Dünya’nın Merkezine Seyahat
Jules Verne
Hamburg’un eski mahallelerinden birinde huysuz amcasının -Profesör Lidenbrock- asistanlığını yapmakta olan Axel, amcasına, eski bir parşömen parçasının üzerinde bulup çözmeye uğraştıkları bir şifreyi istemeyerek de olsa açıklar ve böylece yerin derinliklerine doğru bir seyahatin fitili ateşlenir. Huysuz olduğu kadar bilime âşık olan ve bu işin şanını başkasına bırakmak istemeyen profesörü durdurmak mümkün değildir artık. Profesör, asistanını da yanına alarak Dünya’nın merkezine doğru bir yolculuğa çıkar ve derine, en derine iner. Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.
Jules Verne
Dünya’nın Merkezine Seyahat
I. BÖLÜM
Profesör ve Ailesi
1863 yılının 24 Mayıs günü, amcam Profesör Lidenbrock, Hamburg’un en eski semtinin en eski sokaklarından biri olan Königstrasse 19 numaradaki evine hızla girdi.
Martha yemek oldukça geç kaldığının farkına varmış olmalıydı çünkü yemek daha yeni fırına konmuştu.
İşte şimdi… dedim kendi kendime, Dünyadaki en sabırsız insanlardan biri aç kalınca neler olacak göreceğiz!
Panik hâlde yemek odasının kapısını aralayan zavallı Martha, “Bay Lidenbrock geldi!” dedi.
“Evet Martha ve yemeğin daha pişmemiş olduğunun farkındayım çünkü saat daha iki bile olmadı. Saint Michael’in saati, biraz önce bir buçuğu gösteriyordu.”
“Peki öyleyse neden bu kadar erken geldi?”
“Belki bunu bize beyefendinin kendisi anlatır.”
“İşte buraya geliyor Bay Axel, siz ona dert anlatırken ben kaçıp bir yerlerde saklanacağım.”
Ve Martha güvenle kendi hükümranlığına çekildi.
Yalnız kalmıştım. Ama benim gibi karakteri henüz oturmamış bir adam, nasıl olur da profesör gibi fevri bir adama dert anlatabilirdi ki? Bunu düşünerek, yukarıdaki küçük odama doğru hızla ilerliyordum ki kapının gıcırtısını işittim, yere sağlam basan bir çift ayak merdivenleri titretti ve yemek odasını hızla geçen evin efendisi, kendisini çalışma odasına attı.
Fakat bu hızla yürürken bile fındık ağacından yapılma bastonunu bir köşeye ve geniş kenarlı şapkasını da bir masaya fırlatacak zamanı bulmuştu. Ve yeğenine şöyle seslendi:
“Axel, beni izle!”
Dönüp bağırmaya başladığında daha hareket edecek zaman bulamıştım bile.
“Ne! Daha gelmedin mi sen?”
Ve heybetli efendimin çalışma odasına koştum.
Bütün içtenliğimle söylüyorum ki Otto Lidenbrock’nun içinde hiç fesatlık yoktur. Ama yaşlandıkça hatırı sayılır biçimde değişmezse ömrünün sonunda eşsiz bir karakter olacaktır.
Johanneum’da[1 - 1529 yılında Hamburg’da kurulmuş ünlü bir okul. (e.n.)] profesördü ve orada bir dizi mineraloji[2 - Mineral bilimi. (e.n.)] dersi vermekteydi. Her dersini tutkuyla anlatırdı. Ne sınıfının ilerlemesi ne derse gösterdikleri alaka ne de çalışmalarını taçlandıracak bir başarı onu heyecanlandırmaktaydı. Bu tür küçük ayrıntılar, hiçbir zaman derdi olmamıştı. Onun eğitim şekli, Almanların dünya görüşü açısından bakılırsa “öznel” idi, başkası için değil kendi yararına yaptığı bir işti. Bencil bir âlimdi. Bir bilim kuyusuydu ve içinden bir şey çekmeye kalktığınızda makaralar zorla dönerdi. Kısacası, cimri bir âlimdi.
Almanya’da onun gibi profesör çok yoktu.
Amcam, talihsizliğinden dolayı -tabii ki evdeki konuşmalarını kastetmiyorum ama- sosyal ortamlarda, konuşma zorluğu çekmekteydi; kabul edersiniz ki bu durum bir konuşmacı için oldukça can sıkıcı bir kusur sayılır. Aslında Johanneum’daki dersleri esnasında genellikle öylece dikilip dururdu. Dudaklarından dökülmeyi reddeden inatçı kelimelerle boğuşur, yanakları şişer ve kelimeler en nihayet davetsiz, bilim dışı lanetler olarak ağzından çıkardı. Sonra öfkesi yavaş yavaş dinerdi.
Mineralojide, bir şairin bile dilinin dönmeyeceği, yarı Yunanca yarı Latince terimler vardır. Tabii ki bu denli saygın bir bilime dil uzatmak istemem, bu bana düşmez. Rhombohedral kristaller, retinasfaltik reçineler, galenitler, fassayitler, kurşun molibdatlar, manganez tungstat ve zirkonyum titanit gibi sözcükler karşısında en mahir dil bile sürçebilir.
Böylece amcamın bu kusuru zamanla iyice bilinir olmuştu ve bundan hiç de adil olmayan bir biçimde yararlanıldı. Öğrenciler tehlikeli yerlerde pusuya yattılar ve kekelemeye başladığında, Almanlar için bile hoş karşılanmayacak yüksek kahkahalar duyulmaya başlandı. Lidenbrock derslerine katılım hep üst düzeyde ise de bunlardan kaçının amcamın durumuyla eğlenmek için geldiğini düşünmek üzücü olur.
Her neyse benim iyi amcam, kendini bilime adamıştı ki bu tekrar tekrar belirtmeye can attığım bir durumdur. Bazen incelediği örneği tutarken geri dönüşü olmayan biçimde zarar verebilse de kendinde gerçek bir jeoloğun zekâsıyla bir maden bilimcinin coşkusunu birleştirebilmişti. Çekiç, demir işaret sopası, manyetik çiviler, düdük, bir şişe nitrik asitle kendisini donatmış olan bu kişi, güçlü bir bilim adamıydı. Üzerindeki çatlaklara, görünüşüne, sertliğine, erime noktasına, ses tınısına, koku ve tadına bakarak adlandırılmış olan bugün bilimin saptadığı altı yüz[3 - Çağdaş mineraloji bilimine göre bu sayı oldukça abartıdır (ç.n.)] mineralin her birini tanıyabilirdi.
Lidenbrock ismi üniversitelerde ve bilim camiasında saygıyla anılırdı. Humphry Davy, Humboldt, Kaptan Sör John Franklin, General Sabine, Hamburg’a yolları düşünce ona uğramadan geçmezlerdi. Becquerel, Ebelmen, Brewster, Dumas, Milne-Edwards, Saint-Claire-Deville kimya konusundaki en zor problemlerde ona danışırlardı. Bu bilim, birçok hatırı sayılır buluş sebebiyle kendisine minnettardır çünkü 1853 yılında, “Transandant Kritalografi Üzerine Bilimsel Bir İnceleme” adı altında Otto Lidenbrock imzalı ve ödüllü bir metni Leipzig’de yayımlandı. Fakat bu, çalışmanın maliyetini bile kurtaramadı.
Kendisini onurlandırmak için söylenen tüm bu sözlere bir de şunu eklememe izin verin: Amcam Avrupa’da oldukça ünlü olan değerli bir koleksiyona sahiptir ve Rus Büyükelçisi Bay Struve tarafından kurulmuş olan mineraloji müzesinin küratörüdür.
Beni bu denli fevri şekilde çağıran, işte böyle bir beyefendiydi. Uzun boylu, yapılı, demir gibi ve elli yaşında olmasına rağmen en az bir on yaş daha genç gösteren açık tenli bir adam düşünün. Huzursuz gözleri, kocaman gözlüklerinin ardında sürekli bir hareket hâlindeydi. Uzun ince burnu, bir hançeri andırıyordu. Küçük oğlanlara bu organın mıknatıs özelliği olduğu ve metal nesneleri çektiği söylenirdi ama bu tam anlamıyla muzip bir kandırmacadan ibarettir. Büyük miktarlarda çektiği enfiye dışında başka bir şey çektiği görülmemiştir.
Portremi tamamlamak için, amcamın, her adımında tam olarak bir buçuk yarda ilerlediğini ve asabi mizacının kesin bir göstergesi olarak, yürürken ellerini sımsıkı yumruk yaptığını da eklersem, sanırım kazayla kendisiyle tanışmayı aklından geçiren kim varsa aklını başına getirmeye yetecek kadar şey söylemiş olurum.
Königstrasse’de kendine ait, parapetli kalkan duvarlarıyla yarı tuğla yarı ahşap bir evde yaşardı. Bu ev, 1842’deki büyük yangının birbirinden ayırdığı ve bir zamanlar Hamburg’un eski mahallerinin ortasında birleşen iki su kanalından birine bakmaktaydı.
Bu binanın biraz eğik olduğu ve sokağa doğru bir göbek yaptığı doğrudur. Bir Tugendbund öğrencisinin sol kulağının üzerine yatan şapkası gibi, bu binanın çatısı da bir tarafa doğru hafif kaymıştı. Çizgileri daha uyumlu olabilirdi. Onu dik tutan ve baharda pencere pervazından içeri filizlerini uzatan bir karaağaç sayesinde ayaktaydı.
Amcam sıradan bir Alman profesöre kıyasla zengin sayılırdı. Ev ve içindeki her şey kendine aitti. Bu evde yaşayanlar, on yedi yaşında genç bir Virlandalı[4 - Virlanda: İzlanda’dan deniz yoluyla gelerek Kuzey Amerika’ya yerleştikleri düşünülen İskandinav kolonisinin, bölgeye verdiği isim. Virlandalı; bu yerden olan. (ç.n.)] olan vaftiz kızı Gräuben, Martha ve bendik. Ona, yetim kalmış yeğeni sıfatıyla laboratuvar asistanlığı yapıyordum.
Jeoloji ve benzer bilimlerin hepsine karşı büyük bir ilgim vardı. Damarlarımda bir mineralog kanı akmaktaydı. Kendi türümün arasında mutluydum.
Kısacası insan, evin kolayca sinirlenen efendisine rağmen, Königstrasse’deki bu küçük evde yeteri kadar mutlu yaşayabilirdi çünkü aslında beni sevdiğini biliyordum. Ama adamın beklemek gibi bir yetisi yoktu. Doğa bile, onun için oldukça yavaştı. Nisan ayında, pencerenin pervazındaki kilden saksıların içine muhabbet çiçeği ve gündüzsefası diktikten sonra, her akşamüstü, daha hızlı büyüsünler diye yapraklarından azıcık çekerdi.
Böylesine garip davranışlar karşısında ona boyun eğmekten başka yapılacak bir şey yok. İşte bu yüzden ben de aceleyle arkasından gittim.
II. BÖLÜM
Her Ne Pahasına Olursa Olsun Çözülmesi Gereken Bir Gizem
Tek ilgilendiği müzeydi. Mineralojiye ait bilinen her şey mükemmel bir düzen içinde kendi yerlerinde durmaktaydı. Yanıcı, metalik ve taşsı mineraller olarak düzgünce etiketlendirilmişlerdi.
Bilimin bu ayrıntılarını nasıl da bilirim! Çoğu kez, kendi yaşıtım delikanlıların muhabbetlerinden keyiflenmek yerine bu grafit, taş kömürü, kömür, linyit ve turbaların tozunu almayı yeğledim. Bir de zift, reçine ve organik tuzlar gibi tek zerre toz değmemesi gerekenler; demirden altına, bilimsel örnek olmalarından kaynaklanan önemlerinin dışında görece değerlerinin önemini yitirdiği tüm metaller ve Königstrasse’deki evi, bana uygun ek bir oda ilave ederek baştan yapmaya yetecek kadar çok taş da bulunmaktaydı.
Ama bu işe başlarken bu olağanüstü şeylerin hiçbirini düşünmüyordum, aklımda sadece amcam vardı. Kendisini rahat bir kadife koltuğa atmıştı ve elinde hayranlıkla üzerine eğildiği bir kitap tutmaktaydı.
“İşte nihayet farklı bir kitap! Ne muhteşem bir eser!..” diye mırıldanıyordu.
Bu tepkiler, bana amcamın bibliyomanlığa yatkın olduğunu düşündürse de hiçbir eski kitap, az bulunur veya okunmaz durumda olmadıkça amcamın gözünde değerli değildi.
“Yoksa hâlâ göremiyor musun? Bu paha biçilemez hazineyi buldum işte, bu sabah Yahudi Hevelius’un dükkânını didik didik ederken…”
“Harika!” diyerek sanki çok heyecanlanmış gibi cevap verdim.
Sayfaları sararmış, rengi solmuş kaba dana derisiyle ciltlenmiş, üzerindeki eski püskü sayfa ayracının kenarından sallandığı bu kitaba gösterilen bu gereksiz heyecan da neyin nesiydi?
Buna karşın, profesörün hayranlık nidalarında bir azalma olmamıştı.
“Gördün?” diye sordu profesör, soruyu hem sorup hem cevaplayarak. “Muhteşem bir güzellik değil mi? Evet! Harikulade! Hiç böyle bir cilt gördün mü? Kitap kolayca açılmıyor mu? Evet, hangi sayfayı açarsan aç orada açık kalıyor. Peki kolayca kapanıyor mu? Evet, tüm sayfalar aynı boyutta ve ciltte herhangi bir boşluk veya açılma yok. Yedi yüz yıl sonra bile cildin arka kısmının durumuna bir bak! Bozerian, Closs veya Purgold[5 - Bozerian: Napolyon zamanında Paris’te kaliteli kitap ciltleri yapan iki mücellit kardeş. Closs ve Purgold yine XIX. yüzyılda yaşamış ünlü mücellitlerdir. (e.n.)] böyle bir ciltle gurur duyarlardı.”
Amcam bir yandan seri bir şekilde konuşurken diğer yandan da kitabı açıp kapatıyordu. En ufak bir ilgi duymasam da kendimi kitabın içeriğini sormaktan alamadım.
“Peki bu muhteşem eserin adı ne?” diye onun da gözünden kaçmayacak zorlama bir istekle sordum.
“Bu çalışma…” diye heyecanını körükleyerek lafa girdi amcam, “XII. yüzyılın en önemli İzlandalı yazarlarından Snorre Turlleson’un[6 - Snorre Turlleson: Snorri Sturluson (1179-1241); politikacı, tarihçi ve St. Olaf sagalarının yazarı. (e.n.)] ‘Heims Kringla’ adlı kitabı! Bu, İzlanda’yı yöneten Norveç prenslerinin vaka tarihi.
“Sahi mi?” diye karşılık verdim heyecanlanmış gibi yapmaya çalışarak, “Elinizdeki de muhtemelen Almanca çevirisi olmalı.”
“Ne!” dedi profesör, “Bir çeviri mi? Bir çeviriyi ne yapayım ben! Bir çeviriyi kim umursar? Bu, İzlanda dilinde yazılmış özgün bir kitap. Bu kitapta yerel dile ait deyimler var, hem basit hem de zengin. Ayrıca birçok dil bilgisi kombinasyonuna ilaveten muhtelif fiil çekimleri var.”
“Almanca gibi!” dedim sevinçle.
“Evet.” diye cevapladı amcam omzunu silkerek, “Ayrıca bunun yanında İzlandaca kelimeler, Yunancada olduğu gibi üç cinsiyete sahiptir ve Latincedeki gibi, özel adlar çekim eki alır.”
“Ah!” dedim ilgisizliğimden az da olsa sıyrılarak, “Peki bu kitap içindeki matbaa harfleri çok mu etkileyici?”
“Matbaa harfleri mi! Matbaa harfleri demekle ne kastediyorsun, zavallı Axel? Matbaa harfleriymiş! Bunu, matbaada basılmış alelade bir kitapla mı kıyaslıyorsun seni bir şey bilmez aptal! Bu bir el yazması, Runik[7 - İlk Çağ Orta Asya toplumları, Etrüskler, Macarlar ve vaktiyle Kuzey Avrupa ülkelerinde (İsveç, Norveç, Finlandiya, Almanya vs.) yaşayanlar tarafından kullanılmış bir yazı sistemidir. İskandinav mitoslarına göre, insanlara, Odin tarafından hediye edilen yazı türüdür. (ç.n.)] bir el yazması!”
“Runik mi?”
“Evet. Ne olduğunu anlatmamı ister misin?”
“Tabii ki hayır!” diye alınmış bir ses tonuyla cevapladım. Fakat amcam benim isteğime aykırı olarak, azimle devam etti ve hiç umurumda olmayan birçok şey hakkında bilgi verdi.
“Eskiden Runik alfabe, İzlanda’da kullanılırdı. Odin’in[8 - İskandinav mitolojisinde en büyük tanrıdır. (ç.n.)] ta kendisi tarafından bulunduğu söylenir. Şimdi buna bak da merakın uyansın her şeyden bihaber genç adam ve bu İskandinav tanrı tarafından yaratılmış harflere gıpta et!”
İnanın, verecek karşılık bulamadığım için tanrıların da kralların da canlarını sıkmayıp hoşlarına gidecek bir cevap olsun diye yerlere kapanacaktım ki bir olay konuşmanın yönünü değiştirdi.
Pis bir parşömen parçası, kitap cildinin arasından sıyrıldı ve yere düştü.
Amcam bu paçavranın üzerine büyük bir hırsla eğildi.
Bu kitabın arasına belki ne zaman konduğu bile bilinmeyen eski belge, amcam için paha biçilemezdi.
“Bu da ne?” diye bağırdı.
Ve beşe üç boyutlarındaki parşömeni bir masanın üzerinde açtı, üzerinde gizemli karakterler ile bir şeyler yazılıydı.
İşte size yazıların aynısı. Bence bu garip şekillerin herkes tarafından bilinmesi önemli çünkü Profesör Lidenbrock ve yeğeninin 19. yüzyılın en büyük keşif gezisine çıkmasının sebebi onlardır.
Profesör birkaç dakika boyunca bu bir dizi karaktere bakıp âdeta büyülendi, sonra gözlüklerinin üzerinden konuşarak:
“Bunlar Runik harfler, Snorre Turlleson’un el yazmasındaki harflerin aynısı. Ama Tanrı aşkına, ne anlama geliyorlar?”
Runik harfler, bana âlimlerin bu zavallı dünyayı şaşırtmak için icat ettikleri bir şey gibi göründüğü için, amcamın bu şaşırtmacadan kıvrandığını görmekten hoşnuttum. En azından tarifsiz bir enerjiyle işleyen parmaklarına bakınca düşüncem buydu.
“Kesinlikle eski İzlanda dilinde.” diye dişlerinin arasından mırıldandı.
Çok sayıda dil bilen profesör, ne dediğini biliyor olmalıydı. Yeryüzünde konuşulan iki bin dilin ve on iki bin lehçenin tamamını konuşamıyor olsa da en azından kendi payına düşenleri bilmekteydi.
Bu zor durum karşısında, karakterinin gereği bir tez canlılık hâlindeyken ve ben bir feverana kendimi hazırlarken, şöminenin üstündeki saat ikiyi vurdu.
O anda sevgili kâhyamız Martha çalışma odasının kapısını açtı.
“Yemek hazır!”
Korkarım ki amcam o çorbayı sonsuza kadar kaynayacağı bir yere gönderdi ve Martha uçarcasına kaçarken ben de onu takip ettim. Her zamanki yerime nasıl gelip oturduğumu anlayamamıştım bile.
Birkaç dakika sofrada bekledim. Profesör gelmedi. Hatırladığım kadarıyla daha önce öğlen yemeğini hiç kaçırmamıştı. Ama yine de ne güzel bir yemekti! Maydanoz çorbası, kuzukulağı ile lezzetlendirilmiş jambonlu omlet, kuru erik kompostosu eşliğinde dana eti filetosu ve tatlı olarak da meyve şekerlemesi… Hepsi de tatlı Moselle[9 - Moselle; Moselle Nehri boyunca yer alan üç ülkede (Fransa, Lüksemburg ve Almanya) üretilen şaraptır. (ç.n.)] eşliğinde mideye indirildi.
Amcam tüm bunları eski bir parşömen parçası için feda edecekti. Sevecen ve nazik bir yeğen olarak, amcamın yerine yemeyi de bir görev bildim.
“Daha önce hiç başıma gelmemişti.” dedi Martha, “Bay Lidenbrock sofraya gelmedi!”
“Kim inanırdı ki?” dedim dolu ağızla.
“Ciddi bir şeyler olacak.” dedi yaşlı hizmetkâr başını sallayarak.
Bense, amcam yemeğinin yerinde yeller estiğini gördüğünde ortaya çıkacak manzaradan daha ciddi bir şey olamayacağını düşünüyordum. Tadını çıkararak son meyve parçasını da yiyordum ki gürleyen bir ses beni bu zevkten mahrum etti. Tek sıçrayışla yemek odasından çalışma odasına vardım.
III. BÖLÜM
Runik Yazılar Profesörü Zorluyor
“Hiç kuşku yok ki Runik.” dedi profesör kaşlarını çatarak, “Ama bir sır saklamakta ve ben de bu şifreyi çözmek niyetindeyim.”
Cümlesini sert bir hareket yaparak bitirdi.
“Otur şuraya!” dedi eliyle masayı işaret ederken. “Otur ve yaz!”
Hemen oturuverdim.
“Şimdi sana bu İzlandaca karakterlerin bizim alfabemizdeki karşılıklarını teker teker yazdıracağım. Bu bize ne getirecek göreceğiz. Ama Tanrı aşkına, eğer beni hayal kırıklığına uğratacak olursan…”
Dikte etmeye başladı. Elimden geleni yaptım. Tüm harfler teker teker söylendi ve şu ilginç sonuca ulaşıldı:
İşimiz bitince amcam sayfayı koparırcasına elimden aldı ve dikkatle incelemeye koyuldu.
Mekanik bir şekilde aynı cümleyi tekrarlıyordu: “Tüm bunlar ne anlama geliyor?”
Namusum üzerine yemin ederim ki bu konuda onu aydınlatacak olan ben değildim. Ayrıca o da bana sormadı zaten ve kendi kendine konuşmaya devam etti.
“Bu şifreli bir yazı veya bir parola.” dedi, “Harfler karmaşık olarak yazılmış, eğer doğru düzenlenirse ne anlattıkları anlaşılacak. Düşünsene, belki de bu harflerin altında muhteşem bir keşfe giden ipucu yatmakta!”
Bana kalırsa hiçbir anlamı yoktu ama tabii bu düşüncemi paylaşmaktan sakındım.
Profesör kitabı ve parşömeni aldı, karşılaştırmaya başladı.
“Bu iki yazı aynı elden çıkmamış.” dedi, “Daha ilk bakışta anladım ki parola kitaptan daha sonra yazılmış. İlk harf çift m ki bu, Turlleson’un kitaplarında bulunmaz çünkü XIV. yüzyılda alfabeye eklenmiştir. Yani el yazması ve parola arasında iki yüzyıllık bir zaman farkı var.”
Bunun çok mantıklı bir çıkarım olduğunu kabul etmek zorundaydım.
“Yani bu bana şöyle düşündürüyor…” diye devam etti, “Bu kitaba sahip olmuş birisi, bu gizemli harfleri yazmış. Peki ama kim? Adı bu el yazmasında herhangi bir yerde geçmiyor mu?”
Amcam gözlüklerini kaldırdı, kocaman bir büyüteç aldı ve dikkatle kitaptaki boş sayfaları incelemeye koyuldu. İkinci sayfanın ön kısmında, yani başlık sayfasında mürekkep damlasına benzer bir leke fark etti. Ama iyice yakından bakınca bunun silinmiş bazı harfler olduğunu anladı. Büyütecinin yardımıyla bu leke üzerinde çalışarak en nihayet okumakta hiç zorlanmadan Runik karakterleri okudu.
“Arne Saknussemm!”[10 - Arne Saknussemm: Genel hatlarıyla, Sturluson’un soyundan gelen İzlandalı bilim adamı Professor Árni Magnússon (1663-1730) temel alınarak yaratılmış karakter. (e.n.)] diye muzaffer bir edayla bağırdı. “Bir başka İzlandalının adı! Tanınmış bir simyacı, XVI. yüzyılda yaşamış bir âlim!”
Amcama hayranlıkla baktım.
“Bu simyacılar…” diye sözlerine devam etti, “Avicenna,[11 - İbni Sina (e.n.)] Bacon, Lully, Paracelsus; zamanlarının tek ve gerçek âlimleriydi. Bizleri büyüleyen keşifleri olmuştur. Acaba Saknussemm bu şifreyle bir keşfini mi gizledi? Bence öyle, evet öyle olmalı!”
Bu varsayımla profesörün hayal gücü iyice alevlenmişti.
“Hiç şüphe yok!” diye cevap vermeye cesaret ettim, “Ama neden böylesine büyük bir keşfi saklamak istesin ki?”
“Neden? Neden mi? Nasıl bilebilirim ki? Galile, Satürn için aynısını yapmadı mı? Göreceğiz. Bu belgenin sırrını çözeceğim ve bunu bulana kadar da bir şey yiyip içmeyeceğim!”
Buna verdiğim tepki yarı şaşkınlık içinde ağzımdan çıkan bir “Oh!” oldu.
“Tabii ki sen de Axel.” diye ekledi.
Hay aksi şeytan! dedim içimden, Bugün iki kişilik yediğim için şanslıyım.
“Öncelikle bu şifreyi çözeceğiz; çok zor olmasa gerek.”
Bu cümleler üzerine hemen başımı kaldırdım ama amcam kendi kendine konuşmaya devam etti.
“Çocuk oyuncağı. Bu belgede yetmiş yedi sessiz, elli beş sesli harf olmak üzere yüz otuz iki harf var. Bu güney dillerine ait bir özelliktir, kuzey dilleri sessiz harf açısından daha zengindir, yani bu, güney bölgelerine ait bir dil.”
Bunlar gerçekten akıllıca çıkarımlar diye düşündüm.
“Fakat hangi dil bu?”
Burada bir cevap beklerken bilgece bir analizle karşılaştım.
“Bu Saknussemm…” diye devam etti, “Çok bilgili bir adamdı ve kendi ana dilinde yazmadığı zaman, XVI. yüzyılın seçimlerine ayak uydurup o dönemde kullanılan dili kullanmayı seçmiş olmalı; Latinceyi kastediyorum. Eğer yanılıyorsam bu dilin İspanyolca, Fransızca, İtalyanca, Yunanca veya İbranice olduğunu da düşünebiliriz. Fakat XVI. yüzyılın âlimleri genellikle Latince yazmışlardır. Böylece bu dilin Latince olduğunu öngörüyorum. Evet bu Latince!”
Sandalyemden sıçradım. Latince hafızam, bu şatafatlı kelimelerin Virgil’in[12 - Virgil; (15 Ekim MÖ 70-21 Eylül MÖ 19) ünlü bir Romalı şairdir. Roma İmparatorluğu’nun destanı olarak kabul edilen “Aeneis”in yazarıdır. Dante’nin “İlahi Komedya”sındaki ana karakterlerden biridir. (ç.n.)] tatlı diline ait olduğunu duyunca baş kaldırdı.
“Evet bu Latince.” diye devam etti amcam, “Ama karmaşık ve düzensiz bir Latince. Euclid’in[13 - Öklid, MÖ 330-275 yılları arasında yaşamış, İskenderiye doğumlu matematikçi. (ç.n.)] dediği gibi, ‘Pertubata seu inordinata.’ ”
“Peki o zaman… diye düşündüm, Eğer bu karmaşanın içinden çıkabilirsen o zaman gerçekten çok zeki bir adam olduğunu düşüneceğim amcacığım.
“Dikkatle bir inceleyeyim.” dedi yeniden, üzerine yazdığım kâğıdı eline almıştı. “Tamamen düzensiz yüz otuz iki harften oluşan bir dizi bu. m.rnlls gibi tamamen sessiz harflerden oluşan kelimeler var. Diğer yandan beşinci sıradaki kelime vnteief veya sondan bir önceki kelime oseibo gibi, sesli harflerin çoğunlukta olduğu kelimeler de bulunuyor. Bu kesinlikle kasıtlı yapılmamış, bu harfleri anlamlı kılan bilinmez kurala uygun olarak matematiksel bir biçimde ortaya çıkmış. Bana kalırsa orijinal cümle düzgün yazılıp sonrasında bizim henüz çözemediğimiz bir kurala uyularak karıştırılmış. Bu şifrenin anahtarına kim sahip olursa bu metni kısa sürede okuyabilir. Peki nedir bu anahtar? Axel, sen bulabildin mi?”
Tek kelime bile etmedim ama bunun için iyi bir sebebim vardı. Gözlerim Gräuben’in duvarda asılı olan portresine, bu büyüleyici resme takılmıştı. Amcamın vesayetindeki bu kız, o esnada Altona’da bir akrabasının yanında kalmaktaydı ve burada olmadığı için gerçekten üzgündüm çünkü itiraf etmem gerekirse bu güzel Virlandalı ve profesörün yeğeni tam bir Alman sabrı ve sakinliğiyle birbirlerini sevmekteydiler. Kendini bizim hislerimizi anlayamayacak kadar jeolojiye vermiş olan amcamdan gizli olarak kendi aramızda nişanlanmıştık. Gräuben mavi gözlü sarışın bir güzeldi ve ağırbaşlı biriydi fakat bu durum beni kalben sevmesine engel değildi. Bana gelince, ona tapıyordum; tabii Almancada böyle bir kelime varsa… Böylece benim güzel Virlandalımın resmi beni bir dakikalığına da olsa bu gerçek dünyadan koparıp anı ve düş dünyasına götürmüştü. Hem iş yaparken hem de boş zamanlarımda yanımda olan bu hakikatli yoldaşım bana bakmaktaydı. Her gün amcamın kıymetli numunelerini düzenlememe yardım ederdi, o ve ben beraberce bu numuneleri etiketlerdik. Matmazel Gräuben, becerikli bir mineralogdu ve bir âlime bile bir şeyler öğretebilirdi. Garip bilimsel muammaları araştırmaktan zevk alırdı. Çalışma odasında ne güzel vakit geçirirdik ve o büyüleyici parmaklarıyla tuttuğu taşları nasıl da kıskanırdım.
Sıra boş vakitleri değerlendirmeye geldiğinde beraberce dışarı çıkar, Alster yakınındaki gölgeli caddelerde gezinir, gölün başında mükemmel bir manzara oluşturan eski yel değirmenine kadar yan yana yürürdük. Yolda el ele tutuşarak sohbet ederdik, ona komik hikâyeler anlatırdım, o da içten bir şekilde gülerdi. Elbe’nin kıyısına ulaşır, beyaz nilüferlerin arasında kayıkla gezindikten ve kuğuyla vedalaştıktan sonra buharlı gemiyle rıhtıma dönerdik.
Amcam masaya vurduğu yumrukla beni gerçek dünyaya geri döndürdüğünde işte tam da bunları düşünüyordum.
“Hadi!” dedi amcam, “Bir insan bir cümlenin harflerini karıştırmak isterse aklına ilk gelen şey yatay olarak yazmak yerine dikey olarak yazmak olur.”
“Elbette.” dedim.
“Şimdi bunun işe yarayıp yaramadığına bakacağız Axel, bu kâğıda istediğin bir cümle yaz ama her zaman yaptığımız gibi harfleri yan yana yazmak yerine, beş veya altı sütun olacak şekilde alt alta yaz.”
Ne demek istediğini hemen anladım ve hızla bu aşağıdaki edebî harikayı oluşturdum:
“Güzel.” dedi profesör okumadan, “Şimdi de bu kelimeleri yatay olarak yaz.”
Öyle yaptım ve işte sonuç:
Serarn evunä! nimıu iy,mb socGe!
“Mükemmel!” diye bağırdı amcam ve elimden kâğıdı alıverdi. “İşte şimdi eski bir yazı gibi görünüyor. Sesli ve sessiz harfler eşit oranda düzensiz bir biçimde kümelendi hatta kelimelerin ortasında büyük harfler ve virgüller bile var. Saknussemm’in el yazmasında olduğu gibi.”
İtiraf ederim ki bu açıklama çok akıllıcaydı.
“Tek yapmam gereken her kelimenin önce ilk harfini, sonra ikinci, üçüncü harflerini almak ve böyle devam etmek.”
Ve amcam kendisinden çok beni şaşkına döndüren okudu:
“Seni seviyorum, canım Gräuben!”
“Aa!” diye bağırdı profesör.
Evet, neye sebep olacağını bilmeden, acemi bir âşık olduğumdan bu talihsiz cümleyi yazmakla kendimi tehlikeye atmıştım.
“Aha! Gräuben’e âşık mısın?” diye sordu bir gardiyan gibi başımda dikilerek.
“Evet… Hayır!..” diye kekeledim.
“Demek Gräuben’e âşıksın.” diye bir iki kez mırıldandı. “Peki o zaman, incelediğimiz belgeye önerdiğim işlemi uygulayalım.”
Kendi düşüncelerine dalan amcam, benim bu mantıksız kelimelerimi unutmuştu bile. Mantıksız diyorum çünkü böylesine bilge bir adamın aklında gönül işlerine yer yoktur ve şansıma bu belgenin incelenmesi gibi büyük bir iş bana zafer getirmişti.
Bu büyük deney başladığında, profesörün gözleri, gözlüklerinin ardından parlamaya başladı. Eski parşömeni eline alırken parmakları titriyordu. Çok heyecanlanmıştı. Sonunda kuvvetli bir öksürükle, büyük bir ciddiyet içerisinde, ilk harflerden başlayıp sırasıyla giderek bana şunları yazdırdı:
messvnkaSenrA.icefdoK.segnittamvrtn
ecertserrette,rotaisadva,ednecsedsadne
lacartniiilvIsiratracSarbmvtabiledmek
meretarcsilvcolsleffenSnI.
İtiraf edeyim ki sona yaklaşınca gerçekten heyecanlandım. Aslında bu harfler birer birer seslendirildiğinde bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Böylece profesörün bu gizemli cümlenin muhteşem fakat saklı Latincesini açığa çıkarmasını kalp çarpıntısıyla bekledim.
Ama sonucu kim tahmin edebilirdi ki? Ağır bir yumruk masayı salladı ve biraz mürekkep döküldü, elimdeki kalem de parmaklarımın arasından kayıverdi.
“Bu değil!” diye bağırdı amcam, “Hiçbir anlam ifade etmiyor.”
Ve kurşun gibi fırlayıp, merdivenlerden bir çığ gibi inerek, kendisini Königstrasse’ye attı ve gözden kayboldu.
IV. BÖLÜM
Açlığa Teslim Olan Düşman
Kapının hızla çarpılmasıyla mutfaktan koşarak gelen Martha, “Gitti mi!” diye bağırdı.
“Evet.” diye cevapladım, “Kesinlikle gitti!”
“Peki ama ya yemeği?” diye sordu.
“Yemeyecek.”
“Peki ya akşam yemeği?”
“Yemeyecek.”
“Ne?” diye bağırdı Martha ellerini kavuşturarak.
“Hayır, sevgili Martha, bundan sonra bir şey yemeyecek. Aslında bu evdeki kimse yemeyecek. Amcam çözülemez bir şifreyi çözene kadar hepimize oruç tutturacak.”
“Aman Tanrı’m, yani hepimiz açlıktan ölecek miyiz?!”
Bunu itiraf edemesem de amcam gibi katı bir hükümdarla bu son kaçınılmazdı.
Gerçekten endişelenen yaşlı hizmetkâr, yürek parçalayan bir şekilde inildeyerek mutfağa geri döndü.
Yalnız kalınca tüm bunları gidip Gräuben’e anlatmayı düşündüm. Peki ama evden nasıl kaçabilirdim? Profesör her an dönebilirdi. Ya beni ararsa? Veya belki yaşlı Oedipus’un[14 - Yunan mitoloji kahramanı Oedipus’un macerasındaki bir bölüme gönderme yapılmıştır. (…) Oedipus artık yollarda başıboş dolanmaya başlar ve Thebai’ye varır. Bu şehrin üzerinde bir bela vardır. Bir canavar, çiğ et yiyen Sfenks, şehrin dolayında dağlık bir buruna yerleşmiştir. Sfenks, yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sorar; hiç kimse bilmeceyi çözemez, o da hepsini parçalayıp yer. Thebai’liler her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar; kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini Sfenks’ten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oedipus oradan geçerken bilmece ona da sorulur: “O hangi yaratıktır ki bir süre iki ayak üzerinde, bir süre üç, bir süre de dört ayakla yürür ve de doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?”Oedipus söyle bir düşünür ve yaratığın insan olduğunu söyler: İlk çocukluğunda insan dört ayağı üzerindedir, emekler, daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür, nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanır. Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Thebai’liler kurtarıcılarını alkışlarlar, onu kral yaparlar ve kraliçe ile evlendirirler. (e.n.)] bile çözemeyeceği bir sözcük bulmacasıyla beni zapt ederse? Eğer çağrısına cevap vermezsem ne olabileceğini kim söyleyebilir?
En akıllıcası olduğum yerde kalmaktı. Besançon’daki bir mineralog silisli jeodlar göndermişti ve onları ayırmam gerekiyordu, böylelikle işe koyuldum. Hepsini ayırdım, etiketledim ve her oyuğunda bir kristal yuvası olan bu kovuklu örnekleri kendi özel cam bölmelerine yerleştirdim.
Ama bu iş, tüm dikkatimi asıl mevzudan uzaklaştırmaya yetmedi. Şu eski belge kafamı kurcalıyordu. Heyecandan başım zonkluyordu ve tarifsiz bir huzursuzluk hissediyordum. Korkunç bir şey olacaktı sanki.
Bir saat içinde tüm jeodlar birbirinin üzerinde duran raflardaki yerlerini almıştı. Sonra kadife koltuğa yığıldım, kafamı geriye yaslayıp ellerimi üzerinde kavuşturdum. Üzerinde tembelce uzanıvermiş bir su perisi resmi olan kıvrık saplı pipomu yaktım ve tütünün karbona dönüşüp su perimi bir zenci kadına dönüştürmesini izleyerek eğlendim. Merdivenlerde tanıdık bir ayak sesi işitmeyi bekledim. Bir şey yoktu. Peki amcam bu saatte nerede olabilirdi? Onu, Altona’ya giden yolun kenarındaki ulu ağaçların altında koşarken, bastonuyla sağa sola vururken, uzun çimenleri budarken, deve dikenlerinin kafalarını uçururken ve sakin yalnızlıklarında düşünüp duran leylekleri rahatsız ederken hayal ettim.
Muzaffer bir edayla mı yoksa şevki kırılmış olarak mı dönecekti? Kim galip gelecekti; o mu yoksa sır mı? Kendime bunları sorup duruyor ve mekanik bir biçimde, üzerine yazdığım anlamsız harflerle gizemli güzelliği bozulan sayfayı elimde döndürüp duruyordum. Kendi kendime sordum: Tüm bunlar ne anlama geliyor?
Kelime oluşturmak amacıyla harfleri gruplandırmaya çalıştım. Ama bu neredeyse imkânsızdı! Onları ikişerli, üçerli, beşerli, altılı gruplara ayırdım fakat hiçbir anlam ifade etmediler. On dört, on beş ve on altıncı harfler İngilizce “buz” kelimesini; seksen üçüncü ve takip eden iki harf ise “sör” kelimesini oluşturuyordu; belgenin tam ortasındaki ikinci ve üçüncü mısralarda ise “rota”, “mutabile”, “ira”, “nec” ve “atra” kelimelerini gördüm.
Tamam! dedim kendi kendime, Kelimelerin bu dizilişi amcamın belgenin dili hakkındaki düşüncelerini destekliyor. Dördüncü mısrada “kutsal orman” anlamına gelen “luco” kelimesi belirdi. Üçüncü mısrada İbranice olduğunu düşündüğüm “tabiled” kelimesi ve son mısrada ise tamamen Fransızca olan “mer”, “arc”, “mere” kelimeleri vardı.
Tüm bunlar bir zavallıyı delirtmeye yeterdi. Bu saçma cümlede geçen dört ayrı dil!
“Buz”, “sör”, “azap”, “acımasız”, “kutsal orman”, “değişken”, “anne”, “yay” ve “deniz” kelimeleri arasında ne gibi bir bağ olabilirdi? İlk ve son kelimelerin bir bağlantısı olabilirdi ama İzlanda’da yazılan bir metinde deniz ve buzdan bahsedilmesi sıra dışı bir durum değildi. Fakat bu şifreli yazının sonuna gelindiğinde bu kadar az ipucunun olması da ayrı bir konuydu. Aşılamaz bir zorlukla mücadele etmekteydim. Beynim zonkluyor, gözlerim bu metne bakarken sulanıyordu. Yüz otuz iki harf, bir korku anında kanın beyne sıçradığı zamanlarda olduğu gibi, birbirine karışan ışık zerreleri ve karanlık misali başımın etrafında uçuşup duruyordu. Bir çeşit sanrının kurbanı olmuştum; boğuluyordum ve havaya ihtiyacım vardı. Bilinçsizce elimdeki kâğıdı sallayarak serinlemeye çalıştım, kâğıdın iki yüzü de art arda gözümün önüne geliyordu. Beni şaşırtan ise kâğıdı böyle sallarken ters yüzünde, “craterem”, “terrestre” ve birkaç tane daha Latince kelime gördüğümü sanmamdı.
Beynimde şimşekler çaktı, ipuçları tek başına gerçeğin bir işareti olmuştu. Ve şifreyi çözen anahtarı bulmuştum. Yazıyı çözmek için kâğıdı tersinden okumaya bile gerek yoktu. Bana yazdırıldığı hâliyle bile kolayca çözülebilirdi. Profesörün tüm zekice yöntemleri meyvelerini veriyordu. Harflerin sıralanışı konusunda haklıydı, dil konusunda haklıydı. Bu metni baştan sona kadar okumaya bir adım uzaktaydı ama şans o adımı bana attırdı!
Ne kadar heyecanlandığım kolayca anlaşılabilir. Gözlerim öylesine kararmıştı ki etrafı zor görüyordum. Kâğıdı masaya bıraktım. Tek bakışta tüm sırrı çözebilirdim.
Sonunda biraz sakinleştim.
Odanın içinde iki tur atıp sakinleşmeyi akıl ettim, sonra kendimi geniş koltuğa bıraktım. Ciğerlerimi havayla doldurup haykırdım: “Şimdi okuyacağım!”
Masaya eğildim, parmaklarımı sırasıyla her harfe değdirdim. Durmaksızın ve bir an bile tereddüt etmeden, tüm cümleyi bir seferde okudum.
Hayret! Dehşet! Okkalı bir yumruk yemiş gibi koltuğun üzerine yığıldım. Ne! Bu okuduğum şey gerçekten yapılmış mıydı? Bir ölümlü oraya girmeye cüret mi etmişti!
“Ah!” diye inledim kendime gelirken, “Ama, hayır, hayır! Amcam bunu kesinlikle bilmemeli. O da yapmak isteyecektir. Hakkında her türlü bilgiye sahip olmak isteyecek. Onun gibi kararlı bir jeoloğu bağlasan tutamazsın! Her şeye ve herkese rağmen yola koyulur ve beni de yanında götürür, asla geri dönemeyiz! Hayır! Asla, asla!”
Heyecanım tarifsizdi.
“Hayır, hayır, olmamalı…” dedim coşkuyla, “Bunun zorba amcamın aklına düşmemesi benim elimde olduğuna göre, bunu yapacağım. Ama belgeyi evirip çevirirken o da şifreyi çözebilir. Onu yok etmem lazım.”
Şöminede kalan ufak bir ateş vardı. Sadece kâğıdı değil Saknussemm’in el yazmasını da elime aldım. Bu tehlikeli sırrı şöminedeki ateşle sonsuza dek yok edecekken çalışma odasının kapısı açılıverdi ve amcam içeri girdi.
V. BÖLÜM
Açlık, Sonra Zafer ve Akabinde Keder
Sadece bu talihsiz belgeyi masaya koyacak kadar zaman bulabilmiştim. Amcam oldukça düşünceli görünüyordu.
Kafasını kurcalayan düşünceler ona huzur vermiyordu. Açıkça görüldüğü gibi, bu konuyu olağan dışı bir dikkatle irdelemekteydi. Bütün yürüyüşü esnasında bu konuya kafa patlatmış ve yeni formüller denemek üzere geri dönmüş olmalıydı.
Koltuğuna oturdu ve bir elinde kalemi, daha çok cebir formüllerini andıran bir şeyler yazmaya başladı. Titreyen ellerini ve her hareketini dikkatle izledim. Acaba ortaya hiç istemediğim bir sonuç çıkabilir miydi? Titriyordum çünkü doğru anahtar benim ellerimdeydi ve bu gizemi çözecek başka anahtar da yoktu.
Üç uzun saat boyunca amcam, tek kelime bile etmeden çalıştı, kafasını bile kaldırmadan, yüzlerce defa yazdı, sildi, tekrar yazdı, tekrar sildi… Eğer harfleri herhangi bir şekilde uygun sıraya koyabilirse cümlenin kolayca ortaya çıkacağını çok iyi biliyordum. Ama yirmi harften; tam iki kentilyon, dört yüz otuz iki katrilyon, dokuz yüz iki trilyon, sekiz milyar, yüz yetmiş altı milyon, altı yüz kırk bin farklı kombinasyon çıkacağının da farkındaydım. Bu cümlede yüz otuz iki harf vardı ve bu yüz otuz iki harf, en az yüz otuz üç rakamın yan yana gelmesinden oluşmuş sayısız cümle oluştururdu ki bu da tüm hesapların ötesinde bir sonuç ortaya çıkarırdı.
Böylelikle bu zorluğu çözmek için ortaya koyduğu kahramanca yöntem, güvenimi yerine getirdi.
Ama zaman geçmekteydi; akşam olmuş, sokaktan gelen gürültüler dinmiş fakat işine gömülmüş olan amcam, hiçbir şeyi fark etmemişti hatta Martha’nın kapıyı aralamasını ve sarf ettiği sözleri dahi işitmedi:
“Bu akşam yemek yemeyecek misiniz efendim?”
Zavallı Martha, cevap alamadan dönmek zorunda kalmıştı. Bana gelince, uzun süre karşı koymama rağmen, uyku galip geldi ve kanepenin köşesine kıvrılıverdim. Fakat amcam, hesaplamaya ve onları silip yeniden yapmaya devam ediyordu.
Sabah uyandığımda, bu yorulmak bilmez işçi, hâlâ bıraktığım yerdeydi. Kırmızı gözleri, solmuş yüzü, sinirli parmaklarla karmakarışık edilmiş saçları ve al al olmuş yanakları, şifreyi çözmek için verdiği mücadeleyi, yorgun düşmüş zihnini ve bu mutsuz gece boyunca devam etmiş olan düşünme çabasını ortaya koyuyordu.
Doğruyu söylemek gerekirse ona acımıştım. Sitem etmek için çok sebebim olsa da ona acıyordum. Zavallı adam bu işe öylesine gömülmüştü ki sinirlenmeyi bile unutmuştu. Tüm güçlü duyguları tek bir şey üzerinde odaklanmıştı ve bu güç, doğal yolla harcanmadığından bu durumun yol açtığı gerilimin eninde sonunda bir öfke patlamasına neden olacağından endişeliydim. Tek bir kelimeyle kafasını sıkıp duran bu mengeneyi gevşetebilirdim ama bu kelime ağzımdan çıkmayacaktı.
Kötü biri değilim. Ama böyle bir kriz anında dilim neden tutulmuştu? Neden amcamın hislerine bu kadar duyarsızdım? Amcamın iyiliği için elbette.
Hayır, hayır… diye yineledim, Konuşmamam gerek. Gitmekte ısrar edecek, bu dünyadaki hiçbir şey onu alıkoyamaz. Hayal gücü bir volkan gibidir ve daha önce hiçbir jeoloğun yapmadığı bir şeyi yapabilmek için hayatını hiçe sayar. Sessizliğimi koruyacağım. Şans eseri elde ettiğim bu sırrı saklayacağım. Açığa vurmak, Profesör Lidenbrock’yu öldürmek olur! Yapabiliyorsa bırakalım da kendisi bulsun. Onu kendi sonuna götüren kişi ben olmayacağım.
Böyle bir çözüm bulduktan sonra, kollarımı kavuşturup bekledim. Ama birkaç saat sonra meydana gelen ufak bir olayı hesaba katmamıştım.
Sevgili Martha’mız pazara gitmek istediğinde kapının kilitli olduğunu gördü. Kilidin üzerindeki büyük anahtar ortada yoktu. Kim almış olabilirdi acaba? Tabii ki amcam, dün aceleyle çıktığı gezintiden dönerken almış olmalıydı.
Kasıtlı olarak mı yapmıştı? Yoksa bir dalgınlık sonucu mu? Bizi aç bırakıp öldürmek mi istemişti? Bu bana biraz ileri gitmek gibi geldi! Ne! Martha ve ben hiç ilgimiz olmayan şeylere mi kurban gidecektik? Şu da bir gerçektir ki birkaç sene evvel, amcam mineralleri sınıflandırmak amacıyla büyük bir çalışma yürütürken, kırk sekiz saat boyunca hiçbir şey yememişti ve tüm ev halkı da aynı “bilimsel orucu” tutmak zorunda kalmıştı. Bana gelince, tek hatırladığım şey, aç bir delikanlıya yakışmayacak şekilde karnıma kramplar girdiğiydi.
Görünen o ki akşam yemeği gibi sabah kahvaltısı da atlanacaktı. Fakat ben kahramanca davranmaya ve açlığın neden olduğu kramplar tarafından ele geçirilmemeye karar verdim. Martha bu işi çok ciddiye almıştı, zavallı kadın oldukça gergindi. Bana gelince, eve kapalı kalmak beni çok daha fazla germekteydi, iyi de bir sebebim vardı. Hapsolmuş bir âşığın duyguları kolaylıkla tahmin edilebilir, öyle değil mi?
Amcam çalışmaya devam etti, hayal gücü ise kombinasyonlar diyarında dolanıp durmaktaydı. Gerçek dünyadan çok uzaktaydı, dünyevi ihtiyaçların ise yakınından bile geçmiyordu.
Öğleye doğru, açlık kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Hiçbir art niyet taşımayan Martha, bir gece önceden kalanları da silip süpürünce evde yenecek bir şey kalmamıştı. Hâlâ dayanıyordum, bunu bir onur meselesi yapmıştım.
Saat ikiyi vurdu. Bu iş saçma sapan bir vaziyet almaktaydı, daha da kötüsü, katlanılmaz olmuştu. Kendi kendime bu belgenin önemini abartmış olabileceğimi, amcamın buna kesinlikle inanmayacağını, basit bir aldatmaca olarak değerlendireceğini söylemeye başlamıştım. En kötüsünü düşünürsek her şeye rağmen bu keşif gezisine çıkmak için diretirse onu sımsıkı tutup evde kalmasını sağlamalıydım. Olur da bu şifrenin anahtarına kendisi ulaşırsa sonunda ben de bu zorunlu perhizden kurtulmuş olurum.
Bir gece önce olsa hışımla reddedeceğim bu gerekçeler, bana oldukça makul görünmeye başlamıştı. Hatta kendimi bu kadar beklediğim için suçlayacak kadar ileri gittim ve sonunda şifrenin anahtarını açıklamaya karar verdim.
Konuya uygun bir giriş yapmayı düşünürken amcam birden ayağa fırladı, şapkasını taktı ve çıkmaya hazırlandı.
Hayır, tekrar dışarı çıkıyor olamazdı! Bizi yine içeri kilitlemeyecekti! Hayır, asla!
“Amca!” diye bağırdım.
Beni duymuyor gibiydi.
“Lidenbrock amca!” diye yineledim sesimi yükselterek.
“Evet!” diye cevapladı ansızın uyandırılmış bir adam edasıyla.
“Amca, şu anahtar!”
“Hangi anahtar? Kapının anahtarı mı?”
“Hayır, hayır!” diye bağırdım, “Belgenin anahtarı!”
Profesör gözlüklerinin üzerinden bana baktı. Şüphesiz yüz ifademden bir gariplik olduğunu sezmişti; kolumu kavradı ve tek kelime etmeden beni bakışıyla sorguladı. Evet, daha önce hiçbir soru böylesine net bir biçimde sorulmamıştı.
Başımı aşağı yukarı salladım.
O da kendi başını, sanki bir deliyle uğraşıyormuş gibi acırcasına salladı. Ben daha onaylayıcı bir ifade takındım.
Gözleri ışıldadı ve canlı bir ateşle parladı, elleri tehditkâr bir biçimde titriyordu.
Böylesine kritik bir zamandaki bu sessiz diyalog, en ilgisiz kişinin bile ilgisini çekerdi. Aslında konuşmaya korkuyordum, amcamın heyecanı öyle kuvvetliydi ki beni sevinçle kucaklarken yanlışlıkla boğmasından korkuyordum fakat çok ısrarcı davrandı, ben de açıklamak zorunda kaldım.
“Evet, şu anahtar, şans eseri…”
“Neyden bahsediyorsun sen?” diye tarifsiz bir duyguyla kükredi.
“İşte orada, okuyun.” diyerek üzerine yazdığım kâğıdı uzattım.
“Ama bunda bir şey yazmıyor!” dedi kâğıdı evirip çevirerek.
“Hayır yazmıyor. Tabii sondan başa doğru okumadığınız sürece…”
Daha cümlemi bitirmemiştim ki profesör bir çığlık attı, hayır hayır, âdeta kükredi. Yeni bir ilham gelmişti. Başka bir boyuttaydı!
“Aha! Zeki Saknussemm!” diye bağırdı. “Demek cümleni tersten yazdın!”
Ve kâğıda odaklanıp gözlerini ayırmadan, heyecandan boğuklaşmış bir sesle tüm belgeyi sondan başa okudu.
Şunlar yazıyordu:
In Sneffels Yoculis craterem kem delibat
Umbra Scartaris Julii intra calendas descende,
Audax viator, et terrestre centrum attinges.
Kod feci, Arne Saknussemm.
Kötü bir Latinceyle şöyle tercüme edilebilir:
Temmuz ayının ilk gününden önce,
Scartaris’in gölgesinin düştüğü
Sneffels Yokulu’ndaki kraterden aşağı in cesur gezgin,
Dünya’nın merkezine ulaşmış olacaksın,
ben bunu yaptım, Arne Saknussemm.
Bunu okuyan amcam, sanki bir elektrik kondansatörüne dokunmuş gibi yerinden fırladı. Ataklığı, mutluluğu, inancı inanılmazdı. Volta atmaya başladı, başını ellerinin arasına alıyor, sandalyeleri itiyor, kitaplarını üst üste diziyordu. İnanılmaz gibi gelse de değerli taşlarını havaya atıp tutuyordu. Sonunda sakinleşti ve yaşam enerjisini bol bol harcamış yorgun bir adam misali, koltuğuna oturup arkasına yaslandı.
“Saat kaç?” diye sordu birkaç dakikalık sessizlikten sonra.
“Üç.” diye cevapladım.
“O kadar oldu mu? Öğlen yemeği vakti geçmiş ve ben bunun farkında değilim. Açlıktan ölmek üzereyim. Hadi gel, yemekten sonra da…”
“Evet?”
“Yemekten sonra da valizimi topla.”
“Ne?!” diye bağırdım.
“Ve kendininkini de!” diye ekledi yorulmak bilmez amcam, yemek odasına girerken.
VI. BÖLÜM
Emsalsiz Bir Girişim Üzerine İlginç Tartışmalar
Bu sözleri duyunca sırtımdan soğuk terler boşaldı. Fakat kendimi toparladım ve bozuntuya vermedim. Bilimsel savlar bile tek başına Profesör Lidenbrock’yu etkilemeye yeterdi ve böyle bir yolculuğun yapılabilirliğine karşı gayet başarılı savlar vardı. Dünya’nın merkezine gitmek mi! Ne saçmalık! Fakat enerjimi uygun bir fırsat için sakladım ve henüz gelmemiş olan yemeğimle ilgilenmeyi yeğledim.
Boş bir sofra gören amcamın öfkesini ve yağdırdığı lanetlerini anlatmaya gerek yok. Mazeretler bildirildi, Martha özgürlüğüne kavuştu, pazara gitti ve işini öyle iyi yaptı ki bir saate kalmadan açlığım yatışmıştı ve durumun ciddiyeti hakkında kafa yormaya geri dönmüştüm.
Bütün yemek boyunca amcam oldukça neşeliydi. Hiç kimseye zararı olmayan o bilindik bilim adamı şakalarından bile yaptı. Üzerine tatlıyı da yedikten sonra beni çalışma odasına çağırdı.
Bu emre uydum, masanın bir ucuna o, diğerine de ben oturdum.
“Axel…” diye oldukça yumuşak bir sesle konuya girdi, “Oldukça zeki bir genç adamsın ve çabalamaktan tükenmiş bir hâlde tam da bu yarışı bırakacakken, bana gerçekten büyük yararın oldu. Kendimi nasıl kaybettim ben böyle? Kimse bunun cevabını veremez. Bunu hiç unutmayacağım genç adam ve keşfinin yön vereceği bu zaferden sen de payını alacaksın.”
Hadi!.. dedim kendi kendime, Şu keyifli anında, bu zafer konusunu tartışmanın tam zamanı.
“Her şeyden önce…” diye devam etti amcam, “Senden bu sırrı en iyi şekilde saklamanı istiyorum. Anladın değil mi? Bilim dünyasında başarımı kıskananlar hiç de az değil ve birçoğu da biz daha dönmeden yola koyulmak isteyecektir.”
“Gerçekten bu cesarete sahip çok insan var mı sence?” diye sordum.
“Kesinlikle! Böyle bir şanı kim istemez ki? Eğer bu belge ortaya çıkarsa bir bilim adamı ordusu Arne Saknussemm’in izini sürmek için hazır olur.”
“Ben bundan pek emin değilim amca.” diye cevapladım, “Çünkü bu belgenin özgünlüğü hakkında hiçbir kanıtımız yok.”
“Ne! Peki belgeyi içinde bulduğumuz kitaba ne demeli?”
“Tamam. Bu mısraları Saknussemm’in yazdığını kabul ediyorum. Ama bu, onun bu yolculuğu gerçekten yaptığını kanıtlar mı? Peki bu eski parşömen, insanları kandırmak amacıyla yazılmış olamaz mı?”
Gafil bir anımda ağzımdan dökülen son kelimeyi söyler söylemez pişman olmuştum. Amcam, gür kaşlarını çatmıştı ve ben can güvenliğimden endişe etmekteydim. Ne mutlu ki bundan çok büyük zarar görmedim. Ciddi arkadaşımın dudaklarında bir gülümse belirdi ve şöyle dedi:
“İşte biz de bunu öğreneceğiz.”
“Ah!” dedim, oldukça sıkılmıştım, “Ama bu belgenin sebep olabileceği tüm sakıncaları anlatmama izin verin.”
“Konuş oğlum, korkma! Fikirlerini belirtmekte özgürsün. Artık sadece yeğenim değil meslektaşımsın da. Lütfen, devam et.”
“Evet, ilk olarak daha önce hiç duymadığım şu Yokul, Sneffels ve Scartaris ne demek, onu bilmek istiyorum.”
“Ondan kolay ne var ki! Kısa süre önce, Leipzig’deki arkadaşım Augustus Petermann’dan bir harita geldi bana. Zamanlaması daha iyi olamazdı. 4. bölüm, Z sırasındaki büyük kitaplığın ikinci rafında duran üçüncü atlası al.”
Ayağa kalktım. Bu kesin tarifin sayesinde istenen atlası bulamamam imkânsızdı. Amcam atlası açtı ve “İşte karşında en iyi İzlanda haritalarından biri duruyor. Hendersen’in elinden çıkmadır. Bunun sorularına cevap olacağı inancındayım.” dedi.
Haritanın üzerine eğildim.
“Şu volkanik adayı görüyorsun.” dedi profesör, “Tüm volkanların ‘yokul’ olarak adlandırıldığını da görüyorsun, bu kelime İzlandacada ‘buzul’ demektir ve İzlanda’nın yüksek rakımında neredeyse tüm aktif volkanlar buzların arasından püskürür. Yani ‘yokul’ kelimesi İzlanda’daki tüm aktif yanardağları adlandırmak için kullanılır.”
“Çok güzel.” dedim, “Peki Sneffels ne demek?”
Bu sorumun cevapsız kalacağını umuyordum ama yanılmışım. Amcam şöyle cevapladı:
“Parmağımı İzlanda’nın batı kıyısı boyunca takip et. Başkent Reykjavik’i görüyor musun? Evet. Şimdi, denizin dövdüğü şu kıyıları oyan fiyortlar boyunca yukarı çık ve altmış beşinci enlemde dur. Ne görüyorsun?”
“Bir diz kapağı ile sona eren kalça kemiğine benzer bir yarımada görüyorum.”
“Çok güzel bir benzetme, genç adam! Peki o diz kapağının üzerinde bir şey görüyor musun?”
“Evet, denizden yükselir gibi olan bir dağ.”
“Doğru. İşte o Sneffels.”
“Bu mu?”
“Evet. 5.000 fit yüksekliğinde bir dağ. Adadaki ve eğer kraterinden Dünya’nın merkezine inilebiliyorsa şüphesiz Dünya’daki en önemli dağlardan birisi.”
“Ama bu imkânsız!” dedim omuzlarımı silkerek. Böyle saçma sapan bir iddiadan hoşlanmamıştım.
“İmkânsız mı?” diye sordu profesör ciddiyetle, “Peki neden, söyler misin?”
“Çünkü krater büyük ihtimalle lav ve ateş kadar sıcak kayalarla doludur ve böylelikle…”
“Ama sönmüş bir volkan olduğunu varsayarsak?”
“Sönmüş?”
“Evet, günümüzde Dünya üzerindeki aktif volkan sayısı sadece yaklaşık üç yüzdür. Ama çok daha fazla sayıda sönmüş yanardağ bulunmaktadır. İşte, Sneffels bunlardan biri. İlk çağlardan bu yana, bu yanardağ sadece bir kez patlamıştır. O da 1219’da. O zamandan bu yana günbegün sessizleşmiştir, artık aktif volkanlar arasında sayılmıyor bile.”
Böylesi mantıklı açıklamalara verilecek bir yanıtım yoktu. Bu yüzden belgenin karanlıkta kalan diğer yönlerine taşıdım tartışmayı.
“Scartaris kelimesinin anlamı nedir ve temmuzun ilk günüyle ne alakası var?”
Amcam biraz düşününce bir anlığına umutlanır gibi oldum ama hemen sorumun cevabını verdi:
“Sana karanlık görünen benim için aydınlık. İşte bu, Saknussemm’in keşfini ortaya koymak için gösterdiği ustaca özeni kanıtlıyor. Sneffels veya Snaefell birçok kratere sahip. Bu yüzden hangisinin Dünya’nın merkezine gittiğini belirtmek önem taşıyordu. Peki bu İzlandalı bilge ne yaptı? Temmuzun başına doğru yani haziran sonunda, Scartaris adındaki dağın gölgesinin, tam da bu kraterin ağzına düştüğünü gözlemledi ve bu bilgiyi belgesine ekledi. Bundan daha iyi bir rehber olabilir mi? Sneffels’in doruğuna ulaşır ulaşmaz, hangi yoldan gideceğimize dair ufacık bir kuşkumuz bile olmayacak.”
Amcamın her itirazıma karşı söyleyecek sözü vardı. Eski parşömende yazılanlar hakkında itiraz edecek başka bir şey bırakmamıştı bana. Böylelikle onu bu şekilde sıkıştırmaya çalışmaktan vazgeçtim ama ne olursa olsun ikna etmem gerektiğinden, bana göre çok daha ciddi olan bilimsel çelişkilerden bahsetmeye başladım.
“Peki, öyleyse…” diye başladım, “Saknussemm’in cümlesinin tamamen açık olduğunu ve kuşkuya yer bırakmadığını kabul ediyorum. Ayrıca belgenin her açıdan özgün göründüğünü de kabul etmeliyim. Bu bilge filozof, Sneffels’in dibine indi, temmuzun ilk günlerinden önce Scartaris’in gölgesinin bu kraterin üzerine düştüğünü gördü, belki de kendi zamanında Dünya’nın merkezine inen bir krater hakkında anlatılan hikâyeleri işitti ama iş oraya kendi başına ulaşmaya ve bu yolculuğa göğüs germeye, gittiyse bile geri dönebilmeye gelince… Bence imkânsız, bunu asla ama asla yapmadı.”
“Neden sence?” diye sordu amcam alay edercesine.
“Tüm bilimsel kuramlar böyle bir yolculuğun gerçekleşemeyeceğini söylüyor.”
“Bilimsel kuramlar öyle mi söylüyor?” diye alçak gönüllü bir tavırla sordu. “Ah bu sinir bozucu teoriler! Bu teoriler bize nasıl engel olacaklar?”
Benimle eğlendiğinin farkındaydım ama devam ettim:
“Evet, dibe inerken sıcaklığın her 70 fitte bir derece arttığını herkes bilir. Bu değişmez gerçeği göz önüne alırsak, Dünya’nın yarıçapı 1.500 fersah olduğuna göre, merkezdeki sıcaklık 360.032 dereceyi aşar. Yani Dünya’yı meydana getiren her madde, böyle bir ısı altında akkor gaz hâlindedir. Çünkü altın ve platin gibi ısıya en dayanıklı metaller ve en sert kayalar bile böyle bir ısı altında ne katı ne de sıvı hâlde kalabilirler. Demem o ki böylesine bir yerden nasıl geçileceğini sorgulamak için gayet iyi sebeplerim var.”
“Yani Axel, seni rahatsız eden şey ısı mı?”
“Elbette. Otuz millik bir derinliğe ulaşırsak, yer kabuğunun sınırına varmış oluruz ki orada sıcaklık 2.372 derece olmalı.”
“Yoksa ergimekten mi endişelisin?”
“Sizin cevaplamanızı yeğlerim.” dedim sinirle.
“İşte cevabım!” diye karşılık verdi amcam o tepeden bakan ifadesini takınarak, “Yarı çapının sadece on iki binde birini bildiğimizden, ne sen ne de başkası yani hiç kimse yer kabuğunun içinde ne olduğunu tam olarak bilmiyor. Bilim gün geçtikçe yetkinleşiyor ve her yeni kuram hızla bir başka kuram tarafından çürütülüyor. Fourier’ye kadar, gezegenin etrafındaki hava sıcaklığının dıştan içe doğru azaldığına inanılmamış mıydı? Ayrıca hava katmanlarının en üst kısımlarında, en düşük sıcaklığın sıfırın altında kırk derece olduğu da bilinmiyor mu? Neden iç ısı için de aynısı geçerli olmasın? Neden en ergimeyen metalleri bile eritecek bir ısıya ulaşmak yerine, belli bir derinlikte sabit kalıyor olmasın?”
Amcam varsayımlara göre konuştuğu için, doğal olarak söylenecek bir şey kalmıyordu.
“Peki, sana Poisson’ın da aralarında olduğu gerçek bilginlerin, yerkürenin içinde iki yüz bin derecelik bir ısı olsaydı, kabuğun, ergiyen maddelerin çıkardığı gazların basıncına dayanamayıp buharın etkisiyle patlayan bir kazanın iç çeperi gibi havaya uçacağını kanıtladıklarını söylesem?”
“Bu Poisson’ın fikri amcacığım, başka bir şey değil.”
“Kabul ama birçok değerli jeolog da aynı fikirde. Onlara göre, yerkürenin iç kısmı, ne gaz ne su ne de bilinen bir ağır maddeden oluşmaktadır çünkü böyle bir durumda ağırlığı şu andaki kadar olmazdı.”
“Tabii ki sayılarla her şey kanıtlanabilir!”
“Gerçeklerle de! Dünya’nın yaradılışından bu yana, volkanların sayıca azaldığı bir gerçek değil midir? Ve eğer bir iç ısı varsa onun da azalmakta olduğu sonucuna varamaz mıyız?”
“Sevgili amcacığım, varsayımlarla konuşmaya başlayacaksan sizinle daha fazla tartışamam.”
“Ama belirtmem gerek ki en saygın isimler benim bu düşüncelerimi desteklemişlerdir. 1825 yılında tanınmış kimyacı Humphry Davy’nin yaptığı ziyareti hatırlıyor musun?”
“Pek sayılmaz, çünkü o tarihten on dokuz yıl sonra dünyaya geldim.”
“Şey, Humphry Davy, Hamburg’dan geçerken bana uğramıştı. Daha başka birçok konunun yanı sıra, Dünya’nın içindeki çekirdeğin sıvı olması varsayımını da uzun uzun tartıştık ve bilimin henüz açıklayamadığı bir sebepten ötürü sıvı olmadığı kanaatine vardık.”
“Neymiş peki bu sebep?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Çünkü bu sıvı kitle, okyanuslar gibi ayın çekimine maruz kalacaktı ve günde iki defa iç gelgitlerin etkisinde kalan yer kabuğu düzenli olarak depremlere yol açacaktı.”
“Ama Dünya’nın yüzeyinin bir yanma olayıyla karşılaştığı kesin.” diye cevapladım, “Ayrıca öncelikle dış kabuğun soğuduğunu ve ısının iç kısımlara doğru çekildiğini varsaymak çok akıllıca olur.”
“Tümden yanlış!” diye cevapladı amcam. “Dünya, dış yüzeyinin yanması sonucu ısınmıştır. Dünya’nın yüzeyi su ve ateşle karşılaştığında kendiliğinden yanma özelliğine sahip sodyum ve potasyum gibi birçok metalle kaplıydı. Atmosferdeki su buharı yağmur olup yağdığında, bu metaller alev alıyordu ve yavaş yavaş, sular kabuktaki çatlaklara doldukça, patlamalı ve püskürmeli yangınlara yol açtılar. İşte Dünya’nın ilk zamanlarında yanardağ sayısının bu denli çok olmasının sebebi bu.”
“Gerçekten dâhiyane bir varsayım!” diye belirttim istemeden.
“Bunu bana Humphry Davy oldukça basit bir deneyle göstermişti. Az önce bahsettiğim metallerden yerküremize oldukça benzer bir top yaptı ve üzerine çiy tanesi attıkça küre şişip oksitlendi ve küçük dağlar meydana getirdi, bu dağların zirvelerinde kraterler oluştu ve bunlar püskürmeye başladı. Sonuçta küre öylesine çok ısındı ki elle tutması imkânsız hâle geldi.”
Aslına bakarsanız, profesörün kanıtları beni oldukça etkilemeye başlamıştı. Ayrıca bilindik coşku ve tutkusuyla kanıtlarını daha da inandırıcı kılıyordu.
“Görüyorsun ya Axel…” diye ekledi, “Merkezdeki çekirdeğin durumu jeologlar arasında çeşitli varsayımlara yol açtı. Bu iç ısıyı ispat eden herhangi bir kanıt yok, zaten ben de var olmadığı kanaatindeyim, olamaz da. Ayrıca Arne Saknussemm’in yaptığı gibi kendi gözlerimizle görüp bu büyük soru karşısında neyi doğru kabul edeceğimizi biliyor olacağız.”
“İyi o zaman, görelim.” diye ekledim, onun bulaşıcı coşkusundan etkilenerek. “Evet göreceğiz, tabii orada bir şey görmek mümkünse…”
“Neden olmasın? Bizi aydınlatması için elektrik olaylarına güvenemez miyiz? Hatta merkeze yaklaştıkça basıncın etkisiyle ışık saçmaya başlayan atmosfere de güvenemez miyiz?”
“Evet evet…” dedim, “Bu da mümkün.”
“Bu kesin!” dedi amcam muzaffer bir edayla. “Ama tamamen sessiz kalmanı istiyorum, duydun mu? Kimse bizden önce Dünya’nın merkezini keşfetme hayallerine kapılmasın.”
VII. BÖLÜM
Bir Kadının Cesareti
Bu unutulmaz oturum böylece son buldu. Konu bana ateş bastırmıştı. Amcamın çalışma odasından allak bullak olmuş vaziyette çıktım. Sanki Hamburg’un tüm sokaklarında beni kendime getirmeye yetecek kadar temiz hava yokmuş gibi geliyordu. Böylelikle Elbe kıyısına gittim. Şehirle Hamburg demir yolları arasında ulaşımı sağlayan buharlı gemi, yolcularını indirmekteydi.
Duyduklarımın doğruluğu konusunda ikna olmuş muydum? Profesör Lidenbrock’nun etkisi altında kalıp boyun eğmiyor muydum? Onun bu koca kürenin merkezine gitme konusunda ciddi olduğuna inanmalı mıydım? Bir delinin çılgınca varsayımlarını mı yoksa cesur bir dâhinin bilimsel çıkarımlarını mı dinlemiştim? Gerçek nerede son bulmuş ve yanılgı nerede başlamıştı?
Karşıt binlerce varsayımın içinde yüzüyor ama birine bile tutunmayı başaramıyordum.
Coşkumun azalmaya başlamasına rağmen, bazı konularda ikna olduğumun farkındayım. Hemen başlamak için tarifsiz bir istek duyuyordum, düşünerek zaman kaybetmek veya cesaretimi yitirmek istemiyordum. Sırt çantamı omzuma atıp yola çıkmaya yetecek kadar cesaretim vardı.
Fakat bir saate kalmadan bu aşırı heyecanın son bulduğunu itiraf etmeliyim. Sinirlerim yatıştı ve derin uçurumlardan çıkıp tekrar yüzeye ulaştım.
“Bu gerçekten saçma!” diye bağırdım. “Hiç akıl kârı değil. Mantıklı hiçbir genç adam, böylesine bir teklif karşısında bir dakika bile düşünmez! Tüm bunlar hiç yaşanmadı. Kötü bir gece geçirdim ve kâbus gördüm o kadar!”
Elbe’nin kıyısından şehre yürüdüm, limanı da geçince Altona yoluna çıktım. Sanki bir önsezi beni yönlendiriyordu! Evet gerçek bir önseziydi çünkü az sonra hafif adımlarla ve cesaretle Hamburg’a dönmekte olan sevgili Gräuben’imi gördüm.
“Gräuben!” diye seslendim.
Genç kız bu ıssız yolda adının haykırılmasından ürkerek durdu. On adımda yanına vardım.
“Axel!” diye haykırdı şaşkınlıkla. “Beni karşılamaya mı geldin? Bu yüzden mi buradasın beyefendi?”
Ama bana baktığı anda, içinde bulunduğum tedirginliği ve gerginliği hissetti.
“Sorun nedir?” diye sordu elimi tutarak.
“Sorun ne mi Gräuben?” diye bağırdım.
Birkaç dakika içinde, benim güzel Virlandalım durumdan haberdar olmuştu. Bir süre sessiz kaldı. Onun kalbi de benimki kadar hızlı çarpmakta mıydı? Bilmiyordum ama avcumdaki ellerinin titremediğinin farkındaydım. Tek kelime etmeden yüz adım kadar ilerledik. Sonunda; “Axel!” dedi.
“Tatlı Gräuben’im!”
“Bu mükemmel bir yolculuk olacak!”
Bu sözler beni yerimden sıçratmıştı.
“Evet Axel, bir bilim adamının yeğenine yaraşır bir yolculuk; bir erkeğin büyük işler başararak diğerlerinden farklı olması iyi bir şeydir.”
“Nasıl yani, böylesi bir şeye girişmeme karşı değil misin?”
“Hayır, sevgili Axel, aksine sizle gelmeyi çok isterdim ama bir genç kız size sadece ayak bağı olur.”
“Ciddi misin sen?”
“Evet, ciddiyim.”
Ah! Kadınlar ve genç kızlar, sizin kadın kalbinizi anlamak ne güç! Utangaç olmadığınız zamanlarda, en cesur yaratık oluverirsiniz! Sizin yaptıklarınızda mantık aramamak gerek! Ne yani? Bu genç kız beni bu yolculuk için cesaretlendiriyor mu? Bize katılmaya korkmuyor mu? Ve beni, sevdiği adamı, buna mı yönlendiriyor!
“Gräuben, yarın da aynı şekilde konuşup konuşmadığını göreceğiz.”
“Yarın, sevgili Axel, bugün ne söylüyorsam aynısını söyleyeceğim.”
Gräuben ve ben, el ele fakat tek kelime etmeden yolumuza devam ettik. O gün hissettiklerim yüzünden bitkin düşmüştüm.
Her şey bir yana, temmuzun ilk günlerine daha çok var diye düşündüm, bu arada amcamı yerin altına gitme tutkusundan kurtaracak birçok şey olabilirdi.
Königstrasse’deki eve vardığımızda akşam olmuştu. Evi tam bir sessizlik içinde, âdeti olduğu üzere amcamı yatağında, Martha’yı ise tüyden yapılma fırçasıyla sona kalan yerlerin de tozunu alırken bulmayı bekliyordum.
Ama amcamın sabırsızlığını hesaba katmamıştım. Onu ağaçlıklı yola eşya indiren birçok hamal arasında bağırıp dururken buldum. Yaşlı kâhyamız oldukça şaşkın bir durumdaydı.
“Gel, Axel gel!” diye bağırdı amcam beni görür görmez, “Seni zavallı! Daha valizini bile toparlamadın, evraklarım düzenlenmedi, valizimin anahtarı nerede? Ve tozluklarıma ne yaptın?”
Yıldırım çarpmışa döndüm. Dilim tutulmuştu. Güçlükle şu cümleyi kurabildim:
“Gerçekten gidiyor muyuz?”
“Elbette, seni zavallı oğlan! Hazırlanacağına dolaşmaya mı çıktın yoksa?”
“Gidecek miyiz?” diye tükenen bir umutla tekrar sordum.
“Evet, yarından sonra, erkenden.”
Kulaklarım artık duymuyordu. Kendi küçük odama sığındım.
Tüm umutlarım artık tükenmişti. Amcam, bütün öğleden sonra bu umutsuz girişim için gerekli araç gereci tedarik etmeye çabalamıştı. Ağaçlıklı yol; ip merdivenler, düğümlü ipler, meşaleler, mataralar, demir kramponlar, kazmalar, demir uçlu bastonlar ve en az on adamın taşıyabileceği malzemelerle doluydu.
Berbat bir gece geçirdim. Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Kapıyı açmamaya kararlıydım. Ama kulağıma her zaman bir melodi gibi gelen tatlı sese nasıl karşı koyabilirdim?
“Sevgili Axel?”
Odamdan çıktım. Solgun yüzümün ve kırmızı gözlerimin Gräuben’i etkileyeceğini ve fikrini değiştirmesini sağlayacağını düşünmüştüm.
“Ah sevgili Axel!” diye söze girdi, “Daha iyi gördüm seni. Güzel bir uyku sana iyi gelmiş.”
“İyi mi gelmiş!” diye bağırdım.
Aynaya koştum, aslında gerçekten beklediğimden iyi görünüyordum. Gözlerime inanamadım.
“Axel…” diye devam etti, “Vasimle uzun uzun konuştum. O cesur bir filozof, bir cesaret timsali ve sen de damarlarında onun kanının aktığını unutmamalısın. Bana planlarından, umutlarından, amacına niçin ve nasıl ulaşacağından bahsetti. Şüphesiz başaracak. Sevgili Axel, insanın kendisini bilime adaması yüce bir şey! Bay Lidenbrock’ya ve dolayısıyla yoldaşlarına nasıl bir şeref verecek düşünsene! Geri döndüğünüzde Axel, sen de onun gibi bir adam olacaksın; onun dengi, özgürce konuşup hareket edebilen ve özgürce…”
Zavallı kız, cümlesini bitirdiğinde kıpkırmızı olmuştu. Onun bu sözleri beni canlandırmıştı. Ama yine de yola koyulacağımıza inanmak istemiyordum. Gräuben’i profesörün çalışma odasına götürdüm.
“Amca, yola çıkacağımız doğru mu?”
“Neden şüphe ediyorsun ki?”
“Şey, şüphe etmiyorum.” dedim canını sıkmamak için, “Ama bu acele niye?”
“Zaman. Zaman geri dönüşü olmayan bir şekilde akıp gidiyor.”
“Ama bugün daha mayısın 26’sı ve haziranın son günlerine kadar…”
“Ne! Seni cehalet timsali genç adam! İzlanda’ya birkaç gün içinde varabileceğini mi düşünüyorsun? Dün beni bir ahmak gibi ortada bırakıp gitmeseydin, seni Liffender&Ortakları’nın Kopenhag bürosuna götürecektim. O zaman Kopenhag’dan Reykjavik’e ayda sadece bir kez, ayın yirmi ikisinde sefer olduğunu görecektin.”
“Yani?”
“Yani, haziranın 22’sine kadar beklersek Scartaris’in gölgesinin Sneffels’in kraterine düşmesini göremeyiz. Yani yolculuğumuzu güvene almak için, olabildiğince hızlı bir şekilde Kopenhag’a gitmemiz gerek. Şimdi git ve toparlan!”
Verilecek bir cevap yoktu. Odama çıktım. Gräuben arkamdan geliyordu. Yolculuk için gerekli her şeyi toplama işini o üstlenmişti. Sanki Lübeck veya Heligoland’a küçük bir seyahate gidiyormuşum gibi oldukça sakindi. Küçük elleri acele etmeden işliyordu. Sakince konuşmaktaydı. Bana bu yolculuğa çıkmam için mantıklı sebepler sayıyordu. Beni eğlendirse de ona kızgındım. Bazen patlayıversem bile o hiç dikkate almadan her zamankinden daha düzenli bir şekilde işini yapmaya devam ediyordu.
Sonunda valizimin son kayışı da bağlandı. Aşağı indim. Bütün gün ustalar ve elektrikçiler kapımızı aşındırdı. Martha aklını kaçırmak üzereydi.
“Efendim aklını mı kaçırdı?” diye sordu.
Kafamı salladım.
“Ve sizi de yanında mı götürecek?”
Yine kafamı salladım.
“Nereye peki?”
Parmağımla Dünya’nın merkezini işaret ettim.
“Mahzene mi?” diye şaşkınlıkla bağırdı yaşlı kâhya.
“Hayır.” dedim, “Ondan da aşağıya.”
Gece olmuştu ama artık zaman mefhumum kalmamıştı.
Amcam, “Yarın sabah tam altıda yola çıkıyoruz.” dedi.
Saat onda cansız bir kütle gibi yatağıma yığıldım. Bütün gece kâbuslar içinde kıvrandım. Uçurumlar görüp durdum. Çıldırmak üzereydim. Profesörün güçlü ellerinin beni yakaladığını, sürükleyip fırlatıldığımı ve paramparça olduğumu görüyordum. Boşlukta hızla düşüyordum. Hayatım sonu gelmeyen bir düşüşe dönmüştü. Saat beşte, bitkin bir şekilde titreyerek uyandım. Aşağı indim. Amcam masada, kahvaltısını yapmaktaydı. Ona dehşet ve tiksintiyle baktım. Ama sevgili Gräuben de oradaydı, tek kelime bile etmedim ve tek lokma bile yiyemedim.
Saat beş buçukta, dışarıda tekerlek sesleri işitildi. Büyük bir araba bizi Altona garına götürmek için gelmişti. Kısa zaman içinde amcamın sayısız kolisiyle tıka basa dolmuştu.
“Senin valizin nerede?” diye sordu.
“Hazır.” diye titrek bir sesle cevapladım.
“O zaman hızlan, yoksa treni kaçıracağız!”
Artık kadere karşı gelmenin bir anlamı kalmamıştı. Tekrar odama çıktım ve valizimi basamaklardan sürükleyerek amcamın peşine düştüm.
Bu esnada, amcam evin idaresini Gräuben’e teslim ediyordu. Benim güzel Virlandalım, her zamanki gibi sakindi. Vasisini öptü fakat narin dudaklarını yanağıma dokundururken gözünden gelen tek damla yaşa engel olamadı.
“Gräuben!” diye mırıldandım.
“Git sevgili Axel, git! Şimdi senin nişanlınım ve geri döndüğünde karın olacağım.”
Ona sıkıca sarıldım ve arabaya bindim. Kapıda duran Martha ve bu genç hanım, son bir kez daha el salladılar. Arabacının ıslığıyla hareketlenen atlar, Altona’ya doğru dörtnala koşmaya başladı.
VIII. BÖLÜM
Dikey İniş İçin Yapılan Ciddi Hazırlıklar
Hamburg’un bir banliyösü olmaktan başka bir özelliği bulunmayan Altona, bizi Belts’e götürecek olan Kiel demir yolu hattının ilk durağıydı. Yirmi dakika sonra Holstein’daydık.
Saat altı buçukta araba istasyona vardı; amcamın sayısız kolisi, bir yığın seyahat eşyası indirildi, taşındı, etiketlendi, tartıldı ve yük vagonuna yerleştirildi. Saat yedide kompartımanımızda karşı karşıya oturuyorduk. Düdük sesi işitildi, motor çalıştı ve yola koyulduk.
Her şeye boyun mu eğmiştim? Hayır, daha değil. Ama serin sabah havası ve akıp giden manzara, bir şekilde beni bu mutsuzluğumdan uzaklaştırmıştı.
Profesörün düşüncelerine gelince… En hızlı trenin bile hızını geride bırakmışlardı. Kompartımanda tek biz vardık ama konuşmuyorduk. Amcam azami dikkat göstererek ceplerini ve seyahat çantasını kontrol etti. En ince ayrıntıyı bile gözden kaçırmadığını gördüm.
Birçok belgenin arasında, dikkatlice kıvrılmış ve üzerinde Danimarka Büyükelçiliği amblemi taşıyan, ayrıca amcamın dostu olan Hamburg Konsolosu W. Christiensen’ın imzası bulunan bir belge vardı. Bu belge yardımıyla kendimizi uygun biçimde İzlanda valisine tanıtma imkânımız olacaktı.
Amcamın evrak çantasının en gizli bölmesinde, itinayla gizlenmiş olan bizim meşhur belgemizi de gördüm. Ona en içten lanetlerimi yağdırdıktan sonra manzarayı izlemeye koyuldum. Balçık kaplı, oldukça verimli dümdüz bir araziydi. Bu şekliyle, demir yolu yapımının oldukça kolay olduğu, rayların dümdüz yerleştirilmesine imkân sağlayan ve demir yolu şirketlerinin hoşuna gidebilecek bir araziydi.
Bu tekdüzeliğin beni sıkmasına fırsat kalmadı çünkü üç saat içinde denize yakın bir yer olan Kiel’e varmıştık.
Eşyalarımız Kopenhag’a kayıt ettirildiğinden ilgilenmemiz gerekmedi. Ama profesör en küçük eşyayı bile gemiye yüklenene kadar titiz bir ihtiyatla izlemeyi ihmal etmedi. Sonunda hepsi ambara yüklenerek gözden yitti.
Amcam bilindik aceleciliğiyle buharlı gemi ve tren kalkış saatlerini öyle güzel hesaplamıştı ki bir tam günümüz boşa gidecekti. Elenora buharlısı akşam yola çıkacaktı. Böylelikle bu sabırsız yolcunun, demir yolu yöneticilerine ve buharlı gemi şirketlerine ve de böylesi bir yavaşlığı mazur gören yöneticilere söverek geçireceği bir süreç başlamış oldu. Bu konu hakkında Elenora’nın kaptanına yüklendiğinde ben de ona destek çıkmak zorunda kaldım. Ama kaptan bizi başından savdı.
Kiel’de de -her yerde olduğu gibi- zamanımızı geçirecek bir şey bulmak zorunda kaldık. Arkasında küçük kasabanın yükseldiği koyu yeşil kıyılarda gezip, kasabaya ağaçların arasındaki bir kuş yuvası görünümünü veren sık ağaçlıklarda dolanarak, bahçelerinde minik hamamları olan villaları zevkle seyrederek bir yandan da homurdana homurdana saati on ettik.
Elenora’nın koyu dumanı göğe yükseliyor, güverte, kazanın titreyişi ile sarsılıyordu; artık güvertedeydik ve geminin tek kamarasındaki ranzanın da sahibiydik.
Yaklaşık on beş dakika içinde palamarlar gevşetildi ve buharlı, Büyük Belt Boğazı’nın kara sularında hızla yol almaya başladı.
Karanlık bir geceydi. Kesif bir soğuk ve dalgalı bir deniz vardı. Bu zifirî karanlığın içinden kıyıdaki birkaç ışık seçilebiliyordu, sonra -zamanını tam olarak hatırlamasam da- bir yerlerdeki deniz fenerinin ışığı dalgalara vurdu. İşte yolculuğumuzun ilk kısmıyla ilgili hatırladıklarım bunlar.
Sabah saat yedide Korsör’e vardık. Zelanda’nın batı kıyısında yer alan küçük bir kasabaydı bu. Orada bizi tıpkı Holstein düzlüklerindeki gibi engebesiz arazilerden geçirecek olan başka bir demir yolu hattına geçtik.
Üç saatlik seyahat sonunda, Danimarka’nın başkentine vardık. Amcam, tüm gece gözünü kırpmamıştı. Bu sabırsızlığıyla sanırım treni hızlandırmaya çalışıyordu.
Sonunda denizi gördü.
“Sund!” diye bağırdı.
Solumuzda, hastaneye benzer bir bina vardı.
“Burası bir akıl hastanesi!” dedi yanımızdaki yolculardan biri.
Harika! diye düşündüm, Hayatımızın son günlerini asıl burada geçirmeliyiz! Ama ne kadar büyük olursa olsun yine de Profesör Lidenbrock’nun deliliğini barındıracak kadar büyük değildi!
Sonunda, sabah saat onda, Kopenhag’a ayak bastık. Bagajımız arabaya yüklenip bizimle beraber Breda Gate’teki Phoenix Oteline getirildi. İstasyon şehir dışında olduğundan bu yolculuk yaklaşık yarım saatimizi aldı. Amcam, hızla alınan bir banyonun ardından beni dışarı sürükledi. Otelin kapı görevlisi, İngilizce ve Almanca konuşabiliyordu fakat çok dil bilen bir insan olan amcam, onunla Danca konuştu ve bu dil sayesinde, kapı görevlisi bizi Antik Kuzey Ülkeleri Eserleri Müzesine yönlendirdi.
Taştan yapılma savaş aletleri, kaplar ve mücevherlerle bu ülkenin tarihinin yeniden canlandırılabildiği bu ilginç kurumun küratörü[15 - Müze, kütüphane, sergi, hayvanat bahçesi vb.ni yöneten ve buralardaki etkinlikleri düzenleyen yetkili kimse. (ç.n.)] kültürlü bir âlim olan Profesör Thomsen’dı ve kendisi aynı zamanda Danimarka’nın Hamburg büyükelçisinin arkadaşıydı.
Amcamda kendisine gönderilmiş bir tavsiye mektubu vardı. Genel bir kural olarak, bir âlim diğer bir âlimi oldukça mesafeli bir şekilde karşılar fakat burada durum farklıydı. Yardımsever Bay Thomsen, Profesör Lidenbrock’yu ve hatta yeğenini oldukça sıcak karşıladı. Tabii gizli belgenin bu mükemmel küratörden saklandığını belirtmem gerek. Bizler sadece meraktan İzlanda’yı görmek isteyen zararsız seyyahlardık.
Bay Thomsen, bize her şekilde yardımcı oldu, ardından bir sonraki gemimizi bulabilmek için birlikte rıhtıma gittik.
Hâlâ İzlanda’ya gidecek bir ulaşım aracı bulamayacağımızı umut etmekteydim. Fakat hiç şansım yoktu. Küçük bir Danimarka guleti olan Valkyria, 2 Haziran’da Reykjavik’e doğru yelken açacaktı. Kaptan Bjarne, güvertedeydi. Coşkulu yolcusu öylesine mutluydu ki adamın elini acıtırcasına sıktı. İyi niyetli adam, bu güç karşısında şaşırmıştı. Mesleği gereği İzlanda’ya gitmek onun için çok sıradan bir işti ama amcam için büyük meseleydi.
Değerli kaptan, bu aşırı heyecandan istifade ederek ücreti ikiye katladı. Ama biz bu cüzi meblağla canımızı sıkmadık.
İstediğinden fazla para alan Kaptan Bjarne, “Salı günü sabah saat yedide gemide olmalısınız.” diye ekledi.
Bay Thomsen’a kibarlığından dolayı teşekkür edip otelimize döndük.
“Her şey yolunda, her şey yolunda!..” diye tekrarlayıp durdu amcam. “Yola çıkmak üzere olan bu gemiye rastlamamız ne şanstı ama! Şimdi kahvaltımızı edelim ve kasabada bir gezintiye çıkalım.”
Önce, ortasında artık kimseyi korkutmayan iki topun yer aldığı, biçimsiz bir meydan olan Kongens-nye-Torw’a gittik. Hemen yakında, beş numarada, Vincent adında bir aşçının işlettiği Fransız restoranına gittik ve kişi başı dört mark ödeyerek cüzi bir fiyata güzel bir kahvaltı yaptık.
Şehri keşfederken çocuksu bir haz duydum. Amcamı da benimle gelmeye ikna ettim fakat hiçbir şeyle ilgilenmedi. Ne hiç de görkemli sayılamayacak krallık sarayı ne müzenin önünden geçen kanalın üzerindeki 17. yüzyıla ait güzel köprü, güzel bir parktaki Rosenborg’un, oyuncak evi andıran şatosu, görkemli bir Rönesans eseri olan borsa binası, binanın, kuyrukları birbirine dolanmış dört bronz ejderhadan oluşan çan kulesi ne de surlarda yer alan, denizden esen rüzgârla şişen yelkenleri andıran geniş kanatlı büyük değirmenler ilgisini çekiyordu.
Güzel Virlandalım ve ben, ne güzel yürüyüşler yapardık burada… Kırmızı çatılarının altında sakince uyuyan çift güverteli gemilerin ve fırkateynlerin bulunduğu liman boyunca, boğazın yemyeşil kıyılarında, mürver ve söğüt dalları arasında kara toplarının namluları görünen kaleyi saklayan koyu gölgeliklerde ne güzel gezerdik!
Heyhat! Gräuben çok uzaklardaydı ve onu tekrar görebilme umudum da yoktu.
Amcam bu romantik manzarayı hiç fark etmese de Kopenhag’ın güneybatı yakasını oluşturan Amak Adası’nda yer alan kilise çanını görünce hayli etkilenmişti.
O yöne yürümem emredildi. Kanallar arasında çalışan küçük bir buharlıya bindik ve kısa zamanda tersane rıhtımına yanaştık.
Sarılı grili renklerde pantolonlar giyen, gardiyanların emrindeki kürek mahkûmlarının çalıştığı dar sokaklardan geçip Vor Frelsers Kirke’ye vardık. Bu kilisenin kayda değer bir özelliği yoktu ama çan kulesinin amcamın dikkatini çekmesinin bir sebebi vardı. Kulenin tepesinden başlayarak döne döne yükselen bir merdiven bulunuyordu ve bu merdivenin sarmalları göğe uzanıyordu.
“Hadi en tepeye tırmanalım.” dedi amcam.
“Benim başım döner.” dedim.
“İşte tırmanmak için başka bir neden daha. Buna alışmamız gerek.”
“Ama…”
“Gel dedim, zamanımızı boşa harcama!”
Boyun eğmem gerekti. Sokağın diğer ucunda oturan bekçi bize anahtarı verdi ve tırmanmaya başladık.
Amcam hemen önümde hızla ilerliyordu. Onu korkmadan izliyordum diyemeyeceğim çünkü başım dönmeye oldukça müsaittir. Bende ne bir kartalın dengesi ne de korkusuz mizacı vardır.
Kulenin içindeki merdivenlerden tırmanırken sorun yoktu ama yüz elli basamak çıktıktan sonra, rüzgâr yüzümü yalamaya başladı. Kulenin sahanlığına varmıştık. İşte incecik korkuluğu olan ve giderek daralıyormuş gibi görünen hava merdiveni burada başlıyordu!
“Bunu asla yapamam!” dedim.
“Korkak olma bayım, yukarı gel!” diye acımasızca seslendi amcam.
Korkuluklara yapışarak onu izlemek zorunda kaldım. Temiz hava beni sersem etmişti. Rüzgârın her esişinde kulenin sallandığını hissediyordum. Dizlerimin bağı çözüldü, emeklemeye sonra da sürünmeye başladım. Gözlerimi kapattım, sanki boşlukta kaybolmuştum.
Amcamın yakamdan çekmesiyle sonunda kürenin kenarına ulaştım.
“Aşağı bak!” diye bağırdı, “İyice bak! Uçurumlarla ilgili bir ders alman gerek.”
Gözlerimi açtım. Aşağıdaki evler sanki gökten yere çakılmış gibi dümdüz görünüyordu. Bir sis bulutu üzerlerini kaplamıştı. Kafamın üstündeki bulutlar göz yanılması sonucu hiç hareket etmiyor gibi görünse de çan kulesi, küre ve ben inanılmaz bir hızla dönüyorduk. Bir tarafta yeşil şehir, diğer tarafta ise Güneş ışığı altında parıldayan deniz vardı. Elsinore’a doğru, üzerinde bir martının kanatlarını andıran birkaç beyaz yelkenli bulunan Sund Boğazı uzanıyordu. Doğudan gelen sisin içinde, kuzeydoğuya doğru uzanan İsveç kıyıları hayal meyal seçilebiliyordu. Bu engin manzara, gözlerimin önünde dönüp duruyordu.
Ayağa kalkıp dik durmaya ve bakmaya çabaladım. Bu ilk baş dönmesi dersim yaklaşık bir saat sürdü. Sonunda aşağı inip sokağın sağlam zeminine basmama izin verildiğinde her yanım ağrıyordu.
“Yarın tekrar geleceğiz.” dedi profesör.
Ve öyle de oldu, beş gün boyunca bu “baş döndürmeme” derslerine katılmak zorunda kaldım ve istesem de istemesem de “yüce tasavvur” sanatında biraz ilerleme kaydettim.
IX. BÖLÜM
İzlanda! Peki Ama Sonra Ne Var?
Yola çıkma günü gelip çatmıştı. Bir gün öncesinde, nazik dostumuz Bay Thomsen gelip İzlanda Valisi Baron Trampe, Piskopos Yardımcısı Bay Petursson ve Reykjavik Belediye Başkanı Bay Finsen’e verilmek üzere tavsiye mektupları getirdi. Amcam da ellerini kuvvetle sıkarak bu kibarlığa karşılık verdi.
Ayın ikisinde, sabah saat altıda, tüm değerli eşyamız Valkyria’ya yüklenmişti. Kaptan bizi oldukça dar bir kamaraya götürdü.
“Rüzgâr iyi mi?” diye sordu amcam.
“Mükemmel!” diye cevapladı kaptan, “Güneydoğudan esiyor. Sund Boğazı’nı yelkenler fora edilerek tam yol geçeceğiz.”
Kısa süre sonra gulet; mizana, gabya, randa yelkenleri ve grandi ile pruva direklerinin babafingosu hazırlanarak demir aldı ve bütün yelkenler basılarak boğazdan geçmeye başladı. Bir saat sonra, Danimarka’nın başkenti, dalgalar arasında kaybolmaktaydı ve Valkyria, Elsinore kıyılarını yalayarak geçiyordu. Bu gergin ruh hâlimle, Hamlet’in hayaletini, bu efsanevi kalenin taraçasında gezinirken görmeyi bekliyordum.
“Soylu deli!” dedim, “Sen de bu yaptığımızı onaylardın kuşkusuz. Belki de ebedî kuşkularına cevap bulmak için sen de bizimle beraber Dünya’nın merkezine gelirdin.”
Ama surlarda hiç hayalet görünmüyordu. Aslında bu kale, efsanevi Danimarka Prensi’nden çok daha gençti. Şimdi ise yılda, farklı uluslara ait on beş bin geminin geçtiği boğazı denetleyen görevlinin, görkemli barınağı olmuştu.
Kısa süre sonra, Kronborg Kalesi ve aynı zamanda İsveç kıyısındaki Helsingborg Kulesi de sisin içinde kayboldu. Gulet, Cattegat rüzgârlarıyla hızlanıp yoluna devam etti.
Valkyria görkemli bir gemiydi fakat yüzen bir ulaşım aracına asla güven olmaz. Reykjavik’e kömür, ev eşyası, çanak çömlek, yün giysi ve koca bir ambar dolusu buğday götürüyordu. Gemi mürettebatı, beş Danimarkalıdan ibaretti.
“Yolculuk ne kadar sürecek?” diye sordu amcam.
“On gün.” diye cevapladı kaptan, “Tabii Faroe Adaları’nı geçerken bir kuzeybatı rüzgârına denk gelmezsek.”
“Nasıl yani, ciddi bir gecikme ihtimalinden mi söz ediyorsunuz?”
“Hayır Bay Lidenbrock, sakin olun, oraya zamanında varacağız.”
Akşama doğru gulet, Danimarka’nın kuzey ucu olan Skaw’ı geride bıraktı, gece ise Skager Rack’ı geçti, Lindness Burnu’ndan Norveç’i aştı ve Kuzey Denizi’ne açıldı.
İki gün içinde, Peterhead yakınlarına gelip İskoçya kıyılarına ulaştık. Valkyria, Orkney ve Shetlands Adaları’nın arasından geçip Faroe Adaları’na yöneldi.
Çok geçmeden, Atlantik’te yol almaya başladık. Kuzey rüzgârına karşı durmak zorunda kaldık ama çok da zorlanmadan Faroe Adaları’na ulaştık. Ayın sekizinde, kaptan bu adaların en güneyde olanına, Myganness’e yöneldi ve o andan itibaren, İzlanda’nın en kuzey ucu olan Portland Burnu’na doğru dümdüz bir yol izledi.
Yolculuk esnasında, sıra dışı bir olay yaşanmadı. Denizin neden olduğu sıkıntılara oldukça iyi göğüs geriyordum. Amcamsa kuvvetli mide bulantısından ve daha da kuvvetli olan utancından ötürü bütün yolu hasta geçirdi.
Böylelikle, kaptanla Sneffels’e nasıl gidileceği ve kullanılabilecek ulaşım araçları hakkında konuşacak fırsatı olmadı. Tüm bu soruşturmayı, yolculuğun sonuna kadar ertelemek zorunda kaldı ve tüm zamanını en küçük bir dalgada bile çatırdayan küçük kamaramızda sürekli yatarak geçirdi. Hak ettiği cezayı bulmuştu.
Ayın on birinde, Portland Burnu’na vardık. Hava berraktı, bu yüzden tepede asılı gibi duran Myrdals Yokulu’nu görmek mümkündü. Burun, kumsalın kenarında tek başına duran dik yamaçlı küçük bir tepeden ibaretti.
Valkyria, balina ve köpek balığı sürülerinin arasında kıyıdan belli bir mesafede, batıya doğru seyretmekteydi. Kısa süre sonra, delik deşik büyük bir kayalıkla karşı karşıya geldik. Köpüren deniz, kayalığın gözeneklerinin arasından kudurmuş gibi saldırıyordu. Westman Adacıkları, sıvı bir düzlüğün üzerine serpiştirilmiş kayalar gibi denizin içinden yükseliyordu. İşte o andan başlayarak, gulet, İzlanda’nın batı ucunu oluşturan Reykjaness Burnu’nu geniş bir açıyla dönebilmek için kıyıya uzak mesafede seyretmeye başladı.
Azgın deniz, amcamın güverteye çıkıp denizin dövdüğü ve delik deşik olmuş bu güzel kıyıları görmesine mâni oldu.
Kırk sekiz saat sonra, yelkenleri tamamen indirerek kaçmaya çalıştığımız bir fırtınadan çıkarken, Skagen Burnu’nun çakarını gördük. Oldukça tehlikeli kayalıklar denizin içlerine doğru sokulmaktaydı. İzlandalı bir kılavuz, gemiye çıktı ve üç saat sonra Valkyria, Faxa Körfezi’nde, Reykjavik’in önünde demir attı.
Sonunda profesör kamaradan burnunu çıkarabildi, oldukça solgun ve bitkin görünüyordu ama hâlâ heyecan doluydu ve gözleri hoşnutlukla parıldamaktaydı.
Herkesin beklediği bir şeyler bulunan bu geminin varışı, iskelede hatırı sayılır bir kalabalığa yol açtı.
Amcam hızla bu “yüzen zindanı” veya “hastaneyi” terk etti. Fakat güverteden ayrılmadan önce, beni geminin burnuna sürükledi ve parmağıyla körfezin kuzeyini işaret ederek hiç erimeyen karlı iki tepesi bulunan uzaktaki bir dağı gösterdi:
“Sneffels! Sneffels!”
Ardından tek bir hareketle kesinlikle bir şey söylemememi belirttikten sonra, onu beklemekte olan tekneye bindi. Ardından gittim, işte artık gerçekten İzlanda topraklarına ayak basmıştık.
İlk görüştüğümüz kişi, general üniformasının içinde oldukça yakışıklı görünen bir beyefendi oldu. Aslında bir general değildi, vali ve aynı zamanda bir yargıç olan Baron Trampe’nin ta kendisiydi. Profesör hemen kimin karşısında olduğunu anladı ve ona Kopenhag’dan getirdiği mektupları uzattı, sonra tek kelimesini bile anlamadığım Danca bir şeyler konuşuldu. Ama bu ilk görüşmenin sonucunda Baron Trampe, Profesör Lidenbrock’nun emrine amade olmuştu.
Belediye Başkanı Bay Finsen de amcamı aynı nezaketle karşıladı. O da aynen vali gibi bir asker edasına sahipti.
Piskopos Yardımcısı Bay Petursson’a gelince, kendisi o esnada kuzeye yaptığı bir dinî ziyaretteydi. Yani onunla tanışma şerefine ulaşmak için biraz beklememiz gerekecekti. Fakat Reykjavik Üniversitesinde doğa bilimleri profesörü olan Bay Fridrikssen, oldukça eğlenceli bir insandı ve arkadaşlığı benim için büyük anlam ifade ediyordu. Bu alçak gönüllü filozof sadece Danca ve Latince biliyordu. Benimle Horatius’un[16 - Augustus döneminin en önemli Romalı şairi (8 Aralık MÖ 65-27 Kasım MÖ 8). (e.n.)] dilinde konuşunca birbirimizi anlamak için yaratıldığımızı anladım. Aslına bakarsanız İzlanda’da konuşabildiğim tek insan oydu.
Bu iyi huylu beyefendi, kendi evinin üç odasından ikisini bize tahsis etti ve biz de valizlerimiz ve Reykjavik halkını oldukça şaşırtan malzemelerimizle bu odaları kısa süre içinde işgal ettik.
“İşte Axel!” diye söze girdi amcam, “İlerliyoruz ve işin en zorlu kısmı sona erdi bile.”
“En zorlu kısmı mı?” diye sordum hayretle.
“Emin olabilirsin, artık tek yapmamız gereken aşağı inmek.”
“Tabii, tek yapacağımız şey buysa oldukça haklısınız ama her şey bir yana, aşağı inince, tekrar yukarı çıkmamız gerekecek sanırım, değil mi?”
“Oh, bunu kafama takmıyorum. Gel, kaybedecek zamanımız yok. Kütüphaneye gidiyorum. Belki orada Saknussemm’e ait el yazmaları vardır. Onlara göz atmak bana mutluluk verir.”
“Şey, siz oradayken ben de kasabaya inerim. Siz de katılmak ister miydiniz?”
“Bu hiç ilgimi çekmez. Benim ilgimi çeken şey, bu adanın üstünde değil altında olanlar.”
Dışarı çıktım ve ayaklarımın beni götürdüğü yönde ilerlemeye başladım.
Reykjavik’te kaybolmak neredeyse imkânsızdı. Hele iletişim kurarken tek yolunuz el kol hareketleriyse başkalarına yol sormaya hiç gerek yoktu. Kasaba, iki tepe arasındaki bataklık ve alçak bir arazide bulunuyordu. Geniş bir donmuş lav yatağı, bir taraftaki sınırını oluşturmaktaydı ve yavaşça denize doğru akıyordu. Diğer tarafta ise şu anda sadece Valkyria’nın demirli olduğu, geniş Faxa Körfezi uzanıyordu ve kuzeyde Sneffels Yokulu yolunu kesiyordu. Genellikle burada İngiliz ve Fransız devriye gemileri demirlerdi ama şu anda adanın batı kıyısında devriyedeydiler.
Reykjavik’in iki caddesinden uzun olanı, sahile paralel uzanıyordu. Burada, enlemesine yerleştirilmiş kırmızı kalaslardan yapılma evlerde, satıcı ve tüccarlar yaşamaktaydı. Batıya doğru uzanan diğer cadde, ticaretle ilgisi olmayan ahalinin ve piskoposun evinin arasındaki gölde son buluyordu.
Kısa sürede bu kasvetli yolları keşfetmiştim. Bazen eskimiş bir halıyı andıran ot kümeleri, bazen de seyrek bitkilerin olduğu bostana benzer bahçelerle karşılaşıyordum. Burada yetişen patates, lahana ve marul gibi bitkiler o kadar azdı ki ancak bir Lilliput[17 - Lilliput, “Güliver’in Gezileri” kitabında da geçer; oldukça küçük boyuttaki insanlara verilen addır. (ç.n.)] masasını donatabilirdi. Birkaç hastalıklı şebboy, havanın ve güneşin tadını çıkartmaya çabalıyordu.
Ticaret yapılmayan caddenin ortalarına doğru halk mezarlığına rastladım. İçinde yeteri kadar yer bulunan, toprak duvarla çevrili bir yerdi.
Birkaç adım sonra, Hamburg’daki belediye binasıyla kıyaslanınca bir kulübeyi andıran ama İzlanda halkının yaşadığı evleri göz önüne alınca bir saraya benzeyen, belediye başkanının evine vardım.
Göl ve kasaba arasındaki alana Protestan usulüne uygun olarak bir kilise inşa edilmişti. Tamamıyla adanın kendi iş gücü ve kaynakları kullanılarak yanardağdan gelen kireçli taşlarla yapılmış bir binaydı. Kiliseye devam edenlerin tüm hayıflanmalarına karşın batıdan esen şiddetli rüzgârlar kırmızı kiremitten yapılmış çatısını göklere savuracak gibiydi.
Daha sonra ev sahibimizden öğreneceğim üzere, utançla itiraf etmeliyim ki tek kelime bile anlamadığım dört dilin, yani İbranice, İngilizce, Fransızca ve Danca dillerinin hepsinin de öğretilmekte olduğu devlet okuluna vardım. Herhâlde bu küçük okuldaki kırk öğrencinin sonuncusu olurdum ve en dayanıksızların daha ilk gece havasızlıktan boğulacağı daracık odalardaki ranzalarda, onlarla beraber uyumaya bile layık görülmezdim.
Üç saat içinde sadece kasabayı değil, tüm çevreyi de keşfetmiş oldum. Yörenin genel görüntüsü oldukça hüzün vericiydi. Hiç ağaç yoktu ve neredeyse yok denecek kadar az yeşillik vardı. Her yer, volkanik hareketliliğin bir göstergesi olarak çıplak kayalıklarla kaplıydı. İzlanda’daki kulübeler, topraktan ve turbadan yapılmaydı, duvarları içeri doğru bombeleniyordu, toprağın üzerine yerleştirilmiş damlara benziyorlardı.
Fakat bu çatılar bir nevi mera oluşturuyordu, evlerin ısısı sayesinde, otlar bir dereceye kadar yeşeriyordu ve zamanı gelince dikkatlice biçiliyordu. Bu yapılmazsa atlar gelip bu yeşil meskenlerde otlayabilirdi.
Bu küçük keşif gezim esnasında, sadece birkaç insanla karşılaştım. Ana caddeye dönüşüm sırasında, insanların çoğunu başlıca geçim kaynakları olan morina balığını kuruturken, tuzlarken veya paketlerken gördüm. Erkekler dayanıklı ama hantaldı, dalgın bakışlı sarışın Almanlara benziyorlardı. Kendi türlerinden oldukça uzakta olduklarının farkındaki bu zavallı insanlar, bu buzlar ülkesinde sürgün ve kutup dairesinin hemen dışında yaşamaya mahkûmdular, aslında doğanın onları Eskimo olarak yaratması gerekirdi! Dudaklarında bir gülümsemenin belirmesini boşuna bekledim. Bazen istemsiz bir kas seğirmesinden ötürü gülüyor gibi görünseler de hiç gülümsemediler.
Bu insanlar, İskandinav dillerinde “vadmel” adı verilen siyah, yün bir kumaştan yapılma kaba bir ceket, geniş kenarlı bir şapka, kırmızı şeritli pantolon ve ayakkabı niyetine ayağın etrafına sarılan bir parça deriden oluşan kıyafetleri giyiyorlardı.
Kadınlar da en az erkekler kadar kederli ve boyun eğmiş görünmekteydi. Güzel sayılabilecek ama donuk suratları vardı. Koyu renk vadmelden yapılma elbise ve etek giyiyorlardı. Evlenmemiş olanlar örülmüş saçlarının üstüne, el örgüsü şapkalar takıyorlardı. Evliyseler başlarına, tepesine beyaz bir kumaş taktıkları renkli bir baş örtüsü bağlıyorlardı.
İyi bir yürüyüşten sonra, Bay Fridrikssen’in evine döndüm ve amcamı ev sahibimizle sohbet ederken buldum.
X. BÖLÜM
İzlandalı Âlimlerle Yapılan İlginç Sohbetler
Akşam yemeği hazırdı. Gemide yaptığı zorunlu perhizden ötürü midesi dipsiz bir kuyuya dönen Profesör Lidenbrock, tüm yemekleri iştahla mideye indirdi. Yemekte olağanüstü hiçbir yan yoktu fakat İzlandalıdan çok Danimarkalı olan ev sahibimizin konukseverliği, bana çok eski zamanların kahramanlarını hatırlattı. Sanki biz kendi evimizde onu ağırlıyorduk.
Konuşmalar yerel dilde yapıldı ve benim daha rahat dâhil olabilmem için, içine amcam tarafından biraz Almanca, Bay Fridrikssen tarafından da biraz Latince katıldı. Konuşma, iki âlim bir araya geldiğinde olacağı üzere, bilimsel meseleler üzerine dönüyordu. Fakat Profesör Lidenbrock oldukça ketum davranıyordu ve her göz göze gelişimizde söylediği her cümleyle gelecekteki projelerimiz hakkında bana sessiz kalmamı işaret ediyordu.
İlk olarak, Bay Fridrikssen amcamın kütüphanede istediğini bulup bulamadığını merak etti.
“Kütüphaneniz! Neden neredeyse bomboş olan raflarda birkaç yırtık kitaptan başka bir şey yok?”
“Aslında…” diye söz aldı Bay Fridrikssen, “Oldukça nadir ve değerli yaklaşık sekiz bin kitabımız, eski İskandinavca ile kaleme alınmış eserlerimiz ve Kopenhag’dan her sene gönderilen yeni kitaplarımız var.”
“Bu sekiz bin kitabı nerede saklıyorsunuz? Ben sadece…”
“Ah Bay Lidenbrock, kitaplar tüm ülkeye yayılmış durumda. Böylesine soğuk bir ülkede yaşayan bizler, okumayı severiz. Okumayan veya okuyamayan tek bir balıkçı, tek bir çiftçi bulamazsınız. Bizim inancımız, kitapların demir parmaklıklar arkasında küflenmesindense birçok okuyucunun ellerinde yıpranması yönündedir. Yani bu kitaplar elden ele dolaşıp tekrar tekrar okunarak, çoğu zaman bir iki yıl geçmeden raflardaki yerlerine geri dönmezler.”
“Ve bu esnada da…” diye oldukça sıkkın bir tonla devam etti amcam, “Yabancılar ise…”
“Ne bekliyordunuz ki? Yabancıların evlerinde kendi kütüphaneleri var. Hem işçiler için en önemli olan şey, kendilerini eğitmeleridir. Tekrar söylüyorum, okuma aşkı İzlandalıların kanında var. 1816 yılında oldukça zengin bir edebiyat derneği kurduk ve yabancı âlimler bu derneğin bir üyesi olmaktan şeref duyuyorlar. Bu dernek sıradan vatandaşları eğitecek kitaplar basıyor ve ülkeye büyük hizmette bulunuyor. Eğer siz de mektupla üyemiz olursanız Bay Lidenbrock, bize onur verirsiniz.”
Zaten yüze yakın bilim derneğinin üyesi olan amcam, bu teklifi severek kabul etti ve bu durum Bay Fridrikssen’i gözle görülür biçimde mutlu etti.
“Şimdi…” diye devam etti, “Bana kütüphanemizde hangi kitapları bulmayı umduğunuzu belirtirseniz, belki onları elde etmenizi sağlayabilirim.”
Amcamla göz göze geldik. Kararsız kalmıştı. Bu dolambaçsız soru, direkt olarak çalışmasının kaynağına yönelikti. Bir anlık tereddütten sonra konuşmaya karar verdi.
“Bay Fridrikssen, acaba kitaplarınız arasında Arne Saknussemm’e ait olan var mıydı?”
“Arne Saknussemm mi?” diye yineledi Reykjavikli profesör. “Şu on altıncı yüzyıl âlimi, bir doğa bilimci, kimyacı ve seyyah olan Arne Saknussemm mi?”
“Ta kendisi!”
“İzlanda edebiyatının ve biliminin gurur kaynaklarından biri öyle mi?”
“Kesinlikle!”
“Dünyaca tanınmış bir âlim olan Saknussemm mi?”
“Evet öyle.”
“Hani şu cesareti ve dehası eşit derecede olan?”
“Onu iyi tanıdığınızı anlayabiliyorum.”
Kendi kahramanın bu şekilde tasvir edilmesiyle amcamın ağzı kulaklarına varmıştı. Bay Fridrikssen’i bakışlarıyla yiyip bitirmişti âdeta.
“Peki…” dedi, “Nerede bu eserler?”
“Maalesef onun eserlerine sahip değiliz.”
“Nasıl olur? İzlanda’da değil mi?”
“Ne İzlanda’da ne de başka yerdeler.”
“Neden peki?”
“Çünkü Saknussemm dinsel sapkınlık sebebiyle işkence gördü ve 1573 yılında kitapları cellatlarca yakıldı.”
“Harika! Mükemmel!” diye bağırdı amcam. Doğa bilimleri profesörünü hayrete düşürmüştü.
“Ne?” diye bağırdı profesör.
“Evet evet, işte şimdi her şey açığa kavuştu. Saknussemm’in zekâsının örneği olan keşiflerini neden anlaşılmaz bir şifreyle yazdığını şimdi anlıyorum. Çünkü kara listeye alınmıştı ve sırrını saklamak zorundaydı.”
“Ne sırrı?”
“Şey, işte…” diye geveledi amcam.
“Elinizde gizli bir belge mi var?” diye sordu ev sahibimiz.
“Hayır, sadece varsayımda bulunuyordum.”
“Tamam o zaman.” diye cevapladı Bay Fridrikssen. Afallamış olan amcamı zorlamayacak kadar kibardı. “Umarım, adamızın maden zenginliklerini görmeden buradan ayrılmazsınız.”
“Kuşkusuz…” dedi amcam. “Ama sanırım biraz geç kaldım bunun için. Daha önce başka bilginler onları görmüştür kanımca.”
“Evet Bay Lidenbrock; Bay Ólafsson ve Bay Povelsen’in kralın buyruğuyla yaptıkları çalışmalar, Troil’in araştırmaları, Fransız korveti La Recherche ile gelen Bay Gaimard ve Bay Robert’in yönettiği bilimsel heyet ve son olarak Reine Hortanse ile gelen bilim adamlarının çalışmaları, İzlanda hakkındaki bilgilerimizi genişletmiştir. Fakat sizi temin ederim ki daha keşfedilecek çok şey var.”
“Öyle mi sizce?” diye sordu amcam, gözlerinden fışkıran heyecanını saklamaya ve sakin kalmaya çabalıyordu.
“Tabii ki daha hakkında pek az şey bilinen öyle çok dağ, buzul ve volkan var ki! Çok öteye gitmeye gerek yok. Şurada, ufuktaki dağı gördünüz mü? İşte o Sneffels’tir.”
“Ah!” dedi amcam olabildiğince sakin kalmaya çabalayarak, “Sneffels o mu?”
“Evet, Dünya’daki en ilginç volkanlardan birisidir ve kraterine de kimse ulaşamamıştır.”
“Sönmüş bir yanardağ mı?”
“Evet, beş yüz yıldan beri hiç patlamadı.”
“Tamam.” diye cevapladı amcam, sevinçten havaya fırlamamak için bacaklarını kenetlemişti. “İşte benim jeolojik çalışmalarıma başlamak istediğim yer orası, Seffel, Fessel… Adı ne demiştiniz?”
“Sneffels.” dedi iyi niyetli Bay Fridrikssen.
Konuşmanın bu kısmını Latince yapmışlardı, kelimesi kelimesine anlamıştım ve amcamın vücudunun her noktasından fışkıran heyecanını bastırmak için gösterdiği çaba karşısında gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Kendine masum bir hava vermeye çalışsa da bu hâliyle yaşlı bir şeytana benziyordu.
“Evet.” dedi, “Söyledikleriniz kararımı vermemi sağladı. Sneffels’e tırmanmaya çalışacağız. Hatta belki kraterini de inceleme şansımız olur.”
“Üzgünüm…” diye cevapladı Bay Fridrikssen, “Ama çalışmalarım dolayısıyla buradan ayrılmam imkânsız, aksi takdirde sizinle gelmekten hem zevk alırdım hem de bu, yararıma olurdu.”
“Oh lütfen Bay Fridrikssen!” dedi amcam, “Kimseye rahatsızlık vermek istemeyiz. Yine de size kalben teşekkür ederim, sizin gibi değerli bir kişinin bize eşlik etmesi çok işimize yarardı fakat işleriniz…”
Ev sahibimizin İzlandalı ruhunun masumluğuyla, amcamın kötü niyetini sezmediğine memnundum.
“Şu volkandan başlamanızı kuvvetle tavsiye ederim Bay Lidenbrock. Çok ilginç gözlemlerde bulunacaksınız. Ama lütfen, Sneffels Yarımadası’na nasıl gideceğinizi söyler misiniz?
“Körfezi geçerek denizden gitmeyi planlıyorum. En kestirme yol bu.”
“Elbette ama imkânsız.”
“Neden?”
“Çünkü Reykjavik’te bir tek sandalımız bile yok.”
“Ne diyorsunuz!”
“Kıyıyı takip ederek karadan gitmek zorundasınız. Daha uzun fakat daha ilginç olacaktır.”
“Peki o zaman bir rehbere ihtiyacımız olacak.”
“Size birisini önerebilirim.”
“Güvenilir ve zeki birisi mi?”
“Evet, yarımadanın yerlisi. Kuzey ördeği avcısıdır ve çok da zekidir. Dancayı mükemmel konuşur.”
“Onu ne zaman görebilirim?”
“İsterseniz yarın.”
“Neden bugün değil?”
“Çünkü yarına kadar burada olmayacak.”
“Yarın o zaman…” diye iç çekti amcam.
Bu önemli konuşma, kısa süre sonra Alman profesörün İzlandalı meslektaşına içten teşekkürleriyle son buldu. Akşam yemeği esnasında, amcam önemli şeyler öğrenmişti: Saknussemm’in hikâyesini, belgenin şifreli olmasının nedenini, ev sahibinin ona gezide eşlik edemeyeceğini ve ertesi gün emrinde bir rehber olacağını…
XI. BÖLÜM
Dünya’nın Merkezine Götürecek Bir Rehber Bulundu
Akşam sahilde kısa bir yürüyüş yaptım ve tüm gece horlayarak uyuduğum tahta yatağıma geri döndüm.
Uyanınca, amcamın yan odada yüksek sesle konuşmakta olduğunu duydum. Hızla üstümü giyip yanına gittim.
Oldukça yapılı bir adamla Danca konuşuyordu. Bu adam, çok güçlü olmalıydı. Geniş ama çocuksu görünen yüzüne bakıp gözlerini görünce akıllı bir adama benzediğini düşündüm. Deniz mavisi gözlerdi bunlar. İngiltere’de bile kızıl denilebilecek uzun saçları, geniş omuzlarına dökülüyordu. Hareketleri kıvrak ve akıcıydı fakat konuşurken kollarını hiç oynatmıyordu. Vücut diliyle ilgili hiçbir şey bilmiyor veya umursamıyor gibiydi. Kusursuz bir dinginlik ve denge timsaliydi. Kesinlikle miskinlik değil, tam bir dinginlik örneğiydi. Daha ilk görüşte kimseye bağlı kalmayacağı, kendi kurallarına göre çalıştığı ve bu dünyada onun hayat felsefesini etkileyecek bir şeyin bulunmadığı anlaşılıyordu.
Bu İzlandalının karakterinin ince noktalarını, profesörün ağzından dökülen coşkulu konuşmayı dinlerken takındığı tavırdan sezebilmiştim. Kollarını kavuşturarak ayakta dikelmiş ve amcamın bitmek bilmeyen el kol hareketlerinden zerre kadar etkilenmemişti. Kafasını hafifçe soldan sağa oynatarak bir fikre katılmadığını belli ederken, katıldığını ise başını uzun saçlarının hareket etmesine fırsat bile vermeyecek kadar az eğerek belirtiyordu. Pintilik derecesinde az hareket ediyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/zhul-vern/dunya-nin-merkezine-seyahat-69428881/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
1529 yılında Hamburg’da kurulmuş ünlü bir okul. (e.n.)
2
Mineral bilimi. (e.n.)
3
Çağdaş mineraloji bilimine göre bu sayı oldukça abartıdır (ç.n.)
4
Virlanda: İzlanda’dan deniz yoluyla gelerek Kuzey Amerika’ya yerleştikleri düşünülen İskandinav kolonisinin, bölgeye verdiği isim. Virlandalı; bu yerden olan. (ç.n.)
5
Bozerian: Napolyon zamanında Paris’te kaliteli kitap ciltleri yapan iki mücellit kardeş. Closs ve Purgold yine XIX. yüzyılda yaşamış ünlü mücellitlerdir. (e.n.)
6
Snorre Turlleson: Snorri Sturluson (1179-1241); politikacı, tarihçi ve St. Olaf sagalarının yazarı. (e.n.)
7
İlk Çağ Orta Asya toplumları, Etrüskler, Macarlar ve vaktiyle Kuzey Avrupa ülkelerinde (İsveç, Norveç, Finlandiya, Almanya vs.) yaşayanlar tarafından kullanılmış bir yazı sistemidir. İskandinav mitoslarına göre, insanlara, Odin tarafından hediye edilen yazı türüdür. (ç.n.)
8
İskandinav mitolojisinde en büyük tanrıdır. (ç.n.)
9
Moselle; Moselle Nehri boyunca yer alan üç ülkede (Fransa, Lüksemburg ve Almanya) üretilen şaraptır. (ç.n.)
10
Arne Saknussemm: Genel hatlarıyla, Sturluson’un soyundan gelen İzlandalı bilim adamı Professor Árni Magnússon (1663-1730) temel alınarak yaratılmış karakter. (e.n.)
11
İbni Sina (e.n.)
12
Virgil; (15 Ekim MÖ 70-21 Eylül MÖ 19) ünlü bir Romalı şairdir. Roma İmparatorluğu’nun destanı olarak kabul edilen “Aeneis”in yazarıdır. Dante’nin “İlahi Komedya”sındaki ana karakterlerden biridir. (ç.n.)
13
Öklid, MÖ 330-275 yılları arasında yaşamış, İskenderiye doğumlu matematikçi. (ç.n.)
14
Yunan mitoloji kahramanı Oedipus’un macerasındaki bir bölüme gönderme yapılmıştır. (…) Oedipus artık yollarda başıboş dolanmaya başlar ve Thebai’ye varır. Bu şehrin üzerinde bir bela vardır. Bir canavar, çiğ et yiyen Sfenks, şehrin dolayında dağlık bir buruna yerleşmiştir. Sfenks, yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sorar; hiç kimse bilmeceyi çözemez, o da hepsini parçalayıp yer. Thebai’liler her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar; kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini Sfenks’ten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oedipus oradan geçerken bilmece ona da sorulur: “O hangi yaratıktır ki bir süre iki ayak üzerinde, bir süre üç, bir süre de dört ayakla yürür ve de doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?”
Oedipus söyle bir düşünür ve yaratığın insan olduğunu söyler: İlk çocukluğunda insan dört ayağı üzerindedir, emekler, daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür, nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanır. Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Thebai’liler kurtarıcılarını alkışlarlar, onu kral yaparlar ve kraliçe ile evlendirirler. (e.n.)
15
Müze, kütüphane, sergi, hayvanat bahçesi vb.ni yöneten ve buralardaki etkinlikleri düzenleyen yetkili kimse. (ç.n.)
16
Augustus döneminin en önemli Romalı şairi (8 Aralık MÖ 65-27 Kasım MÖ 8). (e.n.)
17
Lilliput, “Güliver’in Gezileri” kitabında da geçer; oldukça küçük boyuttaki insanlara verilen addır. (ç.n.)