Ay’a Yolculuk

Ay’a Yolculuk
Jules Verne
19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’daki Kuzey-Güney Savaşı bitmiş, eskisine göre daha dingin bir hayat hüküm sürmeye başlamıştı. Artık silahlar çekilmiyor, toplar atılmıyordu. Ve bu dingin hayat en çok Kuzey’in topçu subaylarının canını sıkıyordu. Bir şeyler yapmalıydı. Savaşı yeniden başlatamazlardı veya başka bir ulusa -mesela İngilizlere- harp açamazlardı. Mutlaka bir yerlere mermi atmalıydı. Ama nereye? Gun Club’ın başkanı Bay Barbicane bu sorunun cevabını biliyordu: “Ay’a!” Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.

Jules Verne
Ay’a Yolculuk

I. BÖLÜM
GUN CLUB[1 - Tam çevirisi “Top Kulübü”dür. (ç.n.)]
Amerikan İç Savaşı esnasında, Maryland eyaletinde bulunan Baltimore şehrinde yeni ve etkin bir kulüp kurulmuştu. Armatörler, tüccarlar ve makinecilerden oluşan bu toplulukta askerlik tutkusunun nasıl ortaya çıktığı gayet iyi bilinir. West Point’teki harp okuluna adımını bile atmamış olan tüccarlar, birden yüzbaşı, albay, general oluvermişlerdi. Fakat bunlar, yaşlı kıtadaki meslektaşlarıyla kolayca boy ölçüşür hâle gelmişlerdi ve tıpkı onlar gibi cephane, para ve insan harcayarak zaferlere koşmuşlardı.
Fakat Amerikalıların, Avrupalıları geride bıraktığı tek nokta, ağır silahları kullanma konusunda oldu. Tabii silahlarının diğerlerininkinden daha iyi olmasından kaynaklanmıyordu bu, silahları duyulmamış boyutlardaydı ve duyulmamış menzillere ulaşabiliyorlardı. Yere paralel ateşleme, düşey veya dikey atış, yakın menzilli atış konusunda İngilizlerin, Fransızların ve Prusyalıların bilmediği şey yoktur fakat onların topları, obüsleri ve havan topları, heybetli Amerikan ağır silahlarıyla kıyaslanınca cep tabancası gibi kalır.
Bu kimseyi şaşırtmasın. Nasıl İtalyanlar müzisyen, Almanlar da metafizikçi olarak doğuyorsa dünyadaki ilk makinistler olan Yankiler de mühendis doğarlar. O hâlde gözü pek mühendisliklerini ağır silah yapımında kullanmalarından daha doğal ne olabilir? Parrott, Dahlgern ve Rodman’ın yarattıkları harikaları biliyoruz. Armstrong, Palliser ve Bealieu silahları ise transatlantik rakipleri önünde eğilmekten başka bir şey yapamamıştı.
İşte o müthiş Amerikan İç Savaşı’nda topçular ilk sırada yer alıyorlardı. Birlik gazeteleri onların icatlarını coşkuyla övüyordu; ticaretle haşır neşir veya safça bir merak içindeki herkes gece gündüz anlaşılmaz menzil hesaplarına kafa patlatıyordu.
Bir Amerikalının aklına bir fikir gelince onu anlatmak için hemen başka bir Amerikalı aramaya koyulur. Eğer üç kişilerse bir başkan ve iki sekreter seçiverirler. Dört kişi olunca bir arşivci atarlar ve ofis çalışmaya başlar. Beşinci kişi gelince toplantı ayarlarlar ve böylece kulüp resmen kurulmuş olur. Baltimore’da da işler böyle yürümüştü. Yeni topun mucidi, topu döken ve topun ağzını açanla ortak oldu. İşte Gun Club’ın çekirdeği böyle oluşturuldu. Kuruluşundan sadece bir ay sonra, 1.833 fiilî üyesi bulunuyordu ve 30.565 kadar da uzaktan irtibat sağlayan üyesi vardı.
Derneğe katılabilmek için herkeste istisnasız aynı koşul aranıyordu; en azından bir tane top tasarlamış veya hiç değilse tasarlanmış bir topu geliştirmiş olmak. Top olmazsa da en azından ateşli bir silah olması şarttı. Yine bahsetmem gerekir ki sadece altıpatlar veya döner çifte veyahut karabina gibi küçük silahlar tasarlayanlar biraz hor görülüyordu. Topçular her zaman en yüksek mertebede yer alıyordu.
Gun Club’ın en saygın üyelerinden birisi topçulardan bahsederken “Gördükleri saygı, toplarının kütlesi ve mermilerinin eriştiği uzaklığın karesiyle doğru orantılı!” demişti.
Bu, Newton’ın evrensel yer çekimi yasası’nın manevi düzleme aktarılması gibiydi.
Gun Club kurulduktan sonra, Amerikalıların yaratıcı zekâlarının nerelere uzanacağı kolayca tahmin edilebilir. Silahları devasa boyutlara ulaşmıştı ve mermi veya gülle diye atılanlar, tahmin edilen menzilleri de aşıyor ve maalesef bazen masumca oradan geçenleri ikiye biçiyordu. Bu icatlar, Avrupalıların yaptığı toplara nal toplatıyorlardı. Aşağıdaki rakamlara göz atılırsa bir yargıya varmak mümkün olabilir.
Böyle bir rekabetin görülmediği çok eski zamanlarda, otuz altılık bir top güllesi, otuz altı atı üç yüz fitlik bir mesafeden sağrısından vurur, altmış sekiz eri de biçerdi. Meğer bu ateşli silahlar sanatının acemilik dönemiymiş; mermiler o zamandan beri çok gelişti. Rodman topu, yarım ton gelen bir top güllesini yedi mil uzağa fırlatıyor ve yüz elli atla üç yüz eri hemencecik yere seriyordu. Öyle ki Gun Club’da bunun görkemli bir denemesinin yapılması bile söz konusu edildi. Gelgelelim bu denemeye atlar razı geldilerse de maalesef insanlar pek yanaşmadılar.
Her hâlükârda topların pek can alıcı bir etkisi vardı ve her atışta askerler orakla biçilen ekinler gibi dökülüyorlardı. 1587 yılında Coutras’da yirmi beş eri ortadan kaldıran güllenin, 1758 yılında Zandorf’ta kırk piyadenin canını alan güllenin veya Kesselsdorf’ta her salvosu yetmiş düşmanı deviren 1742 yapımı Avusturya topunun bu mermilerin yanında sözü edilir mi? Iéna veya Austerlitz’de savaşın gidişatını değiştiren o hayret verici ateşler de neymiş öyle! Amerikan İç Savaşı’nda onları gölgede bırakan niceleri görüldü. Gettysburg Muharebesi’nde, yivli topla atılan konik bir mermi yetmiş üç Kuzeyliye isabet etmişti. Potomac Nehri geçilirken bir Rodman güllesi iki yüz Güneylinin dünyalarını değiştirip adamları daha iyi olduğu besbelli bir yere göndermişti. Yeri gelmişken Gun Club’ın sekreterliğini sürekli olarak elinde bulunduran saygın üyesi J. T. Maston’ın icat ettiği müthiş havan topundan da bahsetmek gerekir. Bu icat hayli kanlı sonuçlara yol açtı; deneme atışında üç yüz otuz yedi kişinin canını almıştı; şu var ki bu olay, güllenin bir hata sonucu erken patlamasıyla meydana gelmişti.
Hiçbir yoruma yer bırakmayan bu meydandaki rakamlara ek olarak başka ne diyebiliriz ki? Hiçbir şey! Dolayısıyla da İstatistikçi Pitcairn’in şu hesabına itiraz etmenin hiçbir yolu yoktur: Top mermileriyle canını kaybedenlerin sayısını Gun Club üye sayısına bölünce görmüş ki her bir üye ortalama olarak kendi hesabına, iki bin üç yüz yetmiş beş virgül bilmem kaç adam öldürmüş oluyor.
Bu sayı göz önünde bulundurulduğunda bu işinin ehli kulübün en başta gelen tasasının, birer medeniyet aracı olarak görülen savaş aletlerinin geliştirilmesi ve insanları insancıl bir amaç uğruna öldürmek olduğu açık seçik görülür.
Şundan da bahsetmezsem adil davranmamış olurum: Cesurluklarıyla tanınan Yankiler, teoriler ve formüllere gömülmek yerine, kendi icatları için yüklü miktarda para harcıyorlardı. Bu kişilerin arasında, teğmenden amirale kadar her rütbeden ve her yaştan askeri saymak mümkündü. İçlerinde daha silahlarla yeni yeni haşır neşir olanlar da vardı, elinde silahla büyümüş olanlar da. Bu insanların birçoğu savaş alanlarında canlarını vererek Gun Club Şeref Kütüğü’ne isimlerini yazdırdılar, birçoğu da geri dönmeyi başararak aldıkları yaralarla su götürmez kahramanlıklarını kanıtlamış oldular. Koltuk değnekleri, tahta bacaklar, takma kollar, demir kancalar, kauçuk çeneler, gümüş kafatasları, platin burunlar… Hepsine rastlamak mümkündü. Hatta saygın İstatistikçi Pitcairn’e göre, Gun Club üyelerinden her dört kişiden birinde tek kol, her altı kişiden birinde de tek bacak vardı.
Yine de bu cesur topçular bu küçük ayrıntılara kafa yormuyorlardı ve öldürülen düşman sayısı harcanan cephaneyi ona katlayınca haklı olarak bundan gurur duyuyorlardı.
Fakat sıkıcı ve melankolik bir günde, savaş sonrası hayatta kalanlar arasında barış imzalandı. Silah sesleri giderek azaldı, obüslerin sesi duyulmaz oldu, havan topları bir süreliğine susturuldu, toplar cephaneliğe geri götürüldü, top mermileri ortadan kaldırıldı, tüm kanlı savaş hatıraları gizlendi, gayet iyi gübrelenmiş olan pamuklar özgürce yeşerdi, tüm yas tutmalar ve keder bir kenara bırakıldı, böylece Gun Club, uzun bir gerileme dönemine girmiş oldu.
Daha üst düzey ve müzmin teoristlerden pek azı, hâlâ mermiler üzerinde kafa yoruyordu. Görülmemiş kalibredeki havan topları ve devasa top mermileri üzerinde çalışıyorlardı. Uygulamaya koyulamayınca böylesi teorik çalışmalar neye yarardı ki? Sonuç olarak kulüpteki odalar yavaş yavaş tenhalaştı, uşaklar bekleme odasında uyuklamaya ve karanlık köşelerden horultular yükselmeye başladı. Eskiden gürültülü toplantılarda buluşan kulüp üyeleri, bu feci barış hâlinin sessizliğine gömüldü ve kendilerini topçuluğun Platonvari bir hayaline bıraktılar.
“Felaket bu!” diye bağırdı bir akşam Tom Hunter, tahta bacakları sigara odasındaki şöminenin karşısında kavrulurken. “Ne yapacak bir şey var ne de beklemeye değer bir şey! Hiçbir şey yok! Acaba o güzel sesleriyle bizleri bir daha ne zaman uyandıracak toplar?”
“O günler geride kaldı!” diye cevapladı çevik Bilsby, olmayan kollarını uzatmaya çalışarak. “Ne güzel günlerdi! Kendi havanını icat edersin, döküm biter bitmez de düşmanın suratında hemencecik deneyiverirsin. Sonra kampa Sherman’dan övgü dolu bir söz duymuş veya McClellan’ın elini dostça sıkmış olarak dönersin! Artık generaller tüccarlığa geri döndü, mermi yerine pamuk balyası gönderiyorlar! Tanrı’m, Amerikan topçuluğu öldü!”
“Evet Bilsby!” diye bağırdı Albay Blomsberry, “Ne kötü! Sen kalk günün birinde rahatını boz, silah kullanmayı öğren, Baltimore’dan savaş alanlarına koş, kahramanlık göster, bunun ardından, iki üç sene sonra bu zahmetinin meyvesi olarak hiçbir şeyin olmasın elinde! Izdıraplı bir başıboşluk içinde ellerin cebinde kalakal öyle!”
Kahraman albay güzel konuşmuştu fakat başıboşluk konusundaki sözlerini somutlaştıramazdı, bunu engelleyen şey de cebinin olmaması değildi.
“Evet, ufukta görünen bir savaş da yok!” diye devam etti meşhur James T. Maston, dımdazlak kafasını demir kancasıyla kaşırken. “Ufukta tek bir bulut bile görünmüyor. Hem de topçuluk biliminin gelişimi açısından bu denli gergin bir dönemde! Evet, baylar! Sizlere hitap etmekte olan bendeniz, bu sabah itibarıyla, planı, kesiti, yüksekliğiyle savaş kurallarını değiştirecek bir havan topunun ana taslağını tamamlamış bulunuyorum!”


Gun Club’ın topçu askerleri

“Olamaz! Gerçekten mi?” diye atıldı Tom Hunter. Aklına daha ilk denemesinde üç yüz yetmiş beş kişiyi katleden, saygıdeğer J. T. Maston’ın icadı gelmişti.
“Gerçek!” diye cevapladı öbürü, “Bu zamana kadar yapılmış çalışmaların, aşılmış zorlukların ne önemi var? Boşa harcanan zaman! Yeni dünya barış içinde yaşamakta kararlı gibi gözüküyor ve bizim ‘Tribune’ gazetemiz, nüfustaki bu inanılmaz artışın sebep olacağı bazı felaketleri öngörüyor!”
“Bununla beraber…” diye söz aldı Albay Blomsberry, “Avrupa’da ulusallık ilkelerini desteklemek için hâlâ çarpışıyorlar.”
“Yani?”
“Yani orada iş yapacağımız bir durum olabilir ve eğer bizim hizmetimizi kabul ederlerse…”
“Neyin hayalini kuruyorsun sen?” diye bağırdı Bilsby, “Yabancıların hayrına topçuluk yapmanın mı?”
“Hiçbir şey yapmadan burada oturmaktan daha iyidir.” diye cevapladı albay.
“Kesinlikle!” dedi J. T. Maston, “Ama yine de bu hayalin ardından gitmemeliyiz.”
“Peki ama niye?” diye üsteledi albay.
“Çünkü Eski Dünya’dakilerin ilerleme düşünceleriyle biz Amerikalıların düşünceleri oldukça zıt. Onlara göre, asteğmen olmadan general olunmaz. Yani bu durum şöyle demeye eş değer: Kimse kendi yapmadığı silahı doğrultamaz!”
“Saçma!” diye cevapladı Tom Hunter, rahat koltuğunun ahşap kolçağını av bıçağıyla oyarken. “Fakat orada da durum böyleyse bize kalan tek şey tütün ekip balina yağı damıtmak!”
“Ne dedin sen?!” diye kükredi J. T. Maston, “Ömrümüzün geri kalan yıllarını top yapmakla geçiremeyeceğiz mi yani? Silahların menzillerini deneme fırsatını tekrar bulamayacak mıyız? Top mermilerimiz gökyüzünü aydınlatmayacak mı hiç? Denizaşırı ülkelere savaş açmak için uluslararası bir fırsat geçmeyecek mi elimize? Fransızlar buharlı gemilerimizden birini batırmayacak veya İngilizler insan haklarını ihlal edip birkaç vatandaşımızı asmayacak mı?”
“Maalesef öyle bir şansımız yok.” diye cevapladı Albay Blomsberry, “Böyle bir şey olması neredeyse imkânsız. Böyle bir şey olsa bile biz yararlanamayacağız. Amerikan duyarlılığı gittikçe azalıyor ve bir gün hepimize tasmayı geçirecekler!”
“Evet kendi kendimizi aşağılıyoruz!” diye cevap verdi Bilsby.
“Ve bizi aşağılıyorlar!” dedi Tom Hunter.
“Çok haklısınız.” diye atıldı J. T. Maston tazelenmiş bir sesle, “Binlerce savaş sebebimiz var ama biz yine de savaşta değiliz! Kollarımızı ve bacaklarımızı ne yapacaklarını bilmeyen insanlar için saklıyoruz! Ama savaş sebebi bulmak için çok uzağa gitmeye hiç gerek yok. Kuzey Amerika bir zamanlar İngiltere’ye ait değil miydi?”
“Şüphesiz.” diye cevapladı Tom Hunter, “Niye İngiltere de kendi sırası geldiğinde Amerikan toprağı olmuyor?”
“Bu kesinlikle gayet adil olur!” dedi Albay Blomsberry.
“Gidip bunu Amerika Birleşik Devletleri başkanına sunun o zaman!” diye atıldı J. T. Maston, “Ve görelim bakalım sizi nasıl karşılayacak.”
“Peh!” diye söylendi Bilsby, savaştan sonra ağzında kalan dört dişin arasından, “Bu hiç işe yaramaz!”
“Tanrı biliyor!” diye söylendi J. T. Maston, “Bir sonraki seçimlerde benim oyuma güvenmesin!”
“Hiçbirimizin oyuna güvenmesin!” diye kükredi bu aksi maluller.
“Bu arada…” diye söz aldı J. T. Maston, “Eğer yeni havan toplarımı deneyecek sahici bir savaş meydanı bulamazsam Gun Club üyelerine veda edip kendimi Arkansas çayırlıklarına gömeceğim!”
“Böyle bir durumda biz de sana eşlik ederiz!” diye atıldı diğerleri.
Durum böylesine vahimken ve kulüp kapanma tehlikesiyle karşı karşıyayken bu denli elim bir olayın olmasını engelleyecek beklenmedik bir şey oldu.
Bu konuşmanın ertesi sabahı, üyelerin her biri, içinde şu satırların bulunduğu bir genelge aldı:

Baltimore, 3 Ekim
Gun Club başkanı, 5 Ekim günü yapılacak olan toplantıda, üyeleri oldukça sıra dışı bir konuda bilgilendireceğini duyurmaktan onur duyar. Dolayısıyla bu çağrıya her koşulda riayet etmelerini rica eder.
    Saygılar, IMPEY BARBICANE, G. C. Bşk.

II. BÖLÜM
BAŞKAN BARBICANE’İN KONUŞMASI
5 Ekim günü akşam saat sekizde, Union Meydanı’nda 21 numarada bulunan Gun Club’ın salonlarına büyük bir kalabalık akın etmişti. Baltimore’da yaşayan tüm kulüp üyeleri, başkanlarının çağrısına uymuştu. Dışarıdaki üyelere gelince… Ekspres trenler yüzlerce üyeyi şehrin sokaklarına boşaltmaktaydı. Şehrin tüm caddelerine ilanlar asılmıştı ve büyük salon ne denli büyük olursa olsun, bu âlimler ordusunun hepsine kucak açamıyordu. Kalabalık, yan odalara, koridorlara, avluya taşmıştı. Bu kalabalık, kapılara dayanan ve Başkan Barbicane’in söyleyeceklerini duymak için itişip kakışan, “özerklik” duygusuyla yetişmiş bireylere özgü bir özgürlük anlayışıyla içeri girmeye uğraşan ayaktakımına göğüs germekteydi.
O akşam şans eseri Baltimore’da olan birisi, ne verirse versin salona girmeyi başaramazdı. Bu salon kesinlikle ve kesinlikle asil ve uzaktan irtibat sağlayan üyelere ayrılmıştı. Başka hiç kimsenin içeri girmesi mümkün değildi. Böylece şehrin önde gelenleri, belediye meclisi üyeleri ve “önemli kimse”ler, içeriden gelecek bir haber için dışarıdaki sıradan insanların arasına karışmak zorunda kalmıştı.
Yani geniş salon, meraklı bir kalabalıkla dolup taşmıştı. Bu kocaman salon, amacına uygun olarak hazırlanmıştı. Kubbenin dökme demirden yapılmış, oya gibi işli, ince, demir iskeletini, kalın havanlar bindirilmiş toplardan oluşan sütunlar desteklemekteydi. Uzun tüfekler, yayvan namlulu kısa tüfekler, altıpatlarlar, karabinalar, arkebüzler, yani eski ve yeni her türlü silah, iç içe, göze hoş görünen bir düzende, sanki öldürmek için değil de süslemek için yaratılmışçasına duvarlarda yer alıyordu. Bir avize misali birbirine tutturulmuş pek çok tabanca arasından gelen gaz lambası ışığı göz kamaştırırken diğer yanda birbirine geçmiş eski tip tüfeklerden oluşan başka bir avizeden gelen ışık, bu büyüleyici manzarayı tamamlıyordu. Top maketleri, bronz örnekler, delik deşik olmuş nişan tahtaları, Gun Club’ın atışlarıyla dövülmüş levhalar, mermi süngüleri ve namlu temizleyicileri, bir dizi mermi ve gülle… Kısacası ateşli silahlarla ilgili her türlü malzeme öylesine göze hitap eden bir şekilde yerleştirilmişlerdi ki insan, öldürmek için değil de süslemek için yapıldıklarını düşünebilirdi…
Salonun diğer ucunda, başkan ve dört sekreteri kocaman bir yükseltinin tepesinde yerlerini almıştı. Başkanın oturmakta olduğu koltuk, oymalı bir top arabasına konulmuştu ve görüntüsüyle 32 parmaklık, doksan derece dikilmiş ve kulplara asılı hantal bir havanı andırıyordu. Öyle ki çok sıcak havalarda başkan sallanan sandalyedeymiş gibi sallanarak ferahlayabilirdi. Altı adet kısa ve hafif top mermisinin üzerine oturtulmuş bir levhadan oluşan masada, gayet güzel oyulmuş bir İspanyol silahından bozma, çok zevkli bir mürekkep hokkası ve gerektiğinde bir silah kadar gür ses çıkartabilen bir çan bulunmaktaydı. Ama bu yeni moda çan bile hararetli tartışmalar esnasında gürültücü topçuların sesini bastırmaya yetmiyordu.
Masanın önünde bir çit misali zikzak biçimde dizilmiş sedirler vardı ve perde hattı üzerinde Gun Club üyelerinin oturduğu bir dizi burç oluşturmaktaydılar. Böylesine sıra dışı bir akşam için, “Surlar bayağı kalabalıktı.” denebilir. Hepsi, başkanı, geçerli bir sebebi olmadıkça meslektaşlarını dara sokmayacağını bilecek kadar tanıyordu.
Impey Barbicane kırk yaşlarında, sakin, mesafeli, sert mizaçlı, gayet ciddi ve kendine güvenli, bir kronometre kadar dakik, temkinli ve kolay kolay sinirlenmeyen, hiçbir şekilde kibar olmayan fakat diğer yandan gayet cesur ve en zor durumlarda bile pratik çözümler üretebilen tam bir İngiliz, bir Kuzey kolonicisiydi. Stuart Hanedanı’nın başına bela olan Toparlak Kafalıların[2 - İngiltere’de iç savaş esnasında, krala karşı Parlamentoyu destekleyen kişilere verilen ad. Kral yanlılarının aksine saçlarını kısa kestiren püritenlerle alay etmek için ortaya çıkmıştır. Toparlak Kafalı, parlamenter kelimesinden daha çok akılda kalır olduğundan bu şekilde anılmışlardır. (ç.n.)] soyundan gelmekteydi. Ana vatanın süvarileri olan Güneyli beylerin amansız düşmanıydı. Yani tek kelimeyle katıksız bir Yanki idi.
Barbicane kereste ticaretinden zengin olmuştu. Savaş esnasında topçu sınıfının başına atanarak üretkenliğini ispatlamıştı. Bu silahların gelişimine katkıda bulunmuş ve deneysel çalışmalara benzersiz bir ivme kazandırmıştı.
Orta boylu biriydi ve Gun Club’da pek de rastlanmayan bir şey olarak kolları ve bacakları yerli yerinde duruyordu. Yüzünün keskin hatları sanki bir cetvel ve pergel kullanılarak çizilmişti. Eğer bir insanın mizacını anlamak için yüzüne bakmak gerektiği doğruysa ve Barbicane’inkine bakarsanız, enerji, korkusuzluk ve soğukkanlılığı rahatça okuyabilirdiniz.
O esnada sessizce, düşüncelere dalmış bir vaziyette, koltuğunda oturmaktaydı. Başında ise Amerikalıların kafasına vidalanmış gibi duran yüksek silindir şapkası vardı.
Çevresindeki, birbirlerine sorular soran, birtakım tahminlerde bulunan, onun hiç değişmeyen yüzünden bir anlam çıkarmaya çalışan meslektaşlarının gürültülü konuşmalarına rağmen dikkati dağılmıyordu.
Büyük girişteki tok sesli saat sekizi vurduğunda Barbicane zembereğinden boşalmışçasına birden ayağa fırladı. Ortalığa tam bir sessizlik hâkim oldu ve vurgulamaya özen gösteren konuşmacımız, şu sözleri sarf etti:


Başkan Barbicane

“Benim cesur meslektaşlarım, elimizi kolumuzu bağlayan bir barış, uzun zamandır bizleri, Gun Club üyelerini, üzücü bir rehavete itmiş durumda. Birçok olaya şahit olduğumuz yıllardan sonra, çalışmalarımıza ara verip ilerlemekte olduğumuz bu yolda duraksamak zorunda kaldık. Şunu cesurca ifade ederim ki bizleri tekrardan savaş alanlarına çekecek bir savaşın özlemi içindeyiz!”
“Evet, savaş!” diye bağırdı J. T. Maston.
“Susun da dinleyin!” diye karşılık geldi her taraftan.
“Fakat beyler, içinde bulunduğumuz durumda maalesef ufukta bir savaş görünmüyor ve sözümü kesen saygıdeğer üye ne düşünürse düşünsün -bunu ne denli çok istesek de- toplarımızın savaş meydanlarını gümbürdetmesi için uzunca bir zaman beklememiz gerekebilir. Yani kararımızı verip hasretle beklediğimiz olayların gerçekleşmesi için harekete geçmeliyiz!”
Herkes başkanın konuşmasının en önemli anına yaklaşıldığını hissetmişti ve heyecan da aynı oranda artıyordu.
“Birkaç aydan beri sevgili dostlarım…” diye devam etti Barbicane, “Kendi kendime, çizgilerimizden çıkmadan XIX. yüzyıla yaraşır bir işe girişemez miyiz veya ateşli silahlar alanındaki gelişmeler bizi bu girişimimizde başarıya ulaştıramaz mı diye sorup durmaktayım. Çalışıp, değerlendirip, hesaplayıp duruyorum ve çalışmalarımın sonucunda ulaştığım sonuç şudur: Başka hiçbir ülkenin düşünemeyeceği bir girişimde başarılı olabiliriz. Sizlere ve Gun Club önderlerine yaraşır bir iş bu ve dünyada kesinlikle ses getirecek!”
“Ses mi?” diye bağırdı heyecanlı bir topçu.
“Kelimenin tam anlamıyla ses.” diye cevap verdi Barbicane.
“Sözünü kesmeyin!” sözleri yükseldi dört bir yandan.
“Bu durumda cesur arkadaşlarım, bütün dikkatinizi sözlerime vermenizi istirham ediyorum.”
Salonu bir heyecan dalgası sardı. Hızlı bir hareketle şapkasını düzelten Barbicane, hararetle konuşmasına devam etti:
“İçinizde hiç Ay’ı görmemiş, en azından adından söz edildiğini duymamış birisi yoktur. Sizlere gecelerin kraliçesinden bahsetmeme şaşırmayın. Belki de bizim bu bilinmeyen dünyanın Kolomb’ları olmamız kaderimizdir. Sadece planımın bir parçası ve benim destekçim olun ve ben de sizi onun fethedilmesine ve Birleşik Devletler’in otuz altı eyaletine eklenmesine ortak kılayım.”
“Ay’a, Ay’a, Ay’a!” diye tüm üyeler bağırdı hep bir ağızdan.
“Ay, sevgili dostlarım, uzun zamandır dikkatle incelenmekte.” diye devam etti Barbicane, “Kütlesi, yoğunluğu, hacmi, yapısı, hareketleri, uzaklığı ile beraber aynı zamanda Güneş Sistemi’ndeki konumu da tam olarak belirlendi. Yeryüzü haritaları kadar ayrıntılı selenografik haritalar çizilmiştir. Çekilen fotoğraflar uydumuzun güzelliğini gözler önüne sermiştir. Tüm bu bilgiler bize matematiksel bilimin, astronominin, jeolojinin ve ışık biliminin verdiği bilgilerdir. Ama günümüze kadar kimse Ay’a gitmeyi başaramamıştır.”
Konuşmacının bu sözleri üzerine bir heyecan dalgası yükseldi salondan.
“İzin verin de…” diye devam etti Barbicane, “Sizlere düşsel yolculuklara başlayan bazı coşkulu kimselerin uydumuzla ilgili gizemleri nasıl çözdüklerinden bahsedeyim. XVII. yüzyılda David Fabricius adlı birisi, Ay’da yaşayanları kendi gözleriyle gördüğünü ileri sürmüştür. 1649’da bir Fransız, Jean Baudoin, ‘İspanyol Kâşif Domingo Gonzalez’in Dünya’dan Ay’a Yolculuğu’ adlı eseri yayımlamıştır. Aynı dönemlerde, Cyrano de Bergerac da Fransa’da büyük ses getiren ünlü hikâyesini yayımlamıştır. Fontenelle adlı başka bir Fransız da -bu adamlar da Ay’la ne çok ilgilenmişler- kendi döneminde bir başyapıt olan ‘Dünyaların Çoğulluğu’nu yazmıştır. Bu kitap bir başyapıt olmuş fakat bilim gelişirken başyapıtları bile ezebiliyor. 1835 yılında ise ‘New York American’ adlı dergide çevirisi yayımlanan bir kitapçıkta, astronomi gözlemleri yapmak için Ümit Burnu’na giden Sör John Herschell’ın içten aydınlatmalı bir teleskopla Ay’ı seksen yardadan daha kısa bir mesafeden gözlemleyebildiğinden bahsedilmektedir! Böylece hipopotamların yaşadığı mağaraları, altın işlemeli yeşil dağları, fil dişi boynuzlu koyunları, beyaz geyikleri ve yarasa kanatlarını andıran kanatları olan yerlileri gözlemleyebilmiştir! Locke adında bir Amerikalıya ait olan bu broşür, çok sayıda satılmıştır. Gel gör ki kısa bir zaman sonra bunun bilimsel bir yalan olduğu ortaya çıktı ve eserle ilk alay edenler Fransızlar oldu.”


Gun Club Toplantısı

“Bir Amerikalıyla nasıl alay ederlermiş!” diye haykırdı J. T. Mas-ton, “İşte size bir savaş nedeni!”
“Tasa etmeyin saygıdeğer dostum, Fransızlar alaya almadan evvel yurttaşımızın yazdıklarına pek aldanmışlardı. Bu hızlı anlatımı sonlandırmam gerekirse Rotterdam’lı Hans Pfaal’ın nitrojenden elde ettiği ve hidrojenden otuz beş kat daha hafif olan bir gazla doldurduğu balonla on dokuz saatlik bir yolculuk sonunda Ay’a ayak bastığını belirtmem gerek! Daha önce anlattıklarım gibi bu seyahat de tamamen hayal ürünüdür ve ünlü, çok zeki, sevilen bir Amerikan yazarın kaleminden çıkmıştır, yani Edgar Poe’nun!”
“Yaşasın Edgar Poe!” diye bağırdı kalabalık, başkanın sözlerinden oldukça etkilenmişlerdi.
“Burada…” diye söze girdi Barbicane, “Sadece kâğıt üzerinde kalan ve gecenin kraliçesiyle ilgili hiçbir ayrıntıya ışık tutamayan araştırmaları sıraladım. Yine de şunları da eklemeliyim ki birkaç sivri zekâlı adam, Ay ile ciddi olarak iletişime geçmeye kalkışmışlardır. Birkaç yıl önce bir Alman geometri bilgini, Sibirya dağlıklarına bir bilgin heyeti göndermeyi önerdi. Oradaki geniş düzlüklerde büyük geometrik şekiller, özellikle de Fransızların avam tabiriyle ‘eşek köprüsü’ yani hipotenüs karesi çizeceklerdi. ‘Aklı olan her varlık…’ diyordu Alman bilgin, ‘Bu şeklin bilimsel anlamını kavrayabilir. Eğer Ay’da oturanlar varsa onlar da benzer bir işaretle cevap vereceklerdir. Ve böylelikle bir iletişim sağlandıktan sonra, bir alfabe geliştirip Ay ahalisiyle iletişime geçmek kolay olacaktır.’ İşte böyle demişti Alman geometri âlimi ama bu tasarı asla uygulanmadı ve bugüne kadar Ay ve Dünya arasında herhangi bir iletişim kurulmadı. Yıldızlarla iletişime geçme fırsatı Amerikalıların pratik zekâsına kalmıştır. Oraya ulaşma yolları gayet basit, kolay, kesin ve su götürmezdir ve benim size teklifimin amacı da budur!”
Bu sözler bir alkış tufanıyla karşılandı. Bu koca kalabalıkta etkilenmemiş, ikna olmamış ve konuşmacının sözleriyle kendinden geçmemiş tek bir insan bile yoktu!
Salonun her köşesinden sesler yükseliyordu:
“Dinleyin!”
“Konuşmayın!”
“Dinleyin!”
Bu heyecan azıcık diner gibi olunca Barbicane konuşmasına biraz daha ciddi bir ses tonuyla devam etti.
“Sizler de…” diye başladı, “Son birkaç yıl içerisinde ateşli silahlar biliminin ne denli ilerlediğini benim kadar iyi bilmektesiniz. Hatta siz de çok iyi bilirsiniz ki şu anda elimizde bulunan topların gücü ve barutun patlayıcılığı sınırsızdır! İşte, bu noktadan yola çıkarak dayanacak kapasitede bir alet yapılabilirse Ay’a bir mermi gönderilemez mi?”
Bu sözlerle birlikte kalabalıktan bir hayret uğultusu yükseldi ve sonra yaklaşık bir dakika süren ve fırtına öncesi sessizliği andıran bir sessizlik hâkim oldu. Aslına bakarsanız bir tufan koptu ama bir alkış tufanı. Tüm salon bu çığlıklar ve tezahüratlarla inliyordu! Başkan konuşmaya çalıştı ama olmadı. Sesini tekrar duyurabilmesi tam on dakikasını almıştı!
“İzin verin de bitireyim.” diye sakince devam etti, “Bu konuyu her açıdan irdeledim. Gayet dikkatli incelemelerim ve su götürmez hesaplamalarım sonucunda şuna ulaştım: Ay’a yöneltilen ve başlangıçta saniyede on iki bin yardalık bir hıza ulaşabilen bir mermi, kesinlikle hedefine ulaşır. Yani cesur dostlarım, sizlere bu ufak deneyi gerçekleştirmeyi önermekten gurur duyarım!”

III. BÖLÜM
BARBİCANE’İN KONUŞMASININ ETKİLERİ
Saygıdeğer başkanın son sözleriyle kopan fırtınayı size tarif etmem imkânsız; çığlıklar, bağırışlar, zafer nidaları, “Yaşa!” sesleri ve Amerikan dilinin yeteceği her türlü ses… Tarifsiz bir curcuna ve gürültü hâkimdi salonda. Bağırdılar, alkışladılar, ayaklarıyla yerlere vurdular. Müzedeki tüm silahlar aynı anda ateşlense bu denli bir gürültü çıkmazdı herhâlde… Ama buna şaşmamak gerek. Bazı topçular en az kendi silahları kadar gürültücü olurlar.
Bu curcunanın içinde Barbicane soğukkanlılığını koruyordu, belki de söyleyecek birkaç sözü daha vardı çünkü suratından ve yaptığı hareketlerden sessizlik istediği anlaşılıyordu, çanı da işe yaramaz olmuştu. Fakat bu isteğine kimse karşılık vermiyordu. Hatta artık sadık meslektaşları onu omuzlarına almış ve daha da gürültücü bir kalabalığın ellerine bırakmak için dışarı taşır olmuştu.
Hiçbir şey bir Amerikalıyı hayrete düşüremez. “İmkânsız” sözcüğünün Fransızca olmadığı söylenir hep. İnsanlar sözlüklerin azizliğine uğramış belli ki. Amerika’da her şey kolaydır, basittir ve mekanik zorluklara gelince… Onlar da daha ortaya çıkmadan çözülürler. Barbicane’in teklifi ve bu teklifin hayata geçirilmesi arasında hiçbir Yanki bir sorun kırıntısı bile görmez. Bir şey ağızdan çıktı mı yapıldı ve bitti demektir.
Başkanın omuzlardaki “seyahati” akşama kadar sürdü. Tam bir fener alayı olmuştu. İrlandalılar, Almanlar, Fransızlar, İskoçlar yani Maryland’de yaşayan herkes kendi dilinde tezahürat yapıyor, “Yaşasın!”, “Aferin!”, “Bravo!” nidaları birbirine karışıyordu.
Sanki tüm bu karmaşanın sebebinin kendisi olduğunu anlarmış gibi duran Ay, çevresindeki tüm ışıkları bastırırcasına parıldıyordu. Herkes bu göz alıcı yuvarlağa gözlerini dikmişti, kimi öpücük yolluyor kimi de sevgi sözcükleri haykırıyordu. Akşam sekizle gece yarısı arasında, Jones Fall Sokağı’ndaki bir gözlükçü opera dürbünü satarak köşeyi dönmüştü bile… Gecelerin kraliçesine kibar bir hanımefendi gibi göz süzüyorlardı. Yankilerde bir sahiplenme duygusu ortaya çıkmıştı. Öyle ki sarışın Phoibe bu cesur fatihlerin malı olmuş, Birlik topraklarına katılmış gibiydi. Fakat düşüncelerinin vardığı son nokta ona bir mermi göndermekten öteye gitmiyordu; yani bir uydu ile de olsa iletişime geçmenin kaba bir yolu. Kabaydı fakat bu, medeni uluslar arasında sıklıkla kullanılan bir yoldu.
Gece yarısı oldu ama heyecanda hiçbir azalma görülmüyordu. Her kesimden insan arasında yayılmıştı; bilim adamları, dükkân sahipleri, tüccarlar, hamallar, başkanlar, “saf” insanlar… Hepsi bu coşku seline kapılmıştı. Mevzubahis olan millî bir teşebbüstü. Zenginiyle fakiriyle tüm şehirden, Patapsco’yu çevreleyen rıhtımlardan, limanda demirli gemilerden neşeden, cin ve viskiden sarhoş olmuş insanlar fışkırıyordu âdeta… Şık barların divanlarına uzanmış beyefendilerden Fells-Point tavernalarından birinde “knock-me-down”[3 - Sert bir içki türü. (ç.n.)] ile sarhoş olmuş sandalcıya kadar herkes bu konudan bahsetti, tartıştı, karşı çıktı, alkışladı…
Sabaha karşı saat iki sularında, bu curcuna durulmaya başladı. Başkan Barbicane, mahvolmuş bitmiş bir hâlde evine vardı. Herkül bile böylesine bir coşkuya karşı duramazdı. Kalabalık yavaşça cadde ve meydanları boşalttı. Philadelphia ve Washington’dan, Harrisburg ve Wheeling’den gelip Baltimore’da kesişen dört demir yolu, bu her telden insanı barındıran topluluğu alıp Amerika’nın dört bir köşesine taşıdı ve şehir nispeten daha sakin bir hâl aldı.


Fener alayı

Bununla beraber, bu unutulmaz akşam boyunca yalnızca Baltimore’un heyecan dalgasına kapıldığını düşünmek hata olur. Birliğin büyük şehirleri, Teksas’tan Massachussets’e, Michigan’dan Florida’ya, New York, Boston, Albany, Washington, Richmond, Cresccent-City, Charleston, Mobile, hepsi bu sarhoşluğa katılmıştı. Çünkü Gun Club’ın otuz bin muhabir üyesi başkanın mektubundan haberdardı. Onun 5 Ekim’de yapacağı konuşma için hepsi sabırsızlanıyordu. Bu yüzden kelimler hatibin ağzından çıkar çıkmaz telgraf tellerinde saniyede 248.447 mil hızla Birlik’in bütün eyaletlerini dolaşmaya başlamıştı. Şurası kesindir ki Fransa’dan on kat geniş olan Amerika Birleşik Devletleri, “Yaşasın!” sözünü hep bir ağzından bağırmış, gururla şişinmiş, yirmi beş milyon kalp aynı şekilde atmıştı.
Ertesi gün telgraf marifetiyle haberi alan beş yüz kadar gazete ve günlük, haftalık, aylık veya iki aylık derginin hepsi aynı konudan bahsediyordu. Konuyu fiziksel, meteorolojik, ekonomik ve ahlaki açıdan -hatta politik ve toplumsal yönü de dâhil olmak üzere- her yönüyle irdelediler; onun uygarlığa ne gibi katkılar sunacağını, siyasi açıdan ne gibi üstünlükler sağlayacağını tartışıyorlardı. Ay’ın oluşumunu tamamlamış bir gök cismi olup olmadığını, ileride değişime uğrayıp uğramayacağını ele aldılar. Dünya’nın atmosfer oluşmadan önceki hâline mi benziyordu? Yeryüzünden görülemeyen yüzü nasıldı? Şu anda bahsi geçen tek şey sadece bir mermi gönderilmesi de olsa herkes bunu bir dizi deneyin başlangıcı olarak görmeliydi. Herkes bir gün Amerika’nın bu gizemli kürenin en bilinmez gizlerine de ulaşmasını ümit etmeliydi hatta bazıları Ay’ın fethinin Avrupa’daki dengeleri bozacağından endişe etmekteydi.
Bu plan tartışılmaya başlandı başlayalı tek bir kişi bile uygulanabilirliğini sorgulamamıştı. Tüm gazeteler, bültenler, broşürler, bilim, edebiyat ve din dünyasınca yayımlanan tüm yazılar, hepsi bu durumun getirileri üzerine yoğunlaşmıştı. Boston Doğa Tarihi Derneği, Albany Bilim ve Sanat Derneği, New York Coğrafya ve İstatistik Derneği, Philadelphia Felsefe Derneği ve Washington “Smithson Kuruluşu”, Gun Club’a sayısız tebrik mektubu gönderdiler, yardım ve para önerdiler.
Denebilir ki hiçbir tasarının bu kadar çok yandaşı olmamıştı. Kararsızlık, şüphe veya tereddüt ile karşılanmamıştı. Avrupa’dan -hele Fransa’dan- biri çıkıp da Ay’a mermi gönderme düşüncesini alaya alan karikatürler çizse veya şarkılar söylese bunun çok zararını görürdü. Dünyanın hiçbir silahı, böyle bir şeye teşebbüs edecek adamı genel öfkenin hışmından kurtaramazdı. Bazı şeyler vardır ki Yeni Dünya’da onlara gülünmez. O günden sonra Impey Barbicane, Birleşik Devletler’in en önemli vatandaşlarından biri, bir nevi bilimin “Washington”ı oldu. Birçok insanın tek bir kişiye bu denli bağlanmasının hangi noktalara ulaştığını şu olay iyice gösterecektir:
Gun Club’daki o hafızalara kazınan konuşmadan birkaç gün sonra, bir İngiliz kumpanyasının müdürü, Baltimore Tiyatrosunda Shakespeare’in “Kuru Gürültü” adlı eserini sergileyeceklerini duyurdu. Fakat bu isimde Barbicane’in projesine bir dokundurma olduğunu düşünen ahali, tiyatroyu bastı, koltukları parçaladı ve zavallı müdürü oyunu değiştirmeye zorladı. Akıllı bir adam olan müdür, ahalinin isteğine boyun eğdi ve oyunu yine aynı yazarın eseri olan “Beğendiğiniz Gibi” ile değiştirdi. Haftalar boyu da gayet iyi para kazandı…

IV. BÖLÜM
CAMBRIDGE GÖZLEMEVİ’NİN CEVABI
Barbicane ise maruz kaldığı bu coşkuyla uğraşarak bir dakikasını bile harcamadı. İlk işi meslektaşlarıyla Gun Club’ın yönetim kurulu odasında buluşmak oldu. Biraz tartışıldıktan sonra, bu girişimin astronomiyle ilgili kısımlarında uzmanlara danışmaya karar verdiler. Onlardan cevap gelince işin mekanik kısmını tartışacaklardı ve bu büyük girişimin başarıya ulaşması için eksik hiçbir şey bırakılmayacaktı.
Gayet açıkça yöneltilmiş soruların olduğu bir mektup kaleme alındı ve Massachusetts’te bulunan Cambridge Gözlemevi’ne gönderildi. Birleşik Devletler’in ilk üniversitesinin bulunduğu bu şehir, astronomi kürsüsüyle ün salmıştır. Orada en seçkin bilim adamlarını bulabilirsiniz. Bond’un Andromeda Nebula’sını, Clarke’ın da Sirius Yıldızı’nı keşfetmesini sağlayan güçlü teleskop da buradadır. Yani bu ünlü kurum, Gun Club’ın tüm güvenini hak ediyordu.
İki gün sonra, gözlemevinden heyecanla beklenen cevap mektubu Başkan Barbicane’in ellerindeydi.
Şunlar yazıyordu:


Cambridge Gözlemevi

Cambridge Gözlemevi Müdürü’nden Baltimore’daki Gun Club Başkanı’na
CAMBRIDGE, 7 Ekim
6 Ekim tarihinde Baltimore’daki Gun Club üyeleri adına gönderdiğiniz mektubu alır almaz çalışanlarımız hemen toplandı ve size bu şekilde bir cevap yazılması kararlaştırıldı:
Bize yöneltilen sorular şöyleydi:
1. Ay’a bir mermi göndermek mümkün müdür?
2. Ay’la Dünya arasındaki mesafe tam olarak ne kadardır?
3. Uygun bir hızla fırlatılan mermi ne kadar sürede Ay’a ulaşır? Ve Ay’da belirli bir yere inmesi için ne zaman fırlatılması gereklidir?
4. Ay ne zaman merminin hedefi bulmasına en uygun konumda olacaktır?
5. Mermiyi fırlatacak olan topla nereye doğru nişan alınmalıdır?
6. Mermi fırlatıldığında Ay gökyüzünde ne konumda olacaktır

İlk soruyla başlarsak: “Ay’a bir mermi göndermek mümkün müdür?”
Cevap: Evet, saniyede 12.000 yarda hızla fırlatılırsa yapılan hesaplamalara göre ihtimal dâhilindedir. Dünya’dan uzaklaştıkça, yer çekim gücü uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani, uzaklık üç kat artarsa yer çekimi dokuzda bire düşer. Bunun sonucunda merminin ağırlığı azalır ve Ay’ın çekim gücünün Dünya’nın çekim gücünün yerini aldığı noktada, yani yolculuğun 47/52’sinde sıfıra inmiş olur. O noktada artık merminin bir ağırlığı olmaz ve sadece Ay’ın çekim gücü sayesinde Ay yüzeyine iner. Bu girişimin teorik olasılığı böylece kesin bir şekilde görülmüş olur. Başarısı ise yapılacak olan makinenin gücüne bağlıdır.
İkinci soruya gelirsek: “Ay’la Dünya arasındaki mesafe tam olarak ne kadardır?”
Cevap: Ay, Dünya’nın etrafında tam bir daire çizerek dönmez. Bir odak noktasında Dünya’nın bulunduğu bir elips çizer. Bunun sonucu olarak da bazen Dünya’ya yaklaşır, bazen de uzaklaşır; astronomik dilde karşılığı ise bazen yeröte bazen yerberi olur. En yakın ve en uzak olduğu noktalar arasındaki fark göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Aslında, yerötesi iken Ay 247.552 mil uzaktayken yerberi konumdayken 218.657 mil uzaklıktadır. Aradaki fark ise 28.895 mildir ki bu da tüm mesafenin dokuzda birine tekabül eder. Böylelikle yerberi konum bizim hesaplamalarımızda esas alacağımız konumdur.

Üçüncü soru: “Uygun bir hızla fırlatılan mermi ne kadar sürede Ay’a ulaşır? Ve Ay’da belirli bir yere inmesi için ne zaman fırlatılması gereklidir?”
Cevap: Eğer atılan mermi saniyede 12.000 yarda hızını koruyabilirse, dokuz saatlik bir yolculuk sonunda hedefe ulaşır. Fakat başlangıç hızı giderek azalacağı için, Ay ve Dünya çekimlerinin eşit olduğu noktaya varması 300.000 saniye sürecektir yani 83 saat 20 dakika. Bu noktadan sonra 50.000 saniye -yani 13 saat 53 dakika- boyunca Ay’a doğru düşecektir. Sonuç olarak Ay’ın hedeflenen bölgesine varması 97 saat 13 dakika 20 saniye sürecektir.

Dördüncü soru: “Ay ne zaman merminin hedefi bulmasına en uygun konumda olacaktır?”
Cevap: Yukarıda anlatılanlar da göz önünde bulundurularak ilk olarak ayın yerberi olduğu konum ve başucu noktasından geçtiği an seçilmelidir. Böylelikle alınacak yol yerkürenin yarıçapına eşit bir uzaklık yani 3.919 mil daha kısalacaktır ve geriye 214.976 millik bir yol kalacaktır. Her ne kadar Ay her ay yerberi konumdan geçse de her zaman aynı anda başucu noktadan da geçmeyebilir. Bu iki olayın aynı anda gerçekleşmesi uzun aralıklarla meydana gelir. Böylelikle bu iki durumun çakıştığı anı beklemek gerekecektir. Şansımıza, önümüzdeki sene 4 Aralık günü bu iki olay çakışacaktır. Gece yarısı Ay yerberi konumda bulunacak, yani Dünya’ya en yakın olduğu konumda ve aynı zamanda da başucu konumundan geçiyor olacak.

Beşinci soru: “Mermiyi fırlatacak olan topla nereye doğru nişan alınmalıdır?”
Cevap: Önceden belirtilen durumlara istinaden, top yerin başucu noktasına çevrilmelidir. Böylelikle atış ufuk çizgisine dikey olarak yapılabilir ve mermi olabilecek en kısa sürede yer çekimi alanının dışına çıkmış olur. Fakat Ay’ın bir yerin başucu konumunda olması için o yerden daha yüksek bir enlemde olmaması yani 0° ile 28° kuzey veya güney enlemler arasında bulunması gerekir. Diğer her noktada atış meyilli olur ve bu da deneyin başarısını tehlikeye atar.

Altıncı soru: “Mermi fırlatıldığında Ay gökyüzünde ne konumda olacaktır?”
Cevap: Merminin uzaya fırlatılacağı anda, günde 13° 10’ 35’’ ileri doğru hareket eden Ay, bu rakamın dört katı yani 52° 42’ 20’’ uzaklıkta olacaktır. Bu, merminin yol alacağı süre içinde Ay’ın alacağı yola eşittir. Aynı zamanda yerkürenin dönüşü sebebiyle merminin ne kadar sapacağı da hesaba katılmalıdır. Mermi Ay’a ancak on altı yerküre yarıçapına eşit bir sapmadan sonra varacağı için ve bu da yerküre yörüngesi üzerinde hesaplandığında on bir derece ettiğinden bu on bir derece de sayıya eklenmelidir. Yani yuvarlak bir hesapla altmış dört derece elde edilir. Sonuç olarak merminin fırlatılması anında, Ay’ın görünür yarıçapı, bulunulan noktadan çıkan dikey çizgiyle altmış dört derecelik bir açı yapmalıdır.
Gun Club üyelerinin Cambridge Gözlemevi’ne yönelttiği sorulara cevabımız böyledir.
Özetlersek:
1. Top 0° ve 28° kuzey veya güney enlemleri arasında bir yere konumlandırılmalıdır.
2. Direkt olarak başucu noktasına doğrultulmalıdır.
3. Mermi saniyede 12.000 yarda hızla atılmalıdır.
4. Gelecek yıl 1 Aralık günü saat 10’u 46 dakika 40 saniye geçe atılmalıdır.
5. Fırlatılmasından dört gün sonra ayın dördünde gece yarısı, Ay başucu konumdayken hedefine varacaktır.

Yani Gun Club üyeleri hiç gecikmeden böylesine bir girişim için gerekli işleri yapmaya koyulmalıdır ve kararlaştırılan vakitte işlerini bitirmelidir çünkü önümüzdeki sene 4 Aralık gününü kaçırırlarsa Ay’ın aynı başucu ve yerberi konumuna gelmesi için on sekiz yıl on bir gün beklemek zorunda kalacaklardır.
Cambridge Gözlemevi çalışanları, her türlü teorik astronomi sorusuna cevap bulmak için hizmetinizdedir ve tüm Amerika’nın kutlamalarına kendi tebrikleriyle katılırlar.
Gök Bilim Kürsüsü Adına,

    J. M. Belfast,
    Cambridge Gözlemevi Müdürü

V. BÖLÜM
AY’IN HİKÂYESİ
Dünya’nın çevresinde döndüğü o bilinmez merkezde duran ve inanılmaz keskin bir görüşe sahip bir gözlemci olsaydı, evrenin kaos dönemi boyunca uzayı kaplayan milyonlarca atomu görebilirdi. Asırlar geçtikçe yavaş yavaş bir değişim meydana geldi. Çevredeki tüm atomların boyun eğdiği bir çekim kuvveti oluştu. Bu atomlar kimyasal eğilimlerine göre birleşti ve molekülleri meydana getirdi, gökyüzüne serpiştirilmiş olan nebula kümelerini oluşturdu.
Bu kümeler oluşur oluşmaz kendi merkezleri etrafında dönmeye başlamışlardı. Belirsiz moleküllerden oluşan bu merkez, kademeli olarak yoğunlaşması esnasında kendi ekseninde döner olmuştur. Ve mekanik biliminin değişmez kuralları gereği, hacmi küçüldükçe dönme hızı artmıştır ve bu etkinin devam etmesiyle sonuçta bulutsu kümenin içinde tek bir ana yıldız doğmuştur.
Yukarıda bahsi geçen hayalî gözlemci, dikkatle incelerse yığının diğer moleküllerinin de merkezdeki yıldız gibi hareket ettiğini, yoğunlaşarak daha da hızlı dönmeye başladığını ve merkez yıldızın etrafında sayısız farklı yıldız oluştuğunu görürdü. Günümüzde gök bilimcilerin 5.000 kadar olduğunu belirttiği nebulalar böyle oluştu.
Bu 5.000 nebula arasında, her biri kendi Güneş Sistemi’nin merkezi olmuş on sekiz milyon yıldızın barındığı Samanyolu da vardır.
Eğer gözlemcimiz bu on sekiz milyon yıldız arasında en gösterişsiz ve en sönük olanlarından birini, yani bir dördüncü sınıf yıldızı, kibirli bir ifadeyle Güneş denileni yakından incelerse evrenin oluşumunda yer alan tüm olaylar teker teker önünde canlanır. Aslında, bu Güneş’i hâlen gaz hâlindeyken ve hareketli moleküllerden oluşmuş vaziyetteyken, yoğunlaşmak için kendi etrafında dönerken görebilir. Mekanik yasalarına uyan bu hareket, hacmin küçülmesiyle hızlanır ve belli bir zamanda molekülleri merkeze süren merkez güç, merkezkaç kuvveti tarafından aşılır.
O zaman gözlemcimizin gözü önünde başka bir olay meydana gelir; Güneş’in tam orta düzleminde dizili olan moleküller ipi kopan bir sapandan fırlamışçasına gidip Güneş’in etrafında Satürn’ünkine benzer birden çok orta merkezli halka meydana getirir. Kendi etrafında dönen kozmik madde niteliğindeki bu halkalar da merkezdeki kitle etrafında dönmeye başlar ve ikinci derece bulutsular hâlinde kırılıp çözülürler, yani birer gezegen hâlini alırlar. Bu gezegenlerin de hepsi bir veya iki halka ortaya çıkarır ki bunlar da bizim uydu olarak adlandırdığımız ikincil kütlelerin kaynağı olur.
Böylelikle, atomdan moleküle, molekülden bulutsu kütleye, ondan ana yıldıza, yıldızdan güneşe, güneşten gezegene, oradan da uyduya; Dünya’nın ilk gününden itibaren gökyüzünde olan olayların tümüne şahit olmuş oluruz…
Güneş yıldızlar âleminde kaybolmuş gibi görünse de hâlihazırdaki bilimsel teorilere göre Samanyolu adlı bulutsuya bağlıdır. Bir sistemin merkezinde olan Güneş, esirimsi alanların ortasında ne kadar küçük görünürse görünsün aslında çok büyüktür. Yerkürenin 1.400.000 katıdır. Kâinatın ilk dönemlerinde kendi derinliklerinden çıkmış sekiz gezegen döner çevresinde. Bunlar isimleri kendisine en yakından en uzağa şöyledir: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün. Ayrıca, düzenli olarak Mars ile Jüpiter arasında dolaşan daha küçük gezegenler de vardır. 97 tane olduğu teleskopla tespit edilmiş olan bu gezegenlerin kırılıp da binlerce parçaya ayrılmış bir yıldızdan koptuğu düşünülebilir.
Çekim gücüyle Güneş’in yörüngesinde kalan bu “katılımcı”ların birkaçının kendi uyduları vardır: Uranüs sekiz, Satürn sekiz, Jüpiter dört, Neptün büyük ihtimalle üç ve Dünya da bir uyduya sahiptir. Bu sonuncu ve Güneş Sistemi içinde en önemsiz olana Ay diyoruz ki işte girişimci Amerikan zekâsı onu fethetmek için yola çıkmıştır!
Ay, görece yakınlığı ve farklı evrelerinde sürekli değişen görüntüsüyle Güneş’le beraber insanoğlunun dikkatini çekmiştir hep. Fakat Güneş’e bakmak insanın gözlerini yorar; ışığının parlaklığı bakan gözleri yere indirir.
Buna karşılık sarışın Phoibe, insanları daha çok sevdiğinden mütevazı zarafetiyle kendisini gösterir. Zevkle seyredilir, pek hırsı yoktur fakat ara sıra kardeşi Apollon’a baskın çıkmaya kalkıştığı olur, hem de kendisini hiçbir zaman onun gölgesinde bırakmaksızın. Müslümanlar, Dünya’nın bu sadık dostunun kıymetini bildiklerinden aylarını onun hareketine göre ayarlamışlardır.
İlk insan toplulukları bu erdemli tanrıçaya özgü bir ibadet geliştirmişlerdir. Mısırlılar ona İsis, Fenikeliler Astarte derler. Yunanlılar ona Leto ile Zeus’un kızı Phoibe diye taparlardı. Ay tutulmasının açıklaması onlara göre Diana’nın yakışıklı Endymion’a yaptığı ziyaretlerdi. Mitolojik efsanelere bakılırsa Nemea aslanı yeryüzüne gelmeden önce Ay’daki kırları dolaşmıştır ve Plutarkhos’ta adı geçen Ozan Agesianax, güzel Selene’in o tatlı bakışlarını, o hoş burunla nazik ağzını dizeleriyle yücelmiştir.
İlk Çağ’daki insanlar ayın karakterini, tabiatını, kısacası mitolojik açıdan manevi özelliklerini iyice kavramışlardır ama en bilgilileri bile selenogrofi bakımından çok cahildir.
Yine de geçmişteki birçok gök bilimcinin bulduklarını günümüzün bilimi doğrulamaktadır. Arkadyalılar Ay’ın var olmadığı bir zamanda yeryüzünde yerleştiklerini iddia etmişlerdir, Tatius Ay’ı Güneş’ten kopmuş bir parça olarak görmüştür; Aristo’nun öğrencisi Klearkhos onu üzerine okyanus imgeleri yansıyan ayna yapmıştır; bazıları da onun yerküreden yayılan buharların oluşturduğu ve kendi çevresinde dönen bir yığın olduğunu söylemişlerdir ancak hiçbir optik alete sahip olmayan birkaç bilgin Ay’ın yasalarını sezmişlerdir.
Bunlardan Miletli Tales MÖ beşinci yüzyılda, Ay’ın ışığını Güneş’ten aldığını söylemiştir, Samoslu Aristarkhos ise Ay’ın evrelerinin gerçekçi bir açıklamasını yapmıştır. Kleomena ayın parlamasının sebebinin yansıyan bir ışık olduğunu öğretmiştir. Kaldeli Berosos, yerküre çevresinde dönüşüyle kendi çevresinde dönüş sürelerinin aynı olduğunu göstermiş ve böylece Ay’ın hep aynı yüzünü gördüğümüzü belirtmiştir. Hipparkhos ise Hristiyanlığın ortaya çıkışından iki yüz yıl evvel uydumuzun devinimlerinde bazı düzensizlikler gözlemlemiştir.
Bütün bu gözlemler yıllar sonra ispatlanmış ve yeni gök bilimcilere faydası dokunmuştur. Hipparkhos’un, Ay’ın dalgalanımlı yörüngesinde seyrederken Güneş’in etkisine maruz kalıp birtakım düzensizlikler sergilemesi konusundaki kaydettiklerini, ikinci yüzyılda Ptolemaios, onuncu yüzyılda Arap âlimi Ebul Vefa tamamlamışlardır. Daha sonra on beşinci yüzyılda Kopernik ve on altıncı yüzyılda Tycho Brahé, Dünya’nın içinde bulunduğu sistemi ve Ay’ın gök cisimleri arasındaki konumunu açık bir şekilde meydana koymuşlardır.
Galileo’dan önce Ay’ın hareketleri büyük ölçüde belirlenmişti, buna rağmen fiziki özellikleri hakkında bilinenler azdı. Ay’ın belli evrelerindeki ışık olaylarını dağların varlığıyla açıklayan ve bu dağlara ortalama olarak 27.000 fitlik bir yükseklik biçen Galileo olmuştur. Ondan sonra, Dantzig’li bir gök bilimci olan Hévelius, bu yüksekliği 15.000’e çekmiştir fakat Riccioli’in hesaplamaları bu yüksekliği yeniden 21.000 fitlere çıkarmıştır.
18. yüzyılın sonuna doğru Herschel, gayet güçlü bir teleskobun yardımıyla bu bahsi geçen rakamları en üst seviyede 11.400 fit olarak belirlemiştir. Ayrıca farklı yüksekliklerin ortalamasını da 2.400 fitten biraz yukarı çekmiştir. Fakat Herschel de yanılıyordu. Sonunda bu sorulara noktayı, Shrœter, Louville, Halley, Nasmyth, Bianchini, Pastorf, Lohrman, Gruithuysen’in gözlemleri ve en çok da Bay Bœer ile Bay Moëdler’in çalışmaları koymuştur. Bugün Ay’daki dağların yüksekliği bu bilginler sayesinde kesin olarak bilinmektedir. Bu bilginler, içlerinde altı tanesinin 15.000 fiti, on iki tanesinin de 14.500 fiti aştığı toplam 1.905 farklı yüksekliği ölçmeyi başarmışlardır. Bunlardan en yükseği 22.606 fit yüksekliktedir.
Bununla Ay’ın incelenmesi de tamamlanmıştı. Kesinlikle kraterlerle kaplıydı ve volkanik yapısı her gözlem esnasında seçilebiliyordu. Gölgesinde gizlenen gezegenlerde herhangi bir ışık kırılması olmamasından yola çıkılarak Ay’ın atmosferi olmadığı sonucuna ulaşılmıştı. Hava yokluğu su yokluğunu da beraberinde getirmişti. Yani bu koşullar altında yaşayabilmeleri için Ay’daki canlıların kendilerine özgü bir yapıda ve Dünya’da yaşayan insanlardan oldukça farklı olmaları gerektiği sonucuna ulaşılmıştı.
Ayrıca, gayet gelişmiş aletler sayesinde Ay’ın yüzeyi tek bir bakılmadık nokta kalmadan incelendi ve çapı 2.150 mil, yüzeyi yerkürenin on üçte biri ve hacmi de kırk dokuzda biri olarak hesaplandı. Tek bir sırrı bile gök bilimcilerin gözünden kaçamadı. Bu hünerli âlimler şaşırtıcı gözlemlerini daha da ileri taşıdılar.
Şu anlaşıldı ki dolunay hâlindeyken Ay’ın bazı kısımları beyaz çizgili, diğer evrelerdeyken ise siyah çizgili olarak görülüyordu. Daha büyük titizlikle çalışıldı ve bu çizgilerin anlamı bulundu. Bunlar birbirine paralel olan yükseltiler arasına kazılmış uzun ve dar oluklardı ve genellikle yanardağ ağızlarını çevreliyordu. Uzunlukları on ila yüz mil arasında değişiyordu ve genişlikleri ise 1.600 yarda idi. Gök bilimciler bunları gedik olarak adlandırmaktan ileri gidemediler. Bu gediklerin kurumuş dere yatakları olup olmadığı konusuna bir açıklık getiremediler.
Amerikalılar bir gün bu jeolojik olguyu çözümlemeyi umuyorlardı. Ayrıca Münihli tanınmış bir profesör olan Gruithuysen’in Ay’ın yüzeyinde keşfettiği ve Ay’da yaşayan mühendislerin yaptığını öne sürdüğü paralel surların gerçekte ne olduğunun bulunması konusuna da el attılar. Bu iki konu ve bunlar gibi daha nicesi Ay’a ayak basmadan cevaplanamayacaktı.
Işık yoğunluğuna gelince; o konuda öğrenilecek bir şey kalmamıştı artık. Güneş ışığından 300.000 kat daha zayıf olduğu biliniyordu ve termometrelerce ölçülebilen bir ısısı da yoktu. “Solgun ışık” olayı olarak da bilinen konuya gelince… Ay’ın ilk ve son evreleri arasında görülen bu ışık, yeryüzünün Ay’a yansıttığı Güneş ışığının etkisiyle oluşmaktaydı.
İşte Dünya’nın uydusu hakkında edinilmiş tüm bilgi bundan ibaretti… Gun Club da bu bilgileri kozmolojik, coğrafik, politik ve ahlaki açıdan tamamlamaya hazırdı…

VI. BÖLÜM
BİRLEŞİK DEVLETLER’DE CAHİLLİK VE İNANCIN KEYFÎ SINIRLARI
Barbicane’in konuşmasının ilk sonucu, gecenin kraliçesi hakkındaki güncel bilgilerin tekrar gözden geçirilmesi olmuştu. Herkes harıl harıl çalışmaya koyuldu. İnsan Ay’ın ilk kez görüldüğünü ve daha önce hiç kimsenin gözüne ilişmediğini bile düşünebilirdi. Ay moda ve günün yıldızı oldu; yine de alçak gönüllülüğünden bir şey yitirmemişti. Yıldızlar arasında bir konum edinmişti ama bununla şişinmiyordu. Tüm gazeteler “Kurtların Güneşi”nin geçtiği tüm fıkraları yeniden yayımladı, ilk çağlardaki cahil insanların Ay’ın etkisi diye bildikleri şeyleri hatırlattılar. Her telden çalarak Ay’ın türküsünü söylediler. Onun ağzından şakalar aktarmadıkları kaldı sadece. Yani kısacası tüm Amerika Ay çılgınlığına tutulmuştu.
Bilimsel dergiler ise daha çok Gun Club’ın girişimini sorgulayan makaleler yayımladılar. Cambridge Gözlemevi’nin gönderdiği cevap mektubunu yayımlayıp katıksız bir destek verdiler.
Sözün kısası, en bilgisiz Amerikalının dahi Dünya’nın uydusuyla alakalı meselelerden birinden bile haberdar olmamasına, ülkedeki evde kalmış kızların en kıt akıllısının bile Ay konusunda safsatalara inanmasına müsaade edilmiyordu. Bilim onlara her şekilde ulaşıyor, gözlerinden, kulaklarından içeri giriyordu. Astronomiden sınıfta kalmak imkânsızdı artık.
O zamana kadar birçok insan Ay ve Dünya arasındaki mesafenin nasıl hesaplandığından haberdar bile değildi. Bu durumdan yararlanıldı ve mesafenin, Ay’ın “paralaks”ının hesaplanarak bulunduğunu açıklayan yazılar yazıldı. Paralaks terimi halka çok uzak bir terim olduğu için daha sonraları da bunun yerkürenin iki ucundan Ay’a doğru çizilen iki çizginin oluşturduğu açı olduğu insanlara anlatıldı. Bu yöntemi sorgulayan sorular üzerine de hemen ortalama uzaklığın 234.347 mil olduğunu açıklamakla kalmayıp bir de gök bilimcilerin hesaplarında her yöne yetmiş millik bir sapmadan daha fazla yanılmış olamayacakları eklendi.
Ayın hareketleri konusunda bilgi sahibi olmayanlar için de iki farklı hareketi olduğu, birinin kendi etrafındaki hareketi diğerinin ise Dünya’nın etrafındaki hareketi olduğu açıklandı. Bu iki hareketi de aynı sürede, yani yirmi yedi artı bir çeyrek günde yaptığı anlatıldı.
Dünya çevresindeki dönüşüyle Ay yüzeyindeki gündüz ve gece birbirini izler. Ay’da geçen bir ayda sadece bir gün ve bir gece vardır, 354 saat sürer. Ama Ay’ın şansına, yeryüzüne dönük olan tarafı on dört ayın yaydığı ışığa eş değer bir ışıkla aydınlanır. Bize görünmez olan diğer yüzüne gelince; o da 354 saatlik bir süreyle sadece yıldızlardan yansıyan sönük ışıkla aydınlanır. Bu sürekli gecenin üzerine yalnızca yıldızların o sönük ışığı düşer. Bu olay, kendi ekseni çevresinde dönmeyle bir başka cismin -yani Dünya’nın- çevresinde dönme zamanlarının eşit olmasından kaynaklanır yalnızca.
Bazı iyi niyetli ama gayet tutucu şahsiyetler, ilk başta Ay’ın kendi etrafında dönüşü esnasında nasıl olup da bize hep aynı yüzünü gösterdiğini anlamakta zorlandılar. Bu insanlara şu tavsiye edilmişti: “Yemek odanıza gidin ve yüzünüz hep merkeze dönük olarak yemek masanızın etrafında dönün. Masanın etrafında tam bir tur döndüğünüzde kendi etrafınızda da tam bir tur dönmüş olursunuz çünkü gözleriniz odanın her bir köşesini görmüş olacak. Yani oda, gökyüzü; masa, Dünya ve siz ise Ay’sınız.” Bunu duyanlar bu benzetmeden gayet tatmin oluyorlardı.
Yani Ay bize hep aynı yüzünü gösteriyor ama tam olarak anlatmak için şunu da eklemek gerek: Kuzeyden güneye ve doğudan batıya olan bir salınım sebebiyle Ay, bize yarısından biraz fazlasını gösterir, yaklaşık olarak yüzde elli yedilik bir kısmını…
Cahiller de Cambridge Gözlemevi müdürünün Ay’ın kendi etrafındaki hareketleri hakkındaki bilgisine sahip hâle geldiğinde bu kez de yerküre çevresindeki dönüşünü merak etmeye başlamışlardı ki yirmi bilimsel makale imdatlarına yetişti. O zaman öğrendiler ki sonsuz sayıda yıldızı barındıran gökyüzüne, Ay’ın üstünde dolaşıp yeryüzündeki insanlara zamanı bildirdiği bir saat kadranı olarak bakılabilirmiş. Gecenin kraliçesi, geçirdiği evreleri bu şekilde gösteriyormuş. Yani Dünya, Güneş ve Ay aynı çizgi üstünde olduğunda, Güneş ve Ay karşı karşıya kaldığında dolunaydı. Güneş’le Dünya arasında kalıp kavuşum durumunda olduğunda yeniay idi ve son olarak Güneş ve Dünya arasında kendisinin tepede olduğu bir açı oluşturduğunda ise birinci veya sonuncu evrede oluyordu.
Kafası çalışan bazı Yankiler buradan yola çıkarak Ay tutulmalarının yalnızca kavuşum veya karşı konumda olabileceği sonucunu çıkardılar. Doğru bir şekilde mantık yürütüyorlardı. Kavuşum durumunda, Ay, Güneş’in; karşı konumdayken de yerküre Ay’ın görünmesini önleyebilir. Bu önleme veya tutulmaların, bir Ay ayı içinde, yani iki Ay arasındaki zamanda iki defa olmamasının sebebi, Ay’ın devinimi sırasında izlediği düzlemin yerkürenin yörünge düzlemine eğik olmasıdır.
Ay’ın ufka olan yüksekliği konusuna gelince; Cambridge Gözlemevi’nin mektubunda söylenmesi gereken her şey söylenmişti. Herkes biliyordu ki bu yükseklik, gözlemcinin bulunduğu yere göre değişiyordu. Fakat Ay’ın başucu noktasından, yani gözlemcinin tam tepesinden geçtiği enlemler, Ekvator’la yirmi sekizinci enlem arasında kalanlardı. Yani merminin dikey olarak fırlatılabilmesi ve yer çekiminden en kısa sürede kurtulabilmesi için deneyin bu enlemlerden birinde yapılması çok önemliydi. Bu, girişimin başarıya ulaşması için çok gerekli bir durumdu ve toplum da bu konuda tasalanmaktaydı.
Ay’ın Dünya’nın etrafındaki dönüşü esnasında çizdiği yol konusundaysa Cambridge Gözlemevi bu yörüngenin tam bir çember değil de bir elips olduğunu ve Dünya’nın da bu elipsin odak noktasında yer aldığını açıklamıştı. Şu da çok açık biçimde anlaşılmıştı ki Ay yerberi konumdayken Dünya’ya en yakın, yeröte konumdayken de Dünya’ya en uzak konumda idi.
İşte bunlar her bir Amerikalının konu hakkında edindiği bilgilerdi ve artık kimse bu konuda bilgisi olmadığını söyleyemezdi. Fakat bu gerçekler halk arasında gayet hızlı yayılmış olsa da yine de bazı yanlış bilgilerin ve uydurma korkuların yok edilmesi kolay olmamıştı.
Mesela bazı önemli şahsiyetler, Ay’ın eski bir kuyruklu yıldız olduğunu ve Dünya’nın yanından geçerken bir şekilde yer çekimine kapılıp onun yörüngesine girdiğini savunuyordu. Bu kabul salonu gök bilimcileri, Ay’ın yanık yüzünü açıklamakta yetersiz kalıyorlardı ve bunu Güneş’in sıcaklığından kaynaklanan bir felaket olarak adlandırıyorlardı. Kuyruklu yıldızların kendi atmosferleri olduğu ve Ay’ın neredeyse hiç denecek kadar az veya hiç atmosferi olmadığı hatırlatılınca da verecek cevap bulamıyorlardı.
Yine başkaları -ki bunlar da şüpheciler sınıfına dâhildi- Ay’ın konumu konusunda şüpheleri olduğunu dile getirdiler. Halifeler döneminde yapılan gözlemlerden bu yana, Ay’ın Dünya etrafındaki dönüşünde belli bir hızlanma olduğunu duymuşlardı ve böylelikle -hiç de mantıksız olmayarak- hızlanma sonucunda iki yıldız arasındaki uzaklığın gittikçe azalacağı ve bu çifte etki sonsuza kadar devam edeceği için günün birinde Ay’ın Dünya’ya düşeceği kanaatine kapılmışlardı. Fakat bu insanların gelecek nesiller için duydukları endişe kısa sürede sona erdi çünkü ünlü Fransız matematikçi Laplace, bu hızlanmanın çok sınırlı olduğunu ve görece bir azalma bile olacağını hesaplamıştı. Yani Güneş sistemi’nin dengesi önümüzdeki yüzyıllarda değişmeyecekti.
Bir de batıl inançları olanlar vardı. Bu tip insanlar, sadece cehalet içinde yaşamakla kalmaz ayrıca hiç olmamış olanlar hakkında da her şeyi bilirlerdi. İş Ay’a gelince de onun hakkında da bilmedikleri yoktu! Bazıları onu insanların birbirinin yansımasını görüp konuşabileceği parlak bir ayna olarak değerlendirirken diğerleri de bugüne kadar gözlemlenmiş olan bin tane yeni Ay’dan dokuz yüz ellisinin devrim, deprem, tufan gibi felaketlere yol açtığını düşünüyorlardı. Ayrıca Ay’ın insanların kaderi üzerinde de gizemli etkisi olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre her bir “Aylı” bir Dünyalıyla bir bağla eşleşmişti. Doktor Mead gibi onlar da “Yaşam dizgemiz tamamıyla Ay’a bağlıdır.” diye tutturuyorlardı. Öyle inanıyorlardı ki erkek çocukları yeni Ay zamanında, kız çocukları Ay’ın son evresinde doğmuşlardı. Ve daha neler neler… Yine de bu aslı astarı olmayan yanlış düşünceleri bir kenara bırakıp var olan tek gerçeğe bağlanmak hepsinin kaderiydi. Ay etkilerini kaybedince, bütün gücün tek yerde toplanmasından hoşlanan bu güruhun gözünden düştü, kimileri de onunla ilgisini kesti fakat büyük çoğunluk Ay’ın tarafındaydı. Yankilere gelince; onların tek derdi gökyüzündeki bu yeni kıtayı ele geçirmek ve en yüksek tepesinde Amerikan bayrağını dalgalandırmak idi…

VII. BÖLÜM
MERMİYE ÖVGÜ
Cambridge Gözlemevi 7 Ekim tarihli o unutulmaz cevap mektubunda konuyu astronomik açıdan ele almaktaydı. Bundan sonra geriye kalan şey, sorunu mekanik yolla çözüme kavuşturmaktı. Amerikalılardan başkası, uygulamadaki güçlükler karşısında pes ederdi; onlar içinse çocuk oyunu kadar kolaydı.
Başkan Barbicane hiç zaman kaybetmeden Gun Club üyelerinden bir çalışma komitesi oluşturdu. Bu komitenin görevi, top, mermi ve barutla ilgili üç temel soruya cevap bulmaktı. Komitede mükemmel bir teknik bilgiye sahip dört üye bulunmaktaydı; Barbicane (Oylar eşit çıkarsa onun oyu ağırlık taşıyacaktı.), General Morgan, Binbaşı Elphinstone ve sekreterlik görevini üstlenen J. T. Maston. 8 Ekim günü komite, Başkan Barbicane’in Republican Sokağı 3 numarada bulunan evinde toplandı. Gun Club’ın dört üyesinin önündeki masa sandviçlerle ve kocaman çay demlikleriyle doluydu; böylesine ciddi bir buluşmada midelerin feryatlarıyla rahatsızlık vermemesi gerekiyordu. J. T. Maston vakit kaybetmeden demir kancasına kalemini taktı ve oturum başladı.
İlk sözü Barbicane aldı:
“Sevgili meslektaşlarım!” dedi, “Balistiğin, yani herhangi bir itici güçle boşluğa fırlatıldıktan sonra kendi başına bırakılmış cisimlerin devinimini inceleyen bilimin en önemli sorularından birisine cevap bulmamız gerek.”
“Ah! Balistik! Balistik!” diye söylendi J. T. Maston yüksek ve duygulu bir sesle.
“İlk toplantımızda topun yapımı konusunu tartışmak en akıllıcası gibi gelebilir.” diye devam etti konuşmasına Barbicane.
General Morgan “Gerçekten de öyle.” dedi.
“Ama…” dedi Barbicane, “Epeyce düşündükten sonra şu kanaate vardım ki mermi konusu topun yapımından önce tartışılmalı çünkü topun boyutları mermiye bağlı olacak.”
“Söz almama izin verin.” diye araya girdi J. T. Maston. İzin verilince de “Beyler!” diye söze başladı heyecanla, “Başkanımız mermi konusuna öncelik vermekle gayet iyi yaptı. Ay’a göndereceğimiz mermi bizim elçimiz olacaktır ve bu konuya ahlaki yönden bakmak isterim.”
Mermiye böyle yeni bir açıdan yaklaşılması komite üyelerinin merakını celbetmişti. Bu nedenle kulak kesilip J. T. Maston’ın sözlerini dinlediler.
“Sevgili dostlarım!” diye devam etti konuşmasına, “Sözü uzatmayacağım. Merminin, öldürücü merminin fiziki mevcudiyetini bir kenara bırakıyor, sadece soyut, manevi, mermiyi inceliyorum. Bana göre beyler, bir top mermisi insan gücünün en belirgin göstergesidir. İnsan gücünün tam bir özetidir. İnsan, Tanrı’ya en çok mermiyi yaratırken yaklaşmıştır.”
“Harika!” dedi Binbaşı Elphinstone.
“Çünkü!..” diye bağırdı konuşmacı, “İlahi güç, yıldızları ve gezegenleri yarattıysa insanlar da top mermisini yarattı. O yeryüzündeki hızın kıstasıdır, uzayda başıboş dolaşan ve hakikatte birer mermi olan gök cisimlerini baskı altına alacak olan nesnedir. Eğer Tanrı ışığın, elektriğin, yıldızların, kuyruklu yıldızların, gezegenlerin, rüzgârın ve sesin hızının yaratıcısıysa bizler de bir attan veya trenden yüz kat daha hızlı olan top mermisinin yaratıcısıyız.”
J. T. Maston kendini kaptırmıştı. Dua eden bir kimsenin dudaklarından çıkan ezgiler vardı dilinde mermi için bu övgü dolu sözleri söylerken.
“İstediğiniz rakamlar mı?” diye sordu, “İşte size açıklayıcı rakamlar. Sıradan bir yirmi dörtlük top güllesini ele alalım. Evet, hızı elektriğin sekiz yüz binde biri, yerkürenin Güneş çevresindeki dönüş hızının yetmiş altıda biri kadar ama topun ağzından çıkarkenki hızı sesin hızını geçer ve saniyede iki yüz tuvaza[4 - Tuvaz: Eski bir uzunluk ölçüsü birimi. 1968 m. (ç.n.)] ulaşır. Bu, on saniyede iki bin tuvaz, dakikada on dört mil, saatte sekiz yüz kırk mil, günde yirmi bin yüz mil demektir, yani yerkürenin dönüşü sırasında Ekvator üzerindeki bir noktanın sahip olacağı hız. Bu da senede 336.500 millik hız anlamına gelir. Sonuç olarak Ay’a on bir günde, Güneş’e on iki senede, Güneş Sistemi’ndeki Neptün’e 360 senede varacaktır. İşte bizim elimizden çıkan şu sıradan top mermisinin yapacağı şeyler. Hele bu rakamı yirmi katına çıkarıp saniyede yedi millik bir hızla fırlattığımızda neler olur neler! Ah o muhteşem gülle, ihtişamlı mermi. Değil mi beyler, söyleyin, böyle bir şey yukarıda Dünya’dan gelen bir elçi olarak karşılanmaz mı?”
Bu şatafatlı bitiş, büyük bir coşkuyla karşılandı, J. T. Maston da kutlamalar arasında yerine otururken heyecanını gizleyemiyordu.
“Ve şimdi…” dedi Barbicane, “İşin şiirsel kısmını bırakıp sadede gelelim.”
“Elbette.” diye cevapladı üyeler ağızları kocaman sandviç lokmalarıyla doluyken.
“Çözmemiz gereken sorun şu…” diye devam etti başkan, “Saniyede 12.000 yarda hıza çıkan bir mermiyi nasıl yapacağız? Bunu elde edebileceğimizi düşünmek için bazı sebeplerim var. Bugüne kadar ulaşılmış hızlara bakalım bir. General Morgan bizleri bu konuda aydınlatacak.”


Rodman Columbiad

“Kolaylıkla.” diye cevapladı general, “Savaş sırasında deney komitesinin üyesiydim ne de olsa. 5.000 yarda öteye ulaşabilen yüzlük Dahlgren topları, mermilerini saniyede 500 yarda hızla atabiliyorlardı.”
“Peki, Rodman Columbiad?” diye sordu başkan.
“New York yakınlarındaki Hamilton Kalesi’nde denemesi yapılan Rodman Columbiad saniyede 800 yardalık bir hızla yarım tonluk bir mermiyi altı mil öteye fırlatabilmişti ki bu İngiltere’de ne Armstrong’un ne de Palisser’in başarabildiği bir şeydir.”
“İngilizler!” dedi J. T. Maston korkunç kancasını doğu yönünde ufka çevirerek.
“Sanırım…” diye söz aldı Barbicane, “Bu sekiz yüz yardalık hız, elde edilen en yüksek hız, öyle değil mi?”
“Evet öyle.” diye cevapladı general.
“Tüh!” diye hayıflandı J. T. Maston, “Benim havan topum parçalanmasaydı…”
“Evet…” diye sakince devam etti Barbicane, “Ama parçalandı. Yani sonuç olarak başlangıç noktamız 800 yardalık bir hız olmalı. Bunu yirmi katına çıkartmalıyız. Bu hıza ulaşmanın yollarını başka bir zamana erteleyerek dikkatinizi merminin boyutları konusuna çekmek istiyorum. Siz de biliyorsunuz ki artık söz konusu olan en fazla yarım tonluk bir mermi değil!”
“Neden olmasın?” diye sordu binbaşı.
“Çünkü merminin…” diye cevapladı J. T. Maston, “Ay halkının -tabii öyle bir halk varsa- dikkatini çekecek büyüklükte olması gerek.”
“Evet.” diye devam etti Barbicane, “Daha da önemlisi var.”
“Neyi kastediyorsunuz?” diye sordu binbaşı.
“Şunu kastediyorum; bir mermiyi sadece fırlatmak yetmez, hedefe ulaşana kadar izlediği yolu da takip etmeliyiz.”
“Nasıl?” diye hayretle bağırdı binbaşı ve general.
“Bunu kesinlikle yapmalıyız.” dedi Barbicane, “Aksi takdirde girişimimiz bir sonuca ulaşmaz.”
“Ama o zaman…” diye söz aldı binbaşı, “Bu merminin inanılmaz boyutlarda olması icap eder.”
“Hayır, beni bir dinleyin. Gözlem cihazlarının çok iyi bir seviyeye geldiğini hepimiz biliyoruz. Bazı aletlerle nesneleri 6.000 kat büyütebiliyoruz ve Ay’ı kırk millik bir mesafeye kadar yaklaştırabiliyoruz. Bir kenarı altmış fit olan bir nesne o uzaklıktan iyice görülebilir. Teleskoplarının gücünün arttırılmamasının sebebi, güç arttıkça ışığın azalmasıdır. Yansıtıcı bir aynadan başka bir şey olmayan Ay da daha uzaktaki nesneleri seçebilmemiz için gerekli ışığı sağlayamaz.”
“Peki o zaman, ne yapmayı önerirsiniz?” diye sordu general, “Altmış fit çapında bir mermi mi yapacaksınız?”
“Pek sayılmaz.”
“Ay’ın parlaklığını arttıracaksınız o zaman.”
“Kesinlikle öyle.”
“İşte bu biraz fazla!” diye bağırdı J. T. Maston.
“Fakat çok kolay!” dedi Barbicane, “Eğer Ay ışığının içinden geçmesi gerektiği atmosfer tabakasını inceltebilirsem o ışığı yoğunlaştırmış olmaz mıyım?”
“Tabii ki.”
“Tamam öyleyse. Bu sonuca ulaşmak için de yüksek bir dağa bir teleskop yerleştirmek yeterli olacaktır. İşte bizim yapacağımız şey de bu!”
“Pes ediyorum! İşleri öylesine basitleştiriyorsunuz ki… Peki bu şekilde ne kadarlık bir büyütme amaçlıyorsunuz?”
“Kırk sekiz katlık bir büyütme, böylelikle Ay beş millik bir mesafeye kadar yaklaşmış olacak. Nesneleri görebilmemiz için dokuz fit çapında olmaları yeterli.”
“Peki öyleyse!” diye haykırdı J. T. Maston, “Bizim mermimizin dokuz fit çapında olması da yeterli.”
“Kesinlikle öyle.”
“Ama şunu eklememe izin verin.” diye araya girdi Binbaşı Elphinstone, “Bu öyle bir ağırlık eder ki…”
“Sevgili binbaşı…” diye cevapladı Barbicane, “Ağırlığını tartışmadan önce, izin verin de atalarımızın bu konudaki bazı başarılarından bahsedeyim size. Topçuluk biliminin gelişmediğini söylemiyorum ama şunu da kabul etmek gerekir ki Orta Çağ’da çok daha şaşırtıcı sonuçlar elde edilmiştir. Hatta ifade etme cesaretini göstereceğim; bizimkilerden çok daha şaşırtıcı sonuçlar…”
“Bak sen!” dedi Morgan.
“İspatlayın bu söylediklerinizi!” diye bağırdı J. T. Maston.
“Çok kolay bu.” dedi Barbicane, “Bunu destekleyecek iki örnek var elimde. Mesela 1453’te İstanbul’un II. Mehmet tarafından kuşatıldığı esnada, 1.900 libre gelen gülleler kullanılmıştı; herhâlde büyüklükleri de ona göreydi.”
“Vay vay!..” dedi binbaşı, “1.900 libre büyük rakam!”
“Malta’da, St. Elmo Kalesi’nde Malta şövalyelerinin zamanında, 2.500 librelik mermiler atan bir top vardı.”
“İnanılmaz!”
“Son olarak, bir Fransız tarihçiye göre, XI. Louis döneminde bir havan topu varmış ki attığı güllelerin ağırlığı 500 libreden fazla değilmiş fakat Bastille’den -deliler, akıllıları oraya kapatıyordu- atılan gülle -akıllılar da delileri oraya kapatıyordu- Charenton’a düşermiş.”


Malta’da, şövalyeler zamanında kullanılan top

“Mükemmel!” dedi J. T. Maston.
“Özetlersek Armstrong silahları 5.000 librelik gülle atıyor ve Rodman silahları ise yarım tonluk! Yani toplarımızın menzili arttıkça, ağırlıklarından kaybetmişler gibi görünüyor. İşte araştırmalarımızı bu yönde yoğunlaştırırsak, Mehmet’in veya Malta Şövalyeleri’nin mermilerinden on kat daha ağır mermilere ulaşabiliriz.”
“Şüphesiz.” diye cevapladı binbaşı, “Fakat hangi metali kullanmayı düşünüyorsunuz?”
“Bildiğimiz dökme demir.” dedi General Morgan.
“Yok ya! Dökme ha!” diye bağırdı J. T. Maston hor görürcesine, “Ay’a gönderdiğimiz mermiye dökme demir yaraşır mı!”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/zhul-vern/ay-a-yolculuk-69428893/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Tam çevirisi “Top Kulübü”dür. (ç.n.)

2
İngiltere’de iç savaş esnasında, krala karşı Parlamentoyu destekleyen kişilere verilen ad. Kral yanlılarının aksine saçlarını kısa kestiren püritenlerle alay etmek için ortaya çıkmıştır. Toparlak Kafalı, parlamenter kelimesinden daha çok akılda kalır olduğundan bu şekilde anılmışlardır. (ç.n.)

3
Sert bir içki türü. (ç.n.)

4
Tuvaz: Eski bir uzunluk ölçüsü birimi. 1968 m. (ç.n.)
Ay’a Yolculuk Жюль Верн
Ay’a Yolculuk

Жюль Верн

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’daki Kuzey-Güney Savaşı bitmiş, eskisine göre daha dingin bir hayat hüküm sürmeye başlamıştı. Artık silahlar çekilmiyor, toplar atılmıyordu. Ve bu dingin hayat en çok Kuzey’in topçu subaylarının canını sıkıyordu. Bir şeyler yapmalıydı. Savaşı yeniden başlatamazlardı veya başka bir ulusa -mesela İngilizlere- harp açamazlardı. Mutlaka bir yerlere mermi atmalıydı. Ama nereye? Gun Club’ın başkanı Bay Barbicane bu sorunun cevabını biliyordu: “Ay’a!” Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.

  • Добавить отзыв