Kazaklar
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Moskova muhitlerinde “bir delikanlı” dendiğinde ne anlaşılırsa işte o olan Olenin, içinde bulunduğu çevreden aradığı huzuru bulamayınca hayatında yepyeni bir başlangıç yapmak istedi ve orduya katılıp Moskova’dan ayrıldı. Artık Rus aristokrasisinden ve şehir hayatından uzakta, karlarla kaplı geniş kırların ortasında ve yepyeni bir sonsuz âlem içinde yapayalnızdı. Ancak bu yalnızlık, önceki hayatıyla karşılaştırıldığında hiç de öyle şikâyet edecek bir şey değildi. Aksine… Tolstoy, “Kazaklar”da iki karşıt dünyayı karşılaştırır. Bir tarafta şehir hayatına uyum sağlamış ve bu hayatın gereklerine göre yaşayan kibarların dünyası; diğer tarafta doğadan kopmamış, “insani özelliklerini” yitirmemiş Terek Kazaklarının dünyası… “Savaş ve Barış” yazarının güçlü kaleminden bu karşıtlık daha bir içe işlemekte ve tıpkı Olenin’de olduğu gibi bir “gitme” arzusu uyandırmaktadır!
Lev Tolstoy
Kazaklar
I
Moskova tam bir sessizlik içinde. Kışın katılaştırdığı yollardan uzaktan uzağa tekerlek gıcırtıları geliyor. Pencerelerde ışıklar, sokaklarda fenerler sönmüş artık. Sabahı haber veren kilise çanları, uykulu şehrin havası içinde çınlayıp yayılıyor. Kimsecikler yok sokaklarda. Daracık patenleriyle bir gece kızağı, kum serpilmiş karları çiğneyerek caddenin bir ucundan geçiyor ve müşteri beklemek için her zamanki uykusuna dalıyor. Yaşlı bir kadın, kiliseye doğru yola koyulmuş, gidiyor. Kilisenin karşılıklı bir sıraya konmamış mumlarının kırmızıya çalan hafif ışıkları etraftaki yaldızlı tasvirlerin üzerinde oynaşmaktadır. Bu uzun kış gecesinin bitiminde, işçiler işlerinin başına yollanmaktadır. Ama ekâbirler[1 - Ekâbir: Büyükler, devlet büyükleri, ileri gelenler. (e.n.)] için gece devam etmektedir hâlâ.
Şövalye Oteli’nin panjurlu pencerelerinin birinden ışıklar sızmaktadır. Özel arabalar, kiralık araba ve kızaklar, otelin kapısı önünde birbiri ardı sıra durmaktadır. Üç beygirli bir posta arabası da var aralarında. Omuzlarının arasına büzülmüş olan kapıcı, başı, boynu sarılı olarak binanın bir köşesine saklanmak istiyor sanki.
İçeride uşaklardan biri, yüzünü ekşiterek söyleniyor:
“Hep aynı şeyi tekrarlayıp durmaktan ne anlıyorlar, bilmem ki! Aksi gibi hep de benim nöbetime rastlar bu!”
Yandaki aydınlık odadan üç delikanlının sesleri geliyor. Masanın üzerinde geceki yemeğin artıkları, şişeler duruyor. Üç delikanlıdan ufak tefek, temizliğe düşkün, zayıf ve çirkini, arkadaşlarından yola çıkacak olanına tatlı ama yorgun gözlerle bakıyor. Uzun boylusu, boşalmış şişelerin yanı başında durmuş, saatinin anahtarıyla oynuyor. Kısa ve yepyeni bir kürk giymiş olan üçüncüsü, dudaklarından hiç eksilmeyen gülümsemesiyle odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arada bir durup temiz tırnaklı güçlü parmaklarını şaklatıyor. Yüzü ve gözleri canlı. El kol işaretleri yaparak ateşli ateşli konuşuyor, ama kafasından geçenleri anlatmak için aradığı kelimeleri bulmakta güçlük çektiği, aklına gelen kelimeleri ise yeteri kadar kuvvetli bulmadığı belli oluyor. Gülümsemesi hiç durmuyor.
Yolcu kılığındaki “Şimdi her şeyi söyleyemem.” dedi. “Kendimi haklı çıkarmaya kalkışmak niyetinde değilim. Ama hiç değilse bu meselede bayağı kimseler gibi hüküm vermeyip benim gibi olmanı ve beni, dediğim gibi anlamanı isterim.”
Sonra da kendisine tatlı gözlerle bakmakta olana döndü.
“Ona karşı suçlu olduğumu ileri sürüyorsun sen.” dedi.
Küçük adam “Evet, suçlusun.” diye cevap verdi.
Ama bunu söylediğinde yüzünde daha çok bir hoşluk ve yorgunluk ifadesi okunuyordu.
Bir önceki söze karıştı:
“Seni böyle söyleten şeyin ne olduğunu biliyorum. Sana göre, sevilmek de sevmek kadar büyük bir mutluluktur ve insan bir kere bu mutluluğa erişti mi ona hayatının sonuna kadar yeter bu mutluluk.”
Arkadaşı gözlerini bir süre kırpıştırarak “Evet, azizim…” dedi. “Yeter! Yeter de artar bile!”
Öteki düşünceli düşünceli ve arkadaşına acır gibi baktı. “Peki ama neden sevmemeli? Sevmemek için sebep mi var? Buna yanaşmıyorsun sen. Ama azizim, sevilmek, evet sevilmek, insan karşılık veremeyeceğini anladığı zaman bir felakettir. Çünkü böylece, insan kadından aldığı sevginin karşılığını vermemiş oluyor, veremiyor.” Eliyle jestler yaparak devam etti: “Tanrı’m! Hiç değilse bir mantık düzeni içinde yürüse bu! Nerede! Tam tersine, akıl ve mantığın almayacağı bir biçimde, bizim isteğimize aykırı olarak, kendine has bir tarzda oluşur. Evet, öyle geliyor ki bana, bu duyguyu ben çaldım. Tersini iddia etme, sen de böyle düşünüyorsun, başka türlü düşünemezsin. Ama ömrümce yaptığım bunca çılgınlık ve kepazeliklerin içinde vicdanımı incitmeyen ve incitmesi imkânsız olan bir tek şey varsa o da budur. Başlangıçta da, sonraları da ne kendimi aldattım ne de ona yalan söyledim; onu sevebileceğimi sanmıştım. Ama çok geçmeden anladım ki bu iş böyle yürümeyecek. Boş yere kendimi üzüntülere sokmuş olacağım. Benim ileri gitmem elbette doğru değildi ama kendisi ileri gitmiş bulunuyordu. Ne yapayım. Elimden gelmediyse benim ne kabahatim var? Yapabileceğim bir şey var mıydı benim?”
Uykusu dağılsın diye bir sigara yakan arkadaşı ona cevap verdi:
“Öyleyse iş anlaşıldı şimdi. Sen bugüne kadar hiç kimseyi sevmediğin gibi, sevmenin ne olduğunu da bilmiyorsun, bu muhakkak.”
Kürklü adam bunu reddetmek isteğiyle dirseklerini masaya dayayıp, başını avuçlarının arasına alarak bir şeyler söylendi. Ama bunlar, hiç de onun asıl söylemek istedikleri değildi:
“Demek hiç sevmedim, öyle mi? Evet, doğru, hiç sevmedim ben! Ama sevmek isteği var içimde. Buna ne dersin peki? Bir istek ki, bunun kadar güçlü başka hiçbir istek olamaz. Hem böyle bir aşkın var olması mümkün mü bakalım? Her zaman işin eksik bir yanı kalıyor. Açık konuşalım. Hayatımda, nasıl söyleyeyim… Öyle sersemce işler var ki! Ama hakkın var şimdi. Her şey yoluna girdi ve bana öyle geliyor ki, yepyeni bir yaşayışa başlıyorum artık.”
Arkadaşı divana uzanmıştı. “Aynı sersemlikleri bu yeni yaşayışında tekrarlamaktan geri kalmayacaksın.” dedi.
Beriki buna aldırmayarak devam etti:
“Şu anda gitmek ağır geliyor bana ama öteki yandan buradan uzaklaşıyorum diye seviniyorum. Öyle olduğu hâlde, ayrılmak neden güç geliyor, bilemiyorum.”
Uzun uzun kendinden söz etti. Oysa kendisine ait olan bu konu yalnız kendisi için önem taşıyordu, başkalarını ilgilendirmiyordu bile. İnsan, heyecana kapıldığı zamanki kadar bencil olamaz hiçbir vakit. Böyle anlarda, insan, öyle sanır ki, kendisinden daha güzel ve daha ihtiras uyandırıcı bir şey yoktur.
“Dimitri Andreyeviç, sürücü daha fazla bekleyemem diyor. Beygirler, gece yarısından beri ayakta. Saat sabahın dördüne geldi.”
İçeri girip bunları söyleyen delikanlı, kafası bohça gibi sarılı olan kürklü uşaktı.
Dimitri Andreyeviç bir göz attı Vaniyuşa’sına. Başı atkıya sarılı bu adam, uykulu yüzü ve keçe çizmeleriyle kendisini yeni hayatına, hareket ve çalışma hayatına, çağıran bir ses getiriyordu.
Kürkünü iliklemeye uğraşırken “Doğru!” dedi. “Nasıl olsa olacak bu… Allah’a ısmarladık!”
“Sürücüye bir bahşiş verirsin, bekler.” diyerek onu biraz daha alıkoymak istedilerse de aldırmadı; beresini başına geçirip odanın orta yerinde durdu. Tekrar tekrar kucaklaştılar. Kısa kürklü arkadaş masanın başına yürüdü ve kadehini bir dikişte bitirdi. Yüzüne kan hücum ederken çirkin ve ufak tefek adamın koluna girdi.
“Bunu sana söylemeliyim herhâlde… Seninle açık konuşabilirim, biliyorum, öyle değil mi? Ha? Onu seviyorsun, değil mi? Bunu hep düşünmüşümdür… Seviyorsun, değil mi?..”
“Evet.” dedi arkadaşı daha da tatlı bir gülümsemeyle.
“Belki de… Kim bilir…”
Uşak, “Affedersiniz, lambaları söndüreceğim, emir aldım. Hesap pusulasını kime takdim edeyim?” diye sordu, pusulanın kendisine verileceğini düşündüğü uzun boyluya hitap ederek “Size mi?” dedi.
Bunları söylerken gözlerinden uyku akıyordu; içeridekilerin son konuşmalarını duyduğundan bu efendilerin hep aynı şeyleri tekrarlayıp durmakta neden dolayı inat ettiklerini kendi kendine soruyordu.
“Evet bana vereceksin.” dedi uzun boylusu. “Hesap ne tutuyor?”
“Yirmi altı ruble.”
Biraz düşündü. Ses çıkarmadan pusulayı cebine koydu.
Ötekiler konuşmaya devam ediyorlardı. Ufak tefek adam yumuşak bakışıyla “Hadi, yolun açık olsun.” dedi. “İyi bir çocuksun sen.”
İkisinin de gözleri dolmuştu. Merdiven başındaki yolcu, uzun uzun baktı arkadaşına ve kızararak ekledi:
“Ha!.. İyi ki hatırladım! Şövalye’nin hesabını ödeyiver sen sonra benim hesabıma geçirirsin.”
Beriki eldivenlerini giyerken cevap verdi:
“Olur, olur!”
Ve tam çıkacakları sırada beklenmedik bir şekilde ekledi:
“Ne mutlu sana, ne kadar imreniyorum bilsen!”
Kızağına yerleşti yolcu. Kürküne sarındı ve kendisine imrendiğini söyleyen arkadaşına yanında yer açar gibi yaparak “Ne olur, hep birlikte gidelim öyleyse.” dedi.
Sesi titriyordu. Arkadaşı, sadece “Haydi uğurlar olsun Mitya! Tanrı yardımcın olsun!” demekle yetindi.
Bir an önce uzaklaşmasını ister gibiydi. Söylemek istediklerinin hepsini dile getiremedi.
Sesleri çıkmıyordu. “Uğurlar olsun!” dedi birisi son olarak. “Hadi bakalım, sür!” dedi ötekisi ve sürücü beygirleri yola koydu.
Kalanlardan biri “Elizar, arabayı getir!” diye bağırıyordu.
Arabacılar harekete geçtiler. Kamçılar şakladı, dizginler toplandı. Katılaşmış karlarda tekerleklerin gıcırtısı duyuldu.
Gençlerden biri “Bu Olenin…” dedi. “çok mert bir çocuk! Ama Kafkasya’ya gitmek, hem de bir yedek subay olarak, zevk bunun neresinde! Ben olsam, bu maaşla zor giderim. Yarın akşam yemeği kulüpte mi yiyeceksin.”
“Evet.”
Ayrıldılar.
Kürküne sarınmış olan yolcu ısındığını, sıcağın da arttığını hissetti. Aşağı oturdu, düğmelerini çözdü. Tüyleri dimdik olmuş üç sürücü beygiri, kendisini hayatında görmediği karanlık sokaklardan kaydırarak götürüyordu. Bu sokaklardan sadece yolcular geçiyor olmalı! diye düşündü. Çevresinde her şey loş, kederli ve sessizdi. Kalbi anılarla, aşkla, kederle ve de kendisini boğan tatlı gözyaşlarıyla doluydu.
II
“Ne iyi çocuklar! Onları ne kadar da seviyorum! Elmas gibi kalpleri var!” İçinden bunları tekrar ederken gözleri doluyordu. Ama neden böyle ağlayası geliyordu. Kimlerdi bu eşi bulunmaz gençler? Kimdi bu kadar çok sevdiği? Kendi de pek bilmiyordu. Geçip giderken evlerden birine bakıyor ve “Ne tuhaf yapılmış!” diye şaşıyordu bazı bazı. Kimi zaman da pek yabancı saydığı sürücü ile Vaniyuşa’nın kendisine bu kadar yakın bulunuşuna ve de beygirlerin soğuktan kaskatı kesilmiş koşumları sarmasından ötürü kendisinin de bu adamlarla aynı anda sarsıldığını hissedişine şaşarak içinden yine aynı nakaratı tekrarlıyordu: “Ne iyi çocuklar! Onları, ne kadar da seviyorum!” Bir defasında “İşin içinden ne de güzel çıkıyorlar! Mükemmel!..” diye de ekledi. Boyuna bunu tekrarlayıp durduğundan Ne oluyor, sarhoş muyum yoksa? diye düşündü bir ara.
Gerçekten de iki şişe şarap yuvarlamıştı tek başına. Ama kendisini bu hâle koyan şarap olamazdı sadece. Yola çıkmadan önce arkadaşlarının kendisi için söyledikleri ve pek candan bulduğu sözleri hatırlamaktaydı. El sıkışlarını, göz kırpışlarını, sessiz duruşlarını, kızağına yerleştiği sırada “Yolun açık olsun Mitya!” diyen seslerinin uyumunu hatırlamaktaydı. Kendisine gizlice söyledikleri sözlerin ne kadar özlü olduğunu düşünüyor ve bütün bunlar onun gözünde dokunaklı bir anlam kazanıyordu. Yola çıkacağına yakın günlerde, sadece dostları, akrabaları değil; yalnız tanıdıkları tanımadıkları değil; kendisine karşı soğuk davranışlı olanlar, kendisini pek çekemeyenler de daha çok sevgi göstermek ve günah çıkarmaya veya ölüm döşeğine yatanlara karşı yapıldığı gibi, ondan af dilemek konusunda bir anlaşmaya varmış gibiydiler sanki. İçinden Besbelli, bir daha Kafkasya’dan dönemeyeceğim de ondan! diye geçirdi. Ve arkadaşlarının hepsini sevdiğini ama içlerinden bir tanesini hepsinden çok sevdiğini sezer gibi oldu. İçi sızladı kendi kendisi için. Yüreğini böyle yufkalaştıran ve aklına rabıtalı rabıtasız gelen sözleri zihninde tutamayacak kadar onu heyecanlandıran şey, ne arkadaşlarına olan bağlılığı ne de -henüz hiçbir kadını sevmiş olmadığına göre – herhangi bir aşk duygusuydu. Kendisine olan sevgisindendi bütün bunlar. Benliğinde iyi olarak bildiği ne varsa -ve şu anda ona öyle geliyordu ki, yüreği yalnız iyi duygularla doludur- işte onlara duyduğu sıcak, güçlü ve umut dolu bir aşk… Gözlerini yaşartan ve ona böyle birbirinden kopuk şeyler söyleten bu aşktan işte!
Olenin öğrenimini bir türlü tamamlayamamış, hiçbir baltaya sap olamamış, sadece bilmem ne kalemine devama başlamış, servetinin yarısını yiyip tüketmiş, yirmi dört yirmi beş yaşlarına geldiği hâlde herhangi bir meslek edinememiş ve o vakte kadar hiçbir iş tutmamış toy bir delikanlıdan başka bir şey değildi. Moskova muhitlerinde “bir delikanlı” dendiğinde ne anlaşılırsa Olenin de işte oydu.
Kırk yıllık zengin ailelerden gelmiş ve küçüklüğünde öksüz kalmış Rus gençleri ne derece serbest olabilirse Olenin de daha on sekizindeyken o kadar serbestti. Önünde maddi manevi hiçbir engel yoktu. Her şey mübahtı onun için, hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ve hiçbir şey bağlamazdı onu. Olenin için aile, vatan, inanç, görev gibi şeyler yoktu. Hiçbir şeye inanmıyor ve hiçbir otorite tanımıyordu. Ama bu ruh hâli içinde, ne gamlı, kasvetli ne de ukala bir eleştiriciydi. Tam tersine insanı çeken bir cerbezesi vardı. Aşk denilen şeyin var olamayacağına karar vermişti. Ama ne zaman güzel bir kadının yanında bulunsa dizlerinin bağı çözülürdü. Rütbe ve unvanların anlamsız şeyler olduğunu ne zamandır biliyordu. Ama diyelim baloda Prens Sergey yanına yaklaşır ve ona iltifatlı sözler söyleyecek olsa gizli bir böbürlenme uyanırdı içinde. Bununla birlikte, bütün eğilimlerine karşı hesaplı davranır ve hiçbir zaman bu eğilimlerin esiri olacak derecede ileri gitmezdi. Ne zaman kendisini akıntıya kaptıracak olsa küçük bir tehlike veya mücadele ihtimali belirir belirmez içgüdüyle bu eğilimlerinden veya girişimlerinden uzaklaşır ve özgürlüğünü ele alırdı. Salon yaşayışına karışması, bazı görevler yüklenmesi, tarımla uğraşması, bir ara kendini adamakıllı kaptıracak gibi olduğu müziğe heveslenmesi; dahası aşka inanmadığı hâlde bir aşk romanı taslağı yapması hep böyle olmuştu işte.
Kendi kendine sorardı Olenin: Hayat boyunca ancak bir defa duyulan bu gençlik enerjisini hangi alanda kullanmalı acaba? Güzel sanatlarda mı, bilim alanında mı, aşkta mı, yoksa pratik herhangi bir çalışma alanında mı? Sorunun karşılığını yine kendi verirdi: Mesele ne kabiliyette ne yürekte ne de bilgideydi. Bütün mesele, herkese nasip olmayan, hayatı içinde hiç kimseye iki kere verilmeyen, sizi dilediğiniz, hoşlandığınız biçimde yetiştirip dünya âleme yuf borusu çaldıran bu heyecanda, bu atılımda idi. Gerçekten de bu canlı atılımdan yoksun kimseler vardır ki, hayata atıldıktan sonra karşılarına çıkan ilk boyunduruğa boyunlarını uzatır ve ömürlerinin sonuna kadar bu boyunduruğu namusluca taşırlardı. Olenin’e gelince; o, gençliğin her şeye gücü yeten ilahının kendinde capcanlı bir varlığını buluyordu: Hayatta ne varsa hepsini tek bir emel, tek bir düşünce hâline getiren kudret onda vardı. Koşmak ve nasıl olur, kaça patlar diye düşünmeden, sonsuz bir uçuruma baş aşağı atılmak kudreti! Bu gücün varlığı onun bilincinde başlıyordu ve Olenin bundan ötürü gurur duyuyordu. Ne olduğunu anlamadığı bu duygu mutlu kılıyordu onu. Şimdiye kadar yalnız kendisini sevip mutluluğu kendinden beklediği için kendini sevmekten çekinmemişti. Ayılmak ve aklını başına toplamak onca mümkün olmuyordu hâlâ.
Moskova’dan uzaklaşırken işte bu türden keyifli bir ruh hâlinin tadını çıkarıyordu: Onun gibi bir delikanlı için şimdiye kadar işlediği günahların ne önemi vardı sanki! Geçmiş bütün hayatı; değersiz ve önemsiz bir zincirden, bir “vukuat” zincirinden başka bir şey miydi? Yaşamanın yolunu bilememişti bundan önce. Ama mademki Moskova ile ilgisini kesmişti artık, yeni bir yaşayışa başlayacaktı. Bu yeni yaşayışta, ona vicdan azabı verecek günahları olmayacak ve bu yaşayış elbette ki ona mutluluktan başka bir şey getirmeyecekti.
Uzun yolculuklarda her zaman olduğu gibi ilk konaklamada, zihin henüz ayrılınmış olan yurda takılı kalır. Sonra, ertesi gün, gün doğuşu ile birlikte yolculuğun amacına erişilir ve o arada gelecek ile ilgili hayalden kaşaneler kurulur. Olenin için de bu kural yerini buldu.
Şehir dışına çıkıp da kendini karlarla örtülü geniş kırlarla karşı karşıya bulunca bu sonsuzluklar içinde yalnız olmaktan hoşlandı, kürküne sarınıp iyice yerleşti kızağına. Kafası dinçti, uyuklamaya koyuldu. Arkadaşlarından ayrılışı, vedalaşmaları sinirlerini oynatmıştı. Moskova’da geçirdiği bu son kış bütünüyle gözünün önüne geldi. Aralarına silik hayallerin, belli belirsiz üzüntülerin karıştığı geçen zamana ait bütün bu anılar gözünün önünde canlandı apansız.
Onu uğurlayan arkadaşını ve aralarında sözünü ettikleri genç kızı düşünüyordu. Serveti yok denemezdi bu kızın. “Nasıl olur da kızın beni sevdiğini bildiği hâlde, arkadaşım onu sevebiliyor!” Bunu düşünürken kötü kuruntular doluşuyordu içine. “Düşünülürse ne çirkinlikler oluyor dünyada!” diye söylendi. “Ama şu benim, kimseyi gerçek biçimde sevmemiş olmam da neden ileri geliyor? Herkes böyle söylüyor. Sevgi nedir bilmezmişim ben! Acaba manen farklı yaratılmış yabani bir yaratık mıyım?” Kafasını kurcaladı, türlü ilişkilerini hatırlamak istiyordu. Salon hayatına ilk girdiği günleri düşündü. Arkadaşlarından birinin kız kardeşi ile birlikte geçirdiği akşamlar, o masa, masanın üzerindeki lambanın narin parmaklara vuran ışığı, küçük ve güzel yaramazının çoraplarını örerken o parmakların oynayışı, kızın yanında baş gösteren tutukluğu, ikisinin de sıkılması, bütün bu görüşmelerin kendisine verdiği tükenmez can sıkıntıları… Bütün bunları hatırladı. O zamanlar içinden bir ses “Boş yere uğraşma, bu değil, bu değil!” diye sesleniyordu. Ve öyle de oldu. Bu sevgiden hiçbir sonuç çıkmadı.
Ondan sonra, o balo gecesi ve güzel Madam D. ile oynadığı mazurka geldi hatırına. “Ah o gece! Ne kadar âşık ve ne kadar mutluydum o gece! Ama ertesi sabah uykudan uyanıp kendimi başıboş ve serbest bulduğumda nasıl da canım sıkılmıştı! ‘Ne demek!.. Aşk denilen şey benim semtime hiç mi uğramayacak? Elimi ayağımı kıskıvrak bağlamayacak mı hiç?’ diyordum. Ne desem boş! Aşktan eser bile yoktu bende! Sonra kimdi o yüksek kadın! Hani hem Dubrovin’e hem başkasına hem de bana, yıldızları sevdiğini söylerdi durmadan. Hayır, ‘o da değil’di aradığım.”
Bu düşünceler, köydeki çiftlik hayatıyla ilgili anılara yol açtı kafasında. Bunun çekici bir yanını bulamıyordu hâlâ. “Acaba…” diye söylendi birden. “sözümü edecekler mi uzun zaman.” Kimi kastettiğini kendi bilmiyordu. Ama hemen o anda başka bir şey geldi hatırına. Kaşları çatıldı, anlaşılmaz birkaç lakırtı mırıldandı. Terzisi Mösyö Kapel’e borçlu olduğu altı yüz yetmiş sekiz rubleydi hatırına gelen. Ona, daha bir yıl dişini sıksın diye uydurduğu mavalı ve buna karşı, tevekkül ve üzüntü içindeki zavallı adamın yüzünde o an beliren hazin ifadeyi hatırladı. Hiç hoşnut kalmadığı bu anıyı kafasından kovmak için yüzünü buruşturdu. “Ah Tanrı’m, Tanrı’m!” diye tekrarladı. “Ama her şeye rağmen beni gerçekten seviyordu!” diye mırıldandı. Ayrılacağı sırada arkadaşının sözünü ettiği kızı düşünmüştü: “Onunla evlenseydim borcum kalmayacaktı. Oysa şimdi Vasiliyef’e borçluyum.” Vasiliyef’i hatırlamıştı şimdi. Genç kızdan ayrıldıktan sonra kulübe gidip onunla son akşam kumar oynayışını ve oyuna devam etmek için ortağına o kadar yalvarmış olduğu hâlde onun bu yalvarışları soğuk bir edayla reddedişini düşündü. “Hepsinin canı cehenneme!” diye söylendi. “Bir yıllık bir tasarrufla bütün bu borçların altından kalkarım.” Kendisine verdiği bu garantiye rağmen, borçlarının hesabını yapmaya, vadelerini düşünmeye ve bu vadelere göre onları ödeyebileceği zamanları ölçüp biçmeye koyuldu. Morel’e “Şövalye’nin masraf pusulasından ayrı borcum da var.” derken o yüklüce parayı borç aldığı gece gözünün önüne geldi. Petersburg’dan gelen birtakım arkadaşlarla içki âlemi düzenlemişlerdi o gece. Bohemyalı çalgıcılarla nasıl neşelenmişlerdi. İmparatorun yaveri Şaşka B., Prens D. ve büyük bir şahsiyet olan o ihtiyar… Sonra, “Bu adamların kendilerini bu kadar beğenmelerini de hiç anlamam ya!..” diye geçirdi içinden. “Birkaç kafadarın bir araya gelip herkese tepeden bakmaya ne hakları var sanki? Kimseyi de beğenip aralarına almaz bu haspalar! Yaver olduklarından mı bu çalım acaba? Başkalarını böyle budala ve bayağı yerine koymak da ne anlamsız şey ama!.. Ama ben, tam tersine, kendilerine hiç de yanaşmak niyetinde olmadığımı hissettirdim onlara pekâlâ. Bununla birlikte düşünüyorum da bizim daire müdürü Andre, orada olup da benim Şaşka B. ile yani imparator yaveri bir miralayla senli benli konuştuğumu görse afallardı diyorum. Hem benim kadar içen olmadıydı o gece. Çingene çalgıcılara yeni bir türkü öğrettim. Herkes kulak kesildiydi. Evet, birçok zirzopluklarım var şüphesiz, bunu inkâr edemem. Ne var ki, eşi bulunmaz bir delikanlı olduğumu da kabul etmeliyim.”
Üçüncü mola yerinde sabahlamıştı Olenin. Çayını içti; paketlerini, bavullarını Vaniva’nın yardımıyla kendi taşıyıp yerleşti. Ağırbaşlı, vakarlı ve temkinli bir hâli vardı. Her eşyasının yerini, ne kadar parası olduğunu ve nereye koyduğunu, pasaportunun, yol belgesinin, şose vergisi makbuzunun yerlerini tastamam biliyordu şimdi. Bütün bu işler öylesine güzel yoluna konmuş göründü ki ona, sevindi ve yolculuğu uzunca bir gezinti gibi hissetti.
Öğleye kadar türlü hesaplarla uğraştı o gün. Konakladıkları yere kadar kaç verst almış oluyordu? Birinci mola yerine kadar ne yol alacaktı? En yakın şehre ne zaman varmış olacaktı? Yemeğe ve akşam vaktine kadar nerelerden geçilecek, Stavropol’a ne zaman varılacaktı ve bütün yolun kaçta kaçı, ne kadarlık bir kısmı alınmış oluyordu?.. Bütün bunlar hesaplandı. Bu vesileyle para hesaplarına da girişildi. Yolun başlangıcında parası ne kadardı, sonunda ne kalacaktı elinde, borçlarının tümünü ödeyebilmesi için ne kadar parası olması gerekiyordu, her ay gelirinin ancak ne miktarını harcayabilirdi… Falan filan…
Akşama doğru çayını yudumlarken şu sonuca varmış bulunuyordu: Stavropol’a varmak için geri kalan yolun on birde yedisini alması gerekiyordu; gelirinin ancak sekizde birini tutan borçlarının ödenmesi ise yedi aylık tasarrufunu yutacaktı. Yaptığı hesapların sonucundan hoşnut kalarak kürküne iyice sarındı, kızağa yerleşti ve uyuklamaya başladı. Şimdi hayalen gelecekte, Kafkasya’da yaşıyordu. Büyük yazarların Kafkasya üzerine yazılmış romanlarındaki tasvirler, Çerkez kadınları, yüce dağlar, dipsiz uçurumlar, korkunç sesler ve bunların binbir tehlikesi gözünün önünden, karmakarışık, silik tablolar hâlinde geçip gidiyordu. Ama oraların asıl çekiciliği, onu tehdit eden ölümün ve kazanacağı şereflerin çevresinde toplanıyordu. Büyük bir yararlılık ve herkesleri hayrete düşürecek bir sertlik göstererek sayısız dağlı öldürüp esir alıyordu. Bir zamanlar o da bir dağlıydı ve kendi gibi dağlılarla birlikte Ruslara karşı bağımsızlıklarını savunuyorlardı. Ayrıntılara girdikçe bazı eski Moskova simaları da karışıyordu araya. Şaşka B. oracıkta, Rusların arasında veya dağlılarla birlik olarak ona karşı savaşanların içindeydi. Hatta nasıl oluyorsa oluyordu da terzisi Mösyö Kapel bile galip komutanın zaferine ortak çıkıyordu.
Gerçi bu vesileyle geçmişteki aşağılık hâlleri, zaaf ve günahları da aklına gelmiyor değildi; ama bu anılar üzücü olacak yerde tam tersine hoşuna gidiyordu. O güzelim yerlerde, o dağların, o çağlayanların arasında, o dilber Çerkez kızlarının yanı başında ve tehlikelerin ortasında, eski yanlış davranışların tekrarından korkmaya belli ki yer yoktu. O, bütün yanlış davranışlarını kendisine karşı itiraf etmiş bulunuyordu ve bununla her iş olup bitmişti. Yalnız hepsinden değerli bir düşü vardı ki, delikanlının geleceğe ilişkin bütün tasarılarının arasına karışmaktaydı: Kadın meselesi. Bu düş, orada, o dağların arasında, biçimli endamı, uzun örgülü saçları, derin ve kendini veren gözleriyle bir Çerkez halayığı şeklinde beliriveriyordu. Onu da tek başına hayal ettiği bir kulübenin eşiğinde kendisini bekler bir durumda görüyor ve yorgun argın, kan ter içinde, toz toprağa ve zafer kanlarına bulaşmış olarak ona yaklaştığını tasarlıyordu. O zaman, onun omuzlarını seyre dalıyor, gönül alıcı tatlı sesini hafiften işitiyor, öpüşlerinin heyecanını duyuyordu. Hem o yosma dilber, işlenmemiş, vahşi ve korkusuz bir şey olacaktı. Uzun kış gecelerinde, onu inceleştirip yetiştirmekle uğraşıyordu. Ne kadar da kavrayışlıydı bu dilber Çerkez. Hemen her şeyi anlıyor ve gerekli bütün bilgileri kavrayıveriyordu. Neden olmasın? Bir iki dil öğrendi mi Fransızca edebî eserleri okuyup anlayabilirdi pekâlâ. Mesela Notre Dame De Paris onun pek hoşlanacağı bir eser olabilirdi. Kibar salonlarında, en yüksek kadınlar kadar, belki de daha tabii bir hâlde, kibarlığı temsil edebilecek gibi görünüyordu. Bir müzik parçasını ruhunu vererek ve anlamlı bir sadelikle okumasını biliyordu.
Aklından bunları geçirirken “Ah, bunlar ne anlamsız şeyler!” diye söylendi. Ama artık konaklayacakları yere varmışlardı. Kızağı değiştirmesi ve bir bahşiş vermesi gerekiyordu. Kafası, yeniden, eskiden yaptığı çılgınlıklara, oradan Çerkez kızlarına, şanlı başarılara, Rusya’ya dönüşte imparator yaverliğine gelişine, evleneceği güzel kadına kaydı. İçinden devam etti sonra: “Neme gerek, aşk olmadıktan sonra; şan, şeref, boş lakırtılar bunlar!.. Peki ama altı yüz yetmiş sekiz ruble ne olacak?.. Ya bana ömrümün sonuna kadar yetip artacak bir servet sağlamış olan bu ülke, bu fethedilmiş yerler?.. Böyle bir serveti yalnız kendine alıkoymak da doğru bir şey olmayacak gerçekten de. Öyleyse kime bağışlamalı? Her şeyden önce Kapel’in altı yüz yetmiş sekiz rublesi; sonra, hele bakalım, düşünürüz…”
Bulanık görüşler kara perdelerini düşüncelerinin üstüne germeye başladığında onu sağlıklı uykusundan ayırmak için ya Vaniyuşa’nın sesi ya da beşik etkisi yapan bu monoton hareketin durması gerek. O zaman da pek de kendine gelmeden yeni bir mola bir yerinde kızak değiştirir ve yoluna devam ederdi.
Ertesi gün yine aynı şeyler, yine mola vermeler, çay almalar, kızağı çeken atların görünüş değiştirmeyen kıçları, Vaniyuşa ile aralarında geçen aynı kısa konuşmalar, aynı silik hayaller, karanlık bastığında aynı uyuklamalar ve bütün gece aynı sağlıklı ve derin uyku…
III
Olenin Orta Rusya’dan uzaklaştıkça orayla ilgili anılardan da uzaklaşıyor, Kafkasya’ya yaklaştığı ölçüde de ruhu duruluyordu. Düşünceye dalarak “Ah!” diyordu ara sıra. “Temelli gitmek ve bir daha dönmemek; bir daha ortaya çıkıp âleme görünmemek!.. Burada gördüğüm kimseleri adam yerine koyduğum yok. Hiçbiri tanımaz beni. Benim Moskova’da bulunduğum sosyetelerde bulunmuş olamaz hiçbiri. Geçmişimi, ne olduğumu bilemez. Bu adamların içinden hiçbiri, hiçbir zaman benim içyüzümü öğrenemez.”
Şimdi, bütün o geçmişin pençesinden kurtulmuş olmak duygusu yeni bir çekicilikle onu sarıyor ve yolda karşılaştıkları kaba saba adamlara Moskova’da tanıdıklarından farklı birer yaratık diye bakıyordu. Bura halkı ne kadar kaba ve uygarlıktan yoksun ise o da kendisini o kadar serbest buluyordu.
Stavropol şehrini bir baştan bir başa geçmek zorunda kaldığında keyfi kaçtı. Mağazaların tabelaları, hele Fransızca olanları, faytonlardaki hanımlar, meydanda müşteri bekleyen kiralık arabalar, ağaçlıklı cadde ve gelip geçenleri yan gözlerle süzerek caddede kolaçan eden iki çatal şapkalı, askerî palto giymiş şu veya bu mösyö, bütün bu gördükleri üzerinde kötü bir etki yarattı. “Bu adamların içinde, Moskova’daki arkadaşlarımdan herhangi birini tanıyanlar olmalı, bana öyle geliyor.” diye düşündü ve kulübü, terzisini, iskambil destelerini, devam ettiği meclisleri kafasından geçirdi yeniden…
Ama Stavropol’dan sonra işler yoluna girdi. Her şeyde vahşi bir güzellik vardı ve dahası herkes savaşçıydı. Neşesi giderek yerine geldi Olenin’in. Bütün bu Kazaklar, bu posta sürücüleri, konakladıkları yerlerin hancıları çok basit yaratıklardı gözünde. Onlarla senli benli konuşup şakalaşabilirdi. Toplumun hangi tabakasından geldiklerini düşünmeye yer yoktu. Hepsi insandı. Bundan ötürü, hepsini içten gelen bir duyguyla seviyordu. Onlar da ona karşı dostça davranıyorlardı.
Don Kazakları topraklarına ayak bastıklarında kızağı bırakarak bir araba aldılar. Zaten Stavropol’dan öteye havalar öyle ısınmıştı ki, kürkünü sırtından çıkarmak zorunda kaldı Olenin. Bahar demekti artık; vaktinden önce gelmiş ve Olenin’in içini sevinçle dolduran bir bahar… Geceleri köy sınırlarının dışına çıkmak doğru değildi. Hatta akşamın alaca karanlığında bile bunun tehlikeli olduğu söyleniyordu. Vaniyuşa korktu. Hayvanlar değiştirildikçe dolu bir tüfek bulundurmayı ihmal etmedi. Olenin’e gelince; tam tersine, sevinci daha da artmıştı onun. Konakladıkları yerlerin birinde, korucu, yakın günlerde, yolda işlenmiş olan korkunç bir cinayeti anlattı. Çok geçmeden silahlı adamlarla karşılaştılar. Olenin “Hah, çarpışma saati geldi işte!” diye geçirdi içinden.
Olenin, karlı dağları bekliyordu hep. Karlı dağların tasvirleriyle kulağı öylesine doluydu ki! Bir akşam sürücü Nogay, kırbacının ucuyla, bulutların ardındaki dağları gösterdi ona. Olenin, açgözlü çocuklar gibi o yana baktı ama bir şey göremedi. Hava kararmıştı. Bulutlar ufku kapamaktaydı. Kül rengi, beyaz, tiftiklenmiş ipek gibi yığınlar gördü uzaklarda. Ne var ki ballandıra ballandıra anlatılıp yazılan bu dağların güzelliğinden, bütün iyi niyetine rağmen hiçbir şey anlayamadı. Bulutlarla dağların birbirlerine çok benzediklerini, karlı dağların güzellikleri üzerine yapılan öykülerin şişirme bir balondan başka bir şey olmadığını ve bunun, Bach’ın müziği veya varlığına inanmadığı aşk gibi bir efsaneden ibaret olduğunu içinden geçirip tepeleri gözlemekten vazgeçti. Ertesi gün sabah serinliğiyle arabanın içinde bir ürperme duyarak erkenden uyandı, sağ tarafına kayıtsızca bir göz attı. Açık gök mavisiydi hava.
Birdenbire yirmi adım ötede -ona öyle gelmişti ilkin- gökyüzünün uzak maviliklerinde, göz kamaştırıcı bir beyazlıkla yumuşak dalgalanmalar yapan tepeleri açık seçik gördü. Ama tepelerini gördüğü o dağlarla arasındaki uzaklık hakkında bir fikir edindiği, ufuktaki bu dağların ululuğunu ve sonsuz güzelliğini ruhunda duyduğu an, rüya gibi esrarlı bir manzara ile karşılaşmışçasına benliğini bir korku kapladı apansız. Kendine gelmek için silkindi. Her zamanki aynı dağlardı onlar.
“Bu ne kuzum? Ne bunlar?”
Sürücü Nogay, onun bu sorusuna kayıtsızca cevap verdi:
“Ne olacak, dağlar!”
Vaniyuşa söze katıldı:
“Ben de ne zamandan beri onlara bakıyorum. Ne güzel, ne güzel! Bizim taraflarda inanılmaz buna.”
Düz yolda arabanın hızlı gidişi, güneş ışıklarıyla pembeleşen bu sıradağları, bir kafile hâlinde harekete getiriyordu.
Bu manzara, Olenin’de, sadece hayret uyandırdı ilkin. Ama çok geçmeden bu hayret yerini derin bir hayranlığa bıraktı. Bir siyah çizginin ardına gizlenmeyip doğrudan doğruya stepten çıkmış gibi görünen bu art arda karlı yüksekliklere baktıkça onun güzelliğini kavradı ve dağın ne demek olduğunu ta içinden “duydu”. O andan sonra, bütün düşünceleri, bütün duyguları dağların etkisiyle, yeni, sert ve görkemli bir karaktere büründü. Moskova’ya ait anıları, geçmişin ona verdiği utanç ve pişmanlık, Kafkasya’ya ait bayağı hayaller… Bütün bunlar, bir daha geri dönmemek üzere silinip gitti. Ve karlı bir sis, ona şöyle sesleniyordu sanki: “İşte her şey şimdi başlıyor.” Uzakta kendini gösteren Terek yolu, Kazak köyleri, ahali… Hiç şaka götürür yeri yoktu bunların. Gözlerini yukarı kaldırıyor, karşısında dağları görüyor, aşağı indiriyor, Vaniyuşa’ya bakıyor ama gördüğü hep o dağlardır. İşte iki Kazak süvarisi kınları içindeki tüfekler, arkalarında sallanıyor. Atların ayakları, kır ve doru, birbirine karışıyor durmadan; oysa dağlar… Terek yolunun öte yanında bir aulun[2 - Tatar, Başkır, Kırgız ve dağlı Kafkasyalıların köylerine aul denir. Tatarca bir kelimedir. (ç.n.)] tüten dumanları görünüyor; yine dağlar… Güneş yükseliyor ve sazlıkların ardından görünen ırmağı parlatıyor; yine dağlar… Köyden bir araba çıkıyor, kadınlar geçip gidiyor, genç ve güzel kadınlar; ama yine dağlar… Stepte tırıs giden abriyoklara[3 - Abriyok, dağlıların dilinde, türlü sebeplerle veya öç almak için rahat ve huzurunu, belirli bir süre için ailesini, araba ve dostlarını bırakıp giden adam demektir. Korku nedir bilmeyen abriyok için kutsal hiçbir şey de yoktur. (ç.n.)] raslanır. Ben yoluma giderim, korkum yok onlardan. Tüfeğim var, güçlü kuvvetliyim, gençliğim var; ya dağlar… Değişmeyen, var olan yalnız dağlardır, her şey hiçtir; egemen onlardır.
IV
Bütün kıyısı boyunca Terek Kazakları köylerinin serpildiği Terek Nehri’nin seksen fersahı geçen bu kesimi, durum ve ahali bakımından bir birlik gösterir. Kazaklarla dağlılar arasında bir sınır meydana getiren Terek Nehri hızlı ve bulanık akardı. Buralarda, geniş olduğu için daha durgundur. Sağ kıyısı sazlık ve basıktır. Bu kıyılara kül rengi bir kum bırakan nehir, sol kıyısını durmadan oymaktadır. Yüksekliği az ama yalçın ve dik olan bu kıyılarda yüz yıllık meşe kütükleriyle çürümüş çınarlar genç fidanlara karışır. Ruslarla karışık ama hâlâ için için kaynayan Müslüman köyleri var sağ kıyıda. Sol kıyı boyunca, nehirden yarım fersah içeride, yedi sekiz fersah aralıklarla, Kazak köyleri görülür. Her yıl biraz daha dağlardan kuzeye doğru uzaklaşan Terek Nehri, bir zamanlar, çoğu nehrin tam kıyısında yer alan bu köyleri yavaş yavaş kemirip bitirmiştir. Şimdilerde, onlardan meydanda kalan, çalılarla örtülü harap duvarlar arasında yeniden yabanileşmiş bağlarla etrafını böğürtlenlerin bürüdüğü terk edilmiş armutluklar, kavaklar, pelesenkler ve ıhlamurlar görülür. Kimselerin oturmadığı bu boş yerlerin kumlarındaysa bu yerlerden hoşlanan kurt, geyik, tavşan gibi hayvan izlerinden başka bir iz görülmez.
Orman içinde top menzili uzunluğunda açılmış bir yol, Kazak köylerini birbirine bağlar. Yol baştan başa Kazaklarca korunmaktadır. Muhafız postaları arasında, nöbetçi karakolları olan gözetleme postaları vardır ayrıca. Kazak, vaktinin çoğunu ya bu kordonun altında, askerî seferlerde ya da avda, balık avında geçirir. Hemen hemen hiçbir zaman evinde çalışmaz. Stanitsaya[4 - Stanitsa: Rusya’da Kazak köylerine verilen genel ad. (e.n.)] pek seyrek uğrar. Zevk ve safa peşindedir daima. Votkalarını ceplerinde taşırlar hepsi de ve sarhoşluk onlar için genel bir alışkanlıktan çok dinî bir ödevdir ki terk eden günaha girer.
Kazak’ın gözünde kadın, zevk ve rahatını sağlayan bir aletten başka bir şey değildir. Eğlenmek, yalnız kızlara bir hak olarak verilmiştir. Kız evlendikten sonra, ihtiyarlayıncaya kadar kocasına hizmet etmek zorundadır. Bütün Doğulularda olduğu gibi, erkeğe hizmet ve itaatle yükümlüdür. Kadın, bu törelerin sonucu olarak maddi ve manevi bakımdan gelişir ve görünüşte kocasına itaatle yükümlü olsa da bütün Doğu kavimlerinde olduğu gibi, gerçekte, Batı kadınlarına oranla daha büyük bir nüfuza ve aile hayatında daha yüksek bir otoriteye sahiptir. Sosyetik hayattan uzak olması ve erkeklerin yapacağı zor işlere alışması da kendisine, o derece önemli bir yer kazandırır. Başkalarının yanında, bırakın iyi davranmayı, kötü davranmamayı bile bir şerefsizlik ve haysiyetsizlik sayan Kazak, baş başa kaldıklarında kadının üstünlüğünü tanımaktan kendini alıkoyamaz. Ev işleri, eşyanın bakımı ve ekim işlerinin düzene konması, kadının gayret ve çalışmasına bakar. Bir Kazak, çalışmanın yakışıksız bir şey olduğuna ve çalışmayı Nogay işçisi ile kadına bırakmanın doğruluğuna istediği kadar kendini inandırsın, pekâlâ farkındadır ki kullandığı ve benim dediği bütün bu eşyalar o çalışmaların ürünüdür ve bunlardan kendini yoksun bırakmak, kölesi gibi davrandığı -ana veya karı- o kadının elindedir. Ayrıca, başardığı o erkek işleri bu ülkenin kadınlarına, kendilerine göre bağımsız bir erkeklik vermiş, vücutlarını göze çarpacak derecede geliştirip sağlamlaştırmış, güçlerini arttırmış, onları dayanıklı ve doğru düşünceli yapmıştır. Bunların çoğu, erkeklerden daha dinç, daha zeki, daha bilgili ve güzeldirler. Güzellikleri, halis Çerkez tipi ile Kuzey kadının güçlü ve zengin mizacının birleşmesinden meydana gelmiş dikkate değer bir özellik gösterir. Kazak kadınlarının kıyafeti; Çerkez kostümü, Tatar bluzu, Kazak ayakkabısından oluşur. Ama Rus kadınlarının modasına göre başlarına bir mendil bağlarlar. Temizlik, şıklık, giyim kuşama önem verme, kulübelerini süsleyip bezemek, Kazak kadınları için bir alışkanlık ve hayat ihtiyacı hâline gelmiştir. Erkeklerle ilişkilerinde kadınlar ve özellikle genç kızlar çok serbesttirler.
Kazak sokakları her zaman tenhadır. Yazın, özellikle tatil günleri dışında, Kazak erkeği ya kordon boyu nöbetindedir ya da askerî bir göreve gitmiştir. Yaşlıları da ya balık avındadır ya da kadınlarla birlikte bağlarda, yemiş bahçelerinde çalışmaktadırlar. Evde kalanlar, ancak pek ihtiyarlar, hastalar ve çocuklardır.
V
Kafkasya’ya özgü o eşsiz akşamlardan biriydi. Güneş dağların ardına çekilmiş olmakla birlikte ortalık hâlâ aydınlıktı. Karlı tepelerin mat beyazlığı, göğün alaca karanlığı içinde daha da belli oluyor, gözü alıyordu. Hava sakin, hafif ve tınlayıcıydı. Dağların, birkaç fersah uzunluğundaki gölgeleri, stepte boylu boyunca uzanıyordu. Nehrin öte yanında, ovada, yol boyunca bozkırdı her taraf. Arada sırada, uzaktan atlılar görünür. Kordondan dönmekte olan bu Kazak süvarilerini kulübelerinden merak ve kuşkuyla seyreden Çeçenler, bu şüpheli adamların ne olabileceğini anlamaya çalışırlar. Akşam olunca herkes birbirinden korktuğundan el ayak çekilir, insanlar evlerine kapanır ve ortalığın bu tenhalığında serbestçe kolaçan eden kurtlar, kuşlar ve yabani hayvanlardan başka canlı yaratık görülmez. Yemiş bahçelerinde kamçı örmekle uğraşan Kazak kadınları, tatlı sohbetlerini bırakarak daha güneş batmadan dönerler. Her yanda olduğu gibi bahçelerde de kimsecikler kalmaz. Ama özellikle köyün toplantı yeri günün her saatinde canlıdır. Oraya, atlı veya gıcırdayan arabalarla her yandan gelenler olur. Belleri birer kemerle sıkılmış kızlar, ellerinde ince birer değnek, şakrak cıvıltılarla kapı önlerinde davarları karşılarlar. Davarlar, stepte yüklendikleri sivrisineklerle, toz toprağa bulanmış olarak toplu bir hâlde gelirler. Karınları iyice doymuş olan ineklerle dombaylar, yol boyunca yayılır ve açık renkli parlak entarileriyle kadınlar sürüye katılırlar. Kadınların ince sesleri, şen kahkahaları ve keskin çığlıkları arasında, hayvanların böğürmeleri duyulur. Cephe gerisine alınmış silahlı bir Kazak, kulübesine yaklaşır ve pencereye eğilip iki üç kere vurur. Genç ve güzel bir baş görünüverir ve aralarında tatlı sözler, tatlı gülümsemeler geçer. Elmacık kemikleri çıkık ırgat takımından biri, bir Nogay, stepten getirdiği kamış yüklü arabasını subayın pek temiz tutulan geniş avlusunda gıcırtılar yaparak çevirir; sabırsızlanan öküzlerin boyunduruğunu çıkarırken efendisiyle Tatarca konuşurlar biraz. Yolun hemen her yanını kaplamış bir bataklık ki, yıllardan beri, kenardaki kazıklarla yapılmış sete sürünmeden geçmek için nice zorluk çekilir, çıplak ayaklı bir Kazak kadını beyaz bacaklarını örten eteklerini kaldırmış, sırtındaki çalı demetiyle geçmektedir oradan. Evine gitmekte olan bir avcı, uzaktan kadını gördüğünde şakalaşır ve nişan alarak “Az daha kaldır, utanmaz!” diye seslenir. Kadın eteklerini indirirken çalı demetini yere düşürür. Paçaları sıvalı bir ihtiyar, kıllı göğsü meydanda, balık avından dönmektedir; ağın içinde gümüş gibi parlayan ringalar oynaşıyor hâlâ. Kestirme olsun diye komşusunun yıkık duvarından aşıp orada asılı duran yün yeleğini alıyor. Bir köylü kadın, kuru bir ağaç dalını peşine takmış sürüklüyor, bir yandan da balta sesleri geliyor. Yol boyunca çocuklar, nerede bir düzlük bulurlarsa orada şakrak çığlıklarla topaçlarını çeviriyorlar; kadınlar setin etrafından dolaşmaktansa üstünden atlamanın kolayına bakıyorlar. Tütmekte olan ocaklardan, odun yerine kullanılan sıkıştırılmış tezek kokuları geliyor. Her avluda, gecenin dinlendirici havasını yansıtan bir hazırlık var. Kadınlar, burada böyle vakit geçirirken işe yarayacak erkekler, ötede, kordon boyunca nöbetleşe pusu kurmuş bekliyor ve şüpheli birinin sınıra yaklaştığını görür görmez dangadak vuruyorlar.
Ertesi gün, bir Kafkas piyade alayına bağlı iki bölük asker Novomlenskaya’ya gelip yerleşmişti. Hayvanları alınmış arabalar meydanda duruyor. Aşçı takımı, kazanları koyacakları hendekleri kazmış, odunları taşımış, bulgur çorbası pişen kazanları yerleştirmişti. Çavuşlar erleri çalıştırıyor, seyisler, beygirleri bağlamak için yere kazık çakıyorlardı. Konakçı subaylar, sanki kendi evlerindeymişler gibi, yollarda, sokaklarda dolaşarak subay ve erlere yatacakları yerleri gösteriyorlar. Şurada yeşile boyalı cephane sandıkları, orada taşıt arabaları, koşumlar; daha ötede, aşçıların kazanları, bakır takımları…
Yüzbaşı, teğmen ve Subay Vekili Onisim Mihayloviç oradaydılar. Bütün bu adamların, ağırlıklarıyla birlikte, stanitsa adı verilen bu Kazak yurdunda yerleşmek emri aldıkları anlaşılıyordu. Bu iki bölük asker, bundan dolayı, kendilerini kendi evlerinde sayıyorlardı. Ama buraya neden gelmişlerdi? Bu Kazaklar ne biçim adamlardı? Evlerine askerlerin gelip yerleşmesinden hoşnut muydular?.. Düşünen yoktu bunu. Askerler, toz toprak içinde, yorgun argın, “rahat” emri alır almaz, tıpkı yeni bir kovan arayan arı sürüsü gibi, meydanlara, sokaklara karman çorman dağılmışlardı. Yerli halkın surat asmasına metelik vermediklerini gösteren bir kesinlikle silahlarını şakırdatıp, aralarında neşeli kahkahalarla konuşa güle, kulübelere ikişer üçer dalıyorlar, çantalarını yere bırakıp kadınlarla şakalaşmaya koyuluyorlardı.
Bulgur çorbasının piştiği yer, erlerin, çevresinde dolandıkları en sevgili yerdir. Kalabalık bir piyade topluluğu, oracıkta, ağızlarında pipoları kâh kazanlardan usul usul çıkıp yükseklerde beyaz bir bulut hâlinde yayılan dumanları gözleriyle izliyor kâh ordugâhta yakılan ve alevleri berrak havada bir cam parıltısıyla titreyen ateşleri seyre dalıyor kâh da âdetleri hiç de Ruslarınkine benzemeyen kadınlı erkekli yerli halkın gelenek ve göreneklerine gülüp işi alaya döküyorlardı.
Avlular hep askerle dolu. Bir yandan onların gülüşmeleri, bir yandan da evlerini onlara karşı koruyan, su, kap kacak vermek istemeyen kadınların keskin ve öfkeli çığlıkları duyuluyor. Aralarına sokulan kızlı oğlanlı çocuklar, hiç görmedikleri bu askerlerin neler yaptıklarına şaşkın ve korkulu bakıyor ve uzun mesafelere kadar gözleri onlara takılıp kalıyor. Yaşlı adamlar kulübelerden çıkıp üzüntülü ve sessiz, evlerinin içine bakan toprak setlere oturuyor, bütün bu hareketleri, sabır ve tevekkül içinde gözetliyor ve bu gidişle daha neler olacağını hiç düşünmek istemiyorlardı.
Üç ay önce Kafkas alayına junker yazılmış olan Olenin, köyün en güzel evlerinden birine, yani İlya Vasilyeviç’in, daha doğrusu Nita ninenin evine yerleşmişti.
Üzerindeki Çerkez kıyafetiyle bir kabardey atına binmiş, beş saat süren bir yürüyüşten sonra, hoşnut bir hâlde, avluya girdiğinde Vaniyuşa heyecanla sordu efendisine:
“Dimitriy Andreyeviç, hâlimiz ne olacak bu gidişle?”
Olenin, eliyle atının gerdanını okşarken neşeli bir bakışla baktı uşağına: Vaniyuşa, kan ter içinde, saçları dimdik, perişan, taşıdığı bagajları açıp içindekileri çıkarmaktaydı.
“Ne var, İvan Vasilyeviç?” diye sordu.
Bambaşka bir adam kılığına bürünmüştü Olenin. Traşlı hafif bir bıyık ve ufaktan bir sakal bırakmıştı. Uykusuz geçen gece âlemlerinin verdiği yorgunluk ve solgunluk kaybolmuştu; yanakları, alnı, boynu, sağlığının adamakıllı yerinde olduğunu gösteren güneş yanığı bir renk almıştı. O tertemiz ve yepyeni siyah frak yerine, geniş pileli, kirli beyaz bir Çerkez bluzu giymiş ve silahlanmıştı. Koladan yeni gelmiş beyaz yaka yerine, şimdi güneşten yanmış boynunu, Çerkez bluzunun kırmızı ipek yakası çevirmişti. Ama bu Çerkez kılığını pek de becerememişti. Görenler, onun bir Kafkas Kazağı değil de bir Rus olduğunu anlardı. Bir bakıma öyleydi ama bir bakıma değil. Bununla birlikte, sağlığı ve neşesi yüzünden fışkırıyor, kendinden hoşnut olduğu görülüyordu.
Vaniyuşa söze devam etti:
“İnanmıyor musunuz? Ama bir kerecik de kendiniz gidip bu adamla konuşun bakalım. Geçemezsiniz aralarından, yol vermezler. Onlara tek laf ettirmenin imkânı da yoktur.”
Vaniyuşa, bunları söylerken elindeki kovayı öfkeyle kapının eşiğine fırlattı.
“Köyün muhtarını bulup anlatman gerekmez miydi?”
“Ne bileyim ben?”
Uşak, bu cevabı hiddetle vermişti. Olenin onu süzdü:
“Sen neye kızıyorsun bu kadar?”
“Hepsinin canı cehenneme! Tuu! Allah kahretsin. Başımız dertte bunlarla! Evin büyüğü kim belli değil. Sordun muydu, balığa gitti derler. Evin kocakarısı tam bir cadı! Tanrı, cümlemizi şerrinden koruya! Nasıl yaşayacağız burada! Bunu anlamıyorum. Gerçekten söylüyorum, Tatarlardan da beter bunlar. Bir de kendilerini adam sayıp Hristiyanlıktan dem vuruyorlar. Ne kadar da uzak! Tatar olaydılar keşke. Bin kere iyiydi. ‘Balığa!’ Rica ederim hangi balığa, sorarım size!”
Uşak, bunu söyledikten sonra, sözü sona erdirmek ister gibi arkasını döndü.
Olenin, atının üzerinde, işi şakaya vurdu:
“Ne sandın ya! Kendini Rusya’da, kendi evimizde mi sandın?”
Vaniyuşa, bu yeni yaşayışın kendisine verdiği titizliği yenmeye çalışarak tevekkülle “Hiç olmazsa ata acıyın efendim.” dedi.
Olenin, attan inmek üzere eyere el attı:
“Demek Tatarlar bunlardan daha iyi. Öyle mi Vaniyuşa?”
“Siz eğlenmek istiyorsunuz!” Öfkesi üzerindeydi. “Eğlenin bakalım!”
“Sinirlenme İvan Vasiliç.” Gülüyordu. “Biraz sabret. Ben gerekenlerle konuşurum, her iş yoluna girer. Sen üzülme, keyfine bak!”
Vaniyuşa cevap vermedi. Gözlerini kırpıştırıp başını salladı, güvensiz bir edayla efendisine bakmakla yetindi. Olenin’e bakılırsa Vaniyuşa bir uşaktan başka bir şey değildi. Arkadaş oldukları kendilerine söylenecek olsa ikisi de şaşırırdı buna. Ama onlar ne düşüncede olurlarsa olsunlar, arkadaştılar. Vaniyuşa, on bir yaşındayken, bir evlatlık olarak onların evine kapılandığında Olenin de hemen hemen aynı yaştaydı. Küçük bey on beşine geldiğinde uşağının öğrenimiyle bir süre uğraşıp ona Fransızca okumayı öğretti. Vaniyuşa, bu bilgisiyle böbürlenir ve keyifli olduğu zamanlarda, salak bir gülüşle ağzından ikide bir Fransızca kelimeler kaçırdığı olurdu.
Olenin, saman örtülü kulübenin merdiven basamaklarını bir sıçrayışta çıkıp kapıyı ittiğinde güzel bir kızla karşılaştı. Kazak kadınlarının ev giyimlerine uygun olarak sırtına pembe bir entari geçirmiş olan bu vahşi dilber hemen kaçtı, duvara dayandı ve kolunun geniş Tatar yeniyle yüzünün gözlerinden aşağısını sakladı. Olenin kapıyı biraz daha ittiğinde kulübenin alaca karanlığı içinde bu genç irisi kızın boyunu posunu, ölçülü endamını fark etti… Ve gençliğin açgözlü bakışıyla o ince Hint kumaşı entarinin içindeki körpe kız vücudunun hatlarını sezmekten geri kalmadı. Kızın siyah güzel gözleri, ürkek bir merak ve çocukça bir korkuyla bakıyorlardı. Olenin “Tamam, aradığım bu olacak!” dedi içinden. Sonra ekleyiverdi: “Hele bir bakalım, daha neler var, kim bilir!” Böyle düşünerek öbür kapıyı açtı.
Yaşlı bir kadın, elinde süpürge, iki büklüm olmuş, ortalığı süpürmekteydi. Arkası dönüktü. Olenin seslendi:
“Günaydın… Eve bakmaya geldim…”
Kadın doğrulmadan ona doğru döndü. Güzelliğini hâlâ koruyan sert bir yüzle ve kaşlarını çatarak delikanlıya yan yan baktı:
“Ya, öyle mi?.. Benimle eğleniyor musun sen? Alay etmek gerekiyorsa gülmek bana düşer asıl. Buradan cehennem olup gider misin sen?”
Olenin hep sanırdı ki bağlı bulunduğu kahraman Kafkas ordusu yorucu seferler sırasında her uğradığı yerde canla başla karşılanır. Hele hele silah arkadaşları demek olan Kazaklardan böyle bir davranışı hiç mi hiç beklemiyordu. Buna pek içerledi, ama öfkesine belli etmeyerek evin kirasını vereceğini tatlılıkla anlatmaya çabaladı.
Kocakarı ise sözü ağzına tıkadı:
“Sen ne arıyorsun burada? Canın dayak istiyor galiba! Şebek maymunu! Biraz dur da efendi gelsin, sana gösterir yerini. Bir de kalkmış, para vereceğini söylüyor. Senin paranın bize gereği yok! Görülmüş şey mi bu? O pis tütününün kokusu dünyayı tutmuş, ne o para verecekmiş. Canı çıkasıca bu musibet de nereden çıktı başımıza!”
Hiç ağız açtırmadan çığlığı koparıyordu. Olenin “Vaniyuşa’nın hakkı var!” dedi içinden. “Tatar’dan da betermiş bunlar!” Ve kocakarının azarları arasında kulübeden çıktı. Tam çıkacağı sırada genç kız, yine öyle sırtına yapışan pembe entarisi, ama bu defa gözlerine kadar büründüğü beyaz bir atkıyla gelip yanından geçti. Çıplak ayaklarıyla merdivenleri gıcırdatarak avluya indi, durdu. Delikanlıya bir göz attı. Gülen gözlerinin gizli bir bakışı vardı. Ve evin köşesinden dönüp kayboldu.
Olenin bu görüntüden daha da çarpıldı. Sağlam yürüyüşü, beyaz atkısının altından çıkan parlak ve ürkek gözleriyle bu yosma dilber onu allak bullak etmişti. İçinden “Aradığım mutlaka budur!” dedi ve artık kafasında, bulacağı konuttan çok genç kızla uğraşarak Vaniyuşa’nın yanına geldi. Vaniyuşa’nın öfkesi yatışmış gibiydi. Bagajlarla uğraşırken “Hepsi böyle!” dedi. “Bu da öbürleri kadar vahşi!”
Sonra da sesli sesli gülerek ekledi:
“Tam bir step kısrağı!”
Akşama doğru balıktan dönen ev sahibi, bu gelenlerin para vereceklerini anlayınca karısını yatıştırdı ve Vaniyuşa’nın tekliflerini kabul etti.
Bu yeni eve yerleştiler. Ev sahipleri ısıtılan bölüme geçtiler. Ocak-sız, soğuk odayı da üç lira aylıkla gelenlere bıraktılar.
Karnını doyurdu Olenin, uzandı ve uzun süre uyudu. Uyandığında akşam olmuştu. Kalktı. Elini yüzünü yıkadı, temizlendi. Akşam yemeğini yedi ve bir sigara tellendirerek sokağa bakan pencerenin yanına oturdu. Günün sıcaklığı geçmişti. Küçücük evin oymalı çatısıyla birlikte mavi ve eğik gölgesi, karşıki evin aşağısında kırılıncaya kadar tozlu sokağın üstünde uzanıp gidiyordu. Kulübenin sazlardan yapılmış sivri damı, ömürsüz güneşin son yaldızlarıyla parlamaktaydı. Hava enikonu serinlemişti. Köyün her yanında bir sessizlik vardı. Askerler yerleşmiş, didinmeleri bitmişti. Sürüler henüz gelmemiş ve yerliler işten dönmemişlerdi.
Olenin’in bir odasını kiraladığı bu kulübe, köyün en ücra bir köşesindeydi. Vakit vakit uzaklardan, Terek Nehri’nin öbür kıyısından ve dolanıp geldiği yaylalardan boğuk silah sesleri gelirdi. Şu üç aylık askerî göçebe hayatından pek hoşnuttu. Yıkandıkça yüzüne bir canlılık geldiğini anlıyordu. Kamp hayatında pek temizlik yapılamadığı hâlde, Olenin, sağlam vücudun daha temiz, dinlenen bütün organlarının güçlü ve rahat olduğunu görüyordu. Ahlak ve morali de aşınıp tazelenmiş gibiydi. Yaptığı seferleri, geçirdiği tehlikeleri gözünün önüne getirdi. Kendi kendine, namusluca davrandığını ve bu işte başkalarından hiç de daha kötü olmadığını düşündü. Onu kahraman Kafkas üyeliğine kabul etmişlerdi. Moskova anıları kim bilir nerede kalmış, unutulup gitmişti. Eski varlığı silinmiş, onun yerine yeni bir varlık, büsbütün başka bir varlık canlanmıştı. Bu yeni varlık, günahsız bir varlık olacaktı artık. Bu yeni insanlar arasında yeni bir insan olacak ve kendisine karşı eski saygısını yeniden elde edecekti. Küçük yaştakilere özgü o sebepsiz sevinci şimdi içinde bulurken kâh evin gölgesinde topaç çeviren çocuklara bakıyor kâh içeride her şeyi düzeninde görerek yabancısı olduğu bu Kazak topraklarında ne hoş bir hayat süreceğini düşünüyordu. Gözlerini dağlara, gökyüzüne çevirdiğinde bütün düş ve anılarına hükmeden vakar ve yücelikle dolu bir tabiatın karşısında siniyordu. Yeni başlamakta olan bu hayat, Moskova’dan ayrılırken tasarladığı hayata uymuyordu. Onun bu kadar güzel olabileceğini ummamıştı. Bütün düşüncelerinin, bütün duygularının ekseni ulu dağlardı, hep o dağlardı şimdi.
Tüfeği omuzunda kemerinde birkaç sülün asılı bir ihtiyar avdan dönmekteydi. Topaç çeviren çocuklar oyunu bırakıp ihtiyarı kızdırmak için takılmaya başladılar:
“Eroşka Dayı! Eroşka Dayı! Avucunu yala, avucunu yala!..”
Eroşka kızdığını belli etmeyip cevap yetiştirirken bir yandan da sokağın iki tarafındaki kulübelerin pencerelerini gözetliyordu.
Olenin, bu çapkın yaramazların ihtiyar avcıya karşı davranışlarına bakarak şaştı. Ama daha çok Eroşka Dayı dedikleri bu ihtiyarın zeki ve anlamlı yüzü ile güçlü kuvvetli görünen yapısı dikkatini çekti. İhtiyara seslendi:
“Hey!.. Kazak! Babalık! Şu yana geliver hele!”
Pencereye döndü ve durdu ihtiyar. Saçları dipten kesik olduğundan dazlak görünen başını açarak “Günaydın delikanlım!” dedi.
“Günaydın, yiğidim! Bu çapkınlar senden ne istiyorlar?”
Eroşka Dayı pencereye yaklaştı.
“Ne isteyecekler, kızdırmak istiyorlar beni. Kurt kocayınca köpeklere maskara olmaz mı? Ama ziyanı yok, onların takılması hoşuma gidiyor. Varsın Eroşka Dayı onları eğlendirsin!”
Yaşlı ve saygıdeğer kimselere has bir tonda ve tam bir ahenkle söylüyordu bunları. Sonunda sordu:
“Bu askerlerin başısın sen, öyle değil mi?”
“Hayır, sadece bir Junker’im. Bu sülünleri nerede vurdun?”
“Ormanda vurdum bu tavuğu. Görmek ister misin?”
Arkasını döndü ihtiyar; üç sülün, başlarından kemerine asılmış, sallanıyordu. İhtiyarın ceketi kana bulanmıştı. Yüzünü dönüp söze devam etti:
“Sülün görmedin mi sen? İstersen al, şu bir çifti sana vereyim.”
Ve sülünlerin ikisini pencereden uzatırken sordu:
“Eh, sen? Avcı mısın sen de?”
“Ona ne şüphe, sefer sırasında, dört tane de ben vurduydum.”
“Dört tane ha!.. Fena sayılmaz!..”
Alay eder gibiydi biraz.
Yeniden sordu:
“İçki kullanır mısın? Mesela bir bardak şarap?”
“Neden içmeyecekmişim? Hayır demem buna.”
“Görüyorum ki hovarda bir delikanlısın sen. Biz seninle kunak[5 - Kunak: Arkadaş. (e.n.)] olacağız anlaşılan.”
“Gel, gel hele, bir tek atalım.”
“Fena olmaz, geliyorum. Alsana sülünleri!”
Olenin’den hoşlanmıştı ihtiyar. Yüzünden belliydi. Delikanlı ile birlikte oldukça beleşten şaraba konacağını anlamıştı. Bunun karşılığında sülün feda edilebilirdi.
Eroşka’nın sağlam yapısı, çok geçmeden kulübenin kapısında belirdi. Olenin, ancak o zaman bu dev yapılı ve güçlü kuvvetli adam hakkında bir fikir edinebildi. Kırmızı-esmer bir yüz; beyaz, süpürge gibi bir sakal… Bir sakal, bir yüz ki, çalışmayla geçen ilerlemiş bir yaşın derin izlerini taşıyor. Bacak, kol, omuz adaleleri, ancak delikanlılarda görülecek kadar sağlam ve yuvarlaktı. Kısa kesilmiş saçlarının dibinde derin yara izleri var. Kalın ve adaleli boynu bir boğa gerdanı gibi katmerli. Nasırlı elleri yara bere ve tırmık içinde. Çevik ve rahat bir adımla kapının eşiğini geçti. Tüfeğini bir köşeye bıraktı. Odadaki eşyaya çabuk ve bilgili bir göz attı, ayaklarında sandallar, hiç gürültü çıkarmadan ilerledi. İçeri girmesiyle keskin bir koku yayıldı odaya! Rakı, şarap, toz, kurumuş kandan meydana gelen ve pek de nahoş olmayan bir koku…
Eroşka Dayı, kutsal tasvirlere doğru eğildi sakalını sıvazladı ve Olenin’e yaklaşarak kararmış kocaman elini ona uzattı.
“Koşkildin!”[6 - “Hoş geldin.” demek istediği anlaşılıyor. (ç.n.)] dedi. “ ‘Sağlınızı dileriz.’ anlamına gelen bu Tatarca sözün tastamam çevirisi, ‘Barış ve selamet sizinle beraber olsun!’ demektir.”
Olenin elini uzatarak karşılık verdi:
“Koşkildin, evet o demektir bilirim.”
Bu cevaptan hoşnut kalmadı Eroşka Dayı. Başını olumsuz bir işaretle sallayarak “Hayır!..” dedi. “Hiç de bilmiyorsun! Öyle mi cevap verilir? Ahmak, sen de! Sana biri ‘koşkildin’ dediğinde sen ona ‘koşkildin’ değil, ‘Allah razı bozun.’[7 - “Allah razı olsun.” demek olacak. (ç.n.)] diyeceksin. Tanrı seni korusun demektir. Ne sandın babam! Buranın töresi böyle. Ben seni biraz yola getirmeliyim. Sizin Ruslardan biri aramıza girmişti bir vakit. Onunla kunak olduktu. İyi bir çocuktu; sarhoş çapulcu, avcı. Ama ne avcı, bilsen! Onu ben yetiştirdiydim.”
“Peki, bana ne öğreteceksin?”
Olenin, ihtiyara yavaş yavaş değer vermeye başlamıştı.
“Ne mi öğreteceğim? Çoook! Ava götürürüm seni, balık avlamayı öğretirim. Sana Çeçenleri gösteririm. Dilersen sana güzel de bir eş, bir arkadaş bulurum. Benim nasıl bir adam olduğumu gördün ya! Şakayı severim.” Gülmeye başlamıştı ihtiyar. “Yoruldum babam, oturayım. Hadi bakalım, şarap ısmarla şimdi, muhakkak bir erin olacak senin. Var değil mi?” Haykırdı: “Adı da İvan’dır! Burada bütün erlerin adı İvan’dır. Seninki de bu İvanlardan biridir muhakkak, öyle değil mi?”
“Evet, hakkın var. Vaniyuşa! Git ev sahiplerinden biraz şarap isteyiver ve hemen al getir.”
“Vaniyuşa da İvan gibi bir şey. Nasıl oluyor da sizde, bütün erlerin adi İvan oluyor. İvan, oğlum! Söyle de açılmamış fıçıdan versinler. Bunların şarabı köyde birinciliği kazanmıştır. Ama biliyor musun litresine otuz kopekten fazla verme. Kocakarıya bu kadarı yeter de artar bile!” Vaniyuşa’nın çıkması üzerine ihtiyar, saf bir tavırla devam etti: “Söz aramızda, bizim insanlarımız aptaldırlar, on para etmezler! Siz onların gözünde insandan sayılmazsınız. Tatar’dan da betersiniz. Ruslar onlarca, yok edilmesi gereken yaratıklardır. Ama bence, sen, asker ol, er ol, ne olursan ol, yine de bir insansın. Sende de başkaları gibi bir yürek var. Hakkım yok mu Tanrı aşkına, İlya Mosetiç? O dediğim Rus da askerdi ama ne değerli bir adamdı. İşin doğrusu bu değil mi, sen söyle! İşte böyle doğrusunu söylediğim için bizim adamlarımız beni sevmezler. Ama sevmezlerse sevmesinler, umurumda bile değil! Neşeli bir adamım ben, herkesi severim. Eroşka’yım ben, işte o kadar!”
Böyle söylerken ihtiyar, içinden gelen dostça bir taşkınlıkla elini delikanlının omuzuna indirdi.
Vaniyuşa ortalığı yerleştirdikten sonra, takımın berberine tıraş da olmuş, adamakıllı yerleşilip rahat edildiğinin belirtisi olarak çizmelerini de ayağından çıkarmış, keyfine bakıyordu. Çağırılınca geldi. Eroşka’yı meraklı bir hayvan gibi süzerken ona karşı özel bir ilgi göstermiyordu. Bu zıpçıktının döşemede kirlettiği yeri görünce can sıkıntısıyla başını salladı. Koltuğuna boş iki şişe sıkıştırıp ev sahiplerine yollandı. Onlara nezaketle davranmayı kafasına koyarak “Günaydın, sevgili bayanlar! Efendi sizden parası karşılığında biraz şarap istiyor. Şu şişeleri doldurun verin, güzel bayanlarım!” dedi.
Kocakarı cevap vermedi. Bir Tatar aynası önünde başını düzeltmekte olan genç kız sessizce Vaniyuşa’ya doğru döndü.
Uşak, cebindeki bozuk paraları şakırdatarak “Parası peşin, kadıncıklarım. Siz bize karşı iyi olursanız, biz de size karşı iyi oluruz. Böylece güzel güzel geçinir gideriz, daha iyi olur.” dedi.
Kocakarı ters ters sordu:
“Ne kadar istiyorsunuz?”
Uşak şişeleri göstererek “İşte bu kadar.” dedi.
Kadın kızına baktı. “Hadi kızım, git de yeni açılan fıçıdan şarap çıkar.”
Genç kız, bir sürahi ile anahtarları aldı ve Vaniyuşa’yla birlikte çıktı. Onlar pencerenin önünden geçtiklerinde Olenin ihtiyara sordu:
“Kim bu kadın, söyler misin?”
Pencereye abandı ihtiyar. Dirsekleriyle delikanlıyı dürterken gözlerini kırpıştırıp öksürür gibi yaptı.
“Ha… Hımmm!.. Mariyonuşka, yani Mariyana. Bizim küçük hemşire.” Delikanlıya döndü. “Bakma şakalaşıyoruz.”
Genç kız, başını çevirmeden, güçlü kollarını sallayarak, Kazak kadınlarına özgü iradeli ve zarif yürüyüşüyle ilerledi. Geçerken kara gözlerini ihtiyara çevirip bakmakla yetindi.
Eroşka, gözlerini kırpıştırıp yanındakini işaret ederek haykırdı: “Eğer beni seversen mutlu olursun!” Delikanlıya dönerek “Ben kimseye benzemem! Şakalaşmayı çok severim. Ne dersin, bu kız gerçek bir kraliçe değil mi, ha?” dedi.
“Evet, güzel bir kız, şunu getirsene buraya!”
“O… Olmaz. Katiyen. Onu Luka’ya verecekler. Mert bir Kazak, tam bir babayiğit! Bir abriyok vurmuş geçenlerde. Ben sana bu kızdan âlâsını bulurum. Öylesini bulurum ki ipeklere bürünmüştür. Sırmalı giysiler kuşanmadıkça sokağa çıkmaz; ben bir şey dedim mi onu olmuş bil: Güzel bir kız bulacağım sana.”
Olenin heyecanlanarak “İhtiyar, sen ne söylüyorsun! Ama günah değil mi?” dedi.
“Günah mı? Günah bunun neresinde? Güzel bir kız bulmak günah mıdır? Güzeli sevmek günah mıdır? Sizin memlekette bunlar günah mı sayılır? Hayır oğul bunlar günah değil, tam tersine sevaplı şeylerdir. Seni yaratan Tanrı kızı da yaratmıştır. Her şey Tanrı’dan oğul. Bundan dolayı, bir kıza bakmak günah değildir. Sevilmek ve bize zevk vermek için yaratılmıştır o. Evet, benim düşünceme göre böyledir bu iş delikanlı!”
Öte yandan, Mariyana avluyu geçip fıçılarla dolu serin bir loş kilere girince alışılmış duasını okuyarak fıçılardan birine yaklaştı ve sifonu daldırdı. Vaniyuşa kilerin kapısında durmuş, gülümseyerek ona bakıyordu. Genç kızın sırtı yapışık, önü kabarık tek bir entariyle duruşu ona pek tuhaf geliyordu. Kendi kendine, Rusya’da böyle bir âdet olmadığını ve orada, iş başında böyle süslü püslü bir kızın ne kadar gülünç olacağını düşündü. İçinden “Kız dediğin böyle olmalı!” dedi. “Ne kadar değişik. Şunu bizim efendiye anlatayım hele.”
Kız, titizlikle seslendi birdenbire:
“Hey! Bana bak! Kapının önünde böyle kazık gibi durup karanlık edeceğine şu sürahiyi bana tutsan daha iyi edersin! Aptal mısın, nesin?”
Sürahi şarapla doldu. Kız, para vermeye davranan uşağın elini iterek “Parayı anama ver!” dedi.
Vaniyuşa’yı bir gülme almıştı. Biraz yılışarak “Niçin böyle huysuzlanıyorsun güzelim?” dedi.
Kız, fıçının tıkacını yerleştirirken gülümsedi:
“Sizler pek mi nezaketlisiniz sanki?”
“Biz, yani efendim ve ben, iyi çocuklarız. Öyle iyi insanlarız ki oturduğumuz her yerde ev sahiplerimiz bizden çok hoşnut kalmışlardır. Yok yere değil elbette, çünkü soyludur benim efendim.”
Vaniyuşa, içinden gelen bir inançla söylemişti bunu. Kız, merakla sordu:
“Senin efendin evli mi?”
“Hayır, daha pek gençtir bizim efendi ve evli değildir.”
Sonra bilgiç insanların böbürlenmesiyle ilave etti Vaniyuşa:
“Hem bizde, soylular hiç de öyle çabuk evlenmezler.”
“Bak hele!.. Manda gibi şişmiş. Ama evlenmek için pek gençmiş gene de! Ne tuhaf!.. O, hepinizin başı mıdır?”
“Benim efendim Junker’dir. Yani henüz subay olmamış demektir. Ama öyle olduğuna bakma sen, soylu olduğu için bir generalden, büyük bir mevki sahibinden de önde sayılır. İşte bundan dolayıdır ki onu, sadece alay komutanı değil, çar bile tanır.” Bunu söylerken böbürleniyordu Vaniyuşa. “Biz öyle yalın ayak, başı kabak askerlerden değiliz. Bizim babalık âyandandır. Ona bağlı bin tane köylü vardır ve bize her ay bin ruble gönderir… Çünkü o da bizi çok sever. Ha! Mesela şu yüzbaşının on parası yoktur. Gördün mü bir kere?”
Kız sözünü keserek “Hadi çık! Kapıyı kapatayım.” dedi.
Vaniyuşa şarabı getirdiğinde “Lafil ve İrejali.”[8 - Bozuk Fransızcasıyla “Kız çok güzel.” demek istiyor uşak. (ç.n.)] dedi Olenin’e ve hayvani gülüşlerinden birini savurarak çıktı.
Köy meydanında dönüş borusu çalınmıştı bu arada, tarlalarda çalışan köylüler dönüyorlardı hep. Davarlar, inekler, yaldızlı bir toz içinde, kapılarının önünde sıkışarak böğürüyorlardı. Kadınlar, kızlar, davarları toparlamak için oraya buraya koşuşuyorlardı. Güneş, karlı, uzak tepelerin ardında hepten kaybolmuştu artık. Yere göğe mavimsi bir gölge yayılıyordu. Karanlıkların kapladığı bahçelerin üstünde, durup dururken parlayan yıldızlar boy gösteriyor ve köyün bütün gürültüsü yavaş yavaş diniyordu. Davarlar yerlerine girdikten sonra, kadınlar köşe bucaktan çıkarak gelir, sedirlere yerleşir, ayçiçeği çekirdekleriyle oyalanırlardı. İki ineğiyle mandasını sağmış olan Mariyana gelip topluluğa katıldı.
Toplulukta birkaç kız, birkaç kadın ve bir de yaşlı bir Kazak yer alıyordu.
Abriyokun öldürülmesi meselesi konuşuluyordu. Kadınlardan biri “Sanırım ki…” dedi. “büyük bir mükâfat alır; ne dersiniz?”
“Ona ne şüphe! Ona, büyük bir haçlı nişanı verileceği söyleniyor.”
“Böyle olduğu hâlde, Mosev onu suçlu çıkarmaya kalkışmış; tüfeğini elinden almış ve bütün Kızılyar’daki memurlar bunu haber almışlar.”
“Bırak şu Mosev’i canım, o da adam mı!”
“Lukaşka gelmiş deniyor, aslı var mı?”
“Yamka’nın meyhanesinde bir arkadaşıyla keyfediyorlar anlattıklarına bakılırsa, okkalık şişeyi yarılamışlar şimdiden.”
Yamka evlenmemiş, adı kötüye çıkmış bir Kazak kadınıydı. Topluluklardakiler böyle konuşurlarken uzaktan üç kişinin, kafayı bulmuş olarak sallana sallana gelmekte olduklarını gördüler. Biri Lukaşka’ydı bunların.
Delikanlı, topluluğa yaklaşırken kalpağını ağır ağır çıkardı. Kızların önünde durdu. Yanakları, ensesi kızarmıştı. Ayakta tane tane konuşurken vakarlı ve ölçülü bir aygıra benziyordu; yelesi havaya kalkmış oynarken birdenbire ürküp solumaya başlayan ve dört ayağı üzerinde dikili gibi duran güçlü bir aygır… Lukaşka, böylece sakin ve gururlu, gülen gözleriyle kâh sarhoş arkadaşlarına kâh karşısındaki kızlara, kadınlara bakıyordu.
Mariyana, kulübenin köşesinden göründüğünde Lukaşka, yine aynı ciddilikle kalpağını çıkardı. Telaşsızca geri çekilerek onun karşısında durumunu takındı. Bacakları az ayrı duruyordu; kalın parmakları belindeki kamanın üzerinde oynuyordu. Mariyana, onun selamına hafifçe baş eğerek karşılık verdi. İlerledi, toprak seddin üstüne oturdu. Koynundan ayçiçeği çekirdekleri çıkarıp atıştırmaya başladı. Lukaşka, gözlerini ondan ayırmıyordu. Mariyana gelince toplulukta ses kesildi. Sonra, kadınlardan biri Lukaşka’ya sordu:
“E, siz burada çok kalacak mısınız?”
Lukaşka, ciddi bir tavırla cevap verdi:
“Yarın sabaha kadar.”
Konuşmanın düğümü çözülmüştü artık. Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Gelen askerlerin münasebetsizliklerinden, pis kokan tütünlerden şikâyet edildi. Lukaşka, söze hiç karışmadan sadece Mariyana’ya bakıyor ve bu bakışların altında genç kızın sıkıldığı apaçık görülüyordu. Sonunda, onun yanına gelerek “Mariyana!” dedi. “Bu gelenlerin başı sizin eve yerleşmiş diyorlar, öyle mi?”
Her zaman olduğu gibi Mariyana yine cevap vermekte acele göstermedi. Gözlerini, ağır ağır, ayakta duran Kazaklara çevirdi. Lukaşka’nın gülümseyen bir hâli vardı; sanki o sırada genç kızla kendisi arasında bu konuşmalarla hiç ilgisi olmayan bambaşka özel bir olay cereyan ediyordu. Mariyana’ya sorulan soruya, onun yerine yaşlı bir kadın cevap verdi:
“Öyle ya!.. Onlar, dört üstü murat üstü!..[9 - Dört üstü murat üstü: İşi her zaman yolunda olanlar için söylenen bir söz. (e.n.)] Hem de bir ev değil, iki ev tutmuşlar. Fomuşkin’in evine de komutanlardan birini yerleştirmişler. Dediklerine göre, odanın yarısını sadece eşyaları kaplamış. Çoluk çocuk nereye tıkılacaklarını bilemiyorlarmış! Dünyada görülmüş şey mi bu? Bunları, haydut sürüsü gibi başımıza kim musallat etti! Ne oluyoruz! Yaptıkları işler şeytan işi! Aklım almıyor.”
Başka bir kadın atıldı:
“Terek’in üstüne bir köprü yapacaklarmış, öyle söyleniyor.”
Bir genç kız, “Hayır, hayır! Benim duyduğuma göre, büyük bir çukur kazıp delikanlıları sevmeyen bütün kızları o çukura atacaklarmış.” diyerek her zamanki maskaralıklarıyla herkesi güldürürken bir başkası da yanındaki Mariyana’ya değil de onun yanındaki kocakarıya sarılıyordu.
Yine o genç “Mariyana’ya neden sarılmıyorsun, sıra onda?.. Hepsinin hakkını vermeli!”
“Neme gerek? Yaşlısı beni daha çok çekiyor!” derken kollarının arasında çırpınan kocakarıyı öpüyordu.
“Aman yeter, boğuldum!..”
Tüfekleri omuzlarında, kaputlu üç asker, nöbet değiştirmeye geliyorlardı. Eski bir süvari olan onbaşıları, Kazaklara sert bir göz attıktan sonra adamlarını geçirdi. Lukaşka ile arkadaşı Nazarka, o sıra yolun tam ortasında olduklarından esas vaziyete geçtiler. Nazarka geri çekildi. Ama Lukaşka, surat asıp kaşlarını çattı ve yerinden kıpırdamadı, sadece baş ve sırtını çevirmekle kaldı. Arkalarından askerlere bakıp hakaretle başını salladı:
“Sokağın ortasında insanlar olduğuna göre onların biraz yollarını değiştirmeleri gerekir!”
Askerler, ses çıkarmadan tozlu sokakta yola devam ettiler.
İlkin Mariyana, sonra da bütün kızlar gülüştüler.
Nazarka, “Köpoğullarının ne de düzgün kılıkları var! Uzun cübbeli kilise adamları gibi!” dedi.
Böyle söylerken, onların taklidini yaparak asker adımlarıyla yürüyordu arkalarından.
Herkes, gülmekten katılıyordu.
Lukaşka, usulca Mariyana’ya yaklaştı:
“Komutan evinizin neresinde oturuyor?”
Mariyana dalar gibi düşündü:
“Yeni yapılan kulübeye tıkmışlar onu!”
Lukaşka, genç kızın yanına oturdu. “Genç mi yaşlı mı bu adam?” diye sordu.
“Sormadım ki, ne bileyim? Şarap istemişti, almaya giderken pencerede gördüm. Eroşka Dayı ile beraberdiler. Sarışın bir adam. Kınalı gibi. Sonra da bir araba dolusu eşya getirdiler.”
Gözlerini indirdi. Delikanlı, hep kızın yüzüne bakıp daha da sokularak “Ah, kordondan ayrılabildiğime ne kadar memnunum!..” dedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lev-tolstoy/kazaklar-69428887/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Ekâbir: Büyükler, devlet büyükleri, ileri gelenler. (e.n.)
2
Tatar, Başkır, Kırgız ve dağlı Kafkasyalıların köylerine aul denir. Tatarca bir kelimedir. (ç.n.)
3
Abriyok, dağlıların dilinde, türlü sebeplerle veya öç almak için rahat ve huzurunu, belirli bir süre için ailesini, araba ve dostlarını bırakıp giden adam demektir. Korku nedir bilmeyen abriyok için kutsal hiçbir şey de yoktur. (ç.n.)
4
Stanitsa: Rusya’da Kazak köylerine verilen genel ad. (e.n.)
5
Kunak: Arkadaş. (e.n.)
6
“Hoş geldin.” demek istediği anlaşılıyor. (ç.n.)
7
“Allah razı olsun.” demek olacak. (ç.n.)
8
Bozuk Fransızcasıyla “Kız çok güzel.” demek istiyor uşak. (ç.n.)
9
Dört üstü murat üstü: İşi her zaman yolunda olanlar için söylenen bir söz. (e.n.)