Nar Evi
Oscar Wilde
“Nar Evi”, Oscar Wilde’ın dört ayrı masalsı öyküsünden oluşuyor. Bu öyküleri okurken, Genç Kral’ın adil ruhuyla ölüm ve açgözlülüğün savaşına, Prenses’in soytarısı olan Cüce’ye, Balıkçı’nın ruhunu aşka tercih etmesinden hikmet ve zenginliğe, Yıldız Çocuk’un kibrinden güzellik ve çirkinliğe uzanan devleri, cadıları, at başlı insanları, büyülü karakterleri keşfederken yaşama ve dünya düzenine yönelik düşündürücü öğretiler ile karşılaşacaksınız. Masal diyarlarında gezinirken gerçek dünyadan kopmayacak; Kuzey denizlerinden Afrika’ya, Mısır’dan İran’a tüm caddelerde gezinip, bu yerlerin meyvelerini tadacaksınız. Bir çocuk kalbine hitap edercesine işlenmiş olan bu öykülerle okur, kendini tanımaya dönük pencereleri aralayacak. “Üzümleri biz ezeriz, şarabı başkası içer. Mısırları biz ekeriz ama soframız boştur. Her ne kadar gözler göremese de zincirlerimiz vardır. Ve bizler köleyiz her ne kadar özgür olduğumuz söylense de.”
Oscar Wilde
Nar Evi
Oscar Wilde, 16 Ekim 1854 tarihinde İrlanda’nın Dublin kentinde ailesinin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş olan Wilde’ın tam adı Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde’dır. Babası yaptığı hizmetlerden dolayı 1864 yılında şövalye unvanını kazanmış dönemin ünlü doktorlarından William Wilde, annesi ise devrimci şiirleri ile dikkat çekmiş yazar Jane Francesca Elgee’dir.
9 yaşına kadar evde eğitim alan Oscar, 9 yaşına geldiğinde Portora Kraliyet Okuluna buradan da Dublin’deki Trinity Kolejine başlamıştır. Üstün başarılarıyla dikkat çeken Wilde, Trinity Kolejindeyken Berkeley Altın Madalyası’nı ve Oxford Üniversitesi Magdalen Kolejinden bir burs kazanmıştır. 1874-1878 yılları arasında Magdalen Kolejinde öğrenim gören Wilde, 1878 yılında Ravenna isimli şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazanmıştır. 1881’de Peoms adlı ilk kitabı basılmıştır. Aynı yıl ABD’ye yerleşmiştir.
Neredeyse bütün hayatı boyunca eleştirilse de düşüncelerinden hiçbir zaman vazgeçmeyen Oscar Wilde, sosyalizm yanlısı olması ile okları hep üzerine çekmiştir. 1895 yılında gayritabii davranışları nedeniyle tutuklanmıştır.
Hayatının son yıllarını beş parasız bir şekilde geçirerek, şehrin en kötü otellerinden birinde menenjit rahatsızlığından hayata veda et-miştir. Ölürken papaz ve otel sahibinin yanında o meşhur son sözünü söylemiştir: Duvarkâğıdıileölümünebirdüelloyagiriştik. İkimizden birinin gitmesi gerekiyor. Ya duvar kâğıdı gider, ya ben!
Eserleri:
Dorian Grey’in Portresi (Roman), Vera veya Nihilistler (Tiyatro), Padova Düşesi (Tiyatro), Lady Windermere’in Yelpazesi (Tiyatro), Ehemmiyetsiz Bir Kadın (Tiyatro), Salome (Tiyatro), İdeal Bir Koca (Tiyatro), Ciddi Olmanın Önemi (Tiyatro), Kutsal Metres ve Bir Floransa Trajedisi (Tiyatro), Ravenna (Şiir), Şiirler (Şiir), Sfenks (Şiir), Mensur Şiirler (Şiir), Reading Zindanı Baladı (Şiir), Canterville Hayaleti (Hikâye), Bay W. H.’nin Portesi (Hikâye), Mutlu Prens (Hikâye), Nar Evi (Hikâye), Zümrüdüanka ve Kaplumbağa (Hikâye).
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter
GENÇ KRAL
Lady Margaret Brooke’a
Taç giyme töreninden önceki geceydi. Genç Kral, güzel odasında tek başına oturuyordu. Bütün nedimleri yanından ayrılmışlardı. O zamanların merasim kuralları gereği başlarını yere kadar eğip, adabımuaşeret hocasından ders almak için sarayın büyük salonuna çekilmişlerdi. İçlerinden bazıları hâlâ doğal davranıyordu ki, söylememe gerek yok bu, büyük bir ayıptı.
Çocuk -on altı yaşında olduğundan o bir delikanlıydı- nedimlerinin yanından ayrılmalarına üzülmemişti. Rahatlayarak derince bir iç çekiş sonrası üzeri işlemeli koltuğunun yumuşak yastıklarına kendini bıraktı. Orada öylece uzanırken heyecanlı gözleri ve açık ağzıyla mitolojik orman tanrısı Faunus’u ya da avcılar tarafından henüz yakalanmış bir hayvan yavrusunu andırıyordu.
Gerçekten de onu avcılar bulmuşlardı. Elinde kavalı, yalın ayak bir hâlde babası sandığı çobanın keçi sürüsünü güderken neredeyse tesadüfen karşılarına çıkmıştı. Kral’ın tek kızının gizli yaptığı evlilikten doğan çocuktu. Prenses’ten daha düşük konumdaki bu yabancı, bazılarının dediğine göre büyüleyici lut çalma becerisi sayesinde Prenses’i kendisine âşık etmiş. Bazıları ise bu yabancının Prenses’in hayran olduğu hatta fazlasıyla hayran olduğu Riminili bir sanatçı olduğunu söyler. Kendisi katedraldeki işini yarım bırakarak şehirden aniden kaybolmuş. Genç Kral ise henüz bir aylıkken annesi uyurken çalınmış ve çocukları olmayan sıradan bir köylü ile karısına verilmiş. Bu çift ormanının uzak bir köşesinde, şehre bir günden fazla mesafede yaşarmış. Saray hekiminin dediğine göre acı ya da veba, bazılarının iddiasına göre ise baharatlı şaraba katılmış çabuk etki eden bir İtalyan zehri uyanmasından bir saat sonra onu doğuran beyaz kızı öldürmüş. Çocuğu atının eyerinde taşıyan güvenilir ulak yorgun atından inip de keçi çobanının kulübesinin sert kapısını çaldığında Prenses’in naaşı şehir kapılarının dışında terk edilmiş bir kilise avlusundaki açık bir mezara indirilmişti. Rivayete göre bu mezarda bir ceset daha vardı. Muazzam bir güzelliğe sahip, elleri arkadan bağlı ve göğsünde çok sayıda bıçak yarası izi olan genç bir yabancı adamın vücudu…
En azından insanların birbirlerine anlattığı hikâye buydu. Kesin olan şeyse yaşlı Kral’ın ölüm döşeğinde ya işlediği günahtan dolayı duyduğu pişmanlığından ya da kraliyetin kendi soyundan birine geçmesini istemesinden dolayı delikanlıyı getirtip divan kurulu üyelerinin huzurunda onu veliahdı olarak tanıdığıydı.
Delikanlının, kendi hayatı üzerine müthiş tesir edecek, güzelliğe olan o tuhaf tutkusunun ilk işaretlerini veliaht olarak tanındığı ilk zamanlarda göstermeye başladığı söyleniyordu. Ona hizmet için eşlik edenler, kendisine ayrılan odaya girdiğine güzel kıyafetleri ve değerli mücevherleri gördüğü anda dudaklarından çıkıveren sevinç çığlığından, kaba deri tuniği ile koyun derisinden yapılma çirkin pelerinini üzerinden fırlattığında vahşi bir zevk duyduğundan bahsettiler. Yine de zaman zaman orman yaşamının özgürlüğünü özlemiyor da değildi. Gününün büyük bir kısmını kaplayan yorucu saray törenlerinden sıkılıyordu. Ancak kendisinin artık efendisi olduğu Joyeuse denilen bu müthiş saray yine kendi keyfi için hazırlanmış yepyeni bir dünya gibiydi. Divan heyetinden ya da kabul salonundan kurtulur kurtulmaz bronz aslan figürleriyle süslü basamakları parlak mermerden büyük merdivenden aşağı fırlar odadan odaya, koridordan koridora koşardı. Güzelliği, acının ağrı kesicisi gören biri gibi hastalıktan iyileşmek istercesine dolanıyordu etrafta.
Bu keşif yolculukları sırasında -onları bu şekilde adlandırıyordu ve bunlar onun için gerçekten de muazzam diyarlarda gerçekleşen seyahatlerdi- zaman zaman ince, sarı saçlı saray uşakları uçuşan pelerinleri ve dalgalanan renkli kurdeleleri ile eşlik ederdi kendisine. Ancak çoğu zaman yalnız olurdu. Âdeta ilahî bir mesaja benzeyen keskin bir içgüdü sanatın gizemlerinin en iyi gizli saklı öğrenileceğini ilham etmişti Genç Kral’a. Güzellik, tıpkı akıl misali yalnız ibadetçisini sever gibi geliyordu ona.
Bu dönemde onunla ilgili çok sayıda tuhaf hikâye anlatılırdı. Söylentiye göre şehrin sakinlerine cafcaflı bir demeç vermek için gelen Belediye Başkanı onu, Venedik’ten gelmiş muazzam bir resmin önünde diz çöküp resme ibadet edercesine baktığını görmüş. Bir başka sefer saatlerce ortadan kaybolmuş ve uzun süren arama sonucu sarayın kuzeyindeki kulelerden birindeki ufak bir odada değerli Yunan taşından oyulmuş bir Adonis heykeline bakarken bulunmuş. Bir başka rivayete göre üzerine Hadrian’ın Bithynianlı kölesinin adı kazınmış ve köprü yapılırken nehir yatağında keşfedilmiş bir mermer heykelin alnına sıcak dudaklarını bastırırken görülmüş. Bir keresinde bütün bir geceyi ay ışığının Endymion’un tasvirine yansımasını seyrederek geçirmiş.
Bütün nadir ve pahalı parçalar onda müthiş bir hayranlık uyandırıyordu. Bu parçaları elde etme hevesiyle çok sayıda tüccar görevlendi. Bazılarını, Kuzey Denizlerinin kaba saba balıkçı insanlarıyla kehribar ticareti yapmaları için yolladı. Bazıları ise sadece kral mezarlarında bulunan ve sihirli özelliklere sahip yeşil firuze taşı bulmak için Mısır’ın yolunu tuttu. Bu tüccarlardan kimisi ipek halı ve süslü seramik almak için İran’a gitti. Diğerleriyse, tüller, fildişi süsler, ay taşları, yakut bilezikler, sandal ağacı, mavi porselenler ve yünden yapılma ince şallar için Hindistan’a yollandı.
Fakat Genç Kral’ı en çok düşündüren taç giyme töreninde giyeceği kıyafetti. Bu kıyafet sırma işlemeliydi. Tacında yakut süslemeler vardı ve asasına inciler dizilmişti. Gerçekten de o gece lüks sedirine uzanmış şöminede yanan koca çam odununa bakarken düşündüğü şey buydu. O zamanın en ünlü sanatçıları tarafından çizilen tasarım kendisine aylar önce gönderilmişti. O da zanaatkârlara gece gündüz çalışıp tasarımı hayata geçirmeleri için emirler vermişti. Bu işe layık mücevherler bulunması için dünyanın her yeri aranacaktı. Krallara layık güzel bir giysi giyip katedralin yüksek sunağında dururken kendisini çok güzel hayal etmişti. Çocuksu dudaklarında bir gülümseme belirmiş, koyu gözleri parlamıştı.
Bir müddet sonra yerinden kalktı ve şöminenin oymalı tarafına yaslanıp loş odayı seyretmeye koyuldu. Duvarlar güzelliğin zaferini temsil eden zengin halılarla süslüydü. Akik taşı ve lacivert taşı ile süslenmiş koca dolap bir köşedeydi. Pencerenin karşısında ise kapakları vernikle kaplı, tuhaf işlemeli, altın mozaiklerle süslü bir konsol vardı. Üzerine Venedik camından yapılma zarif kadehler ile siyah oniksten yapılma bir kupa koyulmuştu. Yatağın ipek örtüsünün üzerine uykunun yorgun ellerinden düşmüş gibi görünen soluk renkli gelincikler işlenmişti. Yivli fildişi sırıkların üzerindeki kadife sayvandan püskül hâlinde sarkan ve köpüğü andıran deve kuşu tüyleri tavanın donuk gümüş süslerine uzanıyordu. Yeşil bronzdan yapılma gülen bir Narkissos heykeli başının üzerinde bir ayna tutuyordu. Masanın üzerinde mor kuvarstan yapılma yassı bir kâse vardı.
Dışarıya baktığında karanlık evlerin üzerinde belli belirsiz bir kabarcık misali duran katedralin koca kubbesini görüyordu. Yorgun nöbetçiler sisli nehrin kenarındaki bahçede gidip geliyorlardı. Uzaklarda bir bostanda bülbül şarkı söylüyordu. Açık pencereden hafif bir yasemin kokusu geliyordu. Alnındaki kahverengi bukleleri arkaya itti. Eline bir lut alıp parmaklarını tellerinde gezdirdi. Ağırlaşmış göz kapakları düştü ve tuhaf bir rehavet çöktü üzerine. Daha önce hiç böylesine keskinlikle ya da müthiş bir neşeyle hissetmemişti güzel şeylerin sihrini ve gizemini.
Saat kulesi gece yarısını ilan ederken zili çaldı. Uşakları odaya girip merasimle kıyafetlerini çıkarmasına yardım etti. Ellerine gül suyu döküyor, yastığına çiçekler saçıyorlardı. Onlar odadan ayrıldıktan kısa süre sonra uykuya daldı.
Uyuduğunda bir rüya gördü. Rüyası şuydu:
Uzun ve alçak bir tavan arasında, çok sayıda dokuma tezgâhının gürültüsü arasında duruyordu. Cılız gün ışığı kafesli pencereden içeri giriyor, tezgâhların önüne eğilmiş dokumacıların zayıf silüetlerini gösteriyordu ona. Solgun, hasta gibi görünen çocuklar kocaman kirişlerin üzerine çömelmişti. Mekikler, çözgüler arasında hareket ederken çocuklar ağır panelleri kaldırıyor, mekikler durduğundaysa panelleri bırakıp ipleri sıkıyorlardı. Yüzleri açlıktan zayıflamıştı ve minicik elleri titriyordu. Bitkin görünümlü kadınlar bir masaya oturmuş dikiş yapıyordu. Korkunç bir koku kaplamıştı o yeri. Hava kötü ve ağırdı. Duvarlar rutubetten ıslanmıştı.
Genç Kral dokumacıların birinin yanında durup onu izlemeye başladı.
Dokumacı ona öfkeyle bakıp şöyle dedi:
“Neden beni izliyorsun? Sahibimizin yolladığı bir casus musun yoksa?”
“Sahibiniz kim?” diye sordu Genç Kral.
“Sahibimiz!” diye bağırdı dokumacı acıyla. “O da benim gibi bir adam. Gerçekten de öyle. Ama aramızdaki fark şu: O, güzel kıyafetler giyerken ben, paçavralar içinde dolaşırım. Ben, açlıktan zayıf düşerken fazla tokluk ona azıcık sıkıntı yaşatmaz.”
“Burası özgür bir ülke.” dedi Genç Kral. “Ve sen kimsenin kölesi değilsin.”
“Savaş zamanlarında…” diye cevap verdi dokumacı. “Güçlüler zayıfları kölesi yapar. Barış zamanlarında ise zenginler fakirleri kölesi yapar. Yaşamak için çalışmak zorundayız. Bize o kadar az para verirler ki ölürüz. Onlar için gün boyu çalışıp kendimizi paralarız. Onlar da sandıklarına altınlar yığarlar. Çocuklarımız vakitsizce solar gider. Sevdiklerimizin yüzleri sertleşir ve kötü bir hâl alır. Üzümleri biz ezeriz, şarabı başkası içer. Mısırları biz ekeriz ama soframız boştur. Her ne kadar gözler göremese de zincirlerimiz vardır. Ve bizler köleyiz her ne kadar özgür olduğumuz söylense de.”
“Herkesin durumu böyle mi?” diye sordu.
“Herkesin durumu böyle.” diye cevap verdi dokumacı. “Gençler de yaşlılar da, kadınlar da erkekler de, çocuklar da yılların eskittikleri de böyle. Tüccarlar bizi ezerler ve biz onların emrettiğini yapmak zorundayız. Papaz, atı üzerinde geçerken tespihini çeker ama kimsenin umurunda değiliz. Güneşsiz yollarımızdan yoksulluk sürünerek geçer, aç gözleriyle. Günah ise donuk yüzüyle onu takip eder. Sefalet sabahları uykumuzdan uyandırır, utanç ise bütün gece bizle oturur. Ama bu şeylerin senin için bir anlamı var mı ki? Sen bizden değilsin. Senin yüzün çok mutlu.” Sonra somurtarak döndü ve işine devam etti. Genç Kral altın iplik dokuduğunu gördü.
Müthiş bir korku kapladı içini. Dokumacıya şöyle dedi:
“Nasıl bir elbise için kumaş dokuyorsun?”
“Bu Genç Kral’ın taç giyme töreninde giyeceği elbisenin kumaşı.” diye cevap verdi. “Bundan sana ne?”
Ve Genç Kral yüksek sesle çığlık atıp uyandığında bir de ne görsün! Kendi odasındaydı ve karanlık gökyüzünde asılı duran bal rengi kocaman Ay’ı gördü.
Sonra tekrar uykuya daldı ve rüya görmeye başladı. Bu kez rüyası şuydu:
Yüz kölenin kürek çektiği kocaman bir geminin güvertesinde uzanıyordu. Yanındaki bir halıda geminin efendisi oturuyordu. Abanoz gibi siyahtı ve başında kırmızı ipekten sarık vardı.
Koca gümüş küpeler kalın kulak memelerini sarkıtmış, sallanıyordu. Elinde ise fildişi tartı vardı.
Köleler yırtık peştamalları dışında çıplaktılar ve her biri yakınındaki kişiye zincirlenmişti. Sıcak güneş üzerlerinde parlıyordu. Zenciler bir aşağı bir yukarı koştururken deri kırbaçlarıyla kölelere vuruyorlardı. Zayıf kollarını uzatıp ağır kürekleri çekiyorlardı. Kürekler tuzlu suyu sıçratıyordu.
Nihayet ufak bir koya ulaşıp denizin derinliğini ölçmeye başladılar. Kıyıdan esen hafif rüzgâr güverteyi ve yelkenliyi ince kırmızı bir tozla kapladı. Yabani eşek süren üç Arap onlara mızrak atmaya başladı. Geminin efendisi eline boyalı bir yay aldı ve Araplardan birinin boğazına isabet ettirdi. Adam suya düşünce arkadaşları gerisin geriye kaçıştı. Sarı bir örtü giyinmiş kadın, deve üzerinde onları takip etti. Arada bir arkaya cesede bakıyordu.
Demir atıp yelkenleri indirir indirmez zenciler ambara inip kurşunla ağırlaştırılmış uzun bir halat merdiven getirdiler. Geminin efendisi halatı yandan denize atıp uçlarını güvertedeki demirlere bağladı. Sonra zenciler en genç köleyi yakalayıp prangalarını çıkardıktan sonra burnunu ve kulaklarını bal mumu ile doldurarak beline kocaman bir taş bağladılar. Yorgun bir şekilde merdivenlerden inip suyun içinde kayboldu köle. Daldığı yerde su kabarcıkları belirdi. Diğer kölelerden bazıları bu durumu hayretle seyrediyordu. Gemi pruvasında oturan bir köpek balığı büyücüsü tekdüze bir ritimle davul çalıyordu.
Bir müddet sonra dalgıç suyun yüzerinde yükseldi ve ellerinde inciler nefes nefese merdivene tutundu. Zenciler inciyi elinden alıp onu tekrar suya fırlattı. Köleler küreklerin başında uykuya daldı.
Tekrar tekrar sudan çıktı ve her seferinde güzel bir inci getirdi. Geminin efendisi incileri tarttı ve yeşil renkli küçük deri bir keseye koydu.
Genç Kral konuşmaya çalıştıysa da dili damağına yapışmış gibiydi ve dudakları hareket etmeyi reddediyordu. Zenciler kendi aralarında konuşurlarken bir anda bir dizi parlak boncuk için kavga etmeye başladılar. İki turna geminin etrafında uçuşuyordu.
Nihayet dalgıç son kez çıktı, bu kez yanında getirdiği inci Hürmüz’deki bütün incilerden daha güzeldi. Dolunay şeklindeydi ve sabah yıldızından daha beyazdı. Dalgıcın yüzü tuhaf bir şekilde solgundu, güverteye indirildiğine kulaklarından ve burun deliklerinden kan fışkırdı. Sonra bir miktar titredi ve yine hareketsiz kaldı. Zenciler omuz silkip cesedi suya attılar.
Ve geminin efendisi güldü, uzanıp inciyi aldı ve alnına bastırıp eğildi, “Bu Genç Kral’ın asasında olacak.” dedi ve zencilere demiri kaldırmaları için işaret etti.
Genç Kral bunu duyduğunda çığlık atıp uyandı. Pencereden dışarı baktığında şafağın uzun gri parmaklarının kaybolmakta olan yıldızlara uzandığını gördü.
Genç Kral tekrar uykuya daldı ve rüya gördü. Rüyası şöyleydi:
Tuhaf meyvelere ve güzel zehirli çiçeklerle dolu hafif karanlık bir ormanda geziniyordu. Geçtiği sırada yılanlar ona tıslıyordu ve parlak papağanlar daldan dala çığlık çığlığa atlıyordu. Kocaman kara kaplumbağaları sıcak çamurda uzanıp yatıyordu. Ağaçlar maymunlar ve tavus kuşlarıyla doluydu.
Yürüdü de yürüdü. Ta ki ormana dışına varıncaya dek. Burada çok sayıda adamın kurumuş nehir yatağında çalıştığını gördü. Kayalıklara karıncalar misali hücum ediyor, zemine derin çukurlar kazıp içine iniyorlardı. Bazıları taşları koca baltalarla yarıyor, bazıları kumda bir şeyler arıyordu.
Kaktüsleri kökünden yoluyor, kırmızı çiçekleri eziyorlardı. Etrafta koşuşturup birbirlerini çağırıyorlardı. Hiç kimse boş durmuyordu.
Ölüm ve Açgözlülük onları bir mağaranın karanlığından seyrediyordu. Ölüm şöyle dedi: “Ben çok yoruldum. Üçte birinin bana ver de gideyim.” Ancak Açgözlülük başını salladı. “Onlar benim kölelerim.” dedi.
Ölüm ona, “Elinde ne var?” diye sordu.
“Üç mısır tanesi.” diye cevap verdi Açgözlülük. “Bundan sana ne?”
“Birini bana ver!” diye bağırdı Ölüm. “Bana ver de bahçeme ekeyim. Sadece bir tanesini ver de gideyim.”
“Sana hiçbir şey vermem.” dedi Açgözlülük ve elini kıyafetinin kıvrımının arasına sakladı.
Ve ölüm güldü. Bir bardak alıp suya daldırdı. Sudan bir bardak sıtma çıktı. Sıtma kalabalığın arasından geçti ve üçte biri öldü. Sıtmayı soğuk bir sis takip etti. Su yılanları yanında dolanıyordu.
Açgözlülük, kalabalığın üçte birinin öldüğünü görünce göğsünü dövüp ağlamaya başladı. Çorak göğsüne vurarak bağırıyordu. “Kölelerimin üçte birini katlettin. Git hadi. Tatar dağlarında savaş var ve iki tarafın da kralı seni çağırıyor. Afganlar siyah öküzü öldürdü ve savaşmak için yürümeye başladı. Kalkanlarına mızraklarıyla vuruyor ve demirden miğferlerini giyiyorlar. Benim vadimden sana ne? Neden burada vakit kaybediyorsun? Hadi git ve bir daha buraya gelme.”
“Hayır.” diye cevap verdi Ölüm. “Bana bir mısır tanesi vermeden gitmeyeceğim.”
Fakat Açgözlülük yumruğunu sıkıp dişlerini gıcırdattı, “Sana hiçbir şey vermeyeceğim.” diye söylendi.
Ve Ölüm güldü eline siyah bir taş alıp ormana fırlattı. Vahşi bir baldıran çalısının içinden Humma ateşten bir giysiyle çıkageldi. Kalabalığın arasında dolaşıp onlara dokundu ve dokunduğu her adam öldü. Üzerinde yürüdüğü çimenler soluyordu.
Açgözlülük ürperdi ve başına kül sürdü. “Sen zalimsin!” diye bağırdı. “Sen zalimsin. Hindistan’ın surlu şehirlerinin içinde kıtlık var. Semerkand’ın sarnıçları kurudu. Mısır’ın surlu şehirlerinde kıtlık var ve çekirgeler çölden geldi. Nil, kıyılardan taşmadı ve rahipler İsis ile Osiris’i lanetledi. Sana ihtiyacı olanların yanına git ve benim kölelerimi rahat bırak.”
“Hayır.” diye cevap verdi Ölüm. “Bana bir mısır tanesi vermeden gitmeyeceğim.”
“Sana hiçbir şey vermeyeceğim.” dedi Açgözlülük.
Ve ölüm tekrar güldü. Parmaklarıyla ıslık çaldı ve uçarak bir kadın geldi. Alnında “Veba” yazıyordu. Bir sürü cılız akbaba yanında uçuşuyordu. Vadiyi kanatlarıyla kapladı ve hiçbir adam hayatta kalmadı.
Ve Açgözlülük çığlık çığlığa ormana kaçtı. Ölüm ise kırmızı atına atlayıp dörtnala uzaklaştı oradan. Rüzgârdan bile daha hızlı gidiyordu.
Vadideki bataklığın dibinden yılanlar ile tuhaf sürüngenler çıkıverdi. Çakallar kum üzerinde koşturarak çıktılar ortaya. Havayı kokluyorlardı.
Genç Kral ağladı ve sordu: “Bu adamlar kimdi ve ne arıyorlardı?”
“Kral için yakut arıyorlardı.” diye cevap verdi arkasındaki.
Genç Kral ürperdi, arkasına döndü ve keşiş görünümlü bir adam gördü. Adamın elinde gümüşten bir ayna vardı.
Rengi atmış Genç Kral sordu: “Hangi kral için?”
Keşiş cevap verdi. “Aynaya bakarsan onu görürsün.”
Aynaya baktı, kendi yüzünü görünce sesli bir çığlık atıp uyandı. Güneşin parlak ışıkları odaya giriyordu. Bahçedeki ağaçlarda kuşlar şakıyordu.
Saray Nazırı ve yüksek rütbeli memurlar içeri gelip ona saygılarını sundular. Uşakları ona altın iplikten dokunmuş kaftanını ve asasını getirdiler.
Genç Kral kendisine getirilen şeylere baktı. Çok güzellerdi. Daha önce gördüğü her şeyden daha güzeldiler. Ama rüyalarını hatırladı ve şöyle dedi yardımcılarına: “Bu şeyleri götürün. Onları giymeyeceğim.”
Saraylılar şaşırmıştı, bazıları güldü. Çünkü Kral’ın şaka yaptığını zannetmişlerdi.
Ancak onlarla bir kez daha ciddiyetle konuştu ve şöyle dedi: “Bu şeyleri götürün ve benden saklayın. Taç giyme törenimde dahi giymeyeceğim onları. Çünkü Hüzün’ün tezgâhında Acı’nın beyaz elleri tarafından dokundu bu kaftan. Yakutun kalbinde kan var ve incinin kalbinde Ölüm.” Sonra onlara gördüğü üç rüyayı anlattı.
Saraylılar birbirine bakıp fısıldayarak şöyle dediler, “Kesinlikle delirmiş. Rüya rüyadır. Hayal de hayal. Bu şeyler gerçek değil ki dikkate alınsın. Bizim için çalışanların hayatlarından bize ne hem? Bir insan ekini eken kişiyi görmeden ekmek yiyemez mi ya da bağcıyla konuşmadan şarap içemez mi?”
Saray Nazırı, Genç Kral’a şöyle dedi: “Efendim, bu karamsar düşüncelerinizi bir kenara bırakın yalvarırım. Şu güzel kaftanı giyin ve tacınızı takın. Eğer bir kral gibi giyinmezseniz sizin kral olduğunuzu insanlar nereden bilecekler?”
Genç Kral ona baktı: “Öyle mi gerçekten?” diye sordu. “Eğer ki kral gibi giyinmezsem kral olduğumu anlamazlar mı?”
“Sizi tanımazlar efendim.” diye bağırdı Saray Nazırı.
“Ben bazı adamların kral gibi olduğunu düşünürdüm. Ama senin dediğin gibi olabilir. Yine de bu kaftanı giymeyeceğim ve bu tacı takmayacağım. Bu saraya nasıl geldiysem öyle ayrılacağım.”
Arkadaşı gibi gördüğü kendisinden bir yaş küçük bir uşak dışında hepsini yolladı. Onu kendisine hizmet etmesi için yanında tuttu. Temiz suda banyo yaptı ve büyük bir boyalı sandığı açtı. İçinden deri tuniğini ve kaba koyun derisinden yapılma pelerinini çıkardı. Bunları keçi çobanının keçilerini güderken giyerdi. Tekrar giyindi ve kaba çoban sopasını eline aldı.
Genç uşak iri mavi gözlerini hayretle açtı ve gülümseyerek şöyle dedi:
“Efendim, kaftanınızı ve asanızı görüyorum ama tacınız nerede?”
Genç Kral balkondaki vahşi asmadan bir avuç kopardı ve eğip bükerek bir çember yaptıktan sonra başının üzerine yerleştirdi.
“Bu benim tacım olacak.” dedi.
Bu şekilde giyinip kuşandıktan sonra odasından çıkıp büyük salona geçti. Soylular onu burada bekliyorlardı.
Soylular keyiflendi ve bazıları ona bağırdı:
“Efendim, halk kralını bekliyor ama siz onlara bir dilenci gösteriyorsunuz.”
Diğer soylular ise öfkeliydi ve şöyle dediler:
“Devletimizi utandırıyor ve efendimiz olmaya layık değil.” Ancak o, onlara cevap vermeden geçti. Parlak mermerden yapılma merdivenden indi, bronz kapılardan geçti, atını katedrale doğru sürdü. Ufak uşak yanında koşarak geliyordu.
İnsanlar gülerek şöyle dedi: “Atı süren kralın soytarısı.” ve onunla alay ettiler.
O ise dizginleri çekip, “Hayır, ben kralım.” ve onlara gördüğü üç rüyayı anlattı.
Kalabalıktan çıkagelen bir adam onunla acı acı konuştu.
“Efendim, zenginlerin lükslerinin fakirlere hayat verdiğini bilmez misiniz? Sizin görkeminizle besleniriz ve sizlerin kusurları bize ekmek verir. Kötü bir sahip için çalışıp didinmek acı verir. Ancak çalışıp didinecek bir sahip olmaması daha acıdır. Bizi kuzgunların besleyeceğini mi düşünürsünüz? Peki, bu şeylere nasıl bir çare bulacaksınız? Alıcıya, ‘Bu fiyata alacaksın.’ satıcıya, ‘Bu fiyattan satacaksın.’ mı diyeceksiniz? Hiç sanmam. Siz varın geri sarayınıza dönün de mor renkli kaliteli kıyafetlerinizi kuşanın. Bizden size ne? Ne acı çektiğimizden size ne?”
“Zenginler ve fakirler kardeş değiller mi?” diye sordu Genç Kral.
“Evet.” diye cevap verdi adam. “Ve zengin kardeşin adı Kabil’dir.”
Genç Kral’ın gözleri doldu. İnsanların homurtuları arasından geçerek uzaklaştı. Genç uşak korkarak onu yalnız bıraktı.
Katedralin büyük kapısına ulaştığında askerler teberlerini uzatıp şöyle dediler:
“Burada ne ararsın? Bu kapıdan kraldan başka kimse geçemez.”
Kralın yüzü öfkeyle kızardı ve onlara şöyle dedi: “Ben kralım!” dedi ve teberleri itip içeri girdi.
Yaşlı Piskopos onun çoban kıyafetleriyle geldiğini görünce hayretle yerinden kalkıp onu karşılamaya gitti. Ona, “Evladım, bu bir krala yakışır kıyafet mi? Peki seni hangi taçla kral ilan edeyim, eline hangi asayı vereyim. Bu senin için neşe dolu bir gün olmalı aşağılanma günü değil.”
“Neşe, Keder’in diktiği giysiler giyer mi?” diye sordu Genç Kral ve ona gördüğü üç rüyayı anlattı.
Rüyaları duyan Piskopos kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
“Evladım ben yaşlı bir adamım ve ömrümün sonbaharındayım. Bu dünyada çok kötü şeylerin yapıldığını bilirim. Vahşi soyguncular dağlardan inip küçük çocukları kaçırır ve Mağribîlere satarlar. Aslanlar kervanları bekleyip develere saldırırlar. Yaban domuzu vadideki mısırları söker ve tilkiler tepedeki üzümleri çiğner. Korsanlar kıyıda balıkçıların teknelerini yakıp ağlarını alırlar ellerinden. Tuzlu bataklıklarda cüzzamlılar yaşar ve sazlardan yapılma evleri vardır. Kimse yanlarına yaklaşmaz. Dilenciler şehirde dolanıp yemeklerini köpekleriyle yer. Bu şeyleri engelleyebilir misin? Cüzzamlıyı yatağına, dilenciyi sofrana alır mısın? Aslan dediğini yapar yaban domuzu emrine uyar mı? Sefaletin yaratıcısı senden daha fazla hikmet sahibi değil mi? Bu sebepten yaptığını takdir etmiyorum ve sarayına dönmeni söylüyorum. Yüzünü neşelendir ve bir krala layık şeyler giy. Altın tacı takıp, incili asayı vereceğim eline. Rüyalarına gelince, onları daha fazla düşünme. Bu dünyanın yükü tek bir adamın taşıyamayacağı kadar ağır. Bu dünyanın acıları tek bir yüreğin katlanamayacağı kadar şiddetli.”
“Bütün bunları burada, Tanrı’nın evinde mi söylüyorsun?” dedi Genç Kral ve Piskopos’un yanından geçip sunağın merdivenlerinden çıkarak İsa’nın tasviri önünde durdu.
Sağında ve solunda altından yapılma kaplar, sarı şarapla dolu kadeh ve ufak bir şişede kutsal yağ vardı. İsa’nın tasvirinin önünde diz çöktü ve mücevherlerle süslenmiş sandığın yanında iri mumlar yanıyordu. Tütsülerin dumanı mavi halkalar şeklinde kubbeden yükseldi. Dua etmek için başını eğdi ve papazlar kaskatı cüppeleriyle sunaktan uzaklaştı.
Aniden vahşi bir gürültü geldi dışarıdan. Soylular kılıçlarını çekmiş, başlıklarının tüyünü sallıyorlardı. Ellerinde cilalanmış çelikten kalkanlar vardı. “Rüyalar gören de nerede?” diye bağırdılar. “Dilenci gibi görünen kral nerede? Krallığımıza utanç getiren oğlan nerede? Onu kesinlikle öldüreceğiz. O bizi yönetmeye layık değil çünkü.”
Genç Kral tekrar başını eğdi ve dua etti. Duası bittiğinde ayağa kalktı ve onlara üzgünce baktı.
Ve bir de ne olsun! Vitraylı pencerelerden güneş ışığı üzerine vurdu. Güneş ışınları kendisi için hazırlanandan daha güzel bir kaftanla sardı onu. Elindeki cansız sopa çiçek açtı ve incilerden bile daha beyaz zambaklar belirdi üzerinde. Sonra kuru çalı çiçek açtı. Yakutlardan bile daha kızıl güller çıktı üzerinde. Zambaklar en güzel incilerden daha beyazdı ve kökleri parlak gümüştendi. Güller kırmızı yakutlardan daha kırmızıydı ve yaprakları dövülmüş altındandı.
Krallar gibi kuşanmış hâlde durdu orada. Mücevherle süslü sandığın kapağı açıldı ve içinden muhteşem bir gizemli ışık yayıldı. Tanrı’nın şanı orayı doldurdu. Duvarlara oyulmuş Azizlerin tasvirleri hareket eder gibi oldu. Bir kralın güzel kıyafetlerini kuşanmış hâlde durdu karşılarında. Org müzik çaldı ve borular çalındı, korodakiler şarkı söyledi.
İnsanlar hayranlıkla ve hayretle diz çöktü. Soylular kılıçlarını kınına soktu ve hürmetlerini sundu. Piskopos’un rengi attı, elleri titredi. “Benden çok daha önemli biri taçlandırdı seni.” dedi ve önünde diz çöktü.
Ve Genç Kral sunaktan inip insanların arasından geçti. Ancak kimse ona bakmaya cesaret edemiyordu. Çünkü yüzü, bir meleğinki gibiydi.
PRENSES’İN DOĞUM GÜNÜ
Taplow Courtlu Bayan William H. Grenfell’e
Prenses’in doğum günüydü. Prenses sadece on iki yaşındaydı ve güneşin parlak ışıkları sarayın bahçelerini aydınlatıyordu.
Her ne kadar gerçek bir Prenses ve İspanya Kralı ile Kraliçesi’nin en büyük kızı olsa da fakir ailelerin çocukları gibi onun da sadece bir tane doğum günü vardı yıl içinde. Bu sebepten doğum günü kutlaması için güzel bir gün geçirmesi ülke için çok önemliydi. Ve o gün gerçekten de güzel bir gündü. Çizgili, uzun laleler saplarının üzerinde âdeta uzun bir hizadaki askerler misali dimdik duruyorlardı. Güllere meydan okurcasına bakıp, “Biz de sizin kadar görkemliyiz.” diyorlardı. Mor kelebekler kanatlarındaki altın tozuyla uçuşuyor ve her bir çiçeği sırayla ziyaret ediyorlardı. Duvarın çatlaklarından ufak kertenkeleler sürünerek çıkıyor ve güneşin beyaz ışığında uzanıp güneşleniyorlardı. Narlar sıcaktan çatlayarak açılıyor, kanayan kırmızı kalplerini gösteriyorlardı. Küflü çardaklardan bol miktarda sarkan soluk limonlar dahi daha zengin bir renk almış gibiydi muazzam güneş ışığından dolayı. Katlanmış fildişi misali küre şeklindeki tomurcuklarını açan manolya ağaçları havayı tatlı ve ağır bir kokuyla doldurmuştu.
Küçük Prenses terasta arkadaşları ile birlikte geziyor, taş vazolar ile yosun tutmuş eski heykellerin arasında saklambaç oynuyordu. Normal zamanlarda sadece kendi statüsünden çocuklarla oynamasına müsaade ediliyordu. Bu sebepten hep tek başına oynardı ancak doğum günü bir istisnaydı. Kral, Prenses’in sevdiği arkadaşlarını davet edip onlarla eğlenmesini emretmişti. Etrafta süzülen zayıf İspanyol çocuklarında zarif bir hâl vardı. Erkek çocukları geniş tüylü şapkalar takmış ve uçuşan kısa pelerinler giymişlerdi. Kız çocukları ise sırma işlemeli uzun elbiselerinin uçlarından tutuyor, simli siyah yelpazelerle gözlerini güneşten koruyorlardı. Ancak Prenses, içlerinde en zarif olanıydı. O zamanın tuhaf modasıyla kıyaslandığında içlerinde en zevkli giyinen de yine oydu. Elbisesi gri satendendi. Eteği ve kabarık kolları işlemeliydi. Elbisesinin gövde kısmına ise ince inciler sıra sıra işlenmişti. Gül desenleriyle süslü minik ayakkabıları yürürken elbisesinin altında görünürdü. Tüllü yelpazesi sedefli pembeydi. Hafif sarı saçları ise küçük ve soluk yüzünün üzerinde hale misali kaskatı duruyordu. Saçında güzel bir beyaz gül vardı.
Saraydaki bir pencereden Kral onları hüzünle izliyordu. Arkasında nefret ettiği erkek kardeşi Aragonlu Don Pedro duruyordu. Günah çıkarttığı Granada Baş Engizisyoncusu ise yanındaydı. Kral her zamankinden daha kederliydi. Etrafındaki saraylıları çocuksu bir ciddiyetle eğilerek selamlayan ya da her daim kendisine eşlik eden asık suratlı Albuquerque Düşesi’ne, yelpazesi ardından bakıp gülen prensese baktığında çocuğun annesi genç Kraliçe’yi düşünüyordu. Kısa bir süre önce (ona öyle geliyordu) neşeli Fransa diyarından gelen annesi İspanyol sarayının kasvetli ihtişamında solup gitmişti. Çocuğunun doğumundan altı ay sonra ölmüştü. Bahçedeki bademlerin açışını ikinci kez görememiş ya da hâlihazırda üzerini otlar kaplamış saray avlusundaki eski incir ağacından ikinci kez meyvelerini toplayamamıştı. Kral’ın ona olan aşkı öylesine büyüktü ki mezarın bile kendisini ondan ayırmasına tahammül edemedi. Faslı bir hekim tarafından mumyalanmıştı. Bu hizmeti karşılığında hekimin hayatı bağışlanmıştı. Kutsal makama bildirildiği üzere sapkınlık ve büyü işleriyle uğraşmaktan suçluydu. Kadının vücudu siyah mermerden saray kilisesinde ağır kumaşlarla örtülü tabutun içinde, rahiplerin on iki yıl önce rüzgârlı bir mart gününde bıraktığı gibi duruyordu. Kral her ay koyu renkli bir pelerine bürünüp loş bir feneri eline alıp kiliseye gider ve yanında diz çöküp “Mi reina! Mi reina!”[1 - Kraliçem! Kraliçem! (ç.n.)] diye ona seslenirdi. Hatta zaman zaman hayata dair her hareketi düzenleyen ve Kral’ın acısına bile sınırlar koyan İspanya’nın resmî nezaket kurallarını ihlal ederek soluk renkli mücevherlerle dolu eli yakalayıp acıdan kaynaklanan vahşi bir feryatla kadının soğuk yüzünden öperek onu uyandırmaya çalışırdı.
Bugün onu yine görür gibi oldu. Tıpkı onu Fontainebleau Kalesi’nde kendisi on beş yaşındayken -Kraliçe de hâlâ gençken-gördüğü gibi… O zaman Papalık Elçisi ile Fransız Kralı ve saraylıların huzurunda resmen nişanlanmışlardı. Kraliyet sarayı El Escorial’a geri döndüğünde elinde bir tutam sarı saç ile iki çocuksu dudağın arabasına binerken elini öpmesinin hatırası vardı. Daha sonra iki ülke sınırındaki küçük bir kent olan Burgos’ta alelacele nikâhları kıyılmıştı. Sonrasında da Madrid’e görkemli girişlerinin ardından gelenek gereği La Atocha Kilisesi’nde büyük ayin yapıldı. Her zamankinden daha heybetli bir auto-da-fé[2 - Dini suç işlemekle itham edilenlerin yakılarak öldürülmeden önce engizisyon mahkemesi tarafından itirafta bulunmaya zorlanması. (ç.n.)] sırasında aralarında çok sayıda İngiliz’in de olduğu üç yüz kadar dinsiz yakılmak üzere sivil güçlere teslim edilmişti.
Onu kesinlikle çılgınlar gibi sevmişti. Hatta birçoklarının düşüncesine göre ülkesini mahvetmek pahasına çok sevmişti. Sonra da Yeni Dünya’daki imparatorluğa sahip olmak için İngiltere ile savaşa girmişti. Onun gözünün önünden ayrılmasına nadiren izin verirdi. Onun için devletin ciddi meselelerini unutmuştu ya da unutur gibi görünüyordu. Tutkunun bütün kölelerine getirdiği korkunç körlük, karısını mutlu etmek için düzenlettiği o şaşaalı merasimlerin kadının acı çekmesine sebep olan tuhaf rahatsızlığını daha da şiddetlendirdiğini fark edemedi. Kadın öldüğünde bir müddet aklı başından gitmiş gibiydi. Eğer ki Küçük Prenses’ini kardeşinin insafına bırakmaktan korkmasa tahttan resmî olarak vazgeçip fahri rahibi olduğu Granada’daki Trappist Manastırı’na çekilirdi. Kardeşinin İspanya’da bile ün salmış bir zalimliği vardı. Birçok kişi Kraliçe’nin, Kral’ın kardeşini Aragon’daki kalesinde ziyaret ettiği sırada kadına hediye edilen bir çift zehirli eldiven tarafından öldürüldüğünü düşünüyordu zaten. Hükmettiği bütün bölgelerde üç yıl boyunca yas tutulmasını emreden Kral, bu sürenin sonunda dahi yeni bir evlilik sözünün geçmesine müsaade etmiyordu. Hatta imparator kendisine haber salıp yeğeni olan güzel Bohemya Arşidüşesi ile evlenmesini teklif ettiğinde İspanya Kralı, Hüzün’le evli olduğunu efendilerine söylemelerini emretti elçilere. Her ne kadar evli olduğu Hüzün yavan da olsa onu güzellikten daha çok seviyordu. Bu cevap ona Hollanda’nın zengin illerinin kraliyet tacına mal olmuştu. Sonra da bu iller imparatorun tahriki sonrası Reform Kilisesi’ndeki bazı fanatiklerin önderliğinde İspanya Kralı’na karşı isyan etmişlerdi.
Küçük Prenses’i bahçede oyun oynarken seyrettiği sırada bütün evlilik hayatı keskin neşesi ve ani bitişi sonrası sebep olduğu korkunç acıyla beraber aklına geliyordu. Kraliçe’nin huylarındaki tatlı aksilik onda da vardı. Annesi gibi inatla kafasını savuruyordu. Dudakları onunki gibi gururlu kıvrımlara sahipti. Aynı harika gülüş vardı onda (gerçek bir Fransız gülümsemesi). Aşağı yukarı bakınırken sonra da pencereye göz atarken ya da gösterişli İspanyol beyefendisine ufak elini uzatırken… Ne var ki çocukların kahkahalarının keskin gürültüsü kulaklarını tırmaladı. Parlak ve acımasız güneş ışınları kederiyle alay etti. Tuhaf baharatların yavan kokusu, mumyacıların kullandığı baharatlara benzer kokular berrak sabah havasını lekeler gibiydi ya da ona mı öyle geliyordu acaba? Yüzünü elleri arasına gömdü. Küçük Prenses tekrar pencereye baktığında perdelerin çekilmiş olduğunu gördü. Kral dinlenmeye çekilmişti.
Hayal kırıklığıyla hafifçe dudak büküp omuz silkti. En azından doğum gününde onunla birlikte kalabilirdi babası. Aptal devlet meselelerinin ne önemi vardı ki? Acaba mumların her zaman yandığı ve kendisinin içeri girmesine izin verilmeyen kasvetli mabede mi girmişti? Güneş böylesine parlarken ve herkes bu kadar mutluyken ne kadar da aptalca bir şeydi bu. Ayrıca borazanın çoktan ilan ettiği sahte boğa güreşini de kaçıracaktı. Kukla gösterisini ve diğer şeyleri söylemeye bile gerek yok zaten. Amcası ve Büyük Engizisyoncu ondan daha mantıklılardı. Terasa çıkıp ona iltifat etmişlerdi. O da güzel başını arkaya atıp Don Pedro’nun elinden tutmuş ve bahçenin diğer ucuna dikilmiş mor ipekten koca çadıra doğru yürümeye başlamıştı. Diğer çocuklar belirli bir üstünlüğe göre Prenses’i takip ediyorlardı. İsmi en uzun olanlar önden gidiyordu.
Matador kıyafetleri giyinmiş soylu delikanlılardan oluşan bir alay onu karşılamak üzere dışarı çıktı. Muhteşem bir yakışıklılığa sahip on dört yaşındaki genç Tierra-Nueva Kontu doğma büyüme bir İspanyol asilzadesi zarafetini ortaya koyarak şapkasını çıkartıp Prenses’i ciddi bir şekilde arenanın üzerinde bir platforma yerleştirilmiş yaldızlarla süslü fildişi bir sandalyeye yönlendirdi. Çocuklar etrafta toplanmış büyük yelpazelerini sallayarak birbirlerine fısıldıyorlardı. Don Pedro ve Baş Engizisyoncu ise girişte gülerek duruyorlardı. Camerara Başkanı diye bilinen zayıf ve sert hatlara sahip sarı yakalı Düşes bile her zamanki gibi asabi görünmüyordu. Kırışık yüzünden soğuk bir gülümseme geçer gibi oldu ve solgun, zayıf dudaklarını hareketlendirdi.
Bu kesinlikle görkemli bir boğa güreşiydi. Prenses’in düşüncesine göre Seville’de Parma Dükü’nün ziyareti sebebiyle seyrettikleri gerçek boğa güreşinden çok daha güzeldi. Bazı delikanlılar özenle süslenmiş yapay atlar üzerinde atlayıp zıplıyor, üzerine parlak şeritler takılmış mızraklarını savuruyorlardı. Diğerleri ise kırmızı pelerinlerini boğanın önünde sallıyor, boğa üzerlerine hücum ettiğinde çitin üzerine sıçrıyorlardı. Boğaya gelince, âdeta gerçek bir boğa gibiydi. Tek farkı sazlardan ve gerilmiş posttan yapılmıştı. Zaman zaman arenada arka ayaklarının üzerinde koşturmakta ısrar ederdi ki bu canlı bir boğanın yapmayı hayal dahi edemeyeceği bir şeydi. Yine de muazzam bir kavga gerçekleştirdi. Çocuklar öylesine heyecanlanmışlardı ki oturakların üzerine çıkıp dantel mendillerini sallıyor ve “Bravo boğa! Bravo boğa!” diye yetişkinler gibi bağırıyorlardı. Nihayet uzunca bir dövüş sonrası çok sayıda yapay at darbe aldıktan ve bu atların binicileri yere düştükten sonra genç Tierra-Nueva Kontu boğayı dize getirdi. Prenses’ten son darbeyi vurmak için izin aldıktan sonra da tahta kılıcını hayvanın boynuna öylesine bir şiddetle vurdu ki kafası yere düşüverdi. Böylece Fransa’nın Madrid Büyükelçisi’nin oğlu Mösyö de Lorraine’in kahkahalar atan küçük yüzü ortaya çıkmış oldu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/oskar-uayld/nar-evi-69428884/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kraliçem! Kraliçem! (ç.n.)
2
Dini suç işlemekle itham edilenlerin yakılarak öldürülmeden önce engizisyon mahkemesi tarafından itirafta bulunmaya zorlanması. (ç.n.)