Vampir Öyküleri

Vampir Öyküleri
Arthur Conan Doyle
Arthur Conan Doyle'un Vampir Hikâyelerinin ilk toplu koleksiyonu! "Amerikalının Hikâyesi"ndeki kan emici bitkiden, "Sussex Vampiri Macerası"ndaki kan emici eşe kadar, Sör Arthur Conan Doyle ölümsüzleri bugüne kadar pek az yazarın yaptığı şekilde karşımıza çıkarıyor. Twilight ve Sookie Stackhouse gibi yeni nesil vampir öykülerinin çok satanlar listelerinde boy gösterdiği bu dönemde, Arthur Conan Doyle gibi bir ustanın sarsıcı vampir hikayelerinin de mutlaka dikkate alınması gerekir. Bu kitaptaki on iki öyküden her biri, bugüne kadar yapılmış bu ilk koleksiyon için özenle seçilmiştir. Arthur Conan Doyle'un öyküleri arasından yapılan bu seçkide, Kuzey Kutbu'ndan Londra sokaklarına değin uzanan bir coğrafyada ve Doyle literatüründe vampir avına çıkacaksınız.. Doyle'un 'klasik' vampir kültürüne, yani soylu, kibar, kültürlü, çapkın, çekici ve bir o kadar yakışıklı ve elbette ki, şık vampir olgusuna yaptığı edebi katkılara yakinen tanıklık edeceksiniz.. Vampir hikayelerini seven tüm okuyucular ve Conan Doyle hayranları için bu koleksiyon mutlaka okunması gereken bir eserdir.

Arthur Conan Doyle
VAMPİR ÖYKÜLERİ

ÖNSÖZ
Tıpkı Mary Shelley ya da Bram Stoker gibi, Arthur Conan Doyle da kendi yarattığı karakterin gölgesinde yaşamak zorunda kalmıştır. 71. doğum gününde (22 Mayıs 1930), şöyle yakınmıştır: “Kendimi Sherlock Holmes’un yazarı olarak duymaktan yoruldum. Neden ‘Rodney Stone’un ya da ‘Beyaz Ortaklık’ın ya da ‘Kayıp Dünya’nın yazarı olarak bilinmiyorum? İnsanlar dedektif hikâyelerinden başka bir şey yazmadığımı düşünecekler.” Bu şikâyetleri çok yerinde, çünkü dünyanın en ünlü dedektifini yaratmasının haricinde, sayısız düz yazıya, politik eleştirilere ve ruh bilim üzerine pek çok kitaba imza atmış usta bir hikâye anlatıcısıydı Doyle. Bir başka beyanatında da, Edgar Allan Poe’nun kendisine ilham verdiğini söylemişti. Dolayısıyla pek çok hikâyesinin kendi özel hayatına ayna tutması şaşırtıcı değildir. Daima mantıkla hareket eden, ancak doğaüstü güçlere karşı rasyonel olmayan bir inancı da tırmandırmayı başaran bir yazardır. Bu yaklaşım, gerçekçi temellere oturtulmuş bir kurt adam hikâyesi olarak yorumlanabilecek, Sherlock Holmes’un en ünlü hikâyesi olan “Baskervilleler’in Köpeği”nde kendini açıkça gösterir.
Doyle, üç hikâyesindeki kötü adamlarından “vampir benzeri varlıklar” olarak söz eder (“Sussex Vampiri Macerası”, “John Barrington Cowles” ve “Kazanan Atış”). Ancak hayranları ve eleştirmenler Holmes, Watson ve çevrelerinde gelişen olayları konu alan dört roman ve elli altı kısa hikâyeden dolayı, onun fantastik edebiyata katkılarını genellikle gözardı ederler. Ayrıca “Sussex Vampiri Macerası”nda Holmes da doğaüstü fenomenleri sert bir şekilde reddeder:

“Çöplük, Watson, çöplük! Onları mezarlarında tutabilmenin tek yolunun kalplerine birer kazık saplamak olan yürüyen cesetlerle ne yapabiliriz ki? Bu tamamen delilik!”
“Ama eminim,” dedim. “Vampir’in ölmüş bir adam olması gerekmiyor. Yaşayan biri de bu alışkanlığı edinmiş olabilir. Mesela bir yerde yaşlıların gençliklerini kazanabilmek için gençlerin kanını içtiğini okumuştum.”
“Haklısın, Watson. Bu referanslardan birinde efsaneden de bahsediliyor. Ama böyle bir olaya ciddi bir gözle mi bakacağız? Bizim büromuz tamamen gerçekler üzerine kurulu ve de öyle kalmalı. Dünya bizim için yeterince büyük. İçine hayaletleri de katmamıza gerek yok.”
Ancak Doyle’un çalışmalarında bu paragrafın ima ettiğinden çok daha fazlası vardır. Pek çok arkadaşı gibi, o da “Drakula” romanı, vampirliğin kurallarını ortaya koymadan önce birkaç vampir hikâyesi yazmıştı. Richard Dalby bu hikâyelerden bazılarını, Doyle’un “Parazit” adlı hikâyesinin yanında, William S. Gilbertve Eliza Lynn Linton’ın da katkılarını içeren “Drakula’nın Soyu” adlı kitapta toplamıştı. Ayrıca annesi Kate’in yardımıyla ilk psişik dedektif Flaxman Low’u yaratacak olan genç Hesketh Pritchard ile de arkadaştı. Her ne kadar Low, Sheridan Le Fanu’nun Dr. Hesselius’u ya da Stoker’ın şüphe duyulmaz Abraham Van Helsing’inin gölgesinde kalsa da, düzenli olarak doğaüstü güçlerle ilgili davalara bakan ilk dedektifti. Bu davalardan üçü vampirlerle ilgiliydi ve şüphesiz Doyle’un onayı ve önerileriyle yazılmışlardı.
Doyle, “Drakula” yayınlandıktan kısa bir süre sonra, 20 Ağustos 1897 tarihli bir mektubunda Bram Stoker’ı tebrik eder:

“Eminim ‘Drakula’yı okurken ne kadar zevk aldığımı söylemek için size yazmamı küstahlık olarak algılamazsınız. Uzun zamandır şeytani güçler üzerine okuduğum en iyi hikâye olduğunu düşünüyorum. Bu kadar uzun bir hikâye boyunca heyecanın hiçbir zaman düşmemiş olması son derece harika. Hikâye, okuyucuyu daha en başından yakalıyor ve giderek daha ürkütücü ve gerçek bir hâle bürünüyor. Yaşlı profesör ve iki kız kusursuz birer karakter. Bu kadar iyi bir kitap yazdığınız için sizi tüm kalbimle tebrik ediyorum.”
Arthur Conan Doyle ve Bram Stoker, edebiyat tarihinin en önemli iki karakterini yaratmışlardır. Birbirlerinin çalışmalarına saygı duyan iki arkadaş olmalarının yanı sıra, 1892’de yayımlanan “Fenella’nın Kaderi” romanında her biri birer bölüm yazmıştır. Bundan on altı yıl sonra Doyle, Stoker’a ünlü dedektifinin adına nasıl karar verdiğini açıklar: “En sonunda, 1887’de” der, “Sherlock Holmes’un yer aldığı ilk kitap olan ‘Kızıl bir Çalışma’yıyazdım. İsmi nereden bulduğumu bilmiyorum. Geçen gün üzerine ‘Sherrington Holmes’ ve ‘Sherrington Hope’ gibi daha pek çok kombinasyonu karaladığım bir gazete sayfasına bakıyordum. En sonunda, sayfanın en altına Sherlock Holmes yazmıştım.
“Sussex Vampiri Macerası”nın Drakula’ya bir gönderme ya da ünlü romanın bir parodisi olduğu söylenir. Bu doğru olabilir, ancak daha sonra göreceğimiz gibi, Bram Stoker, Doyle’un çalışmalarını daha derin şekillerde de etkilemiştir.
Bu koleksiyon, Arthur Conan Doyle’un, Sherlock Holmes’u yaratmamış olsaydı bile, okuyacağınız dokuz vampir hikâyesiyle beraber daha pek çok başarılı doğaüstü hikâyenin yazarı olarak hatırlanacağını kanıtlamaktadır.

AMERİKALI’NIN HİKÂYESİ
Küçük edebiyat grubumuzun toplandığı odanın kapısını açtığımda, “Bu tuhaf, gerçekten tuhaf,” diye söyleniyordu. “Ancak size bundan çok daha acayip şeyler anlatabilirim. Oh, çok daha acayip şeyler. Her şeyi kitaplardan öğrenemezsiniz, beyler, beni dinleyin. İyi İngilizce konuşan, iyi eğitim almış sizin gibi adamlar, kendilerini benim gördüğüm o tuhaf yerlerde bulmazlar, anlıyorsunuz ya. İşin aslı, beyler, orada bulunanlar doğru düzgün konuşmayı beceremeyen, eline bir kalem verdiğinizde zorlukla gördüklerini anlatabilecek kaba saba adamlardır. Ancak gördüklerini anlatabilseler, bazılarınızın Avrupalı yüreklerini şaşkınlıkla dolduracaklarına eminim. Oh, evet, bunu gerçekten de yapabilirler!”
Adı Jefferson Adams’tı sanırım; en azından adının baş harflerinin J. A. olduğunu biliyorum. Bu harfleri, sigara odamızın kapısının sağ üst köşesine derin bir şekilde kazınmış olarak görebilirsiniz. Bize bıraktıklarından biri buydu, diğeri de Türk halımızın üzerindeki artistik tütün lekeleri. Onu hatırlatacak bu izlerin dışında, Amerikalı hikâye anlatıcımız artık tamamen unutulmuş durumda. Kısa süreliğine bizim sıradan, sessiz sohbetlerimizi aydınlatan parlak bir meteor gibi aramızdan geçti ve sonra karanlıkta yine kayboldu. Ama o gece Nevadalı dostumuzun enerjisi doruk noktasındaydı; hikâyesini bölmemek için sessizce pipomu yakarak, büyük bir dikkatle en yakın sandalyeye oturdum.
“Bilim adamlarınıza karşı en ufak bir kin gütmediğimi bilmenizi isterim. Doğrusu yaban mersininden bir boz ayıya kadar her bitkiyi ve hayvanı, ağzımı açık bırakacak bir isimle eşleştirmeyi başarabilen adamları severim, onlara saygı da duyarım. Fakat gerçekten ilginç bir şeyler duymak istiyorsanız, şöyle ağzınızı sulandıracak heyecanlı hikâyeler dinlemek istiyorsanız, o zaman nadiren adını yazmayı bilen balina avcılarına, sınır devriyelerine, keşif birliklerine ya da Hudson Körfezi’ndeki adamlara gidersiniz.”
Bay Jefferson Adams uzun bir puro çıkarıp yaktığında kısa bir sessizlik oldu. Hepimiz Yanki dostumuzun en ufak bir müdahalede tekrar kabuğuna çekileceğini bildiğimiz için, büyük bir özenle mutlak sessizliği koruduk. Kendinden memnun bir gülümsemeyle beklenti dolu yüzlerimizi inceledikten sonra, bir duman bulutunun içinden konuşmasını sürdürdü.
“Siz centilmenlerden kaçınız Arizona’da bulundunuz? Hiçbiriniz elbette. Peki, kâğıt kalem tutabilen İngiliz ve Amerikalıların kaçı Arizona’da bulunmuştur dersiniz? Sanırım çok azı. Ben oradaydım, beyler, orada yıllarca yaşadım ve şimdi orada gördüklerimi düşündüğümde ben bile inanmakta güçlük çekiyorum.
Ah, orada uçsuz bucaksız topraklar var. Ben de Walker’ın haydutlarından biriydim, evet, bize verdikleri isim buydu. Şef vurulduktan sonra dağıldık ve bazılarımız buraya yerleşmeye karar verdi. Sıradan bir koloniydik biz de; karılarımız ve çocuklarımızla, İngiliz ve Amerikalılardan oluşan sıradan bir koloni. Orada kalan bazı yaşlılar olduğunu biliyorum ve birazdan size anlatacaklarımı onların da unutmadığına eminim. Oh, hayır. Böyle bir şeyi hayatta unutmuş olamazlar.
Ama oradaki topraklardan bahsediyordum, değil mi? İddiaya girerim, sadece bundan bahsetsem sizi oldukça şaşırtırdım. Böylesine verimli bir arazinin bir avuç Meksikalı ve melez için harcandığını düşünmek! Ben buna savurganlık derim işte. Bir adam boyu uzanan yeşil çimenler, millerce yol almanıza rağmen, mavi gökyüzünün bir karışını bile göremeyeceğiniz sıklıkta ağaçlar, şemsiye büyüklüğünde orkideler. Belki bazılarınız Amerika’nınbazı yerlerinde ‘sinekkapan’ dedikleri bitkiyi görmüştür?”
“Dionaea Muscipula,” diye mırıldandı mükemmel bir bilim adamı olan Dawson.
“Ah, evet, evet, işte o. Bir sineğin yapraklardan birine konduğunu görürsünüz ve sonra yaprağın iki tarafı da hızla kapanır ve sineği yakalar ve iyice ezerek parçalara ayırır. Saatler sonra eğer yaprakları açacak olursanız, sineğin arta kalan yarı sindirilmiş, parçalara ayrılmış gövdesini görebilirsiniz. Evet, Arizona’da bu sinekkapanlardan gördüm; yapraklarının her biri iki buçuk veya üç metre uzunluğundaydı ve iğneleri de neredeyse otuzar santim! Öyle büyüktüler ki neredeyse… Ah, kahretsin, çok hızlı gidiyorum.
Size anlatacaklarım Joe Hawkins’in ölümü hakkındaydı. Şimdiye kadar duyduğunuz en acayip hikâye olduğuna bahse varım. Montana’da Joe Hawkins’i tanımayan yoktu. Herkesin bildiği adıyla ‘Alabama Joe’! Bir adamın karşılaşabileceği en belalı heriflerden biriydi. Aslında iyi bir adamdı, ama ona doğru davrandığınız sürece. Eğer onu kızdıracak bir şey söylemeye ya da yapmaya kalkarsanız, vahşi bir kediden bile daha tehlikeli olabilirdi. Bir keresinde, Simpson’ın barında düzenlenen bir dansta onu ittikleri için tabancasını kalabalığın üstüne boşalttığını gördüm. Bir başka seferde de, içkisini yanlışlıkla üzerine döktüğü için Tom Hooper’ı fena benzetmişti. Joe bir katil değildi, oh, hayır, öyle bir adam değildi, ama ona sırtınızı da dönemezdiniz.
Joe Hawkins’in etrafta dolanarak kurşunlarıyla kendi kurallarını yazdığı dönemde, kasabada bir İngiliz vardı. Adı, yanlış hatırlamıyorsam Scott’tı, Tom Scott. Bu Scott (aranızdakilerin affına sığınarak) kusursuz bir İngiliz’di, ancak yine de kasabadaki diğer İngilizlerle pek takılmıyordu. Ya da onlar Scott’la pek takılmıyorlardı, orasını bilmiyorum. Sessiz, kendi hâlinde bir adamdı. Yaşadığımız yer için fazla sessizdi, bu yüzden pek çoğu onun sinsi olduğunu düşünüyordu, fakat hayır, öyle biri değildi. Sadece kalabalıktan uzakta kalıyor ve kimse onu rahatsız etmediği sürece başkalarının işine burnunu sokmuyordu. Onun hakkında pek çok şey söylense de, kendisi hiçbir zaman bu konularda konuşmuyor, şikâyet etmiyordu. İyi ya da kötü her konuda düşüncelerini kendine saklayan ağzı sıkı bir adamdı.
Ama onun bu kadar sessiz ve sade bir adam olması Montana’dakileri rahatsız etmeye başlamıştı. Her iki taraf da onu aralarına kabul etmiyordu. Söylediğim gibi, diğer İngilizler onu kendilerinden biri olarak görmüyor, tersine ona kaba şakalar yapıyorlardı. Anlayacağınız, hiçbir zaman bunlara karşılık vermese bile, nazik tavırları tamamen tek taraflıydı. Galiba onun karşılık veremeyecek kadar korkak olduğunu düşünüyorlardı, ta ki, çok yanıldıklarını onlara gösterene dek!
Olaylar Simpson’ın barında başladı. O günlerde, Joe ve onun gibi birkaç serseri, İngilizler hakkında pek de iyi şeyler düşünmüyorlardı ve üstelik özgürce bu fikirlerini açıklamaktan da çekinmiyorlardı. Onları daha dikkatli konuşmaları için uyarmaya çalıştım, bu davranışları büyük sorunlara neden olabilirdi, ancak beni dinlemediler tabii. O malum gece, Joe epey sarhoştu ve tabancasıyla kasabada dolanarak bulaşabileceği bir kavga arıyordu. Sonra bara gelmeye karar verdi, çünkü burada kavgaya hazır birkaç İngiliz bulacağını biliyordu. Gerçekten de barda yarım düzine İngiliz vardı. Diğerlerinden ayrı duran Tom Scott, sobanın önünde tek başına dikiliyordu. Joe masalardan birine oturarak tabancasını üzerine koydu. ‘İşte, Jeff, sana söylüyorum,’ dedi bana doğru, ‘Ciğeri beş para etmez İngilizlerden biri çıkıp aksini ispatlamayı denesin de görelim.’ Onu durdurmayı gerçekten denedim beyler, ancak Joe kolayca yatıştırılabilecek biri değildi. Hiçbir erkeğin dayanamayacağı şeyler söylemeye başladı. Bir Meksikalı bile ülkesi hakkında bu kadar ağır laf işittikten sonra öfkeye kapılabilirdi. Barın içinde gergin bir ortam oluştu. Herkesin eli tabancasına uzanmıştı ki, tam bu sırada sobanın yanından kısık bir ses duyuldu. ‘Son duanı et, Joe Hawkins! Çünkü artık ölü bir adamsın!’ Joe arkasını dönüp masanın üzerinde duran silahına uzanmaya yeltendi, ancak çok geç kalmıştı. Tom Scott kendi tabancasını ona doğrultmuş, beyaz yüzünde bir gülümseme, gözlerindeyse şeytani kıvılcımlarla onu izliyordu. ‘O yaşlı ülke bana çok da iyi hizmet etmiş sayılmaz. Ama yine de hiçbir adam, karşımda ülkem hakkında kötü konuşup sağ kalamaz.’ Bir an için parmağının tetiğin üzerinde kımıldadığını gördüm, sonra aniden bir kahkaha atarak silahını yere savurdu. ‘Oh, Hayır!’ dedi, ‘Yarı sarhoş bir adamı vuramam. Pekâlâ, Joe, değersiz hayatını al ve bundan sonra daha iyi kullanmaya bak. Bu gece ölüme çok yaklaştın. Bundan sonra daha dikkatli olmalısın. Belki de en iyisi artık gitmen, ha? Yo, bana öyle bakma, çünkü senden ve senin tabancandan korkmuyorum.’ Bunları söyledikten sonra, yavaşça arkasını dönerek sobanın üzerine bıraktığı piposunu aldı. Bu sırada Alabama, İngilizlerin kulaklarında çınlayan kahkahalarıyla sessizce bardan ayrıldı. Yanımdan geçerken yüzünü gördüm, yüzünde cinayeti gördüm, beyler. Bu, hayatım boyunca gördüğüm her şeyden daha açık ve kesindi.
Olaydan sonra, barda oyalanarak Tom Scott’ın kendisini tebrik eden adamlarla el sıkışmasını izledim. Onu gülümserken ve neşeli görmek bana oldukça garip geldi, çünkü Joe’nun kana susamış aklının neler düşündüğünü tahmin ettiğimden İngiliz’in bir sonraki sabahı görme şansının çok düşük olduğunu biliyordum. Yerleşimden uzak bir bölgede yaşıyordu ve evine gitmek için sinekkapanlarla dolu bir dere yatağından geçmesi gerekiyordu. Bu kurumuş dere yatağı, gündüz vakti bile ıssız ve kasvetli bir yerdi; iki buçuk ya da üç metrelik dev yaprakların en ufak bir temasta hızla kapanmalarını izlemek, insanın sinirlerini geren bir görüntüydü. Gece karanlığında ise, etrafta kimsecikler olmazdı. Dere yatağının bazı yerleri yumuşak ve çamurlu bataklıkla kaplıydı, buraya atılan bir ceset sabaha kadar yok olup giderdi. Joe’yu bu bataklığın en karanlık köşesindeki dev sinekkapanın yaprakları altına gizlenirken hayal edebiliyordum. Yüzünde bir sırıtış ve elinde de tabancasıyla. Bunu gerçekten görebiliyordum, beyler, tıpkı kendi gözlerimle görmüş gibi!
Gece yarısına doğru Simpson barını kapatıyordu, bu yüzden hepimiz evlerimize dağıldık. Tom Scott üç millik yoluna hızlı adımlarla başlamıştı bile. Herifi sevdiğim için yanımdan geçerken onu uyardım; ‘Tabancanızı elinizin altında tutsanız iyi olur, bayım,’ dedim. ‘Çünkü onu kullanmak zorunda kalabilirsiniz.’ Yüzünde bir gülümsemeyle bana baktı ve sonra karanlıkta kayboldu. Onu bir daha görebileceğimi hiç sanmıyordum. Tam bu sırada Barmen Simpson yanıma gelip, ‘Sinekkapan çukurunda bu gece epey olay yaşanacak gibi, Jeff,’ dedi. ‘Çocuklar Joe’yu yarım saat önce oraya giderken görmüşler. Scott’ı gördüğü anda vurmaya kararlıymış. Galiba yarın şerife ihtiyacımız olacak.’
Ertesi sabah, herkes gece yaşananları konuşuyordu. Gün ağardığında Ferguson’un dükkânına gelen melezlerden biri, sabaha karşı bir sularında sinekkapanların yakınından geçtiğini söylemişti. Anlattıklarından bir anlam çıkarmak oldukça zordu, çünkü adam delicesine korkmuş görünüyordu. Ancak sözlerinden şu kadarını çıkarabildik; gecenin sessizliğinde hayatında duyduğu en korkunç çığlıkları işitmişti. Silah sesi yoktu, ancak bunun yerine tekrar tekrar yükselen, boğulmakta olan bir adamın ölümcül çığlıkları yankılanmıştı. Abner Brandon, ben ve o sırada dükkânda bulunan birkaç kişi daha hemen atlarımıza atlayıp sinekkapan koruluğundan geçerek, Tom Scott’ın evinin yolunu tuttuk. Yolda hiçbir iz göremedik; etrafta ne kan lekesi ne bir kavganın ya da boğuşmanın izleri ne de başka bir şey vardı. Tom Scott’ın evine ulaştığımızda ise, onun her zamankinden daha da canlı bir şekilde evden çıktığını gördük. ‘Selam, Jeff!’ dedi beni görünce. ‘Sonuçta tabanca kullanmaya gerek kalmadı, ha! Oh, hadi içeri girip birer içki alın, beyler.’
‘Gece eve gelirken bir şey gördün ya da duydun mu?’ diye sordum. ‘Yoo,’ diye cevap verdi. ‘Her şey sessiz ve sakindi. Bir baykuşun öttüğünü duydum o kadar. Hadi atlarınızdan inin de birer bardak alın.’ Abner hepimiz adına teşekkür ettikten sonra, hepimiz kasabaya geri döndük. Tom Scott da bizimleydi.
Döndüğümüzde, ana sokağın ortasında öfkeli bir kalabalık toplanmıştı. Anladığım kadarıyla, Amerikalılar iyice çığırından çıkmış, öfkeden deliye dönmüştü. Alabama Joe hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Gece pusu kurmak için sinekkapan korusuna gittiğinden beri kimse onu görmemişti. Atlarımızdan inerken, Simpson’ın barının önünde birikmiş bir kalabalık hiç de hoş olmayan bakışlarla Tom Scott’ı izliyordu. Tabancaların horozları çekilirken küçük bir tıkırtı duyuldu, Tom Scott’ın eli de göğsünde, tabancasının üzerindeydi. İngilizlerden hiçbiri görünürde yoktu. ‘Kenara çekil, Jeff Adams!’ diye seslendi Zebb Humphrey. ‘Bu mesele seni ilgilendirmiyor. Söyleyin çocuklar, özgür bir Amerikalı, lanet olası bir İngiliz tarafından kolayca öldürülebilir mi, ha!?’ Olaylar öyle hızlı oldu ki, ben daha neler olduğunu anlayamadan Zebb’in yere yığıldığını gördüm. Scott da kendisini tutmaya çalışan bir düzine adamla yerdeydi. Kurtulmaya çalışmanın bir yararı olmayacağı için sessizce yerde yatıyordu. Başta kimse ne yapacağından pek emin değildi, ancak sonra Alabama Joe’nun serseri arkadaşlarından biri onlara yol gösterdi. ‘Joe ortada yok. Onu bu adamın öldürdüğü kesin. Bazılarınız, dün gece Joe’nun bataklığa gittiğini biliyor ve hiç geri dönmedi. Onun ardından da bu İngiliz aynı yoldan geçti, yakınlardan çığlıklar duyulmuş. Size söylüyorum, bu sinsi İngiliz, zavallı Joe’yu tuzağa düşürüp onu öldürdü ve bataklığa attı. Cesedinin ortada olmamasının nedeni de bu. Burada durup İngilizlerin dostlarımızı öldürmesine izin mi vereceğiz? Bırakalım da ona ne olacağına kalabalık karar versin, tek söylediğim bu.’ Bir anda, ‘Onu linç edelim!’ diye bağırdı yüzlerce öfkeli ses. Bu sırada, ana caddede toplanmış olan herkes çevremizi sarıp bir daire oluşturmuştu. ‘Onu asalım! Simpson’ın kapısına asalım!’ diye bağırdı bir ses. Bir başkası, ‘Hayır, hayır! Onu bataklıktaki dev sinekkapanın üzerine asalım. Bırakalım da Joe intikamının alındığını görsün, ha!’ diye araya girdi. Kısa süre içinde karar verilmişti. İngilizlerden hiçbiri orada olmadığından, Scott’ın itiraz etme şansı yoktu. Atının üzerine bağlanarak, silahlı adamların ve kızgın kalabalığın eşliğinde koruluğa doğru yola çıktılar.
Ben de onları izledim. Scott için üzülüyordum, ancak o bundan hiç etkilenmemiş gibi görünüyordu, yüzünde en ufak bir korku belirtisi yoktu. Kurtulmak için hiçbir şansı yoktu. Bir adamı bir sinekkapana asmak kulağa tuhaf geliyor olmalı. Bu dev sinekkapanın gövdesi, normal bir ağaç gövdesi kadar kalın ve yaprakları da tekneler kadar genişti. Gövdesinin ortasında kocaman dikenler vardı.
Kalabalık en büyük sinekkapana ulaştığında onu gördük; yapraklarından bazıları açık, bazıları kapalıydı. Ama sinekkapandan daha kötüsü, ağacın çevresini sarmış tepeden tırnağa silahlı otuz kadar İngiliz’di. Bizi bekledikleri belliydi. Yüzlerindeki ciddi ifadeden burada bulunmalarının bir nedeni olduğunu ve bunu almakta da kararlı olduklarını okuyabiliyordunuz. Biz onlara yaklaştıkça hava giderek yoğunlaştı. Hepimiz gerginliği hissedebiliyorduk. Atımızı sürmeye devam ettiğimizde, iri yarı, kızıl sakallı bir İskoç -adı Cameron’dı- öne çıktı, tabancasının horozunu çekmiş ve tehditkâr bir havayla yukarı doğru kaldırmıştı. ‘Beni dinleyin, beyler,’ diye gürledi. ‘O adamın saçının tek bir teline zarar vermeye hakkınız yok. Joe’nun öldüğü henüz kanıtlanmadı, onu Scott’ınöldürdüğüne dair de bir kanıtınız yok. Üstelik, herkes Joe’nun onu vurmak için pusuya yattığını biliyor, eğer böyle bir şey olduysa bile, bu sadece nefsi müdafaa olabilir. Aksini iddia edecekseniz, karşınızda otuz altı silahlı adam bulacaksınız. Şimdi tekrar söylüyorum, o adamın kılına zarar vermeye hakkınız yok. Alabama Joe’nun yakın arkadaşı ise, ‘Bu ilginç bir iddia ve tartışmaya açık,’ diye konuştu. Aynı anda tetikler çekildi ve bıçaklar kılıflarından çıkarıldı. İki grup birbirine doğru yaklaşırken, havadaki gerginliği hissetmemek mümkün değildi. Anlaşılan, Montana’nın ölüm oranlarında ciddi bir artış yaşanacaktı. Kafasına bir silah dayanmış olan Scott arkada bekliyordu. Bu oyunda hiçbir söz söyleme hakkı olmadan sessizce bekliyorken, birden kulaklarımızda trampetler gibi gümbürdeyen çığlıklar atmaya başladı. ‘JOE! JOE!’ diye bağırıyordu. ‘Bakın, işte orada, sinekkapanın içinde!’ Hepimiz aynı anda dönerek işaret ettiği yere baktık. Yüce Tanrı’m! Sanırım bir daha hiçbirimiz kafamızdan o görüntüyü silemeyeceğiz. Geldiğimizde, kapalı duran dev yapraklardan biri yavaş yavaş açılıyordu. Beşiğinde yatan bir bebek gibi yaprağın boşluğuna kıvrılmış olan Joe, işte tam burada yatıyordu. Yaprak üzerine kapandığında, kocaman dikenler kalbine saplanmıştı. Yapraktaki izlerden, dışarı çıkmaya çalıştığını görebiliyorduk. Çıkabilmek için bıçağını da kullanmıştı, ancak anlaşılan bitki ondan hızlı davranmış olmalıydı. Scott’ı beklerken bu yapraklara yaslanmış olmalıydı ve sonra dev yapraklar üzerine kapanmıştı; tıpkı daha küçük olanların sineklerin üzerine kapandığı gibi. Ve işte karşımızdaydı; dev insan-yiyenin yaprakları ve dikenleriyle parçalanıp ezilmiş bir hâlde. İşte böyle beyler, bunun ilginç bir hikâye olduğunu kabul edersiniz sanırım.”
“Peki, ya Scott’a ne oldu?” diye sordu Jack Sinclair.
“Şey, onu omuzlarımızda geri götürdük. Hep beraber Simpson’ın barına gittik ve barmen orada bize birer içki ısmarladı. Bir de konuşma yaptı; gerçekten iyi bir konuşma. İngiliz aslanı ile Amerikan kartalının sonsuza dek beraber, kol kola yürüdüğü hakkında bir konuşmaydı. Uzun bir hikâyeydi beyler ve purom da artık bittiğine göre, eve doğru yola çıksam iyi olacak.” Böylece bize, “İyi geceler,” dileyerek aramızdan ayrıldı.
“Gerçekten de sıradışı bir hikâyeydi,” dedi Dawson. “Kim bir Dionaea’nın böyle bir güce sahip olacağını aklına getirirdi ki?”
“Saçma sapan bir hikâyeden başka bir şey değil,” dedi genç Sinclair.
“Dürüst bir adam bence,” dedi doktor.
“Ya da şimdiye kadar dinlediğim en iyi yalancı,” diye ekledim ben de. Doğrusu hangimizin haklı olduğunu merak ediyorum.
***

Doyle’un yayınlanan ilk hikâyesi elmaslar hakkında fantastik bir öyküydü. “Amerikalı’nın Hikâyesi” yayınlanan ikinci kısa öyküsüydü. Kan emen bitkiler hakkındaki hikâyeler bundan yüz yıl önce, dünyanın pek çoğu henüz keşfedilmemişken oldukça popülerdi. Phil Robinson’ın “İnsan Yiyen Ağaç”ı, Doyle’un hikâyesinden yaklaşık bir yıl kadar sonra yayımlandı. H. G.
Wells’inkan emici bir orkide hakkında yazdığı “Garip Orkide” adlı hikâyesi ise, 2 Ağustos 1894 yılında, kan emici Marslıları, dünyayı tehdit etmeden (“War of the Worlds”u kastediyor) tam üç yıl önce, Pall Mall Budget’te yayınlandı. Botanik vampirlerle ilgili bir başka hikâye de, Fred M. White’ın 1899’da Strand Magazine’de yayımlanan “Mor Dehşet” adlı öyküsüydü. Benzer bir konu işleyen Barry Pain’in “Ölüm Ağacı”nda ise ağaçlarda yaşayan bir vampir anlatılmaktaydı.
“Amerikalının Hikâyesi” yayımlandıktan sonraki yıl, Doyle profesyonel bir yazar olmak için tıp kariyerini bırakmıştır.

KUTUP YILDIZI’NIN KAPTANI

(Tıp öğrencisi John M’Alister Ray’in kişisel günlüğünden alınmıştır.)
11 Eylül
81º 40’ Kuzey enlemi, 2º Doğu boylamı. Hâlâ devasa buzulların arasında hareketsiz bekliyoruz. Kuzeyimize doğru uzanan parçanın büyüklüğü neredeyse İngiltere’nin büyüklüğüne eşit! Sağımızda ve solumuzda kırılmamış parçalar ufka doğru uzanıyor. Bu sabah, tayfalardan biri güneyde yeni buzulların toplandığını bildirdi. Erzakımız giderek azalıyor, eğer toplanan buzullar geçişimizi engelleyecek kadar kalınlaşırsa, durumumuz tehlikeye girebilir. Mevsimin sonu yaklaştı ve geceler tekrar beliriyor.
Bu sabah, ön serenin hemen üzerinde parıldayan bir yıldız gördüm. Bu, mayıs ayının başından bu yana gördüğüm ilk yıldız. Tayfalar arasında giderek artan bir huzursuzluk var. Çoğu, İskoç kıyılarında oldukça dolgun ücretler alabilecekleri ringa sezonundan önce eve dönmeyi istiyor. Şimdiye kadar bu huzursuzluklarını sadece asık suratları ve karamsar bakışlarıyla belli ediyorlardı, ancak bu öğleden sonra, Kaptan’a sıkıntılarını anlatabilmek için aralarından bir grup göndermeyi planladıklarını duydum. Buna vereceği tepkiden korkuyorum doğrusu, çünkü Kaptan oldukça sinirli biri ve kendi doğrularına yönelik en ufak bir başkaldırıya dahi tahammülü yok. Akşam yemeğinden sonra yanına gidip konuyu onunla konuşmalıyım. Diğer adamların herhangi birinden duyduğunda geri çevireceği bir konuyu, eğer benden duyarsa, biraz da olsa yumuşak davranabilir diye düşünüyorum.
Sancaktan bakıldığında, Spitzbergen’in kuzeybatı köşesi; beyaz buzulların birbirine bağladığı sarp volkanik kayalıklardan oluşmuş Amsterdam Adası görülebiliyor. Grönland’ın güneyinde yaşayan Danimarkalılarla bile aramızda kuş uçuşu en az dokuz yüz mil olduğunu düşünmek ürpertici. Bir kaptan böyle bir risk alıp, gemisini bu duruma sürüklediğinde korkunç bir sorumluluğu da kabul etmiş olur. Hiçbir avcı, mevsimin bu kadar ilerlediği bir dönemde bu kadar yüksek enlemlerde bulunmamıştır.

09:00
Kaptan Craigie ile konuştum. Sonuç pek tatmin edici olmasa da, beni sessizce ve hatta anlayışla dinlediğini söylemeliyim. Sözlerimi bitirdiğimde, yüzünde sık sık beliren o demirden kararlılık ifadesini takınarak, dar kamaranın içinde ileri geri dolanmaya başladı. Başta onu kızdırdığımı düşünerek korktum, ancak kısa bir süre sonra tekrar oturup, yavaşça elini koluma koyarak yanıldığımı gösterdi. Koyu renkli delici bakışlarının derinliklerinde sevecenlikle karşılaştığımda ise, oldukça şaşırdım. “Beni dinle, Doktor,” dedi. “Seni buraya getirdiğim için üzgünüm -gerçekten üzgünüm- ve senin güvenli bir şekilde Dundee Rıhtımı’naçıktığını görebilmek için hemen şimdi elli paunt verebilirdim. Fakat bu kez, bu benim için bir kazan ya da kaybet olayı. Balıklar kuzeyimizde. Nasıl kafanı sallayabilirsin, ha! Onları gördüğümü söylüyorum sana!” Hiçbir şüphe izlenimi göstermemiş olduğumdan emin olsam da, birdenbire öfkeyle parladı. “İki yüzden fazla balık ve her biri de en az üç buçuk metre uzunluğunda! Şimdi, Doktor, sence bu servetle aramda duran sadece ince bir buz parçasıyken, nasıl geri dönmemi beklersin? Eğer yarın rüzgâr kuzeyden esecek olursa, gemimizi doldurup soğuklar bizi yakalamadan önce buradan ayrılabiliriz. Rüzgâr güneyden esecek olursa… Şey, tayfalar hayatlarını riske atmak için para alıyorlar, öyle değil mi? Bana gelince, ikisi arasında çok fazla fark yok, beni öbür dünyaya bağlayan daha çok şey var zaten. Ama senin için üzüldüğümü itiraf ediyorum. Keşke senin yerine bir önceki yolculuğumda bana eşlik eden, yokluğunda kimsenin özlemeyeceği bir adam olan Angus Tait burada olsaydı. Oysa sen… Sen nişanlı olduğunu söylemiştin, değil mi?”
“Evet,” diye cevap verirken, saatimin zincirinden sarkan küçük madalyonu açarak Flora’nın resmini ona doğru uzattım.
“Kahretsin!” diye gürledi hızla sandalyesinden kalkarak. Sakalı öfkeyle kabarmıştı. “Senin mutluluğundan bana ne? Onun fotoğrafını burnumun dibinde sallamanı gerektirecek nasıl bir anlamı olabilir ki benim için?” Bu öfke anında bana vuracağını düşünürken, yeni bir küfür savurarak kamaranın kapısını hızla açıp güverteye doğru fırladı. Onun ardından bu beklenmedik patlama karşısında şaşkın hâlde orada kaldım. Bu, şimdiye kadar bana karşı öfkelendiği ilk seferdi. Ben bu satırları yazarken, hâlâ yukarı aşağı, heyecanlı adımlarla dolaştığını duyabiliyorum.
Aslında size onun karakterini anlatabilmek isterdim, ancak kendi kafamda bile onu tam olarak anlayamamışken, kâğıt üzerinde böyle bir şeye kalkışmak bana küstahlık gibi görünüyor. Birkaç kez onu gerçekten anlamaya başladığımı düşünsem de, karakterinin bambaşka bir özelliğini ortaya çıkarıp, beni şaşırtarak her seferinde bu düşüncelerimi boşa çıkardı. Bu satırları benden başka hiç kimse okumayacak olsa bile, Kaptan Nicholas Craigie hakkındaki fikirlerimi kaydetmeyi kendim için bir görev olarak görüyorum.
Bir adamın dış görünüşü, genellikle içinde sakladığı ruha dair işaretler verir. Kaptan uzun ve sağlam yapılı bir adam! Esmer ve yakışıklı bir yüzü var. Sinirli yapısından dolayı ya da belki içindeki müthiş enerjinin bir sonucu olarak kollarının ve bacaklarının sık sık seğirdiğini gördüm. Çenesiyle yüzü sert ve kararlı bir ifadeye sahip… Oysa gözleri yüzüne tamamen farklı bir anlam katıyor. Koyu ela, parlak ve canlı gözlerinde sürekli bir sabırsızlık görebiliyorsunuz ve bazen de içlerinde diğer bütün duygulardan çok dehşetle bağdaştırdığım bir ifade oluyor. Genellikle ilki baskın görünse de, düşünceli olduğu zamanlarda gözlerindeki bu korku giderek derinleşerek karakterine bambaşka bir özellik getiriyor. İşte bu anlarda öfkesi tüm kontrolünü ele geçiriyor. O da bunun farkında olmalı ki, sakinleşene dek genellikle kendini odasına kilitliyor, böylece ona yaklaşmamızı engelliyor. Rahat uyuyamadığını biliyorum; pek çok gece haykırdığın duydum, ancak kamarası benimkinden uzak olduğu için hiçbir zaman ne dediğini tam olarak anlayamadım.
Bu karakterinin bir yönü, son derece kaba ve itici tarafı… Her gün yan yana olmamızın sonucunda, onu yakından gözlemleyerek ortaya çıkardığım bu tarafının aksine sohbeti keyifli, iyi eğitim almış, bilgili ve bir denizci için fazlasıyla kibar bir adam. Ayrıca nisan ayının başında yakalandığımız fırtına sırasında gemiyi nasıl idare ettiğini de kolay kolay unutmayacağım. Onu daha önce hiç o gece çakan şimşeklerin ve uğuldayan rüzgârın içinde sağa sola koştururken olduğu kadar neşeli ve heyecanlı görmemiştim. Birkaç kez ölümün kendisi için hoş bir düşünce olduğunu söylemişti, bu onun gibi genç bir adam için fazlasıyla üzücü. Bıyıkları ve saçları kırlaşmaya başlamış olsa da, otuzundan fazla olduğunu sanmıyorum. Büyük bir kayıp yaşamış olmalı ve bu acı bütün hayatını ele geçirmiş. Belki Flora’mı kaybedecek olsam, ben de aynı durumda olurdum. Ah, Tanrı biliyor ya, eğer o olmasaydı rüzgârın kuzeyden mi yoksa güneyden mi eseceğini ben de umursamazdım.
Ayak seslerinden aşağı kamarasına indiğini duyabiliyorum, kapısını kilitlediğine göre kızgınlığı hâlâ geçmemiş olmalı. Yaşlı Pepys’in diyeceği gibi; mum sönmek üzere (artık geceler başladığı için gündüz vaktinde bile mum kullanmak zorundayız) ve artık yatma vakti geldi.

12 Eylül
Sakin, aydınlık bir gün… Hâlâ aynı yerde bekliyoruz. Güneydoğudan rüzgâr esiyor, ancak bir etki yaratamayacak kadar hafif. Kaptan’ın ruh hâli bugün daha iyi… Kahvaltıda dünkü kabalığı için benden özür diledi. Ancak hâlâ düşünceli görünüyor ve gözlerindeki o vahşi bakış henüz değişmedi. Bir İskoçyalı ona baktığında “ölümün eşiğindeki” bir adamı görebilir. En azından, gemideki Kelt tayfaların arasında bir tür kâhin gibi görünen baş makinistimiz böyle olduğunu düşünüyor.
Bu sert mizaçlı ve gerçekçi ırkın üzerinde batıl inançların bu kadar etkisi olması şaşırtıcı… Eğer kendim şahit olmasaydım, bunun ne kadar ileri gidebileceğine asla inanmazdım. Bu yolculukta bunun kusursuz bir örneğini yaşadık, ta ki cumartesi içkileriyle beraber adamlara birer doz sakinleştirici vermek zorunda kalana kadar! İlk belirtiler Shetland’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra başladı; dümendeki tayfalar gemi hareket ederken duydukları yaslı haykırışların bizi izlemeye devam ettiğini söylediler ve bir türlü bu düşünceyi üzerilerinden atamadılar. Bu hikâye, yolculuğumuz boyunca adamların arasında anlatılmaya devam etti ve fok avının başladığı karanlık gecelerde tayfalar işlerini yapmakta giderek daha çok zorlanmaya başladılar. Şüphesiz ki, duydukları, ya paslı zincirlerin gıcırtısı ya da yakınlardan geçen bir deniz kuşunun sesiydi. Pek çok gece hikâyelerini dinlemek için uyandırıldım, ancak hiçbir seferinde olağandışı bir ses duymadım.
Ancak adamlar o kadar emindiler ki, onlarla tartışmak mümkün değildi. Durumu Kaptan’a anlattığımda beni şaşırtarak, bunu oldukça büyük bir üzüntüyle karşıladı. Anlattıklarım onu fazlasıyla rahatsız etmiş görünüyordu. En azından onun bu tür saçmalıklara inanmayacağını düşünüyordum.
Tüm bu yersiz batıl inançlar sonunda bizi İkinci Kaptanımız Bay Manson’ın bir hayalet gördüğü dün geceye getirdi. Ya da en azından kendisi gördüğünü söylüyor, bu da aynı anlama gelir elbette. Aylarca sadece ayılardan ve balinalardan bahsettikten sonra, nihayet yeni bir sohbet konumuz olması da ilginç tabii. Manson, geminin hayaletli olduğuna ve eğer gidecek başka bir yer olsaydı, burada bir gün bile durmayacağına dair yemin ediyor. Bir şeyin onu gerçekten korkuttuğu kesin; biraz olsun sakinleşebilmesi için ona bir miktar kloral ile potasyum bromür vermek zorunda kaldım. Bir önceki gece içkiyi biraz fazla kaçırmış olabileceğini söylediğimde çok öfkelendi ve onu yatıştırabilmek için hikâyesini mümkün olduğunca ciddi bir ifadeyle dinledim. İtiraf etmeliyim ki, anlatış biçimi fazlasıyla içten ve gerçekçiydi.
“Köprüdeydim,” diye başladı, “Gecenin o en karanlık saatinde. Ay vardı, ancak önünden geçen bulutlar yüzünden gemiden fazla uzağı görmek mümkün değildi. Üst güvertede nöbet tutan zıpkıncı John M’Leod yanıma gelerek, sancak tarafında tuhaf bir ses duyduğunu söyledi.
Onun peşinden gittiğimde sesi ben de duydum; bazen bir çocuk ağlaması gibiydi bazen de acı içindeki bir kız gibi. On yedi yıldır bu işi yapıyorum ve daha önce genç ya da yaşlı hiçbir hayvanın böyle bir ses çıkardığını işitmedim. Orada durmuş bu sesi dinlerken, bulutların arasından ay çıktı ve ikimiz de sesin geldiği yönde, buzulların üzerinde hareket eden beyaz bir silüet gördük. Bir an onu gözden yitirdik, ancak sonra sancak pruvasının orada tekrar belirdi. Tıpkı buzun üzerinde zorlukla seçilebilen bir gölge gibiydi. Hemen tüfeklerimize uzandık ve gördüğümüzün bir ayı olabileceğini düşünerek aşağı indik. Buza indiğimizde M’Leod’u kaybettim, fakat sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye devam ettim. Bir mil kadar, belki de daha fazla sesin peşinden ilerledim. Sonra küçük bir tepeciğin etrafından dolandım ve onu karşımda, beni beklerken buldum. Ne olduğunu bilmiyorum. Ama bir ayı değildi. Uzun, ince ve beyazdı; ne bir kadın ne de bir erkekti. Ah, denizin dibini boylayayım! Çok daha kötüsüydü. Koşabildiğim kadar hızla geri koştum ve kendimi tekrar gemide bulduğumda Tanrı’ya şükrettim. Sözleşmemi imzaladığımda görevim gemide çalışmaktı ve gemide kalacağım, ancak güneş battıktan sonra buzun üstünde bir daha beni göremeyeceksiniz.”
Bu onun hikâyesi. Mümkün olduğunca kendi sözleriyle anlatmaya çalıştım. Kendisi kabul etmese de, gördüğünün genç bir ayı olduğuna inanıyorum, tehlike hissettiklerinde çoğu kez yaptıkları gibi, arka ayaklarının üzerine kalkmış olmalı. Karanlık bir gecede kesinlikle bir insan silüeti gibi görünebilir, özellikle de sinirleri fazlasıyla yıpranmış bir adama benzerler. Her ne olursa olsun, bu talihsiz olay tayfalar üzerinde son derece olumsuz bir etki yarattı. Yüzleri her zamankinden daha fazla asıktı ve artık memnuniyetsizliklerini çok daha açık şekilde gösteriyorlardı. Ringa balığı sezonunu kaçırmış olmalarının yanı sıra, kendi deyimleriyle “hayaletli” bir gemide sıkışıp kalmaları onları giderek daha sabırsız yapıyor. Aralarında en yaşlıları ve en güvenilirleri olan zıpkıncılar bile bu durumdan etkilenmiş görünüyorlar.
Batıl inançların neden olduğu bu saçma olay dışında her şey biraz daha iyi görünüyor. Güneyimizde birikmeye başlamış olan buz kütlesinin bir kısmı dağılmış durumda. Hava öyle açık ve güzel ki, neredeyse kendimi Grönland’la Spitzbergen arasındaki sıcak su akıntılarından birinin üzerinde sanacağım. Geminin etrafında denizanası ve çok miktarda karides var, bu da “balık” görme ihtimalimizin oldukça yüksek olduğuna işaret ediyor. Hatta akşam yemeği sırasında bir tanesinin su püskürttüğünü gördük, ancak teknelerle takip edilemeyecek kadar uzaktaydı.

13 Eylül
Köprüde Yardımcı Kaptan Bay Milne ile ilginç bir konuşma yaptım. Anlaşılan, Kaptan benim için olduğu kadar, kendi tayfası ve hatta geminin sahibi için bile büyük bir gizem. Milne’nin bana anlattığına göre, yolculuk sona erip ödemeler yapıldıktan sonra Kaptan hemen ortadan kayboluyormuş ve bir sonraki sezon yaklaştığında, ofise gelip kendisine göre iş olup olmadığını sorana dek kimse onu bir daha görmüyormuş. Dundee’de hiçbir arkadaşı olmadığını söyledi, ayrıca geçmişi hakkında bir şey bilen de yok. Şimdiki yerini tamamen güvenilirliği, cesareti ve en zor durumlarda bile soğukkanlılığını koruyabilmesi sayesinde elde etmiş. Onun bir İskoç olmadığı ve gerçek adını kullanmadığı yönünde de söylentiler var. Bay Milne’e göre, Kaptan’ınkendisini balina avcılığına bu şekilde adamasının tek nedeni, ölüme en yakın işin bu olması. Zira Kaptan’ın yapabileceği en tehlikeli işi seçerek her fırsatta ölüme meydan okuduğunu düşünüyor. Hatta bununla ilgili -eğer gerçekse- fazlasıyla ilginç bir hikâyesi de var. Anlattığına göre, bir seferinde, balık sezonu açıldığında ortalarda görünmemiş ve onun yerine geçici bir kaptan seçilmiş. Bu, son Rus-Türk savaşının yapıldığı yılmış. Bir sonraki bahar geldiğinde Kaptan boynunun kenarında, kravatıyla saklamaya çalıştığı derin bir yara iziyle ortaya çıkmış. Yardımcı Kaptan’ın, bu yarayı savaşta edindiği hakkındaki iddiaları doğru mu bilmiyorum. Ancak tuhaf bir tesadüf olduğu kesin.
Rüzgâr doğudan esiyor, ancak hâlâ çok güçsüz. Buzullar, dün olduğundan daha yakınmış gibi görünüyor. Dört yanımız gözün alabildiğine uzanan ve sadece küçük tepeciklerin karaltılarıyla lekelenmiş uçsuz bucaksız bir beyazlıkla çevrili. Buradan tek çıkış umudumuz olan güneydeki ince, mavi çizgi gün geçtikçe daha da daralıyor. Kaptan’ın sorumluluğu fazlasıyla büyük! Duyduğuma göre, patates tankı boşalmış bile. Bisküviler de azalıyor. Ancak o hâlâ kararlı ifadesini koruyor. Günlerinin çoğunu gözcü kulesinde dürbünle ufku tarayarak geçiriyor. Ruh hâli çok değişken ve sanki benden özellikle kaçınıyor gibi. Ama yine de önceki akşam gördüğüm o şiddetli öfke patlamasını bir daha göstermedi.

19:30
Artık çıldırmış bir adam tarafından yönetildiğimizi düşünüyorum. Kaptan Craigie’nin aşırılıklarını başka türlü açıklamak mümkün değil. Bu günlüğü tuttuğum için şimdi seviniyorum, onu engellemek zorunda kalırsak, bu günlük aldığımız kararları doğrulayacaktır, ancak elbette ki bu başvurulacak en son çare. Tuhaf olansa, alışılmamış davranışlarının açıklaması olarak deliliği ortaya atanın kendisi olması. Bir saat kadar önce ben kıç güvertesinde dolaşırken, o da köprüde durmuş her zamanki gibi dürbünüyle ufku tarıyordu. Gözcüler düzenli olarak geç saatlere kadar nöbet tuttuğundan, adamların çoğu çay içip biraz dinlenmek için aşağıda toplanmıştı. Yürümekten yorulunca, küpeşteye dayanarak etrafımızı saran buzullar üzerinde batan güneşin sıcak yansımalarını izlemeye daldım. Beni hayallerimden uyandıran, dirseğimin yanında duyduğum hırıltılı bir ses oldu. Dönüp baktığımda, Kaptan Craigie’in yanıma gelmiş ayakta dikilmekte olduğunu gördüm. Yüzünde korku, şaşkınlık ve neredeyse sevinçle karıştırılabilecek pek çok duygu baskınlık mücadelesi veriyordu. Soğuğa rağmen alnında büyük ter damlaları birikmişti ve korkunç derecede heyecanlı görünüyordu. Tüm vücudu seğirmeye başlamıştı ve ağzının etrafındaki çizgiler beklentiyle gerilmişti.
“Bak,” diye soludu dirseğimi yakalayarak. Gözlerini dikkatle baktığı buzulların üzerinden ayırmamıştı ve kafasını sanki hareket eden bir şeyi izliyormuş gibi yavaşça çeviriyordu. “Bak! İşte orada, orada! Bak! Kar tepeciklerinin arasında. Şimdi uzaktakinin arkasından çıkıyor. Onu görüyor musun? Onu görüyor olmalısın! Hâlâ orada. Benden kaçıyor. Ah, Tanrı’m! Benden kaçıyor. Ve gitti!”
Son iki kelimeyi o kadar büyük bir kederle fısıldadı ki, bir daha asla bu sesi unutamayacağım. Küpeştenin parmaklıklarına tutunarak yukarı çıkmayı denedi, böylece izlediği şey her neyse, onu son bir kez görebilecekti. Ancak gücü bu denemesine yetmedi ve sendeleyerek kamaralardan gelen ışığın altında nefes nefese yere yuvarlandı. Rengi öylesine solgundu ki bir an bayılacağını sandım. Hiç vakit kaybetmeden onu aşağıya, kamaraya indirerek sofaya uzanmasına yardım ettim. Daha sonra da ona biraz brendi verdim. Bu brendi, bembeyaz yüzüne yine renk gelmesini ve titreyen vücudunun biraz sakinleşmesini sağladı. Dirseklerinin üzerinde doğrularak etrafına bakındı ve yalnız olduğumuzdan emin olduktan sonra beni yanına çağırdı.
Onun gibi bir adamın doğasına tamamen yabancı o kederli sesle, “Onu gördün, öyle değil mi?” diye sordu.
“Hiçbir şey görmedim,” diye yanıtladım.
Başı tekrar yastıkların üzerine düştü. “Elbette göremezdi, dürbün olmadan göremezdi,” diye mırıldandı kendi kendine. “Onu göremezdi. Benim görmemi sağlayan dürbündü. Ve aşkın gözleri. Aşkın gözleri… İçeri kimseyi alma, Doktor. Benim deli olduğumu sanacaklar. Sadece kapıyı kilitle. İçeri kimse girmesin.”
Ayağa kalkıp istediğini yaptım. Bir süre sessizce yattı. Derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Sonra dirsekleri üzerinde tekrar doğrularak benden biraz daha brendi istedi.
“Öyle olduğumu düşünmüyorsun, değil mi Doktor?” diye sordu ben şişeyi dolaba yerleştirirken. “Bana söyle. Erkek erkeğe, sen deli olduğumu düşünmüyorsun, öyle değil mi?”
“Bence aklınızda bir düşünce var,” diye cevap verdim. “Bu düşünce sizi heyecanlandırıyor ve size zarar veriyor.”
“Çok haklısın, evlat!” diye haykırdı heyecanla, gözleri brendinin etkisiyle ışıldıyordu. “Aklımda pek çok düşünce var. Pek çok. Ama enlem ve boylamları hâlâ ölçebilir ve gerekli hesaplamaları hâlâ yapabilirim. Mahkemede benim deli olduğumu ispatlayamazsın, değil mi?” Doğrusu arkasına yaslanmış kendi akıl sağlığını böylesine soğukkanlılıkla tartışabiliyor olması garipti.
“Belki yapamam,” dedim. “Ama yine de bence bir an önce eve dönüp, daha sakin bir hayat yaşamaya başlamalısınız.”
“Eve dönmek, ha?” diye mırıldandı yüzünde alaylı bir gülümsemeyle. “Bu öğüdü kendine sakla, evlat. Küçük, güzel Flora ile sakin bir hayata başla… Kâbuslar deliliğin işareti midir?”
“Bazen.”
“Başka? Deliliğin ilk işareti ne olurdu?”
“Baş ağrıları, kulaklarda uğultu, gözlerinizin önünde parlamalar, sanrılar…”
“Ah! Onlara ne olmuş peki?” diye araya girdi. “Bir sanrıyı nasıl tanımlarsın?”
“Orada olmayan bir şeyi görmek sanrıdır.”
“Ama O oradaydı!” diye inledi. “ORADAYDI!” Böylece ayağa kalkıp kapıyı açarak, yavaş ve kararsız adımlarla bir sonraki sabaha kadar çıkmayacağını düşündüğüm kendi kamarasına gitti. Gördüğünü düşündüğü şey her ne ise, ona korkunç bir şok yaşatmış olmalıydı. Hâlâ gizemini koruyor olmasına rağmen, korkarım kendisinin de kabul ettiği gibi, artık mantıklı düşünemiyordu. Davranışlarının nedeninin suçluluk duygusu olduğunu sanmıyorum. Subayların ve tayfaların çoğu buna inansa da, ben bunu destekleyecek hiçbir şey görmedim. Suçluluk duyan bir adamdan çok, kötü kaderi yüzünden çok acı çekmiş biri gibi görünüyor; bir suçlu değil de asıl kurban oymuş gibi.
Rüzgâr bu gece güneyden esiyor. Eğer tek geçiş yolumuz olan o dar yol kapanırsa, oh, işte o zaman Tanrı yardımcımız olsun! Hapsolduğumuz kuzey kutup dairesinin ya da balina avcılarının deyimiyle “buz engeli”nin sınırındaki bu yerde, kuzeyden esen herhangi bir rüzgâr toplanan buzulları dağıtıp kaçışımıza izin verebilir, aynı zamanda da güneyden esecek rüzgâr arkamızdaki buzulları daha da sıkıştırarak, bizi iki buz kütlesi arasında bırakabilir. Kısacası, Tanrı yardımcımız olsun!

14 Eylül
Pazar günü. Nihayet bir tatil günü… Endişelerimde haklı olduğum ortaya çıktı. Bu arada güney yönündeki ince mavi şerit yok oldu. Artık etrafımızda hareketsiz beyazlıktan, buz kümelerinden ve buzulların muhteşem zirvelerinden başka hiçbir şey yoktu. Bu zirvelerin tepesinde ölümcül bir sessizlik hâkimdi. Dalgaların sesi, martıların çığlıkları ya da gerilmiş yelkenlerin hışırtısı da yoktu. Tayfaların mırıltıları ve geminin parlak güvertesi üzerindeki botlarının sesi, bu evrensel sessizliğin içinde kulağa alışılmadık ve yersiz geliyordu. Tek ziyaretçimiz bir kutup tilkisiydi. O da geminin yakınına gelmedi, belli bir mesafeden bizi inceledikten sonra buzun üzerinde hızla hareket ederek uzaklaştı. Bu da garipti aslında çünkü genellikle, daha önce insanla hiç karşılaşmadıklarından ve doğaları gereği oldukça meraklı olduklarından kolay yakalanmalarıyla tanınırlar.
İnanılmaz görünse de, bu önemsiz olay bile tayfalar arasındaki karamsar havanın artmasına neden oldu. “Bu küçük yaratık bile neler olduğunu anlayabiliyor. Evet ya, ne benim ne de sizin göremediğinizi görüyor o!” diye yorum yaptı zıpkıncılardan biri ve diğerleri de onaylar şekilde başlarını salladılar. Bu boş batıl inançlara dair onlarla tartışmak imkânsızdı. Geminin lanetli olduğuna kendilerini inandırmışlardı ve bunun aksini ispatlamaya çalışmak boşunaydı.
Kaptan, öğleden sonra yarım saatliğine kıç güvertesine çıkması dışında bütün gün boyunca kamarasında kaldı. Dışarı çıktığı bu sürede gözlerinin sürekli dünkü hayalin belirdiği noktada olduğunu gördüm. Her an yeni bir patlamaya hazır gibiydi, ancak hiçbir şey olmadı. Onun hemen yanında durmama rağmen beni fark etmedi bile. Başmühendis her zamanki gibi ilahiyi okudu. Balina avcılarının gemilerinde, ne subaylar ne de tayfalar arasında hiç Protestan olmamasına rağmen, her zaman Protestan kilisesinin bir kitabı olması ilginç. Adamlarımızın çoğunluğu Katolik, geri kalanlar ise Presbiteryen. Seremoni her iki taraf için de yabancı olduğundan, hiç kimse birinin diğerine üstün tutulduğundan şikâyet etmiyor, herkes büyük bir dikkatle okunan ilahileri dinliyor. Sanırım bu izlemek için mantıklı bir yol.

15 Eylül
Bugün Flora’nın doğum günü. Onun deyimi ile “erkeğini”, aklını yitirmiş bir kaptanın yönettiği, buz kütleleri arasına sıkışmış ve birkaç haftalık erzakı kalmış bu gemide onun bulunmaması ne kadar iyi. Hakkımızda haber alabilmek için her sabah “Scotsman” gazetesinin sevkiyat listesini incelediğinden eminim. Adamlara iyi örnek olabilmek için neşeli ve kaygısız görünmeliyim, fakat Tanrı biliyor ya, bazen kendimi fazlasıyla umutsuz hissediyorum.
Termometre bugün 19º F gösteriyor. Çok hafif bir rüzgâr var, o da istenmeyen yönden esiyor. Kaptan’ın keyfi yerinde, gece yeni bir hayal gördüğünü sanıyorum. Zavallı adam, sabah erkenden sessizce yanıma gelip, “Her şey yolunda, Doktor,” diye fısıldadı. “Bu, bir hayal değildi!” Kahvaltıdan sonra gemide ne kadar erzak kaldığını hesaplamamı istedi. İkinci Kaptan’la beraber bu görevi üstlendik. Sonuç beklediğimizden de kötüydü. Toplamda yarım tank bisküvi, üç varil tuzlu et ve çok az miktarda da kahve ve şekerimiz kalmış durumda. Dolaplarda konserve somon, kurutulmuş kuzu eti ve konserve çorba gibi lüks yiyeceklerden oldukça bol miktarda var, ancak elli kişilik bir mürettebat için bunlar uzun süre dayanmayacaktır. Depoda iki varil un ve herkese yetecek kadar da tütün var. Hepsi bu. Herkesin günlük payını yarıya indirsek bile, bunlar bizi en fazla yirmi gün idare edecektir. Daha fazlası mümkün değil. Bunu Kaptan’a bildirdiğimizde bizden herkesi kıç güvertesine toplamamızı istedi. Onu daha önce hiç bu kadar iyi durumda görmemiştim. Uzun, düzgün yapılı fiziği ve esmer, ciddi yüzüyle emirler vermek için doğmuş bir adamın bütün özelliklerini taşıyordu. Adamlarına hitap ederken denizcilere özgü bir dille, tüm tehlikelerin farkında olduğunun ve bunu takdir ettiğinin ancak herhangi bir kaçışa da asla göz yummayacağının işaretini vererek konuştu.
“Beyler,” diye başladı söze, “Sizi bu çıkmaza, eğer bir çıkmazsa tabii, sürüklediğimi düşünüyor olmalısınız. Ve bazılarınız da bana bunun için öfkeli. Ama şunu unutmayın ki pek çok mevsimde yaşlı Kutup Yıldızı hiçbir geminin yapamadığı kadar çok kazançla döndü ve hepiniz de bu kazançtan payınıza düşeni aldınız. Diğerleri borçlarını ödeyebilmek umuduyla tekrar sefere çıkarken, siz eşlerinizi güvenle, rahatlık içinde bırakıp bir sonraki yolculuğunuza çıktınız. Eğer biri için bana teşekkür edecekseniz, diğeri için de etmelisiniz, böylece ödeşmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Bundan önce de risk aldık ve başardık, şimdi başaramamış olmamız bize ağlayıp sızlanma hakkını vermiyor. Eğer en kötüsüyle karşılaşırsak, buz üzerinde ilerleyip fok balıklarının yakınında kamp kurabiliriz. Bu, bahara kadar dayanmamıza yetecektir. Ama buna gerek kalmayacak, üç hafta içinde tekrar İskoçya kıyılarını görebileceksiniz. Şu anda herkes günlük payını yarıya indirecek ve hiç kimseye ayrıcalık tanınmayacak. Eğer inancınızı yüksek tutarsanız, bundan önce pek çok seferde olduğu gibi bundan da kurtulmayı başaracağız.” Bu kısa, içten konuşma adamların üzerinde inanılmaz bir etki yarattı. Daha önce kendisine olan kızgınlık unutuldu ve size bahsettiğim batıl inançlı yaşlı zıpkıncı üç kez bağırarak Kaptan’ı selamladı, diğerleri de heyecanla bu tezahürata katıldılar.

16 Eylül
Rüzgâr gece yön değiştirdi, şimdi kuzeyden esiyor ve toplanan buz kütleleri yavaş yavaş dağılıyor gibi görünüyorlar. Erzak kısıtlamasına rağmen tayfaların ruh hâli iyi. Bir çıkış fırsatı doğarsa, zaman kaybetmemek için makine dairesindeki buhar sürekli canlı tutuluyor. Kaptan fazlasıyla coşkulu ve heyecanlı ama gözlerindeki o vahşi ifadeyi hâlâ görebiliyorum; daha önce de bahsettiğim o “ölüme yakın” bir adamın ifadesi bu. Ayrıca bu neşeli hâli, beni karamsarlığından daha fazla endişelendiriyor. Nedenini anlayamıyorum. Bu günlükte daha önce söz ettim mi bilmiyorum, Kaptan’ın garipliklerinden biri de kendi kamarasına kesinlikle girilmemesi konusunda çok katı davranmasıydı. Oysa bugün beni şaşırtıp bana anahtarını vererek, öğlen güneşin konumunu hesaplarken kullandığı saatini almam için beni kamarasına kendi gönderdi. Çok sade bir odaydı; lavabo, birkaç kitap ve duvarlarda birkaç resim dışında hemen hemen hiçbir şey yoktu. Resimlerin çoğu taklit yağlı boyalardı. Sadece bir tanesi; genç bir kadının portresinin resmedildiği suluboya bir tablo dikkatimi çekti. Bu portre, genellikle denizcilerin ilgisini çeken türden süslü bir kadın portresi değildi. Hiçbir ressam sadece hayal gücünü kullanarak böylesine merak uyandırıcı bir karakteri ve zayıflığı bir araya getirip resmetmeyi başaramaz. Hiçbir endişe ya da telaş belirtisi taşımayan pürüzsüz alnı, uzun kirpiklerin altından bakan sakin, hülyalı gözleri ve hemen üzerindeki uzun kaşlarının aksine son derece keskin hatlı, kararlı bir çene ve kendinden emin, güçlü bir ifadeye sahip dudaklar. Resmin köşesinde “M. B. 19”, yazıyordu. Sadece 19 yaşında birinin portredeki yüzün yansıttığı böylesine güçlü ve kararlı bir karaktere sahip olduğuna inanmak doğrusu zordu. Olağanüstü bir kadın olmalı diye düşündüm. Yüzü beni öylesine etkiledi ki, resme sadece kısa süreliğine bakmış olsam dahi, eğer bir ressam olsaydım şimdi her bir çizgiyi kusursuz bir şekilde buraya çizebileceğimden eminim. Kaptan’ın hayatında nasıl bir yere sahip olduğunu merak ediyorum. Resmi yatağının ucuna asmıştı, böylece gözleri her an bu güzel yüzün üzerinde dolaşabilirdi. Eğer biraz daha açık biri olsaydı, bu konu hakkında onunla konuşabilirdim.
Odasındaki diğer eşyalar arasında kayda değer başka bir şey yoktu: Üniformalar, bir tabure, küçük bir dürbün, tütün kutusu ve birkaç tane de pipo ve bir nargile. Bağlantı biraz uzak görünse de bu nargile, Bay Milne’nin savaş hikâyesine az da olsa bir gerçeklik payı katıyordu.

23:20
Genel konular hakkında uzun ve ilginç bir sohbetin ardından Kaptan biraz önce kamarasına indi. Çok okumuş birinin bilgisi ve düşüncelerini rahatlıkla ama dogmatik görünmemeyi başararak anlatmaktaki inanılmaz gücüyle, istediği zamanlarda oldukça etkileyici bir konuşmacı olabiliyor. Fikirlerimin küçümsenmesinden nefret ederim. O ise, kendi doğrularının üstünlüğünü karşısındakini küçümsemeden savunmayı başarabiliyor. Sohbetimiz sırasında, Aristo’nun ve Platon’un konu üzerindeki fikirlerinden ustaca alıntılar yaparak insan ruhunun doğasından bahsetti. Pisagor’un öğretilerine ve ruhun beden değiştirmesine karşı özel bir eğilimi var gibiydi. Konuşma sırasında, modern ruhanilik konusuna da değindik ve ben Slade hakkında alaycı birkaç şaka yaptım. Buna fazlasıyla alınmış görünerek, suçluyla masumları ayırmam gerektiği konusunda beni uyardı ve bunun, Yehuda’nın inandığı dine ihanet eden bir hain olduğu için Hristiyanlığı bir hata kabul etmekle aynı şey olacağını söyleyerek beni şaşırttı. Bundan kısa süre sonra da iyi geceler dileyerek yanımdan ayrıldı.
Kuzeyden esmeyi sürdüren rüzgâr güçleniyor. Geceler artık İngiltere’de olduğu kadar karanlık. Umarım yarın buzdan parmaklıklarımızdan kurtulmayı başarırız.

17 Eylül
Hayalet yine ortaya çıktı. Neyse ki sağlam sinirlere sahibim. Bu zavallı adamların batıl inançları ve gördükleri olayları anlatış biçimlerindeki abartılı içtenlik, onları yeterince iyi tanımayan herhangi birini dehşete düşürmeye yeterdi. Olayın birçok farklı yorumunu dinledim ancak kısacası hepsi aynı şeyi anlatıyordu; söylediklerine göre gece tekin olmayan bir şey geminin etrafında dolanıp durmuştu. Üstelik Peterheadlı Sandie M’Donald, Shetlandlı “Uzun” Peter Williamson ve Bay Milne bu esrarengiz şeyi görmüşlerdi. Bu kez üç tanık olduğundan, bu hikâye, İkinci Kaptan’ın hikâyesinden daha inandırıcıydı. Kahvaltıdan sonra Milne ile konuşarak, bu saçmalığa inanmaktan vazgeçmesini ve bir subay olarak adamlara daha iyi örnek olmasını istedim. Başını ağır ağır sallayarak ve büyük bir dikkatle, “Belki öyle, belki de değil, Doktor,” diye karşılık verdi. “Onun bir hayalet olduğunu söyleyemem. Hayatım boyunca bu tür deniz canavarı hikâyelerine inanmadım, bazıları bunları, hatta daha kötülerini gördüklerini söyleseler bile. Kolay kolay korkan biri değilim fakat şimdi burada gün ışığında benimle tartışmak yerine, gece karanlıkta yanımda olsaydın ve o korkunç şekli etrafta uğursuzca dolaşırken görseydin, sen de daha farklı düşünüyor olabilirdin. Bir an burada, sonra orada. Kaybolmuşçasına kederli ve ürkütücü o şeyi sen de görseydin, şimdiki gibi konuşamazdın.”
Tartışmanın yararsız olduğunu fark edince, ondan bir sonraki sefere beni hemen çağırmalarını istedim. Yüzünde bir dahaki sefer olmamasını dileyen bir ifadeyle isteğimi kabul etti.
Umduğum gibi, arkamızda kalan beyaz çöl her yönden onu kesip bölen ince, mavi şeritlerle parçalanmaya başladı. Bugünkü konumumuz 80º 52’ enlemiydi ki bu da güneye doğru güçlü bir kayma olduğunu gösteriyor. Rüzgâr şimdiki gibi esmeye devam ederse, bizi burada tutan engelin tıpkı oluştuğu gibi hızla dağılacağına şüphe yok. Şimdilik yapabileceğimiz tek şey, en iyisini umarak beklemek. Büyük bir hızla kaderci birine dönüşüyorum. Rüzgâr ve buz gibi belirsiz şartlarla uğraşırken bir adamın yapabileceği başka bir şey yok. Belki de Hz. Muhammed’in ilk takipçilerini “kısmet” düşüncesine inanmaya iten de rüzgâr ve Arabistan çöllerinin kumlarıydı.
Bu yeni işaretlerin Kaptan üzerinde fazlasıyla kötü etkileri oldu. Hassas aklını karıştıracağından korkarak, bu yeni hikâyeyi ondan saklamaya çalıştım fakat adamlar kendi aralarında konuşurken onları duydu ve olayları kendisine anlatmaları için ısrar etti. Tahmin ettiğim gibi, bu hikâye deliliğini en uç noktada ortaya çıkardı. Dün gece karşımda oturmuş, kıvrak zekâsı ve güçlü yargılarıyla, son derece kendinden emin ve yerinde eleştirileriyle felsefeyi tartışan adamla aynı kişi olduklarına inanmakta güçlük çekiyorum. Kıç güvertede tıpkı kafese konmuş bir kaplan gibi bir ileri bir geri dolanıyor. Ara sıra özlem dolu bir ifadeyle duraksayarak, gözleriyle buzulları tarayarak iç geçiriyor. Sürekli olarak sessizce mırıldanıyor. Bir keresinde sesli bir şekilde şöyle söylediğini duydum: “Ama zaman çok az, sevgilim. Çok az!” Zavallı adam, onun gibi cesur bir denizciyi ve kendini kanıtlamış bir beyefendiyi bu şekilde görmek, hayal gücünün insan aklına neler yapabileceğini ve gerçek tehlikenin dışarıda değil de insanın kendi kafasının içinde olduğunu düşündürüyor. Kendini böyle bir durumda bulan başka biri olmuş mudur? Aklını yitirmiş bir kaptanla, hayalet gören tayfalar arasında! Bazen gemideki tek aklı başında kişi benmişim gibi hissediyorum. İkinci Makinist hariç tabii. Bu kendi hâlindeki adam Kızıl Deniz’deki tüm şeytanlar karşısına çıksa da, aletlerine dokunmadıkları ve kendisini rahat bıraktıkları sürece onları umursamayacaktır.
Buzlar hâlâ kırılmaya devam ediyor ve görünüşe göre yarın sabah buradan ayrılmamız kesinlikle mümkün olacak. Eve gidip burada yaşadıklarımı anlattığımda, bunları uydurduğumu düşünecekler.

24:00
Bir bardak sert brendi sayesinde şimdi kendimi biraz daha sakin hissediyor olsam da, fazlasıyla sarsılmış durumdayım. El yazımdan anlaşılacağı üzere, henüz kendime gelebilmiş değilim. Yaşadığım bu garip olaydan sonra merak ediyorum; acaba benim kabul edemediğim şeyler gördüklerini söylediklerinde, gemideki herkesi deli olmakla suçlamakta haklı mıydım? Öf! Böylesine basit bir şeyin sinirlerimi germesine izin verdiğim için aptal olmalıyım; ama yine de bütün bu olanların ardından yaşadıklarımın özel bir anlamı olmalı çünkü daha önce alay ettiğim hâlde, şimdi ne Bay Manson’ın hikâyesinden ne de İkinci Kaptan’ın anlattıklarından şüphe edebilirim.
Aslında büyütülecek bir şey değil. Sadece bir ses, o kadar. Bu yazdıklarımı okuyacak olanların, eğer biri okuyacak olursa tabii, şu anda ne hissettiğimi anlamasını ve olayın üzerimdeki etkisini kavramasını bekleyemem. Akşam yemeğinin ardından içeri girmeden önce sessizce pipomu içebilmek için güvertedeydim. Gece çok karanlıktı. Öyle karanlıktı ki filikalardan birinin altında durduğum yerden köprüde duran subayı göremiyordum. Çevremizi saran buzdan denize hâkim korkunç sessizlikten daha önce bahsetmiştim. Dünyanın diğer yerlerinde, bu kadar çorak ve ıssız olsalar bile, havanın hafif bir titreşimini duymak mümkündür. Çok uzaklardaki insanların mırıltılı sesinden, ağaçlardaki yaprakların, kuşların kanatlarının sesinden, hatta yerdeki otların belli belirsiz hışırtısından oluşan bir uğultu. İnsan bu sesi tam olarak algılayamaz, ancak ses ortadan kalktığında onu özleyecektir. Sadece burada, bu kutup denizinde mutlak sessizlik ve hareketsizlik o dehşet verici gerçekliğiyle üzerinize çöker. Kulağınızın herhangi bir fısıltı yakalayabilmek için kendini zorladığını ve gemideki her ses üzerinde hevesle dolandığını fark edersiniz. İşte böyle bir sessizlikte küpeşteye dayanmış pipomu içiyorken, tam aşağıdan, buzun üzerinden o çığlık yükseldi. Keskin ve tüyler ürpertici, gecenin sessizliğini parçalayan, şimdiye kadar hiçbir primadonnanın ulaşmayı başaramadığı bir notadan başlayıp, taşıdığı sonsuz kederin ağırlığı ile giderek yükselen, kayıp bir ruhun son haykırışı gibi. Bu korkunç çığlık hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Dayanılmaz bir keder ve özlem yüklüydü fakat diğer yandan da içinde gizli, vahşi bir sevinç vardı. Çok yakınımdan yükselmiş olmasına rağmen hiçbir şey göremedim, orada uzun süre bekledim fakat çığlık bir daha tekrarlanmadı. Bunun üzerine, hayatımda hiç sarsılmadığım kadar sarsılmış bir şekilde aşağıya indim. Bu sırada Bay Milne saati ayarlamak için yukarı çıkıyordu. “Ee, Doktor? Bunu siz de duydunuz mu? Ah, belki de bir batıl inanç, ha? Şimdi ne düşünüyorsunuz?” Ondan özür dileyerek, en az onun kadar şaşkın olduğumu itiraf ettim. Belki de yarın olaylar çok farklı görünecek. Ama şu anda düşündüklerimin çok azını yazmaya cesaret edebiliyorum. Birkaç gün geçip, üzerimden bu şaşkınlığı silkeledikten sonra yazdıklarımı okuduğumda kendimi bu kadar zayıf olduğum için hor göreceğimden eminim.

18 Eylül
Hâlâ o sesin etkisinde, rahatsız ve uykusuz bir gece geçirdim. Bitkin yüzüne ve kızarmış gözlerine bakılacak olursa, Kaptan da rahat bir gece geçirmiş gibi görünmüyor. Ona dün gece yaşadıklarımı anlatmadım, anlatmamalıyım da. Zaten fazlasıyla huzursuz görünüyor, bir ayağa kalkıp bir oturmasından, yerinde duramayacak kadar gergin olduğunu görebiliyorum.
Bu sabah buzulların arasından geçebileceğimiz bir yol açıldı, buza attığımız demiri geri çekerek, güney batı yönünde on iki mil kadar yol aldık. Ama sonunda en az geride bıraktıklarımız kadar büyük bir buz kütlesi yine ilerleyişimizi durdurdu. Yapabileceğimiz başka bir şey olmadığı için tekrar demir atıp beklemeye başladık. Eğer rüzgâr şiddetini korursa, buzların yirmi dört saat içinde tekrar dağılacağını tahmin ediyorum. Denizde bir ayı balığı sürüsü gördük ve birini avlamayı başardık; üç buçuk metreden daha uzun, devasa bir yaratık. Kutup ayılarına bile kafa tutan, vahşi ve saldırgan hayvanlar bunlar. Neyse ki oldukça hantallar, bu yüzden avlanmaları pek tehlike yaratmıyor.
Kaptan bunun atlattığımız son tehlike olduğunu düşünmüyor olmalı, yoksa gemideki diğer herkes mucizevi bir şekilde oradan kurtulduğumuza ve çok yakında açık denize döneceğimize inanırken, onun karamsar tutumunu sürdürmesini başka şekilde açıklayamıyorum.
Akşam yemeğinden sonra yan yana oturduğumuzda, “Sanırım artık bir sorun kalmadığını düşünüyorsun, Doktor?” diye sordu.
“Umarım,” diye yanıtladım onu.
“Bu kadar emin olmamalıyız. Ama yine de haklısın. Kısa bir süre sonra hepimiz sevdiklerimizin kollarında olacağız, değil mi, evlat? Ama çok emin olmamalıyız. Çok emin olmamalıyız.”
Bir süre sessizce oturdu. “Bak,” diye devam etti sonra, “Burası en sakin anında bile fazlasıyla tehlikeli bir yer. Korkunç, vahşi ve tehlikeli bir yer. Böyle bir yerde adamların aniden kaybolduklarını biliyorum. Bazen sadece ayağının kayması yeterli olur. Sadece ayağın kayar ve kendini bir çatlaktan aşağı düşerken bulursun. Nereye battığını gösteren tek şey, su yüzeyindeki yeşil bir baloncuk olur. Bu çok garip,” diye devam etti sinirli bir kahkahayla. “Bu tehlikeli dünyada geçirdiğim onca yıl boyunca aklıma hiçbir zaman bir vasiyet hazırlamak gelmedi. Geriye bırakılacak çok şeyim olduğu için değil, ama bir adam tehlikeye bu kadar yakınken her şey için hazırlıklı olmalı. Sence de öyle değil mi?”
“Kesinlikle,” diye cevap verdim. Konuyu nereye getireceğini merak ediyordum.
“Her şeyi ayarladığını bilirse, kendini daha rahat hissedecektir,” diye devam etti. “Eğer bundan sonra bana bir şey olacak olursa, senin benim için bunu yapacağını umuyorum. Kamaramda çok az şey var, ama yine de hepsinin satılmasını ve paranın tayfalar arasında paylaştırılmasını istiyorum. Kronometreyi, yolculuğumuzun küçük bir anısı olarak senin almanı istiyorum. Elbette bu sadece bir varsayım ancak yine de fırsat bulmuşken bunu seninle konuşmak istedim. Gerektiğinde sana güvenebileceğimi sanıyorum?”
“Bundan emin olabilirsiniz,” dedim. “Konuyu açtığınıza göre, o hâlde ben de…”
“Sen?” diye araya girdi, “Senin bir şeyin yok! Aklından nasıl bir saçmalık geçiyor, ha? Daha hayatına yeni başlamış senin gibi genç bir adamın ölümden bahsetmek için nasıl bir sebebi olabilir ki?! Hemen güverteye çıkıp biraz temiz hava al ve bu saçmalıkları da aklından çıkar!”
Aramızdaki bu konuşmayı ne kadar çok düşünürsem, bana verdiği rahatsızlık o kadar artıyor. Tam da tehlikeyi atlattığımız bir zamanda neden böyle bir konuyu açmış olabilir ki? Buna neden olan şey deliliği olmalı. Acaba intiharı mı düşünüyor? Bir keresinde insanın kendi kendini öldürmesinin ne kadar iğrenç bir şey olduğu konusunda büyük bir ciddiyetle konuştuğunu hatırlıyorum. Yine de gözümü üzerinden ayırmamam gerektiğini hissediyorum, kamarasına giremeyecek olsam da en azından o dışarıda olduğu sürece yakınında olmaya çalışmalıyım.
Bay Milne korkularımı yatıştırarak bunun sadece, “Kaptan’ın tarzı” olduğunu söylüyor. Olaya benden çok daha aydınlık bir tarafından bakıyor. Ona göre, yarından sonraki gün buzdan tamamen kurtulup, bir sonraki gün Jan Meyen’den geçeceğiz ve bir haftadan biraz fazla bir süre sonra da tekrar Shetland’ı görüyor olacağız. Onun bakış açısı, Kaptan’ın karamsar önlemlerine karşı dengeyi sağlıyor, sonuçta yaşlı ve tecrübeli bir denizci, ayrıca konuşmadan önce söyleyeceklerini iyi tartıyor.
***
Uzun zamandır beklediğim felaket gerçekleşti. Bu konuda ne yazacağımı bilemiyorum.
Kaptan gitti. Bize tekrar dönebilir ancak bundan şüpheliyim. Bundan gerçekten şüpheliyim. Saat, 19 Eylül sabahının yedisi. Bütün geceyi bir grup denizciyle geminin önünde uzanan buzulları ondan bir iz bulma umuduyla araştırarak geçirdim, fakat boşuna… Kaptan’ın kayboluşuna ilişkin bazı şeyleri buraya yazmalıyım. Eğer bu satırları biri okuyacak olursa, bu yazdıklarımı varsayımlara ya da başkalarından duyduğum hikâyelere dayanarak değil; bizzat benim, iyi eğitim almış, aklı başında bir adamın, gördüklerime dayanarak yazdığımı hatırlamasını isterim. Bazı sonuçlara kendim varmış olsam da, gördüklerim tamamen gerçekti.
Daha önce yazdığım konuşmamızın ardından Kaptan ruh hâlini korumaya devam etti. Sinirli ve sabırsızdı, kendine özgü hareketlerle kollarını ve bacaklarını sebepsiz şekilde sallayıp duruyordu. On beş dakika içinde yedi kez ana güverteye çıkıp, hızlı adımlarla birkaç tur atıp tekrar aşağı indi. Her seferinde onun peşinden gittim çünkü yüzünde endişelerimi haklı çıkaran bir ifade vardı. Benim bu endişemi fark ettiğinde, en ufak şakaya bile kahkahalarla gülerek ve abartılı neşe gösterileriyle beni rahatlatmaya çalıştı.
Akşam yemeğinden sonra bir kez daha kıç güvertesine çıktı. Ben de onunlaydım. Seren direklerinin arasından esen melankolik rüzgârın dışında, gece karanlık ve sessizdi. Kuzeybatıdan gelen kara bir bulut, parçalı kollarını ayın arasıra görünen parlak yüzüne doğru uzatmıştı. Kaptan bir aşağı bir yukarı sabırsızca dolaşırken birden benim onu izlediğimi fark ederek yanıma geldi ve aşağıda olmamın benim için daha iyi olacağını söyledi. Bu da yanında kalmam gerektiği konusundaki kararımı daha da güçlendirdi.
Sanırım beni uyardıktan sonra oradaki varlığımı tamamen unuttu ve parmaklıklara dayanarak yarısı karanlıkta kalan, diğer yarısı ise ay ışığında ışıldayan uçsuz bucaksız buzdan çölü izlemeye daldı. Birkaç kez saatine baktığını gördüm ve bir keresinde de kısa bir cümle mırıldandı. Söylediklerinden tek bir kelimeyi duyabildim: “Hazır”. Onun karanlıkta belli belirsiz görebildiğim uzun silüetine bakarken, biriyle buluşmayı bekleyen bir adam gördüğüm düşüncesi ürpertici bir şekilde içimi doldurdu. Kiminle buluşacaktı? Parçaları bir araya getirdikçe korkunç bir düşünce ortaya çıkıyordu, fakat ben bu sonucu kabul etmeye kesinlikle hazır değildim.
Duruşu aniden değişince bir şey gördüğünü sandım. Hemen yanına yaklaştım. Geminin önünde uzanan ince bir sis tabakasına soru soran gözlerle bakıyordu. Işık üzerine düştüğünde sislerin arasında belirsiz bir şekil göründü. Ay ince bir bulut tarafından örtülmüştü, tıpkı bir anemonun ince zarı gibi.
“Geliyorum, sevgilim, geliyorum,” diye fısıldadı Kaptan. Sesi şefkat ve sevgi doluydu, tıpkı uzun zamandır beklenen bir kavuşma anında sevgilinin kulağına fısıldanacak o tatlı sözler gibi.
Bundan sonra olanlar o kadar aniydi ki müdahale edemedim.
Küpeştenin önüne doğru hızla fırladı, oradan da buzun üzerine; sisin içindeki o soluk, gizemli şeklin hemen hemen yanına kadar koştu. Kollarını onu kucaklayacakmış gibi öne uzattı ve kolları bu şekilde öne uzanmış şekilde, sevgi sözcükleri eşliğinde karanlığın içine doğru koşarak kayboldu. Orada öylece kalakaldım, sessiz ve hareketsiz. Sesi artık duyulamayacak kadar uzaklaşana dek, gözlerimi giderek belirsizleşen görüntüsünden ayırmadan orada bekledim. Onu bir daha göreceğimi düşünmüyordum ki tam o anda ay bulutların ardından sıyrıldı ve gökyüzünden parlak ışıklarıyla buzu aydınlattı. İşte o zaman, donmuş düzlük boyunca inanılmaz bir hızla ilerleyen karaltısını tekrar gördüm. Onu son görüşüm buydu; belki de öyle kalacak. Onu aramak için hemen bir ekip hazırlandı, ben de aralarındaydım. Ama adamlar bu konuda pek istekli değildi, bu yüzden hiçbir iz bulamadan geri döndük. Yeni bir ekip birkaç saat içinde toplanacak. Bu satırları yazarken, yaşananların kötü bir kâbus olmadığına kendimi zorlukla inandırabiliyorum.

19:30
Kaptan’ı aramak için çıktığımız ikinci seferden de elimiz boş ve yorgunluktan bitkin hâlde geri döndük. Yüzey boyunca en az yirmi millik bir alanı taramış olmamıza rağmen devasa buzulun sonu gelecekmiş gibi görünmüyordu. Gece öyle dondurucu olmuştu ki, buzun yüzeyi tamamen donmuş ve katılaşarak granit gibi sertleşmişti. Oysa karda bize yol gösterebilecek ayak izleri bulabilirdik. Mürettebat, bir an önce güneye doğru yola çıkmamız konusunda sabırsızlanıyor. Gece esen rüzgâr sayesinde buzlar arasında yolumuz açıldı ve artık ufukta denizi görebiliyoruz. Hepsi Kaptan Craigie’nin öldüğünü ve kaçma şansımız varken hayatımızı bir hiç uğruna riske attığımızı düşünüyor. Bay Milne ve ben, onları yarın akşama kadar kalmak için güçlükle ikna edebildik, fakat her ne şartla olursa olsun, bundan daha fazla kalmayacağımıza da söz verdik. Bu yüzden, birkaç saatlik dinlenmenin ardından son bir arama yapmayı kararlaştırdık.

20 Eylül akşamı
Bu sabah bir grup adamla buzulun güneyini boydan boya geçtik, Bay Milne ve ekibi de aramalarını kuzey yönünde yaptılar. On ya da on iki mil boyunca, başımızın üzerinde defalarca uçan ve uçuş yüksekliğinden bir şahin olduğunu tahmin ettiğim bir kuş hariç, tek bir canlı izine rastlamadan ilerledik. Buz kütlesinin güney ucu, denizin içine doğru giderek inceliyordu. Bu incelmenin başladığı yere geldiğimizde adamlar durdular, ancak ben en sonuna kadar gitmekte, böylece hiçbir ihtimali atlamadığımızdan emin olmakta ısrar ettim.
Yüz metre kadar ilerlemiştik ki Peterheadli M’Donald ileride bir şey gördüğünü söyleyerek koşmaya başladı. Hepimiz bahsettiği şeyi görebiliyorduk ve biz de peşinden koştuk. Başta buzun üzerinde siyah bir karaltıydı fakat yakınlaştıkça bir adamın şeklini almaya başladı ve en sonunda da aradığımız adama dönüştü. Buzun üzerinde yüzüstü yatıyordu. Pek çok buz kristali ve kar tutamı koyu renkli denizci ceketinin üzerini örtmüştü. Biz yaklaştığımızda hafif bir esinti bu kar tanelerini yakalayarak havalandırdı ve etrafa savurdu, tam bir kısmı tekrar aşağı çökerken esinti onları tekrar havalandırdı ve dönerek denize doğru uzaklaştılar. Bana göre, bu sadece rüzgârda uçuşan kardan ibaretti ama adamların çoğu, başta bir kadın şekli gördüklerini ve bu şeklin eğilip Kaptan’ı öptükten sonra denize doğru hızla uzaklaştığını iddia ettiler. Ne kadar saçma görünse de, hiç kimsenin fikrini küçümsememeyi öğrendim artık.
Kaptan Nicholas Craigie’nin mutlu bir şekilde öldüğü açıktı; donmuş yüzünde geniş bir gülümseme vardı ve kolları hâlâ onu ölümün ötesindeki o karanlık dünyaya çağıran ziyaretçisini kollarında sımsıkı tutuyormuş gibi gergindi.
Aynı gün öğleden sonra onu geminin sancağına sarılı olarak denize bıraktık. Cenaze töreninde konuşmayı ben yaptım ve onun nazik kalbine çok şey borçlu olan adamları, sert denizciler olmalarına rağmen çocuklar gibi ağlayarak, Kaptan’ın hayatı boyunca kendine özgü yöntemlerle etrafına saçtığı sevgisinin karşılığını gösterdiler. Töreni boş, kasvetli bir şapırtı ile bitirdik; o aşağı doğru bizden uzaklaşırken, onu izledim. Denizin derinliklerinde ufak beyaz bir şekil olana ve sonra da karanlıkta tamamen kaybolana kadar… Denizin ölülerini özgür bırakacağı ve NicholasCraigie’nin buzların arasından yüzünde bir gülümsemeyle ve kolları sıcak bir karşılamaya hazırlanır gibi uzanmış şekilde çıkacağı güne dek, orada derinliklerde, sırları, kederi ve tüm diğer gizemleri kalbine gömülü olarak yatacak. Diğer hayatta bu hayatında olduğundan çok daha mutlu olabilmesi için dua ediyorum.
Günlüğüme devam etmeyeceğim. Eve giden yol önümüzde açık bir şekilde uzanıyor ve bizi hapseden buzullar çok yakında sadece birer hatıraya dönüşecekler. Son yaşadığım olayların şokunu üzerimden atabilmek için biraz zamana ihtiyacım var. Bu günlüğe başladığımda, günlüğü bu şekilde bitirmek zorunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Boş kamarada oturmuş bu satırları yazarken, hâlâ onun güvertede hızlı hızlı dolanan ayak seslerini duyduğumu hayal ediyorum. Bu gece bana verdiği görevi yerine getirmek için onun kamarasına girdim. Her şey bir önceki seferde gördüğüm gibiydi; sadece daha önce tarif ettiğim, yatağının başucuna asılı olan resim, sanırım bir bıçak yardımıyla çerçevesinden sökülüp alınmıştı. Yaşadığım tuhaf olaylar zincirinin bu son halkası ile Kutup Yıldızı’ndaki yolculuğumu anlatan bu günlüğü bitiriyorum.
(Dr. John M’Alister Ray Sr.’ın notu: Oğlumun Kutup Yıldızı’nın Kaptanı’nın tuhaf ölümüyle ilgili günlüğünde anlattıklarını okudum. Olayların tam olarak onun anlattığı şekilde geliştiğinden kesinlikle eminim çünkü onun son derece sağlam sinirleri olan ve hayal gücünden yoksun, dürüstlüğe çok önem veren bir adam olduğunu biliyorum. Yine de hikâye öyle olağandışı ve belirsiz ki, bunların yayınlanması konusunda uzun süre kararsız kaldım. Ancak geçtiğimiz birkaç günde bu günlükte anlatılanlardan bağımsız olarak tanıklık ettiklerim, olaya bambaşka bir boyut kazandırdı. İngiliz Tıp Birliği’nin bir toplantısına katılmak için gittiğim Edinburgh’ta, şimdi Saltash, Devonshire’da görev yapan eski bir meslektaşım olan Dr. P… ile karşılaştım. Oğlumun yaşadıklarını ona anlattığımda, bana adamı tanıdığını söyledi ve onu oğlumun anlattıklarıyla neredeyse aynı, sadece daha genç bir adam olarak tarif etti. Söylediğine göre bu adam Cornish kıyısında yaşayan, eşsiz güzellikte genç bir kızla nişanlıydı. Ancak yolculuklarından biri sırasında sevgili nişanlısı korkunç bir şekilde hayatını kaybetmişti.)
***

Tüm diğer yazarlar gibi, Doyle da hikâyelerinde kendi deneyimlerinden yararlanır. İlk deniz macerası, birkaç ay boyunca geminin cerrahı olarak görev yaptığı balina avcısı The Hope ile yaptığı yolculuktan esinlenilmişti. Kutup Yıldızı buzullar arasında sıkışıp kaldıktan sonra, gemide görev yapmakta olan genç tıp öğrencisi John M’Alister Ray, kaptanları Nicholas Craigie’nin uzun zaman önce kaybettiği büyük aşkının kılığına bürünmüş bir hayalet tarafından gemiden nasıl uzaklaştırıldığını anlatır. Mürettebat, kaptanı kurtarmaya çalışır ancak ona ulaşamadan çok önce donarak hayatını kaybeder. Vampirlerin hepsi kan içmezler. Pek çoğu insanın yaşaması için gereken diğer şeylerle beslenirler. Craigie’in ölümüne neden olan bir hayalet olabileceği gibi, batılı örneklerinin aksine insanın vücut sıcaklığını emen bir Eskimo Vampir de olabilir. (Her iki durumda da John M’Alister Ray, Dr.John H. Watson’ın ilk kez vücut bulmuş hâli olarak yorumlanabilir.)
Doyle, 1890’da yayınladığı ilk derlemesine bu hikâyenin adını vermiştir: “Kutup Yıldızı”nın Kaptanı’.

JOHN BARRINGTON COWLES

BÖLÜM BİR
Zavallı arkadaşım John Barrington Cowles’ın ölümünü doğaüstü bazı olaylara yüklemek kabalık gibi görünebilir. Böyle bir sonuca varmadan önce güçlü kanıtların ortaya konması gerektiğinin de farkındayım.
Bu yüzden, böylesine üzücü bir sonuca neden olan tüm olayları mümkün olduğunca açık ve kesin bir şekilde açıklamaya çalışacağım ve kararı okuyucuya bırakacağım. Belki benim için hâlâ karanlıkta olan bazı noktalara ışık tutacak birileri çıkabilir.
Barrington Cowles’la tıp dersleri almak için gittiğim Edinburgh Üniversitesi’nde tanıştım. Northumberland Sokağı’ndaki ev sahibem, çocukları olmayan dul bir kadındı ve geçimini oldukça büyük olan evinin bazı odalarını öğrencilere kiralayarak sağlıyordu.
Barrington Cowles da aynı evde, benim bulunduğum katta bir oda kiralamıştı ve yemek yediğimiz küçük oturma odasını onunla paylaşıyorduk. Böylece, onunla öldüğü güne dek gölgelenmeden devam edecek sıkı bir arkadaşlık kurduk.
Cowles’ın babası muhafız alayı albayıydı ve yıllarca Hindistan’da görev yapmıştı. Oğluna dolgun bir harçlık vermesinin haricinde nadiren bir ebeveynin ilgisini ve şefkatini gösteriyordu; arasıra kısa mektuplar yazması hariç.
Kendisi de Hindistan’da doğmuş olan arkadaşım bu ilgisizlik yüzünden fazlasıyla incinmiş durumdaydı, annesini de kaybettiği için bu boşluğu dolduracak başka kimsesi de yoktu. Bu yüzden, bütün ilgisini benim üzerimde yoğunlaştırdı ve erkekler arasında sık rastlanmayan bir şekilde bana bağlandı. Hatta çok daha güçlü ve derin bir tutkuyla dolduğunda bile aramızdaki bu bağın etkilenmesine izin vermedi. Cowles uzun boylu, ince yapılı, esmer tenliydi ve koyu renkli gözlerinde duyarlı bir bakış vardı. Bir kadının dikkatini onun kadar çok çekecek pek fazla adam tanımadım. İfadesi genelde dalgın, hatta cansız olmasına rağmen, ilgisini çekecek bir konu açılacak olursa, birdenbire heyecanlanıyor ve hareketleri canlanıyordu. Böyle anlarda yüzü renkleniyor, gözleri parıldamaya başlıyordu. Bir şeyler anlatırken kendisini dinleyenleri de beraberinde sürükleyebilecek kadar iyi bir konuşmacıydı.
Doğuştan sahip olduğu tüm bu avantajlara rağmen, oldukça yalnız bir hayatı vardı, kadınlardan özellikle uzak duruyor ve tüm zamanını okumaya veriyordu. Kendi senesinin en başarılı isimlerinden biri olarak, anatomide üst düzey başarı ve fizikte Neil Arnott Ödülleri’ni almıştı.
O kızı ilk gördüğümüz anı öyle iyi hatırlıyorum ki! Tekrar tekrar o günü düşünüp, onu ilk gördüğümde bende uyandırdığı tam etkiyi bulmaya çalışıyorum. Onu tanıdıktan sonra bütün fikirlerim değişti, bu yüzden tarafsız olarak içgüdülerimin onun hakkında ne söylediğini merak ediyorum. Ancak daha sonradan içimde uyanan önyargıları göz ardı etmek oldukça güç.
1879 baharında İskoç Kraliyet Akademisi’nin açılışıydı. Zavallı arkadaşım sanata aşırı derecede düşkündü, güzel bir nota veya tuvaller üzerindeki nazik fırça darbeleri ona büyük bir zevk veriyordu. Resim sergisini dolaşmak için açılışa gitmiştik ve büyük salonda ayakta duruyorduk; tam bu sırada, odanın diğer ucunda duran son derece güzel bir kadını fark ettim. Bütün hayatım boyunca bu kadar etkileyici bir güzellik görmemiştim. Yunan heykellerinin güzelliğine sahipti; geniş bir alın ve mermer kadar pürüzsüz bir ten, yüzünü çevreleyen ipeksi bukleler, düzgün, zarif bir burun, ince ve belirgin dudaklar, yuvarlak ve yumuşak hatlı, buna rağmen güçlü bir karaktere işaret eden ince bir çene. Ve o gözler. O muhteşem gözler! Değişken ifadeleri hakkında biraz olsun fikir verebilecek olsaydım keşke. Bazen çelik gibi sert, ama aynı zamanda kadınsı bir şefkatle parıldayan, hükmetme gücüyle dolu, ancak bu yoğun gücün birdenbire kadınsı bir zayıflığın içinde eriyip kaybolduğu o muhteşem gözler. Ama bunları daha sonra öğrenecektim.
Genç bayanın yanında uzun boylu, sarışın biri vardı. Onun bir hukuk öğrencisi olduğunu hatırladım, kendisiyle uzaktan bir tanışıklığımız vardı. Archibald Reeves -adı buydu- dikkat çekici, yakışıklı bir adamdı ve bildiğim kadarıyla üniversitedeki her türlü çılgınlığın elebaşı sayılırdı. Onun hakkında son zamanlarda pek fazla şey duymamıştım, tek bildiğim nişanlandığı ve evlenmek üzere olduğuydu. O hâlde, diye düşündüm, yanındaki nişanlısı olmalıydı. Salonun ortasındaki kadife kanepeye oturarak, kataloğumun arkasından gizlice genç çifti izledim.
Ona baktıkça güzelliği beni daha da fazla etkiledi. Boyu biraz kısa olmasına rağmen, güzelliği ve duruşu öylesine kusursuzdu ki onun ortalamadan daha kısa olduğunu düşünmek için ancak başka biriyle kıyaslamanız gerekiyordu. Ben onları izlerken, Reeves başka birilerinin yanına çağrıldı ve nişanlısı yalnız kaldı. Kız, sırtını resimlere dönerek zaman geçirmek için etrafı izlemeye başladı, bu sırada onun güzelliğinden ve zarafetinden etkilenmiş bir düzine meraklı gözün kendisini izlediğini de görmezden geliyordu. Bir eli resimlerin önüne gerilmiş kırmızı ipek kordonda, kendinden emin bir ifadeyle çevresindeki yüzleri tek tek inceliyor, fakat sanki baktıkları duvarlardaki cansız tablolarmış gibi hiçbirine dikkat etmiyordu. Aniden bakışları bir yerde odaklandı ve yoğunlaştı. Böylesine güçlü bir şekilde dikkatini çeken şeyi merak ederek bakışlarını izledim.
John Barrington Cowles asalet ve gökyüzüne dair -sanırım Noel Paton’un bir tablosuydu- bir tablonun önünde duruyordu. Onu daha önce hiç bu kadar etkileyici görmemiştim. Daha önce yakışıklı biri olduğunu söylemiştim, ancak o anda olağanüstü görünüyordu. O anda nerede olduğunu unuttuğu ve kendini tamamen incelediği resmin güzelliğine kaptırdığı belliydi. Gözleri ışıldıyordu ve esmer yanakları hafifçe pembeleşmişti. Kız büyük bir dikkatle ona bakmayı sürdürdü. Ta ki arkadaşım daldığı düşüncelerden uyanıp aniden başını çevirene dek, böylece bakışları karşılaştı. Kız hemen bakışlarını çevirdi ama Barrington bir süre daha ona bakmayı sürdürdü. Tabloyu unutmuştu bile ve ruhu bir kez daha yere inmişti.
Gece boyunca birkaç kez daha onu gördük ve arkadaşımın gözlerinin özellikle onu aradığını fark ettim. Ancak oradan ayrılıp Princess Sokağı boyunca kol kola yürümeye başlayana dek; kız hakkında hiçbir yorum yapmadı.
“Siyah elbiseli, beyaz kürklü o güzel kadını sen de fark ettin mi?”
“Evet, fark ettim.”
“Onu tanıyor musun?” diye sordu merakla. “Kim olduğu hakkında bir fikrin var mı?”
“Onu şahsen tanımıyorum ama onun hakkında her şeyi öğrenebileceğimi sanıyorum,” dedim. “Nişanlısı Archie Reeves ile pek çok ortak arkadaşımız var.”
“Nişanlısı!” diye haykırdı Cowles.
“Ne oldu, dostum,” diye güldüm. “Daha önce bir kez bile konuşmadığın bu kızın nişanlı olmasına üzülecek kadar duyarlı olduğunu söyleme sakın bana!”
Kendini zorlayarak o da güldü; “Şey… Tam olarak üzdüğü söylenemez. Ama itiraf etmeliyim ki hayatımda hiç kimse beni bu kadar çok etkilemedi. Sadece yüzünün güzelliği değil -kaldı ki bu da başlı başına yeterli bir sebep aslında- aynı zamanda bu yüzün karakteri ve taşıdığı zekâ pırıltıları da. Umarım, eğer gerçekten nişanlıysa, onu hak edecek biriyle nişanlıdır.
“Bu kadar içten konuştuğuna bakılacak olursa,” diye belirttim, “Bu ilk görüşte aşk olmalı, Jack. Eğer seni rahatlatacaksa, onu tanıyan biriyle karşılaştığımda senin için birkaç soru sorabilirim.”
Barrington Cowles bana teşekkür etti ve sonra sohbetimiz başka konularda devam etti. Sonraki birkaç gün boyunca ikimiz de bu konudan bahsetmedik, ama arkadaşım her zamankinden biraz daha dalgın ve düşünceli görünüyordu. Bir gün üniversitenin merdivenlerinde ikinci dereceden kuzenim, genç Brodie’ye rastladığımda olayı neredeyse unutmuştum. Brodie’nin yüzünde yeni haberler getirdiğine dair bir ifade vardı.
“Reeves’i tanıyorsun, değil mi?” diye başladı söze.
“Evet. Ne olmuş ona?”
“Nişanı iptal edilmiş!”
“İptal mi?” diye haykırdım. “Daha geçen gün nişanlandığını duymuştum.”
“Oh, evet, ama şimdi tamamen bitti. Bana kardeşi söyledi. Eğer kendisi bundan vazgeçtiyse, gerçekten de iki yüzlülük etmiş çünkü nişanlısı çok tatlı bir kızdı.”
“Onu görmüştüm,” dedim. “Ama adını bilmiyorum.”
“Adı Bayan Northcott. Yaşlı teyzesiyle beraber Abercrombie’de oturuyor. Kimse, akrabalarının kim olduğu ya da nereden geldiği hakkında bir şey bilmiyor. Ama dünyadaki en talihsiz kız olduğu kesin, zavallı şey.”
“Neden?”
“Şey, bu onun ikinci nişanı,” diye anlatmaya başladı Brodie. Herkes hakkında her şeyi bilmekle övünürdü. “Daha önce Prescottile, ölen William Prescott ile nişanlıydı. Çok üzücü bir hikâye! Düğün tarihi bile belirlenmişti ve birden ölüm haberi gelince bu tam bir şok yarattı.”
“Şok mu?” diye sordum, olayı biraz hatırlar gibi olmuştum.
“Evet, Prescott’ın ölümü. Bir gece, Abercrombie’ye onları ziyarete gelmiş ve geç saatlere kadar kalmış. Kimse tam olarak ne zaman oradan ayrıldığını bilmiyor, ancak gece saat bir gibi, onu tanıyan bir arkadaşı hızla Queen’s Parkı’na doğru giderken görmüş kendisini. Ona selam vermiş fakat Prescott onu görmezlikten gelerek yoluna devam etmiş. Son kez, canlı olarak o zaman görülmüş. Bundan üç gün sonra, cesedi St. Anthony Kilisesi’nin aşağısındaki St. Margaret Gölü’nde yüzerken bulunmuş. Kimse tam olarak neler olduğunu bilmese de, son karar geçici delilik olduğu yönündeydi.”
“Çok garip,” diye fikrimi belirttim.
“Evet, üstelik zavallı kız için de son derece korkunç,” dedi Brodie.“Şimdi de bu. Kız gerçekten yıkılmış olmalı. Oysa ne kadar nazik ve duyarlı biri…”
“Onu tanıyorsun, o hâlde?” diye sordum.
“Oh, evet, tanıyorum. Onunla birkaç kez karşılaştım. Seni de onunla tanıştırabilirim.”
“Şey, bu kendim için istediğim bir şey değil. Daha çok bir arkadaşım adına. Ama bu olayın ardından hemen dışarı çıkacağını sanmıyorum. Bir süre sonra teklifini memnuniyetle kabul edebilirim.”
El sıkıştık ve bundan sonra uzunca bir süre konu hakkında düşünmedim.
***
Bayan Northcott ile ilgili anlatacağım bir sonraki olay pek hoş olmamasına rağmen, onunla ilgili her şeyi açıkça ortaya koymak için bunu yapmak zorundayım. Bu anlatacaklarım ileride yaşanacaklara ışık tutacağı için, mümkün olduğunca açık ve ayrıntılı olmaya çalışacağım. Kuzenimle yaptığımız bu konuşmadan birkaç ay sonra, soğuk bir gecede, katıldığım bir toplantıdan eve dönerken, şehrin en ücra sokaklarından birinden geçiyordum. Saat oldukça geç olmuştu ve ben meyhanelerden birinin kapısı önünde toplanmış birkaç ayyaşın arasından geçmeye çalışıyordum. Bu arada biri aralarından fırlayarak önüme çıktı ve sarhoş bakışlarla elini bana uzattı. Gaz lambasının ışığında yüzü tamamen aydınlandığında, büyük bir şaşkınlıkla karşımda duran bu adamın, bir zamanlar okulun en şık giyinen ve en popüler gençlerinden biri olan Archibald Reeves olduğunu fark ettim. Hayrete düşmüş olsam da, bu yüzü tanımamak mümkün değildi. Şimdi alkolün etkisiyle şişmiş olsa da, hâlâ eski etkileyici hatları görmek mümkündü. Sadece bir geceliğine de olsa onu kurtarmaya karar verdim.
“Merhaba, Reeves!” dedim. “Hadi benimle gel, sizin tarafa doğru gidiyorum.”
Durumuyla ilgili tutarsız bir şeyler mırıldanarak benden özür diledi ve koluma girdi. Beraber kaldığı yere doğru yürürken durumunun sadece bir gecelik sarhoşluktan ibaret olmadığını fark ettim. Uzun süredir devam eden bu aşırılık hem sinirlerini hem de aklını etkilemeye başlamıştı. Elleri kuru ve sıcaktı ve kaldırıma düşen her gölgeden irkilerek korkar olmuştu. Konuşurken kendi kendine sayıklıyordu, bu sayıklamalar bir sarhoşunkinden çok, aklını yitirmek üzere olan bir adamın anlamsız sayıklamalarıydı.
Onu evine götürdüğümde giysilerinin bir kısmını çıkarmasına yardım ettim ve onu yatağına yatırdım. Nabzı oldukça hızlı atıyordu ve ateşi çıkmış gibiydi. Kendinden geçmiş görünüyordu; bu yüzden odadan çıkıp ev sahibesiyle konuşmaya, ona göz kulak olmasını istemeye karar verdim. Aniden doğrularak, beni kolumdan yakaladı.
“Gitme,” diye sızlandı. “Burada olduğun zaman kendimi güvende hissediyorum. Sen buradayken O’ndan korkmuyorum.”
“O’ndan mı?” dedim. “Kimden?”
“O kadından! O’ndan!” diye huysuzca yanıtladı beni. “Ah, O’nu tanımıyorsun. Şeytanın ta kendisi o. Güzel. Çok güzel!
Ama bir şeytan!”
“Ateşin var ve kendinde değilsin. Biraz uyumayı dene. Uyandığında daha iyi hissedeceksin.”
“Uyumak?” diye homurdandı. “Karanlıkta yatağımın ucunda oturduğunu ve o muhteşem gözlerle sürekli beni izlediğini gördüğüm hâlde nasıl uyuyabilirim? Sana söylüyorum, içimdeki tüm erkekliği ve gücü benden çekip alıyor. Bu yüzden içiyorum. Tanrı yardımcım olsun. Şimdi de yarı sarhoşum!”
“Sadece çok hastasın,” dedim şakaklarını biraz sirkeyle ovarak. “Bu yüzden sanrılar görüyorsun. Söylediklerinin farkında değilsin.”
“Evet, farkındayım,” diye sertçe yanıtladı bana bakarak. “Ne söylediğimin farkındayım. Bunu başıma ben sardım. Bu benim tercihimdi. Ama aksini kabul edemedim. Ah, Tanrı’m, bunu yapamadım. Ona olan sadakatimi devam ettiremedim. Bir adamın yapabileceğinden çok fazla bu!”
Yatağının bir yanında, alevler içindeki elini avuçlarımın arasında tutarak oturdum ve söylediklerini düşündüm. Bir süre sessizce yattı, sonra gözlerini bana doğru çevirerek ağlamaklı bir sesle, “Neden beni daha önce uyarmadı?” diye fısıldadı. “Neden ben onu sevmeyi öğrenene kadar bekledi?”
Bu cümleyi birkaç kez tekrarladı, bir yandan da ateşler içindeki başını sağa sola sallıyordu. Sonunda yorgun düşerek rahatsız bir uykuya daldı. Odadan çıktım ve ona iyi bakılacağından emin olduktan sonra oradan ayrıldım. Ancak izleyen günler boyunca sözleri kulaklarımda yankılanıp durdu ve bundan sonra yaşanacaklar düşünüldüğünde, bu sözler daha da derin bir anlam kazandı.
Arkadaşım Barrington Cowles yaz tatili için uzaktaydı ve birkaç ay boyunca ondan haber alamadım. Ancak kış ayları yaklaştığında, ondan Northumberland Sokağı’ndaki eski odamızı tekrar kiralamamı ve hangi trenle geleceğini bildiren bir telgraf aldım. Onu karşılamaya gittiğimde arkadaşımı son derece sağlıklı ve keyifli görmek beni memnun etti.
“Bu arada,” dedi aniden, şömine başında oturmuş yaz tatilinde neler yaptığımızdan bahsederken. “Beni hâlâ tebrik etmedin!”
“Hangi konuda, dostum?” diye sordum.
“Ne! Yani nişanlandığımı duymadığını mı söylüyorsun?”
“Nişan mı? Hayır!” dedim şaşkınlıkla. “Ama bunu duyduğuma çok sevindim, seni tüm kalbimle tebrik ediyorum.”
“Bunu nasıl duymadığını merak ediyorum,” dedi. “Çok ilginç bir tesadüf aslında! Akademinin açılışında çok beğendiğimiz o kızı hatırlıyor musun?”
“Ne!” diye haykırdım. Kalbimde aniden büyük bir endişe belirmeye başladı. “Bana O’nunla nişanlandığını mı söylüyorsun?”
“Şaşıracağını düşünmüştüm,” dedi. “Peterhead, Aberdeenshire’da yaşlı teyzemin yanında kaldığım sırada Northcottlar da ziyaret için oradaydılar. Ortak tanıdıklarımız olduğu için de kısa süre sonra tanıştık. İlk önce nişanlı oluşu hakkındaki endişelerimin boşuna olduğunu öğrendim. Sonrasında ise, eh, Peterhead gibi bir yerde onun gibi bir kızla birlikte olduğunda sonrasında neler olabileceğini benim anlatmama gerek yok sanırım. En önemlisi,” diye ekledi, “Aptalca ve sabırsızca bir şey yaptığımı düşünüyordum. Ama bir an bile yaptıklarımdan pişman olmadım. Kate’i tanıdıkça ona daha çok hayran oluyorum ve onu daha çok seviyorum. Yine önce onunla tanışman gerek, böylece onun hakkında kendin karar verebilirsin.”
Mümkün olduğu kadar sevinmiş görünerek buna çok memnun olacağımı söyledim, ancak içten içe büyük bir endişe hissediyordum. Reeves’in sözleri ve genç Prescott’ın talihsiz kaderini hatırladıkça, bunun için elimde belli bir kanıt olmasa bile, o kadına karşı derin bir güvensizlik ve korku beni ele geçirdi. Belki de bu aptalca bir ön yargıydı ya da boş bir batıl inanç. Hatta belki benim çılgın teorilerime uyması için, istemeyerek de olsa, onun söylediklerini ve yaptıklarını biraz çarpıtmış olabilirim. En azından anlattıklarımı açıklamak için bazılarının iddiaları buydu. Eğer birazdan anlatacağım gerçeklere rağmen bu düşüncelerini devam ettirebiliyorlarsa, o hâlde böyle düşünmeye devam edebilirler.
Birkaç gün sonra arkadaşımla beraber Miss Northcott’ı görmeye gittik. Abercrombie’den aşağı doğru yürürken acı içinde bir köpek havlaması duyduğumuzu hatırlıyorum; sonunda sesin gitmekte olduğumuz evden geldiği ortaya çıktı. Bizi üst kata aldılar ve burada Bayan Northcott’un teyzesi Bayan Merton ve genç hanımefendinin kendisiyle tanıştırıldım. Her zamanki gibi güzel görünüyordu ve ona bakınca arkadaşımın bu kadına neden âşık olduğunu anlayabiliyordum. Yüzü her zamankinden biraz daha pembeleşmişti ve elinde biraz önce acı inlemelerini işittiğimiz küçük bir İskoç Teriyeri’ni cezalandırmak için kullandığı kalın bir köpek kamçısı tutuyordu. Zavallı hayvan duvarın kenarına sinmiş acıyla inliyordu, belli ki iyice korkmuştu.
“Ee, Kate,” dedi arkadaşım yerlerimize oturduktan sonra, “Yine Carlo ile mi uğraşıyorsun?”
“Bu sefer sadece küçük bir uyarı,” diyerek etkileyici bir şekilde gülümsedi. “Yaşlı ve iyi bir dost o, ama ara sıra yaptıklarının düzeltilmesi gerekiyor.”
Sonra bana dönerek, “Bu hepimiz için geçerli, Bay Armitage, öyle değil mi? Hayatlarımızın sonunda alacağımız bir ceza yerine, kötü bir şey yaptığımızda, tıpkı köpeklerde olduğu gibi, biz de hemen anında cezalandırılsak, bu daha iyi olmaz mıydı? Bu, bizi daha dikkatli yapmaz mıydı?”
Ona katıldığımı söyledim.
“Bir adamın yanlış bir şey yaptığında dev bir el tarafından yakalanıp kendinden geçinceye dek kırbaçlandığını düşünürsek…” Konuşurken bir yandan da beyaz parmaklarını doladığı kırbacı vahşi bir şekilde sıkıyordu. “Bu, onu iyi tarafta tutmak için üstün ahlak teorilerinden çok daha etkili bir yöntem olmaz mıydı?”
“Kate,” diye araya girdi arkadaşım, “Neden bugün bu kadar zalimsin?”
Güldü. “Hayır, Jack. Ben sadece Bay Armitage’e düşünebileceği bir teori sunuyorum.”
Daha sonra ikisi Aberdeenshire’daki anılarından bahsetmeye başladılar, ben de kısa sohbetimiz boyunca sessiz kalmış olan Bayan Merton’u inceleme fırsatı buldum. Oldukça garip görünüşlü, yaşlı bir kadındı. Görünüşüyle ilgili ilk dikkat ettiğiniz şey, mutlak bir renk ihtiyacıydı. Saçları kar gibi beyaz, yüzü de son derece solgundu. Dudakları kansız ve hatta gözleri bile o kadar açık bir maviydi ki, hemen hemen hiçbir canlılık belirtisi göstermiyordu. Gri ipek elbisesi de bu genel görünüşü ile uyum içindeydi. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı, ancak ne anlama geldiğini o anda yorumlamak mümkün değildi.
Elindeki nakışla uğraşırken kollarını kımıldattıkça elbisesi kuru, melankolik bir sesle hışırdıyordu, tıpkı sonbahar yaprakları gibi. Görünüşünde hüzünlü ve kederli bir şeyler vardı. Sandalyemi biraz daha yaklaştırarak Edinburgh’u beğenip beğenmediğini ve burada ne kadar zamandır bulunduğunu sordum. Onunla konuştuğumda şaşırarak korkmuş bir ifadeyle bana baktı. Ve sonra yüzündeki o ifadenin anlamını fark ettim. Korkuydu. Kahredici ve derin bir korku. Bu o kadar belirgindi ki, zavallı kadının hayatında çok kötü deneyimler ya da korkunç talihsizlikler yaşadığına emindim.
“Oh, evet, beğendim,” diye cevap verdi yumuşak, ürkek bir sesle. “Ve uzun süredir buradayız. Yo, aslında çok uzun sayılmaz. Ama buraya taşınalı epey oldu.” Tereddüt ederek, sanki yanlış bir şey söylemekten çekinerek konuşuyordu.
“İskoçya’nın yerlilerindensiniz sanırım,” dedim.
“Hayır. Tam olarak değil. Hiçbir yerde yerli sayılmayız. Biliyorsunuz, biz kozmopolitiz.” Göz ucuyla Bayan Northcott’a baktı, ancak o ikisi hâlâ pencere kenarındaki sohbetlerini sürdürüyorlardı. Sonra aniden bana doğru eğilerek, yüzünde son derece yoğun bir içtenlikle şöyle dedi:
“Lütfen benimle daha fazla konuşmayın. Bundan hoşlanmıyoruz ve siz gittikten sonra muhtemelen bunun cezasını çekeceğim. Lütfen bunu yapmayın.”
Bu ricasının nedenini ona soracaktım ama buna hazırlandığımı görünce, yavaşça doğrularak odadan ayrıldı. Bu sırada âşıkların sohbetlerine ara verdiklerini ve Bayan Northcott’un keskin, gri gözlerle beni süzdüğünü fark ettim.
“Teyzemi bağışlamalısınız, Bay Armitage,” dedi. “Kendisi yaşlı ve çabuk yoruluyor. Lütfen buraya gelip albümüme bakın.”
Bir süre portreleri inceleyerek zaman geçirdik. Bayan Northcott’un anne ve babası sıradan insanlar gibi görünüyorlardı ve ikisinin de yüzlerinde kızlarının yüzündeki karakterin işaretleri görünmüyordu. Ama resimlerin arasında eski bir fotoğraf özellikle dikkatimi çekti. Kırk yaşlarında ve çok yakışıklı bir adamın fotoğrafıydı. Düzgünce tıraş olmuş yüzü, sert hatlı çenesi ve keskin dudakları olağanüstü bir güç ifadesi taşıyordu. Ama gözleri, yüzüne gömülmüş derin çukurlar gibiydi ve alnının üst kısmında görünüşünün etkileyiciliğini azaltan yılan şeklinde bir yara izi vardı. Neredeyse istemeyerek, adamı işaret ettim, “İşte Bayan Northcott, ailede kime benzediğinizi bulduk.”
“Öyle mi düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Korkarım bana çok kötü bir iltifatta bulunuyorsunuz. Anthony amcam her zaman ailedeki kara koyun olarak bilinirdi.”
“O hâlde,” dedim, “Kuşkusuz talihsiz bir benzetme yaptım.”
“Oh, önemli değil,” dedi. “Ben her zaman ailedekilerin toplamından daha değerli olduğunu düşünmüşümdür. 41. Alay’da subaydı, Pers Savaşı sırasında hayatını kaybetti; bu yüzden, oldukça asil bir şekilde öldü.”
“Ben de böyle bir ölüm isterdim,” diye araya girdi Cowles. Heyecanlandığı zamanlarda olduğu gibi koyu renkli gözleri parıldıyordu. “Her zaman bu berbat ilaç işindense, babamın işini seçmeyi istemişimdir.”
“Hadi ama, Jack, daha ölmeyeceksin,” dedi, şefkatle arkadaşımın elini kendi elleri arasına alarak.
Onu anlayamıyordum. Onda beni şaşırtan, erkeksi bir kararlılıkla kadınsı bir şefkatin olağanüstü bileşimi vardı. Bu yüzden, eve dönerken Cowles o kaçınılmaz soruyu sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemedim.
“Ee, O’nun hakkında ne düşünüyorsun?”
“Bence büyüleyici bir güzelliğe sahip,” dedim dikkatle.
“Bu doğru,” dedi sertçe. “Ama bunu onunla tanışmadan önce de biliyordun.”
“Üstelik oldukça da zeki,” diye ekledim.
Barrington Cowles bir süre sessizce yürüdü, sonra aniden bana dönerek o tuhaf soruyu sordu:
“Acımasız olduğunu düşünüyor musun? Yani başkalarına acı vermekten hoşlanan bir kız olduğunu düşünüyor musun?”
“Şey, aslında hakkında bir yargıya varmak için çok kısa bir süreydi.”
Ben bunu söyledikten sonra sessizce yürümeyi sürdürdük.
“O yaşlı bir aptal,” diye mırıldandı Cowles sonunda. “Çıldırmış.”
“Kim?”
“Kim olabilir? O yaşlı kadın, -Kate’in teyzesi- Bayan Merton ya daadı her neyse.”
İşte o zaman, zavallı renksiz arkadaşımın Cowles’le de konuştuğunu anladım ama tek öğrenebildiğim buydu.
Arkadaşım o gece erkenden yattı ama ben duyduklarımı ve gördüklerimi düşünerek uzun süre ateşin başında oturdum. Kız hakkında çözemediğim bir gizem olduğunu düşünüyordum; öyle karanlık bir sır ki, tüm varsayımlara meydan okuyordu. Evliliklerinden önce Prescott’la görüşmelerini düşündüm, sonra da gecenin sonunda yaşananları. Bunları Reeves’in sarhoşken acıyla sızlanırken söyledikleri ile birleştirdim. “Neden bana daha önce söylemedi,” demişti ve söylediği diğer şeyleri düşündüm. Daha sonra aklım Bayan Merton’a ve beni nasıl uyardığına kaydı, Cowles’in kadından nasıl bahsettiğini ve hatta zavallı inleyen köpekle kırbacı düşündüm.
Hatırladığım ve bir araya getirdiğim bütün parçaları düşündüğümde, o kız hakkında hiç hoş olmayan şeyler çıkıyordu karşıma; ancak yine de onun hakkında kesin bir yargıya varmama neden olacak elle tutulur bir nedenim yoktu. Onu neye karşı uyaracağıma tam olarak karar vermeden arkadaşımı uyarmaya kalkmak, durumu daha da kötüleştirebilirdi. Kıza karşı yapacağım her suçlamayı görmezden gelecekti. Ne yapabilirdim? Daha önce yaşananlar ve kızın karakteri hakkında nasıl somut bir yargıya varabilirdim? Edinburgh’ta hiç kimse onları tanımıyordu. Kız bir yetimdi ve bildiğim kadarıyla bundan önce nerede yaşadığıyla ilgili hiçbir zaman konuşmamıştı. Aniden aklıma bir fikir geldi. Babamın arkadaşlarından Albay Joyce, ayaklanmaya kadar uzun süre Hindistan’da görev yapmıştı ve muhtemelen oradaki pek çok subayı tanıyordu. Hemen bir kâğıt alarak, Albay’abir mektup yazmaya koyuldum. Ona 41. Alay’da görev yapmış ve Pers Savaşı’nda hayatını kaybetmiş olan Yüzbaşı Northcott hakkında bazı şeyler öğrenmek istediğimi söyledim. Fotoğrafından aklımda kalan bütün ayrıntıları hatırlamaya çalışarak adamı tarif ettim ve bitirir bitirmez de, daha o gece mektubu postaya verdim. Yapabileceğim her şeyi yaptığımdan emin olduktan sonra yattım, ancak uyuyamayacak kadar endişeliydim.

BÖLÜM İKİ
İki gün içinde Albay’ın yaşadığı yerden, Leicester’dan cevap geldi. Bu satırları yazarken mektup karşımda duruyor ve kelimesi kelimesine buraya aktarıyorum:

“Sevgili Bob,”diye başlıyordu. “Adamı gayet iyi hatırlıyorum.
Kelküta’da onunla beraberdik ve sonrasında da Haydarabat’ta.
Pek fazla kimseyle konuşmayan, içine kapanık ve tuhaf bir adamdı. Ama bir asker olarak oldukça cesurdu ve kendini Sobraon’da ispatladı, doğru hatırlıyorsam burada yaralanmıştı. Kendi birliğinde pek sevilmeyen biriydi, onun acımasız ve soğukkanlı bir adam olduğunu, içinde hiçbir merhamet kırıntısı olmadığını söylüyorlardı. Hakkında şeytana taptığına dair söylentiler vardı ya da buna benzer bir şey. Ah, ayrıca onda nazar olduğunu da söylüyorlardı, ancak bu tamamen saçmalık. Bazı garip teorileri olduğunu hatırlıyorum, insan iradesinin gücü ve aklın maddeler üzerindeki etkisine dair tuhaf teorilerdi.
Tıp eğitimin nasıl gidiyor? Sakın unutma, oğlum, ne zaman ihtiyaç duyarsan sana her şekilde yardıma hazırım.
    Sevgilerle, EDWARD JOYCE.

Not: Bu arada Northcott çatışmada ölmedi. Ateşkes sağlandıktan sonra, büyük bir çılgınlık anında, Güneşe Tapanlar’ın tapınaklarından sonsuz ateşi çalmaya çalışırken öldürüldü. Ölümü hakkında aydınlanmamış pek çok soru işareti var.
Mektubu birkaç kez okudum; başta tatmin olmuştum, fakat daha sonra bu his yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. Bazı ilginç bilgiler edinmiştim ama hiçbiri de benim istediğim gibi değildi. Sıradışı bir adamdı, şeytana tapıyordu ve nazarın gücüne sahip olduğu söyleniyordu. Genç hanımın soğuk, gri gözlerinde birkaç kez gördüğüm o buz gibi ışıltılardan sonra, sıradan bir insanın yapamayacağı kötülüklere neden olabileceklerine inanabilirdim, ancak bu tür bir batıl inanç kesin bir sonuca varmak için çok zayıftı. Şu cümlede gizli bir anlam yok muydu: “İnsan iradesinin gücü ve aklın maddeler üzerindeki etkisine dair tuhaf teorileri vardı.” Bir keresinde, bazı insanların zihin güçleri ve bu güçleriyle yapabilecekleri hakkında, o zaman şarlatanlık olduğunu düşündüğüm bir makale okumuştum.
Bayan Northcott da böyle özel bir yeteneğe mi sahipti?
Bu fikir gittikçe güçlendi ve kısa bir süre sonra da bu fikrimi destekleyecek bir olay yaşadım.
Tam da bu konu üzerinde düşündüğüm sırada gazetede bir ilan gördüm; ünlü medyum Dr. Messinger şehrimizi ziyaret edecekti. Messinger’ın gösterileri, konunun uzmanı pek çok otorite tarafından tekrar tekrar “gerçek” olarak duyurulmuştu. Yaptıkları hileden çok uzaktı ve ayrıca hayvansal manyetizmaların psişik bilimi ve elektrobiyoloji konularında bilinen en güçlü otorite olarak kabul ediliyordu. İşte bu nedenle, insan iradesinin yapabileceklerini görmeye kararlı bir şekilde, gösterinin ilk gecesi için bir bilet aldım ve okuldan birkaç arkadaşım ile gösteriyi izlemeye gittim.
Yanlardaki localardan birini ayırttık ve gösteri başlayana kadar oraya gitmedik. Yerime oturmak üzereyken, Barrington Cowles’i nişanlısı ve yaşlı Bayan Merton ile sahnenin önündeki üçüncü ya da dördüncü sırada otururken gördüm. Hemen hemen aynı anda onlar da beni gördüler ve selamlaştık. Gösterinin ilk bölümü tamamen sıradandı, Messinger kendi getirdiği eşyaları kullanarak birkaç hokkabazlık numarası yaptı ve hipnozla ilgili bir şeyler söyledi. Hatta trans hâlindeyken rastgele kişilerin sorduğu sorulara verdiği cevaplar yardımıyla görülemeyen şeyleri görebilme yeteneği üzerine de küçük bir gösteri sundu. Verdiği cevapların hepsi tatmin ediciydi. Ancak bunları daha önce de görmüştüm. Asıl görmek istediğim, onun salondaki herhangi biri üzerindeki iradesinin etkisiydi.
Gösterisinin son bölümünde sıra buna geldi. “Size,” dedi, “hipnotize edilenin tamamen hipnotize edenin kontrolü altında olduğunu gösterdim. Hipnotize edilen kendi özgür iradesini tamamen kaybeder ve düşündükleri, onu etkileyen zihnin ona telkin ettiklerinden ibarettir. Aynı etkiyi herhangi bir ön hazırlık yapmadan da elde etmek mümkündür. Güçlü bir zihin, kendinden daha zayıf olan bir zihni uzaktan dahi kontrol edebilir. İnsanoğlunun diğer üyelerinden daha güçlü bir irade geliştirmiş olan kişinin diğerleri üzerinde baskı kurup onları yönetmemesi ve onları kendi isteklerini yerine getiren robotlara dönüştürmemesi için hiçbir sebep yoktur. Neyse ki her insan zihninin belli bir gücü vardır, ya da belki de zayıflığı demeliydim, bu yüzden böyle bir felaketin gerçekleşmesi mümkün değil. Yine de irade güçleri arasında ufak farklılıklar, oldukça ilginç sonuçlara yol açabiliyor. Şimdi seyircilerden birini seçerek, tamamen irade gücüyle onu kendi istemi dışında sahneye çıkmaya ve benim söylediklerimi söylemeye zorlayacağım. Sizi temin ederim ki, bu kesinlikle önceden ayarlanmış bir gösteri değil ve seçeceğim kişi böyle bir gösterinin parçası olmak istemiyorsa, buna itiraz etme hakkı var.”
Bunları söyledikten sonra, sahnenin ön kısmına gelerek bakışlarını seyirciler arasında dolaştırdı. Medyum kısa bir an durakladıktan sonra hemen onu seçtiğine göre, şüphesiz Cowles’in esmer teni ve parlak gözleri onu heyecanlı biri olarak göstermek için yeterliydi. Messinger bakışlarını arkadaşımın üzerinde yoğunlaştırdı. İlk anda yüzünde kısa bir şaşkınlık ifadesi belirse de, hemen sandalyesine yerleşerek teslim olmamaya kararlı olduğunu gösterdi. Karşısındaki büyük bir zihin gücüne sahip değildi belki, ancak bakışlarının yoğun ve etkileyici olduğu da kesindi. Bu keskin bakışların altında Cowles’in elleri birkaç kez kımıldandı, sanki sandalyesinin kollarını daha sıkı kavramak istiyormuş gibi. Ve sonra yarı doğruldu fakat yeniden yerine oturmayı başardı. Tabii ki bunu yapabilmek için belli bir çaba sarf etmiş gibi görünüyordu. Büyük bir ilgiyle bu olayı izlerken, bir anlığına Bayan Northcott’un yüzündeki ifadeyi gördüm. Gözlerini sahnedeki medyuma dikmiş, büyük bir dikkatle onu izliyordu, yüzündeki ifade öyle yoğun bir konsantrasyon ifadesiydi ki, böyle bir ifadeyi daha önce hiç kimsenin yüzünde görmemiştim. Çenesi kilitlenmiş, dudakları birbirine bastırılmış ve yüzü mermerden oyulmuş bir heykel gibi katılaşmıştı. Çatık kaşlarının altında gözleri soğuk bir ışıltıyla parıldıyordu. Cowles’in ayağa kalkıp sahneye çıkmasını beklerken, birden sahneden kısa bir çığlık geldi. Bu, uzun süren zorlu bir mücadeleyi kaybetmiş birinin sesiydi. Messinger sahnedeki masasına dayanmış, elleriyle terli alnını ovuyordu. “Devam edemeyeceğim,” diye seslendi seyircilere. “Bana karşı gelen, benden daha güçlü bir zihin var. Bu akşam için beni affetmelisiniz.” Adam açıkça bitkin düşmüştü ve devam edemeyecek gibi görünüyordu ve bu yüzden perde kapandı. Medyumun durumu hakkında çeşitli yorumlar eşliğinde seyirciler dağıldılar.
Arkadaşım ve bayanlar gelene kadar salonun dışında bekledim. Cowles yaşadıkları hakkında gülüyordu.
“Beni ele geçiremedi, Bob!” diye zaferle bağırdı elimi sıkarken. “Sanırım bu sefer çetin bir cevize çattı!”
“Evet,” diye araya girdin Bayan Northcott, “Bence Jack bu güçlü iradesiyle gurur duymalı, öyle değil mi, Bay Armitage?”
“Bunun için çok uğraştım,” dedi arkadaşım ciddi bir ifadeyle. “Ne kadar garip bir his olduğunu tahmin edemezsiniz. İçimdeki bütün güç benden alınmış gibiydi, özellikle adam sahnede yıkılmadan hemen önce.”
Bayanları evlerine bırakmak için onlarla beraber yürüdüm. Cowles önde Bayan Merton ile birlikte yürüyordu, ben de kendimi genç hanımla beraber arkada onları izlerken buldum. Başta hiçbir şey söylemeden yürüdüm ama sonra ona karşı kabalık etmiş olsam bile, dayanamayarak aniden aklımdakileri söyleyiverdim.
“Bunu siz yaptınız, Bayan Northcott.”
“Neyi ben yaptım?” diye sordu kısaca.
“Hipnozcuyu hipnotize ettiniz. Sanırım yaşananları en iyi açıklayan tanım bu olur.”
“Ne kadar garip bir fikir,” diye güldü. “O hâlde güçlü bir iradem olduğunu mu söylüyorsunuz?”
“Evet,” dedim, “Tehlikeli derecede güçlü.”
Şaşırmış şekilde sordu. “Neden tehlikeli?”
“Bana göre, böylesine bir etki yaratabilecek güçteki her irade tehlikelidir. Çünkü her zaman kötü amaçlar için kullanılma ihtimali vardır.”
“Beni korkunç biri olarak gösteriyorsunuz, Bay Armitage,” dedi ve sonra aniden yüzüme bakarak ekledi, “Benden hiçbir zaman hoşlanmadınız. Bunun için bir nedeniniz olmasa bile, her zaman benden şüphelendiniz ve bana hiçbir zaman güvenmediniz.”
Bu suçlama öyle ani ve öylesine doğruydu ki verecek bir cevap bulamadım. Bir an duraksadıktan sonra buz gibi bir sesle devam etti.
“Ama sakın bu ön yargılarınızın beni engellemesine izin vermeyin ya da arkadaşınız Bay Cowles’a ilişkimizi etkileyebilecek şeyler söylemeyin. Yoksa bunun çok yanlış bir karar olduğunu görürsünüz.”
Konuşma şeklinde öyle bir şey vardı ki, sözlerine tarif edilemeyecek, ancak inkâr da edilemeyecek bir tehdit havası vermişti.
“Gelecekle ilgili planlarınızı etkileme gücüne sahip değilim,” dedim. “Ama gördüklerim ve duyduklarım yüzünden, arkadaşım için endişelenmemek elimde değil.”
“Endişelenmek mi?” diye sordu alayla. “Lütfen söyleyin, ne gördünüz ya da duydunuz. Belki Bay Reeves’ten bir şeyler duydunuz, sizin arkadaşınız olduğunu sanıyorum.”
“Sizin adınızdan hiç bahsetmedi,” dedim. Söylediklerim yeterince gerçekti. “Öldüğünü bilseydiniz üzülürdünüz.” Tam bunları söylediğimde, bir pencerenin önünden geçiyorduk ve sözlerimin etkisini görmek için yüzüne baktım, -hiç şüphe yokiçten içe gülüyordu. Yüzünün her yanından neşeli olduğunu okuyabiliyordum. O andan sonra, bu kadına olan güvensizliğim ve korkum daha da arttı.
O gece çok az konuştuk. Ayrılırken bana keskin bir bakış attı, bu kısa bakışla bana daha önceki sözlerini hatırlatmak ister gibiydi. Eğer söylediğim herhangi bir şeyle Barrington Cowles’i etkileyebileceğimi düşünsem, bu tehditleri beni hiç etkilemezdi. Ama ne söyleyebilirdim ki? Önceki nişanlılarının talihsiz olduğunu söyleyebilirdim. Onun zalim bir kadın olduğunu düşündüğümü söyleyebilirdim. Onun etkileyici, hatta neredeyse doğaüstü güçleri olduğuna inandığımı söyleyebilirdim. Bu söylediklerimin kendini kaybetmiş bir âşık, hem de Cowles gibi tutkulu bir âşığın üzerinde ne gibi bir etkisi olabilirdi ki? Bunları dile getirmenin hiçbir yararı olmayacağını düşündüğüm için sessiz kaldım.
Ve şimdi sonun başlangıcına geldim. Buraya kadar anlattıklarım kendi varsayımlarım, duyduğum söylentiler ve çıkarsamalardan ibaretti. Bundan sonraki görevim ise, acı verici olsa da, mümkün olduğu kadar gerçekçi ve ayrıntılı bir dille, kendi gözlerimin önünde gerçekleşen ve arkadaşımın ölümüyle sonuçlan olayları anlatmak.
Kışın sonuna doğru Cowles, Bayan Northcott ile en kısa sürede evlenmek istediğini söyledi muhtemelen de baharda. Daha önce bahsettiğim gibi, parasal durumu iyiydi ve genç hanımın da kendine ait biraz birikimi vardı. Bundan dolayı beklemeleri için bir neden yoktu. “Corstorphine’de küçük bir ev alacağız,” dedi. “Ve seni de sık sık aramızda görmek istiyoruz, Bob, mümkün olduğu kadar sık.” Ona teşekkür ederek korkularımı bastırmaya ve her şeyin iyi olacağına inanmaya çalıştım.
Kararlaştırılan düğün tarihinden yaklaşık üç hafta önceki bir gün, Cowles akşama gecikebileceğini söyledi. “Kate’ten bir not aldım,” dedi. “Bu gece saat on birde ona uğramamı istiyor. Bu kadar geç olması biraz tuhaf, fakat belki yaşlı Bayan Merton yattıktan sonra konuşmak istediği bir mesele vardır.”
Arkadaşım evden ayrıldıktan kısa bir süre sonra genç Prescott’ın gizemli intiharıyla ilgili anlatılanlar geldi aklıma. Sonra da öldüğü gün bizzat Reeves’in kendisinden duyduklarım. Tüm bunların anlamı neydi? Bu kadının evlenmeden önce açığa çıkarması gereken korkunç sırları mı vardı? Evlenmesini engelleyen bir neden mi vardı? Ya da başkalarının onunla evlenmesini engelleyecek bir neden miydi bu? O kadar endişeliydim ki, onu kızdıracak olsam bile, Cowles’in peşinden gidip onu engellemek istiyordum. Ama saate baktığımda bunun için çok geç kaldığımı gördüm.
Onun dönüşünü beklemeye kararlıydım, bu yüzden ateşe birkaç odun daha atarak raftan bir roman aldım. Ancak düşüncelerim kitaptan daha ilginçti, bu yüzden kitabı bir kenara bıraktım. Tanımlanamaz bir korku ve huzursuzlukla beklemeye başladım. Saat gece yarısını gösterdi, sonra da buçuğu, ancak arkadaşımdan hâlâ bir işaret yoktu. Önce kapının dışında ayak sesleri, sonra da kapıda bir tıkırtı duyduğumda saat gece biri gösteriyordu. Arkadaşım anahtarını her zaman yanında taşıdığı için şaşırdım, yine de aşağı koşarak kapıyı açtım. Kapıyı açar açmaz en kötü korkularımın gerçekleştiğini anladım. Barrington Cowles dışarıdaki parmaklıklara dayanmıştı, başı göğsüne düşmüş olan arkadaşımın duruşu büyük umutsuzluğa işaret ediyordu. Kapıdan içeri girerken sendeledi ve ben kolumu uzatıp onu yakalamasam yere düşecekti. Bir kolumla ona destek olurken, diğer elimde lambayla onu yukarı, oturma odamıza çıkardım. Tek kelime etmeden sofaya çöktü. Böylece ona düzgün bir şekilde bakabildim; gördüğüm değişim beni dehşete düşürdü. Yüzü ölü gibi bembeyaz ve dudakları da kansız ve kuruydu. Alnı ve yanakları nemli, gözleri cam gibi donuk ve yüzündeki ifade allak bullaktı. Korkunç ıstıraplar çekmiş, sonunda da sinirleri tamamen yıpranmış bir adam gibi görünüyordu.
“Sorun nedir, sevgili dostum?” diye sordum sessizliği bozarak. “Yanlış giden bir şey değildir umarım? Sen iyi misin?”
“Brendi,” diye soludu. “Bana biraz brendi ver.”
Bardağını doldurmak için ona uzandığımda titreyen eliyle sürahiyi benden kaptı ve kendine neredeyse koca bir bardak doldurdu. Genellikle az içen biri olmasına rağmen, hiç su eklemeden tek yudumda bardağındakini bitirdi.
Bu, ona iyi gelmiş gibi görünüyordu çünkü yanakları tekrar renklenmeye başlamıştı. Yavaşça arkasına yaslandı.
“Nişan iptal edildi, Bob,” dedi sakin kalmaya çalışarak, ancak sesindeki titremeyi gizleyememişti. “Hepsi bitti.”
“Hadi neşelen biraz!” dedim onu cesaretlendirmek için. “Bu kadar karamsar olma. Nasıl oldu? Neden?”
Elleriyle yüzünü kapatarak, “Neden mi?” diye inledi. “Sana söylesem bile, Bob, bana inanmazdın. Bu, çok korkunç dehşet verici, ağıza alınamayacak kadar berbat ve inanılmaz! Ah, Kate. Kate!” Şimdi kederle öne arkaya sallanırken, bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu. “Seni bir melek olarak hayal ettim, oysa sen bir…”
“Bir ne?” diye sordum.
Önce bana boş gözlerle baktı, sonra aniden patladı ve kollarını sallayarak, “Bir şeytan!” diye haykırdı. “Cehennem çukurundan yukarı tırmanmış bir gulyabani! Güzel yüzünün arkasında gizlenen bir vampir! Oh! Tanrı’m, affet beni!” diye devam etti sesini alçaltarak. Yüzünü duvara doğru dönmüştü. “Söylemem gerekenden fazlasını söyledim. Onun ne olduğunu bildiğim hâlde, hakkında bu şekilde konuşamayacak kadar çok sevdim onu. Onu hâlâ çok seviyorum.”
Bir süre sessizce uzandığı yerde kaldı. Brendinin etkisini gösterip onu uykuya daldırdığını düşünürken, yavaşça bana doğru döndü. “Hiç daha önce kurtadamları duymuş muydun?”
Duyduğumu söyledim.
“Bir hikâye var,” dedi düşünceli bir şekilde. “Marryat’ın kitaplarından birinde, gece bir kurda dönüşüp kendi çocuklarını yiyen güzel bir kadın hakkında. Bu düşünceyi Marryat’ın aklına sokan neydi acaba?”
Bir süre bunu düşündükten sonra biraz daha brendiistedi. Masanın üzerinde bir şişe afyon tentürü vardı ve ısrar ederek brendisinin içine birkaç damla karıştırmayı başardım. Hepsini içtikten sonra tekrar arkasına yaslandı. “Her şey bundan daha iyidir,” dedi. “Ölüm bile bundan iyidir. Suç ve zalimlik, zalimlik ve suç! Her şey bundan daha iyidir. Kelimeleri anlaşılmaz olana dek bu şekilde mırıldanmayı sürdürdü, sonunda ağırlaşan göz kapakları yorgun gözlerinin üzerine düştü ve derin bir uykuya daldı. Onu, uyandırmadan yatak odasına taşıdım ve sandalyelerden kendime bir yatak yaparak bütün gece boyunca yanında kaldım.
Sabah uyandığında Barrington Cowles ateşler içindeydi. Birkaç hafta boyunca ölümle yaşam arasında gidip geldi. Edinburgh’un en iyi doktorlarını getirttik ve nihayetinde güçlü bünyesi ve kararlı yapısıyla hastalığı yenmeyi başardı. Hastalığı boyunca ona baktım ve onunla ilgilendim, ancak tam olarak kendinde olmadığı ve sayıkladığı anlarda bile Bayan Northcott’la ilgili gizemi çözecek tek bir kelime etmedi. Bazen onun hakkında en sevecen ve şefkatli ses tonuyla konuşuyordu. Diğer zamanlarda ise çığlıklar atarak bir iblis olduğunu söylüyordu, bir yandan da onu kendinden uzak tutmak istermişçesine kollarını uzatıp sallıyordu. Birkaç kez ruhunu güzel bir yüz için satmayacağını söyledi ve sonra acı dolu bir sesle inledi. “Ama onu seviyorum. Onu her şeye rağmen seviyorum. Onu sevmeyi hiçbir zaman bırakmayacağım.”
Kendine geldiğinde artık değişmiş bir adamdı. Geçirdiği ağır hastalık yüzünden çok zayıflamış olmasına rağmen, gözlerindeki o parıltı kaybolmamıştı. Koyu renkli kaşlarının altında şaşırtıcı bir etkileyicilikle ışıldıyorlardı. Hareketleri tuhaf ve değişkendi; bazen fazlasıyla sinirli ve hırçın bazen de umursamazca neşeli, fakat hiçbir zaman normal değil. Garip, şüpheli bakışlarla bakıyordu etrafına, sanki bir şeyden korkan ama bunun ne olduğunu bilemeyen biri gibi. Bayan Northcott’un adını bir daha anmadı, ta ki, şimdi anlatmak zorunda olduğum o korkunç geceye dek.
Onu düşüncelerinden biraz olsun kurtarmak için onunla beraber İskoçya’nın dağlık bölgelerine, sonra da doğu kıyılarına seyahat ettim. Bu gezilerimizden birinde turist sezonu dışında ıssız ve terk edilmiş bir yer olan, Forth Körfezi’nin hemen ağzındaki May Adası’na gittik. Adada deniz fenerinin bekçisi dışında, geçimini zorlukla karşılayan fakir birkaç balıkçı ailesi yaşıyordu. Bu kasvetli yer Cowles’ı fazlasıyla etkilemiş görünüyordu, bu yüzden birkaç hafta geçirmek için balıkçı kulübelerinden birini kiraladık. Ben adayı sıkıcı buldum, ancak ıssızlık ve yalnızlık Cowles’ı rahatlatmış görünüyordu. Artık bir alışkanlık hâline getirdiği o endişeli ifade, biraz azalmaya ve eski kişiliğine dönmeye başlamış gibiydi.
Gün boyunca adanın etrafında dolaşıyor, adayı çevreleyen dik uçurumlardan aşağıya bakarak büyük, yeşil dalgaların kayalar üzerinde patlamasını izliyordu. Bir gece -sanırım adadaki üçüncü ya da dördüncü gecemizdi- yatmadan önce biraz temiz hava almak için dışarı çıkmıştık. Odamız küçüktü ve gaz lambası hoş olmayan bir koku yayıyordu. O geceyle ilgili her ayrıntıyı o kadar iyi hatırlıyorum ki! Fırtınalı bir gece olacaktı; gökyüzünün kuzeybatısı bulutlarla kararmıştı, daha ince bulutlar ayı örterek adanın engebeli yüzünde ve kasvetli denizin üzerinde gölge oyunları oynuyorlardı.
Kulübenin kapısında durmuş sohbet ediyorduk ve ben hastalığından bu yana ilk kez arkadaşımın kendine geldiğini düşünüyordum ki, tam bu sırada keskin bir çığlık attı. Bulutların arasından çıkan ayın zayıf ışığında yüzünde tarif edilemez bir korku olduğunu gördüm. Gözleri karanlıkta tek bir noktaya kilitlenmişti ve titreyen parmağını uzatarak işaret ediyordu: “İşte orada! Bu o! Bu o! Onu görüyorsun değil mi? Yamaçtan aşağı iniyor.” Beni dirseğimden sıkıca yakaladı. “Onu görüyor musun? Bize doğru geliyor!”
Gözlerimi karanlıkta gezdirerek, “Kim?” diye sordum.
“O… Kate… Kate Northcott!” Tekrar haykırdı. “Benim için geldi. Oh, tut beni dostum. Sakın gitmeme izin verme.”
“Sakin ol, ihtiyar,” diyerek omzuna vurdum. “Kendini topla. Sadece hayal görüyorsun. Korkulacak bir şey yok.”
“Gitti,” dedi rahatlamış bir şekilde nefes alarak. “Hayır! Ah, işte yine orada, daha yakında. Giderek yaklaşıyor. Bana benim için geleceğini söylemişti. Oh, sözünü tutuyor.”
“Hadi,” dedim, “eve girelim.” Elini tuttuğumda buz gibi soğuk olduğunu fark ettim.
“Biliyordum,” diye bağırdı. “İşte orada. Bana el sallıyor. Bu bir işaret! Gitmem gerek. Geliyorum, Kate, geliyorum!”
Onu yakalamaya çalıştım, fakat insanüstü bir güçle benden kurtuldu ve gecenin karanlığına doğru koşarak uzaklaştı. Durmasını söyleyerek peşinden gittim fakat benden çok daha hızlı koşuyordu. Ay bulutlar arasından sıyrıldığında, uzaktaki karaltısını gördüm. Belli bir hedefe koşar gibi, düz bir çizgi üzerinde hızla ve kararlılıkla ilerliyordu. Bu, benim hayal gücüm de olabilir, ama sanki önünde belirsiz bir şekil gördüm, onu kendine çeken belirsiz bir şekil. Bir tepenin ardında kaybolana kadar onu izledim ve sonra yok oldu. Bu, Barrington Cowles’ı son görüşümdü.
O gece balıkçılarla beraber adanın her köşesini aradık ancak zavallı arkadaşımdan hiçbir iz bulamadık. Onun koştuğu yolun sonunda, dik kayaların denize doğru uzandığı sarp bir uçurum vardı. Uçurumun kenarında bazı kayalar ufalanmış gibi görünüyordu ve otların üzerinde ayak izine benzeyen izler vardı. Dikkatle kenara uzanıp fenerlerimizi aşağı tutarak, altmış metrelik uçurumdan kayalarla denizin coşkun sularının çarpıştığı noktaya doğru baktık. Biz burada uzanmış aşağı bakarken, birden dipsiz derinliklerden yükselen ve dalgaların hırçın çırpınışlarıyla, rüzgâ-rın uğultusuna karışan vahşi bir feryat duyuldu. Doğuştan batıl inançlı balıkçılar, bunun bir kadının kahkahası olduğunu söyledi ve ben, onları aramaya devam etmek için güçlükle ikna edebildim. Bana göre, bu, fenerlerimizin ışığından ürkmüş bir deniz kuşunun sesi olabilirdi. Her ne olursa olsun, böyle bir sesi bir daha duymamayı umuyorum.
Nihayet acı verici görevimin son kısmına geldik. Mümkün olduğu kadar açık ve ayrıntılı bir şekilde John Barrington Cowles’ın ölümünü ve buna yol açan olaylar zincirini size anlatmaya çalıştım. Kederli hikâyenin son bölümlerinin alışılmış olduğunun farkındayım. Scotsman’da olayla ilgili yayınlanan yazı şöyle:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/vampir-oykuleri-69428896/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Vampir Öyküleri Артур Конан Дойл
Vampir Öyküleri

Артур Конан Дойл

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Arthur Conan Doyle′un Vampir Hikâyelerinin ilk toplu koleksiyonu! "Amerikalının Hikâyesi"ndeki kan emici bitkiden, "Sussex Vampiri Macerası"ndaki kan emici eşe kadar, Sör Arthur Conan Doyle ölümsüzleri bugüne kadar pek az yazarın yaptığı şekilde karşımıza çıkarıyor. Twilight ve Sookie Stackhouse gibi yeni nesil vampir öykülerinin çok satanlar listelerinde boy gösterdiği bu dönemde, Arthur Conan Doyle gibi bir ustanın sarsıcı vampir hikayelerinin de mutlaka dikkate alınması gerekir. Bu kitaptaki on iki öyküden her biri, bugüne kadar yapılmış bu ilk koleksiyon için özenle seçilmiştir. Arthur Conan Doyle′un öyküleri arasından yapılan bu seçkide, Kuzey Kutbu′ndan Londra sokaklarına değin uzanan bir coğrafyada ve Doyle literatüründe vampir avına çıkacaksınız.. Doyle′un ′klasik′ vampir kültürüne, yani soylu, kibar, kültürlü, çapkın, çekici ve bir o kadar yakışıklı ve elbette ki, şık vampir olgusuna yaptığı edebi katkılara yakinen tanıklık edeceksiniz.. Vampir hikayelerini seven tüm okuyucular ve Conan Doyle hayranları için bu koleksiyon mutlaka okunması gereken bir eserdir.

  • Добавить отзыв