Kraliçe Anne’e veya İmparator Frederick Barbarossa’ya (Bu her hafta değişiyordu.) gidecekti; yeniden doğmakta olan bir dünyaya nefes alması için yardım edecek ve eski yazılar yerine Liberal’i ütopya ile dolduracaktı! Gazetenin şaşkın okuyucularına şunu söyleyecekti: “İşte yapılması gerekenler! İşte yapacağımız şeyler!” Pazar kahvaltısını yapan Bay Peeve için nasıl da büyük bir bomba olurdu! Çok şaşıracağından, belki de bir kez olsun yemeğini sindirebilirdi!
Ama bu aptalca bir hayalden ibaretti. Evde, hayata doğru dürüst bir başlangıç yapması gereken üç genç Barnstaple vardı. Üstelik her ne kadar güzel bir hayal olsa da Bay Barnstaple böyle bir şeyi başaracak kadar zeki olmadığını düşünüyordu. Bir şekilde her şeyi eline yüzüne bulaştıracaktı…
Bu tavadan ateşe atlamak olurdu. İç karartıcı, cesaret kırıcı ve cimri olmasına rağmen Liberal aslında kalitesiz ve kötümser bir gazete değildi.
Bu talihsiz olay yaşanmamış olsaydı bile Bay Barnstaple’ın Bay Peeve’den bir süre uzaklaşıp dinlenmesi gerekliydi. Daha şimdiden birkaç kez karşı karşıya gelmişlerdi; her an büyük bir kavga patlak verebilirdi. Bay Peeve’den kaçabilmek için atılacak ilk adımın bir doktora gitmek olduğu açıktı. Bay Barnstable da bunu yaptı.
“Sinirlerime hâkim olamıyorum!” dedi Bay Barnstaple. “Kendimi fazlasıyla gergin hissediyorum!”
“Sinirleriniz çok gerilmiş.” dedi doktor.
“Korkarım işim yüzünden.”
“Biraz dinlenmek istiyorsunuz.”
“Sizce bir değişime mi ihtiyacım var?”
“Olabildiğince büyük bir değişim.”
“Gidebileceğim bir yer önerebilir misiniz?”
“Nereye gitmek isterdiniz?”
“Kesin bir yer yok. Sizin önerebileceğinizi düşünmüştüm…”
“Bir yerin sizi cezbetmesine izin verin ve oraya gidin. Şimdilik beğenilerinizi zorlamaya çalışmayın.”
Bay Barnstaple doktora ücretini ödedikten sonra, onun talimatları ile silahlanmış bir hâlde, uygun zamanda Bay Peeve’e hastalığını ve dolayısıyla gitmek zorunda kalacağını haber vermek üzere oradan ayrıldı.
2. BÖLÜM
Bu tatil fikri, Bay Barnstaple’ın zaten haddinden fazla olan endişelerine yeni birini eklemekten başka bir işe yaramadı. Gitmeye karar verdiği anda kendini aşılmaz üç büyük problemle yüz yüze bulmuştu: Nasıl gidecekti? Nereye gidecekti? Ve Bay Barnstaple kendi kendinden çabucak sıkılan adamlardan biri olarak kiminle gidecekti? Bay Barnstaple’ın alışkanlık hâline getirdiği yoğun hoşnutsuzluk ifadesine şimdi sinsi bir entrikacının keskin parıltısı da karışmıştı.
Bir şey çok netti: Evde, bu tatil hakkında tek bir kelime bile edilmemeliydi. Bayan Barnstaple bunu bir kez duyarsa neler olacağını gayet iyi biliyordu. Yetkin bir adanmışlık bilinciyle sorumluluğu hemen devralacaktı. “İyi bir tatil yapmalısın!” diyecekti. Cornwall, İskoçya veya Britanya’da uzak ve muhtemelen pahalı bir otel bulacak, bir sürü giysi satın alacak, son dakikada valizleri gereksiz eşyalarla doldurmak için kafasına bir şeyleri takacak ve elbette oğlanları da getirecekti. Muhtemelen “ortamı hareketlendirmek” için aynı yere birkaç tanıdığı da davet edecekti. Bu tanıdıklar daveti kabul edecek olursa beraberlerinde en kötü yanlarını da getirecekler ve hiçbir çaresi olmayan korkunç bir sıkıntıya neden olacaklardı. Sohbet olmayacaktı… Bunun yerine daha da fazla kahkaha ve bol bol oyun… Hayır!
Peki ama bir adam tatile karısının haberi olmadan nasıl çıkabilir? Bir şekilde valizini hazırlamalı ve evden çıkarmalıydı…
Bakış açısına göre kendisi için en iç açıcı şey, küçük bir arabasının olmasıydı. Doğal olarak arabasının gizli planlarında büyük bir rol oynaması kaçınılmazdı. En kolay şekilde uzaklaşmasına imkân tanıyor, “Nereye?” sorusuna verilebilecek cevapları değiştirerek kesin ve belirlenmiş bir mekândan çok, matematikçilerin, sanırım, konum dediği şeye dönüştürüyordu ve küçük canavarın öylesine arkadaş canlısı bir hâli vardı ki “Kiminle?” sorusuna belli belirsiz ama kesinlikle kabul edilebilir bir cevap da sunuyordu. İki kişilikti. Aile içinde, Ayak Banyosu, Colman Hardalı ve Sarı Tehlike adlarıyla biliniyordu. Bu isimlerden de anlaşılabileceği gibi küçük, alçak, üstü açık ve parlak sarı renginde bir arabaydı. Bay Barnstaple onu Sydenham’dan ofise gitmek için kullanıyordu çünkü bir galonla otuz üç mil yapan bu araba, -söz konusu mesafe için- sezonluk bir bilete göre çok daha az masraf çıkarıyordu. Gün boyunca ofis penceresinin altındaki park yerinde duruyordu. Sydenham’da ise anahtarı sadece Bay Barnstaple’da olan bir garajda yaşıyordu. Bugüne kadar Bay Barnstaple oğlanların onu sürmesini veya parçalara ayırmasını engellemeyi başarmıştı. Ara sıra Bayan Barnstaple onunla alışverişe gitmek istese de gerçekte bu küçük arabadan hoşlanmıyordu çünkü üstü açık araba onu fazlasıyla korunmasız bırakıyor, her yanı tozlanıyor ve dağılıyordu. Tüm bunların sonucu olarak küçük arabanın, ihtiyaç duyulan tatil için kullanılacak araç olması gerektiği açıktı. Üstelik Bay Barnstaple bu arabayı kullanmayı seviyordu. Çok kötü ama bir o kadar da dikkatli sürüyordu; bazen durduğu ve ilerlemeyi reddettiği olsa da -Bay Barnstaple’ın hayatındaki diğer şeylerin yaptığı gibi- direksiyonu batıya çevirdiği hâlde doğuya gitmiyordu; en azından bunu bugüne kadar hiç yapmamıştı! Bu yüzden de ona hoş bir hâkimiyet duygusu tattırıyordu.
Sonunda Bay Barnstaple büyük bir hızla kararını verdi. Önünde aniden bir fırsat çıkmıştı. Perşembe onun matbaadaki günüydü; o günün akşamı her zamankinden de fazla bunalmış bir hâlde eve döndü. Hava inadına kuru ve sıcaktı. Bu, kuraklığın dünyanın yarısı için açlık ve sefalet anlamına geldiği gerçeğinin yarattığı baskıyı hiç de azaltmıyordu. Ve Londra bu durum karşısında umursamaz görünüyor, keyifli keyifli sırıtıyordu; bu 1913 yılından, yeni büyük tango yılından bile daha saçma bir yıl olmuştu ki sonraki olayların ışığında Bay Barnstaple o güne kadar 1913’ün dünya tarihindeki en aptalca yıl olduğunu düşünmüştü. Star gazetesi her zamanki kötü haberlerin yanında spora ve şık magazin haberlerine de yer ayırmaya devam ediyordu. Polonyalılar ve Ruslar arasında çatışmalar sürüyordu ve İrlanda’da ve Asya ülkelerinde ve Hindistan sınırında ve Doğu Sibirya’da da. Üç korkunç cinayet daha işlenmişti. Madenciler hâlâ grevdeydi ve mühendisler de büyük bir ayaklanma için hazırdı. Tüm yerler dolmuş olmasına rağmen aşağı yakaya giden tren yirmi dakika geç kalkmıştı.
Eve döndüğünde karısından bir not buldu. Yazdığına göre; Wimbledon’daki kuzeni telgrafla, şans eseri, Matmazel Lenglen ve diğer şampiyonlarla beraber tenis maçlarını izleme imkânlarının doğduğunu bildirmişti. Karısı da oğlanları alarak oraya gitmişti ve eve geç dönecekti. Kaliteli birkaç maç izlemek için çocukların oyunlarına son vermenin hiçbir zararı olmazdı. Ayrıca o gece hizmetçilerin de izin gecesiydi. Evde yalnız kalmasının bir sakıncası olur muydu? Hizmetçiler çıkmadan önce onun için soğuk bir akşam yemeği hazırlayıp bırakacaklardı.
Bay Barnstaple sakin sakin bu notu okudu. Soğuk akşam yemeğini yerken bir yandan da Çinli bir arkadaşının gönderdiği, Japonların Çin uygarlığına ve eğitimine uyum sağlayamayanları nasıl yok ettiğini anlatan el ilanına göz attı.
Ancak evinin küçük arka bahçesinde oturmuş piposunu tüttürürken bu akşamın kendisi için bir fırsat olduğunu fark etti.
Birdenbire hareketlendi. Hemen Bay Peeve’i arayarak ona doktorun kararını ve Liberal’in tam da bu dönemde onsuz idare edebileceğini bildirip tatil iznini aldı. Ardından yatak odasına giderek aceleyle yanına alacağı birkaç şey seçti ve bunları yokluğu hemen fark edilmeyecek bir Gladstone çantasına doldurup çantayı arabasının şoför mahalline bıraktı. Sonra da büyük bir özenle karısına bir mektup yazarak gömleğinin cebine soktu.
Bu işi de bitirdikten sonra arabasının bulunduğu garajı kilitleyip ailesi döndüğünde mümkün olduğunca masum görünmek ve hissetmek için Avrupa ekonomisinin çöküşü üzerine bir kitap alıp piposunu yakarak bahçedeki masasına yerleşti.
Karısı döndüğünde ona sinirlerinin çok gergin olduğunu ve ertesi sabah bir doktora görünmek için Londra’ya gideceğini söyledi.
Bayan Barnstaple onun için bir doktor seçmek istese de bu konuda Bay Peeve’i de düşünmesi gerektiğini ve onun önerdiği doktoru görmesinin daha doğru olacağını söyleyerek bundan kurtuldu. Bayan Barnstaple hepsinin de iyi bir tatile ihtiyacı olduğunu söylediğinde ise yorum yapmaktan kaçınarak sadece homurdanmakla yetindi.
Bu sayede Bay Barnstaple arabasında birkaç haftalık tatili boyunca ihtiyaçlarını karşılayacak eşya ile hiçbir itiraza neden olmadan evden ayrıldı ve Londra’ya doğru yola çıktı. Trafik yoğun ve hareketliydi ancak hiçbir şekilde sıkıntı yaratmıyordu. Üstelik Sarı Tehlike öyle rahatlıkla kayıp gidiyordu ki neredeyse Altın Umut olarak adlandırılabilirdi. Camberwell’de, Yeni Camberwell Yolu’na dönerek Vauxhall Köprüsü Yolu üzerindeki postaneye doğru sürdü. Postaneye geldiğinde arabayı durdurdu. Yaptığı şey onu korkutuyordu ama bir yandan da coşkulu bir sevinç içindeydi. İçeri girerek karısına bir telgraf gönderdi: “Dr. Pagan…” diye yazmıştı, “acilen dinlenmem gerektiğini söyledi, bu yüzden göl kıyısına doğru yola çıkıyorum. Böyle bir şeyi tahmin ettiğim için eşyalarımı daha önceden hazırlamıştım.”
Postaneden dışarı çıktığında ceplerini karıştırdı ve bir önceki gece büyük bir dikkatle yazdığı mektubu bulup postaladı; ciddi safhada sinirsel nevroz belirtilerine sahip olduğunu göstermek amacıyla üzerini kasten karalamıştı. Dr. Pagan’ın, acil bir tatile ihtiyacı olduğunu söylediğini ve “kuzeye” doğru gitmesini önerdiğini açıklıyordu. Birkaç gün, hatta belki de bir hafta kadar mektup yazmaması en iyisiydi. Ters giden bir şey olmadığı sürece mektup yazarak onları rahatsız etmeyecekti. Hiçbir haber, iyi haber olamazdı. Dinlenmek her şeyin yoluna girmesi için yeterli olacaktı. Belirli bir adresi olur olmaz bunu bildirecek ama sadece çok önemli bir şey olursa yazacaktı.
Bunları halledip arabasında koltuğa oturur oturmaz okuldaki ilk tatilinden bu yana hissetmediği bir özgürlük hissiyle doldu. Büyük Kuzey Yolu’na doğru ilerledi ancak Hyde Park’ın köşesindeki trafik yoğunluğu yüzünden polisin onu Knightsbridge’e yönlendirmesine izin verdi, Bath Yolu’nun Oxford Yolu’ndan ayrıldığı köşede trafiği tıkayan bir kamyon yüzünden yine bir önceki yola saptı ama tüm bunların gerçekte pek önemi yoktu. Her yol “başka bir yer”e gidiyordu ve nasılsa daha sonra kuzeye doğru dönebilirdi.
3. BÖLÜM
Ancak 1921 yılındaki büyük kuraklıkta görülebilecek güneşin umursamazca parıldadığı o günlerden biriydi. Asla boğucu değildi. Tam tersine havada, Bay Barnstaple’ın keyifli ruh hâliyle birleşerek ona kendisini bekleyen güzel maceralar olduğunu hissettiren bir tazelik vardı. Umut ona çoktan geri dönmüştü. Hayatında bazı şeylerin değişmekte olduğunu biliyordu ama bu değişimin ne kadar büyük olacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Şimdilik küçük bir motelde mola verip öğle yemeği yemek bile onun için yeterli bir macera olacaktı; eğer kendini yalnız hissederse yolda durup bir otostopçuyu alabilir ve onunla sohbet edebilirdi. Sydenham’ı ve Liberal’i arkasında bıraktığı sürece hangi yönde ilerlediğinin bir önemi yoktu; kendisine eşlik edecek birini bulmak zor olmayacaktı.
Slough’ın biraz dışında, devasa, gri bir tur aracı onu şaşırtıp bir an arabanın yönünü saptırmasına neden olarak yanından hızla geçip gitti. Hiçbir ses çıkarmadan yanına kadar gelmişti, üstelik hız göstergesine göre saatte yirmi yedi mil süratle gidiyordu; buna rağmen araba onu bir anda geçip gitti. Gördüğü kadarıyla içinde üç adam ve bir kadın vardı. Hepsi de dimdik oturmuştu ve sanki peşlerinden gelen bir şey varmış gibi merakla arkalarına doğru bakıyorlardı. Araba, kadının daha ilk bakışta göze çarpan inkâr edilemez güzelliği ve ona yakın tarafta oturan adamın Elf’lere benzeyen yaşlıca suratı dışında bir şey fark edemeyeceği kadar hızlıydı.
Daha üzerinden şaşkınlığını atamadan bu kez tarih öncesi dev sürüngenlere aitmiş gibi gelen yüksek bir kükreme sesi onu bir kez daha geçilmek üzere olduğu konusunda uyardı. Bay Barnstaple işte böyle geçilmek istiyordu; bir engeli aşarcasına… Biraz yavaşladı, yolun kendi hakkı olduğunu gösterebilecek her hareketi bir kenara bırakarak eliyle cesaretlendirici bir iki jestte bulundu. Onun onayını aldıktan sonra büyük, yumuşak hatlı ve çevik bir limuzin sağ tarafında belirerek yanından geçti. Oldukça fazla bagajı vardı; şoförün yanında oturan gözlüklü, genç bir adam dışında yolcularını hiç seçemedi. Tur arabası gibi ilerideki dönemeçten dönerek gözden kayboldu.
Aydınlık bir sabahta, otoyolda mekanik bir “Ayak Banyosu” bile bu şekilde geride bırakılmaktan hoşlanmaz. Bay Barnstaple ayağını gaz pedalına biraz daha bastırarak her zamanki güvenli hızından hemen hemen on mil daha hızlı bir şekilde dönemece ulaştı. Önünde bomboş bir yol uzanıyordu.
Aslında yol biraz fazla boştu! Bir milin yaklaşık üçte biri kadar bir mesafe boyunca dümdüz uzanıyordu. Yolun solunda düzgün şekilde budanmış bir çit, arkasında da uçsuz bucaksız düzlüğe dağılmış ağaçlar, birkaç küçük yazlık, daha uzakta kavaklar ve iyice arkada da Windsor Kalesi görünüyordu. Sağ tarafta yine geniş düzlükler, küçük bir motel ve alçak tepeler vardı. Bu manzaranın içinde şüphe uyandıran tek şey, Maidenhead’deki, nehir kıyısındaki bir otelin büyük reklam panosuydu. Sıcak yüzünden hava titreşiyor ve yol üzerinde birkaç toz kümesi uçuşuyordu. Gri tur arabasından da limuzinden de hiçbir iz yoktu.
Bunun ne kadar şaşırtıcı olduğunu fark etmek Bay Barnstaple’ın birkaç saniyesini aldı. Ne sağda ne de solda, arabaların gidebileceği bir yan yol yoktu. Eğer uzaktaki bir sonraki dönemece çoktan ulaştılarsa bile oraya varmak için saatte en az iki yüz üç yüz mil hızla hareket etmiş olmalıydılar!
Şüpheye düştüğü zamanlarda yavaşlamak Bay Barnstaple’ın alışkanlıklarındandı. Şimdi de yavaşladı. Hızını saatte on beş mile kadar düşürerek, ağzı açık bir şekilde bu gizemli yok oluşu açıklayabilecek bir ipucu bulmak umuduyla boş araziyi incelemeye koyuldu. İlginç olan, kendisinin de tehlikede olabileceği korkusuna kapılmamasıydı.
Sonra aniden arabası bir şeye çarptı ve savruldu. Öyle sert ve şiddetli savrulmuştu ki bir an için kendini kaybetti. Bir araba savrulduğu zaman ne yapılması gerektiğini hatırlayamadı. Direksiyonu arabanın savrulduğu yöne doğru çevirmek gerektiği ile ilgili belli belirsiz bir şeyler hatırlasa da o anki heyecanla arabasının hangi yöne doğru savrulduğunu bir türlü kestiremedi. Tam kendini toparladığı anda bir ses duydu. Uzun süre birikmiş bir basıncın patlamaya hazır olduğu noktada duyulan sesin tıpatıp aynısıydı; anestezi altındaki o hissizlik anının sonunda -veya başında- birinin duyabileceği türden, gergin bir yayın keskin tınlaması gibi keskin bir sesti.
Görünüşe göre yolun sağ tarafına doğru dönmüştü; ama şimdi arabayı tekrar yola doğru döndürmeyi başardı. Frene basarak önce yavaşladı, ardından büyük bir şaşkınlık içinde durdu!
Yarım dakika önce ilerlediği yoldan tamamen farklı bir yolun üzerindeydi. Yanlardaki çitler değişmiş, ağaçlar değişmiş, Windsor Kalesi yok olmuş ve -küçük bir teselli olarak- limuzin tekrar belirmişti. Yaklaşık iki yüz yarda ileride yolun kenarına park etmişti.
İKİNCİ KISIM
MUHTEŞEM YOL
1. BÖLÜM
Bir süre için Bay Barnstaple’ın dikkati hiç de eşit olmayan bir şekilde, yolcuları aşağı inmekte olan limuzin ve çevresini saran manzara arasında bölündü. Manzara öylesine tuhaf ve güzeldi ki ancak onun şaşkınlığını ve hayranlığını paylaşan biri, gittikçe artan heyecanını makul bir şekilde açıklayabilir ve onu rahatlatabilirdi, işte bu yüzden biraz ilerisindeki küçük grup dikkatini çok az çekti.
Yolun da normal bir İngiliz yolunun olacağı gibi kum taşı, toz ve hayvan dışkısından oluşan bir karışımın üzerinde katrana bulanmış çakıl taşlarından ve pislikten değil, bir kısmı durgun bir suyun yüzeyi gibi pürüzsüz ve berrak, bir kısmı ise içerisinde yumuşak renkli damarların veya parlak altın renkli lekelerin olduğu süt gibi beyaz camdan oluşuyordu. Neredeyse on iki on üç yarda genişliğindeydi. Her iki tarafında o güne dek gördüklerinin hepsinden -ki Bay Barnstaple çim konusunda uzman bir gözlemciydi- daha yeşil ve güzel çimenler uzanıyordu. Çimenlerin ardında da çiçek tarhları vardı. Bay Barnstaple ağzı açık bir şekilde şaşkın şaşkın arabasında otururken daha önce hiç görmediği, unutmabeni mavisi çiçekler her iki yanında belki de otuzar yarda boyunca uzanıyordu. Bu noktadan sonra maviliğin arasına uzun, beyaz renkli sivri iğneler karışıyor ve en sonunda beyazlık maviliğe tamamen baskın geliyordu. Yolun karşısında beyaz iğnelerin arasına Bay Barnstaple’a eşit derecede yabancı olan, maviden eflatuna, mora ve dikkat çekici bir kırmızıya kadar değişen renklerde tohumlu çiçekler karışmıştı. Bu muhteşem çiçek bulutlarının ardında dümdüz uzanan otlaklarda bej renkli sığırlar otlamaktaydı. Kendisine yakın olan üç tanesi, aniden ortaya çıkışı karşısında onu biraz şaşkın, ilgili gözlerle süzerek geviş getiriyordu. Güney Avrupa ve Hindistan’daki inekler gibi uzun boynuzları ve gerdanları vardı. Bay Barnstaple’ın bakışları bu uysal hayvanlardan uzun bir sıra hâlinde uzanan alev şekilli ağaçlara, beyaz ve altın renkli sütunlara ve ufukta görülen zirveleri karlı dağlara kaydı. Birkaç beyaz bulut göz kamaştıran mavi gök boyunca süzülüyordu. Hava hayret uyandıracak kadar temiz ve hoştu.
Sığırlar ve limuzinin yanında duran küçük grup haricinde Bay Barnstaple etrafta hiçbir canlı göremiyordu. Limuzinin yanındakiler kıpırdamaksızın ona doğru bakıyordu. Sonra birtakım memnuniyetsiz sesler duydu.
Güçlü bir çatırtı sesi Bay Barnstaple’ın dikkatini çekti. Arkasını döndüğünde, geldiği yönde, sağ tarafta, çok kısa bir süre önce yıkılmış gibi görünen taş bir ev gördü. Yanında, sanki biraz önce bir patlamanın etkisiyle çarpılmış ve kökünden sökülmüş gibi görünen iki büyük elma ağacı vardı ve yıkıntılar arasından bir sütun hâlindeki yoğun dumanla, yanan eşyalardan çıkan çıtırtılar yükseliyordu. Bu elma ağaçlarının çarpık gövdeleri Bay Barnstaple’ın yakınındaki çiçeklerin de sanki şiddetli esen sıcak bir rüzgâr akımıyla yana bükülmüş gibi göründüğünü fark etmesini sağladı; ancak hiçbir patlama duymamış, hiçbir hava akımını hissetmemişti.
Bir süre bu eve baktıktan sonra, bir açıklama yaparcasına limuzindekilere doğru döndü. Bunlardan üçü ona doğru geliyordu, önlerinde fötr şapkası ve uzun bir montu olan, uzun boylu, ince saçları kırlaşmış biri vardı. Başını dik tutuyordu. Küçük burnu, gözlüklerini zorlukla tutabiliyordu. Bay Barnstaple arabasını tekrar çalıştırarak onların yanına gitmek için hareket etti.
Duyma mesafesine kadar geldiğini hisseder hissetmez arabayı tekrar durdurarak başını Sarı Tehlike’nin camından uzattı. Aynı anda uzun, kır saçlı adam da hemen hemen aynı soruyu sordu: “Lütfen söyler misiniz bayım, acaba neredeyiz?”
2. BÖLÜM
“Beş dakika öncesine kadar…” dedi Bay Barnstaple, “Maidenhead Yolu üzerinde olduğumuzu söyleyebilirdim. Slough yakınlarında.”
“Kesinlikle!” dedi uzun boylu adam ciddi bir ses tonuyla. “Kesinlikle! Ve hâlâ Maidenhead Yolu üzerinde olmadığımızı düşünmemiz için en ufak bir neden bile göremiyorum.”
Sesinde mantığa sıkı sıkıya bağlı birinin meydan okuyucu tavrı gizliydi.
“Maidenhead Yolu gibi görünmüyor.” diye cevap verdi ona Bay Barnstaple.
“Doğru ama gördüklerimize göre mi karar vermeliyiz yoksa deneyimlerimizin doğrultusunda mı? Maidenhead Yolu bu yola doğru ilerliyordu, bu yolun devamıydı, o hâlde bulunduğumuz yer Maidenhead Yolu olmalı.”
“Peki şu dağlar?” diye sordu Bay Barnstaple.
“Windsor Kalesi o yönde olmalı.” dedi adam, kumarda bir el kaybetmiş biri gibi.
“Beş dakika öncesinde oradaydı.” diye düzeltti Bay Barnstaple.
“O hâlde belli ki bu dağlar bir tür kamuflaj.” dedi uzun boylu adam kendinden emin bir şekilde. “Ve tüm bu etrafımızda gördüklerimiz, bugünlerde söyledikleri gibi sadece düzmece!”
“Dikkate değer derecede iyi bir düzmece!” dedi Bay Barnstaple.
Kısa süren bir sessizlik anında Bay Barnstaple uzun boylu adamın yanındakileri de inceleme fırsatını buldu. Uzun boylu adamı fazlasıyla iyi tanıyordu. Onu defalarca toplantılarda ve yemeklerde görmüştü. Bay Cecil Burleigh’nin ta kendisiydi, muhafazakârların büyük başkanı. Sadece bir siyasetçi değil, aynı zamanda saygın bir beyefendi, bir filozof ve evrensel dehaya sahip biriydi. Onun arkasında Bay Barnstaple’ın tanımadığı, gözlükleri yüzündeki düşmanca ifadeyi daha da belirginleştiren, kısa boylu, tıknaz, orta yaşlı bir adam duruyordu. Küçük grubun üçüncü üyesi de yine tanıdık bir simaydı ama Bay Barnstaple bir süre bu adamın kim olduğunu tam olarak çıkaramadı. Düzgün tıraşlı, yuvarlak hatlıydı; temiz ve parlak yüzünden iyi beslendiği ve sağlığının yerinde olduğu anlaşılıyordu; kıyafetlerine bakılırsa ya Yüksek Kilise’ye bağlı bir vaiz ya da Roma Katoliklerinden bir rahipti.
Bu sırada gözlüklü olan, cılız ve tiz bir ses tonuyla konuştu: “Bu yoldan Taplow Court’a geleli daha bir ay bile olmadı; o zaman buna benzer bir şey görmediğime eminim.”
“Ortada birtakım sıkıntılar olduğunu kabul ediyorum.” dedi Bay Burleigh. “Ortada bazı dikkate değer sıkıntılar olduğunu kabul ediyorum. Yine de ilk önermemin hâlâ geçerli olduğu konusunda ısrar edeceğim.”
“Bunun Maidenhead Yolu olduğunu düşünmüyorsunuz ya?” diye sordu gözlüklü adam.
“Yapay olamayacak kadar mükemmel görünüyor!” dedi Bay Barnstaple sesinde hafif bir kararlılıkla.
“Ama sevgili dostum!” diye itiraz etti Bay Burleigh. “Bu yol fidanlıkçıları ile ünlüdür; bunlar bazen yeteneklerini olağanüstü güzellikteki sergilerle teşhir ederler. Reklam amaçlı olarak.”
“O zaman neden dümdüz ilerleyip Taplow Court’a gitmiyoruz?” diye sordu gözlüklü adam.
“Çünkü…” dedi Bay Burleigh, açıkça bilinen ama inatla görmezden gelinen bir gerçeği bir kez daha anlatmaya çalışan birinin doğal sertliğiyle, “Rupert başka bir dünyada olduğumuz konusunda ısrar ediyor. Ve devam etmek istemiyor. İşte bu yüzden. Her zaman gereğinden fazla hayal gücüne sahipti. Gerçekte olmayan şeylerin var olabileceğini düşünüyor. Şimdi de kendini bir tür bilimsel romansın içinde, bizim dünyamızın tamamen dışında sanıyor; başka bir boyutta. Bazen düşünüyorum da Rupert hayallerinin içinde yaşamak yerine onları yazmaya başlasa bu hepimiz için daha iyi olurdu. Eğer siz, sekreteri olarak, onu öğle yemeğine kadar Taplow Malikânesi’ne gitmeye ikna edebileceğinizi düşünüyorsanız…”
Bay Burleigh kelimelerin yetersiz kaldığı bu anda eliyle bir hareket yaparak cümlesini tamamladı.
Bay Barnstaple bu sırada, limuzinin yanındaki karmaşık çiçek kümelerini inceleyen, yavaş ve dikkatli bir şekilde hareket eden, buğday tenli, karikatüristler sayesinde oldukça aşina olduğu siyah bantlı silindir bir şapka takmış gri figürü fark etmişti. Bu, meşhur Rupert Catskill’dan başkası olamazdı; Savaş Bakanlığı sekreteri.
Bay Barnstaple ilk kez bu fazla maceracı politikacının fikirlerine katıldı. Bu başka bir dünyaydı. Arabasından çıkıp Bay Burleigh’ye hitap ederek konuşmaya başladı: “Bence, eğer yanmakta olan şu taş binayı incelersek nerede olduğumuza dair epey fikir edinebiliriz. Arka tarafında, yerde yatan birini gördüğümü sanıyorum. Eğer tüm bu aldatmacanın arkasındakilerden birini yakalayabilirsek…”
Cümlesini tamamlayamadı çünkü bunun bir aldatmaca olduğuna inanmıyordu. Bay Burleigh de son beş dakikadır onlarla aynı fikri paylaşmaya başlamıştı.
Dördü de üzerinden dumanlar tüten yıkıntılara doğru döndüler.
“Etrafta hiç kimsenin olmaması çok ilginç!” dedi gözleriyle ufku taramakta olan gözlüklü adam.
“Pekâlâ, şu yanan neymiş, öğrenmenin bir zararı olmayacak.” dedi Bay Burleigh ve zeki yüzünü devrilmiş ağaçlar arasındaki yıkıntılara doğru çevirerek önden yürümeye başladı.
Ancak çok fazla ilerleyemediler; çünkü tüm dikkatleri, hâlâ arabanın içinde oturmakta olan bayanın korku dolu çığlığı ile bir kez daha limuzine kaydı.
3. BÖLÜM
“Bu gerçekten de çok fazla!” diye öfkeyle bağıdı Bay Burleigh. “Böyle olayları önlemek için kanunlar olmalı!”
Gözlüklü adam “Gezici bir sirkten kaçmış olmalı.” dedi. “Ne yapmalıyız?”
Bay Burleigh “Uysal görünüyor.” diye cevap verdi ama bu teorisini test etmek için hiçbir girişimde bulunmadı.
“İnsanları çok ciddi bir şekilde korkutabilir!” dedikten sonra sesini biraz yükselterek bağırdı: “Paniğe kapılma Stella! Büyük ihtimalle ehlileştirilmiş ve zararsız. Şemsiyeyle onu ürkütme sakın. Sana saldırabilir. Stella!”
“O” son derece güzel ve büyük bir leopardı; gayet sakin bir şekilde çiçeklerin arasından çıkarak evcil bir kediymişçesine limuzinin yakınına, cam yolun ortasına uzanmıştı. Bu tür durumlarda hep yapıldığı gibi Bayan Stella olabildiğince hızlı bir şekilde şemsiyesini açıp kapatırken, hayvan da şaşkın şaşkın ve meraklı meraklı gözlerini kırpıştırarak ritmik bir şekilde başını iki yana sallıyordu. Şoför arabanın arkasına saklanmıştı. Hayvanın varlığından Bay Burleigh ve diğerlerini uyaran çığlık sayesinde haberdar olduğu anlaşılan Bay Rupert Catskill, dizlerine kadar gelen çiçeklerin arasında ayakta dikilmekteydi.
İlk hareket eden o oldu; böylece ne kadar kararlı biri olduğunu da gösterdi. Hem ihtiyatlı hem de cesur bir hareketti. “Şemsiyenizi sallamayı bırakın Bayan Stella!” dedi. “Onun dikkatini çekmeye çalışacağım.”
Hayvanın karşısına geçebilmek için arabanın etrafından dolandı. Sonra kısa bir an, orada olduğunu göstermek istiyorcasına kıpırdamaksızın bekledi; gri bir frak giymiş, siyah bantlı silindir şapkasıyla kendinden emin ufak tefek bir adam, hayvanı ürkütmemek için büyük bir dikkatle elini uzattı: “Gel pisicik!”
Leopar, Bayan Stella’nın şemsiyesinden kurtulduğu için rahatlayarak ilgi ve merakla ona baktı. Bay Catskill daha da yaklaştı. Leopar burnunu uzatarak havayı kokladı.
“Onu okşamama izin verirse…” diyerek Bay Catskill hayvana neredeyse bir kol mesafesi kadar yaklaştı.
Leopar kendine uzatılan eli şüpheyle kokladı. Ardından, Bay Catskill’ı birkaç adım geriye sıçratacak kadar ani bir şekilde hapşırdı. Bir kez daha… Bu seferki daha şiddetliydi. Sonra bir an sitemle Bay Catskill’a baktı ve çiçek tarhlarının üzerinden çevik bir şekilde atlayarak beyaz sütunlara doğru gözden kayboldu. Bay Barnstaple otlamakta olan sığırların, onu en ufak bir tedirginlik göstermeden izlediğini fark etti.
Bay Catskill biraz hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yolun ortasında duruyordu. “Hiçbir hayvan, insan gözünün sabit bakışlarına dayanamaz.” diye belirtti. “Hiçbiri! Bu siz materyalistler için bir bilmece… Bay Cecil’a katılalım mı Bayan Stella? Aşağıda incelemek için bir şey bulmuş galiba. Küçük sarı arabadaki adam nerede olduğumuzu biliyor olabilir. Hmm?”
Bay Catskill arabadan çıkması için Bayan Stella’ya yardım ettikten sonra ikisi beraber, tekrar, yanmakta olan yıkıntılara yönelmiş olan küçük gruba doğru ilerlediler. Belli ki limuzinin yanında tek başına kalmak istemeyen şoför de onlarla aralarına duyduğu saygının müsaade ettiği ölçüde bir uzaklık koyarak peşlerinden yürüdü.
ÜÇÜNCÜ KISIM
GÜZEL İNSANLAR
1. BÖLÜM
Küçük evdeki yangın etrafa yayılmış gibi görünmüyordu. Çıkan duman, Bay Barnstaple yangını ilk fark ettiği andakinden çok daha azdı. Yaklaştıkça yıkıntılar arasında eğilip bükülmüş parlak metal parçalar ve cam kırıkları gördüler. Sanki büyük bir patlamayla çeşitli deney aletleri etrafa saçılmıştı. Hepsi de neredeyse aynı anda, yıkıntıların arkasındaki meyilli çimenlik arazide birinin yattığını fark ettiler. Oldukça ilkel görünümlü bir adamdı; birkaç bilezik, kolye ve bir kuşaktan başka üzerinde hiçbir şey yoktu; ağzından ve burnundan kan sızmaktaydı. Bay Barnstaple korkuyla karışık bir saygıyla diz çökerek adamın atmayan kalbine dokundu. Daha önce hiç bu kadar güzel bir yüz ve vücut görmemişti.
“Ölmüş!” diye fısıldadı.
“Bakın!” diye haykırdı gözlüklü adam tiz sesiyle. “Bir tane daha.”
Bay Barnstaple’ın önündeki duvar yüzünden göremediği bir şeye işaret ediyordu. Barnstaple, ikinci keşiflerini görebilmek için bir moloz yığınına tırmanmak zorunda kaldı. İkinci figür, en az adam kadar çıplak, ince ve narin bir kızdı. Durumuna bakılırsa sert bir şekilde duvara doğru fırlatılmış ve hemen oracıkta hayatını kaybetmişti. Yüzü hemen hemen hiç zarar görmemiş olsa da kafatasının arkası ezilmişti; kusursuz ağzı ve yeşilimsi ela gözleri hafifçe aralıktı; sanki zor ama ilginç bir problemi düşünüyormuş gibi bir yüz ifadesine sahipti. Ölmüş olduğuna dair en ufak bir belirti bile yoktu, daha çok umursamaz bir hâli vardı. Bir elinde cam saplı, bakırdan bir aleti tutuyordu. Diğer eli ise gevşekçe çimlerin üzerine uzanmıştı.
Birkaç saniye kimse konuşmadı. Sanki hepsi de kızın düşüncelerini bölmekten çekiniyor gibiydi.
Sonra Bay Barnstaple, rahip gibi görünen adamın, arkasında sessizce mırıldandığını duydu: “Ne kadar da kusursuz bir form.”
“Yanıldığımı kabul ediyorum.” dedi Bay Burleigh düşünceli bir sesle. “Yanılmışım… Bunlar dünyalı insanlar değiller. Bu açıkça belli. Ve dolayısıyla dünyada değiliz. Ne olduğunu hayal edemiyorum veya nerede olduğumuzu. Kesin deliller karşısında düşüncelerimden geri adım atmakta kararsızlık göstermedim hiçbir zaman. Şu anda içinde olduğumuz dünya bizim dünyamız değil. Çok daha…” Duraksadı. “Çok daha harika bir yer.”
“O hâlde Windsor’dakiler öğle yemeğini bizsiz yemek zorunda kalacaklar.” dedi Bay Catskill en ufak bir pişmanlık belirtisi göstermeden.
Rahip “Ama o zaman hangi dünyadayız ve buraya nasıl geldik?” diye araya girdi.
Bay Burleigh kibarca “Ah! Bu benim zavallı tahmin gücümün çok ötesinde bir soru.” diye cevapladı. “Burada, bazı yönleriyle tuhaf bir şekilde bizim dünyamıza benzeyen ve bazı yönleriyle de benzemeyen bir dünyadayız. Bir şekilde kendi dünyamızla bağlantılı olmalı; yoksa buraya gelemezdik; ancak ne şekilde bağlantılı olduğu, itiraf ediyorum ki benim için tam bir muamma. Belki de uzayın bir başka boyutundayız; ancak başım bu boyutları düşünmekle bile dönmeye başlıyor. Tamamen, tamamen hayretler içindeyim.”
Gözlüklü adam kendinden emin bir tonla “Einstein!” diye kısa ve öz bir şekilde araya girdi.
“Kesinlikle!” dedi Bay Burleigh. “Einstein bunu bize açıklayabilirdi. Yahut sevgili Haldane bunu yapabilirdi ve bir yandan da kendi Haldanist fikirleriyle aklımızı iyice bulandırabilirdi. Ama ben ne Haldane’im ne de Einstein. Tüm planlarımızın dışında -buna hafta sonu planlarımız da dâhil- buradayız; Hiçbir Yer’de! Veya eğer Yunancasını tercih ediyorsanız Ütopya’dayız. Ve buradan çıkmamız için açık bir yol göremediğim için, sanırım mantıklı varlıklar olarak yapabileceğimiz tek şey, elimizden gelen en iyi şekilde davranmak ve karşımıza çıkabilecek fırsatları değerlendirmektir. Kesinlikle çok güzel bir dünyadayız. Güzelliği şaşırtıcılığından çok daha fazla. Üstelik burada insanlar var, düşünebilen insanlar. Etrafımızdaki tüm bu yıkıntılardan anladığım kadarıyla bu dünyada deneysel kimya, gerçekten de acı bir sona varana kadar, hem de pastoral şartlar altında uygulanmış. Kimya ve çıplaklık… Söylemek zorundayım ki kendi kendilerini havaya uçurmuş gibi görünen bu iki insanı Yunan tanrıları veya çıplak vahşiler olarak görmek tamamen kişisel bir zevk meselesi. Yunan tanrısı ve tanrıçası fikrinin biraz daha ağır bastığını itiraf ediyorum.”
“Tabii yerde yatanların iki ölümlü oldukları gerçeğini saymazsak!” diye ciyakladı gözlüklü adam, sanki bir oyunda puan kazanmışçasına.
Bay Burleigh tam cevap vermek üzereyken -ki yüzündeki ifadeden cevabının oldukça sert olacağı belliydi- birden keskin bir şekilde haykırarak yeni gelenlerle tanışmak için arkasını döndü. Onları hepsi de aynı anda fark etmişti. İki kusursuz Apollo, yıkıntıların tepesinde durmuş, en az neden oldukları kadar büyük bir şaşkınlıkla Dünyalılara bakıyordu.
Biri konuşmaya başladı ve Bay Barnstaple kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük bir hayretle kafasının içinde yankılanan sesleri anlayabildiğini fark etti.
“Kızıl tanrılar!” diye haykırdı Ütopyalı. “Siz de nesiniz? Gezegenimize nasıl girdiniz?”
İngilizce! Yunanca konuşsaydılar çok daha az şaşırtıcı olurdu! Ancak bilinen bir dili konuşuyor olmaları bile inanılması güç bir şeydi!
2. BÖLÜM
Bay Cecil Burleigh, aralarında en sakin olanlarıydı. “Şimdi yüz yüze kesin bir şeyler öğrenmeyi umabiliriz.” dedi. “Makul ve mantıklı varlıklar olarak.”
Boğazını temizledi, sinirli uzun elleriyle dökümlü ceketinin yakalarını tuttu ve gerçek bir hatip tavrını takınarak “Burada bulunuşumuz hakkında beyler, bir açıklama yapabilmemiz mümkün değil.” dedi. “En az sizin kadar şaşkınız. Kendimizi birdenbire sizin dünyanızda bulduk.”
“Farklı bir dünyadan geliyorsunuz?”
“Çok doğru. Oldukça farklı bir dünyadan. Hepimiz için doğal ve uygun bir yer olan kendi dünyamızdan. Kendimizi birdenbire burada bulduğumuz sırada, bizim dünyamızda… Ah, şey… Bazı araçlarla seyahat ediyorduk. Burada izinsiz bulunduğumuzu kabul ediyorum. Ancak sizi temin ederim, kesinlikle isteyerek burada bulunmuyoruz.”
“Arden ve Greenlake, deneylerinde nasıl başarısız oldu ve nasıl öldüler, bilmiyor musunuz?”
“Eğer Arden ve Greenlake, yerde yatan bu genç ve güzel iki insansa onlar hakkında tek bildiğimiz, kendilerini bulduğumuzda şimdi sizin de gördüğünüz gibi yerde yatıyor oldukları. Buraya öğrenmeye, daha doğrusu araştırmaya…”
Boğazını temizleyerek cümlesinin sonunu havada asılı bıraktı.
İlk konuşan Ütopyalı -işleri kolaylaştırmak için ona böyle diyebiliriz- şimdi arkadaşına bakıyordu, sessizce bir şeyler soruyor gibiydi. Sonra tekrar Dünyalılara döndü. Konuştuğunda o berrak kelimeler, sanki kulaklarında değil de -en azından Bay Barnstaple’a öyle gelmişti- kafasının içinde yankılanıyor gibiydi.
“Siz ve arkadaşlarınız enkazın üzerinde dolaşmamalı ve yola geri dönmelisiniz. Benimle gelin. Ağabeyim ateşi söndürecek ve ölen kardeşlerim için yapılması gerekenleri yapacak. Sonra burası, olanları anlayan kişiler tarafından incelenecek.”
“Kendimizi tamamen sizin misafirperverliğinize emanet ediyoruz.” dedi Bay Burleigh. “Sizin sözünüze tamamen bağlıyız. Bu karşılaşma, tekrarlamama izin verin, bizim isteğimiz değildi.”
“Tabii böyle bir ihtimal olduğunu bilseydik kesinlikle bir yolunu arardık.” dedi Bay Catskill, etrafını göstererek ve onaylaması için Bay Barnstaple’a bakarak. “Sizin dünyanızın son derece büyüleyici olduğunu düşünüyoruz.”
“İlk bakışta…” diye ekledi gözlüklü adam, “son derece büyüleyici bir dünya.”
Ütopyalı ve Bay Burleigh’yi izleyerek, sık çiçeklerin arasından tekrar yola doğru ilerlediler. Bu sırada Bay Barnstaple, Bayan Stella’nın hemen yanı başında fısıldadığını fark etti. Kadının sözleri, bu olağanüstü dünyada, o kadar sade ve sıradandı ki Bay Barnstaple’ı şaşırttı: “Daha önce karşılaşmamış mıydık? Bir öğle yemeğinde veya buna benzer bir şeyde, Bay… Bay?..”
Tüm bu olanlar sadece bir gösteriden mi ibaretti? Ona cevap vermeden önce birkaç saniye boş gözlerle baktı:
“Barnstaple.”
“Bay Barnstaple?”
Sonunda zihni kadının düşüncelerine adapte olmayı başardı.
“O zevke nail olamadım Bayan Stella ama elbette sizi tanıyorum; haftalık resimli gazetelerde çıkan fotoğraflarınızdan sizi gayet iyi tanıyorum.”
“Az önce Bay Cecil’ın ne söylediğini duydunuz mu? Burasının Ütopya olduğuna dair?”
“Buraya ‘Ütopya’ diyebileceğimizi söyledi.”
“Tam Bay Cecil’a göre; ama burası Ütopya mı? Gerçekten Ütopya?”
“Her zaman Ütopya’da olmayı hayal etmiştim.” diye devam etti Bay Barnstaple’ın cevabını beklemeden. “Şu iki Ütopyalı nasıl da muhteşem görünüyorlar! Eminim ki -buna kesinlikle inanıyorum- aristokrat sınıfından olmalılar, gayriresmî kıyafetlerine rağmen, hatta belki de bu yüzden…”
Bay Barnstaple bu fikir üzerine neşelendi.
“Bay Burleigh ve Bay Catskill’ı da tanıdım, Bayan Stella; eğer bana gözlüklü ile rahibin kim olduklarını da söyleyebilirseniz çok memnun olurum. Hemen arkamızdan geliyorlar.”
Bayan Stella bildiklerini etkileyici ve gizli bir şekilde, kısık bir sesle aktardı. “Gözlüklü adam…” diye fısıldadı, “kodlayacağım; F, R, E, D, D, Y. M, U, S, H. Zevk sahibi. İyi zevk sahibi. Genç şairleri ve tüm o edebiyat eserlerini bulmakta inanılmaz derecede yeteneklidir. Ayrıca Rupert’ın sekreteri. Eğer bir edebiyat akademisi olsaydı onun mutlaka bu akademiye gireceğini söylüyorlar. Korkunç derecede eleştirel ve alaycıdır. Taplow’a son derece entelektüel bir toplantı için gidiyorduk, tıpkı eski günlerdeki gibi. Windsor’dakiler gelir gelmez başlayacaktı… Bay Gosse geliyordu ve Max Beerbohm ve bunun gibi herkes, ama bu günlerde her an bir şey olur. Her an… Beklenmeyen… Abartılı bir şekilde… Rahip…” Arkasına bir göz atarak onun işitme mesafesinde olup olmadığını kontrol etti. “Rahip Amerton, toplumun günahları vesaire hakkında son derece açık sözlüdür. Sözünü hiç sakınmaz. Tuhaf ama kürsüsünde olmadığında utangaç ve sessizdir; çatal bıçaklar konusunda da biraz beceriksizdir. Çelişkili, öyle değil mi?”
“Elbette!” diye cevapladı Bay Barnstaple. “Onu şimdi hatırladım. Yüzünü bir yerde gördüğümü biliyordum ama tam olarak çıkaramamıştım. Çok teşekkür ederim Bayan Stella.”
3. BÖLÜM
Bu ünlü ve etkili simaların, özellikle de Bayan Stella’nın varlığı Bay Barnstaple’a bir şekilde güven veriyordu. Fazlasıyla cesaret vericiydi; yanında sevgili eski dünyalarından pek çok şeyi getirmişti ve bu yeni dünyayı ilk fırsatta kendi standartlarına indirgemeye hazır görünüyordu. Bay Barnstaple’ı tamamen etkisi altına almakla tehdit eden çevrelerindeki şaşırtıcı güzelliğe Bayan Stella, güçlü bir şekilde karşı koyuyordu. Bay Barnstaple’ın onlarla karşılaşmış olması bile başlı başına hatırı sayılır ölçüde büyük bir maceraydı; kendi monoton hayatıyla havası bile ferahlatıcı, akılalmaz güzellikteki Ütopya arasında bir tür köprü kurmasına yardımcı olmuşlardı. Etrafındaki her şeyi, Bayan Stella’nın, Bay Burleigh’nin ve hatta Bay Freddy Mush’ın da gördüğünü bilmek bu parlak ve ihtişamlı dünyayı maddeleştirmeyi -bu kelimeyi kullanmak mümkünse- başarmış ve her şeyi biraz daha kabul edilebilir kılmıştı. Sadece gazetelerde okuyabildiği şeyleri, bir gerçeklik içinde yaşıyordu. Burada tek başına olsaydı yaşadığı şokun ve duyduğu hayretin büyüklüğü ile zihni altüst olabilirdi. Şu anda Bay Burleigh ile konuşan rahat tavırlı, esmer tenli ilah, karşısındaki güçlü adamın varlığı sayesinde makul bir gerçeklik oluyordu.
Ancak yine de Bay Barnstaple’ın dikkati, limuzindekilerden çok, hep beraber içine düştükleri bu dünyanın asil görünümlü insanlarında yoğunlaşıyordu. Görünüşe göre zararlı yabani otların çiçeklerin arasına giremediği ve leoparların kedigillere özgü o vahşilikten arındırılmış bir şekilde, sakin gözlerle yoldan geçenleri izlediği bir dünyanın sakinleri olan bu kadın ve erkekler nasıl yaratıklardı?
Bu tamamen kontrol altına alınmış dünyada karşılarına çıkan ilk yerlilerin, yaptıkları deney yüzünden meydana gelen korkunç bir patlamayla can vermiş olması şaşırtıcıydı. Yine de bundan daha şaşırtıcı olan, ölen adam ve kadının kardeşleri olduğunu söyleyen iki Ütopyalının yaşanan trajedi karşısında hemen hemen hiç keder veya dehşet göstermemiş olmasıydı. Bay Barnstaple hiçbir duygusallık yaşanmadığını fark etti, hiç gözyaşı dökülmemişti. Açıkça belli oluyordu ki üzülmekten çok şaşırmış ve meraklanmışlardı.
Geride kalan Ütopyalı, kızın bedenini diğerinin yanına dikkatlice yatırmış ve enkaza geri dönmüştü. Bay Barnstaple, onun büyük bir dikkatle patlamadan geriye kalanları incelediğini gördü.
Şimdi başkaları da olay yerine geliyordu. Bu dünyada uçakları da vardı; bunlardan iki tanesi, sessizce ve birer kırlangıç gibi zarafetle yakınlardaki boş alana indiler. Başka bir adam küçük, iki tekerlekli, iki koltuklu bir araçla geldi; tekerlekleri bisiklette olduğu gibi arka arkayaydı. Dünyadaki herhangi bir arabadan çok daha hafif ve güzel olan bu araç, hareket etmezken bile gizemli bir şekilde iki tekerleğinin üzerinde durabiliyordu. Gürültülü bir kahkaha Bay Barnstaple’ın dikkatini çekti; anlaşılan yolun aşağısındaki bir grup Ütopyalı, limuzinin motorunda onları fazlasıyla eğlendirecek kadar saçma bir şey görmüşlerdi. Gelenlerin çoğu ölenler kadar çıplak ve düzgün yapılıydı; birkaçı samandan şapkalar takmıştı ve sadece bir tanesi -otuzlarını aşmış gibi görünen bir kadın- parlak kırmızı şeritleri olan beyaz bir elbise giyiyordu. Bu kadın, Bay Burleigh ile konuşuyordu.
Birkaç yarda uzakta olmalarına rağmen, onun sözleri kusursuz bir berraklıkla Bay Barnstaple’ın kafasının içinde belirdi.
“Şimdilik, buraya gelişinizle yaşanan patlama arasında nasıl bir bağlantı olduğunu bilmiyoruz, hatta arada bir bağlantı olup olmadığını da bilmiyoruz. Her iki olayı da ayrıntılı şekilde incelemek istiyoruz. Sizi ve yanınızda getirdiğiniz her şeyi buranın çok uzağında olmayan daha uygun bir yere götürmenin mantıklı olacağını düşünüyoruz. Sizi oraya götürecek araçları ayarlıyoruz. Orada muhtemelen yemek de yiyeceksiniz. Ne zaman yemek yemeye alışık olduğunuzu bilmiyorum.”
“Yemek…” dedi Bay Burleigh, bu fikre hemen ısınarak. “En kısa zamanda biraz yemek yemek hepimize iyi gelecektir. Aslında eğer kendi dünyamızdan sizin dünyanıza bu kadar ani bir şekilde geçmemiş olsaydık şu anda en iyisinden bir öğle yemeği yiyor olacaktık.”
Şaşkınlık ve yemek arasındaki ilişkiyi düşündü Bay Barnstaple. İnsan, doğası gereği yemek yemek zorundaydı, şaşkın olsun olmasın. Kendisinin de acıkmış olduğunu fark etti, solumakta oldukları hava hoş ve iştah açıcıydı.
Ütopyalılar yeni ve acayip bir fikirle şaşkına dönmüş gibiydiler: “Günde birkaç kez mi yiyorsunuz? Ne tür şeyler yiyorsunuz?”
“Oh! Vejetaryen değillerdir, değil mi?” diye araya girdi Bay Mush cırtlak sesiyle.
Hepsi de acıkmıştı. Bu, yüzlerinden okunabiliyordu.
“Hepimiz günde birkaç kez yeriz.” diye açıkladı Bay Burleigh. “Belki de size beslenme rejimimiz hakkında kısa bir özet vermem yerinde olur. Yatağa getirilen sade bir fincan çay ve mümkün olduğunca ince bir dilim tereyağlı ekmekle güne başlarız; bu bir kuraldır. Daha sonra kahvaltı gelir…”
Kendi “gastronomik günü”nün kusursuz bir özetini vererek devam etti, hiçbir ayrıntıyı atlamıyordu; yumurtalar dört buçuk dakika pişirilmeliydi, ne daha az ne daha fazla; öğle yemeğinde herhangi bir hafif şarap olmalıydı; çay saati gerçek bir yemekten ziyade sosyal bir etkinlikti; daha sonra akşam yemeği ve özel durumlarda gece atıştırması. Bu Avam Kamarası’nın bile hoşuna gidecek son derece hafif hatta neşeli ama bir yandan da içten ve samimi bir anlatımdı. Bay Burleigh anlattıkça Ütopyalı kadın, giderek artan bir ilgiyle onu dinliyordu. “Hepiniz bu şekilde mi yemek yiyorsunuz?” diye sordu.
Bay Burleigh, gözlerini üzerimizde gezdirdi. “İçimizden birinin adına cevap veremem. Bay… Bay…”
“Barnstaple… Evet, ben de buna benzer bir şekilde.”
Ütopyalı kadın, ona gülümsedi. Çok güzel kahverengi gözleri vardı ve Bay Barnstaple, gülümsemesinden hoşlansa da kendisine bu şekilde gülümsememesini temenni etti.
“Ve uyuyorsunuz?” diye sordu kadın.
“Altı ila on saat arası, duruma göre değişiyor.” dedi Bay Burleigh.
“Ve sevişiyorsunuz?”
Bu soru Dünyalıları şaşırtmaktan ziyade, şok etti. Tam olarak neyi kastetmişti? Birkaç dakika boyunca kimse bir cevap veremedi. Bay Barnstaple’ın aklından sayısız ihtimal geçiyordu.
Sonra, keskin zekâsı ve liderlere özgü politik tavrıyla Bay Burleigh öne çıktı. “Bir alışkanlık olarak değil, sizi temin ederim.” dedi. “Kesinlikle bir alışkanlık olarak değil.”
Kırmızı şeritli elbise içindeki kadın bir süre bu cevabı düşündü. Sonra hafifçe gülümsedi. “Sizi tüm bunlar hakkında konuşabileceğimiz bir yere götürmeliyiz.” dedi. “Belli ki tuhaf bir dünyadan gelmişsiniz. Bilgili insanlarımız sizinle bir araya gelip fikir alışverişinde bulunmalılar.”
4. BÖLÜM
Sabah, 10.30’da Bay Barnstaple, Slough’ya doğru yol alıyordu, şimdi ise -13.30’da- kendi dünyasını yarı yarıya unutmuş bir hâlde harikalar diyarına doğru süzülmekteydi. “Olağanüstü!” diye tekrarladı. “Olağanüstü! İyi bir tatil yapacağımı biliyordum ama bu… Bu…”
Işıl ışıl ve berrak bir rüyanın bahşettiği mükemmel bir mutlulukla kendinden geçmişti. Daha önce bilinmeyen topraklardaki bir kâşifin duyduğu hazzı hiç tatmamıştı, hatta bunu hayal bile etmemişti. Sadece birkaç hafta önce Liberal için yazdığı “Keşifler Çağının Sonu” adlı makalesi öylesine iç karartıcı ve moral bozucuydu ki Bay Peeve’i fazlasıyla memnun etmişti. Bu “başarı”sını içinde belli belirsiz bir pişmanlıkla hatırladı.
Dünyalılar dört küçük uçağa dağılmıştı. Bay Barnstaple, yol arkadaşı Peder Amerton ile beraber bindiği uçakta yavaşça yükselirlerken arkasına baktığında, araçlarının şaşırtıcı bir rahatlıkla kaldırılıp hafif kamyonlara yüklendiğini gördü. Kamyonlardan çıkan iki parlak metal kol, -bir bebeğin dadısı tarafından nazikçe kaldırılması gibi- arabaları nazikçe kaldırıyordu.
Bay Barnstaple’ın pilotu -dünyadaki uçuş standartlarına göre-tehlikeli derecede alçaktan uçuyordu. Ağaçların üzerinden değil de daha çok yanlarından geçtiği için -başta biraz korkutucu olsa da- onların etraflarını daha rahat bir şekilde inceleyebilmelerini sağlamıştı. Yolculuklarının ilk zamanlarında aşağılarındaki düzlüklerde daha çok, otlamakta olan bej renkli sığırları ve Bay Barnstaple’a tamamen yabancı, renkleri muhteşem, her tarafı kaplamış bahçe bitkilerini görebiliyorlardı. Bu bitki örtüsünün arasında patikalar uzanıyordu. Bazı yerlerde ise iki tarafında çiçek kümeleri ile meyve ağaçlarının gölgelediği daha geniş yollar vardı.
Bay Barnstaple sınırlı sayıda ev görmüştü, gözüne köy veya kasaba hiç çarpmamıştı. Evler büyüklükleri bakımından çeşit çeşitti; zarif yazlık evler veya tapınaklar olabileceğini düşündüğü ayrı duran küçük binalardan, çatıları ve kuleleri ile ona şatoları veya büyük çiftlikleri yahut mandıraları hatırlatan kümelere kadar. İnsanlar tarlada çalışıyor veya yürüyerek yahut kendi küçük araçlarıyla bir yerlere gidiyorlardı. Ama ne olursa olsun kesin bir şey vardı ki o da arazideki insan popülasyonunun çok az olduğuydu.
Bu sırada Dünyalılar, birdenbire ortaya çıkarak Windsor Kalesi’nin yerini alan karlı dağların ardına geçeceklerini anladılar.
Dağlara yaklaştıkça aşağılarındaki yeşillik, yerini altın sarısı mısır tarlalarına bıraktı ve bitki örtüsü değişmeye başladı. Bay Barnstaple, güneşli yamaçlarda üzüm bağları olduğunu fark etti, ayrıca çalışanların sayısı da artmış, yerleşim yerleri çoğalmıştı. Küçük bölükleri, dağların arasındaki bir geçide doğru geniş bir vadi boyunca uçtuğu için rahatlıkla etrafı inceleyebiliyordu. Önce kestane ağaçları ortaya çıktı ve sonra da çamlar. Dağ yamaçlarında çaprazlamasına yerleştirilmiş devasa türbinler ve endüstriyel amaçla kullanılıyor olabilecek alçak, çok pencereli binalar vardı. Ustalıkla kademelendirilmiş dik, aydınlık ve güzel bir viyadük, dağdaki geçide doğru yükseliyordu. Yüksek kesimlerde kesinlikle insan sayısı daha fazlaydı; ancak sayıları, dünyada benzer bir kırsal yerleşim alanında görülebilecek olandan yine de çok azdı.
Bir tarafında büyük bir buzulun karlı düzlüklerinin uzandığı sarp ve ıssız kayalıkların üzerinden on dakikalık bir uçuşun ardından konferans yerinin bulunduğu yüksek bir vadiye iniş yaptılar. Burası dağın içinde bir tür cep gibiydi; binalar öylesine cesurca ve ustalıkla inşa edilmişti ki dağın bir parçasıymış gibi görünüyorlardı. Bay Barnstaple, vadinin aşağılara uzanan kollarına kurulmuş muazzam bir barajla oluşturulmuş, büyük, yapay bir göle bakıyordu. Bu barajın kenarları boyunca aralıklarla yerleştirilmiş görkemli taş sütunlar, oturmuş insanları andırıyordu. Araç yere indiğinde baraj yüzünden daha ilerilerini göremediği önlerinde uzanan düzlük, Bay Barnstaple’a Po Vadisi’ni hatırlatıyordu.
Setlerin -özellikle de alçak olanların- üzerinde çiçek şeklinde evler vardı ve aralarında patikalar, basamaklar ve küçük havuzlar… Sanki burası büyük bir bahçeydi.
Uçaklar çimenlik bir alana kolayca iniş yaptılar. Yakınlardaki gölün kıyısında, suyun hemen yüzeyinde yükselen bir iskelede canlı renklerle boyanmış bir düzine tekne demir atmıştı…
Köylerin olmadığını Bay Barnstaple’a, Peder Amerton söylemişti. Şimdi de hiçbir yerde kilise görmediklerini ve etrafta hiç çan kulesi veya buna benzer bir yapı olmadığını belirtti. Bay Barnstaple, küçük binaların tapınak veya mabet olarak kullanılabileceğini düşündü. “Din, burada farklı bir karaktere sahip olabilir.” dedi.
“Ve bebeklerle küçük çocuklar ne kadar da az.” diye belirtti yine Peder Amerton. “Hiçbir yerde bir anne ve çocuğunu görmedim.”
“Dağın diğer yamacında bahçesi bir okulun oyun alanına benzeyen bir bina gördüm. Orada çocuklar vardı ve beyaz giysili birkaç yetişkin.”
“Onu gördüm ama benim düşündüğüm bebeklerdi. Burada gördüklerini İtalya’da görebileceklerinle kıyasla. En güzel, en cazibeli genç kadınlar…” diye ekledi saygın din adamı. “En cazibeli… Ama anneliğe dair yine de hiçbir işaret yok!”
Pilotları -bronz tenli, mavi gözlü ve sarışındı- araçtan inmeleri için onlara yardım etti. Sonra diğerlerinin de alana iniş yapmalarını izlediler. Bay Barnstaple, bu dünyanın renklerine ve uyumuna ne kadar da çabuk alıştığını fark ederek şaşırdı; şimdi etrafındaki en tuhaf şey, arkadaşlarının ve kendisinin kılıklarıydı. Bay Rupert Catskill’ın meşhur gri şapkası, Bay Mush’ın acayip gözlüğü, Bay Burleigh’nin kendine has ince yapısı ve şoförünün köşeli deri kıyafetleri ona Ütopyalıların zarif bedenlerinden çok daha şaşırtıcı geliyordu.
Pilotlarının eğleniyorlarmış gibi görünen ifadelerinden, Bay Barnstaple, arkadaşlarının tuhaflığını bir kez daha idrak etti ve ardından derin bir şüphe dalgası ile çarpıldı.
“Sanırım bu tümüyle gerçek!” dedi Peder Amerton’a.
“Tümüyle gerçek! Başka ne olabilir ki?”
“Sanırım tüm bunlar bir düş değil.”
“Sizin ve benim rüyalarımın aynı olması mümkün mü?”
“Evet ama bazı imkânsız şeyler var, kesinlikle imkânsız!”
“Örneğin?”
“Bu insanlar nasıl oluyor da bizimle İngilizce konuşabiliyorlar? Bugünkü İngilizce?”
“Bunu hiç düşünmemiştim. Bu oldukça inanılmaz. Birbirleriyle İngilizce konuşmuyorlar.”
Bay Barnstaple, gözleri şaşkınlıkla açılarak Peder Amerton’a döndü; çok daha inanılmaz bir gerçek ilk kez dikkatini çekiyordu, “Birbirleriyle hiçbir dilde konuşmuyorlar!” dedi. “Ve biz bunu şu ana kadar fark etmedik!”
DÖRDÜNCÜ KISIM
EINSTEIN’IN GÖLGESİ HİKÂYENİN ÜZERİNE DÜŞÜYOR AMA NAZİKÇE YOK OLUYOR
1. BÖLÜM
Bu kafa karıştırıcı gerçeğin -Ütopyalıların, İngilizceye tamamıyla hâkim oldukları gerçeğinin- haricinde, Bay Barnstaple, bu yeni dünyanın bugüne kadar rüyasında bile görmediği bir uyum içinde olduğunu düşünmeye başlamıştı. Öylesine bir uyumluluk ve düzen içindeydi ki gözünde tuhaflığı giderek azalıyor ve buranın yabancı ama uygarlık seviyesi son derece yüksek bir ülke olduğuna dair hissi giderek güçleniyordu.
Kahverengi gözlü, kırmızı şeritli beyaz elbise içindeki kadının idaresinde Dünyalılar, Konferans Merkezi’nin yakınındaki konaklama yerlerine mümkün olabilecek en büyük misafirperverlikle yerleştirildiler. Beş altı genç erkek ve kız, onlara, Ütopyalıların ev hayatının ayrıntıları konusunda bilgi vermek üzere görevlendirilmişti. Yerleştikleri binalarda, makul ölçülerde birer soyunma odası vardı; açık bir sundurmaya, çarşafları en kaliteli ketenden, örtüleri yumuşacık yataklar konulmuştu. Bayan Stella’ya göre bu sundurmalar fazla açıktı ama sonuçta kendisinin de söylediği gibi “insan kendini burada çok güvende hissediyor”du. Eşyaları geldiğinde her birinin valizleri -tıpkı dünyadaki bir konakta olacağı gibi- odalarına dağıtıldı.
Ancak yemekten önce valizlerini açan Bayan Stella, biraz fazla dost canlısı olan iki genç Ütopyalıyı odasından çıkarmak zorunda kaldı.
Kısa bir süre sonra, Bayan Stella’nın odasından yükselen çılgın bir kahkaha ve kadının sevimli ama isterik cebelleşmesinin neden olduğu bir heyecan yaşandı. Genç bir kız, giysilerine özel bir ilgi göstermişti; içlerinde son derece cezbedici ve şeffaf bir geceliğe rastlamıştı. Nedense bu zarif gecelik, Ütopyalıyı çok eğlendirmişti. Bayan Stella, kız, üzerine bu geceliği geçirip dans ederek dışarı çıkmadan önce giysiyi elinden almayı zorlukla başarabilmişti.
“O zaman siz giyin!” diye ısrar etti kız.
“Ama beni anlamıyorsun!” diye karşı çıktı Bayan Stella. “Bu neredeyse kutsal. Hiç kimsenin görmemesi için… Asla!”
“Peki ama neden?” diye sordu Ütopyalı, son derece şaşırmıştı.
Bayan Stella bir cevap veremedi.
Daha sonra onlara sunulan hafif yemek, dünya standartlarına göre, son derece tatmin ediciydi. Bay Freddy Mush’ın endişeleri tamamen giderilmişti; masada soğuk tavuk, jambon ve tabak içinde çok lezzetli bir et vardı. Ayrıca biraz sert ama fazlasıyla lezzetli ekmek, taze tereyağı, nefis bir salata, meyveler, gravyer peyniri ve Bay Burleigh’den “Moselle bile bundan iyisini yapamamıştır.” şeklinde övgüler alan hafif bir beyaz şarap vardı.
“Yemeklerimiz sizinkilere çok benziyor mu?” diye sordu kırmızı şeritli elbiseli kadın.
“Olağanüstü bir kalite!” dedi Bay Mush, ağzı dolu bir şekilde.
“Son üç bin yılda yemekler çok az değişiklik gösterdi. İnsanlar Karmaşa Çağı’ndan çok önce en kaliteli yemekleri bulmuşlardı.”
“Gerçek olmak için çok gerçek!” diye tekrarlıyordu Bay Barnstaple. “Gerçek olmak için çok gerçek!”
Arkadaşlarına baktı; hepsi de yemeklerini memnun bir şekilde, ilgiyle ve minnettarlıkla yiyorlardı.
Eğer Ütopyalıların İngilizcesinin berraklığı bir çekiç gibi kafasının içini dövmese Bay Barnstaple, tüm bunların gerçek olup olmadığını sorgulamayacaktı.
Örtüsüz, taştan masanın başında hiçbir uşak beklemiyordu; beyaz elbiseli kadın ve iki pilot, yanlarında oturuyordu; konuklar ihtiyaçlarını gidermede birbirlerine yardımcı oluyordu. Bay Burleigh’nin şoförü çekingen bir tavırla farklı bir masaya geçmek üzereydi ki deneyimli politikacı onu rahatlattı: “Buraya otur Penk, Bay Mush’ın yanına.” Dostça ama keskin gözlerle onları inceleyen başka Ütopyalılar da yemeğin hazırlandığı, büyük sütunlu, yuvarlak verandaya geldiler; bazıları gülümseyerek ayakta dikildiler, bazıları oturdular. Kimse kimseyle tanıştırılmadı; sadece birkaç sosyal formalite…
“Tüm bunlar çok güven verici.” dedi Bay Burleigh. “Son derece güven verici. Ah, söylemek zorundayım ki bunlar, Chatsworth şeftalilerinden çok daha iyi. O krema mı sevgili Rupert, şu önündeki kahverengi kavanozda duran? Doğru tahmin etmişim. Eğer sakıncası yoksa Rupert? Teşekkür ederim.”
2. BÖLÜM
Ütopyalıların bazıları Dünyalılara kendilerini isimleriyle tanıttılar. Bay Barnstaple, ses tonlarının birbirine çok benzediğini düşünüyordu; kullandıkları kelimeler sanki bir kâğıda basılmış gibi kesin ve belirgindi. Kahverengi gözlü kadının adı Lychnis idi. Bay Barnstaple’ın, kırklarında olabileceğini düşündüğü sakallı bir adamın adı ya Urthred ya Adam ya da Edom’du; adını söylerkenki keskin tonlama yüzünden tam olarak anlaşılmıyordu. Sanki büyük harfli basım duraksamıştı. Urthred, bir etnolog ve tarihçi olduğunu ve bizim dünyamız hakkındaki her şeyi öğrenmek istediğini söylemişti. Bizim dünyamızda sıradan bir eğitimden geçmiş birinden bekleneceği gibi, çekingen değildi; bir finansçıyı veya büyük bir gazetenin sahibini andıran kendinden emin tavrıyla Bay Barnstaple’ı etkilemişti. Ev sahiplerinden, neredeyse hükmedici bir tavra sahip Serpentine de yine bir bilim adamıydı; Bay Barnstaple bu duruma çok şaşırmıştı. Kendini tam olarak anlayamadığı bir şekilde tanıtmıştı. Sözleri ilk seferinde kulağa “atom teknisyeni” gibi gelmişti, sonra oldukça tuhaf bir şekilde “moleküler kimyacı” olarak duyuldu. Bay Barnstaple, daha sonra Bay Burleigh’nin, Bay Mush’a, “Fizyo-kimyager, dedi, öyle değil mi?” diye sorduğunu işitti.
“Bence sadece bir materyalist olduğunu söyledi.” diye cevap verdi Bay Mush.
“Ben de eşyaların ağırlıklarını ölçtüğünü sandım.” dedi Bayan Stella.
“Tonlamaları çok değişik.” dedi Bay Burleigh. “Bazen rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşuyorlar ve sonra birden sesler arasında boşluklar oluşuyor.”
Yemek bittiğinde herkes yeni bir binaya geçti, bu küçük bina mimari yapısından anlaşıldığı kadarıyla dersler ve tartışmalar için inşa edilmişti. Ortasında yarım daire şeklinde bir platform vardı ve bu platformun üzerinde de ders veren kişi için kara tahta görevini yerine getirdiği anlaşılan beyaz tabletler. Tabletlerin iki yanında duran münasip bir yükseklikteki mermer çıkıntılara renkli kalemler ve yazılanları silmek için de bezler konulmuştu. Ders veren kişi bu yarım daire şeklindeki platformun üzerinde dolaşabilirdi. Lychnis, Urthred, Serpentine ve Dünyalılar bu platformun önündeki, yine yarım daire biçimindeki sıraya oturdular; önlerindeki koltuklarda seksen veya yüz kişilik yer vardı. Koltukların hepsi de doluydu ve arkalarında görkemli Ütopyalılardan oluşan birkaç küçük grup ayakta duruyordu. Bay Barnstaple’ın gözüne onların da arkasındaki gölün ışıltılı sularına kadar uzanan çimenlik bir alan ilişti.
Dünyalarına sıra dışı girişleri hakkında konuşacaklardı. Bundan daha makul bir şey olabilir miydi? Başka bir seçenek önermekten daha imkânsız bir şey bulunabilir miydi?
“Hiç kırlangıç olmaması çok tuhaf!” diye fısıldadı aniden Bay Mush, Bay Barnstaple’ın kulağına. “Neden etrafta hiç kırlangıç olmadığını merak ediyorum.”
Bay Barnstaple’ın dikkati boş gökyüzüne kaydı. “Belki de tatarcık veya sinekler olmadığı içindir.” diye cevap verdi. Daha önce kırlangıçlara dikkat etmemiş olması garipti.
“Şşşşş!” diye uyardı Bayan Stella. “Başlıyorlar.”
3. BÖLÜM
Bu inanılmaz konferans böylece başladı. Açılışı Serpentine adındaki adam yaptı. Seyircilerin önünde ayakta durarak bir konuşma yapıyor gibi görünüyordu. Dudakları kımıldanıyor, elleri söylediklerini güçlendirmek için hareket ediyordu; yüzündeki ifade sözlerini kuvvetlendiriyordu. Buna rağmen Bay Barnstaple -açıklayamadığı bir nedenden ötürü- onun gerçekten konuştuğundan şüphe ediyordu. Çok garip bir konferanstı. Bazen adamın sözleri kafasının içinde alışılmadık bir şekilde yankılanıyordu, kelimeler belirsiz ve anlaşılmazdı, tıpkı bulanık camın ardından görülen nesneler gibi. Bazen de Serpentine, dudaklarını kımıldatmaya devam etse ve düzgün ellerini hareket ettirse bile mutlak sessizliğin doldurduğu boşluklar oluşuyordu; sanki Bay Barnstaple, kısa aralıklarla sağır biri hâline geliyordu. Yine de bir konuşmaydı, bir bütünlüğü vardı ve Bay Barnstaple’ın tüm dikkatini çekmeyi başarmıştı.
Serpentine, çok karmaşık bir soruyu olabildiğince basit bir şekilde anlatmaya çalışan biri gibi zorlanmaktaydı. Her savının ardından duraksayarak konuşuyordu. “Uzun zamandır…” diye başladı, “mümkün boyutların sayısının, numaralandırılabilecek diğer her şeyin mümkün olan sayısı gibi sınırsız olduğu biliniyor.”
Evet, Bay Barnstaple anlamıştı; ancak bunun Bay Mush için çok karmaşık olduğu ortaya çıktı.
“Ah! Yüce Tanrı’m!” diye söylendi. “Boyutlar!” Bu sırada gözlüğünü düşürdü ve konuşmaya olan ilgisini kaybetti.
“En temel yaklaşımlardan dolayı, bizim de içinde bulunduğumuz ve bir parçasını oluşturduğumuz evrenin kendisinin veya bu olaylar sisteminin kendisinin, üç boyutlu bir uzayda oluştuğu kabul edilebilir ve bu sistem dördüncü bir boyutun, yani zamanın aracılığıyla bir çevrimin etkisi altındadır; bu çevrim sürekliliktir. Böylesi bir olaylar sisteminin mutlaka bir çekime maruz kalması beklenir.”
“Şeyy!” dedi Bay Burleigh yüksek sesle. “Özür dilerim! Ama bunu anlamıyorum!”
Demek, her ne pahasına olursa olsun, o da dinliyordu.
“Var olan her evrenin mutlaka çekim kanunlarına uyması gerekir!” diye tekrarladı Serpentine, zaten ortada olan bir gerçeği açıklamak zorunda kalan birinin tavrıyla.
“Tanrı aşkına bunu anlayamıyorum!” dedi Bay Burleigh, kısa bir duraksamanın ardından.
Serpentine, bir süre bunu düşündü. “Bu böyle!” dedi ve konuşmasını sürdürdü: “Zihinlerimiz, nesnelerin varlığını bu düşünce altında algılar çünkü bu yönde gelişmiştir, bunu gerçek olarak kabul eder. Ancak aralıksız analizler sonucu içinde bulunduğumuz evrenin düz bir çizgiden ibaret olmadığını, aynı uzayın içinde var olan ve varlığından uzun süredir şüphelenilmeyen başka boyutlar oluşturacak şekilde hafifçe eğrilmiş ve çarpılmış olduğunu öğrenebildik. Bilinen üç boyutunun haricinde başka boyutlara da açılıyordu, tıpkı gerçekte iki boyutluymuş gibi görünen ancak sadece kalınlığı değil, kırışıklık ve buruşuklukları ile üçüncü bir boyuta da sahip olan bir kâğıt gibi.”
“Sağır mı oldum?” diye fısıldadı Bayan Stella. “Hiçbir şey duyamıyorum?”
“Ben de.” dedi Peder Amerton.
Bay Burleigh, gözlerini Serpentine’in yüzünden ayırmadan eliyle bu ikisini sakinleştirecek bir hareket yaptı. Bay Barnstaple, kaşlarını çattı, dizlerini birleştirdi ve parmaklarını birbirine kenetleyerek çaresizce katlanmaya çalıştı.
Duyuyor olmalıydı, evet, elbette duyuyordu!
Serpentine açıklamasını sürdürdü: “Tıpkı üç boyutlu bir evrenin içinde, herhangi sayıdaki iki boyutlu evrenlerin yan yana bulunmasının mümkün olması gibi; yetersiz zihinlerimizin, hakkında yavaş ve zahmetli bir şekilde daha fazla bilgi edinmeye çalıştığı çok boyutlu uzayda da sınırsız sayıdaki üç boyutlu uzaylar yan yana var olabilir ve zaman içinde kabaca paralel kabul edilebilecek ortak bir harekete maruz kalabilirler. Lonestone ve Cephalus’un teorik çalışmaları gerçekte buna benzer, birbirine paralel ve tıpkı bir kitabın sayfaları gibi birbirini andıran, sayısız uzay-zaman evreninin var olduğuna dair sağlam temeller oluşturmuştur. Hepsinin de sürekliliği olacaktır ve hepsi de çekim yasalarına uyacaklardır.”
Bay Burleigh, hâlâ anlamadığını belli etmek için kafasını salladı.
“Ve birbirine en yakın olanlar elbette birbirine en çok benzeyenler olacaktır. Öyle yakın ki şimdi karşılarında bir öğrenme fırsatı var. Büyük dâhiler, Arden ve Greenlake’in, atomun (bu kısım duyulmuyor) itme kuvvetini kullanmaktaki cesur denemeleri sonucunda, Ütopya’daki bir maddeyi, bu boyuttaki yani bir süredir belki de bir kol boyu uzağımızda olduğu bilinen F boyutundaki evrene doğru, tıpkı bir kapının menteşeleri üzerinde sallanması gibi ötelemeyi amaçlayan deneyleri açıkça görülüyor ki başarılı olmuştur. Kapı tekrar geriye doğru salındığında beraberinde bir temiz hava akımı, tozlu bir fırtına ve Ütopya’yı büyük bir şaşkınlığa sürükleyen, bilinmeyen bir dünyadan üç grup ziyaretçi getirmiştir.”
“Üç mü?” diye fısıldadı Bay Barnstaple şüpheyle. “Üç mü dedi?”
Serpentine, onu duymazlıktan geldi.
“Kardeşlerimiz beklenmedik bir gücün salıverilmesi sonucunda hayatlarını kaybettiler ancak deneyleri artık hiçbir zaman kapanmaması gereken bir yolu açtı, Ütopya’nın tekdüze sınırlarının ötesinde, bugüne kadar hayal bile edilmemiş dünyalara doğru. Bize dokunan bir el kadar yakın, Lonestone’un yıllar önce tahmin ettiği gibi; onun deyimiyle, bize kalbimizdeki kandan daha yakın.”
“Bize bir nefesten ve ellerimizle ayaklarımızdan daha yakın.” diye hatalı bir şekilde tekrarladı Peder Amerton aniden kendine gelerek, “Peki ama neden bahsediyor? Bir türlü anlayamıyorum.”
“Yeni bir gezegen keşfediyoruz, sakinlerinin ölçülerine bakacak olursak neredeyse bizim gezegenimizle aynı ebatta; tıpkı bizim göğümüzdeki güneş gibi bir yıldızın etrafında dolanan, hayat dolu ve tıpkı bizim gezegenimizde olduğu gibi yavaş yavaş ehlileştirilen bir dünyaları var. Bunu yapan gelişmiş zekâ belli ki bizim evrimimize hemen hemen paralel koşullar altında gelişimini sürdürüyor. Bu kardeş gezegen sakinlerinin görünüşlerini ele alacak olursak bizden biraz daha az gelişmiş gibi görünüyorlar. Ziyaretçilerimiz Son Karmaşa Çağı sırasında atalarımızın giydiklerine benzer kıyafetler giyiniyor ve onları andıran fiziksel özellikler sergiliyorlar.
Tarihlerinin bizimkine birebir paralel olduğunu varsayamayız elbette. Hiçbir şey aynı değildir; birbirinden ayrı iki farklı parçacık hiçbir zaman eş değildir. Varlıkların boyutlarında, Tanrı’nın evrenlerinde, hiçbir zaman mutlak tekrarlama olmamıştır ve olmayacaktır da. Şu anda farkına vardığımız tamamen imkânsız bir gerçeklik. Buna rağmen açıkça bizim dünyamıza çok yakın ve benzer…
Sizden bir şeyler öğrenmek adına hâlâ bilinmeyen pek çok yönü olan tarihimizi kontrol edip, deneyimlerinizden yararlanıp size bildiklerimizi sunmak ve aradaki ilişkide neye ihtiyaç olduğunu ve neyin mümkün olduğunu bularak sizin ve bizim dünyamıza yardım etmek için hazırız Dünyalılar. Burada biz, öğrenmenin henüz başındayız, hâlâ öğrenmemiz gereken şeylerin çokluğu karşısında şu anda bildiklerimiz çok az. Milyonlarca benzer konu üzerinden belki de birbirimize yardım edebiliriz.
Sizin dünyanızda var olan ancak bizim dünyamızda gelişimini gerçekleştirememiş veya zamanla yok olmuş soy çizgilerine rastlanabilir. Bir dünyada var olup diğerinde çok nadir görülen veya yok olmuş elementler ve minerallerin varlığı da mümkün… Atomlarınızın yapısı… Dünyalarımız birleşebilir… Ortak bir canlanma için.”
Tam da Bay Barnstaple’ın en çok duymak istediği ve en hevesli şekilde dinlediği kısımda işitilmeyen bir sesle devam etti. Sağır bir adam, onun hareketlerine bakıp onun konuşmasını sürdürdüğünü söyleyebilirdi.
Bay Barnstaple, Bay Rupert Catskill’ın en az kendisininkiler kadar sıkıntılı ve şaşkın bakışlarını yakaladı. Peder Amerton, yüzünü ellerine gömmüştü. Bayan Stella ve Bay Mush, aralarında fısıldaşıyorlardı; dinliyormuş gibi yapmaktan vazgeçmişlerdi.
“Böylece…” Serpentine’in sesi aniden tekrar duyulur oldu, “dünyamızda ortaya çıkmanızın doğuracağı ihtimallerin ve sonuçların kısaca bir tahminini yapmış olduk. Fikirlerimizi mümkün olduğunca açık bir şekilde size anlatmaya çalıştım. Şimdi de sizden birinin, dünyalarımız arasındaki bağın ne olabileceğine dair fikirlerini sunmasını öneriyorum.”
BEŞİNCİ KISIM
ÜTOPYA YÖNETİMİ VE TARİHİ
1. BÖLÜM
Önce bir sessizlik oldu. Dünyalıların bakışları birbirlerinin üzerinde gezindikten sonra Bay Cecil Burleigh’de birleşti. Politikacı bu beklentilerinden habersizmiş gibi davranıyordu. “Rupert!” dedi. “Sen yapmaz mısın?”
“Ben yorumlarımı kendime saklıyorum.” dedi Bay Catskill.
“Peder Amerton, siz farklı dünyalar üzerine konuşmaya alışkınsınız?”
“Siz varken bu bana düşmez, Bay Cecil. Hayır.”
“Peki ama ben onlara ne söylemeliyim?”
“Ne düşünüyorsanız onu.” dedi Bay Barnstaple.
“Çok doğru!” dedi Bay Catskill. “Bu konu hakkında ne düşünüyorsanız onlara bunu söyleyin.”
Başka hiç kimse bu görev için uygun değildi. Bay Burleigh yavaşça ayağa kalkarak düşünceli bir şekilde yarım daire şeklindeki platformun ortasına doğru yürüdü. Ceketinin yakalarını tutarak bir süre başı önüne eğik bir şekilde, biraz sonra söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyormuş gibi bekledi. “Bay Serpentine!” dedi sonunda. Güçlü ve içten bir ses tonuyla konuşuyordu, başını gölün üzerinde uzanan mavi göğe doğru kaldırmıştı, “Bayanlar ve baylar!”
Bir konuşma yapmak üzereydi! Tıpkı Primrose Ligi’nde bir bahçe partisindeymiş gibi veya Cenevre’de! Bu akılalmaz bir şeydi ama başka ne yapılabilirdi ki?
“İtiraf etmeliyim ki kalabalıklar karşısında konuşmaya alışkın olmama rağmen şu durumda kendimi oldukça yetersiz hissediyorum. Sizin hayranlık uyandırıcı konuşmanız; sade, doğrudan, canlı, yoğun ve zaman zaman etkileyici pasajlara dönüşen konuşmanız benim için memnuniyetle izlediğim bir örnek oluşturdu. Ayrıca karşısında kaçınılmaz olarak cesaretimi yitiriyorum. Mümkün olduğu kadar basit ve açık olarak, önceden hiçbir şekilde tasavvur etmediğimiz bir şekilde ait olduğumuz dünya hakkındaki genel gerçekleri anlatmamı istiyorsunuz. Benim bu karmaşık olayları anlamaktaki ve tartışmaktaki zayıf bilgimin elverdiği ölçüde düşünecek olursam durumun matematiksel boyutuna dair olağanüstü açıklamalarınızı düzeltecek veya bunlara ekleyecek bir şey bulamıyorum. Bize anlattıklarınız dünya standartlarındaki en ileri ve akılcı bilimin özünü içeriyor ve bizim şimdiki düşüncelerimizin çok ötesine geçiyor. Belli durumlarda, örneğin zaman ve çekim arasındaki ilişki söz konusu olduğunda itiraf etmek zorundayım ki size katılmıyorum ancak bu bir fikir ayrılığından çok kavrama güçlüğünden kaynaklanıyor. Olaya daha geniş çerçevede baktığımızda anlaşamamamız için hiçbir neden göremiyorum. Temel önermelerinizi şüphesiz kabul ediyoruz; yani sizinkine paralel bir evrende, burada görebileceğimiz tüm karşıtlıklara rağmen sizinkine kardeş bir gezegende yaşadığımızı doğruluyoruz. Kabul etmeye hazır olduğumuz bir başka gerçek de sizinkinden daha genç, dolayısıyla biraz daha az gelişmiş bir dünyada yaşıyor olduğumuz; sizin deneyimlerinizden belki birkaç yüz veya birkaç bin yıl gerideyiz. Bunu dikkate aldığımızda, size karşı tavırlarımızda biraz tevazu göstermemiz kaçınılmaz. Sizin astlarınız olarak bize düşen bilgi vermek değil öğrenmek. ‘Ne yaptınız?’ diye sormalıyız. Öğrenmemiz gereken daha çok şey varken görgüsüzce bir kendini beğenmişlik sergilemek yerine, ‘Şu anda olduğunuz konuma gelmek için ne yaptınız?’ diye sormalıyız…”
“Hayır!” dedi Bay Barnstaple, kendi kendine ama yarı duyulur bir sesle. “Bu bir rüya… Eğer başka biri olsaydı…”
Gözlerini ovuşturup tekrar açtı, işte yine buradaydı; Bay Mush’ın yanında ve Ütopyalı ilahların arasında sessizce oturuyordu ve Bay Burleigh, gerçek bir şüpheci olan, hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şey karşısında şaşırmayan Bay Burleigh, binlerce konuşma yapmış bir adamın öz güveni ile parmak uçlarında yükselerek konuşmasını sürdürüyordu. Londra’da, Guildhall’da bile kendinden ve dinleyicilerinden daha emin olamazdı. Üstelik buradaki dinleyicileri de onu anlıyordu! Bu çok saçmaydı!
Bu büyük saçmalığa boyun eğmekten, oturup dinlemekten başka çaresi yoktu. Düşünceleri, Bay Burleigh’nin konuşmasından bazen tamamen kopuyordu. Ardından tekrar kendini toparlıyor ve çaresizce konuşmaya odaklanmaya çalışıyordu. Bay Burleigh, tecrübeli bir konuşmacının tavırlarıyla, ara sıra duraklayarak, elleri gözlüklerinde veya ceketinin yakalarında, mümkün olduğunca açık ve makul olmaya çalışarak Ütopya’ya dünyamız hakkında bilgi veriyordu; onlara devletleri ve imparatorlukları, savaşları ve Büyük Savaş’ı, ekonomik düzeni ve düzensizlikleri, devrimleri ve Bolşevizmi, Rusya’da başlamakta olan korkunç kıtlığı, dürüst devlet adamları bulmanın ne kadar zor olduğunu, gazetelerin bu konuda hiç yardımcı olmadığını, kısaca insan hayatının tüm karanlık ve kasvetli yanlarını anlatıyordu. Serpentine, “Son Karmaşa Çağı” terimini kullanmıştı ve Bay Burleigh de bu terimden bol bol yararlanıyordu…
Çok etkileyici bir doğaçlamaydı. Neredeyse bir saat sürmüştü ve Ütopyalılar sonuna kadar ilgili ve meraklı bakışlarla, ara sıra başlarını sallayıp anladıklarını belirterek dinlemeyi sürdürmüşlerdi. “Çok benziyor…” diye bir ses çınlıyordu Bay Barnstaple’ın kafasının içinde. “Burada da… Karmaşa Çağı’nda…”
Sonunda Bay Burleigh sakin bir ihtiyatkârlıkla konuşmasını tamamladı. Ardından türlü türlü övgüler aldı.
Eğilerek selam verdi. Bitirmişti. Bay Mush, başka kimsenin katılmadığı coşkulu bir alkışla herkesi şaşırttı.
Bay Barnstaple’ın zihnindeki baskı artık dayanılmaz bir hâl almıştı. Birden ayağa fırladı.
2. BÖLÜM
Tecrübesiz bir konuşmacıdan bekleneceği gibi ellerini ve kollarını sallayarak konuştu, “Bayanlar, baylar!” dedi, “Ütopyalılar, Bay Burleigh! Sizden bir dakikanızı rica ediyorum. Küçük bir mesele var. Acil!”
Kısa bir an için söyleyecek bir şey bulamadı.
Sonra Urthred’in gözlerindeki ilgiyi gördü ve devam etmek için cesaret buldu.
“Anlamadığım bir şey var. İnanılmaz bir şey… Demek istediğim, uyumsuz bir şey. Küçük bir çatlak. Her şeyi fantastik bir gösteriye dönüştürüyor.”
Urthred’in anlayışlı bakışı, fazlasıyla cesaretlendiriciydi. Bay Barnstaple, herkese hitap etmekten vazgeçerek, doğrudan onunla konuşarak devam etti.
“Ütopya’da yaşıyorsunuz, bizden binlerce yıl ileride. Peki ama nasıl oluyor da günümüz İngilizcesini konuşabiliyorsunuz? Bizim kullandığımız dilin tamamen aynısını? Size soruyorum, bu nasıl mümkün olabilir? Bu inanılmaz. Her şeyi parçalıyor. Sizi bir hayale dönüştürüyor ama buna rağmen bir hayal değilsiniz. Kendimi, neredeyse çıldırmış gibi hissediyorum.”
Urthred gülümsedi. “İngilizce konuşmuyoruz.”
Bay Barnstaple, yerin ayaklarının altından çekildiğini hissetti. “Ama İngilizce konuştuğunuzu duyuyorum.” dedi.
“Yine de İngilizce konuşmuyoruz.” diye cevap verdi Urthred. Gülümsemesi genişledi. “Hiçbir dili, sıradan nedenler için konuşmuyoruz.”
Aklı her zamanki fonksiyonlarını yerine getirmekte zorlanan Bay Barnstaple, olduğu yerde kalarak saygıyla dinlemeyi sürdürdü.
“Yıllar önce…” diye devam etti, Urthred, “şüphesiz, dilleri kullanıyorduk. Sesler çıkarıyor ve sesleri duyuyorduk. İnsanlar düşünüyor, ardından kullanacakları kelimeleri düzenleyip seçerek dile getiriyordu. Duyan kişi bu kelimeleri algılıyor, anlıyor ve kendi kafasının içinde fikirlere çeviriyordu. Sonra, bizim de henüz tam olarak anlayamadığımız bir şekilde, insanlar, daha kelimelerle giydirilmeden ve seslerle dile getirilmeden fikirleri algılamaya başladı. Konuşmacı kendi aklında söyleyeceklerini düzenler düzenlemez henüz kendi aklında bile seslerle ifade etmeden önce kafalarının içinde duymaya başladılar. Daha karşılarındaki söylemeden ne söyleyeceğini biliyorlardı. Bu doğrudan iletişim günümüzde yaygınlaştı; bir dereceye kadar, insanların birbirlerini bu yolla anlayabildikleri ortaya çıktı ve bu yeni iletişim yöntemi sistematik olarak geliştirildi.
Bugün bizim dünyamızda uyguladığımız yöntem bu. Birbirimize doğrudan düşünerek hitap ediyoruz. Fikirlerimizi iletmeyi istediğimiz için fikirler iletiliyor, aradaki mesafe çok olmadığı sürece. Artık sesleri sadece şiir veya eğlence için kullanıyoruz veya yoğun duygu yüklü anlarda, uzak mesafeye bağırmak ve elbette hayvanlara seslenmek için, birbirimizle fikirlerimizi paylaşmak için değil. Size hitaben düşündüğümde fikirler, kendilerine karşılık gelen kavramlar ve uygun kelimeler bulabildikleri sürece doğrudan aklınızda beliriyorlar. Benim düşüncelerim sizin aklınızın içinde kendini duyduğunuzu sandığınız kelimelere dönüştürüyor ve doğal olarak bu kelimeler kendi dilinizdeki kelimeler olarak açığa çıkıyor. Muhtemelen arkadaşlarınız söylediklerimi, her biri kendine kelime dağarcıklarına dayanarak bazı farklılıklarla duyuyorlar.”
Bay Barnstaple, tüm bunları anladığını belirtir şekilde kafasını sallayarak ve zaman zaman araya girme ihtiyacı hissederek dinliyordu. Bu noktada dayanamayarak atıldı: “O hâlde bu yüzden, ara sıra, örneğin Bay Serpentine, olağanüstü konuşmasını yaparken, bizim en ufak bir şekilde haberdar olmadığımız fikirlerden bahsedildiğinde hiçbir şey duymuyoruz.”
“Böyle boşluklar var mı?” diye sordu Urthred.
“Pek çok, korkarım hepimizde.” dedi Bay Burleigh.
“Sanki belli başlı bölümlerde sağır olmak gibi bir şey.” dedi, Bayan Stella, “Pek çok bölümde!”
Peder Amerton, başıyla onayladı.
“Ve bu yüzden adınız Urthred mi yoksa Adam mı emin olamıyoruz ve ayrıca bu yüzden Arden, Greentrees ve Forest konusunda da kafam karmakarışık.”
“Umarım şimdi biraz rahatlamışsınızdır?” diye sordu Urthred.
“Ah, oldukça!” diye cevap verdi Bay Barnstaple. “Oldukça. Üstelik detaylı düşünülecek olursa böyle bir iletişim yönteminizin olması hayli elverişli. Aksi takdirde, dillerimizin temel prensipleri, mantığı, belirgin özellikleri ve diğer sıkıcı şeylerle dolu, haftalar süren bir süreci atlatıp şu andaki gibi rahatlıkla iletişim kurabileceğimiz bir seviyeye nasıl ulaşabileceğimizi düşünemiyorum bile.”
“Çok önemli bir nokta, gerçekten de!” dedi, Bay Burleigh, dostça bir tavırla Bay Barnstaple’a dönerek. “Gerçekten çok önemli bir nokta. Eğer siz bunu belirtmeseydiniz bunu asla fark etmeyecektim. Oldukça sıra dışı, kesinlikle hiç dikkatimi çekmedi bu ayrıntı. İtiraf etmeliyim, kendi düşüncelerime dalmıştım. Onların İngilizce konuştuğunu düşünüyordum. Bunu öylece kabul ettim.”
3. BÖLÜM
Bu muhteşem deneyim artık öylesine şüpheden arınmış görünüyordu ki Bay Barnstaple için mutlak güvenilirliğinden başka merak edilecek hiçbir yanı kalmamıştı. Bu güzel küçük binada, dışarıdaki muhteşem çiçeklere, uzakta ışıldayan gölün güzelliğine ve etrafındaki hafta sonu kıyafetleri içindeki İngilizlerle artık onu şaşırtmayan, neredeyse Olimposlular kadar çıplak Ütopyalılara bakarak oturuyor, ilk konuşmaların ardından gelişen gayriresmî sohbeti dinliyor, ara sıra kendi de bu sohbete katılıyordu. Bu iki dünya arasındaki temel ahlaki ve sosyal farklılıkları ortaya koyan bir sohbetti; ancak artık her şey kesin bir gerçeklik kazandığından doğal olarak eve gittiğinde bu yaşadıklarını Liberal’de yazacağını ve bugüne kadar bilinmeyen bu dünyadaki davranışları ve kıyafetleri, -şartların elverdiği ölçüde- karısına anlatacağını düşünüyordu. Uzaklık konusunda hiçbir şüphesi yoktu. Sydenham hemen şuracıkta olabilirdi.
İki genç kız, binanın dışında çay hazırlamış, herkese ikram ediyordu. Çay! Çin çayı olarak adlandırılabilecek bir çaydı, son derece lezzetliydi ve kulpsuz fincanlarda servis ediliyordu, Çin usulüydü ama gerçekti ve oldukça da tazeleyiciydi.
Dünyalıların merakları devlet sistemine yönelmişti. Bay Burleigh ve Bay Catskill gibi iki siyasetçinin bulunduğu bir ortamda bu kaçınılmazdı elbette.
“Nasıl bir yönetim biçimine sahipsiniz?” diye sordu Bay Burleigh. “Monarşi mi yoksa otokrasi mi? Veya demokrasi? Yasama ve yürütme organlarını ayırıyor musunuz? Ve tüm gezegeniniz için tek bir merkezî yönetim mi var, yoksa ayrı ayrı farklı devletler mi?”
Bay Burleigh ve diğerleri için kabul etmesi biraz zor olsa da Ütopya’da hiçbir merkezî yönetim yoktu.
“Ama mutlaka…” dedi Bay Burleigh, “bir yerde, ortak çıkarların korunması gereken durumlarda karar alacak, biri veya bir şey, belki bir konsey, büro veya herhangi başka bir organ, nihai bir merci olmalı. Bana göre, mutlaka olmalı…”
“Hayır!” dedi Ütopyalılar; onların dünyasında böyle bir otorite yoktu. Geçmişte vardı ve toplumun geneli üzerinde hâkimdi; ancak bu, uzun zaman önceydi. Belli bir konu hakkındaki kararlar, o konu üzerinde en çok bilgi sahibi kişilerce veriliyordu.
“Peki ama genel olarak üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu varsayalım… Toplumun sağlığını etkileyecek bir durum örneğin… Kararları uygulanmasını kim mecbur kılacak?”
“Mecbur kılınmasına gerek olmayacaktır. Neden olsun ki?”
“Birinin kurallarınıza uymayı reddettiğini düşünün.”
“Neden itiraz ettiğini araştırırız. İstisnai durumlar olabilir.”
“Bunda başarısız olursanız?”
“Zihinsel ve ahlaki sağlığını değerlendiririz.”
“Akıl doktoru polisin yerini alıyor.”
“Ben polisi tercih ederdim!” dedi Bay Rupert Catskill.
“Evet, Rupert…” diye cevap verdi Bay Burleigh, “Haklısın.” demesi gerekirken. “O hâlde…” diye devam etti büyük bir ilgiyle Ütopyalılara bakarak, “tüm ilişkileriniz özel topluluklar ve organizasyonlar tarafından yönetiliyor, onları nasıl nitelendireceğimi bilmiyorum faaliyetleri arasında herhangi bir koordinasyon olmadan?”
“Bizim dünyamızdaki faaliyetlerin tümü…” dedi Urthred, “genel özgürlüğü sağlamak için eş güdümlü çalışır. Irkımızın genel psikolojisine yönelik pek çok birimimiz vardır ve bunlar ortak fonksiyonların her birinin birbiri ile ilişkilerini düzenler.”
“Bu birim, bir yönetici sınıfı değil mi peki?” dedi Bay Burleigh.
“Keyfî bir iradenin uygulamaları söz konusu değil.” dedi Urthred. “Sadece genel ilişkileri düzenliyorlar, hepsi bu. Daha yüksek bir sınıfı temsil etmiyorlar veya bir filozofun bir bilim adamına karşı sahip olduğu öncelikten daha fazlasına sahip değiller.”
“Bu bir cumhuriyet!” dedi Bay Burleigh. “Ancak nasıl işlediğini ve nasıl ortaya çıktığını hayal edemiyorum. Devletiniz son derece sosyalist olmalı.”
“Siz hava dışında hemen her şeyin, yolların, denizlerin ve doğanın sahiplenildiği bir dünyada yaşıyorsunuz.”
“Evet!” dedi Bay Catskill. “Mücadele edilerek sahiplenildiği!”
“Biz de bu aşamadan geçtik. Çok kişisel eşyalar hariç, özel mülkiyetin insanoğlu için sadece gereksiz bir dert olduğuna karar verdik. Böylece bundan kurtulduk. Bir sanatçı veya bir bilim adamı ihtiyacı olan tüm araçlar üzerinde mutlak bir kontrole sahiptir, hepimizin kendi araçları, evleri ve ihtiyaç duyduğu diğer gereksinimleri var ancak mülkiyet yok. Tüm bu saldırgan sahiplenme hareketinden tamamen kurtulduk ancak bunu nasıl başardığımız uzun bir hikâye. Birkaç yıl içinde olmadı tabii. Özel mülkiyet kavramının tamamen ortadan kaldırılması insan doğasının gelişimi için son derece doğal ve gerekli bir süreçti. Korkunç sonuçlara yol açtı ancak sadece bu korkunç sonuçlar ve felaketler sayesinde özel mülkiyetin sınırlanmasının önemi anlaşılmış oldu.”
Bay Burleigh onun için alışkanlık hâline geldiği belli olan bir tavır takınmıştı. Uzun bacaklarını önünde çaprazlayarak sandalyesinde iyice aşağı kaymıştı ve bir elinin parmaklarını diğerininkilerin üzerine büyük bir titizlikle yerleştirmişti.
“İtiraf etmeliyim, burada hüküm sürdüğünü gördüğüm anarşizmin bu özel formu beni fazlasıyla meraklandırdı.” dedi. “Eğer sizi tamamen yanlış anlamadıysam herkes toplumun bir parçası olarak görevlerini yerine getiriyor. Sanıyorum -eğer yanılıyorsam lütfen beni düzeltin- yiyeceklerin üretilmesi, dağıtılması ve hazırlanması için pek çok çalışanınız var, hepsi de dünyanızın ihtiyaçları doğrultusunda çalışıyor ve yaptıkları iş konusunda kendi kendilerinin kanunlarını koyuyorlar. Bazılarınız araştırma ve deneyler yapıyor. Hiç kimse onları zorlamıyor, mecbur kılmıyor veya engellemiyor.”
“İnsanlar bu konuda onlarla konuşuyor.” diyerek hafifçe gülümsedi Urthred.
“Başkaları üretiyor, imal ediyor, metaller üzerinde çalışıyor ve her biri de kendi kendilerinin kanunlarına uyuyorlar. Diğerleri dünyanızın yaşam alanlarını düzenliyor, bunları kimin ve nasıl kullanılacağını söylüyor. Kimisi saf bilimi icra ediyor. Diğerleri hassas ihtimaller üzerinde çalışıyor ve bazıları da sanatla uğraşıyor. Ve kimileri de bunlarla ilgili bilgileri öğretiyor.”
“Onlar çok önemli!” dedi Lychnis.
“Ve hepsi de bunu bir uyum içinde gerçekleştiriyor; kendi sınırlarını belirleyerek. Merkezî bir yasama veya yürütme olmadan. İtiraf ediyorum tüm bunlar hayranlık uyandırıcı, aynı zamanda da imkânsız. Bizim geldiğimiz dünyada böylesine bir şey daha önce önerilmedi bile.”
“Böyle bir düşünce daha önce Sosyalist Birlik tarafından dile getirilmişti.” diye belirtti Bay Barnstaple.
“Yüce Tanrı’m!” dedi Bay Burleigh. “Sosyalist Birlik hakkında çok az şey biliyorum. Kim onlar? Lütfen söyleyin.”
Bay Barnstaple bu isteği nazikçe geri çevirdi. “Bu fikir gençler arasında epey yaygın.” dedi. “Laski bunu çoğul devlet olarak adlandırıyor, hâkimiyetin tek merkezde toplandığı tekil devletin tam tersi. Çinlilerde dahi var. Pekinli bir profesör, Bay S. C. Chang ‘profesyonalizm’ olarak tanımladığı konu hakkında bir bildiri bile yayımladı. Bunu sadece birkaç hafta önce okudum. Liberal’in ofisine göndermişti. Çin’in de Batılı demokrasi modelinden geçmek zorunda olmasının ne kadar gereksiz ve istenmeyen bir şey olduğunun altını çiziyordu. Çin’in doğrudan fonksiyonel sınıflarının, yani yüksek memurların, işçilerin ve çiftçilerin -tıpkı burada gördüğümüz gibi- ortak bağımsızlık düzeyine geçmesini istiyor. Bu elbette eğitimde bir devrim demek. Sonuç olarak anarşizm dediğiniz şeyin tohumları bizim dünyamızda da atılmış durumda.”
“Yüce Tanrı’m!” dedi Bay Burleigh her zamankinden daha ilgili ve minnettar görünerek. “Demek öyle! Bunu hiç bilmiyordum!”
4. BÖLÜM
Sohbet düzensiz bir şekilde devam etti ancak hızlı ve etkili bir fikir alışverişi oldu. Bay Barnstaple, kısa bir süre içinde, Ütopya’nın Son Karmaşa Çağı’ndan bugüne uzanan tarihi hakkında genel bir bilgiye sahip olduğu kanaatine vardı.
Son Karmaşa Çağı hakkında daha çok şey öğrendikçe bu dönemin, dünyanın şu anki hâline oldukça benzediğini fark etti. O dönemde Ütopyalılar kat kat giyiniyor ve dünyadakine benzer şehirlerde yaşıyorlardı. Tasarlanmış olaylardan çok beklenmedik tesadüfler sayesinde önlerine, kendilerine yüzyıllar kazandıracak gelişme ve büyüme fırsatları çıkmıştı. Uzun süre art arda gelen kıtlığın, vebanın ve savaşların ardından iklim şartları ve politik fırsatlar yüzlerine gülmüştü. Ütopyalılar bunlardan sonra ilk defa olarak, üzerinde yaşadıkları gezegeni keşfetme fırsatına sahip oldular ve bu keşifler sırasında muazzam derecede bakir alanlarla karşılaştılar. Gerçek zenginlikte, eğlencede ve özgürlükte büyük bir artış yaşandı. Binlerce sıradan insan, içinde bulundukları sefaletten kurtulup, isterlerse sınırsız bir özgürlükle düşünüp hareket edebilecekleri bir seviyeye yükseldi. Birkaçı bunu gerçekten de başardı; nitelikli bir azınlık… Bilimsel araştırmalarda hızlı bir gelişme baş gösterdi, bunu takiben meydana çıkan çok sayıdaki kullanışlı icat, pratik insan gücünde büyük bir artış doğurdu.
Ütopya’da daha önce de bilimde ileri gidildiği dönemler olmuştu ama hiçbiri bu kadar olumlu şartlar altında meydana gelmemiş ve toplum için büyük faydaları haiz meyveler verecek kadar uzun süreli olmamıştı. Şimdi ise o güne kadar gezegenlerinin üzerinde karıncalar gibi dolaşan veya parazitler gibi daha büyük ve daha güçlü hayvanların üzerinde yolculuk eden Ütopyalılar, bir yerden bir yere hızla uçabiliyorlar, gezegenin herhangi bir yeri ile anında iletişim kurabiliyorlardı. Ayrıca daha önceki deneyimlerinin çok ötesinde mekanik bir güce sahip olduklarını gördüler; sadece mekanik de değil, fizik ve kimya alanındaki ilerlemeler sayesinde kısa sürede fizyolojik ve psikolojik gelişmeler de bunu takip etti. Ütopyalılar kendi bedenleri ve sosyal yaşamları üzerinde kontrol sağlayabilecekleri olağanüstü ihtimaller olduğunu fark ediyorlardı ancak bu ihtimaller öylesine büyük bir hızla ve karmaşık bir şekilde meydana çıkmıştı ki sadece küçük bir azınlık gerçek değerlerini anlayabildi ve bu muazzam bilgi kaynaklarını kullanarak kayda değer, sağlam başarılara imza attılar. Diğerleri bu yeni buluşları gelişigüzel bir şekilde kullandı, yeniliklerin gerektirdiği şekilde düşüncelerini veya yaşamlarını değiştirmeye gerek duymadılar.
Ütopyalıların bu güç, eğlence ve özgürlükler çağına ilk tepkisi, çoğalmak oldu. Bunu bir hayvan veya bitki türünün yapacağı gibi duyarsızca ve düşünmeden yaptılar. Karşılarına çıkan fırsatları tamamen heba edene kadar bu şekilde devam ettiler. Bilimin kendilerine sunduğu büyük armağanları günlük hayatlarının her alanında hesapsızca kullanarak düşüncesizce ziyan ettiler. Son Karmaşa Çağı’nın bir döneminde Ütopya nüfusu iki milyara ulaştı…
“Peki şimdi ne kadar?” diye sordu Bay Burleigh.
“Yaklaşık iki yüz elli milyon.” diye cevapladı Ütopyalılar. Bu sayı, Ütopya üzerinde refah içinde, gelişmiş bir hayat sürebilmeye imkân tanıyacak maksimum nüfus olarak belirlenmişti. Ancak şimdi artan kaynaklar sayesinde nüfus da arttırılıyordu.
Peder Amerton dehşet dolu bir ses çıkardı. Bir süredir böyle bir şeyden korkuyordu. Bu, onun ahlaki değerlerine tamamen aykırıydı. “Ve artışı sınırlamaya cüret ediyorsunuz! Kontrol altına alıyorsunuz! Kadınlarınız, buna ihtiyaç duyulduğunda kendi rızalarına göre çocuk doğurabiliyorlar veya bundan kaçınabiliyorlar.”
“Elbette!” dedi Urthred. “Neden olmasın?”
“Ben de bundan korkuyordum!” dedi Peder Amerton ve öne doğru eğilerek yüzünü ellerine gömdü, bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu: “Bunu hissetmiştim. Damızlık insan çiftliği! Hayata yeni ruhlar getirmeyi reddediyorlar! Bunun şeytaniliği!.. Ah, yüce Tanrı’m!”
Bay Burleigh din adamının tavırlarını şaşkın bir ifadeyle karşıladı. Bu tür kalıplaşmış düşüncelerden nefret ederdi; ancak Peder Amerton toplum içinde oldukça değerli ve güçlü muhafazakâr kesimleri temsil ediyordu. Bay Burleigh tekrar Ütopyalıya döndü. “Bu son derece ilginç!” dedi. “Şu anda bile bizim dünyamız bunun hemen hemen beş katı bir nüfusu barındırıyor.”
“Ancak bunun neredeyse yirmi milyonu bu kış açlık çekecek; bize kısa bir süre önce anlattınız, Rusya dediğiniz bir yerde. Geri kalanların da çok azı sizin zengin ve müreffeh bir yaşam olarak tanımlayabileceğiniz bir hayat sürüyor.”
“Buna rağmen aradaki fark çok çarpıcı!” dedi Bay Burleigh.
Peder Amerton “Bu dehşet verici!” diye belirtti.
“Yine de Son Karmaşa Çağı’nda, ırkın düşüşüne yol açan diğer tüm nedenler arasında en kötüsü nüfus artışıydı.” diye ısrar etti Ütopyalılar.
Urthred “Çünkü yeni gelenler, üretken ve kendini geliştirmiş küçük bir azınlığın hızla değişen dünya şartlarına ve ihtiyaçlarına göre eğitemeyeceği kadar çoktu.” dedi. “Üstelik bu azınlık tek başlarına ırkın kaderini kontrol etme gücüne sahip değildi. Bu büyük nüfus patlaması sırasında, kitleler bozulmuş ve yozlaştırılmış gelenekler yüzünden bocalayarak kendilerinden daha zeki ve daha acımasız bir üst tabakanın altında ezildiler. Ekonomik sistem etkili bir şekilde kendini yenileyerek, giderek daha güçlü ve açgözlü olanların sıradan insanlar üzerinde kullanacakları mekanik bir üretim ve dağıtım sürecine dönüştü. Sıradan insan doğumundan ölümüne kadar sefalet içinde yaşıyor ve boyun eğmeye zorlanıyordu; kandırılıyor ve aldatılıyordu; daha cesur ve daha enerjik ama kesinlikle daha zeki olmayan azınlık tarafından satın alınıyor, satılıyor ve hâkimiyet altında tutuluyordu. Günümüzde bir Ütopyalı için Son Karmaşa Çağı’nda yaşamış bu zengin ve güçlü adamların korkunç aptallığını, müsrifliğini ve vahşiliğini anlatabilmek çok güç.”
“Buna gerek yok.” dedi Bay Burleigh. “Ne yazık ki bunu biliyoruz… Hem de fazlasıyla iyi biliyoruz.”
“Bu kokuşmuş nüfusun üzerine en sonunda felaketler çöreklendi, tıpkı çürümekte olan bir meyvenin üzerine üşüşen yaban arıları gibi. Bu, ırkımızın kaçınılmaz, doğal kaderiydi. Tüm gezegeni etkileyen bir savaş, hassas finansal ve ekonomik sistemimizi bir daha onarılmayacak şekilde hasara uğrattı. İç savaşlar ve sosyal devrim denemeleri karmaşayı daha da arttırdı. Birkaç yıl süren kötü iklim koşulları, kaynakları kıtlaştırdı. Açgözlü maceracılar etraflarında olanları fark etmeyerek dürüst insanları kandırmaya, dolandırmaya ve kendi çıkarlarını gözetmeye devam ettiler, tıpkı bedenleri kesilse bile yemeye devam eden yaban arıları gibi. Ütopya hayatında üretmek için ortaya konan çaba, yerini elde etmek için ortaya konan çabaya bıraktı. Üretim sıfır noktasına kadar geriledi. Var olan kaynaklar tükendi. Başa çıkılamayacak bir borçlar sistemi, alacaklılardan oluşmuş bir güruh ve ahlaken cesaret kırıcı bir atmosfer tüm yeni girişimcilerin önünü kesiyordu.
Ütopya’da büyük buluşlarla gelen yükseliş dönemi şimdi yerini gerilemeye bırakıyordu. Finansçıların hepsinin açgözlü ve hilekâr olduğu bu ortamda zenginlik ve refah nasıl mümkün olabilirdi! Organize bilim de bozulmuş, kârlı patentler elde etmek ve gelecekte doğabilecek zorunlu ihtiyaçların önceden belirlenip stoklanması için kullanılmaya başlanmıştı. İhmal edilen bilimin ışığı zayıflamıştı ve Ütopyalıları keşifler çağından önceki karanlık çağlara sürüklemesi, kısa sürede tamamen sönmesi işten bile değildi…”
“Bu gerçekten de kendi sistemimizin karamsar bir yorumu gibi.” dedi Bay Burleigh. “Fazlasıyla benziyor. Dekan Inge tüm bunlardan nasıl da keyif alırdı.”
“Onun gibi bir kâfir için şüphesiz, keyif verici görünürdü!” dedi Peder Amerton tutarsız bir tavırla.
Bu yorumlar, daha fazlasını dinlemek isteyen Bay Burleigh’yi rahatsız etti.
“Peki sonra?” diye sordu Urthred’e. “Sonra ne oldu?”
5. BÖLÜM
Bay Barnstaple’ın anladığına göre, Ütopya’nın düşünce yapısında zorunlu bir değişim olmuştu. Günbegün daha fazla insan için; bilimin ve düzenin armağan ettiği güçlü ve kolayca uygulanabilir kuvvetlerin yanında, devletin içindeki, sınırları ve kanunlarıyla insanların birbirine karşı sürdürdükleri sürekli bir mücadeleye dönüşmüş olan sosyal hayat giderek daha katlanılmaz olmuştu ve aynı şekilde modern silahların giderek artan tehdidi farklı hükümdarlıklar süren milletlerin tahammül edemeyeceği kadar tehlikeli bir hâl almıştı. Tarihin bir yıkım ve çöküşle sona ermesini istemiyorlarsa derhâl yeni fikirler geliştirilmeli ve yeni bir düzen kurulmalıydı.
Tüm toplumlar atalarının ilkel, mücadeleci kanunlarına, sınırlamalarına ve tabularına göre yaşıyordu, bu kendi kendini koruma içgüdüsü insan ırkını şimdi yeni güçlerin ve tehlikelerin tehditleri ile karşı karşıya bırakmıştı. İnsan ilişkilerini şekillendiren sahip olmak için mücadele etme düşüncesi, kötüye kullanılmış bir güç kaynağı gibiydi; hareket ettirdiği makineyi ele geçirmekle tehdit ediyordu. Yaratıcı ve yeni bir düzen kurulmalıydı. Sosyal hayatın kurtarılmaya değer olup olmadığına karar verilmeliydi. Daha önceki çağlarda ortaya atılan idealist önermeler şimdi sadece psikolojik saptamalar olarak değil, acil şekilde uygulanması gereken gerçeklikler olarak görülüyordu. Urthred’in bunları anlatırken kullandığı ifadeler Bay Barnstaple’a daha önce duyduğu bir ifadeyi hatırlattı.
Urthred şöyle diyordu: “Kendi hayatını kurtarmaya çalışan biri onu kaybedecekti, hayatını feda etmeye hazır olan biri ise bütün dünyayı kazanacaktı.”
Peder Amerton’ın düşünceleri de anlaşılan benzer yöndeydi çünkü aniden araya girdi: “Evet ama bu söylediğiniz bir alıntı!”
Urthred gerçekten de henüz sözcüklerin kullanıldığı dönemde yaşamış olan büyük bir şairin öğretilerinden alıntı yaptığını kabul etti.
Sözlerine devam edecekti ancak Peder Amerton buna izin veremeyecek kadar heyecanlanmıştı, “Peki kimdi bu öğretmen? Nerede yaşıyordu? Nerede doğmuştu? Nasıl öldü?”
Bay Barnstaple’ın gözlerinin önünde yalnız ve solgun yüzlü bir adam belirdi, darp edilmiş ve yaralanmıştı, vücudundan kan sızıyordu ve silahlı muhafızların arasındaydı, yüksek duvarlı aydınlık bir yolda, kalabalığın ortasında duruyordu. Daha arkada kötü ve uğursuz bir şey, taşınarak öne doğru getiriliyor, bir yandan da sallanıyordu…
“Bu dünyada da çarmıha mı gerildi?” diye sordu Peder Amer-ton. “Çarmıha mı gerildi?”
Bu peygamber de Ütopya’da çok acı çekerek ölmüştü ancak çarmıha gerilmemişti. Korkunç işkencelere maruz kalmıştı ama ne Ütopyalıların ne de Dünyalıların bu işkencelerin ayrıntılarını kavrayabilecek bilgisi yoktu. Ardından çok yavaşça döndürülen bir çarkın üzerine bağlanarak ölene kadar teşhir edilmişti. Bu, zalim bir ırkın dehşet verici cezalandırma biçimiydi; o, zengin ve açgözlü kesimin çıkarlarına karşı çıkarak evrensel fayda düşüncesini ortaya attığı için cezalandırılıyordu. Bay Barnstaple parlayan güneşin altında, dönmekte olan çarka bağlanmış çarpık şahsı görebiliyordu. Ve onun ölümü üzerine gelen muhteşem zaferi! Ona bu zulmü yapabilen dünyadan, şimdi gördükleri barış ve güzellikle dolu dünyayı yaratmıştı.
Peder Amerton soru sormaya devam ediyordu: “Ama onun kim olduğunu fark etmediniz mi? Dünyanız bundan şüphelenmedi mi?”
Çok sayıda insan onun Tanrı olduğunu düşünmüştü ama o kendisine sadece Tanrı’nın oğlu veya İnsan’ın oğlu demeyi seçmişti.
Peder Amerton hemen bu noktaya sarıldı: “Şimdi ona inanıyorsunuz?”
“Onun öğretilerini takip ediyoruz çünkü hepsi de olağanüstü ve çok doğruydu!” dedi Urthred.
“Ama inanç?”
“Hayır.”
“Ama hiç kimse ona ibadet etmiyor mu? Daha önce ona ibadet edenler oldu, öyle değil mi?”
“Ona inananlar olmuştu. Onun keskin ve sarsılmaz öğretilerinin karşısında cesaretini yitirenler ve acı verecek kadar kesin bir gerçeklikle gösterdiği yolun doğruluğunu görenler olmuştu. Bu yüzden kendi vicdan azaplarını dindirmek için onu sihirli bir ilah gibi gördüler, onların ruhlarını aydınlatacak bir ışık olarak değil. Onun öğretileri ile eski kralların kurban verme törenlerini birleştirdiler. Düşüncelerini dürüstçe ve içtenlikle kabul edip kendi düşüncelerine ve davranışlarına yansıtmak yerine mistik bir törenle onun bir parçasını yiyormuş gibi yapmayı tercih ettiler. Onun çarkını mucizevi bir sembole dönüştürdüler ve güneşi, ekvatoru, ekliptiği, kısacası yuvarlak olan her şeyi bununla karıştırdılar. Kötü şans, sağlık sorunları veya kötü hava ile karşı karşıya kalındığında işaret parmağıyla havaya bir daire çizmekle kendilerine bir yardım geleceğine inandılar.
Bu öğretmenin anısı çoğunluk için çok saygın ve özel bir yere sahip olduğundan onun nezaketinden ve yardımseverliğinden yararlanmak isteyenler ismini kullanarak kendilerini çarkın savunucuları olarak tanıttılar ve bu sayede güçlendiler, zenginleştiler; onun adını kullanarak onun için savaşlar başlattılar; kıskançlık, zorbalık, nefret ve diğer karanlık emelleri için onun öğretisini bahane ettiler. Ta ki sonunda o, Ütopya’ya geri dönecek olursa kendi çarkının onu canlı canlı ezeceğini görene kadar…”
Peder Amerton bu anlatılanları dinlemiyor gibiydi. Olayları tamamen başka bir açıdan görüyordu. “Ama mutlaka…” dedi, “hâlâ inananlar olmalı! Kendilerinden nefret ediliyor olsa bile yine de geriye kalanlar olmalı?”
Geriye kalan yoktu. Bütün dünya öğretmenlerin öğretmenini izliyordu ancak hiç kimse ona ibadet etmiyordu. Bazı eski binalarda hâlâ o çarkı görebiliyordunuz, üzerinde muhteşem işlemeler ve oymalarla. Ayrıca müzelerde ve özel koleksiyonlarda her türlü resim, fotoğraf, tılsım ve benzeri şeyler bulunuyordu.
“Bunu anlayamıyorum!” dedi, Peder Amerton. “Bu çok korkunç! Şaşkınlık içindeyim! Bunu anlayamıyorum!”
6. BÖLÜM
Uzun ve ince yapılı, oldukça yakışıklı, genç bir Ütopyalı, -Bay Barnstaple daha sonra adının Lion olduğunu öğrenecekti- Dünyalıların sorularını cevaplama görevini Urthred’den devraldı.
Ütopya’daki eğitim koordinatörlerinden biriydi. Ütopya’da meydana gelen değişimin ani bir devrim olmadığının kesin bir şekilde altını çizdi. Hiçbir kanun ve sistem, ortak menfaatler ilkesine dayanan hiçbir yeni ekonomik düzen birdenbire ortaya çıkmamıştı. Son Karmaşa Çağı’ndan önce ve bu dönem boyunca yeni fikirler ve yeni bir düzene dair ilk düşünceler, araştırmacılar ve çalışanlar tarafından ortaya atılmıştı; kesin bir plan dâhilinde olmadan, dürüstlükle ve içten bir şekilde, gerekliliğine inanılan bir ihtiyaç olarak… Bundan önceki dönemlerde coğrafya ve fizik gibi bilimlerde ortaya çıkan inanılmaz gelişme ancak Son Karmaşa Çağı’nın sonlarına doğru psikolojik bilimlerde de görülmeye başlamıştı. Deneysel bilimi sınırlayan ve üniversitelerdeki organize çalışmaları zayıflatan sosyal ve ekonomik düzensizlikler insan ilişkilerinde, çaresizce ve korkusuzca yapılacak araştırmalara duyulan ihtiyacı arttırmıştı.
Bay Barnstaple yaşanan değişikliğin bizim dünyamızda devrim olarak adlandıracağımız şiddetli değişimlerden olmadığını anladı; bunun yerine aydınlanma artmış ve yeni fikirler gelişmişti ve zamanla insanlar ortak bilinçleriyle bunların hayata geçirilmesinin gerekliliğini anlayarak eski fikirlerini terk etmişlerdi.
Yeni düzenin filizini kitaplar, tartışmalar ve psikolojik laboratuvarlar atmıştı; filizlendiği toprak okullarda ve kolejlerdeydi. Eski sistem eğitimcilere çok az şey veriyordu, etkili kişiler zenginliklerini ve güçlerini artırmakla öylesine meşguldüler ki eğitimi dikkate alacak zamanları yoktu; eğitim, karşılık olarak hemen hemen hiçbir şey beklemeyen, sadece istediği için bu işi yapan kişilere bırakılmıştı, gençlerin kafasında yeni bir dünya şekillendirme görevi onların elindeydi; bunu yaptılar. Açgözlü politikacıların yönettiği, insanların işletmeleri parçalayarak ve finansal dolandırıcılıkla güç sahibi olduğu bir dünyada, özel mülkiyetin toplum için gereksiz bir yük olduğunu ve sorumsuz zenginlerin yanında olduğu sürece ne devletin görevini yerine getirebileceğini ne de eğitim sisteminin istenilen sonuçları alabileceğini öğretiyorlardı; çünkü bu insanlar doğaları gereği kandırıyor, aldatıyor, kirletiyor ve mallara el koyuyorlardı; onların varlığı hayatın değerini düşürüyordu. Irkın iyiliği için bu insanların gitmesi gerekiyordu.
“Karşı koymadılar mı?” diye sordu Bay Catskill hırçın bir şekilde.
“Düzensizce ama büyük bir saldırganlıkla karşı koymuşlardı. Ütopya’nın şu anda bulunduğu bilimsel seviyeye, şimdiki eğitim seviyesine ulaşmasını engellemek için sürdürülen mücadele neredeyse beş yüzyıl sürmüştü. Bu mücadele, açgözlü, hırslı, ön yargılı ve bencil insanın, yeni düzen fikrinin kristal kadar berrak gerçekliğini görmeyi başarabilmiş olanlara karşı verdiği mücadeleydi. Bu mücadele fikirlerin ortaya atıldığı her yerde, tehditlerle, boykotlarla, şiddetli eylemlerle, sahte suçlamalarla, idamlarla ve tutuklamalarla sürdürüldü; linç ipiyle, katranla, parafinle, sopalarla, tüfeklerle, bombalarla ve silahlarla sürdürüldü.
Ancak dünyaya yerleşmiş olan yeni düzen fikri başarısız olmadı; ihtiyaç duyduğu kadın ve erkeklerin beyinlerini ele geçirdi. Ütopya şu andaki bilimsel seviyesine ulaşana kadar bir milyondan fazla kurban verdi, birçoğu büyük acılar çekti ama adım adım, eğitimde, sosyal kanunlarda, ekonomik yöntemlerde yeni başarılar kazanıldı. Değişimin gerçekleştiği kesin bir tarih söylenemez. Sadece günün birinde Ütopya, eski fikirlerin yenileriyle değiştirilmiş olduğu bir güne uyandı…”
“Öyle olmalı.” diye mırıldandı Bay Barnstaple, henüz tam olarak her şeyi anlamamış olsa da. “Öyle olmalı.”
Başka bir soru cevaplanıyordu. Her Ütopyalı çocuk tüm yeteneklerini kullanabilmesi için eğitiliyor, kendi yetenekleri ve istekleri doğrultusunda bir işe yönlendiriliyordu. Sağlıklı bir şekilde doğuyordu. Onu dünyaya getiren anne babası kusursuzdu. Annesi onu dünyaya getirmeden önce uzun uzun düşünüp karar verdiğinden buna kendini hazırlıyordu. Son derece sağlıklı koşullarda büyüyordu; oynamak ve öğrenmek için hissettiği doğal arzu kusursuz eğitim yöntemleri ile pekiştiriliyordu; gözler, eller ve her uzuv mükemmel gelişimlerini sağlayacak her türlü imkâna sahipti. Yazmayı, çizmeyi ve kendini ifade etmeyi öğreniyordu, düşüncelerini geliştirebilmek için çeşitli sembollerden yararlanıyordu. Nezaket ve incelik, karakterinin doğal bir parçası hâlini alıyordu; çünkü etrafındaki herkes nazik ve kültürlüydü. Özellikle de hayal gücünün gelişmesi izleniyor ve teşvik ediliyordu. Kendi dünyasının ve ırkının muhteşem tarihini öğreniyordu; hayvanca bir dar görüşlülükle nasıl bugünkü aydınlık imparatorluğa karşı mücadele edildiğini öğreniyordu. Tüm arzuları destekleniyordu, şiirle, çeşitli örneklerle ve çevresindekilerin kendine olan sevgisiyle endişelerinden kurtulmayı öğreniyordu, cinsel istekleri bencilliğinin önüne geçiyordu, merakı bilimsel tutkuya dönüşüyordu; rekabetçiliği, düzeni korumaya yönelik bir arzuya indirgeniyordu, gururu ve hırsı toplumsal başarıda bir rol sahibi olma isteğinde karşılık buluyordu. Kendisine cazip gelen bir işe yönelip seçtiği mesleği yapıyordu.
“Eğer kişi hiçbir işi yapmak istemezse bu büyük bir kayıp değildir, çünkü Ütopya’da oldukça fazla kaynak var. Ancak böyle biri hiçbir zaman bir sevgili bulamaz, hiçbir zaman çocuğu olamaz, çünkü Ütopya’da hiç kimse enerjisi veya özelliği olmayan kişileri sevmez. Ütopya’da aşk, içinde gururu da barındırır. Ve burada ne ‘aylak’ zengin bir sınıf ne de sadece ‘izleyiciler’ için düzenlenen oyunlar vardır. Ütopya’da ‘izleyiciler’ için hiçbir şey yoktur. Tatil yapmak için güzel bir dünya olduğu doğru ancak hiçbir şey yapmadan yaşayanlar için değil!
Yüzyıllardır bilimimiz sayesinde doğumlarda ayrım yapılabiliyor ve neredeyse her Ütopyalı kusursuz, enerjik ve yaratıcı bir varlık olarak sınıflandırılabilir. Dünyamızda birkaç boş kişi olmasına rağmen neredeyse hiç kusurlu Ütopyalı yok; aylak olanlar, zayıf hayal gücüne veya yetersiz bir görüşe sahip kişiler çoğunlukla yok oldu, karamsar yapıdakiler ayrıldı, zarar verici ve kötü niyetli olanlar ortadan kalktı. Ütopyalıların büyük çoğunluğu canlı, iyimser, yaratıcı, çalışkan ve kültürlü.”
“Ve bir parlamentonuz bile yok?” diye sordu Bay Burleigh.
“Ütopya’da parlamento yok, politika yok, özel mülk yok, iş rekabeti yok, polis veya hapishane yok, deliler yok, sakatlar veya kusurlular yok, bunların hiçbiri yok çünkü Ütopya’nın okulları ve öğretmenleri var, olmaları gereken her şey olan öğretmenleri ve okulları. Politika, rekabet ve ticaret, acımasız bir toplumun yöntemleri. Bu tür yöntemler bin yıl önce ortadan kaldırıldı. Yetişkin Ütopyalıların ihtiyaç duyduğu bir devlet veya kanunlar yok çünkü ihtiyaç duydukları tüm kuralları ve kanunları gençliklerinde okulda öğreniyorlar.”
“Bizim eğitim sistemimiz bizim devletimizdir.” dedi Lion.
ALTINCI KISIM
DÜNYALILARDAN ELEŞTİRİLER
1. BÖLÜM
O olağanüstü öğleden sonra Bay Barnstaple kimi zaman kendini sadece politika ve tarih üzerine sıra dışı bir sohbete dâhil olmuş gibi hissetti, öyle ki bazen bu sohbet açıklanamaz bir şekilde daha da muhteşem bir hâl alıyor ve sanki her şey kafasının içinde yaşanıyormuş gibi hissetmesine yol açıyordu; ta ki yaşadıkları ezici gerçekliği tekrar duyumsayana kadar. O zaman da bu gerçekliğe duyduğu ilgi, içinde bulunduğu durumun tuhaflığını unutmasına yol açıyordu. Bu anlarda Bay Barnstaple’ın bakışları etrafındaki Ütopyalıların yüzlerinde dolaşıyor, ara sıra da çevresindeki yapının incelikle işlenmiş bir yerine takılıyor, sonra tekrar muhteşem bedenlere geri dönüyordu.
Ardından şüpheyle kendi Dünyalı arkadaşlarına bakıyordu.
Çevresindeki Ütopyalıların her birinin yüzü -bir İtalyan tablosundaki meleksi suretler gibi- samimi, dürüst ve güzeldi. Kadınlardan biri, tuhaf bir şekilde Michaelangelo’nun Delphic Sibyl’ine benziyordu. Kadın erkek hep beraber rahat tavırlarla oturuyorlardı, genellikle sohbetle ilgiliydiler ama bazen Bay Barnstaple meraklı bakışların Bayan Stella’nın giysilerinde veya Bay Mush’ın gözlüğünde dolaştığını fark ediyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gerbert-uells/tanri-insanlar-69428899/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.