Zodyak Karşısında

Zodyak Karşısında
Percy Greg
Percy Greg’in tek bilim kurgu eseri olan Zodyak Karşısında, bir Dünyalı ile bir Marslının imkânsız aşkını anlatıyor. Bu aşk ile birlikte yazar, iki uygarlık arasındaki siyasi ve sosyal farklara, Tanrı sevgisinin faziletlerine, sosyalizmin zararlarına ve kadın erkek eşitliği üzerine de görüş bildiriyor. Tüm bunların yanı sıra eserde, bilinen ilk uzaylı dilinin gramer detaylarını da ortaya koyuyor ve Apergy adını verdiği bir karşı kütle çekim enerjisiyle yer çekimini yenebilen uzay gemileri tasarlıyor. "Karanlığın saçma derinlikleri, uzayın yalnızlıkları… Garip! Hissettirmeden koluna sokulan kılıca rağmen alaycı gülümseme yüzünde. Sinsice uzaktan içine bakan ölüm, cinayet halkasıyla çevrilmiş. Garip! Küf kokmuş vicdanın elinde kızıl leke yok! Ancak ölüm, ölüm dağıtanı rahatsız eder; kan kanın ömrünü kısaltır!"

Percy Greg
Zodyak Karşısında

Percy Greg, 1836 yılında Manchester-Bury’de doğmuştur. William Rathbone Greg’in oğlu olan Percy Greg tıpkı babası gibi politikayla ilgili yazılar yazmış olan bir İngiliz yazardır. 1880 yılında yazmış olduğu Zodyak Karşısında (Across The Zodiac) erken dönem bilim kurgu eseridir. 1889 yılında Chelsea’de vefat etmiştir.

BÖLÜM I
GEMİ ENKAZI
Otuz yıldır alışkanlık hâline getirmiş olduğum seyahatlerimin birinde, çok önemli eşyalarımdan birini kaybettim ve bu kayıp, gelişigüzel, İngilizlerin en büyük şeytani karmaşası ya da kıta yolculuklarının ayrıntılı yanlış anlaşılması altında değil, Amerikan sisteminin mutlak mükemmelliği ve demokratik despotizmi altında meydana gelmişti. En iyi Hint romanları yazarının kulisine bir ziyarette bulunmak zorundaydım -ki bu benim için hiç de hafife alınamayacak bir fedakârlıktı- kaybetmiş olduğum zamanı telafi etmek için, aceleyle New York’a doğru yola koyuldum. Bu olay beni, Eylül 1874’ün ortalarında bir akşam, eyaletin başkenti Albany’den yola çıkarak Empire City’e giden bir nehir vapurunun güvertesine sürüklemiş oldu. Aşağı Hudson kıyıları, tıpkı Ren Nehri kıyıları kadar görülmeye değerdi, ancak Amerika bile geceleri bu karanlık suları aydınlatabilecek bir araç tasarlamayı başaramamıştı, sonuç olarak vapurdaki yolcuların konuşmalarını dinlemekten başka hiçbir eğlencem yoktu. Sormuş olduğum bazı kişisel sorular neticesinde, İngiliz olduğunu tahmin ettiğim yolculardan biriyle sohbet etmeye başlayarak ona bir zamanlar Niagara Şelalesi’ne -ki gerçekten bana göre dünyanın tek harikasıydı- ve Montreal’e yapmış olduğum seyahatlerimden bahsettim. Kanada’nın güçlü ve genel anlamda hâkim olan büyük sadakat duygusuna karşı, İngiliz Devleti ve bağlarından bahsettiğim sırada, sohbetimize kulak misafiri olan bir Amerikalı araya girdi:
“Hey, yabancı, eğer biz istemiş olsaydık, almasını da bilirdik!”
“Evet.” diye cevap verdim. “Eğer buna değeceğini düşünmüş olsaydınız! Ancak, bunu yapmış olsaydınız, onlara kendilerine verdikleri değerden çok daha fazlasını vermiş olurdunuz ve İngiliz sömürgecileri dürüst öz saygı konusunda cumhuriyet modelini benimseyen vatandaşlardan hiç de geri kalmazlar.”
“Peki.” dedi adam. “O zaman bedel olarak ne kadar ödememiz gerekiyor, söyler misiniz?”
“Ödeyebileceğinizden daha fazlası değil; sadece Kaliforniya ve Portland’den Galveston’a kadar tüm Atlantik limanları yeterli olacaktır.”
“Hesaplarında haklı olabilirsin, yabancı.” dedi adam seviyeli bir mizahla geri adım atarak; etrafta onların konuşmasına kulak misafiri olan diğerleri de görünüşe göre verilmiş olan cevap karşısında atılmış olan geri adımın adil olduğunu düşünüyorlardı.
“Özür dilerim.” dedi sohbet arkadaşım. “Ülkenizin Amerikalılara çok fazla sebeple atfettiği karakterin bu kadar hoş olmayan bir örneğiyle karşılaşmış olmanızdan dolayı üzgünüm. Çok uzun süre İngiltere’de yaşadım, ancak bugüne kadar benimle bir Amerikalı olarak tanışan hiç kimsenin böyle bir söylemiyle karşılaşmamıştım.”
Bu sözlerin ardından, sohbetimiz çok daha mesafeli bir şekilde devam etti ve yapmış olduğumuz konuşmalar sırasında, karşımda duran kişinin eskiden Konfederasyon Destek Birliğinde bulunmuş, en ünlü düzensiz süvari subaylarından biri olduğunu anladım -Maharbal’ın Afrikalı Hafif Süvari Birliği, dosta düşmana karşı Hanninbal’ın küçük görkemli ordusundan çok daha iyi bir birlik olarak kabul edilmiş, bu özel birimin verimliliği, parlaklığı ve cüretkârlığı hiçbir zaman aşılamamıştı.
Albay A. (okuyucu adını veya gerçek rütbesini neden vermediğimi öğrenecektir) öylesine keskin konuşuyordu ki meraklı sorular sormanızı imkânsız hâle getiriyordu. “Sırrı olan bir Amerikalıya güvenmek ve onu yalan söylemeden yanında tutmak çok zordur.” dedi. Savaş sırasında birçok stratejik muhabere işlerinin yürütülmesinde istihdam edilen ve şifreleri tasarlama ve çözme konusunda büyük ustalık göstermiş olan Binbaşı B. de o anda sohbetimize katılmıştı. Bu konuda aramızda biraz uzun bir tartışma çıktı. Ben Poe öğretisine eğilimi olan biriydim, bana göre deneyimli bir el tarafından algılanamayan hiçbir şifre tasarlanamazdı; arkadaşlarım bu konuda şifre çözücülerin kullandıkları bazı basit yöntemler olduğundan bahsetmişti.
“Poe’nun teorisi.” dedi Binbaşı. “Herhangi bir dilde belirli harflerin, hecelerin ve kısa kelimelerin sık tekrarlanmasına bağlı bir teoridir; örneğin İngilizcedeki ‘e’, ‘t’, ‘tion’, ‘ed’, ‘a’ ve ‘the’ gibi. Yani, ortak kısa kelimelerin ve sonlandırmaların her biri için kısaltmalar getirmek ve kelimeleri ayırmak için anlamsız semboller ekleyerek; ortak bir harf için iki işaret kullanarak ya da şifrenizi düzenleyerek kimsenin aşırı zorluk çekmeden hangi işaretlerin tek başına durduğunu ve hangisinin bir harfin bitip diğerinin başladığı birkaç kombinasyonlu bir şifre düzenleyerek şifre çözücüyü şaşırtmak aynı derecede kolaydır.”
Bazı tartışmalardan sonra, Albay A. kâğıda bir şeyler karaladı ve bana iki satırdan oluşan, benimse görür görmez yazım karakterinden fazlasıyla etkilendiğim bir şifreyi uzattı. “İtiraf etmeliyim ki…” dedim. “Bu hiyeroglifler benim gibi deneyimli bir şifre çözücüyü bile şaşırtacak nitelikte. Yine de burada şifreyi çözmeme yardımcı olabilecek bir ipucuna dikkat çekebilirim. Sadece iki satır olmasına rağmen, boyutlarından ve komplikasyonlarından açıkça kısaltmaları olan üç ya da dört sembol meydana geliyor. Yine de farklı formların çok az ve belli bir kural üzerine tasarlanan bazı küçük değişiklikler ile farklı harflere hizmet için yapıldıkları açıkça ortada. Kısacası, şifre genel bir prensip üzerine inşa edilmiş ve bu prensibin ne olduğunu bulmak uzun zaman alsa da dikkatle takip edilen ve muhtemelen ne olduğunu saptamama yardımcı olacak ipuçlarını veriyor.”
“Siz algılayabilmişsiniz.” dedi Albay A. “Bunu benim keşfetmem çok uzun sürdü. Bu örneği almış olduğum makalenin daha zor bölümlerini deşifre etmeyi başaramadım ancak basit karakterlerinin tümünün anlamını tespit ettim ve sizin çıkarımlarınız kesinlikle doğru.”
Burada sanki çok fazla şey söylediğinin farkına varmış gibi aniden durdu ve konuyu kapattı. Sabahın erken saatlerinde New York’a vardık ve sonrasında Empire City’de seanslar gerçekleştiren ve dostumdan hakkında birçok hikâyeler duyduğum, meşhur bir “ruhani” medyumdan o öğleden sonrası için almış olduğumuz randevuya katılmak üzere birbirimizden ayrıldık. Ancak ziyaretimiz hiç de tatmin edici geçmedi ve tekrar bir araya geldiğimizde Albay A., beni şöyle bir soruyla karşıladı:
“Eh, sanırım bu deneyim sizin kuşkularınızı doğrulamış olmalı?”
“Hayır.” dedim. “İlk ziyaretlerim genellikle başarısızlıkla sonuçlanır ve mizacımın bir seansın başarısını değerlendirmek için elverişsiz olduğu, bana birçok kez söylenmiştir. Bununla birlikte, bazı durumlarda bilinen doğal yasalarla açıklanması pek mümkün olmayan harikalara da tanıklık etmişliğim oldu ve kesinlikle kendi doğrularımdan daha aşağı olduğunu düşünmediğim kanıtlarla tatmin olduğum başka olayları da hem duydum, hem de okudum.”
“Nasıl olur?” dedi Albay A. “Dün gece yapmış olduğunuz konuşmalarınızdan sizin tam bir ateist olduğunuzu düşünmüştüm.”
“İnançlıyım.” diye cevapladım. “Gördüklerimin çok azına inançlıyım. Ancak bu, saf sahtekârlık teorisini silip atmak için pek yeterli değildir. Öte yandan, medyumun karşısında veya seansı esnasında oynanan oyunda herhangi bir ruhani ya da insani bir şey yoktu. Genel anlamda bu varlıklar insana; işe yaramaz, gürültülü, güvenilmez, alaylardan etkilenmeyen, görünüşte karşısındaki insanlara aptalca şeyler yapmaktan zevk alan ve masaları kendilerine doğru döndürürken tamamen kayıtsız kalabilen, geleneksel cinleri hatırlatırlar.”
“Peki ama cinlere inanıyor musunuz?”
“Hayır.” dedim. “Ne masaları döndüren cinlere ne de onların ortaya çıkış şekillerine inanıyorum. Akla yatkın açıklamalar bulabilmek için ne dinî konulardan şüphe duymak ne de bir ruh bilimci olmak zorundayım. Bununla birlikte, eğer kendi teorilerine bir alternatif açıklamada bulunmam için ısrarcı olurlarsa o zaman şeytanlar, Shakespeare ya da sahtekârca hazırlanan papağan çığlıklarının da en az cinler kadar güvenilir olduklarını söyleyebilirim. ‘Nedenlerini tahmin etmek için çok az şey biliyorum.’ dediğim bir konu hakkında benden mantıklı bir açıklama istenmesine gerçekten öfkeleniyorum; ancak eldeki mevcut tahminlere göre kanıtlarla sahtekârlık ve olayın karakteri ile ‘ruhani fail’ arasında bir tutarsızlık olduğu görünüyor.”
“Bu…” diye cevap verdi Albay A. “Sanki sağduyunun sesi gibi ve sonuçta sesler çok daha yaygındır. Yine de görünüşe göre hiç kimse inançsızlık ve kuşkulu inanç arasında güçlü ve net bir çizgi çizemiyor. Ve siz bu konuda, bir anda kendi görüş ve deneyimine aykırı ve ters düşen, bununla birlikte bilinen tüm doğa yasalarına ve bunlardan şimdiye kadar yapılan tüm çıkarımlara karşı çılgınca imkânsız görünen şeyin imkânsızlığını teyit etmekte tereddüt eden, tanıştığım ilk ve tek kişisiniz. Bilim adamlarınız sadece görmedikleri şeylerle değil, görmeyi reddettikleri şeylerle de tanrısallar gibi ahkâm kesmeye bayılırlar; ancak tanrısallarınızın yarısı şeytandan ve diğer yarısı da bilimden korkarlar.”
“Bilim adamlarının da…” diye cevapladım. “Diğer tüm sınıflarda olduğu gibi kendilerine özel ön yargıları ve kendilerine özgü profesyonel cazibeleri vardır. Pozitivistlerin din karşıtı bağnazlığı, dinî fanatiklerin teolojik bağnazlığı kadar acı verici ve akıl dışıdır. Şu anda iki güç birbirini karşılıyor ve dengeleyebiliyor. Ancak, üç yüz yıl önce olduğu gibi şayet elli ya da yüz yıl daha yaşayacak olursam, Tanrı’nın gücüne inandığını farz ettiğim Bay Congreve, Bay Harrison ya da Profesör Huxley’in halefleri tarafından bu düşüncelerim sapkınlık olarak görüleceğinden kesinlikle yakılacağım konusunda eşit oranda kaygılıyım.”
“İnanılmazlığın hoşgörüsüzlüğü.” diye karşılık verdi Albay A. “Beni de fazlasıyla müteessir eden bir konu. Bir seferinde ben de ‘ruhani’ diye tanımlayabileceğim kadar olağanüstü bir olaya şahit olmuştum. Şu anda, elimde o zaman gerçekleşen şeyin gerçekliğine dair inanılmaz kanıtlar var ve şundan da eminim ki bu dünyada maalesef benim tanımlayamadığım ancak hikâyemi güçlü bir şekilde destekleyecek başka kanıtlar da bulunuyordur. Bununla birlikte, hadiseyi ilk defa duyanlar benim ya bir deli ya da en iyi ihtimalle abartma ve yalan söyleme konusunda oldukça cüretkâr bir denizci olduğumu düşünerek, anlattıklarımla tamamen dalga geçtiler. Daha sonra bu hadiseyi, beni yıllardır bir asker olarak yakından tanıyan, karakterlerine ve zekâlarına fazlasıyla güvendiğim, karargâhtaki üç beyefendiye daha anlattım; ancak her birinde de aynı sonuca ulaştım, ya bana inanmadıklarını ifade eden gözlerle bakarak sessiz kaldılar ya da beni yalancılıkla suçladılar ve bu durum vicdanım üzerinde ağır bir yük olarak kaldı, o günden bu yana da geçen yüzyıldaki herhangi bir bilimsel keşiften daha doğru, daha ilgi çekici ve bir anlamda daha büyük önem taşıdığına inandığım şeyi tekrar anlatmamı engellediler. Bu konu hakkında en son konuşmamın üzerinden yedi yıl geçti ve bugüne kadar bu hikâyemi ifşa etmemin mümkün olduğuna inanabileceğim kendimden başka hiç kimseyle karşılaşmadım.”
“Ben varım.” diye cevap verdim ona. “Bu tür gizemli olaylara karşı büyük ilgi duyuyorum; bilim adamlarının pratik bilimle söyledikleri gibi büyü iddiasıyla ilgili, bu bilginin her bir kolunun başkalarına ışık verebileceğine inanıyorum. Şayet hikâyenizde kişisel olarak size büyük acılar verecek herhangi bir şey de yoksa benim tarafımdan hiçbir nezaketsiz eleştiri ile karşılaşmayacağınızdan ve susturulmayacağınızdan emin olabilirsiniz.”
“Sizi temin ederim.” diyerek konuşmasına devam etti. “Bu hikâyeyi anlatmaya ilk başta bahsettiğim kadar hevesli değilim. Artık, başlarda hissettiğim ve sanırım hepimizi şiddetli bir şekilde etkileyen herhangi bir olayı sık sık ve defalarca başka şeylerle ilişkilendirmemizi isteyen güdüde olduğu gibi; hayatımın en acı olayı hakkında içimde derinden hissettiğim ve arzuladığım sempati ve insan ilgisine dair doğal beklentilerimin tümünü kaybettim. Bununla birlikte, eğer söyleyerek gerçekleşmiş olabileceğine inanabilecek kadar duyarlı insanların yararına etkili bir şekilde kayda geçirebilirsem, özellikle de dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleştiğine dair bir kanıt bulabilirsem, bu kadar dikkat çekici bir gerçeği saklama hakkım olmadığını da düşünüyorum. Eğer yarın … Sokağı’ndaki, 999 numaralı odama gelecek olursanız, söz vermesem de zihnimi toparlayarak elimden geldiğince size anlatmam gereken ne varsa anlatabileceğimi ve elimde hâlihazırda mevcut olan kanıtı sunabileceğimi düşünüyorum ki bu deneyimimde olaylara dayanan, kesinlikle önemi olan bir kanıttır.”
O akşamı, konfederasyonun eski subaylarından birisiyle, dostluğu Amerika turumun kalıcı ve değerli sonucu olan bir arkadaşımın ailesi ile geçirdim. Ailenin reisi olan dostuma, Albay’dan bahsettim ve dostum Virginian seferberliğine onunla birlikte katıldığını, karakterine fazlasıyla güvendiğini, onun dürüstlüğüne ve onuruna kefil olabilecek kadar itimat ettiğini açıkladı. Ancak onun girmiş olduğu, özellikle de ölümcül sonuçları olan düellolarını büyük bir pişmanlık ve acı içinde anlattı.
“Eminim.” dedi. “Onları haklı çıkaracak ve kavganın gizliliğini açıklayacak tek bir neden için savaşmamışlardır, bunu yapamazlardı, burada bir kadınının onuruna veya itibarına dair bazı meseleler vardı. Düşmanlarından herhangi birinin, Albay A.’nın kişisel sadakatini herhangi bir şekilde sorgulayabileceğini pek düşünemiyorum; yine de General M.’nin bahsettiği gibi sayıları onların dört katı olan birliklere karşı kılıç ya da silahlarıyla mücadele ederk kişisel cesaretini kanıtlamış, bütün bir tugayın yaylım ateşine tekrar tekrar maruz kalmış ya da tahrik nedenleri her ne olursa olsun savaşmayı asla reddetmemiş olan herhangi birinin moral ya da sinirlerinden şüphe duymak ne kadar saçmaysa onun hakkında bu şekilde düşünmek de o kadar saçmaydı. Üstelik her durumda meydan okuyan da biriydi.”
“O zaman bu düellolar onun Güneyli görüşlerini fazlasıyla yaralamış ve muhtemelen onu toplumdan soyutlamış olmalı, öyle mi?”
“Hayır.” diye yanıtladı dostum. “Savaş sırasındaki hizmetleri o kadar zekice ve kişisel karakteri öylesine yüksekti ki birlikte mücadele ettiği askerlerin hiçbiri onu pişmanlık ya da utanç duyacağı bir toplumsal ayıpla damgalayamazdı. Bana göre her zaman memnuniyetle karşılanacağını biliyordu. Yine de beş yıl boyunca aynı şehirde yaşamış olmamıza rağmen onunla dışarıda sadece üç ya da dört kez karşılaştım ve her karşılaşmamızda mümkün olabildiğince kısa sohbetlerde bulunduk, bana kesinlikle adresini vermedi ya da bizi ziyaret etmesi için yapmış olduğum davetlerimin hiçbirini kabul etmedi. Sanırım onun yapmış olduğu bu düello hikâyesinde asla öğrenilemeyecek, kesinlikle tahmin edilemeyen bir şeyler var. Ve bence, ya duyduklarının kaynağı ya da düelloların bizzat kendisi, ruhunu, belki de vicdanını öylesine rahatsız etmiş ki aslında çoğu düşmanca olan arkadaşlarından kaçmayı seçti. Savaş, onu da sefalete sürüklemiş olduğu birçok Güneyli beyefendi gibi tamamen mahvetmiş olmasına rağmen halkın gözünde itibarını yükseltebilecek iş fırsatlarını da reddetti.”
“Peki, o kadar istisnai derecede hassas duruma düşeceğini varsayabileceğiniz herhangi bir onur kırıcı hadise, ona bu noktada dokunan bir adamın hayatını almasının gerektiğini düşünecek, sonrasında pişmanlık olmasa da yaşadığı vicdan azabından dolayı ruhunun çökeceği ya da kalbinin bu denli kırılabileceği bir husus var mıydı?”
General bir anlığına sessizliğini korudu ve oğlu araya girdi:
“Albay A.’nın genel anlamda konfederasyon subayları arasında en az kavga eden kişi olduğunun söylendiğini duymuştum; ancak bu durum birden fazla vesileyle, bazı noktalardaki ifadesinin gerçekliğini sorgulamak istemeyen, sadece gözleminin doğruluğunu sorgulayan bir yoldaşı tarafından reddedildiğinde, askerî dostları karşılaşacağı büyük sıkıntıları engelleme aşamasında çok zorlanmışlar.”
Ertesi gün, yeni tanışmış olduğum dostumla, kararlaştırmış olduğumuz yerde buluştum ve biraz isteksizce de olsa bana hikâyesini anlatmaya başladı.
“Son seferberlik esnasında, Şubat 1865’te General Lee tarafından Kirby Smith’e gönderildim, sonrasında Mississippi’nin ötesine komuta ettim. Teslim olmadan önce ve içine girmek zorunda kaldığım bazı nedenlerden ötürü, intikamın alınması için Federal Hükûmet tarafından işaretlendiğime inandığımdan geri dönemedim. Eğer başarabilseydim, savaş sırasında bir kez kaçma girişiminde bulunmuş olsaydım, resmî makamları kısa sürede geri çekilmeye cesaret edemeyen Wirz ve diğer iftiraya uğramış kurbanların kaderini paylaşmış olabilirdim. Şayet ben ve diğerleri, bağlı olduğumuz devlet için muhaliflerimizin savaştığı gibi savaşmış, başka hiçbir suçtan dolayı taciz edilmemiş ya da şüphelenilmemiş olsaydık, 1865’te yakalandığımızda muhtemelen asılmış olabilirdik. Ancak, ben kuvvetlerimiz Mississippi’nin ötesine son bir kez taarruz etmeden önce kaçmanın gerekli olduğunu düşünmüştüm. Meksika’ya gittim ve kendimden rütbece daha büyük bir ya da iki Güney subayı ile birlikte, paralı asker olarak değil, bizzat Güney komşuları dışında diğer herhangi bir ülke tarafından cumhuriyet rejimi altındaki Meksika’nın sefil anarşisinden haberdar olan, bu ülkenin yenilenebilmesi için tek şansının fetihler kazanmak olduğunun bilincinde ve tüm tehlikeleri ve zorlukları hiç tereddüt etmeden göğüsleyerek kendini görevine adamış İmparator Maximilian’ı bir kahraman gibi benimseyen askerler olarak İmparator Maximilian’ın hizmetine girdik. Bu yenileme, evinin medeni dünyanın ulusları arasındaki bir yerle belli bir tarihsel bağlantısı olan insanların yenilenmesi olacaktı. Onun iktidardan düştüğü sıralarda, beni takip eden hukukçular tarafından yakalanmış olsaydım, kesinlikle kurşuna dizilirdim. Pasifik kıyılarına ulaşmayı başardım -San Francisco’ya yük taşıyan- ve bana ihtiyacım olan güvenliği sağlayabilmek için yükünün sadece yarısını alarak yelken açmayı göze alabilen cömert kaptanına müteşekkir olduğum bir İngiliz gemisine bindim. Bu kaptan, birkaç gün sonra beni Brisbane’e giden Hollanda bandıralı bir gemiye transfer etti çünkü tam o sıralarda Queensland’e yerleşmeyi düşünüyordum. Mürettebatı fazlasıyla güçsüzdü, bir ya da iki ülkesiz Avrupalı dışında, başta Hintli ve Malezyalı olmak üzere tüm dillerden oluşan bir tayfası vardı. Gemi, kaptanının emriyle verilmiş olan görevlere bile sanki güçlükle yetebiliyordu ve ne karşılaştığımız ilk fırtına bizi tamamen rotamızdan çıkardığında ne de kaptanımızın birkaç gün boyunca kısmen korkudan, kısmen de sarhoşluğundan kendinden geçmiş ve gemiyi tekrar rotasına sokma yeteneğinden kesinlikle yoksun olması, beni hiç şaşırtmadı. Bir gece yaşadığımız muazzam bir darbeyle uykumuzdan uyanmıştık; hikâyemle ilgisi olmayan, bir gemi enkazının teferruatlarıyla sizi sıkmak istemiyorum, kısacası o gecenin sonunda, gün ağarmak üzereyken, kendimizi bir anda yaklaşık bir mil genişliğinde, dümdüz arazisiyle bir adanın kıyısındaki mercan kayalıklarının üzerinde bulduk. Pusula tümüyle paramparça olmuştu, ne bu adanın konumunu tespit etmek ne de ağustos ayı içinde güneydoğu ticaret rüzgârlarının hangi bölgeden yaklaştıklarını öğrenebilmek için yapabileceğimiz bir şey vardı. Kıyıya çıktık, ancak adayı keşfe çıktıktan sonra ekibimiz kısa süre içinde bizi bir süreliğine idare edecek kadar kakao çekirdeği ve yakalayabildikleri kadar balıkla geri dönmüştü, denizcileri cezbedecek başka hiçbir şey olmadığından tüm mürettebat kısa sürede yorgun düşmüştü. Zaten kaptan da bu yüzden, kısa süre sonra kendisini ve cesaretini toplayıp, tayfalarına gemiye dönmelerini emrettiğinde büyük zorluk çekmemişti, gemi enkazından toplanan tahtalardan bir tekne inşa ettirmeye başlayacaktı, böylece rüzgârları takip etme imkânı bularak yolumuza çıkabilecek gemilerden birine ulaşabilecektik. Bu kesinlikle biraz zaman alacaktı ve bu arada benim karada (kendi dileğimle) kalmama izin verildi; geminin gürültüsü, kiri ve kötü kokuları, özellikle de o iklimde dayanılmazdı.
“25 Ağustos 1867 sabahı saat on civarında, adanın güney ucuna doğru çıkmış, ağaçlardan arınmış küçük bir tepe üzerinde uzanmış, hemen karşımda sadece çalılık ve genç fidanlarla kaplı bir çeşit koruluk alana bakıyordum, yirmi derecelik bir açıyla bu ağaçların arasından ufukta uzanan gökyüzünü görebiliyordum. Birden, başımı yukarı doğru kaldırdığımda ilk anda güneşten çok daha yüksek, büyük, parlak yıldıza benzeyen bir şey gördüm. Sanki bir an için güneşi bile gizlemişti. Başka bir anda yaşadığım muazzam bir sarsıntı, geçici olarak beni tüm duyularımdan mahrum etmişti, sanırım kendime tekrar gelene kadar bir saatten fazla zaman geçmiş olmalıydı. Oturmaya çalıştığımda, aklım hâlâ biraz karışmış hâldeydim ve etrafıma baktığımda çok tuhaf bir kazanın meydana gelmiş olduğunun farkına vardım. Her yöne doğru geçilmez ormanlarla kaplı bir savaş alanında, konfederasyon ordularının düşmanın sahasına getirebileceği en büyük silahlarla birkaç saat boyunca onları bombaladığında, bir kereden fazla tanık olduğum yıkım gibi bir şeylerin olduğuna dair izler gördüm. Ağaçlar devrilmiş, parçalanmış, dalları her yöne dağılmış, taş parçaları, toprak ve mercan kayalıkları her tarafa fırlamıştı. Özellikle de hatırı sayılır boyutta bir metal parçasının iki ya da üç ağacın tepesini kesmiş, tüm bedenini ikiye ayırmış ve onların darmadağın bir hâlde yere devrilmiş olduklarını hatırlıyordum. Kısa süre sonra bu mucizevi bombardımanın kuzey-doğuya doğru ilerlediğini, o mevsimde ve o saatte bu yönün güneşin doğuş yönü olduğunu algıladım. Güneş giderek yükselmeye başladığında, yıkımın kanıtlarının her geçen dakika daha belirgin, daha korkunç bir hâle geldiğini söyleyebilirim. Darmadağın etrafa saçılmış ağaçlar, parçalanmış kökler, birbirlerine çarparak paramparça olmuş kayalar ve çok uzun mesafelere kadar fırlamış, hatta ve hatta bazıları sanki havaya atılarak, düşmenin etkisiyle toprağa ters dönerek gömülmüş, yosunlu alt yüzeyleri ortaya çıkmış mercan kayalıkları her yerdeydi. Tek kelimeyle, daha iki mil gitmeden adanın ancak bir depremin sebep olabileceği bir şokla sarsıldığını anladım, depremin şiddeti kesinlikle Orta Amerika’da gerçekleşen depremlerin şiddetine eşitti, ancak bu tür doğal sarsıntıların hiçbir karakteristik özelliğine sahip değildi. Tam bu sırada, genellikle küçük ancak görünüşte çok kalın ve büyük bir tabakadan yırtılmış bir veya iki olağanüstü boyut ve şekilde parlak, soluk sarı bir metalin parçalarına rastladım. Bir noktaya geldiğimde, bu pürüzlü parçaların ikisinin arasına gömülmüş, son derece sertleşmiş bir çimento parçası dikkatimi çekti. Sonunda darmadağın olmuş ağaçlık alandan çıkmış, gemi enkazının bulunduğu kayalıkların göründüğü noktaya gelmiştim; ancak kendimi toparlayıp dikkatlice o yöne baktığımda geminin tamamen yok olmuş olduğunu fark ettim. Deniz kenarına geldiğimde depremin yaşatmış olduğu şokla denizin oldukça yüksek oranda karaya doğru yükseldiğini gördüm; elli metre kadar iç kısma yükselmiş olan tuzlu suyun içinde yatan ölü balıklar vardı. Sonunda, giderek artan yıkımın işaretlerini takip ederek bu talihsiz olayın başlangıç noktasına ulaştım. Orada bulduğum şeyi kelimelerle tarif etmem mümkün değil. Sanki dünya bir anda yırtılarak açılmış ve devasa bir patlamanın yarıkları onun derinlerine kadar kök salmış gibiydi. Bazı yerlerde, birkaç metre derinlikte adanın yatağını oluşturan mercan kayalarının keskin uçlu parçaları, sanki gerçek yüzeyin çok daha altındaymış gibi görünüyordu. Diğer tarafta ise yüzeyin kendisi her türlü moloz ve enkaz parçalarıyla birkaç fit kadar yükselmişti. Krater diye nitelendirebileceğim şeyin -gerçek bir delik olmamasına rağmen yere düşen parçalarla dolu ve yırtılmış derin bir boşluk vardı- çevresi iki ya da üç fit genişliğindeydi ve bu alanda da genel olarak çimento parçalarına bağlı aynı metalik maddenin önemli kütlelerinden buldum. Bir süre şaşkınlık içerisinde bu garip sahnenin detaylarını incelemeye çalıştım ve sonrasında dikkatimi geminin ve mürettebatın izlerini aramaya yönelttim ve kısa süre sonra sığ mercan kayalıklarının önünde, eskiden geminin küpeştesi olduğunu fark ettiğim ve şimdi boş bir şekilde suyun üzerinde bir yelken direğinden kalanlarla birlikte yüzen parçasını gördüm. Şiddetli sarsıntının oluşturduğu şok darbesiyle açıkta sabitlenmiş olduğu derin sudan ayrılarak, sığ mercan kayalıkların bulunduğu, kıyıya çarparak hemen batmış olduğundan hiç şüphem yoktu. Etrafta gemi mürettebatına dair hiçbir iz görünmüyordu. Muhtemelen derin sulara düştükleri sırada bayılmış ya da sersemlemiş ve tüm hayvan kemiklerinin ve enkazın bulunduğu geldiğim bu noktaya ulaşamadan da köpek balıkları tarafından yutularak öldürülmüş olmalıydılar.”
Bu sırada Albay, masasının bir kısmını tamamen örtmüş olan gazeteyi çekip aldı ve bana her tarafından büyük darbeler almış, ciddi anlamda kirlenmiş olmasına rağmen çok az paslanmış ve görünüşe göre eskiden gümüş rengine sahip olan metal bir kasayı gösterdi. Sonra onu açtı ve ilk gördüğüm şey bu kasanın inanılmaz yoğunlukta bir kalınlığa ve sağlamlığa sahip olduğu oldu, bunca zaman boyunca lehte olan koşulları, onun tanımladığı şekliyle genel anlamda bu enkazın korunmasını sağlamıştı. Çok şiddetli ve sarsıcı bir darbe almış olduğuna kesinlikle hiç şüphe yoktu. Kasanın hemen yanında, darbeden ciddi anlamda etkilendiği belli olan, ancak daha az hasar görmüş, belli açılardan kayda değer kalınlıkta bir kitaba benzeyen ve kasanın metaline bağlı olan cismi fark ettim. Daha sonra bunun, ana bileşeninin alüminyum ya da ona basit kimyasal testlerle ayırt edilemeyecek kadar yakından benzeyen maddeden üretilmiş yarı metal bir alaşım olduğunu belirledim. Parçanın bir kenarından kopan küçük kısmı bir arkadaşıma gönderdim, yapmış olduğu incelemeler sonucunda bana bunun bir tür alüminyum bronz karışımı olduğundan şüphe duymadığını, ancak kimyacıların henüz kısıtlı oranda tanıdığı bu metali inceleyebilecekleri kadar ellerinde parça bulunmadığını söyledi; belki de silikon olabilir, dedi bana; çünkü bu alaşıma bilinen herhangi bir metalürjik bileşik tarafından kesinlikle bilinmeyen bir sertlik ve mukavemet veren bir şey vardı.
“Bu.” dedi arkadaşım, parçayı açarak. “Kraterin enkazı arasında bulup aldığım bir el yazmasıdır. Sana orada insan eti ve kemik parçaları olduğuna inandığım kalıntılar bulduğumu da söylemeliyim, ancak öylesine ezilmiş ve öylesine parçalanmışlardı ki bu konuda onların insan kalıntıları olduğu sonucuna tam anlamıyla varamadım. Bir sonraki düşüncem, ticaret gemilerinin seyir güzergâhının dışında olduğundan neredeyse emin olduğum bu adadan kaçmanın bir yolunu bulmaktı. Karaya çıkmamı sağlayan filika -gemiye ait iki filikadan küçük olanı- neyse ki adanın diğer tarafından kıyıya çekilmişti, böylece gemi enkazının sürüklendiği kısımdan uzak kalmış ve bu mesafe sayesinde zarar görmesine rağmen darbeden çok büyük hasar almamıştı. Onu tamir ettim, bir direk yaparak üzerine monte ettim ve açıkçası hiçbir zorluk yaşamadan gemi enkazından toplayabildiğim kumaş parçalarından ona bir yelken hazırladım. Adada kalarak yaşamımı sürdürebileceğimi, bu şartlar altında hayatta kalarak yaşamanın pek de görülmeye değer olmayacağını düşünerek, ölüm şansımın en az beşte bir olduğunu tahmin ettiğim bir yolculuğa çıkmaya kendimi tam anlamıyla hazır hissediyordum. Bir, iki hafta boyunca beni idare edebilecek kadar balık tuttum ve bulduğum küçük bir fıçının içine, tadı acı olmasına rağmen içilebilir tatlı su doldurdum. Bu şekilde güzelce istiflemiş olduğum filikamla, gizemli sarsıntının ardından yaklaşık iki hafta sonra yola çıktım. Yolculuğumun ikinci akşamı, beni yelken açmaya zorlayan bir fırtınaya yakalandım ve hangi yöne gideceğimi hiç bilmeden üç gün ve üç gece boyunca bu fırtınayla boğuşmak zorunda kaldım. Dördüncü sabah fırtına şiddetini yitirmiş, rüzgâr hafiflemişti ve öğle vaktine doğru mükemmel bir sakinlik çökmüştü. Bu noktada herhâlde, birçok batık denizcinin tropikal güneşin altında açık bir filikada tek başına yolculuk yapmasının ne kadar acı verici olduğunu tarif etmeme gerek yoktur. Fırtına bana fazlasıyla içme suyu sağlamıştı; böylece bu konuda acı çekmek zorunda kalan diğer zavallı gemicilerin aksine, ben susuzluk işkencesinden kurtulmuştum. Akşama doğru çıkan hafif rüzgârla ilerlemeye devam ettim ve ertesi sabah karşıma beni güvertelerine kabul edecek bir gemi çıktı. Ancak geminin mürettebatına ve hatta kaptanına başımdan geçen garip hikâyeyi anlattığımda, hiçbiri anlattıklarıma inanmadı. Neyse, bu noktadan sonra artık size daha fazlasını anlatmayacağım: Bu el yazmasını size veriyorum. Ayrıca çözebildiğim kadarıyla, şifrelerin anahtarını da vereceğim. Sanırım el yazması, Orta Çağ’dan kalma Latin dilinde yazılmış olmalı, bu konuda çok fazla bilgim olmadığından ancak tahmin yürütebiliyorum; fakat yine de şifresini çözebildiğim kısımlardan anladığım kadarıyla, Latince olmayan ve bilinen herhangi bir dile ait gibi görünmeyen kelimeler de var; tahminimce çoğu, yazının yazıldığı sırada dünyaca bilinmeyen bir takım teknik cihazları tanımlamak için kullanılmış olan yarı bilimsel terimler. Size sadece tek bir şartım olacak, ben hayatta olduğum sürece hikâyemi yayınlamayacaksınız; vermiş olduğum el yazmasını kimseye göstermeyeceksiniz, kimseye güvenip hikâyemi anlatmayacaksınız, sırrımı en sıkı şekilde saklayacaksınız ve şayet ben öldükten sonra onu açıklayacak olursanız da yazacaklarınızda kesinlikle benim kimliğime dair bir bilgi ya da bir ipucu vermeyeceksiniz.”
“Söz veriyorum.” dedim ona. “Ancak yine de size bir soru sormak istiyorum. Hissettiğiniz o olağanüstü sarsıntının ve tanık olduğunuz tahribatın sebebinin ne olabileceğini düşünüyorsunuz? Kısaca ifade etmem gerekirse bana emanet ettiğiniz bu el yazmasının oluşumunun doğası ve kökeni nedir?”
“Neden bana sorma gereği duydunuz?” diye cevap verdi. “Size anlattıklarımdan kendi adınıza bir çıkarımda bulanacak kadar yeteneklisiniz ve size yardımcı olabileceğini düşündüğüm her şeyi söyledim. Geri kalanını size el yazması anlatacaktır.”
“Ama…” dedim. “Gerçek bir görgü tanığı genellikle hatırlayamadığı, aslında kendisi tarafından ve bireysel olarak kaydedilmesi çok küçük olan birtakım küçük gerçekleri, bir yabancı tarafından yapılan tam bir çapraz sorgulama esnasında anlık olarak anımsayabilir ve o gerçekleri ortaya çıkarabilir. Bu yüzden de el yazmasını açmadan önce kökeni olduğuna inandığınız şeyin ne olduğunu duymak isterim.”
“Size sadece şunu söyleyebilirim.” diye cevap verdi bana. “El yazmasından ortaya çıkarılması gereken şey, onu açmadan önce size çıkarımlarda bulunduğum şeydir. Aynı açıklama, bizzat ilk gece anlattığımda da aklımda kalmış olan tek açıklamadır. O zaman da bana tamamen inanılmaz görünüyordu, ancak yine de aklımın önerebileceği tek mantıklı açıklama da bu.”
“Hiç sarsıntından ve darbeden önce adada, meteor ve güneşin garip bir şekilde kararmasına bağlı olabilecek hatırladığınız bir şeyler var mıydı?” diye sordum.
“Kesinlikle vardı.” dedi. “Bu olay vuku bulduktan sonra, darbeyi en çok hisseden bölgeden sadece tek bir sonuç elde edilebilirdi.”
El yazmasının incelenmesi ve çevirisi, dostumun önceki çabalarından bana sağladığı tüm yardımlarıyla birkaç yıl sürdü. Okuyucunun göreceği ve dostumun da daha önce belirttiği üzere, el yazmasının üzerinde birden fazla muazzam boşluk vardı ve kimi yerlerde yazının okunaksız olması ya da benim bilmediğim bazı teknik terimlerin kullanılmış olması, yapmış olduğum çevirimin doğruluğundan şüphe duymama neden oluyordu. Bununla birlikte, her ne olursa olsun bu konuda büyük pişmanlıklar ve sıkıntılar çekmiş olan dostuma vermiş olduğum sözü tüm koşullarına uyarak yerine getirip dünyaya sunuyorum.
El yazmasının karakteri çok ilginç ve çevirisi de aşırı derecede zordu. Üzerine yazmak için kullanılan materyal, dünyada bu tür amaçlar için kullanılan hiçbir şeye benzemiyordu. Daha çok ince bir keten ya da ipeksi ağa benzer bir dokumaydı, ancak dokusu yakından incelendiğinde ne yakın tarihte bilinen ne de arkeolojik açıdan bilinen herhangi bir kumaşa benziyordu, hatta ve hatta bu tür imalatta kullanılanlar gibi bir dokuma tezgâhında da dokunmadığı aşikârdı. Harfler ya da daha doğru ifade etmek gerekirse semboller çok küçüktü, ancak olağanüstü nitelikte görünüşe sahipti. Yazım esnasında bir kalemden ziyade, kaleme benzeyen ancak en kaliteli kalemden bile çok daha ince yazma yeteneğine sahip bir şey ile yazıldığını düşünüyordum. Daralmalar ve kombinasyonlar sadece sık değil, neredeyse çok amaçlı kullanılabilecek şekilde tasarlanmıştı. Art arda beş ardışık harfin ayrı ayrı yazıldığı bir örnek yoktu ve genellikle dört ila on harf dâhil olmak üzere yarım düzine daralmanın meydana gelmediği tek bir satır da bulunmuyordu. Sayfalar yaklaşık olarak 13x20 cm’lik sıradan defter sayfası boyutundaydı, ancak sayfa başına elli satır ve belki de her satırda sadece yüz elli harf bulunmaktaydı. Muhtemelen ilk yarım düzine sayfa tamamen tahrip olmuştu ve sonraki yarım düzine o kadar ezilmiş, dağılmış ve tahrif edilmişti ki onların üzerinde sadece birkaç cümle düzgün bir şekilde okunabiliyordu. Her hâlükârda, bunları yazarın anlamının büyük ölçüde doğru bir temsili olduğuna inandığım şeyle birleştirmeye çalıştım. Manastırlarda, keşişlerin kullandıkları Latinceye benziyordu -bazen neredeyse birleştirilmiş kelimeler olsa da- bununla birlikte Latince olmayan birçok kelime de vardı. Geri kalanı için, orada burada sayfalar okunaksız ve özellikle sayıları veya kimyasal bileşikleri temsil eden bazı semboller çözülemez olsa da yazılanlar hakkında net ve tutarlı bir çeviri yapmayı başardığımı umuyorum. Aslında sadece anlatımımı yoğunlaştırarak yazacaklarıma mantıksızca karşı koymaya çalışacak kişilerin gereksiz suçlamalarından dolayı sorun yaşamamak için tek bir satır dahi değiştirmedim ya da baskılamadım.
Ve son bir söz daha! Pek muhtemel olmasa da bu hadiseleri açıkça onlara rapor eden anlatıcının bazı dostları hayatta olabilir ve burada yazılanlar onlara tanıdık gelebilir. Şayet öyleyse o zaman beni tamamen şaşırtan bazı sorunları çözmeme yardımcı olabilirler ve isterlerse el yazmasının giriş kısmındaki kasıtlı ya da kazara tahrip olan eksik bölümün sırrını açığa çıkarmak için ellerindeki ipuçları hakkında açıklamada bulunabilirler.
Bu bölümlerin, el yazması kaydının yalnızca ilk bölümünü içerdiğini eklemeliyim. Geri kalan bölüm, ikinci bir yolculuğun olaylarını ilişkilendirmek ve başka bir dünyayı tanımlamak için bilgiler veren kısım hâlâ bende saklıdır ve şayet çalışmanın ilk kısmı halkın ilgisini fazlasıyla çekecek olursa hikâyenin son bölümü tarafımca ya da yasal mirasçılarım tarafından yayımlanacaktır. Aksi olacak olursa ölümümden sonra bu bölüm bazı ulusal ya da bilimsel kurumların kütüphanesinde yerini alacaktır.

BÖLÜM II
DIŞ MEKÂNA BAĞLI
Açık nedenlerden dolayı, Apergy’nin[1 - Apergy: Percy Greg tarafından ilk kez 1880 kılıcı ve Zodiac’ın karşısındaki gezegen romanında tanımlanan yer, çekimsel enerjinin hayali bir şeklidir.] sırrına sahip olanlar, bunu asla önerdiğim şekilde uygulamayı hayal etmemişlerdir. Atomik alanda itici bir kuvvetin varlığından uzun zaman şüphelenildiği ve kesinlikle geç tespit edildiği için ve bunun üstünlüğü, maddenin sıvı ya da katı hâlinden farklı olarak gaz hâlinin karakteristiğine sahip olduğundan, onlara meraklı bir doğa sırrından biraz, belki de çok daha fazlası gibi gelmiş olabilirdi. Son zamanlara kadar, bu kuvveti büyük miktarda üretebilecek ya da toplayabilecek bir araç bulunamamıştır. Elektrik biliminin ilerlemesi bu zorluğu çözmeyi başarmıştır ve bu sır bana iletildiğinde, daha önce hiç kendisine ait olmayan bir değere sahip olmuştur.
Gezegenlerin her birinin kendi çapında birer dünya olduklarını öğrendiğim çocukluk dönemimden bu yana, en yakınlarından birine ya da birkaçına ziyaretlerde bulunabilmek en sevdiğim hayalimdi. Böyle bir yolculuğun bir gün mutlaka yapılacağını hissederek konu hakkında elde edebileceğim tüm bilimsel ve hayali ipuçlarını topluyordum. Bu konu hakkında gerçekten zekice yazılmış bir ya da iki roman sayesinde, en büyük hayalimi gözümde canlandırmış, bu rüyalarım esnasında her türlü zorluğu ve risk faktörlerini kendimce tespit etmiştim. Kendi kendimi, ihtiyaç duyulan tek bir şeyin henüz ulaşılamayacak kadar ötesinde, hatta ve hatta bilimin yakın umutlarının bile ötesinde olduğuna ikna etmiştim. İnsani icatlar, dirençli ortam sağlamayan bir bölge boyunca sorunlu hareketin -beyinsel olarak düzgün ve sürekli artan- temel gereksinimini karşılayabilecek tahrik gücünü sağlayamazdı. Bu noktada, kesinlikle mutlak bir boşlukla hareket edebilen itici bir enerji olmak zorundaydı. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, balıklar, her an uygulanan bir itme gücüyle hareket etmiştir. Havada ya da suda, kürekler, yelkenler, yüzgeçler ve kanatlar çalıştıkları akışkan yapı taşına uygulanan itme gücüyle hareketlerini gerçekleştirmiştir. Ancak uzayda, itmenin uygulanabileceği böyle bir direnç elemanı yoktu. Sınırsız bir mesafeden yer çekimi gibi hareket edecek ve uzak bir dayanak noktasında geçersiz bir hareketle, örneğin Dünya’dan Ay’a veya çok daha uzak olan Güneş’e yapılacak bir yolculukta olduğu gibi bir itme gücüne ihtiyacım vardı. O sıralarda, Apergy gücünün karakteri bana bildirildiğinde, bu amaçla uygulanması aklıma yatmıştı. Deney, bu kaydın başlangıcında açıklanan yöntemle, kayıtların pratik olarak sınırsız miktarda üretilip toplanabileceğini kanıtlamıştı. Uzayda yolculuk için diğer engeller, üstesinden gelmekle karşılaştırıldığında önemsizdi; doğada bulunmayan ya da eksik güçler değil, keşfedilmemiş ya da henüz bulunamamış güçler vardı. Bunların en başında gelen ise elbette yolculuk esnasında yolcunun ihtiyaç duyacağı yeterli havanın taşınmasıyla ilgili olan eksikliğin giderilmesiydi. Hava geçirmez bir geminin inşası yeterince kolaydır; ancak taşınan hava kütlesi ne kadar büyük olursa olsun, oksijen tüketilmemesine rağmen, nefes alarak verilen karbonik asit kısa sürede tüm yaşamı imkânsız hâle getirecektir. Bu elementi ortadan kaldırmak için sadece kolayca hesaplanan belirli bir miktarda kireç suyunu taşımak ve havanın tamamını periyodik olarak içerecek bir kaptan geçirebilmek açısından bir fan ya da benzer bir alet gerekli olacaktır. Çözeltideki kireç, zararlı gazla birleşerek suyun bulanık beyazlığı ile karbonik asidin emilimini ve kireç karbonatının oluşumunu gösterecektir. Fakat eğer karbonik asit gazı sadece uzaklaştırılacaksa o gazın bir parçasını oluşturan havanın oksijeni sürekli olarak azalacak ve sonuçta tükenecektir ve yüksek derecede oksijenlenmiş havanın dolaşımı üzerindeki etkisi, bu elemanın oranında başlangıçta kayda değer bir artış sağlayabilmesi için çok büyük olacaktır. Aslında potas klorat gibi bazı katı kombinasyonlarda ihtiyaç olması hâlinde, mevcut olan koşullara yeni bir oksijen kaynağı taşıyabilirdim. Ancak Apergy’nin oluşturulması için kullanılacak olan elektrik, karbonik asidin ayrışmasına ve oksijenin atmosfere geri kazandırılmasına da uygulanabilirdi.
Ancak geminin yönlendirilmesinin yanı sıra itilmesi de gerekiyordu ve bunu başarabilmek için Apergy’nin yönünü iradeli bir şekilde yönetmek gerekli olacaktı. Bunu yapabilmek için kullanacağım yöntemim, bu garip gücün en iyi kurulmuş iki özelliğine bağlıydı: doğrusal doğrultusu ve iletkenliği. Sapmadan ve görünüşte küçülmeden tek bir düz çizgi üzerinde havada ya da boşlukta hareket ettiğini tespit etmiştim. Çoğu katı maddeler ve özellikle de metaller, kendi elektrik koşullarına bağlı, karşılıklı olarak az ya da çok su geçirmezdi. Nüfuz etme gücü çok belirsiz bir yasaya göre azalır, ancak o kadar hızlı bir şekilde akla gelebilecek hiçbir akım gücü, araya giren bir tabaka tarafından yarım inç kalınlığında korunan bir nesneyi etkilemezdi. Öte yandan, diğer tüm hatlara karşılıklı olarak oluşturulacak bir kılıfta çözülemeyen iletken bir çubuğun ekseni tercih edilebilirdi. Bununla birlikte, bu tür bir çubuk kavisli, bükülmüş veya bölünmüş olabilirdi, böylece akım onu dolduracak, takip edecek ve ortaya çıktığı yöndeki sapma, difüzyon veya kayıp olmadan süresiz olarak devam ettirecekti. Bu nedenle, karşılıklı olarak malzeme ile kaplanmış bir geminin jeneratöründen akım toplayarak ve başka bir Apergy bırakmadan, tüm hacmi bir iletkene göndermek gerekebilirdi. Bu iletkeni keserek diğer parçanın daha yakına dönmesine neden olan akımı gerekli bir açıda yönlendirebilirdim. Böylece itmeyi dirençli bir gövdeye (güneş ya da gezegen) döndürebilirdim ve bu sayede gemiyi istediğim herhangi bir yöne itebilirdim.
İlk denememin Mars’ı ziyaret olması gerektiğine karar verdim. Ay görünüşe göre çok daha az ilginç bir cisimdi, çünkü dünyaya doğru çevrilmiş olan yarım küresinde, atmosfer ve su olmaması, bizim bildiğimiz gibi herhangi bir yaşamın -muhtemelen duyularımız tarafından fark edilebilecek herhangi bir hayatın- olmayacağını gösteriyordu ve bu durum inişi de engelleyebilirdi. Neredeyse en sağlam gök bilimciler, görünüşte yeterli gerekçelerle, (küçük bir kısmı zaman zaman dengeli, büyük ölçüde kısaltılmış ve sonuç olarak biraz kusurlu da olsa görünüşüne dair raporlar sunmuş) karşı yarım kürenin bile hayvan ve sebze yaşamının iki temel gerekliliğinden yoksun olduğuna inanma konusunda hemfikirdi.
Mars’ın denizleri, bulutları ve genel olarak bir atmosferi olduğunu kabul ediyor ve onu bu tartışmaların ötesinde tutuyordum. Venüs’ün olağanüstü parlaklığı nedeniyle dünyaya en yakın konumdayken aydınlatılmış yüzeyin çok küçük bir kısmının bizim için görünür olduğu gerçeğine dayanarak her şeyden önce onun yoğun bulut tabakası hakkında çok az şey bilinmesinden dolayı, muhtemelen daha az çekici olmasına rağmen, koşulların ve olası sonucun en açık ve kesin olacağı görüşüne sahip olduğum Mars gezegenine yapılacak ziyaretin ve başlanacak yolculuğun en doğru karar olduğu sonucuna vardım. Dahası, ilk etapta, Apergy’i bir direnç kuvveti olarak değil, itici bir kuvvet olarak kullanmayı tercih ettim. Şimdi, Dünya’nın çekim alanının ötesine geçtikten sonra, Mars’a doğru giderken, çekim gücünün üstesinden gelmek için Apergy’e dayanarak Güneş’ten ayrılmam gerektiği gayet açıktı; oysa Venüs’e ulaşmaya çalışacak olursam, Güneş’e yaklaşmam, bu muazzam çekim gücüne karşı temel itici gücüme güvenmem ve Apergy’i sadece hareket oranını hafifletmek ve yönünü kontrol etmek için kullanmam gerekecekti. İkinci seçenek bana bu ikisinin arasında daha hassas, zor ve belki de en tehlikeli göreviymiş gibi geldi; bu yüzden de bu seçeneği, makinelerimin kontrolünde bazı deneyim ve el becerileri edininceye kadar ertelemeye karar verdim.
Tabii ki gemimi olabildiğince hafif ve aynı zamanda ağırlıkla ilgili düşüncelerin kabul edeceği kadar büyük hâle getirmem gerekiyordu. Ancak uzayın dışsal soğukluğunun içeriye nüfuz etmesini önlemek ya da daha doğrusu, geminin içinde üretilen ısının dışarıdaki yoğun soğukluğa doğru geçişini engellemek ve içerideki havanın muazzam dış basınca karşı direnç göstermesini sağlayabilmek için çok kalın duvarlar inşa etmek büyük önem arz ediyordu. Kısmen bu nedenlerden dolayı ve kısmen de elektriksel karakterini özellikle aperjik akıma karşı geçirgen veya geçirimsiz hâle getirme kabiliyetine sahip olduğu için dış ve iç duvarlarını … alaşımdan yapmaya karar verdim, bu arada tüm boşluklar, doğanın sağladığı diğer herhangi bir maddeden veya malzemelerden inşa edilen insan zekâsından daha az ısıya nüfuz eden bir beton veya çimento kütlesi ile doldurulmalıydı. Bu çimentonun malzemeleri ve oranları aşağıdaki gibiydi.
Kısaca MDCCCXX’te … Mars’ın yaklaşmakta olan direnişinden yararlanmaya karar verdikten sonra gemimi dış kısmı altı inç ve iç kısmı üç inç kalınlığa sahip metaloitten oluşan, üç fit kalınlığında duvarlarla inşa ettim. Gemimin şekli, bir nevi antik Hollanda, Doğu Hindistan ticari gemilerinin biçimine benziyordu zeminden ve tavandan eşit uzaklıkta olan bir düzlemde en geniş ve en uzun, yanlar ve uçlar yine yerden dışa ve çatıya doğru eğimliydi. Bununla birlikte, her biri yüz fit uzunluğunda ve elli fit genişliğindeki güverte ve omurgası kesinlikle düzdü, geminin yüksekliği ise yaklaşık yirmi fit kadardı. Zeminin ve çatının tam ortasına, ilk aşamada pencere görevi görmesi açısından sırasıyla büyük birer kristal mercek yerleştirdim, bu merceklerin alt kısımda yer alanı güneş ışınlarının kırılarak içeri girmesini, üst kısma yerleştirdiğim mercek ise büyüteç görevi görerek yıldızları incelememi sağlayacaktı. Geminin kalan tüm kısımlarından daha ağır olan zemin, elbette ki aşağıya doğru duracaktı; bu da yolculuğun büyük bir kısmı boyunca geminin yönünün güneşe dönük olacağını gösteriyordu. Herhangi bir nesneyi herhangi bir yönde ayırt edebilmemi sağlamak için, aynı malzemeden biri üstte diğeri alt yarısında olmak üzere dört malzemenin her birinin ortasına benzer birer lens yerleştirdim. Söz konusu kristal, benim için üretenlerin de farkında olduğu gibi sıradan camla ulaşılamayan bir mükemmellik ve yapı eşitliğiyle işlemden geçirilerek, fazlasıyla sabırlı ve zahmetli cilalama işleminden sonra orta büyüklükteki teleskopların bile lenslerinin çok zor verebileceği keskinliğe ve netliğe sahip olacak biçimde, ister camdan isterse metalden olsun, ısıyı hiçbir suretle geçirmeyen … malzemeden oluşuyordu. Eğriliği öylesine net hesaplamıştım ki farklı büyüteçlerin birkaç gözü, yanımda taşıyacağım pencere camlarının herhangi birine eşit olarak uyarlanabilirdi ve böylece düzgünce yerleştirilebilen aynalar üzerine 100, 1000 veya 5000 kat büyütülmüş mükemmel bir görüntü sağlayabilirdi.
Zemini birkaç alternatifli mantar ve kumaşla kapladım. Geminin bir tarafına koltuğumu, masamı, kitap rafımı ve yolculuğum için gerekli olabilecek tüm diğer eşyaları dengeyi koruyacak ve yeterli ağırlığa sahip olacak biçimde yerleştirdim. Diğer tarafa ise pencerelere erişime izin verecek biçimde iki parçaya bölünmüş, üç metre derinliğinde ve beş metre genişliğinde topraklı bir bahçe yaptım. Bahçenin ayrılmış her bir bölümünü, kısmen hayvan atıklarını emmek için, kısmen başka yerlerde doğallaştırma umuduyla, mümkün olan en geniş çeşitlilikte çalılar ve çiçekli bitkilerle doldurdum. Bahçenin her iki tarafını çatıdan zemine uzanan tel örgülerle kapladım, bu sayede çeşitli kuşlardan oluşan kafesleri içeri yerleştirdim. Geminin merkezinde, yaklaşık otuz fit yükseklik ve yirmi fit genişliğe kadar alanı kaplayan makineler bulunuyordu. Bu alanın daha büyük kısmı, elbette, yukarıda Apergy’nin yuvası olan jeneratör tarafından doldurulmuştu. Bu, zeminden sağa doğru, karşılıklı konumlandırılmış kılıf içerisinde bir iletken çubuğa iniyor, böylece üst kısımdan ayrılmadan alt kısım, yirmi derecelik (20°) bir açıyla herhangi bir yönde dönebiliyordu. Bu, elbette, itici kuvvetin akışını Güneş’e yöneltebilmek için yapılmıştı. Açı otuz dereceye kadar uzatılabiliyordu, ancak Güneş diskinin dış kısımlarına karşı yönlendirilen bir kuvvete güvenmeyi uygun bulmuyordum, bunların yeterince küçük bir yoğunluk maddesi tarafından işgal edildiğine inanıldığından, böylesi bir eylem için yeteri derecede sağlam bir taban sağlayamayacağını düşünüyordum.
Yolculuk sırasında yanıma yaklaşabilecek herhangi bir objenin hareketine izin vermemek ya da buna karşı koyabilmek için de açıkça belli bir mesafe bırakılması gerekliydi. Yine buna bağlı olarak, Dünya’nın çekim etkisinden kurtulduktan sonra bu objeleri herhangi bir yöne ve yüzeye her açıdan yönlendirebilir olmalıydım. Bu amaçla, çatıdan ve duvarların dört bir tarafından geçerek, ana iletken gibi bağlı olacak biçimde, ancak istenildiği zaman çok daha geniş açılarla dönebilen ve her an ayrılabilir ve yalıtılabilir, bir nevi giriş yuvası veya duya girebilecek beş küçük çubuk yerleştirdim. Direksiyon aparatım ise içinde üç büyük daire bulunan bir masadan oluşuyordu. Bunların orta ve sol kısmı, doğru şekilde parlatılmış ve tıraşlanmış aynalarla doluydu. Merkezî daire veya meta pusula, merkezden çevreye yayılan ve her biri bir sonrakinden bir derecelik yayla sapan birçok farklı yönü işaret eden üç yüz altmış ince çizgiye bölünmüştü. Buradaki ayna, çatıdaki mercekten izlediğim yıldızın görüntüsünü alacaktı. Bu merkezde her şey mümkün olduğunca sabit kalacaktı. Hatlardan herhangi biri boyunca hareket ettiğinde, gemi açık bir şekilde yolundan ters yöne sapıyordu; bunu engellemek ve doğru rotaya yönelebilmek için de itici kuvvetin onu görüntünün hareket ettiği yöne doğru itmesi gerekiyordu. Bunu başarmak için ana iletkenin alt bölümüne bir dümen takıldı, bununla, ikincisinin, dönme sınırı dâhilinde herhangi bir doğrultuda sınırlı hareket etmesi sağlanabilirdi. Bu dümeni kontrol etmek, sağ taraftaki açık veya direksiyon simidinde, meta pusulanın aynasındaki yıldızın sapmasına tam olarak paralel hareket edecek küçük bir düğme ile sağlanacaktı. Sol daire ya da dismetre, birbirinden eşit bin dokuz yirmi eş merkezli daireye bölünmüştü. En dıştaki aynanın, merkezden yaklaşık iki kat daha uzaktaki dış kenarından, dünyadaki herhangi bir gözlemciye en büyük yıldız olan Güneş’in tam olarak eşit orandaki ölçümü sunulabilecekti. Her iç daire bir saniye azaltılmış çap ölçümüne karşılık geliyordu. Bir verniye[2 - Verniye: Doğrusal ve dairesel boyutların ölçülmesinde, ölçme duyarlılığını artırani çok küçük boyutların ölçülebilmesini sağlayan düzen. (e.n.)] ya da göz parçası aracılığıyla, Güneş’in çapı disometreden okunabilir ve çapından mesafe doğru bir şekilde hesaplanabilirdi. Makinenin diğer tarafında, havanın bir fan tarafından yönlendirildiği karbonik asidin ayrışması için bir bölme vardı. Bu fanın kendisi, iki çıkıntılı karşılıklı metal karesi olan yatay bir tekerlek tarafından çalıştırılıyor, tekerleği sabit ve hızlı hareket hâlinde tutmak için her birine karşı, belli bir noktaya ulaştıkça merkezinden çok küçük itici bir kuvvet akışı yönlendiriliyordu. Elbette kendim için de bol miktarda konserve sebze, kurutulmuş et, süt, çay, kahve vb. malzemeleri ve geçmesi beklenen yolculuk süresinin iki katı kadar yeterli olacak biçimde içme suyu tedarik etmiştim; ayrıca gemiye gayet iyi bir şekilde hazırlanmış alet çantası da koymuştum (teller, borular vb.). Alt pencerelerden biri, içinden rahatlıkla geçebileceğim kadar büyüktü ve girdikten sonra kapısını yerine oturtarak sıkıca çimento ile sıvamam gerekiyordu, eğer gemiden çıkmak istersem bu sıva çıkarılmak zorundaydı.
Geminin ve makinelerinin farklı bölümlerinin imalatı ve bazen de uygulanması gereken kombinasyonların hazırlanması beni elbette birkaç ay meşgul etmişti; temmuz sonunda artık yolculuğa çıkmaya hazır olduğumda, terslikler de oluşmaya başlamıştı. Yaklaşık elli gün boyunca yörüngesinde dakikada yaklaşık bin yüz mil hızla hareket eden Dünya, Mars’ı geçecekti; daha açık bir şekilde ifade etmem gerekirse, Dünya, Güneş ve Mars’ın arasına girecekti. Dünya’dan başlayarak bu harekete eşlik etmeliydim; ben de aynı yönde dakikada bin yüz mil gitmeliydim; ama sürekli genişleyen bir yörünge boyunca seyahat etmem gerektiğinden Dünya beni geride bırakacaktı. Apergy bunu telafi edebilmek ve yanı sıra beni taşıyabilmek için, Mars yörüngesine doğru, bir öncekine dik açılarla kırk milyon mil taşımak zorunda kalacaktı. Yine, Dünya yüzeyinin kendi ekseni etrafında yükseldiğim o noktanın hareketini, enlem ile değişen, Ekvator’da en büyük, kutupta hiçbir şey olmayan bir harekete de eşlik etmek zorundaydım. Bu beni saatte binlerce mil hızla Dünya’nın etrafında döndürecekti ve benim elbette ki mümkün olan en kısa süre içerisinde bu rotadan kurtulmam gerekiyordu. Ve bundan kurtulmam gerektiğinde, ilk başlarda yukarı doğru hareket etmek istiyordum; yani, doğrudan Güneş’ten uzakta ve ekliptik düzlemde olmalıydı ki bu Mars’ın hareketinden çok farklı olmayacaktı. Bu nedenle de etkili tırmanışımı gerçekleştirmek için Dünya’nın mümkün olduğunca Güneş’ten en uzak noktasından yani, gece yarısı meridyeninden bu yolculuğa başlamam gerekiyordu.
Terslikleri yaşamaya başladığım tarihten çok önce bu yolculuğa başlamamı sağlayan aynı nedenden ötürü, Dünya’nın kendi ekseni üzerindeki dönüşünün hareketini göz önünde bulundurarak seyahatime gece yarısından birkaç saat önce başlamaya karar verdim. Bu zamana kadar bana her zaman destek olan iki dostumdan ayrılarak, 1 Ağustos tarihinde akşamüzeri 16.30 sularında gemiye bindim. Giriş penceresini kapattıktan ve her şeyin yolunda olduğunu dikkatlice tespit ettikten sonra -ki bu görev neredeyse bir saatimi almıştı- jeneratörü devreye alacak şekilde ayarladım; enerjinin tam anlamıyla dolduğunu ve kuvvetin gereken oranda sağlandığını tespit ettiğimde, enerjiyi ilk önce bütün ana iletkene doğru yönlendirdim. Bunu yaptıktan sonra batıdaki alt pencereye döndüm -ya da bulunduğum konum olarak sağ tarafa- ve dışarıya baktığımda ağaçların tepelerinde, yarım mil uzakta ve başlangıç noktamın seviyesinden yaklaşık iki yüz fit yukarıda olduğumu gördüm. Basınç birimini önemli ölçüde sıkıştırdığımı ve oksijen oranını yaklaşık yüzde on oranında artırdığımı ve ayrıca ihtiyaç durumunda ikincisinin tamamını üretme aracını da taşıdığımı söylemeliyim. Araçlarım arasında bir basınç göstergesi vardı, o kadar hassas bir biçimde bölünmüştü ki cam çemberleri okumak için kullanılan sabit güçlerle aynı kuvvete sahip hareketli bir verniyeyle, birkaç saniye içinde havanın en küçük kaçağını bile fark edebilirdim. Bununla birlikte, basınç göstergesi sabitlenmiş durumdaydı. Pencereye yaklaşıp dışarı baktığımda, Dünya’nın benden o kadar hızlı uzaklaştığını görüyordum ki ayrıldıktan sonra beş dakika içinde, ağaçlar ve hatta evler gibi nesneler çıplak gözle neredeyse ayırt edilemez hâle gelmişti. Gemim yukarı doğru yükseldikçe, havanın ıslık çalar şekilde sesler çıkaracağını düşünmüştüm, ancak kalın duvarlarım sayesinde böyle bir şey hiçbir suretle algılanmıyordu. Güneşin batıdan hızla yükselişini gözlemlemek garipti. Üst pencereye bakınca, gökyüzünün hızla kararan yönünü görmek daha da dikkat çekiciydi. Birdenbire biraz uzak mesafedeki parlak bir gökkuşağı dışında her şey kayboldu, belki de sıradan bir gökkuşağı parlaklığından daha ziyade buna bir hale demem daha doğru olurdu çünkü gördüğüm şey aşağıdan görülen gökkuşağı gibi değil, aksine onun yarısından daha az ama neredeyse bir dairenin üçte ikisi gibi bir şeydi. Tabii ki bir bulutun içinden geçtiğimi ve çok sıra dışı yoğunluklardan birine sahip olduğunun farkındaydım. Bununla birlikte, birkaç saniye içinde, farklı seviyelerde binlerce kırık buhar kütlesinin, boşlukların ve sis tepelerinin, güneş ışığının yansıttığı üst yüzeylerine bakıyordum; beyaz ışınlar, karışıklık içinde, tarif edilemez bir parlaklıkta tüm renklerin sayısız ışınlarıyla bütünleşmişti. Bulut tabakasının içinden geçişim sırasında bulut dışındaki her şeyin yoğunluğunun belirsizliğinden değil, genişliğinden kaynaklandığını düşünüyordum çünkü bu yükseklikte aşırı derecede hafif ve dağınık bir kütle olmasına imkân yoktu. Doğu penceresinden yukarıya baktığımda ise artık çok daha parlak görünen yıldızları fark edebiliyordum ve sürekli kararan bir arka fon üzerinde neredeyse her an yeni bir yıldız beliriyordu. Batıya doğru baktığımda, tüm manzara yalnızca gün ışığından ibaretti, o anda yarıçapı beş yüz milden fazla olan yarım daire boyunca uzanan kıyı şeridi ve deniz taslağını fark ettim, bu da deniz seviyesinden yaklaşık olarak otuz beş milden daha uzak olduğumu ima ediyordu. Bu yükseklikte bile, ölçümlerimin boyutu, yüksekliğime kıyasla o kadar büyüktü ki gemiden ufka doğru çizilen bir çizgi, çok kabaca da olsa, yüzeye neredeyse paralel gibi görünüyordu; bu yüzden ufuk bulunduğum seviyemden çok uzak görünmüyor, ancak altımdaki noktanın elbette fazlasıyla uzak bir mesafeye sahip olduğu ortaya çıkıyordu. Bu yüzden yüzeyin görünümü, farzımuhal ufkun görüşümü sınırlayan yarım dairesinin merkezinden otuz mil daha yüksekmiş ve görüş açımdaki alan bir tabak ya da sığ bir kâse şeklindeymiş gibi görünmesine neden oluyordu. Ancak görünür yüzeyin çapı yalnızca yüksekliğin karekökü olarak arttığından, bu görünüm yükseldikçe daha az algılanabilir hâle geliyordu. Otuz beş mil yüksekliğe ulaşmam yirmi dakika sürdü; ama benim hızım, elbette, büyük bir yükseklikten Dünya’ya düşen bir nesnenin hızının artması gibi sürekli olarak artıyordu ve on dakika daha geçmeden, kendimi Güneş’in yönü dışında neredeyse mutlak bir karanlığın içinde buldum -sanki hâlâ denizin üstündeymişim gibi- ve hemen bunun ardında, karasal ufkun etrafında, üzerinde bulutlarla kırılan güneşli masmavi bir gökyüzü halkası vardı. Diğer her yönde ise sadece kapkara bir gökyüzü değil, mutlak bir karanlığa bakıyordum. Ancak bu karanlığın ortasında az ya da çok yıldızlardan oluşan sayısız ışık noktası vardı, artık uzaktaki bir tonozun yüzeyine yayılmış gibi görünmüyordu ama hemen önümde daha parlak ya da daha sönük gördüğümden değil, içgüdüsel olarak görsel kavrayışıma daha yakın veya daha uzak olarak dağılıyorlardı. Parıldama, onları hâlâ yoğun bir atmosferde gördüğüm doğu ufkunun hemen yakını haricinde, hiçbir yerde yoktu. Kısacası, başlangıçtan bu yana henüz daha otuz dakika geçmemiş olmasına rağmen, atmosferden çıkmış ve uzay boşluğuna girmiş olduğumu anlamıştım, şayet böyle bir boşluk varsa elbette.
Bu noktada, anlık olarak ortaya çıkan nedenlerden dolayı, Apergy’nin büyük bölümünü kesmek ve hızımı kontrol etmek zorunda kaldım. Yükselişimin ilk yüz milinde Dünya yüzeyini net bir şekilde görebilmem için gün ışığında başlamıştım. Manzaranın tadını çıkarmak istemediğimden değil, ancak aynı zamanda parkurumu karasal yer işaretleriyle yönlendirmem gerektiğinden, mekiğin hareket hızını ve yönünü belirlemek için bunları görebilmeli ve olası herhangi bir tehlikenin ilk belirtilerini ayırt edebilecek durumda olmalıydım. Ama tabii ki rotam genellikle ekliptik düzlemde yattığı için ve şu an için en azından Dünya ve Güneş’in merkezlerini birleştiren hatta olduğumdan, gerçek uzay yolculuğumun gece yarısı meridyeninin düzleminde, yani Dünya yüzeyinin hemen Güneş’in karşısındaki kısmının üstünden başlamasını istiyordum. Bu çizgiye ulaşmak ve ona ulaştıktan sonra bir süre daha üstünde kalmak zorundaydım. Her ikisini de yapabilmek için mümkünse Dünya’nın dönüşünden türetilen doğuya doğru itici gücü dengelemem yeterliydi, ancak aynı zamanda batıya doğru bir itici güç elde etmeliydim; bu da başladığım enlemde saatte bin mil anlamına geliyordu. Ana çubuktan mekiği sabit bir yükseklikte tutmak için yeterli Apergy akımını yönlendirirken, doğru iletken açısından gereken itici gücü bir saat boşlukta kolayca yedekleyebileceğimi hesaplamıştım, ancak o bir saatlik zaman diliminde giderek artan Apergy gücü beni 500 mil batıya doğru götürecekti. Yani, altı saat içinde Dünya’nın dönüşü yüzeye yakın bir nesneyi 90°’lik bir açı ile gün batımından gece yarısı meridyenine taşıyacaktı. Fakat nesnenin yüksekliği ne kadar büyük olursa yörünge yer kürenin merkezi etrafında o kadar geniş ve her derece o kadar uzun olurdu; bu yüzden de saatte sadece bin mil doğuya doğru hareket etmeli, sürekli olarak Dünya yüzeyinde bir noktanın gerisinde kalmalı ve gece yarısı meridyenine ulaşmamalıydım. Dahası, yukarıda belirttiğim Apergy kuvvetinin etkisiyle, bağlı kalacağım son bir saat içinde 500 mil doğuya doğru kaymak zorunda kalmıştım. Şimdi 330 mil yükseklikte, mekiğe 90°’nin 6500 mil temsil edeceği bir yörünge verilecekti. Yedi saat içinde, mekiğimin Dünya’dan aldığı itici güçle 7000 mil doğuda, yörünge boyunca taşınmam ve Apergy tarafından 500 mil geri gitmem gerekiyordu; böylece sabah birde kronometremle, doğuya doğru Apergy akımını tam olarak gece 12’de devreye sokmam şartıyla, gece yarısı meridyeninin düzleminde veya uzayda başlangıç noktamın 6500 mil doğusunda olmam gerekiyordu. Ayrıca sabah saat birde, saatte 1000 mil batıya doğru bir itici güç de üretmeliydim. Bu, bir kez yaratıldığında, onu yaratan güç kesilmiş olsa da var olmaya devam edecek ve Dünya’dan türetilen zıt dönüş dürtüsünü tam olarak dengeleyecekti; bu nedenle, bu hareketin saniyede neredeyse on dokuz mil hızla uzayda Dünya’yı paylaşmasına rağmen, ikincisinin etkisinden tamamen kurtulmalıydım, bu da beni Mars’ın merkeziyle karşı karşıya kalacağım birleşme hattına götürecekti.
Her şey hesapladığım gibi gidiyordu. Mekiğin hareketini, hemen altındaki Dünya bölgesinde gün batımının hemen ardından gerekli yükseklikte tutmaya çalışıyordum. Kronometre tarafından gece 12.00 veya saat 24’te, gerekli mukavemetin bir akımını, daha önce Dünya’nın yüzeyine işaret ettiğim, ancak aşırı karasal ufkun biraz altında, hesapladığım gibi yönlendirdiğim doğu iletkenine yönlendirdim. Sabah saat birde, kendimi yıldızlara bakarak tam olarak olmak istediğim yerde ve Dünya’ya göre neredeyse durağan konumda buldum. Hemen doğuya doğru akımı sabitledim, o iletkeni Apergy’den ayırdım ve akımın tüm kuvvetini aşağı iletkene yönlendirmek için, dümeni çok az ayarladıktan sonra, yıldızlar, meta pusulanın aynasında sabit kalmış ve Dünya’nın dönüşünün etkisinden kaçtığımı göstermişti. Dünya’nın görünmezliği sırasında katedilen mesafeyi ölçmek elbette imkânsızdı, ancak sabah saat bir ila iki arasında 500 milin üzerinde mesafe katetmiş olduğumu ve saat dörtte yüzeyden 4800 milden daha az mesafede olmadığımı hesaplamıştım. Göstergelerim de bu hesaplamalarımı büyük ölçüde doğrular nitelikteydi. En sondaki alet, Ekvator üzerine belirli bir ağırlıkta sapması çok dikkatli bir şekilde test edilmiş bir yaydan oluşuyordu. Merkezden uzaklığın karesi olarak yer çekimi, yaklaşık olarak 8000 milde -ya da Dünya yüzeyinin 4000 mil üzerinde- azalıyordu, bu yay, Dünya’da verilen ağırlığa göre hesaplamayı sadece dörtte bir oranında saptırabilirdi: yüzeyden 16.000 mil ya da merkezden 20.000 mil, en fazla yirmi beş bin mil mesafede gibi. Ölçeği buna göre derecelendirmiş ve böylece anlık olarak göstergenin merkezden 9000 milden biraz daha az bir mesafeyi gösterdiğini gözlemlemiştim. Dümeni gerektiği şekilde ayarlayarak saatimin alarmını beni altı saat içinde uyandıracak şekilde kurdum ve yatağıma uzandım.
Durumumun kaygısı ve vahameti beni çok az rahatsız etmişken ya aktif olarak makinemi yönlendirmek ve manipüle etmek ya da gözlerimin önüne sunulmuş olan muhteşem görsel şöleni izlemekten dolayı fazlasıyla yorulmuş, bu yüzden uykuya yenik düşmüştüm ve bütün bu duygu karmaşası sonunda sık sık korkunç rüyalar görerek uyanmama neden olmuştu. İki ya da üç kez, bu şekilde uyanış esnasında, meta pusulayı incelemeye gitmiş ve bir keresinde yönlendirdiğim yıldızların doğru pozisyonlarından sağa doğru bir iki saniye kaydığını fark ederek dümenin yeninden ayarlanmasının gerekli olduğunu görmüştüm.
Yükseliş esnasında, gemimin kıç tarafının üst kısmındaki bir elektrikli lambadan yayılan ve cilalı metalik duvarlara yansıyan parlak ışığın altında gemiyi tamamen dolaştım. Sonrasında, yolculuğa çıkmadan birkaç saat öncesine kadar hiçbir şey yemediğim için karnım acıktığından, kahvaltı yapmaya karar verdim. Yer çekiminin azalmış olmasından dolayı, bir miktar sorun yaşayacağımı bekliyor ve Dünya’nın üzerindeki bu muazzam yükseklikte kaynama noktasının etkilenmeyeceğinden şüphe duyuyordum; ancak bunun sadece atmosferin basıncına bağlı olduğunu ve baskının yer çekiminin yokluğundan etkilenmediğini fark ettim. Bulunduğum atmosferde, biraz daha yoğun olan kaynama noktası Dünya’ya göre 100° değil, 101° dereceydi. Geminin iç kısmının, ocaktan ve duvarlardan eşit uzaklıkta olan bir noktada alınan sıcaklığı yaklaşık 5 °C idi; hoş olmayan bir soğukluktu; ancak yine de bir palto yardımıyla bu durum hiç de rahatsız edici değildi. Bu sırada pencerelerin dışına koyduğum termometrelerle mekânın soğukluğunu ölçmenin kesinlikle imkânsız olduğunu da fark etmiştim; ama bazı yazarların varsaydığı uç noktadan çok daha az olduğuna inanıyordum. Bununla birlikte, cıvaları dondurmak ve atmosferik veya laboratuvar sıcaklık testi olarak kullanılan diğer tüm maddeleri, daha fazla kasılmaya gerek kalmayacak bir katılığa indirgemek için yeterince soğuktu. Dış termometrelerden birini ispirto ile doldurmuştum, ancak bu daha kontrol etme olanağı bile bulamadan kırılmıştı ve ampulü maalesef karartılmış ve karbonik asit gazı ile doldurulmuş bir başkasında gözle görülür bir vakum etkisi yaratmıştı. Gaz donmuş muydu, yoksa ampulün alt kısmına mı batmıştı, elbette bunu görebilmemin imkânı yoktu. Yemeğimi tamamladığım ve mekiğin içindeki atmosferin durumu açısından ihtiyatlı bir değerlendirmenin bana izin verdiği oranda, bir miktar puro içtiğim sırada, kronometrenin saati 10’u gösteriyordu. Bu zamana kadar ağırlığın neredeyse yok olması şaşırtıcı değildi. Bedenim neredeyse küçük bir kümes hayvanının ağırlığına düşmüştü ve küçük parmağımı mekiğin duvarının üst tarafına sabitlediğim borulardan birinin üzerine taktığım halkalardan birine sokarak, kendimi on beş dakikadan fazla bir süre boyunca hiçbir yorgunluk hissetmeden asılı tutmuş ve ağırlığımı destekleyebilmiştim; aslında bütün bu süre zarfında kesinlikle hiçbir kas yorgunluğu hissetmemiştim. Bu durum sadece tek bir sıkıntıya neden olmuştu. Hiçbir şeyin istikrarı yoktu; böylece en ufak bir itme veya sarsıntı sabit olmayan her şeyi altüst edebilirdi. Ancak bu zamana kadar böyle bir şeyin olabileceğini daha önceden tahmin edebildiğimden, bazı şeylerin sabitlenmemiş olması benim açımdan çok önem arz etmemişti, sadece kahvaltım esnasında kaşığımla yumurta kabındaki yumurtaya hafifçe dokunmam, onun kahve fincanımın içine düşmesine ve fincanın devrilmesine neden olduğundan kendime sinirlenmiştim. İçeceğimin büyük bir kısmını kurtarmayı başarmıştım çünkü ağırlık çok değişmiş olsa da atmosfer basıncı aynıydı; kurşun, hatta ve hatta porselen veya sıvılar, Dünya’nın yakın çevresinde mekiğin içinde tüy kadar yavaş bir şekilde düşüyordu. Yine de kendimi herhangi bir yöne yaslayıp neredeyse her pozisyonda dinlenebilecek hâlde bulabilmek, vücudun ağırlık merkezi için en ufak bir desteğin bile yeterli olması; ayrıca, Yankilerin en sevdiği alt ekstremite pozisyonu olan, topuklarım havada baş üstü vaziyette algılanabilir bir kan tıkanıklığı ya da beyin karışıklığı olmadan birkaç saat boyunca kalmanın mümkün olduğunu tespit etmek benim için yeni bir deneyim olmuştu.
Bütün günümü soyut hesaplamaları yaparak geçirdim, çünkü bu süre zarfında Dünya’ya ait hiçbir şey göremeyeceğimin -karanlık tarafın karşımda olması ve Güneş’in tamamen gizlenmesi ve henüz yeni göksel olayların beklenebileceği alanlara girmekten uzak olmam dolayısıyla- farkındaydım; tabii ki gemimdeki aydınlatma seviyemi kısıtlı tutmaya çalışarak, zaman zaman diskometre ve metal pusulayı kontrol etmiş, sonrasında saat 19.00’a (7 P.M.) kadar güzel bir uyku çekmiştim. Bu sırada Dünya, bir dürbünle bakıldığında görüş açımda sadece Ay kürenin yaklaşık olarak otuz katı büyüklüğünde bir alana sahipti; -ilk başlarda bunu yıldızların olmamasından kaynaklı olarak tanımlamıştım- ancak giderek çöken karanlığın ardından, ufuktan onun gözüme neredeyse dolunay kadar büyük göründüğünü fark etmiştim. Tam bu sırada, bunun bir küre olduğunu tanımlayabilmem için yeni bir yöntem yakalama fırsatı bulmuştum. Aslında, alt pencereden bakarken, Dünya ile ilgili olarak, aramızda hiçbir dış ortamın bulunmadığı ancak ay mesafesinin yaklaşık üçte ikisi uzaklığında bulunan ay yarım küresinin bir yerlisinin ona doğru dönmüş olabileceği konumdaydım. Ve bir tutulma sırasında, Ay bilimcisi Dünya’nın etrafında Güneş ışınlarının kırılmasıyla oluşan bir haleyi -Ay’ı onu görünür kılmak için aydınlatan çoğunlukla yeterince parlak bir hâle olarak- karasal atmosferde nasıl görüyorsa ben de dünyayı tutulmalarda görüldüğü gibi güneşin ışık halesine benzer bir haleyle çevrili gibi görüyordum. Görünüşünü o kadar parlak olmasa da güneş ışınlarının oluşturduğu halelerin aksine, renkli, kızıllığın baskın olduğu, tutulmakta olan bir Ay’ın tam olarak sahip olduğu tuhaf tonuyla açıklayabilirdim. Işığın resmedilmesini sağlayacak bir araç bulunmuş olsaydı bile, bu görselliği tasvir edebilmek en yetenekli sanatçıların dahi yeteneklerinin sorgulanmasına neden olabilirdi, böylesi bir sanatçı bile bu görseli en iyi ihtimalle kusurlu bir biçimde resmedebilirdi. Okuyucularımın, onun güzelliğini, parlaklığını ve harika doğasını zihinlerinde canlandırabilmesi için, Homeros’tan bu yana -ki Homeros bile yetersiz kalırdı- hiçbir şairin sahip olmadığı kadar kelimelere hükmetmesi gerekirdi. Garip olan ve belki de anlaşılabilir hâle getirilebilen şey farklılığıydı ya da daha açık ve daha doğal bir ifade kullanmak gerekiyorsa, doğru olmasa bile, bu dünyevi hâle tonlarının aşırı hareketliliğiydi. Güneş prototipinin dört ana noktasında genel olarak gözlemlenen, şayet bu şekilde isimlendirmek doğru olacaksa, herhangi bir tozlaşma yoktu. Çemberin dış kısmı uzayın karanlığı içerisinde çok hızlı biçimde soluyordu; ancak kesinlikle tanımsız olsa da kenarlar mükemmeldi. Bununla birlikte genel anlamda gökkuşağı renkleriyle boyanmış kızıl zemin üzerinde -belki de en iyi şekilde parlak koyu kırmızı bir arka plan üzerinde görülen gökkuşağı olarak tanımlanabilirdi- çok yoğun bulutsu oluşum yüzünden orada ve burada siyah ya da açık veya koyu gri lekeler vardı. Bunların her birinin kenarları, birbirlerini kesen ve halelerin sürekli olarak hatlarını değiştirdikleri küçük düzensiz gökkuşağı renk haleleriydi; parlak ışığın düzensiz oynamalarına maruz kaldığında opal, sedef ya da benzer renkte saydam maddelerdeki yanıp sönme ya da patlama sürekli renk değişkenliği gösterebiliyordu. Sadece bu durumda renk tonları karşılaştırılamaz biçimde daha parlaklaşıyor, değişim hızlı olmasa bile çok daha çarpıcı hâle geliyordu. Herhangi bir anda yüzeyin herhangi bir noktasının ya da bir kısmının bunu ya da kesin tonu sunduğunu söyleyemem, ancak yine de arka planının kızıllıkla desteklendiği bu gökkuşağının genel karakteri, gayet sabit ve belirgindi.
Pencereden içeriye süzülen ışık fazlasıyla loş ve mekiğimin içini yeterince aydınlatamayacak kadar kuvvetsiz biçimde dağılıyordu, bu enfes manzaranın sunmuş olduğu görsel şöleni bir anlığına olsun kaçırmamak için, içerideki tüm elektrikli lambaları söndürdüm. Birkaç yansımadan sonra, Güneş diskinin görüntüsünü ölçmek için hedeflenen ayna üzerine düşen halenin görünüşü, elbette çok daha az parlaktı ve dış sınırı doğru ölçüm yapabilmem için yetersiz kalmıştı. Işığın, Dünya’nın karanlık diski tarafından sınırlandığı yerdeki iç kenarları, koyu kırmızımsı mordan mutlak siyahlığa çok daha hızlı bir şekilde geçerek, gölgelenmişti.
Tam bu sırada, beni bekleyen ilk sürpriz hadiseyle karşılaştım. Göstergeler yeniden yer çekimi olduğunu gösteriyordu, diskometre Dünya’nın ve etrafındaki halenin yarıçapını tekrar tekrar ölçmüş, ikinci iç kenar, elbette ki hiçbir yansıma oluşturmayan siyah diskin ölçümünü vermişti. Bir anda, iki belirti arasında sinyal farklılıkları olduğunu gördüm ve toprak ölçümlerini revize etmek için dikkatlice hesaplamaları kontrol ettim. On üç ölçümün ortalamasına göre halenin yaklaşık 87’ ya da disk genişliği olarak yaklaşık 1-1/2’ genişliğe sahip olduğunu tespit ettim, bu da alaca karanlığın kenarı ya da uzvunun yaklaşık 2° 50’ olmasını sağlıyordu. Şayet atmosferdeki sapma yaklaşık 65 mil derinlikte olsaydı, bu oranlar doğru olarak kabul edilebilirdi. Lambayı yeniden yaktıktan sonra iki alet tarafından elde edilen sonuçları kâğıda aktararak üzerlerinde birkaç kez daha çalıştım. Diskometre yaklaşık olarak 40 karasal yarıçap ya da 160.000 mil mesafe sonucunu veriyordu. O zaman bu ölçüme göre gösterge, Dünya’daki yer çekimi nedeniyle, yeryüzünde hâkim olandan 40 değil, 1600 kat daha az yer çekimi olduğunu göstermiş oluyordu ya da daha hassas bir ölçümle ifade etmek gerekirse, 100 lbs’lik bir ağırlık, yer yüzeyinde bir ons ağırlığa sahip olmalıydı. Ancak ölçümler iki ons olduğunu, yerçekiminin 1600 değil, karasal olarak 800’de biri olduğunu, yani beklediğimden iki katı daha fazla olduğunu gösteriyordu. Bu konu hakkında akıllı okuyucuların aksine çok daha fazla aklım karışmıştı: aklımızı yoğun bir şekilde meşgul eden birçok bulmacada olduğu gibi aslında açıklama o kadar açıktır ki bunu ancak utanç içerisinde çözüm bulunduğu anda anlayabilirdiniz. Çözüm aslında Columbus’un yumurta bilmecesi kadar basitti. Nihayetinde, Ay açısı -Ay’ın görünen pozisyonu- aynı ayrılma mesafesi veya yüksekliğini veren diskometrenin okumasını doğruluyordu, göstergelerin düzensiz ya da gelecekteki gözlemlerimin kanıt ve açıklama sağlayabileceği bazı kesin yasalara tabi olması, benim diğer ilgili alanlara yönelmem gerektiğini gösteriyordu.
Soldaki üst pencereden baktığımda ilk fark ettiğim şey, sırada üçüncü büyüklükte olması gereken bir yıldızın hızla genişlemesinden, ancak bir dakikadan kısa bir sürede ilk büyük yıldızın boyutlarına ulaşmasından ve bir dakika içinde yüz kat daha büyük çapa sahip olan bir büyüteçle bakıldığı zaman görüldüğü gibi Jüpiter gezegeninin büyüklüğüne sahip olduğunu görünce büyük bir şaşkınlık yaşadım. Ancak diskin dış hattının bir sürekliliği yoktu ve ona doğru yaklaştıkça mesafenin kesinlikle belirsiz olmasından dolayı, boyutunun varsayıma dayalı bir tahmin bile oluşturamayacak kadar düzensiz bir kütle olduğunu algıladım. Parlaklığı yaklaştıkça genişleme ile orantılı olarak zayıflıyor ve ışığının yansıtıldığını kanıtlıyordu ve görünüşe göre Dünya yönünde benim yanımdan geçerken, kesinlikle bazı boyutlardan dört, belki de yirmi fit çapında ve görünüşe göre esas olarak demirden oluşan, atmosferde muazzam hız ya da tam tersi düşmenin şokuyla almış kırıklarla az ya da çok kabarık bir yüzeye sahip olan, ancak açıları Dünya’nın yüzeyinde bulunanların çoğundan daha düzenli ve daha keskin olarak tanımlanabilecek, çoğunlukla metalik olduğunu bilmeme yetecek kadar görüşe sahip olduğum bir kütleydi. İçlerinden yüzercesine geçtiğim yıldız denizini saymaya çalışmama rağmen, en parlak gecede bile çıplak gözle göründüğünden çok daha fazla olduklarına ikna olmuştum. Deneyimsiz gözleriyle, şairler ve hatta eski gözlemcilerin Dünya’dan görünen yıldız sayısını deniz kıyısındaki kum tanelerine benzeterek ne kadar abarttıklarını düşündüğümü, bunun yanı sıra sabırlı ve özverili çalışmalarıyla haritaları hazırlayanlarının gökyüzünün tamamında en keskin gözlerin bile sadece binlercesini gördüğünü iddia ettikleri sözlerini hatırladım. Bense, sanırım şimdi bu sayının yüz katını görüyordum. Tek kelimeyle, içinde yüzdüğüm karanlığın küresi ışık noktaları ile dolu görünüyordu, onları çevreleyen mutlak karanlık, en ufak bir radyasyonun olmaması veya geniş alanın aydınlatılması, atmosfer tarafından üretilen ışığın yayılmasına alışkın olan bir gözün kelimelerle tarif edemeyeceği kadar olağanüstüydü. Burada takımyıldızlarının tanınmasının ilk başta aşırı zor olduğunu söyleyebilirim. Yeryüzünden gökyüzünün herhangi bir bölümüne baktığımızda, kişinin çaba sarf etmeden aralarındaki en parlak olanlarını fark ederek işaret edebildiği çok az sayıda yıldız görebiliyoruz; bulunduğum konumda ise çokluk o kadar büyüktü ki sadece sabırlı ve tekrarlanan çabalarım, Avcı ya da Büyük ya da Küçük Ayı gibi takımyıldızlarını tanımlamaya alışık olduğumuz tuhaf derecede parlak ana kısımları diğerlerinden ayırmamı sağlıyordu, ikincil büyüklükteki birkaç küçük takımyıldızı veya daha keyfî düzeyde parlaklık sergileyen diğer yıldızlardan hiç bahsetmiyorum bile. Gözün içgüdüsel olarak bir mesafe hissi yoktu; herhangi bir yıldız o an için sadece bir taş atımı mesafede olabilirdi. Bir yandan geminin hareketi kesinlikle algılanamazken, öte yandan, duyularım açısından çok daha az algılanabilir olan yıldızların arasında hareket ettiğimi doğrulayabilmem için hiçbir konum değişikliğinin olmaması, gerçekten çok zor tarif edilebilir bir durumdu. Tanınan her yıldızın yönü, Dünya’nın yörüngesinin 19 milyon mil aralığındaki iki ucundan da aynı göründüğü için Dünya’dakiyle aynıydı. Herhangi bir pencereden baktığımda, yeryüzüne benzer bir Apergy açıklığına bakmaktan daha fazla bir alan bulamıyordum. Yıldızlara dair beklentilerim açısından yeni ve ilginç olan şey, Ekvator’un yakın çevresi haricinde, sadece dünyanın aynı noktasında asla görünmeyen kuzey ve güney yıldızlarını görebilmem değil; aynı zamanda Dünya diskinin gizlediği küçük alandan tasarruf ederek, pencereden pencereye geçip, tüm gökyüzünü araştırarak bahar ekinoksunu çevreleyen yıldızları ve hemen sonrasında konumumu değiştirerek sonbahar ekinoksunu görebiliyor olmamdı. Başımı biraz çevirdiğimde, aynı yönde hem Büyük Ayı’yı, hem Kuzey Yıldızı’nı (alpha Ursæ Minoris)görebiliyordum, diğer tarafıma döndüğümde ise karşıma Güney Haçı, Carina ve Erboğa takımyıldızları çıkıyordu.
Yaklaşık 23 saat, 30 dakikanın sonunda ilk günün kapanışına yaklaştığım sırada, tekrar göstergeyi inceledim. Bu gösterge, 19 saatte kaydedilen 1/800’den inanılmaz derecede küçük bir değişiklik olan dünyadaki yerçekiminin 1/1100 olduğunu gösteriyordu, bu da farkın sadece karekökü ile orantılı bir ilerleme olduğu anlamına geliyordu. Gözlem, cihazın ölçümlerine güveniyorsam, sadece 18.000 mil ilerlemiş olduğumu ifade ediyordu. Mekiğin şu ana kadar saatte 4000 milden çok daha yüksek bir hıza ve Dünya’dan 33 karasal yarıçaptan veya 132.000 milden daha fazla bir mesafeye ulaşması imkânsızdı. Dahası, göstergenin kendisi 19 saatte 28-1/2 yarıçaplı bir mesafe kat edildiğini ve gösterdiğinden bu yana sürdürülenden çok daha yüksek bir hız olduğunu da göstermişti. Lambayı söndürerek, dünyanın dismetre üzerindeki çapını 2° 3’ 52’(?) ölçtüğünü fark ettim. Bu da 90.000 mil civarında bir kazanımı ifade ediyordu; hesaplamalarıma göre son dört buçuk saat içerisinde eğer hızım bu seviyelere yaklaşacak olursa, tahminlerim tutmuş olacaktı. Bu zamana kadar bana saatte en az 22.000 mil hız vermesi gereken, başladığımdan bu yana büyük bir direnç gösteren kratometreyi inceledim. Sonunda, çelişkilerin savurganlığı tarafından önerilen sorunun çözümü gözlerimin önünde parladı. Gösterge, sadece dismetre ve hesaplamalarım ile çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisiyle de çelişiyordu; çünkü sürekli bir itici güç altında, ilk on sekiz saat içinde Dünya’nın 28-1 / 2 yarıçapını ve sonraki dört buçuk saat içinde 4-1 / 2’den fazlasını aşmış olmam imkânsızdı. Gerçekte, neredeyse tam olarak aynı yönde çalışan iki ayrı çekim merkezi olan, Dünya’nın ve Güneş’in çekim gücünden etkilenmişti. İlk başta eskisinin çekim gücü o kadar büyüktü ki Güneş’in çekim gücü Dünya’nın yüzeyinden daha fazla algılanmıyordu. Ama ben yükseldikçe ve dünyanın çekim gücü, merkezinden uzaklığının karesiyle orantılı olarak azaldığından -8000 milde iki katına, 16000 milde ise dört katına çıkmıştı ve böyle devam edecekti- 95.000.000 mil gibi geniş mesafesine oranla bu kadar küçük farklılıklardan fark edilebilir bir şekilde etkilenmeyen Güneş’in çekim gücü, toplam yer çekiminde giderek daha önemli bir unsur hâline gelmişti. Hesapladığım gibi 19 saat itibariyle 160.000 mil yeryüzünden bir mesafeye ulaşmış olsaydım, Dünya ve Güneş’in çekim gücü merkezleri o zamana kadar neredeyse eşit konumda olurdu ve bu noktada beni şaşırtan olay, göstergenin belirttiği gibi yer çekiminin, Dünya’nın tek başına çekim gücünü göz önünde bulundurarak hesapladığımdan tam olarak iki kat daha fazla olduğuydu. Bu noktadan itibaren Güneş’in çekim gücü esas olarak hâlâ mevcut ağırlığa neden olan faktör; Dünya’ya olan mesafemi iki katına çıkaran, etkisini dörtte bir oranında azaltan, dört yüz kat daha uzak bir cismin algılanmasını etkilemeyen bir konum değişikliğiydi. Kısa bir hesaplama, akılda tutulan bu gerçeğin, göstergenin ölçümlerinin dismetreninkiyle büyük ölçüde örtüştüğünü ve aslında neredeyse tahmin ettiğim yerde olduğumu, yani Ay’ın Dünya’ya karşı en uzak mesafeden biraz daha uzakta olduğumu gösteriyordu. Ay’ın yörüngesini geçtiğim süreci takip edememiştim; şayet bunu yapmış olsaydım, o zaman rotamın üzerinde ciddi bir etki yapmaktan çok uzak olduğunu da fark edebilirdim. Dümeni ayarladım ve yolculuğumun ikinci günü başladığı sırada dinlenmek için yatağıma çekildim.

BÖLÜM III
KULLANILMAYAN DERİNLİK
Saat beşte uyandığımda, bahçemdeki bitkilerin yapraklarında ve özellikle de daha büyük yapraklı olan tam olarak ekimini tamamlamış olduğum bitkilerin yapraklarında solmalar gerçekleştiğini gözlemledim, şayet onları ekmiş olduğum bölgede ortaya çıkardıkları gazları emmeyecek ve bu gazları kendilerini beslemek için gerektiği şekilde dönüştüremeyecek olurlarsa bu bitkiler benim açımdan sıkıntılı sorunlara yol açabilirlerdi. Bunun yanı sıra, elbette onları Mars’a naklederek yetiştirme fırsatımı da kaybedebilirdim, ancak yanımda getirdiğim tohumdan yetişecek fideleri, gerçekte Dünya yüzeyinde yaşamlarına başlamış olan bitkilerden daha uyumlu bir biçimde yetiştirebileceğimi umut ediyordum. Bitkilerin solmaya başlamasındaki başarısızlığımı, doğal olarak gerçekleşmesi gereken yer çekimi etkisi ile özsu sirkülasyonu arasındaki bilinen bağlantıyla yorumladım; yine de kendi bedenimde benzer bir rahatsızlık yaşamadığım için bunun bitki örtüsünü de ciddi anlamda etkilemeyeceğini ummuştum. Camların üzerindeki iç havadan kaynaklı oluşan nem konjektörünün daha sonra tutulduğu konumda kurumasıyla -iç sıcaklığı, konforun elverdiği ölçüde tutmak için, termik akımları duvarlara yönlendirerek çok fazla zahmete girmemiş olsaydım, bu durum gerçekten çözülemez bir sorun hâline gelebilirdi- duvarların ve pencerelerin iç yüzeyinde sıcaklığın 4 °C’ye düşmüş olması akla yatkın bir sıkıntı olsa da daha liberal bir sulamanın etkisini denemekten korkuyordum. Termometrenin dikkatli kullanımı, daha önce metalik yüzeyinin neredeyse sıfır C veya 32 °F olduğunu gösteriyordu. Pencerelerin iç yüzeyi biraz daha soğuktu, oluşan kristallerin kalınlıkları da metalin iç ve dış astarları, masif beton iç yüzeyleri ile duvarlara göre daha geçirgen olduğunu kanıtlıyordu. Fizyolojik süreçler sonucu oluşan ısı akımını bahçenin her iki bölümüne de yönlendirerek, bu sayede bitkilerin soğuktan dolayı alabilecekleri herhangi bir hasarı en aza indirgemeye çalıştım. Biraz bekledikten sonra solmanın hâlâ devam ettiğini anlayınca başka bir şey denemeye karar verdim ve toprağın altına bakır bir tel aparatı yerleştirdim, böylece telin uçlarının bitkilerin kökleriyle temas etmesini sağlayacak, bu teller üzerinden uzun süreli zayıf elektrik akımı yönlendirebilecektim; bu sayede bitkilere fiziksel olarak faydalı bir ısı kaynağı sağlayarak, yolculuğum sona erene kadar bitkilerin düzgün bir şekilde yetişmeye devam edeceğini umuyordum.
Bu yapay gezegenin yalnızlığında, geçirdiğim haftaları bir günlük tutarak anlatmaya çalışmak sadece yer ve zaman kaybı olurdu. Gayet tabii olarak uzayda yapılan bir yolculuğun tekdüzeliği genel anlamda Atlantik okyanusu boyunca uzun süre herhangi bir ada ya da başka bir gemiyle karşılaşılamayacak bir yolculuktan çok daha büyüktü. Ancak sürekli olmasa da çok sık olarak teleskopun kusurlu da olsa sunmuş olduğu keşfedilecek yeni bölgelere yapılacak olan yolculukların bir seyir defterinin tutulması gerekiyordu. Ancak bir defterin başına oturarak geminin fiilî davranışlarıyla bağlantısı olmayan durumları, gerekli dikkati kesintisiz bir şekilde sürdürerek anlatmaya çalışmak çok zordu. Bu konuda çalıştırabileceğim tek duyu organı olan gözlerim, sürekli bir şeyleri gözlemlemek için açıktı; ancak elbette zamanımın büyük kısmı, herhangi yeni bir şey ya da bir hadise yaşanmadan geçiyordu. Bu kadar emsalsiz veya paralel olmayan, kesinlikle geri dönüşümsüz ve neredeyse bilinmeyen bölgeler aracılığıyla çok az şey öngörülebilen veya sağlanabilen bir yolculuğun tekdüze olması garip görünebilirdi. Ama gerçekte, durumun yenilikleri, çok çarpıcı ve ilginç olsa da bunların her biri hızlı bir şekilde incelenerek gerçekleştirilip tabiri caizse tükeniyordu ve bu bir kez yapıldığında, garipliğin devamında bilindik manzaranınkinden daha büyük başka bir meşguliyet kalmıyordu. Etki bir kez incelendiğinde, az ya da çok parlak ışık noktalarıyla dolu olan çevredeki karanlığın sonsuzluğu ve daha fazla başka bir şeyin olmaması, ona kesinlikle denizin ölü gri çemberinden daha hoş ama daha ilginç veya çekici bir izlenim kazandırıyordu. Atlantik okyanusu üzerinde seyrine devam eden bir gemiden, herhangi bir insani tesir ya da hava koşullarından kaynaklı bir sorun yaşanmadığı sürece gökyüzünde oluşan solgun gri bir bulut kütlesini bu şekilde gözlemleyebilmek, elbette ki çok zayıf bir ihtimaldi. Dünya diskinin hâlâ Güneş’i gizlediği tek yön hariç, etrafımdaki her şey saatlerce ve günlerce değişmedi; makinelerimin yönetimi, aletlerimin arada sırada gözlemlenmesinden ve dümen pozisyonunda yirmi dört saat boyunca sadece birkaç kez yapmış olduğum ufak değişiklikler dışında yapacak pek bir işim olmamıştı. Gece ve gündüz, güneş ve yıldızlar, bulut veya berrak gökyüzü bile değişmemişti. Her gün boş geçen zamanlarımda neler yaptığımı anlatarak okuyucularımın canını sıkmak istemiyorum -kesinlikle itiraflardan şaşıracaklardır-çünkü bu zamanlarda ben kendimden bile sıkılıyordum. Uykum az ya da çok bir zorunluluk hâline gelmişti. Hiç bölünmeden yedi saatlik bir uyku bana yeterli olsa da her gün muntazaman sekiz saat uyumaya özen gösteriyordum, yirmi dört saatin geri kalanında beynim daha sessiz ve heyecansız çalışsa bile, bu kesintisiz uyuklama döneminden zevk almam imkânsızdı. Bu yüzden uykumu öğleden sonra ve gece yarısından sonra kural olarak her biri dört saatten çok olmamak kaydıyla, iki bölüme ayırmaya karar verdim ya da daha doğru ifade etmem gerekirse öğlen ve gece yarısı benim için hiçbir anlam ifade etmediğinden, saat 12’den itibaren 16’ya kadar ve saat 24’ten sabah 4’e kadar uyku saatlerimi düzenledim. Ancak elbette uyku ve makinelerin gerekli yönetimini sağlamak dışında, her şeyi gözlemleme şansını da kaçırmamak zorundaydım; on iki saat boyunca uyanık kalmak, oluşumunun uzaktan bile hesaplanabileceği önemli bir olayı kaçırmaktan daha iyidir. Saat 8’de, ilk kez pencere teleskopum diyebileceğim cihazı, araştırmamdaki tüm gök cisimlerini gözlemlemek için, atmosferdeki karasal gök bilimcilerin yarattığı zorluklardan arındırılmış bir pozisyonda kullandım. Tahmin ettiğim gibi atmosferik sıkıntıların olmaması ve ışığın yayılması son derece avantajlıydı. İlk olarak, yaklaşık 120 karasal yarıçapı gösteren gösterge ve dismetre ile Dünya’ya olan mesafemi tespit ettim. Halenin ışığı elbette ilk gözlemlediğimden çok daha dardı ve parıltıları veya ışımaları artık belirgin bir şekilde görülmüyordu. Ay, zarif bir ışık huzmesi sunuyordu, ancak gün ışığı yarım küresinin çok küçük bir bölümünde yeni bir ilgi nesnesi bana doğru dönmüyordu. Mars’ı gözlemlemek biraz zordu, doruk noktam olarak adlandırılabilecek şeye çok yakındım. Fakat işaretler göründüğünden çok daha farklıydı, Dünya üzerinde benim kullandığımdan daha fazla büyüteç gücü vardı. Gerçekte, atmosferden kaynaklanan çeşitli dezavantajların, gök bilimciyi teleskopunun mevcut ışık toplama gücünün en az yarısından ve sonuç olarak göz parçasının tanımlayıcı gücünden mahrum bıraktığını söylemeliyim; 200 camla 100’ün altında bir güçten daha az gördüğünü, uzayda bulunan bir gözü açığa çıkardığını; yine de içine baktığım objektifin doğası gereği bu noktada kesinlikle net bir görüntü alabileceğimden bahsedemem. 300 büyütme gücü ile Mars’ın kutup noktalarını belirgin bir şekilde görebilmiş ve mükemmel şekilde tanımlayabilmiştim. Dünya’dan göründüklerinden çok daha az beyaz olduklarını, ancak renklerinin gezegenin genel yüzeyinden belirgin şekilde farklı olduğunu düşünmüştüm; mavi olması geren su grimsi, kapkara olması gereken toprak parçaları ise yine çok farklı biçimde neredeyse turuncu renge sahipti. Turuncu renk bile, sanırım Dünya’daki benzer güce sahip bir teleskopla görünenden çok daha fazla derinliğe sahipti. Özellikle de arazilerin büyük kısmını çevreleyen, bir an için sadece bir denizi gözlemlemek için ve böylece kontrastın etkisini ortadan kaldırmak için uğraştığımda, denizler maviden ziyade belirgin şekilde griye dönüyordu. Jüpiter’in çizgisel hatları sırasal olarak daha belirgindi; renk çeşitliliğinin yanı sıra ışık ve gölgenin kontrastı çok daha kesin ve düzensizlikleri daha açıktı. Bir uydu diske yaklaşıyordu ve bu, bana gözlem camının dışındaki yetmiş ya da yüz kilometrelik karasal atmosferde gözlem ve uzayda gözlem arasındaki farkı net bir şekilde fark etme fırsatı veriyordu. İki disk mükemmel şekilde yuvarlanmış ve birbirlerine dokunana kadar ayrı oldukları açıkça fark edilebilmişti. Dahası, uydunun diski çevresindeki karanlık kuşaklardan birini ayırt edebilmiştim, daha açık bir çizgi üzerine düşen, yuvarlak siyah gölgesi aynı zamanda mükemmel bir şekilde tanımlanmasını da sağlıyordu. Astronomik olayların en ilginçlerinden birinin bu olağanüstü net sunumu dikkatimi çekmişti, uydu boyunca ve gölgeyi tüm seyir boyunca izledim, ancak bir süre sonra hafif bir eğimle başka bir çizginin gölgesinin altında kalan hat, eskisine nazaran daha belirsiz hâle gelmişti. Bununla birlikte, dış kenarın Jüpiter’in diskinden geçtiği an, ana hatları gökyüzünün siyah arka planına karşı mükemmel bir şekilde görülebilir hâle geldi. Görünüşte onuncu büyüklük sıralamasında olan bir yıldızın, gezegen tarafından değil uydusu tarafından böylesine etki altına girmesi ve birincinin çekim gücünden ayrıldıktan sonra değişim göstermesi, kısa süreliğine bir yıldız üzerinde yapmış olduğum gözlemde benim için çok yeni bir deneyim olmuştu.
Yıldızın hemen ortadan kaybolup kaybolmadığı, aniden sönmüş gibi mi, yoksa şu anda düşündüğüm gibi sanki uyduya ait bir atmosfer tarafından kırılmış gibi kısmen görünür olan bir saniyenin onda biri içinde kalıp kalamayacağını kesin olarak söylemeye girişmeyeceğim. Satürn’ün bantları ve halkaları, son iki ile yedi uydu arasındaki ayrım, aynı zamanda karasal koşullar altında çok daha fazla büyütme gücünün elde edemeyeceği farklılığı ile mükemmel bir şekilde görülebiliyordu. Şimdiye kadar bildiğim kadarıyla gök bilimciler tarafından bahsetmediğim iki tuhaflığa şaşırmıştım. Dairenin çevresi eşit oranlarda bir eğrilik göstermiyordu.
Demek istediğim, kutup basıncının dışında, küremsi şekil sanki düzensizce sıkılmış gibi görünüyordu; böylece çıkıntı veya girinti ile kırılmasa da uzuv teleskoplarımızın odak noktasında sergilenen düzenli benzer çemberler eğriliği göstermiyordu. Ayrıca, iç halka ve gezegen arasında, 500 birim güçle, yarı saydam, koyu morumsu bir halka gibi görünen şeyi fark ettim, böylece Satürn’ün parlak yüzeyi bir örtüden olduğu gibi ayırt edilebilir durumdaydı. Merkür, Dünya’nın siyah diskini çevreleyen hale dışında birkaç derece daha ışıltılı bir şekilde parlıyordu ve Venüs de görülebiliyordu; ancak her iki durumda da gözlemlerim, gök bilimciler tarafından daha önce not edilmemiş herhangi bir şeyi tespit etmeme olanak tanımadı. Uranüs’ün loş formu, daha önce gördüğümden daha iyi tanımlanmıştı, ancak hiçbir türden işaret algılanamıyordu.
İkinci günümde ya da tabiri caizse gün ortasındaki uykum, ev ve bahçe görevlerimi hallettikten sonra diyebileceğim bir sürenin ardından, bir saat boyunca (yani saat 5 p.m.) dismetreyi gözlemledim. Yaklaşık iki yüz karasal yüksekliğin yarıçaplarını tespit ettim. Elbette, ilkinden itibaren yörünge hareketinde Dünya’nın biraz gerisinde kaldım ve artık tam olarak zıt konumda değildim; yani, Astronot’tan Dünya’nın merkezine çizilen bir çizgi artık Dünya’nın ve Güneş’in merkezlerine katılanın bir uzaması değildi. Bu ayrışmanın etkisi artık algılanabiliyordu. Dünyevi korona genişliği eşitsizdi ve batıya doğru çok belirgin bir şekilde aydınlanırken, diğer tarafta dar ve nispeten zayıftı. Bu olayı alt mercekten izlerken, ilk başta geç fark edilen parıldamalardan birini yanlış anladığımdan halenin arkasından veya en geniş kısmından beyaz bir ışık algılayabileceğimi düşündüm. Ancak bir süre sonra halenin, sınırının ötesine görünür bir şekilde genişlediğini ve Güneş diskinin kenarının sonunda ortaya çıktığını fark ettim. Bu hilal görünümlü şekli sadece bir dakikalığına görmüş dahi olsam, gerçekten izlemeye değerdi. Halenin bu noktada parıldaması ve genişlemesinin, Güneş’in onu üreten atmosfer üzerindeki etkisinden değil, esas olarak Dünya diskinin bu uzvunda parıldayan alaca karanlığından kaynaklandığını düşündüm; daha doğrusu Dünya yüzeyinin o kısmının küçük bir bölümünün, Güneş görünür olmasaydı, ufkun çok altında ama bana doğru dönük olduğunu varsayabilirdim. Teleskoptan önce yoğun parlaklığın sebep olduğu güneş ışınlarının hilal şeklindeki parıltısını gördüm, daha sonra bu parıltılar bir haleye, sonrasında ise dar çizgiye ve en son gümüşi renkte Dünya’da görülebilen hilal şekline dönüştü, ancak bu hilal, Ay’ın Dünya’daki teleskopik gözlemcilere bile gösterdiği her şeyden daha ince ve daha kısa bir iplik gibiydi; çünkü aydınlatılmış yüzeyinin bu kadar küçük bir kısmı Dünya’ya doğru çevrildiğinde, söz konusu karasal hilalde olduğu gibi Güneş’in hemen yakınında, gözümün önünde sönüp, giderdi. Uzun ve yoğun ilgiyle kademeli değişimi izledim ama pratik bir şekilde halledemeyeceğim, küçük bir sorun nedeniyle dikkatimi başka yöne vermek zorunda kaldım. Artık saatte yaklaşık 40.000 mil veya günlük yaklaşık milyon mil hızla hareket etmem gerekiyordu. Niyetim bu değildi, şu an açıklayacağım nedenlerden ötürü, bu oranı büyük ölçüde aşmak mümkün değildi ve eğer kendimi sabit bir hızla sınırlamak istiyorsam, Apergy akımının kuvvetini azaltmanın zamanı gelmişti, aksi takdirde azalımı etkili olmadan önce istediğimden daha büyük bir dürtü elde etmem gerekecekti ve bir kez o hıza ulaşıldığında, bu hızı uygun veya kolayca azaltabilmek mümkün olmayacaktı. Bu nedenle, isteksiz olsam da altımdaki olaya ilişkin gözlemimi bıraktım, Apergy’e döndüm ve aşağı iletkene bağlı kratometre ile ölçülen kuvveti kademeli olarak azaltmak ve aşırı derecede dikkatli biçimde göstergeler ve diskometre üzerinde üretilen son dakika verilerini ölçmek için iki veya üç saat boyunca bu çalışmalarla meşgul olmak zorunda kaldım. 200 ila 201 rakım yarıçapı veya karşılıklı mesafe arasındaki fark bile kolayca algılanamıyordu. Elbette, hareketin regülasyonu tarafından üretilen etkiyi test etmem çok daha küçük bir gözlem ve çok daha uzun bir zaman aldı, çünkü bir saat boyunca kırk, kırk beş veya kırk iki bin mil seyahat edip etmediğim Dünya diskinin çapında, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı yer çekimi hâlâ daha az fark yaratıyordu. Ancak gece yarısına kadar, 1.000.000 mil ya da 275 karasal yarıçap elde edemediğimden dolayı memnundum; ayrıca hızımın saatte 45.000 milden (11-1\4 yarıçap) fazla olmadığını ve arttığını da düşünmüyordum. Her hâlükârda, bu son çalışmaların ardından, dinlenmek için kendime ayıracağım dört saat, bu sefer gerçekten fazlasıyla iyi gelmişti.
Yaklaşık dört buçuk saat sonra uyandım ve araçları incelerken, hesaplamalarımdan çok uzak olmadığımı görünce, mutlu oldum. Ancak geçecek bir saat, bu konuda çok daha kesin bilgiler elde etmemi sağlayacaktı. Dikkatimi sol tarafımdaki, üst pencereden görülebilen beyazımsı bulut gibi bir şeye yönlendirdiğimde, zemindeki mercek aracılığıyla ilginç gözlem çalışmasına tekrar dönmek üzereydim. Teleskop tarafından incelendiğinde, en geniş çapı en fazla on derece olabilirdi. Hafif aydınlıktı ve çözünürlük gücünün hemen ötesinde bir yıldız kümesi veya bulutsu bir görünüm sergiliyordu. Birçok bulutsuda olduğu gibi bir kısımda görünür bir konsantrasyon vardı; ancak bu kesinlikle onun merkezinden ziyade, küçük, kuyruksuz bir kuyruklu yıldızın çekirdeğine benziyordu. Bulutsu kütle uzak bir kuyruklu yıldız olabilirdi, yörüngelerinin belirli bir bölümünde yoğun bir şekilde kümelenen daha az uzak bir gök taşı gövdesi de var olabilirdi ve ne yazık ki benim bu sorunu çözme ihtimalim bile yoktu. Yavaş yavaş bulutsunun pozisyonu değişmeye başladı, ancak şeklini değil, aşağı doğru ve gemimin kıç tarafına doğru yönünü değiştiriyormuş gibi görünüyordu, sanki bana doğru daha fazla yaklaşmadan geçip gidiyormuş gibiydi. Memnuniyetle bu gözlemi de tamamladıktan sonra, birden açlıktan neredeyse bayılmak üzere olduğumu fark ederek hiç gecikmeden kahvaltımı hazırlamaya giriştim. Bu yemeği bitirip pratik ve aritmetik bazı gerekli görevleri yerine getirdiğimde, kronometrenin ibresi üçüncü günümün sekiz saatini tamamlamış olduğumu gösteriyordu. 360 karasal yarıçapın belirgin bir mesafesini ve sonuç olarak saatte 11-1/4 yarıçapından önemli ölçüde farklı olmayan bir hareketi gösteren diskometreye tekrar biraz hevesle geri döndüm. Bu zamana kadar Dünya’nın çapı görünüş olarak 19’dan daha büyük, Güneş’in üçte ikisinden daha küçük değildi ve sonuç olarak, tüm yüzeyinin üçte birinden fazlasını kaplayan siyah bir disk olarak ortaya çıktı, ancak hiçbir şekilde eş merkezli değildi. Hale tabii ki tamamen ortadan kaybolmuştu; ancak verniye ile gezegenin siyah uzvunun etrafında dar bir bandı veya puslu gri bir çizgiyi ayırt etmek mümkün oluyordu. Mekiğimden görüldüğü kadarıyla, çok hafif bir şekilde kuzeye ve daha kararlı bir şekilde çok yavaş da olsa doğuya doğru hareket ediyordu; bir hareket uzaydaki kasıtlı olarak seçilmiş yönümden ötürü, diğeri yörüngem genişledikçe henüz yavaş olsa da arkasına düştüğüm gerçeğiydi. Şimdi Güneş tam anlamıyla parlıyordu, çeşitli pencereler ve duvarlardan yansıyarak, mekiğin içini sürekli bir gün ışığıyla dolduruyordu ve aynı zamanda Dünya atmosferi gibi yayılarak, garip bir şekilde dışarıdaki yıldızlarla kaplı karanlığı kontrast renklerle dolduruyordu.
Başlangıçta yolculuğumun sonunda olacağı gibi yolculuğumun ana yönünü kontrol edenlerden oldukça farklı düşüncelerle farklı bir rotaya yöneldim. Şimdiye kadar, basitçe Dünya’dan güneye doğru bir yönde, ama genel olarak “zıt” ya da Güneş’ten uzağa doğru yükselmiştim. Bu yüzden, yolculuğumun sonunda, bazı günleri Mars’a kademeli bir iniş için adamak zorundaydım ve Dünya’dan çıkış sürecimi tam olarak tersine çevirmeliydim. Ama bu iki dönem arasında her iki gezegenle de karşılaştırmalı olarak yapabileceğim çok az şey vardı, rotam Güneş tarafından yönetiliyordu ve yönü ve oranı tekdüzeydi. Karşı konum anında, ilk başta belli olmayan bir nedenden dolayı, yolculuğumun tamamı boyunca Dünya’yı kendim ve Güneş arasında tutmak istiyordum. Karşı konum anı, Mars’ın Dünya’ya en yakın olduğu anlamına gelmiyordu, ancak pratik hesaplamalarım için yeterliydi. O anda, gezegensel mesafelerin alınan ölçümüne göre ikisi birbirinden 40 milyon milden fazla uzaklıkta olacaktı. Bu arada Dünya, bir iç mekânda veya daha küçük bir yörüngede ve aynı zamanda daha yüksek bir hızda seyahat ederek Mars’ın üzerine geçecekti. Mekik, Güneş’in etrafında Dünya deviniminden türetilen bir dürtü altında Dünya’nın hızında hareket ederken (kendi ekseni üzerindeki rotasyonu nedeniyle, yukarıda bahsedildiği gibi), yörüngedeki gezgin sürekli olarak genişliyordu, böylece Mars’ın üzerine doğru yükselirken, Dünya’nın yükselişinde olduğundan daha az yükseleceğimden, arkasına düşecektim. Eğer Apergy’i sadece beni doğrudan Güneş’ten dışa sürmek için kullansaydım, Dünya’dan elde edilen çekim gücü altında, iki gezegene ortak yönde günde yaklaşık 1.600.000 mil veya kırk beş günde 72 milyon mil, hareket etmem gerekecekti. Sürekli genişleyen yörüngenin etkisi, tüm hareketin Dünya ve Mars’ın ortasında bir yerde gerçekleşmiş gibi yani Güneş’ten 120 milyon mil uzakta olmuş gibi gösterecekti. Bu yörüngede açıklanan kavis Mars’taki 86 milyon mil ile eş değerdi. Yörüngesinin tüm kavisi, başladığımda Dünya tarafından işgal edilene zıt nokta ile karşı konum noktası arasındaki -tüm yol boyunca ölçülen, yükselmek zorunda olduğum tüm mesafe- yaklaşık 116 milyon mil idi; böylece, sadece karasal çekim gücüne güvenerek, kritik anda 30 milyon mil kadar geride kalmam gerekliydi. Aperjik kuvvet bu toprak kaybını telafi etmeliydi, beni tabiri caizse, yörüngenin dik açılarıyla ya da yarıçapı boyunca, doğrudan Güneş’ten dışarı doğru bir yöne, aynı zamanda kırk küsur milyon mil öteye götürmeliydi. Şayet bunu başaracak olursam, Mars yörüngesine karşı konum anına ve noktasına ulaşmalı ve böylece Mars’a çıkmalıydım. Ama bunda başarısız olabilirdim ve o zaman kendimi sadece Güneş’in çekim gücü etkisi altında bulabilirdim; gerçekten de ona karşı direnebilirsem, yavaş yavaş ondan uzağa herhangi bir yöne doğru yönelebilirsem, yine de tam hızla benden uzaklaştığı sırada bile, ilerlememin ya da geri çekilme çizgimin dışına uzanması gereken bir gezegeni geçemezdim. Mars’ın, dünyanın merkezinden görüldüğü gibi en çok Güneş’in hemen karşısında olacağı, gece yarısı meridyenini geçeceği anda uzanacağı o noktaya yönelirken, geri çekilme şansını güvence altına almak için, Dünya’yı Mekik ve Güneş arasında tutmak fazlasıyla uzun sürdü. Bundan sonrasında yönlendirdiğim rota da bu düşüncelerle belirlendi. Çok basit bir hesaplamayla, kuvvetlerin paralelkenarının tanıdık prensibine dayanarak, Apergy akımına, yörüngede yaklaşık 750.000 mil ve radyal çizgide bir milyondan fazla günlük harekete eş değer bir kuvvet ve yön verdim. Sadece Apergy akıma değil, ilk önce Dünya’dan alınan yörüngenin itici gücüyle bu akımın bir kombinasyonuna, ilerlememin ve rotamın bağlı olacağını göz önünde bulundurmam gerekiyordu. İkincisi çok daha güçlü bir etkiye sahipti; birincisi ise sadece zaman zaman istediğimde kombinasyonun sonucunu belirleyebilmem için yeterli olacak biçimde benim kontrolüm altındaydı. Başarısızlık olasılığımın yüksek olacağı tek bariz risk, hesaplamalarımın yanlış ya da altüst olmasıydı, bu nedenle istediğim noktaya ya çok erken ya da çok geç ulaşabilirdim. Her iki durumda da yörüngesinin ötesinde ya da içinde, onunla ve Güneş’le bir çizgiye girmem gereken zamanda, tehlikeli biçimde Mars’tan uzak bir noktaya düşebilirdim ya da aynı yanlışlığın başka bir sonucu olarak, onun yörüngesine girdiğimde arkasına ya da önüne düşebilirdim. Ama pozisyonunu günlük olarak gözlemlememe ve bu durumu önlemek amacıyla zamanında böyle bir tehlikeyi bulmak için yaptığım “kaba kompas hesabının” doğruluğuna güveniyordum.
Dünya’nın, Güneş’in yüzündeki yer değiştirmesi, rotamı istediğim gibi yönetmek ve yörünge hareketine göre kaybettiğim zemini kurtarmak için Apergy akımının ikincisine yönlendirilmesi gerektiğini kanıtlamıştı. Bir an için, gücün eylemindeki bu değişikliğin, asla belirleyemediğimiz bir sorunu çözeceğini umuyordum. Deneylerimiz, bir kez bir iletken içinde toplandığında ve yönlendirildiğinde Apergy’nin düz bir çizgi üzerinde hareket ettiğini ve diğer kuvvetler gibi her yönden bir merkezden yayılmadığını kanıtlamıştı. Elbette bu yayılma -ışığın, ısının veya yerçekiminin etkisini, kürenin yüzeyi üzerine yaymaktı ki bu yüzey yarıçapın karesiyle orantılıydı- bu kuvvetlerin mesafeyle değil, karesiyle ters orantılı bir enerji ile çalışmasına neden oluyordu. Bu yasadan muaf olan Apergy’nin mesafeyle tamamen azalacağını düşünmek için hiçbir nedenimiz yoktu ve bu görüş, Dünya’dan yükseldiğimde hızlanma oranını doğrulamıştı ve tüm tecrübelerim bunun doğru olduğunu kanıtlamıştı. Bununla birlikte, deneylerimizden hiçbiri, ne bu kuvvetin uzayda hangi oranda gidebileceğini göstermiş veya iyi gösterebilmişti; ne de ben bu noktaya herhangi bir ışık tutabilmiştim. Dünya yüzeyinden beş yüz mil uzakta olmadığım zaman meydana gelen tek kesintiden itibaren akım sürekliydi. Bu kadar küçük bir mesafeden, kuvvet o kadar hızlı hareket edecekti ki mekiğin hareketinde hiçbir kesinti izi algılanmayacaktı. Şimdi bile, önemli bir süre için Apergy eyleminin tamamen kesilmesi, zaten hareket ettiğim oranı etkilemiyordu. Bununla birlikte, eğer akım şimdiye kadar Dünya tarafından tamamen ele geçirilmiş olsaydı, Güneş’e ulaşmak çok uzun sürebilir, böylece dümenin hareketi ile mekiğin rotasının tepkisi arasındaki zaman aralığı, beni Güneş’ten ayıran 96-1/2 milyon milin ilerlemesinde akımın kapladığı sürenin bir göstergesini sağlayabilirdi. Ancak umudum tamamen hayal kırıklığına uğramıştı. Ne eylemin anlık olduğundan, ne de başka türlü olduğundan emin olma imkânım yoktu.
Üçüncü günün kapanışında, araçlarımın da belirttiği gibi Güneş’ten doğrusal bir çizgide iki milyon milden fazla bir mesafe katetmiştim; böylece gelecek için, sadece Apergy güç altında günde yaklaşık bir, bir çeyrek milyon mil gibi istikrarlı bir ilerlemeyi hesaba katabilirdim ve öyle de yaptım. Güneş’ten doğrudan dışa doğru bir milyonluk bir ilerleme. Bu nedenle, beklenmedik veya değiştirilmiş bir sonuç göstermedikleri sürece, gözlemlerimi kaydetmemeye karar verdim.
Altıncı günde, başka bir bulutsuyu algıladım ve bu vesileyle daha umut verici bir yönde ilerlemeye devam ettim. Kendi tarzında hareket etmeye devam eden bu bulutsu kütle, neredeyse tam olarak benim rotam üzerindeydi, bu yüzden de tahminlerim beni yanıltmıyorsa benden çok uzak bir konumda değildi, ya onun yakınından ya da içinden geçebilirdim ve kesinlikle eski bulutsunun durumunda beni şaşırtan her neyse, tüm bunlara ışık tutabilecek bir açıklama bulabilirdim. Bu mesafeden, bulutsunun doğası çıplak gözle fark edilemezdi. Pencere teleskopu, lenslerin görüş alanına rahatça getiremediğim bir nesneye göre ayarlanamıyordu. Birkaç saat içinde bulutsu, şeklini ve konumunu değiştirdi, çatının ön veya kavis merceği arasındaki kısmının hemen üzerinde ve çatının ortasındaydı, merkezî bölümü görünmüyordu; ancak ilk aşamada kavisli üst düzlem penceresinden gördüğüm parçanın uçları artık her iki tarafın üst pencerelerinden açıkça görülebiliyordu. İlk başta, her bir zirvede hızla azalan bir kuyruk türüne sahip olan, sadece büyük ölçüde uzatılmış bir oval olan şey, şimdi, üstümdeki alanın göze çarpmayan bir parçasını kapsayan bir yay hâline gelmiş ve aşağıya doğru sert bir şekilde hızla daralıyordu. An itibarıyla, üst merceğin görüş açısına girmişti, ancak en azından meta pusulada görülebilen yıldızların görüntüsünden pek de farklı değildi. Çok geçmeden, bulutsunun, komutumdaki herhangi bir büyüteç gücünün ölçülebilir hâle getirebileceğine dair hiçbir disk sunmadığını önceki durumda tahmin ettiğim gibi yıldızlardan daha az parlak olan, aralarındaki mesafe sürekli genişleyen, ancak bir süre için ayrı olarak küçük olan çok sayıda ışık noktasından oluştuğunu tespit ettim. Bu arada, diğer pencerelerden görünen zirveler parlayan karanlıkta kaybolana kadar sürekli genişliyorlardı. Tek tek noktaları küçük yıldızlardan ayırt etmek çıplak gözle zaman zaman imkânsız hâle geliyordu ve bundan kısa bir süre sonra en yakın diskler kayda değer büyüklükte ancak biraz düzensiz şekilli diskler sunmaya başladı. Artık en gelişmiş gök bilimcilerin uzay boyunca muazzam sayılarda var olduğuna inandıkları meteorik halkalardan ve Dünya’dan ağustos ve kasım aylarında görülebilen, yükselen yıldızların kayması olarak atfettikleri temas ya da yaklaşımından birini geçmek üzere olduğumdan hiç şüphem yoktu. Çok geçmeden, bu gök cisimleri birbiri ardına, muhtemelen beş kilometre ila beş bin mil arasında değişen mesafelerde, gözlerimin önünden hızla geçiyordu. Mesafeyi test etmek neredeyse imkânsızdı, doğru ölçüm gibi bir şey eşit derecede söz konusu değildi; ama benim düşüncem, en yakın çapların on inç ila iki yüz fit arasında değiştiğiydi. Bir tanesi, öylesine yakınımdan geçmişti ki mutlak boyutları üzerindeki izler tarafından değerlendirilebiliyordu. Bu, kaya benzeri bir kütleydi, yüzeyde birçok yerde metalik damarların veya lekelerin farklı izlerini görmek mümkündü, ancak bir veya iki tanesi ışığı diğerlerinden daha parlak bir şekilde yansıtan birkaç kırık yüzeye sahipti. Bu tek meteoridin ağırlığı, mekiğimin ağırlığına kıyasla beni rotamdan çıkarmaya yetecek kadar önemli bir kütleye sahip değildi. Neyse ki benim açımdan iyi olan şey, neredeyse kümelenmenin merkezinden geçmiş olmama rağmen, bir bütün olarak çekim gücünün hiç olmamasıydı. Yargılayabildiğim kadarıyla, içinden geçtiğim halkanın o kısmındaki gök taşları oldukça eşit dağılmıştı ve ilk kez onları penceremin önünden geçerken gördükten sonra dört saat geçmesinin ardından, rotamın üzerinde ölçülebilen kümelerin çapının neredeyse yörüngelerinin çapı kadar, yani yaklaşık olarak 180.000 mil olduğunu fark etmiştim ve muhtemelen dikey derinliği de neredeyse aynıydı.
Yolculuğumun sonraki günlerinde meydana gelen tek ilginç olay olan Mars’a inişimin anlatımını kesintiye uğratmaktan kaçınmak için burada biraz da Dünya’nın Güneş’in önünden kademeli olarak geçmesinden bahsetmeliyim. Çünkü bu dönemden kısa bir süre sonra Dünya tamamen görünmez olacaktı; ancak daha sonra, o taraftaki lense ayarlanmış teleskopa baktığımda, yönlerinden ve konumlarından kesinlikle Dünya ve Ay’ınkiler olan, gerçekten de başka hiçbir şey olamayacak iki çok küçük ve parlak hilal gördüm.
Yolculuğumun otuzuncu gününe doğru, farklı araçlar ve ayrı gözlemlerden elde edilen çelişkili göstergelerden rahatsız olmaya başlamıştım. Bu konuda elde ettiğim genel sonuç, 333 mesafesini göstermesi gereken dismetrenin aslında 347 sonucunu göstermesiydi. Ancak eğer hızım artmış olsaydı ya da yön değişiklikleriyle kaybı daha fazla tahmin etmiş olsaydım, Mars eşit oranda daha büyük olmalıydı. Bununla birlikte durum böyle değildi. Tahminimin doğru olduğunu varsayarsak, aksini düşünmek için hiçbir nedenim yoktu, diskometrenin sonucu dışında, Güneş’in diski 95 ila 15 oranında azalmış olmalıydı, oysa azalma 9’a 1 oranında olmuştu. Göstergelerin ölçümlerine güvenebildiğim sürece, çok küçük ölçümler disko-metreninkini doğruluyordu ve çok fazla düşünce ve birçok karmaşık hesaplamadan sonra varabileceğim tek sonuç, Dünya ve Güneş arasındaki 95 milyon mil mesafesinin, tüm karasal gök bilimciler tarafından çok emin olmasa da kabul edildiği ve sonuç olarak, güneş sisteminin diğer tüm mesafelerinin eşit derecede abartılmış olduğuydu. Sonuç olarak Mars, tahmin ettiğimden çok daha küçük, ama aynı zamanda mesafesi de çok daha azdı. Sonunda, dünyanın güneşe olan mesafesinin 95 yerine 9 milyon milden az olduğu sonucuna vardım. İlk başta Güneş’in değil, Dünya’nın diskinden hesaplama yapmış olduğumdan, bu hızımın hesaba katılmasında eşit bir hata olmadığı anlamına gelse de elbette, gitmem gereken mesafedeki orantılı azalmayı da içeriyordu. Bu nedenle de rotamı değiştirmeden devam edecek olursam, Mars yörüngesine amaçlandığından birkaç gün önce ve gezegen tarafından işgal edilenin arkasında ve yine de hedeflediğimden daha geride gelmeliydim.
Uzun süreli gözlem ve dikkatli hesaplamalarımla, söz konusu düzeltmelerin gerekliliğini o kadar tam isabetle tahmin etmiştim ki rotamı buna göre değiştirmekten ve kırk birinci gün yerine otuz dokuzuncu günde bir inişe hazırlanmaktan çekinmemiştim. Tabii ki Mars’ın çekim gücünün doğrudan etkisi altına girmeden çok önce inişe hazırlanmalıydım. Yüzeyin 100.000 milinden biraz daha içeri girene kadar bu, Güneş’in çekim gücü üzerinde geçerli olmayacaktı ve bu mesafe hızımın zaruri olarak azalmasına izin vermiyordu, hatta bir seferinde Apergy akımının tüm gücünü gezegene yöneltmiştim. Yaklaşık iki milyon mil içinde, saatte 45.000 mil hızla ve sonra akımın tüm kuvvetini kendi yönüne yönlendirerek varacağımı tahmin ettim, onun yüzeyine ulaşabilmek için, Dünya’dan yükseldiğim sırada kullandığım hızın neredeyse eşit seviyesine ulaşmalıydım. Herhangi bir yanlış hesaplamayı telafi etmek için yeterli gücü bulabileceğimi veya en azından muhtemel olabileceğini biliyordum. Elbette ciddi bir hata ölümcül olabilirdi. İki tehlikeye maruz kaldım; belki de üç: Ama bunların hiçbiri yolculuğum için hazırlanmadan önce tam olarak öngörmediğim tehlikeler değildi. Yolculuğumun amacına yeterince yaklaşmam gerekirse ve yine de uzay boşluğunun içine gidecek olursam ya da diğer taraftan gerektiğinden çok daha kısa süre içerisinde duracak olursam, mekik tamamen bağımsız bir gezegen hâline gelebilir ve Dünya’nınkine neredeyse paralel bir yörünge izleyebilirdi; bunun sonucunda da kesinlikle açlıktan ölürdüm. Böylesi bir kaderi önlemeye çalışacak olursam, bu sefer de Güneş’in yörüngesine düşebilirdim, ancak bu son derece imkânsız gibi görünüyordu ya da böyle bir şeyin olabilmesi için çok olası olmayan bir dizi kaza kombinasyonlarının gerçekleşmesi gerekiyordu. Öte yandan, kendi açımdan olasılıkları doğru biçimde hesaplayamayacak olursam, doğru bir şekilde Mars’a ulaşacak olsam bile, iniş hızı oranında yaşanacak herhangi bir hata sonucunda gezegenin yüzeyine çakılarak parçalara bölünebilirdim. Bununla birlikte, içimde böyle bir şeye dair en ufak bir korkum dahi yoktu, Apergy’nin muazzam gücü kendisini öylesine sağlam bir biçimde kanıtlamıştı ki böyle bir iniş esnasında yaşanacak kaza sonucunda en fazla ondan yaralanabilirdim -kütle çekiminin yokluğunda ve kullandığım makinelerin aşırı basitliğiyle korkmak zordu- tehlikenin farkına vardığım anda, onu önlemek için zamanında yeterli bir güç kullanabilirsem, böyle bir sorunu da engelleyebilirdim. Bu tehlikelerden ilki benim açımdan en ağır, belki de tek ağır ve en korkunç olanıydı. Sonsuz uzay boşluğunun içinde yalnızlığa terk edilerek, yok olmak ve yüz metre çapında bir gezegenin içindeki ölü sakini olarak uzayda dönüp durma fikri, içinde acayipten daha da korkunç bir şeye sahipti.
Yolculuğumun otuz dokuzuncu sabahında, Güneş’in ve Mars’ın ilgili yönü ve büyüklüğüne göre hesaplayabildiğim kadarıyla, ikincisinden yaklaşık 1.900.000 mil civarında uzaklaşmış olduğumu gözlemledim. Açıklıktan çıkmasına izin verilen akımın tüm kuvvetini doğrudan gezegenin merkezine yönlendirmek için tereddüt etmeden ilerledim. Çapı büyük bir hızla arttı, ilk günün sonunda kendimi yüzeyinin bir milyon miline yakın konumda buldum. Çapı yaklaşık 15’ düştü ve diski Ay’ın dörtte biri boyutuna kadar çıktı. Teleskopla incelendiğinde Dünya ya da uydusundan çok farklı bir görünüm sunuyordu. İlk bakışta, üzerinde açık hava ve su varmış gibi görünüyordu. Ancak, Dünya’nın aksine, yüzeyinin büyük kısmı kara parçalarıyla kaplıydı ve su ile çevrili kıtalar yerine, neredeyse tamamı kara merkezli bir dizi ayrı deniz bulunuyordu. Her kutbun karlı zirvelerinin çevresinde su kemerleri vardı; bunların etrafını ise yine geniş ve süreklilik arz eden kara parçaları takip ediyordu ve bunun dışında, kutup ve ılıman bölgeler arasında kuzey ve güney sınırını oluşturmak, merkezle bir veya iki yere ya da eğer denirse, Ekvator denizine bağlanan başka bir geniş su hattı daha vardı. İkinci kutbun güneyinde büyük bir okyanus bulunuyordu. Bu noktadan da anlaşılacağı gibi bu yeni dünyanın en çarpıcı özelliği, üç ila beş bin mil uzunluğunda ve görünüşte yüz ila yedi yüz mil arasında değişen üç muazzam körfezin varlığıydı. Ana okyanusun ortasında, ancak biraz güneye doğru eşsiz bir ada vardı. Kabaca dairesel bir şekle sahipti ve inerken anlayacağım üzere, su seviyesinden oldukça yüksek konumdaydı, tıpkı bir masaya benzeyen zirve noktası, daha sonra belirleyeceğim üzere, deniz seviyesinin üzerinde 4000 fit civarındaydı. Bununla birlikte, yüzeyi mükemmel bir beyazlığa sahipti, sonuç olarak neredeyse kutup buzullarına eşit bir alana sahipti, ancak onlardan daha az parlaktı. Küresi, elbette ki dünyevi zamana göre yaklaşık 4-1/saat hızla dönüyordu ve inerken, yüzeyinin her bölümünü art arda görüş açıma sunabiliyordu. İnişten bahsediyorum, ama elbette, her zamanki gibi sürekli olarak yükselmeye devam ediyordum, Güneş yerdeki mercekten görünür ve dismetrenin aynası üzerine yansıtılırken Mars şimdi üst mercekten görülüyordu ve görüntüsü meta pusulanın aynasına yansımıştı. Gezegenin meteorolojisindeki dikkate değer bir özellik, inişin ikinci gününde belirginleşti. Üst merceğe ayarlanan teleskopla büyüdükçe, deniz ve toprak ayrımları gezegenin doğu ve batı kollarında ortadan kayboldu; her ikisi de gerçekten 15° veya bir saat içinde yok olmuştu. Bu nedenle, akşam geç veya sabah erken saatlerde olduğu bölgelerin görünümden gizlendiği açıktı ve onlardan yansıyan beyazımsı ışıktan bağımsız olarak, kararmanın bulutlardan veya sislerden kaynaklandığına dair çok az şüphe duyulabilirdi. Beyazımsı ışık sadece toprağı kaplasaydı, bunu bir kar yağışı ya da belki de yoğun bir nem biriktiren çok şiddetli bir don olayıyla ilişkilendirebilirdim. Ancak bu son derece imkânsız görünüyordu ve bu yüzden sis ya da bulut tanımlaması gerçek bir açıklama gibi görünüyordu çünkü daha yakın bir yaklaşımla, bu dairesel örtü yoluyla toprağın turuncu rengini zıtlaştıran geniş bir su genişliğini biraz fark etmek mümkün hâle geliyordu. Saat 4’te, inişin ikinci gününde, mikrometrenin, hesaplanan yaklaşma oranım olan çapa bağlı artan açı ile doğruladığı Mars’tan yaklaşık 500.000 mil uzaktaydım. Ertesi gün huzur içinde uyuyabildim ve dikkatimi gezegenin yüzeyinin gözlemlenmesine adayabildim çünkü yakın olmama rağmen hâlâ Mars’tan 15.000 mil uzakta olmalıydım ve sonuç olarak Güneş’in çekim gücünün baskın olacağı mesafenin de ötesindeydim. Büyük bir sürpriz olarak, bugün gezegenin her iki tarafında bir tane olmak üzere, ölçümü imkânsız kılan ancak astronomların tanıdığı herhangi bir uyduyu açıkça gösteren, onların karasal teleskoplar tarafından keşfedilmemelerinin olağanüstü küçük olmalarından dolayı mümkün olmadığı, çok daha küçük bir hızda hareket eden iki küçük disk fark ettim. Açıkçası çok küçüklerdi, on, yirmi ya da elli mil çapında, bunu bile tam olarak söyleyemiyorum; ikisinin de hesaplayabildiğim kadarıyla inişim esnasında mekiğimin en yakın noktasına gelmesi ve hızlı hareketlerinden dolayı arazi üzerinde sürüklenmesi durumunda, teleskoplarım en düşük güçle çalışsa bile ölçüm için çok hızlı hareket etmiş olacaklardı. Ancak onların kesinlikle ana uydular olduklarına şüphem yoktu.
İniş yaptığım gün, saat ona doğru, bir süredir mekiğin diskini meta pusula alanından tamamen uzaklaştıracak şekilde rahatsız eden Mars’ın çekim gücü etkisi kesinlikle Güneş’inkinden daha baskın hâle gelmişti. İlk önce Apergy akımının yönünü sol iletkene aktararak değiştirmek zorunda kaldım ve daha sonra zeminin daha büyük ağırlığı mekiği tamamen aşağıya çevirdi, böylece gezegen tam anlamıyla mekiğin altına konumlanmış oldu. Tabii ki gün ışığında ve neredeyse merkezine doğru, Mars’a yaklaşıyordum. Ancak bu benim açımdan tam olarak uygun değildi. Bütün gün boyunca, bir dakikalığına da olsa uyumam mümkün olmamıştı; çünkü herhangi bir noktada iniş hızımı yanlış hesapladığımı fark edecek olursam veya öngörülemeyen başka bir kaza meydana gelirse, şüphesiz ölümcül olması gereken bir gemi enkazını önlemek için derhal harekete geçilmesi gerekecekti. Mars’taki yolculuğumun ilk yirmi dört saatinde, özellikle de kendimi konumlandıracağım yeri belirlemek ve inişimi gözlemleyebilmek için uyuyamayacak olmam çok muhtemeldi. Bu nedenle, uygulayacağım politikam, Güneş’in battığı bir noktaya inmek olacaktı, böylece gecenin büyük bir kısmında, yani on iki saatlik diliminde dinlenmenin tadını çıkarabilir, gemimin gerekli ayarlamalarını ve tahliye için gereken hazırlıkları yapabilirdim. Muhtemelen çok hafif olan dış atmosfere birden adım atmamak için, gezegenin dış atmosferinin basıncını tam olarak tespit etmem gerekecekti. Mümkünse sahipsiz ve zor erişilebilecek konumdaki bir dağın zirvesine inmeyi amaçlamalıydım. Ancak bu seçim aynı zamanda tehlikeli de olabilirdi; çok yüksek bir dağın zirvesine inmek, havanın aşırı soğuk ve yoğunluk açısından çok ince olmasından dolayı ölümcül riskler taşıyabilirdi. Elbette ki mekiği mümkün olabilecek en güvenli konumda bırakmak istiyordum ve ulaşılamayacak değil, en azından kolay ulaşılamayacak bir yerde konumlandırmak istiyordum; aksi takdirde, seçeneklerimi izlemek ve yolculuğumun geri kalanını yaptığım yollarla ilk iniş yerimden karanlıkta inmek basit bir mesele olurdu.
Saat 18.00’e geldiğinde, artık yüzeyin 8000 mil üzerindeydim ve Mars’ı artık bir dünya ve bir yıldız olarak gözlemleyemiyordum. Göksel görünümünde bu kadar dikkat çekici bir özellik olan renk, bu orta yükseklikte neredeyse eşit derecede algılanabiliyordu. Denizler artık griden çok mavi gibiydi. Toprak kütleleri sarı ve turuncu arasında bir ışık yansıtıyordu, bu da düşündüğüm gibi portakal renginin Dünya üzerindeki yeşil kadar baskın bitki örtüsü rengi olması gerektiğini gösteriyordu. Aşağıya inmeye devam ettiğim ve diskin sadece yan ve dipteki pencerelerden, yalnızca bir kısmının aynı anda görülebildiği sırada, bitki örtüsüne dair inancımda yanılmadığımı daha fazla anlamıştım. Bununla birlikte, inkârın ötesinde olan şey, eğer kutup buzu ve kar, Dünya üzerinde bir mesafede göründüğü kadar saf ve belirgin bir şekilde beyaz olmasaydı, henüz büyük ölçüde başka her yerde önceden yayılan sarı renkten yoksun olması gerekirdi. Söylenebilecek en fazla şey, Dünya’da karın mutlak olduğunu düşündüğümüz beyaz ve bu şekilde de kar beyazı diye betimlediğimiz, ancak içinde gerçekten mavinin çok hafif baskınlığının olduğu, Mars’ta ise kutup buzullarının kırık beyaz ya da içinde eşit derecede çiçeklerimizde olduğu gibi hafif sarı tonunun çok daha yaygın olduğu gerçeğiydi. Kıyıda veya ana denizin kıyısından Ekvator’un güneyine yaklaşık yirmi mil ve Ekvator’un kendisinden birkaç derece uzakta, sonunda inişim için özel olarak uygun görünen bir nokta bulabildim. Görünüşe göre ortalama yüksekliği yaklaşık 14.000 fit olan çok çeşitli ölçülerdeki dağlar, muhtemelen bu rakımın iki veya üç katı zirveleriyle, kıyı şeridine birkaç yüz mil boyunca uzanmış, ancak gerçek kıyı çizgisi arasında yirmi ila elli mil çapında bir alüvyon düzlüğü bırakmıştı. Bu aralığın uç noktasında ve ondan oldukça bağımsız olarak, teleskopla incelediğimde, inişe izin vermek için yeterince kırılmış ve eğimli bir yüzey sergilediği ortaya çıkan tuhaf formda izole bir dağ vardı; aynı zamanda, yüksekliği ve zirvesinin karakteri, hiç kimsenin onun içinde yaşayamayacağını ve birkaç saat içinde inebilecek olmama rağmen, ovadan yürüyerek çıkmak için bir günlük yolculuğu göze almam gerektiğini gösteriyordu. İnsan yerleşimi veya hayvan yaşamının herhangi bir semptomunu zaman zaman dikkatle inceleyerek rotamı bu dağa doğru yönlendirdim. Nehir hatlarını derece derece belirledim, büyük ormanlarla kaplı dağ yamaçlarını, düşük, yoğun, zengin bir bitki örtüsüyle halı kaplı gibi görünen geniş vadilerini inceledim. Ancak bütün bu tespitlerim sadece kuşbakışı incelemelerden ibaret olduğundan, ufkumun ilerisinde kalan kısımlarda ya da genel seviyenin üzerindeki herhangi bir nesnenin yüksekliğini açıkça görebiliyordum ve bu nedenle, henüz göremediğim evler ve binalar, ekili alanlar ve tarlalar konusunda bir fikir yürütemiyordum.
Gezegende herhangi bir yaşam olup olmadığını bizzat tespit etmeden önce kendimi genel yüzeyin akşam sisi tarafından örtülü olduğu bir pozisyonda ve zirvenin yaklaşık on iki millik kısmında doğrudan söz konusu dağın üzerinde buldum. Bu mesafeyi çeyrek saatlik bir sürede inerek yarım saat boyunca herhangi bir darbe almadan, anladığım kadarıyla Güneş ufkun altında kaybolduktan sonra inişi tamamladım. Ancak gün batımı yoğun sis nedeniyle tamamen görülmez hâldeydi.

BÖLÜM IV
YENİ BİR DÜNYA
Bir insan tarafından şimdiye kadar önerilen veya hayal edilen en muazzam macerayı tam anlamıyla büyük başarı elde ederek tamamlamış olduğumu ilk idrak ettiğim anda, yaşadığım karmakarışık duyguların yoğunluğunu anlatmaya kelimelerim kifayetsiz kalır. Hiçbir kişisel erdemin, burada yaşadığım büyük başarının değerini, duyduğum gururu ifade etmeye yeteceğini sanmıyorum. Düşünce sonuç olarak orijinal değildi; araçlar başkaları tarafından sağlanmıştı; uygulama ise daha az cesaret ve beceriye bağlıydı, ne bildiğimi bilen cesur bir gezgin ya da bilim adamı, Tanrı’nın doğrudan ve belirgin lehine olmaktan çok, beni üstünleştirmiş olabilirdi. Ancak, insanın şimdiye kadar denediği en büyük girişim, kendi başına bir çekiciliğe, gözlerimde başarısını tarif edilemez bir memnuniyet hâline getiren bir kutsallığa sahipti. Hayatımı sadece kendim başarmak için değil, başkaları tarafından başarıldığının bilinebilmesi için dahi bir düzine kez ortaya koyardım. Columbus’un, yeni bir yarım küreye ilk ayak bastığında hissedebileceği her şeyi, kendime daha önce sık sık rüyalarda değil, hakikatte ve gerçekte söylediğim her şeyi, kırk milyon mil mesafeyi arkamda bırakıp yeni bir dünyaya indiğimde, ben de yaşıyordum. Beni bekleyen tehlikeleri düşünmek bile istemiyordum. Derecelendirmeye kalksam belki de bu tehlikeler gerçekten büyük olabilirdi.
Papua, Orta Afrika veya Kuzey-Batı Geçiti’nde bir yolcunun yaşayabileceğinden daha fazla türde yaşayanlar olabilirdi. Onlar da bazen benim göksel yolculuğum gibi hayal gücümü dehşete düşüren belirsiz bir korku ve gizem vermiş olan tamamen yeni, garip, hesaplanamaz bir mahiyete sahip olamazlardı. Yolculuğum boyunca ilk kez ne yemek yemiş ne de uyumuştum; ancak ikisini de yapmak zorundaydım. Kısa süre içerisinde, sinir ve kasın en üst güçlerine yapılan ağır uyarılarla, mükemmel fiziksel ve zihinsel durumun tüm kaynaklarını tüketecek zorluklarla ve tehlikelerle karşılaşabilirdim. Bu nedenle, bedenimi dinlendirmek için, uzun yılların ardından ilk kez bir kadeh brendi ile rahatlatacak ve kendi kendimi hipnotize ederek uyumaya zorladım. Uyandığımda saat sekiz olmuştu, kronometrem ve yapmış olduğum gözlemlerime dayanarak yaklaşık beş saatlik bir uyku çekmiştim, böylece tahminlerime göre ana meridyenin gece yarısı döneminde uyanmıştım. Gayet iyi uyumuş olmak, kahvaltı için iştahımı da açmıştı ve pratik bir şekilde düzenli olarak yaptığım işlerle meşgul olmak beni sakinleştirmişti. İlk hedefim, etraf aydınlandıktan sonra Dünya’nın henüz keşfedilmemiş çöllerinin en çılgınından çok daha tuhaf, tanıdık olmayan ve bilinmeyen alanlara girmeyi güvenli hâle getirmek, mekikten çıkmaya hazır olduktan sonra şu anda solumakta olduğum atmosferin karakterini belirlemekti. Bu gezegen, dünyalı akciğerler için gerekli olan oksijeni içeriyor muydu? Nefes alınabiliyorsa hava benim yaşamımı sürdürmeme yetecek kadar yoğun muydu? Tıpayı, mekiğin içerdiği fazladan havayı pompaladığım boru şeklindeki Apergy’den çıkardım ve amaca yönelik olarak ayarladığım sürgülü valfı, tüpe ayarlayarak, hava geçişini düzgün bir biçimde sağlayacak araçları küçük bir delikle değiştirdim. Bu basit çalışmanın zorluğu ve havanın muazzam dış basıncı, dış atmosferin gerçekten çok ince olduğunu gösteriyordu. Bunu bekliyordum. Mars’ın yüzeyindeki yer çekimi, Dünya’da olanın yarısından daha azdı; gezegenin toplam kütlesi iki ila on beş arasındaydı. Sonuç olarak, temel atmosferin kapsamı ve deniz seviyesinde bile yoğunluğu, ağır olan gezegenden çok daha hafifti. Hava pompasını Apergy boyunca güvenli bir şekilde donatmak, haznesini boşaltmak ve temel havanın doldurulmasına izin vermek için, Dünya’da 16.000 fit yükseklikte hâkim olana eşit bir basıncı bulmuş olmaktan dolayı mutluydum. Kimyasal testler, Dünya’daki dağların en saf havalarından biraz daha fazla oranda oksijen varlığını gösteriyordu. Bu nedenle, yoğun bir ortamdan hafif bir atmosfere geçiş çok aniden yapılmazsa ciddi bir yaralanma yaşanmadan yaşam sürdürebilirdi. Sonra yavaş yavaş iç atmosferin yoğunluğunu dışarıdan çok daha büyük olmayan bir şeyle azaltmaya karar verdim. Bu amaçla hava pompası aparatını söktüm ve neredeyse tama yakın konumdayken vanayı kapattım, yirmide bir inçte kısmen bir açıklık bıraktım. Sessizlik, şimdiye kadar duyduğum en keskin ve en yüksek ıslık sesiyle kesintiye uğramıştı; mekiğin yoğun bir şekilde sıkıştırılmış havası, tüm gemi boyunca, tıpkı boğulacağını hissederek dehşet içerisinde çırpınan bir kuşun kanat çırpışı gibi sesler çıkararak büyük bir kuvvetle dışarı fırlıyordu. Apergy açıklığının farkına rağmen basınç göstergesi şaşırtıcı bir hızla düştü ve birkaç dakika içinde yaklaşık 24 barometrik inç ölçümü belirdi. Daha sonra içeri girdiğim pencerenin etrafındaki çimentoyu gevşetmeye ve çıkışım için hazırlanmaya devam ederken bir süre hava çıkışını kontrol ettim. Yumuşak kumaştan yapılma atletimin üzerine, köşeleri Mahratta dokumasıyla çevrilmiş ve yakın mesafeden ateşlenen üç karabina mermisi ile vurulduğu belli bile olmayan ince dokunmuş zırhlı gömleğimi geçirerek, belime Kalabriyen hançerimi taktım. Bunların üzerie gri çuhadan bir takım giydim, soğuk, nemli ve aynı zamanda Alp atmosferinde dik olarak parlayan güneşin ısısını muhafaza edebilecek kadar sağlam hazırlanmış yün çoraplarımın üzerine bir çift sağlam bot giydim. Mekiğin tavanından ilk şafak ışınları yükselmeden önce, yaklaşık 17 inçte atmosfer basıncını neredeyse eşitlemeyi başardım. Birkaç dakika sonra geminin durduğu yerde, yaklaşık iki yüz metre çevresi olan platformun üzerine çıktım. Etrafımdaki sis hızla dağıldı; ancak beş yüz fit aşağıdaki her şey hâlâ sisin altında saklıydı. Üç tarafta inişe mâni olacak dik uçurumlar yürümeyi engelliyordu; dördüncü tarafta dik bir yamaç vardı, en azından gözüme ilerlememe olanak sağlayacak uygunlukta bir yol gibi görünüyordu. Kuşlarımdan daha zayıf ve daha küçük olanları taşınabilir kafeslere yerleştirdim ve sonra güçlü kanatlı bir guguk kuşunu çıkarıp onu uçurumun üzerine atarak deneyime başladım. İlk başta neredeyse bir taş gibi yere düştü; ama sisin içinde görüş açımdan tamamen kaybolmadan önce kanatlarını açtığını ve gayet rahat biçimde uçabildiğini görmek benim için gerçekten bir zevkti. Sis yavaş yavaş çözülürken, artık inişime başlamak, kuş kafeslerimi taşımak ve daha birçoğu sürekli olarak bana yapışan daha büyük kuşları kovmak için cesaretimi topladım. Sırtıma, tekrar yükleme yapmama gerekene kadar on altı atış yapabileceğim şekilde doldurduğum tüfeğimi astım, kemerime deri kılıfının içinde, her iki yüzü de gayet keskin olan kılıcımı taktım. Zirvenin yaklaşık 1000 metre altında, aynı yönde daha fazla ilerlemenin yüzlerce metre ani ve geçilmez bir yarıkla engellendiği bir noktaya ulaşıncaya kadar kolay olmasa da o yolda ilerledim. Bununla birlikte yolun, dağın yamacına bakan sağ tarafı güvenli ve yeterince doğrudan bir iniş sağlamaya yeterliymiş gibi görünüyordu. Güneş tam bir saattir ufkun üzerindeydi ve sis neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. Yine de bir mesafeden ve hızlı hareketle, tanıdığım herhangi bir şeye benzemeyen iki ya da üç uçan böcek sürüsü haricinde hayvan hayatının hiçbir belirtisini görmedim. Çoğunlukla küçük olan bitki örtüsü sarımsı bir renkteydi, çiçekler genellikle kırmızı, sık sık yeşil ve beyaz örnekleri ile değişiyordu; ancak beyaz renk, kar konusunda bahsetmiş olduğum açıklamada olduğu gibi kremsi bir renk tonu sunuyordu. Bu noktada art arda kuşlarımı serbest bırakmaya başladım. Artık çok daha güçlü ve daha cesurca aşağıya doğru uçuyor ve kısa sürede ortadan kayboluyorlardı; en zayıf, titrek ve ürkek olanları, açıkçası atmosferin inceliğinden muzdarip olduklarından ya üzerimde asılı kalmışlar ya da kafeslerine tünemişlerdi.
Şimdi üzerine düşündüğüm sahne son derece yeni ve çarpıcıydı. Gökyüzü, yeryüzünün benzer enleminde sahip olduğu parlak mavisi yerine, gözüme soluk yeşil bir ton sunuyordu, kontrast etkisinin ılıman bölgelerimizdeki bir gün batımının altın ve gül renkli bulutları arasında ayırt edilen berrak gökyüzünün küçük bir kısmına attığı zeytin tonuna çok benziyordu. Güneş’in yakın çevresinden uzaklaştırılmış olsa da hâlâ kuzeydoğu ve güneydoğu ufkunun etrafında asılı kalmış olan buhar kümeleri, dünyevi bir alaca karanlığa özgü tonlardan çok daha derin olan koyu kırmızı ve altınla renklendirilmişti. Güneş, çıplak gözle bakıldığında, hasat ayımız kadar belirgin derecede altın rengine sahipti ve tüm manzara, karasal doku, hava ve gökyüzü, altın sarısı ile yıkanmış gibi görünüyordu ve genellikle zengin bir sarı renk tonu camdan görüldüğünde dünyevi manzaralara özgü o sıcak yaz yönünü gözler önüne seriyordu. Temel atmosferinden, tüm doğal çıkarımlarıma güneş ışığına baskın bir sarı veya turuncu renk veren mavi ışınların emiliminin gerçekleştiğini görüyordum. Üzerinde durduğum küçük kayalık plato, tüm dağın yamacında olduğu gibi bu dağın ileri karakol olduğu menzilin uçlarıyla karşı karşıya duruyordu ve onları ayıran vadi, şimdiki konumumdan dolayı görünür değildi. Daha uzağa indiğimde manzaranın bu kısmına sırtımı dönmem gerektiğini fark ettim ve bu nedenle sunduğu yönün bu noktasında notlar almaya başladım. En göze çarpan nesne, uzaktaki gökyüzünde, gerçek seviyemin üzerinde bir yüksekliğe çıkan, tahminen 25.000 fitte ve elli mil mesafede duran bembeyaz bir tepeydi. Zirve kesinlikle daha açısal ve sivri, atmosferik etkilerle Dünya’daki dağlardan daha az yumuşatılmış gibi görünüyordu. Bunun ötesinde, en uzak mesafeden iki veya üç tepe daha yüksek görünüyordu, ancak elbette, bu noktadan sadece zirveleri görebiliyordum. Merkezî zirvenin bu tarafında, istasyonumun üç miline kadar uzandığı anlaşılan sürekli bir çift sırt, en yüksek rakım belki 20.000, en alçak çöküntüler ise 3000 fit oyuğa sahip biçimde, aşırı derecede düzensizdi. Sürekli kar yağışı var gibi görünüyordu, yukarıdaki birçok yerde, bu daha önce bahsettiğim sarı çizgi lekeleri ortaya çıkıyordu, bu noktada kesinlikle uzak ya da yakın her tarafın otsu bir bitki örtüsüyle kaplı olduğunu belirtmeliyim. Bitki örtüsünün alt eğimleri tamamen sarı veya kırmızımsı yapraklarla kaplanmıştı. Ormanlar ve kar çizgisi arasında, eğer böyle adlandırılabilirlerse geniş otlaklar veya çayırlar yer alıyordu, ancak Dünya’daki benzer bölgelerin çimenlerine benzeyen hiçbir şey görmedim. Gördüğüm yaprak türleri -ve henüz bir ağaç ve çok az çalı denilebilecek bir şeyin yanından geçmemiştim- esas olarak bizim yaprak döken ağaçlarımıza benzeyen üç farklı forma sahipti. Kısa çıkıntılı parmaklarla açıları yuvarlatılmış bir tür kare; sapa katıldığı yerde hafif sivri oval ve iki inçten dört fit uzunluğa kadar her boyutta mızrak şeklinde veya kılıç benzeri keskin yapraklar. Neredeyse hepsi donuk sarı veya bakır kırmızısı bir renkteydi. Hiçbiri kayın ağacı yaprağı kadar ince, etli veya dolgun değildi; çimlerin şekline veya çam ve sedir türlerinin sivri dikensi dallarına benzeyen hiçbir şey görünmüyordu.
Yolum şimdi yamaca doğru belki sekizde bir eğimde yavaşça aşağıya doğru süzülüyordu, beni dağlara sırtımı dönmeye mecbur bırakmıştı, ön görüşüm hemen önümdeki keskin bir çapraz çıkıntı tarafından kesildi. Arkamı dönüp baktığımda, tüm kuşlarımın beni terk ettiğini fark ettim ve sanırım aşağıdaki vadiden 2000 metreden fazla uzak değildim. Bu noktaya gelmeden hemen önce bir yaban hayvanı gördüm. Küçük bir yaratıktı, bir tavşandan çok daha büyük olmayan, bir çeşit kumlu sarı renkte, ayaklarımın çevresini saran bazı sarı otların arasından çıkmış ve solumdaki dik yamaçtan aşağı bir kanguru şeklinde atlamış veya o tarafa fırlamıştı. Sırtın etrafını dolaşıp aştıktan sonra, bu sefer karşıma çok daha geniş ve oldukça yeni bir manzara çıkmıştı. Dağın güney sınırını oluşturduğu bir vadinin devamı gibi geniş bir ovaya bakıyordum. Güneye doğru bu ova denizle sınırlanmış, tarif etmeye çalıştığım tuhaf ışıkta yıkanmış ve bu mesafeden görünen gibi camsı bir sakinlik içinde uzanıyordu. Doğuya ve kuzeye doğru ova, ufka uzanıyordu ve şüphesiz çok ötesinde; dağın kuzeyindeki vadiden ufukta kaybolana kadar ovadan dolanan geniş bir nehir ortaya çıkıyordu. Ova diyorum buna ama bunun hiçbir şekilde bir seviye olduğunu ima etmek istemiyorum. Aksine, yüzeyi dalgalanmalarla burada ve orada tepelerle kırılmıştı, ancak genel etkinin neredeyse düz bir yüzey olduğu üzerinde durduğum noktadan çok daha düşüktü. Ve şimdi yerleşim ve insan yerleşimi sorunu çözülmüş gibi görünüyordu. Askerî dürbünümle etrafa baktığımda, nehir kenarını izleyerek mutlaka bir yola çıkabileceğimi fark ettim; aynı zamanda, belki de bu yol bir set olarak hizmet veriyor olabilirdi çünkü nehir seviyesinden birkaç fit yüksekte inşa edilmiş gibiydi. Ova da ekilmiş gibi görünüyordu. Her yerde, her biri eşsiz renklerde, koyu kırmızı ve sarımsı yeşil arasındaki her renk tonunda ve yapay olmasa da yapay düzenleme fikrini önermek için karşı konulmaz bir biçimde dikdörtgen şeklinde geniş yamalar görünüyordu. Ancak manzaranın bu noktada kuşku uyandıran başka özellikleri de vardı. Hemen güneydoğuya doğru ve durduğum yerden yaklaşık yirmi mil uzakta, denizin derin bir kolu karaya ulaşıyordu ve bunun kıyılarında tartışmasız bir şehir vardı. Surlara benzeyen hiçbir şey yoktu ve bu mesafeden bile sokaklarının dikkat çekici genişlikte olduğunu, dünyadaki şehirlerde bulunan camiler, kiliseler, devlet daireleri veya saraylar kadar yüksek binaların çok az veya hiç olmadığını fark edebildim. Renkleri, metalik yüzeylerden yansıtılmış gibi çok çeşitli ve parlaktı. Körfezin sularında gemi ya da sal olduğundan hiç şüphe etmediğim bazı araçlar vardı. Hemen altımda ve tüm ovaya aralıklarla dağılmış, şehir çevresine daha yakından kümelenmiş, duvarlı mahfazalar vardı ve görünüşe göre on iki ya da on dört fit yükseklikten fazla olmasa da ve hatta Avrupa veya Amerikan caddesi veya meydanı için yeterli bir alanı kaplamasa da her birinin merkezinde bir evden başka bir şey olamazdı. Üzerinde durduğum tepenin alt yamaçlarında dürbünden görülen, hayvan olduğunu ispatlayan hareketli figürler vardı; muhtemelen evcil hayvanlardı çünkü asla çok uzaklara gitmiyorlar ve insan tarafından daha az yıkıcı düşmanlarından korunmayan yaratıklara özgü olan hiçbir uyanıklık ve alarm işaretlerini göstermiyorlar ve insanların onlardan korkmasını sağlayacak hareketlerde bulunmuyorlardı. Demek ki sadece yerleşik bir dünyaya inmemiştim -sadece dışsal formda farklılık gösterebilecek olsalar da istekleri, fikirleri ve alışkanlıklarına, kısaca, bedensel değilse bile kendi gezegenimin sakinlerine benzemeleri gereken bir insan dünyasına inmemiştim- ancak uygar bir dünyaya ve yerleşik bir düzen altında yaşayan, toprağı işleyen ve canavarları menfaatleri için evcilleştiren bir ırk arasındaydım.
Ve şimdi, daha aşağı yerlere geldiğimde, her adımda yeni merak ve ilgi nesnelerini bulmaya başlamıştım. Dünyadaki çoğu ağaçtan daha uzun, koyu sarımsı yaprakları olan bir ağacın, sarkık dalların sonunda delikli, büyük koyu kırmızı meyveler vardı; bu meyveler dış görünüş olarak nar gibi bir şeyin kabuğuna, rengine ve sertliğine sahipti, ancak boyut olarak pomelo ya da kavun büyüklüğündeydi. Bunlardan, elimin hemen yakınında olan birini kopardım, ancak bıçak yardımı olmadan ince, kuru kabuğu ya da kabuk gibi dış kısmını kırmayı başarmam imkânsızdı. Bir tarafında küçük bir delik açtıktan sonra meyve suyundan farklı olarak, ancak daha koyu renkte, tatlı bir tada ve güçlü bir aromaya sahip olan kırmızı bir suyun akışını fark ettim. Meyveyi tamamen kestiğimde, esasen kabukla aynı yapıda, ancak çok daha ince ve sert olmaktan ziyade, ortadan bölünmüş bir portakalınki gibi her biri tohumlarla kaplı, on altı parçanın bir zar tarafından ayrıldığını gördüğüm dilimleri ortaya çıkardım. Bu tohumların hepsi merkezde birleşiyordu, ancak çok kolayca ayrılabiliyordu. Sarı renkteydiler ve tohumların her biri neredeyse badem çekirdeği kadar büyüktü. Daha küçük olduğu için daha az olgun olduğu sonucuna vardığım bazı meyveler kırmızımsı sarı renkteydi. Bu ağaçlardan oluşan bir koru boyunca, her zaman aşağıya doğru ilerleyerek, yaklaşık bir mil yürüdükten sonra daha çeşitli bir manzarayla karşılaştım. Buradaki en yaygın ağaç, düşük boylu, büyük boy ve nispeten dar yapraklarla kaplı bir türdü, meyvesi, biraz benzer bir kabukla korunmasına rağmen, zengin altın renginde, sarımsı yapraklar arasında çok kolay görülmeyen ve yaklaşık badem büyüklüğünde bir katı çekirdek içeriyordu, tamamen bir çeşit süngerimsi malzemeyle kaplanmış, tadı çok lezzetli ve kavrulmuş mısırın içine diğer tanıdık sebzelerden daha çok benzeyen bir aromaya sahipti. Korudan tamamen çıktığım sırada, önüme genişliği derinliğinden iki katı fazla olan bir hendek çıktı. Dünyada olsam bu hendeğin üzerinden kesinlikle atlayarak geçemezdim; ama Mars’a iniş yaptığımdan bu yana bir astronotun ağırlıksız yaşamını tamamen unutmuştum, kendimi hâlâ Dünya’daymışım gibi hissediyor, ancak yaşadığım büyük bir güç ve enerji artışının tadını çıkarıyordum; bu hislerle içgüdüsel olarak fiziksel güçlerime dair kendime büyük bir özgüven gelmişti. Bu nedenle hızlıca koşmaya başlayarak, tüm gücümle atladım ve bir anda yapmış olduğum hamlenin şaşkınlığı altında, kendimi hendeğin diğer tarafındaki arazinin üzerinde buldum.
Bu alanı aştıktan sonra, arazi üzerinde kesinlikle kırmızı bitki örtüsünden başka hiçbir şeyin yetişmediği, yaklaşık bir ayak yüksekliğinde bir zemine ulaştım. Bu toprak, tıpkı defne yapraklarına benzer bir şekilde olan geniş yapraklarla kaplıydı ve hepsi solmuş bu renge sahipti ama görünüşte biraz daha kalın, daha metalik ve daha parlak ve defne türünün acı tadından mükemmel bir şekilde arınmış bitkilerdi. Biraz uzakta, antiloplara benzediğini düşündüğüm yarım düzine hayvanı gördüm, ancak daha dikkatlice baktığımda onların efsanevi tek boynuzlu atları andırdıklarını fark ettim. Her masalda anlatıldıkları gibi adını aldıkları hayvanın eşsiz özelliklerini taşıyorlardı. Yaklaşık sekiz inç uzunluğunda, fil dişi kadar yoğun, pürüzsüz ve sağlam dokulu boynuzları vardı, ancak vermilyon ve krem beyazı karışımı mermersi bir renge sahiptiler. Derileri krem renginde, koyu kırmızı benekleri vardı. Kulakları büyüktü ve organın iç kısmını barındıracak şekilde düşmüş, ancak onları şaşırtan bir sesin yaklaşımında dikme gücünü tamamen kaybetmemiş bir kılıf tarafından korunuyordu. Bana öncelikle herhangi bir uyarılma sinyali algılamadan, sonrasında ise şaşkınlıkla baktılar ve hemen ardından hızlıca kaçmaya başladılar; görünüşüm ilk başta onlara tanıdık gelmiş, daha yakından incelediklerinde ise bazı olağan dışı ayrıntılar sunarak hepsinin korkmasına neden olmuştu; sonuç olarak olağan dışı her şey Dünya’da da yaşansa her türlü kaprislerine alışkın olduğumuz tüm evcil hayvanlar bile böyle bir durumdan korkarlardı. Hepsinin dişi olduğunu fark ettim ve anormal derecede büyük memeleri, sütleri için beslenen evcil yaratıklar olduklarını kanıtlıyordu. Tarlada bir yol göremediğim için düz ilerledim, merayı olabildiğince az çiğnemeye çalıştım, ancak bitkilerin hayvanların ayakları tarafından ne kadar az çiğnendiğini görünce şaşırıp kaldım. Yapraklar sıyrılmış, ancak sapları nadiren kırılmış ya da hiç kırılmamıştı. Aslında, hayvanlar sanki yiyeceklerini tıpkı insani tarzda topluyormuş gibi görünüyorlardı; bitkiyi, besinlerini yeniden üretme gücünden mahrum bırakmayacak biçimde herhangi bir hasar vermeden akıllıca ya da içgüdüsel bir özenle topluyorlardı. Bir dakika sonra kendim dışında neredeyse akla gelebilecek her türlü kanıtı gördüğüm en büyük ilgi çekici nesneyi fark ettim. Şüphesiz bir adamdı, ama benden çok daha küçüktü. Gözleri sanki hayallere dalmış gibi yere sabitlenmişti ve ben onun elli metre kadar yakınına gelinceye dek beni fark etmemişti, böylece formunun ve görünümün özelliklerini tasvir edebilmek için zaman bulabilmiştim. Sekiz ya da dokuz inç yüksekliğinde yaklaşık dört ayaktı, vücudun uzunluğu ve çevresi ile orantılı olarak kısa görünen bacaklara sahipti, ancak daha dikkatli bir biçimde incelendiğinde göğüs kısmı bizim ırkımıza nazaran, orantılı olarak hem daha uzun hem de daha genişti; tüm bunlar dışında, Aryan ırkı, İsveçli ya da Almanların soylu ailelerinden gelen biri gibi görünüyordu. Sarı saçlar, tıraşsız sakal, bıyık ve bıyıkların hepsi sık ve kısaydı! Kıyafetleri bazı yumuşak dokuma kumaştan ve kızıl renklerden oluşan, bir çeşit gömlek ve kısa pantolondan oluşuyordu. Başı, Ekvator güneşinin ışınlarından, boynu ve alnı barındıran kısa bir gölge veya peçe asılmış bir ışık türbanı tarafından korunuyordu. Çıplak ayakları, ayak parmaklarını örten ve ayak bileğinin etrafına tek bir bağcık ile bağlanan esnek malzemeden yapılmış sandaletlerle korunuyordu. Silah taşımıyordu, koruması bile yoktu; bu yüzden de ondan gelebilecek herhangi bir tehlike riski olmadığını hissettim. Beni görünce, bir anda büyük bir şaşkınlık yaşayarak, dehşete düşmüş ve hızla koşmaya başlamıştı. Bununla birlikte, uzuvlarımın boyutu ve uzunluğu bana bu açıdan büyük bir avantaj sağladı ve bir dakikadan daha kısa bir sürede onu yakalayarak, elimi onun omzuna koydum.
Bana baktı, yüzümü ciddi bir merakla inceledi. İlk önce cebimden çok zarifçe yapılmış bir mücevher çıkardım, zümrüt bir dal üzerine konmuş turkuaz, inci ve yakutlardan oluşan bir kelebekti, hayranlık ya da ilgi duymadan ona baktı, daha sonra cebimden çok küçük ve özenle kaplanmış, mücevherli bir saat çıkardım. Ne kadar süslü olursa olsun, hiç umurunda olmadı; ama saatin kapağını açtığım anda, yapımı ve işleyişi açıkça onun ilgisini çekmişti. Saati onun elinin içine koyarak, bunu elinde tutabileceğini işaretlerle anlatmaya çalıştım sonra kolunu tuttum ve beni uzaktan görünen evlere götürmesi için onu yönlendirmeyi denedim. Bunu yapmaya istekli görünüyordu, ama daha yürümeye başlamadan önce “r’mo-ahel” “Nereden kim/ne istiyorsun?” gibi görünen bir cümle ya da kelimeyi iki ya da üç kez tekrarladı. Başımı salladım; ama hemen sonrasında beni aptal yerine koymayacağını düşünerek ona Latince cevap verdim. Ses tonum onu aşırı derecede şaşırtmıştı ve aynı dilde birkaç soruyu tekrarlamaya devam ederken, ona konuşabileceğimi ve bunu yapmak için ne kadar hevesli olduğumu göstermek için merakının gittikçe derinleştiğini gözlemledim ve sanki onu zorlamaya çalıştığımı düşünüyormuş gibi önce huzursuzlaşmış sonra da öfkeyle bana bakmaya başlamıştı. Gökyüzüne, iniş yaptığım dağın zirvesine ve daha sonra geldiğim yol boyunca işaretlerimin anlamını yüksek sesle açıklayarak işaret ettim. İkincisini yakaladığını sanıyordum ama eğer öyleyse bile, sadece inanılmaz bir öfkeyi kışkırtmıştım, yüzündeki ifadesinden öfkeli karaktere sahip birisiyle karşı karşıya olduğumu anlayabiliyordum. O an için daha fazla konuşma girişiminde bulunmanın çok az faydası olduğunu gördüğümden hâlâ elini tutarak ve beni yönlendirmesine izin vererek geçtiğimiz sahnelere tekrar baktım. Önümüzdeki alt tepe yamaçları, hendeklerle ayrılmış, büyük olasılıkla her biri yaklaşık 100 dönümlük alanlara bölünmüş gibi görünüyordu. Yaklaşık iki kilometre genişliğinde bir yolu izledik, zemin seviyesinden iki ya da üç inç kadar yükseldik ve bir tür sert betonla döşeli alana geçtik. Her hendek, bir kazık veya kısa bir direk olan, kolaylıkla geçtiğimiz, ancak herhangi bir büyüklükte dört ayaklı bir hayvanı şaşırtacak tahta köprülerle donatılmıştı. Bitkileri çok çeşitliydi ve her yerde harika yabani otlar vardı. Bitkilerin birçoğunda meyveler vardı, bazen dik sapların üzerinde yetişen kabak benzeri küreler, bazen toprak boyunca sürünen sarmaşıklar üzerinde bir çeşit fındık kümesi, bazen sert kamış benzeri bir sapın tepesinden sarkan sarkık sapların ucunda asılı portakal büyüklüğünde bir dizi etli meyveler görünüyordu. Bir alan çıplaktı, yüzeyi kilden daha derin toprak renginde, en özenli ve bakımlı çiçek yatağının yüzeyi kadar mükemmel bir şekilde sürülmüş ve yumuşatılmıştı. Bunun karşısında, herhangi bir dünyevi kümes hayvanı formunda, bir karganın iki katı büyüklüğünde ve gagaları görünüşte ağzından çok daha güçlü ve uzun gibi görünen bir kuş dizisi vardı, farklıydı ancak nerede ve nasıl olduğunu gözlemlemek için fırsatım olmuştu. Tamamen ekili alan boyunca etrafa dağılmışlardı, harika bir düzen içerisinde bir çizgi doğrultusunda duruşlarını koruyorlardı ve toprağın üzerinde yürürlerken, yüzeyin altındaki kurtçukları veya solucanları ararken sanki gagalarını toprağa yavaş ve sürekli olarak vuruyormuş gibi görünüyorlardı. Bizim oradaki varlığımızdan hiç rahatsız olmadan, mükemmel çalışmalarına devam ediyorlardı. Bir sonraki arazi üzerinde de hâlâ tuhaf bir manzara hâkimdi; dik kamış gibi gövdeler üzerinde kabak benzeri başlar oluşmuştu, hareket ve tavırlarından kısa boylu olmalarına rağmen insan olabileceklerini düşündüğüm varlıklar tarafından olgun mor meyvelerini, kırmızı olgunlaşmamış kafalarından dikkatlice ayırarak, onları koparmakla meşgullerdi; ancak onlara doğru yaklaştıkça, bu varlıkların yeni tanıştığım yoldaşımın yarısı boyutlara sahip olduklarını ve zemine zarar vermemek için dikkatli bir biçimde dik tuttukları gür kuyrukları ve kalın yeleleri olduklarını fark ettim; hareket, boyut, uzunluk ve uzuv esnekliğinde maymunlara çok benzeyen yaratıklar, ancak diğer açılardan daha çok dev sincaplar gibiydi. Ağızlarında kopardıkları meyvelerin saplarını tutarlarken, aralıklarla meyvelerden kalan kısımları sırtlarına takmış oldukları çanta benzeri şeylerin içine dolduruyorlardı ve çalışma şekilleri ve tarzlarına bakılacak olursa ellerinde parmaklarına karşılıklı gelecek başparmakları yoktu. Görünüşe göre ellerini bir şeyleri kavrayabilmek için tamamen sincapların pençelerine benzer şekilde kullanmaları gerekiyordu. Onları işaret ederek, yoldaşımın dikkatini onların üzerine çekmeye çalıştım ve “Nedir bunlar?” diye sordum. “Ambau.” dedi bana, fakat görünüşe göre onların çalışmalarına en ufak bir ilgi dahi göstermiyordu. Gerçekten de hareketlerini karakterize eden uyarı veya uyanıklıktan kaynaklanan düzenlilik ve tüm özgürlük, beni hem bu hem de geçtiğimiz kuşların, doğal içgüdüleri insan eğitimi ile bu hesaba dönüştürülen evcil yaratıklar olduğuna ikna etmişti.
Birkaç dakika sonra, nehrin gidişini takip eden yolla neredeyse dik açılarla düzenli bir yola ulaştık. Diğer yolda olduğu gibi burası da sert cilalı bir betondan yapılmıştı. Yaklaşık kırk adım genişti ve merkezde genel yüzeyden yaklaşık dört inç daha yüksek konumdaki alan, tüm genişliğin dörtte birini teşkil ediyordu. Her iki taraftaki ana yol boyunca, her biri üç tekerleğin önünde bir tane küçük ve arkasında çok daha büyük olan, kutu benzeri koltuk ve direksiyon kolu olan büyük, hızlı, hafif araçlar gelip geçiyordu; dikkatlice incelediğimde bu araçların eksantrik İngiliz gençlerinin kullandığı bir nevi bisiklete benzeyen araçlar olduğunu fark ettim. Bununla birlikte, bu araçların sürücülerinin herhangi bir çabasıyla hareket etmediği ve hızlarının en hızlı posta arabasından çok daha yüksek olduğu açıktı, ayrıca, saatte on beş ila otuz mil arasında hızla ilerlediklerini söyleyebilirim. Karşıt yönlerde ilerleyenler, tarif ettiğim yükseltilmiş merkezle ayrılmış olarak yolun karşılıklı taraflarını aldığından, tüm çarpışma risklerinden kaçınılmıştı. Yoldan dikkatli bir şekilde geçtikten sonra, belki yirmi fit kare kadar gelen, her biri dar hendeklerle işaretlenmiş bir bahçe içine inşa edilmiş, bazıları her iki yan kanatta daha az yüksekliğe sahip ve biraz geriye atılmış, bir dizi küçük evle karşılaştık. Her birinin merkezinde ve bunların bulunduğu kanatların sonunda, yaklaşık on iki fit yüksekliğinde yarı saydam bir malzemenin kapı olarak kullanıldığı görülüyordu. Ancak bu kapıların yerden altı fite kadar neredeyse algılanabilir bir çizgi ile bölündüğünü ve şu anda bunlardan birinin ayrıldığını ve içeriden yoldaşıma çok benzeyen bir figürün dışarı çıktığını gözlemledim.
Görünüşe göre uzaktan gördüğüm daha büyük evlere doğru giden ve evlerdeki yarım düzine insanın bizi takip ettiği yükseltilmiş merkezî yol boyunca ilerleyen başka bir yola ulaşmıştık. Yoldaşımın yapmış olduğu bir çağrıyla, bunlar ve daha fazlası, koştu ve etrafımızda toplandı. Döndüm, hava tabancamı sırtımdan aldım ve etrafıma doğru tehditkâr bir tavırla savurdum, benden uzak durmalarını işaret ettim, onlara tehlikeli bir hamle yapacak olurlarsa hazır olduğumu göstermeye çalışıyordum çünkü tavırları düşmanca olmasa da pek misafirperver ya da dost canlısı da değildi. Böylece üç ya da dört mil boyunca ilerlemeye devam ettiğim sırada, herhangi bir saldırıda bulunmadan bana eşlik ettiler, bir süre sonra daha önce bahsettiğim evlerden çok daha büyük konutlar arasına geldiğimizi fark ettim. Her biri, sekiz metre yüksekliğindeki duvarlarla çevrili, her biri tekdüze renkte, evin dış kısmı için seçilenle tezat teşkil eden zeminlerde duruyorlardı. Surların boyutları yaklaşık altı ila altmış dönüm alanı kaplayacak şekildeydi. Evler çoğunlukla on iki fit yüksekliğinde ve bir ila dört yüz fit kareydi. Düşük korkuluklarla korunan birkaç düz çatıda, hemen hemen yoldaşımın boyutlarında, şimdi kendilerini göstermeye başlayan diğer varlıklar da ortaya çıkmış, hepsi büyük bir ilgiyle beni izliyordu ve bu durum beni gerçekten heyecanlandırmıştı. Birkaç binanın çatısında, farklı giyinmiş gruplar hâlinde, daha yumuşak hatlara ve uzun saçlara sahip olan, muhtemelen kadın olduklarını düşündüğüm varlıklar, çatının ücra köşesine toplanmış beni izlemeye devam ediyorlardı. Ancak bir sefer beni gördükten sonra, hepsi birbirlerine sabırsız ve tehditkâr hareketler yaparak geri çekilmişler ve bir anda ortadan yok olmuşlardı. Bu sırada, bana eşlik eden adamlardan daha zengin ve daha renkli giyimli üç ya da dört adam daha ortaya çıkmıştı. Bunlardan birine hitap ederek, tekrar gökyüzünü işaret ettim ve yine yolculuğum hakkında bilgiler vermeye çalıştım; aynı zamanda onunla uzlaşmaya çalışmak istediğimi göstermek için, yanımda taşıdığım ve büyük olasılıkla uzlaşmamızı sağlayacak olan büyük bir saati cebimden çıkararak ona doğru uzattım. Ancak onu almak için kolunu dahi kıpırdatmadı ve işaretlerimle durumu tekrar anlatmaya çalıştığım sırada, benimle dalga geçer gibi bir ifadeyle kafasını geriye attı ve anladığım dilde keskin bir ifadeyle bana birkaç kelime söyledi; tam bu sırada yoldaşım araya girerek, beni sürüklemeye çalıştı. Ancak bu tarz hamlelere kendimi çoktan hazırlamıştım ve tüfeğimle sağa sola vurmaya başladım -son ana kadar kesinlikle kan dökmemeye kararlıydım- hızlı bir biçimde etrafımda insanlardan oluşan çemberi dağıttım, sol elimle hâlâ yoldaşımı tutmaya devam ediyordum, içgüdüsel olarak onun bana yakın olmasının beni koruyacağına inanıyordum. Düşmanlarımın şefi gibi görünen birinin çağrısı, komşu bir evin çatısından cevap bulmuştu. Havada bir çırpma sesi duydum ve hemen ardından da kanatlı bir yılan gibi görünen şeyi fark ettim, ince bir boynu, hatırı sayılır genişlikte omuzları olan bir yılanın vücuda oranla çok daha büyük ve bir kuşa benzeyen keskin hatları ve kısa gagasıyla üzerime sıçradığını ve sol koluma sarıldığını gördüm. Omuzlarının ortasına yerleştirilmiş erektil bir organla ve içgüdüsel olarak fark ettiğim kuyruğuyla beni sokmaya çalıştığını anladım ve birden tüm vücudumda zayıf bir elektrik akımı hissetmeye başladım; çıplak olan sol elim şiddetli bir şok geçiriyordu ve tamamen uyuşmuştu. Canavarı boynundan yakaladım ve tüm gücümle korkunç çığlıklar atan baş düşmanımın yüzüne fırlattım. Bu tehlikeli saldırganın geldiği yöne baktığımda, havada bir tane daha algıladım ve kaybedecek vaktimin olmadığını anladım. Silahımı namlu ile ayaklarım arasında düşürdüm ve uyuşturulmuş sol elimle olabildiğince tutmaya çalıştım -bu arada yoldaşımı serbest bırakmıştım, ancak kaçmaması için sertçe yere atmıştım- kılıcımı çektim ve tam zamanında bana doğru gelen ejderhanın boynunu kestim. Baş düşmanım kısa sürede kendini savunmayı başarmış ve aklını toparlamıştı, ejderhâlârı bana doğru savuran kişiye yüksek sesle bağırdığını ve bir şeyler anlattığını duydum. İkinci ejderha ortadan kaybolmuştu ve aynı zamanda çevremdeki grup da dağılmaya başlamıştı. Onlar açısından uygun olan her neyse, benim açımdan kesinlikle uygun değildi ve hepsi bana karşı tepkili olduklarından hâlâ kılıcımı bir elimle tutmaya devam ederken, diğer elimle de onlardan birini yakaladım. Bunu yaparak çok iyi bir hamlede bulunmuştum çünkü bir dakika içerisinde ejderhâlârın efendisi, bir çeşit platform üzerinde sabitlenmiş çok küçük delikli uzun bir topun aksine tamamen yeni bir silahla ortaya çıkmıştı. Bana doğru nişan almıştı, büyüklüğü ve görüntüsü kesinlikle çok tehlikeli görünen silahın bana doğru yaklaşmakta olduğunu görünce, içgüdüsel olarak mahkûmlarımdan birini yakalayarak, onu kendim ve bana çevrilmiş olan silah arasında bir kalkan olarak tuttum. Bu hamle, şu an için neredeyse kendim kadar dehşete düşmüş gibi görünen düşmanımı kontrol altına almayı başarmıştı. Neyse ki onun düşmanca niyeti sadece hayatımı değil, esir olarak tuttuğum kişinin hayatını da tehlikeye attığından, bana karşı bir saldırıda bulunmasını engellemişti.
Tam bu sırada, benden birkaç metre uzakta toplanmış olan grubun önüne, biraz daha dikkat çekici bir şahsiyet gelmişti. Uzun zümrüt yeşili bir gömlek ve aynı renkte bir pantolon giymişti, belinde kırmızı, metal tokalı bir kemer vardı. Yeryüzünde olsam, onu yaklaşık olarak elli yaşlarında dinç ve güçlü bir beyefendi olarak tanımlayabilirdim; bir buçuk metreden neredeyse iki inç kısaydı, ancak orta boylu bir adam olarak orantılı bir vücuda sahipti. Beyefendi diyerek özellikle vurguluyorum; çünkü adamın duruşunda belli bir ağırlık, erdem ve iyi yetişmiş bir aileden geldiğini gösteren bir ağırbaşlılık vardı ve görsel açıdan zenginliği onun burada yetkili ağız olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Düşündüğüm gibi bir dereceye kadar göze çarpan silahını hâlâ kafama hedefleyen adama seslenerek, onun silahını indirmesini sağladı ve hemen ardından adam geri doğru çekilerek gözden kayboldu. Bu zengin görünümlü adam şimdi bana doğru geliyordu ve beni hem gözlerinde hem de gerçekte bildiğim en başarılı hipnotizmacıların en sabit bakışını aşan bir kararlılık ve bakış açısının çok üstünde olan gözlerle süzüyordu. Bunu yapmanın akıllıca olduğunu düşünmüş olsaydım, o sırada onun iradesine direnmek için elimden geleni yapardım, ancak böyle bir güce sahip olup olmadığımdan şüpheliydim. Ancak, ilk çalkantılı saldırıyı geri püskürtmede başarılı olmakla birlikte, uzun süre kendimizi savunmanın umutsuz olduğunu tamamen biliyordum.
Muhtemelen bir sonraki hamlede, kesinlikle birkaç dakika içinde etrafımdaki düşmanlara yenik düşecektim. Kötülüklerinin derecesini tahmin edemediğim için uzlaşma girişiminde bulunamadım. Onlara zarar vermedim, büyüklüğüm ve gücüme çok yakın durumda olduklarından onları korkudan çılgına çevirmem çok zordu ve silahlarımdan kesinlikle benden daha az korkuyorlardı. Tek şansım bireysel olarak beni koruyacak birini bulmamdan geçiyordu. Bu nedenle, yeni gelen birisi korkusuzca elini beni bir darbede öldürebilecek silahın üzerine koyduğunda, herhangi bir zorlamaya mahal vermeden, esir tutmaya çalıştığım adamları kendi menfaatim açısından teslim etmek zorunda kaldım. Beni silahsızlandırmalarına ve bir anlamda hiçbir direniş göstermeden esir almalarına sessizce izin verdim. Beni sol elimden tuttu, önce parmaklarımı kendi bileğinin üzerine koydu, sonra bileğimi kavradı ve en sonunda hiçbir öfke belirtisi sergilemeden, rütbe ve güç bakımından üstüm konumda olduğunu ifade eden tavrıyla, belli bir huşu içinde beni götürmeye başladı.
Böylece, duvarları kapının kendisi gibi soluk gül renginde olan olağanüstü büyüklükteki etrafı çevrilmiş bir alanın kristal kapısına ulaşana kadar yaklaşık yarım mil götürdü. Meyve bahçeleri, koru, fundalık, halı kaplı gibi görünen tarlalar ve bahçe yataklarının simetrik olarak düzenlenmiş, biçimde ve renkte etkisi göz önüne alınarak bakımı sağlanmış arazilerin yanından geçerek, gölgenin ve güneşin dağılımına uygun olmasının yanı sıra, sarmaşık çiçeklerinin gölgesine inşa edilmiş büyük bir evin bulunduğu terasa kadar eğimli düz bir yolu takip ederek, ilerledik. Sekiz veya dokuz kristal kapının (ya da pencerenin) önünden geçtik ve sonrasında merkezde hepsinden çok daha büyük görünen birinin önünde durduk, bu sırada kapı alışılagelmiş biçimde açılmamış, daha önce diğerlerinde gördüğüm gibi hızla sağa ve sola doğru kayarak duvarların arasına girmişti. İçeri girdik ve kapı arkamızdan aynı şekilde kapandı. Bir an için başımı çevirdiğimde dışarıdayken kapıdan hiçbir şey göremediğim hâlde, içeriden kapının şeffaf görüntüsünün gözlerimin önüne sunduğu muazzam manzara karşısında şaşırıp kalmıştım. İçinde bulunduğum oda, zümrüt yeşilinin tüm parlaklığını ve şeffaflığını yansıtan duvarlara sahipti; yüzeyleri son derece kullanışlı biçimde nişlere bölünerek, panellere ayrılmıştı -her biri diğerinin üzerinde bir dizi farklı sahne içeriyor gibi görünüyordu- parlak altın yapraklarıyla sarmaşıklar, kimi zaman pembe ve kimi zaman hem büyük hem bembeyaz ve krem beyaz çiçeklerle doluydu; beyaz olan çiçekler yarım küre şeklinde ve krem olanlar genellikle boş konik ya da sığ şampanya kadehi şeklindeydi. Bu duvarlarda, zeminden çatıya, duvarlar gibi renkli ve görünüşte aynı malzemeden uzanan iki veya üç kapı ortaya çıktı. Bunlardan biri sayesinde rehberim beni evin ön cephesine paralel görünen bir geçide götürdü ve burayı geçtikten sonra yine sağ taraftan başka bir kapı açıldı, beni benzer ama daha küçük, yaklaşık yirmi fit genişliğinde ve yirmi beş metre uzunluğunda başka bir daireye götürdü. Bu dairenin pencereleri -aslında bunu da bir kapı olarak nitelendirmeliyim- bir tarafı büyük bir çiçek bahçesinin köşesine, diğer tarafı ise konutun diğer bölümlerinin köşelerine bakıyordu. Bu odanın duvarları pembeydi, yüzey mücevheri de benzer parlaklıkta gibi görünüyordu; zümrütten çok daha yeşil bir tavan ve zemin mevcut. İki köşede, altın, gümüş ve tüylerle işlemeli, hepsi kuş tüyü kadar yumuşak ve tüm şekil ve boyutlarda, en hassas saten benzeri bir kumaşla kaplı sayısız minder ve yastık yığınları vardı. Üç ya da dört ışık masası vardı, görünüşte metal, gümüş veya masmavi veya altın renkli, odanın çeşitli yerlerinde, bir veya iki farklı formda, daha küçük ofis masaları ya da sehpaları da bulunuyordu. Duvarlardan birinde, soluk sarı renkte, şeffaf kristal tabakasıyla kapatılan bir dizi raf bulunuyordu. Kolay hareket ettirilen ve rahat oldukları açıkça görülebilen üç ya da dört koltuk bulunuyordu, hepsi aynı zamanda farklı olsa da lüks malzemeden yapılmıştı. Soldaki köşede, iç bahçeden ya da sütunlu avludan en uzak konumda bulunan, rehberimin gösterdiği, bir banyo ve diğer bazı uygun aletleri gizleyen kapı bulunuyordu. Duş kabini, aralarında küçük borulardan oluşan bir aparatla doldurulan ince çift duvarlı, yaklaşık beş fit derinliğinde ve yaklaşık iki fit çapında bir silindirden oluşuyordu. Bir düğmeye basıldığında, rehberimin de işaret ettiği gibi iç duvarın her kısmından, sayısız deliklerin içinden, dakikalar boyunca sıcak parfümlü su püskürtülebiliyordu ve en iyi ve konforlu şekilde tasarlanabilecek en zevkli, duş banyosu ortaya çıkıyordu.
Rehberim daha sonra beni yastıklar arasında bir yere oturttu ve bir süre dikkatlice ve cesurca yüzümü inceledi, ancak tavırlarında rahatsız edici ya da tehditkâr herhangi bir ifade yoktu. Bana karakterini ve belki de misafirinin düşüncelerini okumak istiyormuş gibi gelmişti. İncelemesi onu tatmin ediyor gibiydi. Sol elini uzattı ve benimkini kavradı, kalbinin üzerine koydu ve sonra elimi götürüp kendi göğsünün üzerine yerleştirdi. Daha sonra, anlamını tahmin edemediğim kelimelerle konuştu, ama ses tonu sanki beni sorguluyormuş gibiydi. En çok sorulması gereken soru karakterim ve nereden geldiğim ile ilgiliydi. Ona yine açıklamada bulundum ve tekrar yukarı baktım. Şüpheli veya şaşkın görünüyordu ve çizimin açıklamaya yardımcı olabileceği aklıma geldi; çünkü kabartmalar ve oymalardan, sanatın Mars’ta evrensel mükemmelliğe taşınmış olduğu açıktı. Bu nedenle, ilk etapta, Dünya’yı temsil eden bir daire çizdim, Güneş’in etrafındaki yörüngesini izledim ve Dünya’ya doğru yolunu belirten küçük bir mesafeye hilal şeklinde Ay’ı yerleştirdim. Rehberimin ifade etmeye çalıştığım şeyi anladığı belliydi, Dünya’nın biçimini bir hilal olarak, sık sık ana teleskopumdan baktığımda gördüğüm şekliyle işaretlediğimde daha net olarak algılamıştı. İlk çıkıştan son inişe kadar, yolculuğumun kabaca farklı aşamalarını gösteren taslaklar, gerçekliğim olmasa da rehberimin giderek daha fazla tatmin olduğunu gösteriyor gibiydi. Olduğum yerde kalmam için bana işaret etti ve odadan çıktı. Birkaç dakika içinde tarlalarda gördüğüm garip sincap benzeri hayvanlardan biri ile birlikte geri döndü. Yaratığın başparmağının olmadığını tahmin etmekte haklı çıkmıştım; ancak taşıma gücü bakımından şimdiye kadar çok az yaratıcılık gösterdiğimi fark etmiştim. Her bir bileğinde asılı duran küçük zincirler vardı ve bunlara çeşitli meyveler ve çeşitli malzemelerin tadımlık parçalarının konduğu bir tepsi asılıydı. Rehberim bu meyvelerden birini alarak, görünüşe göre gümüş olduğunu anladığım bir bıçakla kabuğunu kırmış ve sonrasında tadına bakmam için bana uzatarak, yemem için işaret etmişti. Görevli tepsiyi bir masaya koymuş, zincirleri çıkarmış ve ortadan kaybolmuştu; görünüşe göre kapıların açılıp kapanması, rehberimin zemindeki bazı yerlere ağırlığını vererek basması suretiyle gerçekleşiyordu.
Bana sunulan yiyecek gerçekten çok lezzetli ve çok farklı bir tada sahipti. Rehberim sert kabuklu meyvelerin üstünü nasıl kesebileceğimi, çok leziz olan aromalı meyve suyunu nasıl bir bardağa doldurmam gerektiğini anlattı, meyvenin tüm özü, Dünya üzerindeki bazı yarı yapılandırılmış kültivatörlerin aşina olduğu bir işlemle sıvı şuruba indirgenmişti. Yemeğimi bitirdikten sonra rehberim, ıslık çalarak görevliyi yeniden çağırmış, o da gelip tepsiyi götürmüştü. Efendisi ona aynı zamanda bir şey konusunda kesin emirler de vermişti, iki kez tekrarladığı kelimeleri sert bir tonlama ve ciddi bir ifadeyle söylemişti. Küçük yaratık, görünüşte bir zekâ belirtisi olarak başını eğdi ve birkaç dakika içinde bir kalem veya divit ve yazı malzemeleri gibi görünen şeylerle ve gümüş benzeri çok tuhaf bir kutu ile geri döndü. Kutunun bir tarafına, daire şeklinde bir kâseyle genişleyen kesik koniden oluşan bir çeşit ağızlık takıldı. Koninin daha geniş ve dış ucuna yaklaşık üç inç çapında bir zar veya diyafram gerildi. Kabın ağzına, diyaframdan iki veya üç inç uzakta, rehberim tek tek bir dizi eklemli ama tek sesli sesler çıkararak konuşmaya başladı: “â, a, aa, au, o, oo, ou, u, y” veya “ei” ile başlayıp (uzun), “i” (kısa), “oi, e” ile devam etmişti, daha sonra bunun dillerinin on iki sesli harfi olduğunu öğrendim. Böylece kırk farklı ses çıkardıktan sonra, enstrümanın arkasından altın yaprak gibi bir şey çekip çıkardı, üzerinde kıpkırmızı renkte çok garip eğriler ve açısal figürler vardı. Bunlara art arda işaret ederek sesleri sırayla tekrarladı. Söz konusu rakamların enstrümana söylenen sesleri temsil ettiğini ve kalemimi çıkarıp bunları not aldığımda, Roma alfabesinin her birinin eş değeri karakterini işaretlediğini, burada kabul edilmeyen ancak diğer Aryan dillerinden ödünç alınan bazı harflerle desteklendiğini ortaya çıkardım. Bunları yaparken rehberim beni ilgiyle izledi ve sonrasında onaylarmış gibi başını eğdi. İşte bu sayede onların temel dillerinin alfabesini -tam anlamıyla bir alfabe olmasa da aslında temsil ettiği vokal sesler tarafından üretilen harflerdi- ortaya çıkarabilmiştim! Ayrıntılı makineler, sadece hava titreşimleri tarafından izlenen kaba işaretleri değiştiriyordu; ancak her karakter, konuşulan sesin gerçek bir fiziksel türü, görsel bir imgesiydi; bir konuşmacının sesi, öfkesi, aksanı, cinsiyeti fonografik kayıtlardan tanımlanabiliyordu. Enstrüman, tabiri caizse, sesimin ve Esmo’nun sesinin altında yatan farklı imaları anlayabiliyordu ve onu tanıyanlar, onun ses tanım birimini, tıpkı benim dostlarımın el yazımı tanıdıkları gibi tanıyabiliyorlardı. Bu şekilleri ve hafızamdaki ilgili sesleri düzeltmek için bir süre çalıştıktan sonra rehberim pencereye doğru ilerleyerek beni iç bahçeye götürdü; tahmin ettiğim gibi burası evin etrafına inşa edilmiş merkezî bir avlu türüydü.
Evin yapısı buradan çok daha net biçimde görülebiliyordu. Bahsettiğim daire, galeriye bölünmüş binanın ön cephesindeydi, cephenin bir tarafında tüm odalar, ilk girdiğim odadaki gibi dış kasaya bakıyordu; diğer tarafta ise bahsi geçen iç bahçe ya da sütunlu avlu yer alıyordu. Bunların hemen arkasına düzenlenmiş olan bir dizi tekli oda kadınların ve çocukların kullanımına uygun biçimde ayarlanmıştı. Avlunun dışını kaplayan pencerelerin üzeri yarı saydam çatı malzemesinden inşa edilmişti. Yaklaşık 360 fit uzunluğunda ve 300 fit genişliğindeydi. Her iki uçta da tamamen çatı ile aynı malzemeden yapılmış odalar vardı, bunlardan biri ev hizmetinde ya da tarımsal işlerde kullanılan çeşitli kuş ve hayvanların malzemelerini, diğeri ise evlerde yaşayanların çeşitli ev eşyalarını istifledikleri depo görevini görüyordu. Bunların önünde, evin duvarlarıyla aynı malzemeden iki eğimli zemin, çatının birkaç bölümüne çıkmaya olanak tanıyordu. Avlu geniş beton yollarla dört bahçeye bölünmüştü. Her birinin merkezinde bir su havzası ve üzerinde bir çeşme vardı, bunun üzerindeki çatıda yirmi fit karelik bir açıklık bulunuyordu. Her bahçe, tabiri caizse, papatya köklerinden daha küçük olan ve İngiliz çimlerinden daha fazla toprağı kaplayan küçük bitkilerle örtülüydü. Bu bitkilerin de hepsi farklı renklerdeydi -zümrüt, altın ve mor- hepsi şeritler hâlinde düzenlenmişti. Bu çim, görünüşte başlıca favoriler olan hilal, daire ve altı gözlü yıldız gibi tüm şekillerden birkaç yatak oluşturacak biçimde bölmelere ayrılmıştı. Bu bölmelerin küçük olanları bir veya ikisi, farklı cinste birkaç çiçekle doldurulmuştu; daha büyük, farklı renklerde çiçekler genellikle dışarıdan merkeze doğru yükselen ve toprağın tek bir aralıkta görülmesine izin vermeyen desenlerle yerleştirilmişti. Renklerin ve renk tonlarının karşıtlığı takdire şayan bir şekilde sıralanmıştı; çiçeklerin boyutu, formu ve yapısı harika çeşitlilikte ve zarif bir güzelliğe sahipti. Gümüş ve altının kesin tonları sıktı ve özellikle tercih edilmişti. Her bahçenin her köşesinde içi boş bir gümüş sütun vardı, muhteşem boyut ve güzellikteki çiçekler ile çeşitli sarmaşıklar ve çiçeklerinki kadar çarpıcı tonların yeşillikleri, bahçeyi yürüyüş alanlarından ayırmak için inşa edilmiş olan süslü kemerlerin tepelerini muazzam bir şekilde sarmıştı. Her havuzda, renk parlaklığı ve biçim güzelliği dünyevi denizlerde veya nehirlerde gördüğüm her şeyi aşan görsellikteki balıklarla doluydu.
Dört çapraz yolun birleştiği alanda, odamdakilere benzer şekilde yastıklar ve desenli yumuşak bir dokuma halı ile kaplı geniş bir alan vardı. Birkaç bayan, ailenin başı onlara doğru yaklaşınca uzandıkları yerden kalktılar. Hanımı gibi davranan ve genç arkadaşlarından bazılarına benzeyen biri, yani ailenin annesi, kafasına bir tür altından yarım açık bir kask takmıştı ve bunun üzerinde, beline kadar uzanan, koyu kırmızı bir örtü vardı, görünüşe göre başını ve boynunu gizlemenin dışında, güneşten korumak için tasarlanmıştı. Yüzü kısmen açığa çıkıyordu. Renk ve belirli süslemeler ve eklemeler dışında hepsinin kıyafeti aynıydı. Muhtemelen iç çamaşırı giymeyi çok az tercih ediyor olmalıydı. Kollarının derisi hiçbir suretle görünmüyordu, en kaliteli Parisli çocuk eldivenlerine benzeyen, ancak çok daha yumuşak ve daha ince dokunmuş hassas bir malzemeden yapılma kollukları vardı. Hepsinin dışında, üzerlerinde neredeyse belli bir şekli olmayan, bedenlerinin doğrudan şeklini almış, geniş bantları sayesinde, omuzlarından mücevherli bir tokayla üzerlerinde asılı gibi duran bir elbise giyiyorlardı, boyu neredeyse ayak bileklerine kadar uzanıyor ve bellerine taktıkları aksesuarla toplanıyordu. Bu giysi onların boynu, omuzları ve göğüslerinin üst kısmını açığa çıkarıyordu; ancak başlarının üzerindeki peçe kafalarını tam olarak kapatmasa da yuvarlak yüz hatlarının etrafını tamamen sarıyor ya da sadece iki ayrı şerit hâlinde kulaklarının arkasından sarkıyordu, hepsinin kıyafetleri Avrupalı erişkin ve gençlerin “düşük kalite” dedikleri tarzdan kumaşlarla yapılmış olmasına rağmen, tasarımı onları çok daha süslü hâle getirmeyi başarmıştı. Ayak bilekleri ve ayaklar tamamen çıplaktı, ayak parmakları için işlemeli kadife kaplamalı sandaletler ve ayak bileklerinin etrafına bağlanmış gümüş bantlar vardı. Aralarındaki en yaşlı hanımefendi, ince ancak çok hafif ipeksi bir görünüme sahip olan kumaştan yapılma, soluk yeşil bir elbise giyiyordu. Üç genç bayan, birbirlerine benzer renkte pembe renkten kıyafetleri giymişlerdi, gümüş başlıkları ve peçeleri, gözleri dışında her şeyi gizliyordu. Tüm bunların, aynı kumaştan eldivenlerle biten bileğe uzanan kolları vardı. İki genç kız, beyaz tülbent benzeri kumaştan birer elbise giymişlerdi, her ikisinin de kulaklarının üzerinde bağladıkları, gümüş rengi çok hafif tülbent bezinden peçeleri vardı; kolları neredeyse omuzlarından birkaç santim aşağıya kadar çıplaktı; parlak yumuşak yüzleri ve arkalarına serbestçe düşmüş, burada ve orada neredeyse görünmez gümüş tokalar veya bantlarla zarif bir düzende toplanmış uzun saçları tamamen ortaya çıkarılmıştı. “Bekâr bir kızın…” derdi atalarımız. “Zarafetinden en iyi şekilde yararlanılabilmelidir; bir eşin güzelliği efendisinin münhasır hakkıdır.” Rehberimin kızları olan bu genç kızlardan biri, babasından miras kalan zengin, yumuşak, kahverengi saçlarını neredeyse tüm bedenini örtecek kadar serbest bırakmıştı, saçları üzerine yansıyan ışığın altında altın rengi ışıltılar saçıyordu. Koyu menekşe rengi gözleri, kopkoyu gür kirpiklerle gölgelenmişti, kirpikleri öylesine uzundu ki gözlerini kapattığında her iki yanağının üzerinde gayet belirgin birer gölge oluşturuyorlardı. Diğer genç kızın saçları, tıpkı annesi olduğunu düşündüğüm kadınınki kadar açık renkteydi -muhtemelen onunki de olgunlaşma çağına girdiğinde altın sarısı rengini alacak olmalıydı- ve sanırım bu mavi ya da gri göz rengi, bu ırkın en büyük karakteristik özelliğiydi. Rehberim, hanımıyla iki ya da üç kelime konuşmuş, zarif bir el hareketiyle beni işaret etmişti, o da saygılı bir ifadeyle başını eğerek, elini daha önce rehberimin yaptığı gibi kalbinin üzerine koymuştu. Diğerleri de onun arkasından, başlarını eğerek selamlamaya benzer bir harekette bulunmuşlardı, hemen ardından da rehberim ve ben oturduktan sonra hepsi yerlerine geçerek oturmuşlardı. Genç bayanlardan biri sol eliyle düzenlediği bir yastık grubunun yanına oturmam için işaret etmişti, bu zamana kadar onların sol ellerini kullandıklarını çok nadir görmüştüm, geleneksel olarak bizim de şeref konuklarımıza sol tarafımıza oturtarak ağırlamamız gibi muhtemelen onlar da aynı düşünceye sahip olduklarından sol tarafı tercih etmişlerdi.
Avlunun başka bir bölümünde üç ya da dört çocuk oyun oynuyorlardı. Bir istisna dışında hepsi, son derece güzel ve sağlıklı görünüyordu, biçim ve hareket açısından kendi dünyamızdaki en mutlu ve en güzel çocuklardan kesinlikle daha az zarif değillerdi. Ses tonları yumuşak ve nazikti ve birbirlerine karşı davranışları da oldukça kibar ve düşünceliydi. Aralarında bulunan talihsiz bir yaratık, her bakımdan diğerlerinden farklıydı. Biraz aksıyor, garip olmaktan ziyade biçimsiz bir bedene sahip gibi görünüyordu ve kötü sağlığından dolayı hem kötü hem de öfkeli bakışları vardı. Onun konuşma tarzı da diğerlerine göre farklıydı, ses tonu huysuz, keskin ve sert, eylemleri ise fazlasıyla kaba ve aceleciydi. Onun bu tavırlarını, annesinin hastalıklı çocuğu olarak fazlasıyla hassas yetiştirilmesinden kaynaklı, bedensel biçimsizliğini baskılamak için geliştirmiş olduğu karakterine bağlamıştım. Onları kısa bir süre izleyerek, küçük yaratığın, kötü huylu, aşırı şımartılmış, doğuştan itibaren kötü yönetilen bir ailenin özelliklerini tüm hareketlerinde tekrar tekrar sergilediğini gördüm; sürekli olarak diğerlerinin oyuncaklarını ellerinden çekip alıyor, ara sıra onları tokatlıyor ya da sıkıştırmaya çalışıyordu. Ancak diğer çocuklar, canları ne kadar yansa da ya da ne kadar sinirlenseler de ona karşı hiçbir suretle kötü davranmıyorlar ya da ona karşılık vermiyorlardı. Kaprisleri artık dayanılmaz hâle geldiğinde arkadaşlarının çoğu geri çekilmişti; buna rağmen, çocuk hiçbir şekide hareketlerinden, ses tonundan ya da davranışlarından geri adım atmamıştı.
Gün batımından hemen önce, genç bir adam saygılı bir selamlamayla yanımıza gelmiş ve rehberimin önünde durarak, efendisinin kısık sesle söylediği sözleri dinlemeye başlamıştı; ailenin reisi kısa bir cümleyle ona bir şeyler söyledikten sonra, genç adam bir işaret yaparak sincap benzeri hayvanlardan ikisine dönmüş ve “ambau” diyerek onların kendisini takip etmesini sağlamıştı. Daha sonra bu yaratıklar mekiğimde kalan, küçük nesnelerden çoğunu içeren iki büyük sepet ya da altından örme fileleri bana getirmişlerdi. Bunları boşaltarak, gardırobumun tamamını ve amaçladığım hediyeler, kitaplar ve çizimlerden oluşan kişisel eşyalarımı, duvarlara sabitlenmiş raflara yerleştirmeye başladığımda, yaratıklar birkaç sepet daha getirmişlerdi. Gemimin hasar almamasına ya da parçalarına ayrılmamasına büyük özen gösterilmişti. Aslında geminin demirbaşlarından hiçbirini getirmemişlerdi ve getirilen eşyaların da hiçbiri ne kırılmış ne de hasar görmüştü. Onları tahsis etme niyetine veya fikrine sahip olmadıkları da aynı şekilde açıktı. Zarif bir ev sahibi olarak rehberim beni zahmete sokmamak için yeryüzünden gelmiş olan konuğunun eşyalarını ayağına kadar getirtmiş ve düzgünce teslim ettirmişti. Bu davranışlarından dolayı onlara teşekkür etmek amacıyla getirmiş olduğum oyuncaklar ve süslemelerden en değerli olanlarını hediye olarak rehberime sundum. En küçük ve en az değerli olanlardan birini kabul etti ve geri kalanını teklifimi reddetmekten ziyade ne olduklarını anlamadığından almaktan kaçındı. Eşyaları bana getiren kişi de aynısını yaptı. Sonrasında, rehberimin ellerine en seçkin mücevherlere dolu olan kutuyu yerleştirerek bunları hanımlara sunması için işaret ettim. Yaşlı hanımlar da rehberimin hareketini taklit ederek, kemerlerini süsleyecek ve elbiselerinin askılarını bağlayacak ya da peçelerini tutturabilecekleri muhteşem mücevherlerden çok daha az güzellik ve değere sahip bir veya iki zevkli kadınsı süslemeyi nezakete kabul ettiler. Beyaz elbiseli genç kızlar, kutu onların ellerine teslim edilene kadar utangaç bir şekilde geride kaldılar, her biri hanımlarının izniyle bazı küçük altın veya gümüş madalyon ya da zinciri seçtikten sonra her biri seçmiş oldukları hediyeleri, minnetlerini ve memnuniyetlerini bildirmek istermiş gibi doğrudan kıyafetlerinin üzerinde taşımaya başladılar. Vermiş olduğum böylesine değerli şeylerin onlar açısından ne kadar değersiz olduğunu gördüklerimden anlamış ve daha sonra bunu neden yaptıklarının tamamen farkına varmıştım. Akşamın gölgeleri düşmeye başladığında, çeşmelerin akışı kesilmişti, daha önce yanımıza gelmiş olan genç adam çatıdaki açıklıkları kapatmak için elektrik düğmesine basmıştı ve son olarak, küçük bir kolu döndürerek parlak bir ışığın tüm bahçeye ve kapılardan içeri açılan odalara yayılmasına neden olmuştu. Aynı zamanda daha sıcak bir hava yavaş yavaş binanın iç kısmına yayılmaya başlamıştı. Hepimiz yastıklar üzerinde uzanmaya devam ettiğimiz sıra, küçük tepsiler içerisinde yeniden yemek servisi yapılmış; bunun ardından da hanımlar dinlenmek için odalarına çekilmişti ve son olarak rehberim beni de odama bıraktıktan sonra, kendisi de dinlenmek için yanımdan ayrılmıştı. Efendisinin emriyle bu eşyaların odama taşınmasını sağlayan genç beyefendi; Kevima yönetiminde, kitaplarım ve eskizlerimin yanı sıra, dünyamızın yaşamını ve manzarasını tanımlamamda bana yardımcı olması için seçtiğim popüler baskıların portföyleri, gardırobum ve raflarımdaki eşyalarım, düzgün bir şekilde odama getirilmiş ve yerleştirilmişti. Portfolyolar bana zaman zaman rehberimin ailesiyle hoş bir ilişki ve kendi dillerinde rahatça konuşabilmemiz için bazı araçlar sunuyordu. Çocuklar, hiçbir zaman şımarıkça davranmadan ya da huzursuzluk çıkarmadan sık sık odama gelerek onlara hoşça vakit geçirmek için çıkarmış olduğum baskılara bakıyorlardı. Bayanlar, özellikle küçüklerin özel koruyucusu gibi görünen menekşe gözlü genç kız da onlara bakmak ve dinlemek için bana doğru yaklaşıyorlardı. Genç kız, odaya hiç girmemiş ya da doğrudan bana hiç hitap etmemiş olsa da kendisinden çok daha genç olan diğerlerine yapmaya çalıştığım kırık dökük açıklamalarımın anlaşılabilmesi için bana yardımcı oluyordu. Çocuklarla vakit geçirmekten gerçekten zevk alıyordum ve böylece özgüvenim de artıyordu, ancak onlar benimle aynı duyguları paylaşmıyorlardı çünkü kız kardeşlerinin ağzından, uzaydan gelen farklı alışkanlıklara ve karaktere sahip olduğu kadar, kendilerine çok tuhaf ve çok uzak bir varoluş sergileyen birini dinlemekten çekiniyorlardı. Belki de bu genç kız, onların nazik yönetimine karşın, dünya yaşamına saygılı olan ailenin diğer üyelerinden, kara ve su, hava ve uzaydaki kendi maceralarımdan daha fazlasını öğrenmek istiyor olabilirdi. Çünkü çocukların özgürlüğünü paylaşacak kadar çocuk olmasa da duyduklarını hemen hafızasına kazıyordu; akşam toplantılarımız sırasında, babası ve erkek kardeşi tarafından dillerini öğrenmek için aldığım dersleri sessizce dinliyordu. Bu nedenle, kendisini derinden ilgilendiren bilgileri edinme konusunda çifte fırsatlara sahipti ve bu bilgiler kendisine doğal olarak çok yeni ve varlığını kanıtladığı mucizelerin en harikası olan biri tarafından iletiliyordu. Anlattıklarımdan ya da söylediklerimden ne kadarını anlıyordu, tam olarak bilemiyordum. Annesi dışında, bayanlar çocuklarla konuşmamda doğrudan yer almıyordu ve çok nadiren, rehberim aracılığıyla, akşam bizi bir araya getirdiğinde çekingence birkaç soru soruyorlardı. Genç kızlar, teorik ayrıcalıklarına rağmen, yaşlılarından bile daha fazla ayrılmıştı ve koyu saçlı Eveena en sessiz ve utangaç olanıydı. Sonradan öğrendim ki hane halkı hanımları ile ilişki ayrıcalığı, olduğu gibi kısıtlanmış, tamamen istisnai bir durumdu ve bu ailede kesinlikle gerekli güvenlik sağlanmadığı sürece evden kimsenin çıkmasına izin verilmiyordu.

BÖLÜM V
DİL, YASALAR VE YAŞAM
Bana karşı çok büyük nezaket ve kibarlık göstermelerine rağmen, kısa süre sonra en azından şu an için bir mahkûm olduğumu anlamama neden olacak birkaç durumun farkına vardım. Ev sahibim ya da oğlu beni her gün dış bölümü ziyaret etmem için davet ediyordu ancak kasıtlı olarak orada yalnız kalmama müsaade edilmiyordu. Bir keresinde Kevima çağrıldığı için yanımdan uzaklaştığında, kapıya doğru yürüme girişiminde bulunmuştum, ev sahibimin çatıda oynayan en küçük çocuğu hemen arkamdan koşmuş ve henüz ayağımı dışarı atma fırsatı bulamadan kapıyı kavramış olan elimden beni yakalamıştı ve yüzüme öylesine bir bakış atmıştı ki bakışları ve mimikleriyle ifade ettikleri oldukça açıktı, bir anda herhangi bir itirazda bulunmadan ve direnmeden eve geri dönmek zorunda kalmıştım. Orada geçirdiğim zamanın büyük bir kısmında, aslında çok fazla yorgunluk çekmeden kendimi sadece onların dilini öğrenemeye adayabiliyordum. Bu, tahmin edilenden çok daha basit bir işti. Kısa süre içerisinde, herhangi bir dünyevi dilden farklı olarak, bu insanların dillerinin geçmişten geleceğe eğitilerek gelmediğini aksine kendi ihtiyaçları doğrultusunda yaratıldığını anlamıştım. Hafızayı mümkün olduğunca zorlamayacak ve büyük bir sadelikle, kasıtlı olarak belirlenmiş ilkeler üzerine inşa edilmişti. İstisnalar, usulsüzlükler ve birkaç gereksiz ayrım yoktu; kelimeler o kadar bağlantılı ve ilgili olsa da birkaç basit gramer biçiminin ve belirli sayıda kökün işlekliği, yeni bir kelimenin anlamını tahmin etmenizi ve rahatlıkla emin olmanızı sağlıyordu. Fiilin altı zamanı vardı, köke ünsüz eklenerek oluşturuluyor ve çoğul ve tekil, erkek ve dişi olmak üzere altı kişiliğe sahip olunuyordu.
Tekil. | Erkek | Dişi || Çoğul.| Erkek | Dişi |
Ben | avâ | ava ||Biz | avau | avaa
Sen olduğunda | avo | avoo || Siz olduğunda | avou | Avu
O | avy | ave || Onlar | avoi | avee
Sonlandırmalar, her biri on iki sesli harf karakterinden biri ile temsil edilen ve açıklanmayan isimler gibi kadınsı ve erkeksi, tekil ve çoğul olan üç zamirdi. Bir fiilin yalın hâli hemen takip ettiğinde, çoğul eki, kulağa hoş gelmesi istenmedikçe genellikle bırakılıyordu. Bu yüzden “bir adam kavga eder” dendiğinde “dak klaftas” deniyordu, ancak geçmiş zaman kullanılacak olursa çoğul eki kullanılmadan “dakny klaftas” deniliyordu. Geçmiş zaman n (avnâ: “Ben oldum.”), gelecek m: avmâ eklenmesi ile oluşuyordu. Emir kipi, avsâ; birinci kişide belirleme veya çözme için kullanılıyordu; avsâ, “ben olacağım” anlamına gelen kalıcı bir tonda konuşulurken, avno, tonlamaya göre sığ olsun ya da olmasın “olmak” ya da “olacaksın” anlamına geliyordu. R, koşulu oluşturuyor, avrâ ve koşullu geçmişi ren, avrenâ olarak değişiyordu: “Ben olmalıydım.” Pasif bir sese duyulan ihtiyaç, zamiri suçlayıcıya yerleştirmenin basit yöntemiyle önleniyordu; böylece, dâcâ “vuruyorum”, dâcal (bana vuruluyor) “vuruldum” anlamına geliyordu. Sonsuzluk avi; avyta, “varlık”; avnyta, “sahip olmak”; avmyta, “olmak üzere” olarak kullanılıyordu. Bunlar, altı şekli olan isimler gibi reddedilebiliyordu, â, o ve y’deki eril, a, oo ve e’deki dişil; çoğullar tam olarak fiilin çoğul eklerinde olduğu gibi oluşturulmaktaydı. Sadece kelime kökü, adın bir fille hiçbir bağlantısı olmadan kullanıldığı yerlerde, dünyadaki her dilde olduğu gibi kullanılabiliyordu. Böylece, rehberim sincap maymunlarına ambau (tekil ambâ) adını vermişti; ancak kelime şu şekilde değişebiliyordu:
–Tekil. Çoğul.
Nominal, ambâs ambaus
İsmin i hâli, ambâl ambaul
İsmin de hâli, da ya da içinde, Ambân ambaun
İsmin den hâli, ambâm ambaum
Diğer beş form da aynı şekilde değişiyordu, sadece son hecenin sesli harfleri farklıydı. Sıfatlar da isimler gibi değişiyor, fakat karşılaştırmalı ya da üstünlük derecesi olmuyordu; birincisi, yoğun heceli “ca” ön eki ile ifade edilirken, ikincisi, ela öneki tarafından kullanıldığında (nadiren) Wellington’un Grace’i The Duke’ün mükemmellik olarak adlandırıldığı, empatik bir anlamı işaret ediyordu. Edatlar ve zarflar t veya d ile bitiyordu.
İsmin her formunun, kural olarak, aynı kökün fiiliyle özel ilişkisi vardı: böylece dâc’ten, “grev”, dâcâ, “silah” veya “çekiç” ten türetiliyordu; dâca, “örs;” dâcoo, “darbe” veya “dayak” (alındığı gibi) ve dâke “dövülmüş bir şey”, her ikisi de dişiydi. Altıncı form, dâky, eril, bu durumda uygun bir anlam ifade etmez, istenmez ve kullanılmazdı. Bireysel harfler veya heceler, bir köke yeni ve hatta çelişkili anlamlar vermek için büyük ölçüde birlikte kullanılırdı. Böylece n, Latin’deki gibi “nüfuz etme”, “doğru hareket” veya basitçe “bir yerde kalma” ya da yine “kalıcılık” anlamına geliyordu. M, Latin ab veya ex gibi “hareketi” belirtiyordu. R, “belirsizliği” veya “eksikliği” ifade eder ve bir ifadeyi bir soruya veya göreceli bir zamiri sorgulamadan birine dönüştürmek için kullanılırdı. G, Yunan a veya anti gibi genellikle “muhalefet” veya “olumsuzlama” anlamına gelir; ca, yukarıda belirtildiği gibi yoğun ve örneğin, âfi’yi, “nefes almayı,” câfi’ye, “konuşmak” olarak dönüştürmek için kullanılırdı. Cr kendi başına bir nefret veya tiksinti kesişmesiydi; bileşimde sapma veya yıkımı gösteriyordu: böylece crâky “nefret” anlamına gelir; crâvi, “hayatın yıkımı” ya da “öldürmek” demek oluyordu. L çoğunlukla pasifliği gösteriyordu, ancak kelimedeki yerine göre farklı etkiye sahipti. Böylece mepi “hükmetmeyi”; mepil, “yönetilecek;” melpi, “kendini kontrol etmek”; lempi, “itaat etmek” anlamına geliyordu. Köklerin kendileri, ana ünlü veya ünsüzün bir modifikasyonu ile yani orijinali yakından ilişkili biriyle değiştirerek modifiye ediliyordu. Böylece avi, “var”; âvi, “ol”, bu ya da bu olmanın olumlu anlamında; afi, “canlı”; âfi, “nefes al” oluyordu. Z küçültme ekiydi; zin, “ile”, genellikle zn, “kombinasyon”, “birlik” olarak kısaltılıyordu. Dolayısıyla znaftau “bir araya getirilenler” veya “kardeşler” anlamına geliyordu.
Bu konudan ayrılmadan önce bütünleyici aritmetik sisteminin temel olarak ondalık temel yerine on iki şerlik bir kullanımda bizden farklı olduğunu belirtmeliyim. Rakamlar, küçük karelere bölünmüş bir yüzeye yazılıyor ve bir şeklin değeri, çok fazla birim, desteler, on ikişerli düzine ve benzeri anlamına gelip gelmediği, yerleştirildiği kareye bağlı oluyordu. Bir çizginin merkezî karesi birimin yerini temsil ediyor ve üzerine çizilen bir çizgi ile işaretleniyordu. Böylece sol taraftaki dördüncü kareye yerleştirilirse I’ye yanıt veren bir rakam 1728’i temsil ediyordu. Sağdaki üçüncü sırada, her iki durumda da birim kareyi sayarak 1/144 vb. anlamına elde ediliyordu.
Bir iki haftadan az bir süre içinde, dil hakkında genel bir fikir edindim ve anlattığım sözlü sesin ciddi sembollerini kolayca okuyabildim ve bir ayın sonunda (burada anlamı olmayan bir kelimeyi kullanmak için) özgürce olmasa bile akıcı bir biçimde konuşmaya başladım. Sadece bu kadar basit bir dilde, bu yeni dünyanın tüm araştırmalarının önündeki ölümcül bir engeli en kısa sürede aşmaktı tek kaygım ve ev sahibi ya da oğlu tarafından her günün büyük bir kısmında verilen gayretli ve sabırlı yardımlar, bu kadar hızlı bir ilerleme kaydetmemi sağlamıştı. Hatta bütün ailenin toplandığı kısa akşam toplantılarında bile, her iki cinsiyetin de aşırı sessizliğini fark edebiliyordum ve kendimi onlara karşı artık anlaşılabilir hâle getirdikten sonra onların ana dilleriyle konuşarak ne demek istediğimize dair fikirlerinin çok az olduğunu öğrenmek beni şaşırtmadı, konuşmak uğruna konuşmak ya da tartışacak, açıklayacak veya iletişim kuracak bir şey olmadıkça konuşmak gereksizdi. Yine, vazgeçilmez olmasa da yeni ve çok daha zor bir görevin, hâlâ hazır vaziyette beni beklediğini fark ettim. Bu gezegenin yerlilerinin iki yazım biçimi vardı. Anlattığım, basitçe konuşulan kelimelerin yapay olarak basitleştirilmiş görünür işaretlere mekanik bir tasviri; diğeri ise bir kalem vasıtasıyla elle yazılmış, hazırlanmış bir yüzey, tekstil veya metalik üzerine bazı kimyasal maddelerden oluşan ince bir yazım şekli. İkincisinin karakterleri, bizimki gibi tamamen keyfiydi; ancak kasılmalar ve kısaltmalar o kadar çoktu ki sadece alfabenin ustalığı, kullanılan kırk veya elli tek harf, okumayı öğrenmenin zor görevinin ilk aşamasında ilk adımdı. Dünya dışında hiçbir ülkede, Çin dışında, bu görev Mars’takinin yarısı kadar ağır değildi. Öte yandan, bir zaman sonra ustalaşınca çok daha üstün, en kısa ancak mükemmel okunaklı bir kısa yazım aracı kazanmış olacaktım. Buradaki her yerli konuşabildiği kadar hızlı da yazabilirdi ve yazılmış olan o şekilleri dünyadaki basılı olan yazılardan çok daha hızlı okuyabilirdi. Kopyalar ister fonografik isterse stenografik olsun, aşırı derecede hafiflik ve mükemmellikle çoğaltılabiliyordu. Orijinali, yukarıda belirttiğim gibi ipek veya altın varak üzerine herhangi bir biçimde yazıldığında, difra adı verilen kâğıttan daha pürüzsüz bir keten türünün tabakasına yerleştiriliyordu. Birincisi yoluyla gönderilen bir elektrik akımı, daha önce bazı kimyasal bileşimde demlenmiş olan yazıyı tam olarak ikincisinde yeniden üretiyordu; etki görünüşe göre elektriğin dokunulmamış metalden geçişine ve mürekkep tarafından mutlak olarak kesilmesine bağlıydı diyebilirim, böylece varağın üzerine derin bir biçimde kazınarak baskısı çıkmış oluyordu. Bu süreç neredeyse doğaçlama olarak tekrar edilebiliyordu ve varak üzerine herhangi bir zamanda bir sayfanın farklı kopyalarının çoğaltılması için düzeneğin tekrar hizmete hazırlanması yeni bir kopya almak kadar kolaydı. Bu şekilde elde edilen bir kitap, üretim tarzının rahatlığı açısından, genellikle dört ila sekiz inç genişlikte ve gereken herhangi bir uzunluktaki tek bir tabakadan oluşuyordu. Bu şekilde kopyalanması amaçlanan yazı her zaman anında ve çoğunlukla büyüteçler aracılığıyla okunabilir hâle geliyordu. Yaprağın her bir ucuna bir rulo tutturuluyor ve kullanılmadığı zaman, yaprak bu rulonun üzerine sarılması suretiyle toplanmış oluyordu. Okumak için gerektiğinde, her iki silindir de bir sehpaya sabitleniyor ve okuyucunun gözlerine sayfanın bir kerede yaklaşık dört inç uzunluğunda açılmasını sağlayan saat mekanizmasıyla yavaşça hareket ettiriliyordu. Hareket, okuyucunun zevkine göre yavaşlatılarak veya hızlandırılarak ve bir yaya dokunarak tamamen durdurulabiliyordu. Sadece yazı veya çizimler değil, kameranın basit bir uyarlaması sayesinde doğal nesneler de çoğaltmanın başka bir yoluydu. (Fotoğraflarımızdaki tek önemli fark, onlardaki bu sanatın hem ana hat hem de renk üretmesiydi, bu açıklamayı atlamak istemiyorum.)
Kendi adıma onların ana diline hâkim olabilmek için pratik yaparken ev sahibim deneysel konuşmamızı her zaman olmasa da çoğunlukla dünya hakkındaki konular üzerine çekiyordu; ona Dünya’nın fiziksel özellikleri, jeoloji, coğrafya, bitki örtüsü, her türlü hayvan yaşamı, insan varlığı, yasalar, görgü, sosyal ve iç düzen hakkında iletebileceğim her şeyi öğretmeye çalışıyordum. Elli günün sonunda, ciddi bir yanlış anlama korkusu olmadan, bu henüz pek mümkün olmasa da sohbet edebileceğimizi fark ettiğimde halkının arasında düşmanca karşılanmamın nedenlerini ve koşullarını açıklamak için bir fırsat yakalamıştı.
“Boyutunuz ve formunuz…” dedi. “Onları korkuttu ve şaşırttı. Bana söylediklerinizden, Dünya’da farklı kıyafet, dil ve görgü kurallarına sahip, birbirleri hakkında çok fazla bilgileri olmayan, çok sayıda ulus olduğunu anlıyorum. Bu gezegen artık tek bir ırk tarafından kullanılıyor, hepsi aynı dili konuşuyor, aynı gelenekleri kullanıyor ve birbirlerinden biçim ve boyut olarak Dünya üzerindeki erkeklerden (anladığım kadarıyla) çok daha az farklılık gösteriyorlar. Onlar açısından siz tuhaf ve keşfedilmemiş bir ülkeden gelen yabancı bir ziyaretçisisiniz. Burada bizim ırkımızdan biri olmadığınız gayet açık ve yine de başka ne olabileceğinizi de akılları almıyordu. Bizim herhangi bir devimiz yok; müzelerimizde korunan en uzun iskelet, benim boyumdan sadece bir el kadar uzundur ve elbette boyunuza bile yaklaşmaz. Sonra, işaret ettiğiniz gibi uzuvlarınız daha uzun ve göğsünüz vücudun geri kalanıyla orantılı olarak daha küçük; muhtemelen söylediğiniz gibi atmosferiniz bizimkinden daha yoğun ve kanın oksidasyonu için her nefeste gerekli hava miktarını soluması için oldukça heybetli akciğerlere sahip olmanız gerekir. Aptal değilsiniz, yine de bizim dilimizi anlamamanıza rağmen başka bir dil kullanarak durumunuzu açıklamaya çalıştınız. Bu gezegende hiç görülmeden, tarif edilmeden ve gizlenmeden böyle bir canlı var olamazdı. Bu nedenle bize ait değildiniz. İşaretlerle anlattığınız hikâye çabucak kavranmış ve cesur bir imkânsızlık olarak hızlı bir şekilde reddedilmişti. Bu, dinleyicilerinizin zekâsına bir hakaret ve bazı kötü ya da tehlikeli tasarımların bu büyüklük ve fiziksel güçlerinden şüphelenmek için yeterli bir zemindi. Sana ilk saldıran grup, muhtemelen sadece şaşkın ve sinirliydi; daha sonra müdahale etmeye çalışanlar ise bilimsel meraklarını tatmin etmek için yaklaşmışlardır. Anatomizasyon ve kimyasal analizler konusunda gayet eğitimlisiniz. Üzerinizdeki zırhlı gömleğiniz sizi ejderhanın şokundan felç olmaktan ve saldırganınızın size merhamet göstermeksizin yapmış olduğu hamlesinden korudu; bu muhtemelen akımı dağıtan metal ve geçişine direnen ipeksi bir astardan oluşuyor olmalı. Ancak yine de şu anda bile bana saldıracak olursanız, kesinlikle koruyucularım tarafından yakalanarak yok edilebilirsiniz. Yıkıcı silahlarımız, sahip olduğunuz veya tarif ettiğiniz her şeyden çok daha üstündür. Şayet bu silahlardan birini kullanacak olsak, sizi bu mesafeden on katı ileriye savuracak kadar patlayıcı gücü olan, her türlü canlıyı birkaç metre boyunca sürükleyerek boğabilecek silahlarımız var. Ancak bu tür silahların kullanımıyla ilgili yasalarımız çok katıdır ve size saldıran düşman olarak gördüğünüz kişi, sizin gibi düşünerek hayatınızı tehlikeye atmaya cesaret edememiştir. Bu yasalarla, bir insan ve bir yasal koruma nesnesi olarak görülemeyen bir varlık yüzünden kendi kendini cezalandıracak bir duruma düşürmemeyi düşünmüştür.”
Vatandaşlarının motivasyonlarını ve davranışlarını öyle mükemmel bir soğukkanlılıkla, öylesine samimi ve öfkeden yoksun biçimde açıklamıştı ki hafifçe terlemeye başladığımı hissetmiştim ve alaycı bir şekilde ona cevap verdim “Kendi ifadeleriyle imkânsız görünen yabancıların katledilmesi elbette aranızda tamamen bir sorun teşkil ediyorsa, müdahalenizin sebebini anlayabiliyorum, ancak sizin ve ailenizin bana göstermiş olduğu tavırlar, tanıştığım herkesten ruhsal olarak taban tabana zıttı.”
“Ben öyle davranmadım.” diye cevapladı. “Bu gezegenin diğer yaratıkları arasında alışkanlık hâline gelmiş olan davranış biçimi nasılsa, ben de o şekilde hareket ettim; ama neden ve nasıl onlardan farklı olduğumu açıklamam pek iyi olmayabilir. Size bu noktada, neden bir anlamda bir mahkûm olarak tutulduğunuzu açıklamak benim için çok daha önemlidir. Komşularım, genel yasalardan bağımsız olarak bazı nedenlerden dolayı benim ciddi anlamda yanlış yapmamdan korkuyorlar. Benim ya da evimin içindeyken onların size herhangi bir şekilde müdahale etmelerinin, hayatınızı tehlikeye atmalarının imkânı olmayacaktır. Ancak binalarımızın dışına yalnız başına çıkacak olursanız, gerek boğucu gerekse yıkıcı bir hayvanın saldırısına uğrayabilir ve sonunda muhtemelen onların başarılı olmasına sebebiyet verebilirsiniz. Bu nedenle, insanlığınız ve yasalarımızı koruma hakkı sorusu, kendisine gönderilen kişiler tarafından karar verilene kadar, sizden güvenliği sağlanan sınırların ötesine tek başınıza gitmemenizi rica ediyorum ve bu istekte, şimdiye kadarki performansınızı göz önünde bulundurduğum gibi sadece kendi huzurunuz için böyle hareket etmeniz gerektiğini söylüyorum.” Durup gülümseyerek konuşmasına devam etti. “Irkımızla ilişkinizi otopsi masası ve laboratuvar testlerinde araştırmamıza olanak tanımanız için bize fırsat vermenizi bekliyorum.”
“Ama hikâyem açıklanamaz görünen her şeyi açıkladı; neden bana inanılmadı ki? Mars’a ait olmadığımı anlayacakları kesindi; yine de etten kemikten oluşan bir varlığım ve bu nedenle başka bir gezegenden gelmiş olduğum açıkça ortada, sonuç olarak uzayın bir sakini olamayacağıma göre.”
“İmkânsızlıklar üzerine mantık yürütmüyoruz.” diye yanıtladı dostum. “Bizlerin çok sayıda tanığın yalan söylemesinin, çok sayıda kişinin duyularının kandırılmasının, bir mucizenin gerçekleşmesi gerektiğinden daha muhtemel olduğuna dair inançlarımız var ve bir mucize derken, burada kastedilen doğa yasalarının kesintiye uğraması ya da ihlal edilmesi değil.”
“Dünyevi şüphecilerden biri de.” diyerek ona katıldım. “Aynı şeyi söylemişti ve olasılıklar biliminin ustaları da onun iddiasını desteklemişlerdi. Ama bir mucizenin gerçekleşebilmesi için yalnızca bilinen değil, tüm doğa kanunlarının ihlal edilmesi gerekir, peki tüm bu kanunları öğrenene kadar, neyin mucize olduğunu nasıl söyleyebilirsin ki? Demirin bir mıknatısla kaldırılmasına ilk defa tanık olan birisine göre -sanırım bunun için sizlerin de burada tıpkı Dünya’da olduğu gibi demir ve yük taşlarınız var- benim tıpkı mıknatıs yoluyla hareket eden şeyle bağlantılı olan bir güç tarafından gerçekleştirmiş olduğum uzay yolculuğum şimdi olduğu gibi yer çekimi yasasının tam bir ihlali olarak görünmüştür.”
“Filozoflarımız.” diye cevapladı. “Muhtemelen doğal yasalar ve kuvvetler konusunda bilinmesi gereken neredeyse her şeyi bildikleri kanaatindedirler ve inkâr edilemez şekilde, aldanma ya da yanılsamadan insan duyularını sorumlu tutmaktadırlar.”
“Eğer.” dedim. “Göz yanılmasına yatkın olan duyular dışında hiçbir şey bilmiyorsanız, ne duyularınıza güvenebilirsiniz ne de kendi varlığınıza ve çevrenizdeki her şeye inanabilirsiniz. Bununla birlikte, esas olarak göz yanılmasının sınırları olduğunu da biliyoruz. Düsturunuz doğrudan ve pratik olarak her ne olursa olsun, Mars’a ait olmadığım ve başka bir dünyadan gelemeyeceğim için burada olmadığım ve aslında var olmadığım sonucuna götürür. Elbette ki bir göz yanılmasını ateşleyip bir hayaletin peşinden koşmak mantıksız olacaktır! Peki ama bir gerçek, imkânsızlığının tam ve cevapsız çürütülmesi değil midir?”
“Tanıklık ettiğim birçok gerçek.” diye yanıtladı. “Bu dünyadaki imkânsızlıkları kanıtlıyor ve şayet onlara komşularım tanıklık etmiş olsaydı, onların ya sahtekârlık ya da yanılsama olduğunu ileri sürerlerdi.”
“O zaman.” dedim öfkeli bir şekilde. “Çıkarımlarını kendileri adına tercih ettikleri gerçeklerden gerçeklere, mantıksal çıkarımlarını ise kendi duyularından elde ettikleri kanıtlara göre tercih etmelidirler. Bununla birlikte, eğer bu kanıtın kesinliğe ihtiyacı olursa o zaman hiçbir zincir bu durumun en zayıf noktasından daha güçlü olamayacağına göre, çıkarımlar iki şekilde belirsiz hale gelecektir; birincisi, bunların mantıklı olarak bildirilen gerçeklerden çıkarılmış olmasıdır, ikincisi ise mantıkta her zaman bir kusur oluşması mümkündür.”
“Bunu dışarıda sakın söyleme.” diye yanıtladı gülümseyerek. “Burada bilimin yanılmazlığından şüphe etmeye kesinlikle izin verilmez, şayet herhangi biri, bilimin imkânsız olduğunu söylediği bir hikâyeyi ısrarla onaylama girişiminde bulunacak olursa (tıpkı senin uzayda yolculuğun gibi), halkın dinî vecibelerinin kurbanı olmaktan kurtulsa bile, bir akıl hastanesinde ömür boyu hapis yaşamaktan daha beter bir duruma düşmekten kurtulamaz.”
“Öyle olursa da senin yasalarının koruması altına girme şansımın çok az olmasından korkuyorum çünkü görenlerin hakkımdaki izlenimi her ne olursa olsun, beni kesinlikle mevcut olmayan birisi olarak göreceklerdir; böylece ne bir hiçlik yasal bir yanlışın konusu olacaktır ne de yasal bir tazminat hakkı ortaya çıkacaktır.”
“Tam da öyle.” diye yanıtladı. “Olmayanı yok etmek için herhangi bir ihtiyaç veya herhangi bir hak olabilir mi? Bu alternatif, bildiğim kadarıyla sizden veya yaşamayı umabileceğimizden daha uzun süre boyunca Adalet Mahkememizi meşgul edebilir. Sorduğum şey, bunlar iki çelişkili saçmalık arasında karar verene kadar geçici olarak ve bir insan gerçekliği ve yasal koruma nesnesi olarak ön yargısız olabilecek misiniz?”
“Peki, kim onlar?” diye sordum. “Bu noktaya karar vermek için yetkili arabulucular mı var?”
“Oluşturuldu.” diye cevapladı beni. “İlk etapta, bu bölgeyi yöneten Astyntâ’ya soruldu (kaptan, başkan); ancak beklediğim gibi o bu konuda karar vermeyi reddederek konuyu eyaletteki Mepta’ya yönlendirdi (vali). Yarım saatlik tartışma, ikincisini o kadar şaşırttı ki soruyu hemen bu egemenliğin yöneticisine Zamptâ’ya (saltanat naibi) gönderdi ve o da telgrafla meselenin başlangıcını dinledikten sonra bir kerede tüm gezegeni etkilediği için Camptâ veya Suzerain tarafından karar verilmesi gerektiğini ilan etti. Şimdi bu beyefendi, son zamanlarda kendisine pratik olarak sahip olduğu özgür irade dediği miktarı sınırlandıracak bir veya iki yeni teorik kural dayatmaya çalışan filozofların dogmatizminden memnun değil ve filozofların hepsi size karşı olduğu ve dahası, meraklı olaylardan sonra güçlü ama gizli bir özlem duyduğu için -bunca imkânsızlıktan sonra söyleyemezdi- en azından seni görene kadar yok edilmene izin vereceğini sanmıyorum.”
“Mümkün mü?” dedim. “Hükümdarın bile inanılmaz ya da mantıken imkânsız olan bir inancı besliyor ve yine de beni tehdit ettiğin delilikten kaçıyor mu?”
“Ona bu kadar tespit edilebilir bir sapkınlık atfediyorsam, çok ciddi sonuçlarından da kaçmamalıyım.” dedi. “Camptâ bile, bilimin veya kamuoyunun üssü olarak yanılmazlığından şüphe duyduğunu söyleyecek kadar ihtiyatsız olamaz. Fakat imkânsız ya da bilimsel olmayan bir şeyin varlığını önermek suçların en kötüsü olduğu için, yüce makam her zaman, suçun büyüklüğünden ötürü, tüm bu davaların yürütme soruşturmasını üstlenmekte ısrar edebilir ve genellikle, eğer somut olanı, kanıt ya da suç ortağı olarak var olma ihtimalini ortadan kaldırır.”
“Tamam.” dedim birkaç dakika düşündükten sonra yeniden konuşmaya başlayarak. “Her şeyden önce, en aydınlanmış uluslarımız arasında giderek daha fazla iyilikle karşılanan bu fikirlerin mantıksal gelişimi dışında, fikirlerden fazla şikâyet etme hakkımın olmadığını biliyorum. Önde gelen bilim adamlarımızdan gördüğüm kadarıyla, başka bir yüzyılda, kendi ülkemde torunlarımın bir Yaradan’a ve tüm maddi bilimlerin tüm vahiylerini tercih etmeye yetecek kadar batıl inançlı bir gelecek hayatına olan inancını kabul etmelerinin tehlikeli olabileceğine fazlasıyla inanıyorum.”
“Hayatınıza ve özgürlüğünüze değer verirken…” diye cevapladı. “Burada kendi ailemin üyelerine ve size güvende olduğunuzu söyleyebileceğim kişilere böyle bir inançtan söz etmeyin. Bu tür fikirler neredeyse genel olarak şu anda Dünya’da olduklarını söylediğiniz gibi buradan çıkarıldı, yaklaşık on iki bin ve yirmi bin yıl önce onların uzmanlıkları zorunluydu. Fakat son yüz yüzyıllar boyunca, ırkın ilerlemesi, aydınlanma, ahlak ve enerjilerimizin yaşam işine pratik bağlılığı açısından tamamen ölümcül oldukları anlaşıldı; sadece reddedilmiş ve kınanmış değil, aynı zamanda sınıfların ve bireylerin bilimsel coşkusuna orantılı bir ciddiyetten nefret ediyorlar.”
“Ama…” dedim. “Eğer bu kadar uzun, çok şiddetli ve evrensel olarak yeniden değerlendirilmişse burada ya da orada bir adam tarafından ifadeleri nasıl tehlikeli olabilir ki?”
“Filozoflarımız der ki…” diye yanıt verdi. “Bu fikirlerin belirli zihinlere çekiciliği öyle bir şey ki akıl yürütme, saçmalıklarını göstermeyecek, zayıf ve özellikle kadınsı doğaları üzerinde işe yaramaz bir etki göstermesini engelleyecektir ve belki de hâlâ gizli tutulduklarından kuşkulanılanlar, reddedildikleri ve bastırıldıkları acıları canlı tutmaya katkıda bulunabilirler. Ama eğer böyle tutuluyorlarsa evrenin düzeninin ilk başta kurulduğuna ve aktif güçlerinin hâlâ bilinçli bir zekâ tarafından sürdürüldüğüne ve yönetildiğine inanan biri varsa -insanların ölümden sonra varlığını sürdürdüğüne dair kanıtları olduğunu düşünenler- sırları iyi korunmuş demektir. Bu sanrıların son kurbanından bu yana yüzyıllar geçti çünkü bugünkü Camptâ’nın dört yüzüncü selefinin hükümdarlığında halkoylarıyla açıkça telaffuz edildikleri için en sıkı hastanemizin tehlikeli koğuşuna tedavi edilemez birer deli olarak gönderildiler.”
Tonlamasındaki ironi ve aynı zamanda ihtiyatlı tutumunu korumaya çalışıyormuş gibi yansıttığı havası, ev sahibimin bu konudaki sözlerimden dolayı fazlasıyla sarsılmış olduğunu ve bir nedenden ötürü onun için bu konunun çok tatsız olduğunu anladım. Bu nedenle, konuyu başka bir yöne çevirmek için bana konuşmaktan hoşlandığını ima ettiği siyasi organizasyonla ilgili bazı sorular sormaya başladım. Cevap olarak bana son birkaç yüz kuşak boyunca gezegeninin siyasi tarihinin bir özetini vermeye çalıştı.
“Eğer…” dedi. “Size mevcut toplumsal düzenin tesis edildiği sürecin bir taslağını vermem gerekiyorsa çoğunluktan ayrı olarak veya çoğunluğa karşı belli zamanlarda duran bir sınıf veya partiden de bahsetmeliyim, ancak en baştan sizi, onlar hakkında hiçbir soru sormamanız ve bir sonraki adımda size söyleyebileceğim ufak tefekleri tekrarlamamanız ya da benden duyduklarınızı başkalarına sorular sorarak öğrenmeye çalışmamanız konusunda uyarmalıyım.”
“Elbette.” diyerek ona bu konuda söz verdim ve sonra ev sahibim bana gezegenin temel tarihine dair şu taslağı sundu: 13.218 yıl önce resmî olarak kurulan bir birlik olan tüm ırkların ve ulusların birliğinden gelen olayları tek bir devlette tarihlendiriyoruz. O zamanlar, bu gezegenin sakinlerinin büyük çoğunluğunun evlerinden, kıyafetlerinden, araçlarından, mobilyalarından ve birkaç ufak tefek eşyalarından başka önemseyebilecekleri bir mülkiyetleri yoktu. Arazi 400.000’den az mülk sahibine aitti. Taşınır servete sahip olanlar üç kat daha fazla olabilir. Siyasi ve sosyal güç, mülk sahiplerinin ve genellikle kendileriyle birlikte doğum veya evlilikle bağlantılı olan ve ekmekleri için işçilerine bağımlı olmayanların elinde idi. Ancak bunlar arasında önemsiz olan çeşitli meseleler üzerinde bölünmeler ve gruplar vardı, servet biriktirenler ile edinmeyenler arasında bir gün doğacağından emin olmadıkları, hiçbiri temel ve uzlaşmaz çatışmaya önem veya menfaatle yaklaşmıyorlardı. Bu anlamsız kavgalardan bir veya daha fazlasında amaçlarını elde etmek için, her bir parti, proletarya dediğiniz bölümden sonra siyasi etki bölümünü kabul etti; 3278 yılına kadar evrensel oy hakkı tanındı, on iki yaşın üzerindeki her erkek ve kadın tek ve eşit oy hakkına sahip oldu.
Aynı zamanda konuştuğum görüş değişikliği genel olarak etkili olmuştu ve erkeklerin büyük çoğunluğu, her hâlükârda, bunun eşitsizliklerinin ve adaletsizliğin giderilebileceği gelecekteki bir hayata inanmayı bırakmıştı. Bunu, özellikle politik ve sosyal değişimlerle giderilebileceğini düşündükleri gibi zorluklar ve ızdıraplara karşı sabırsızlıkla bekledikleri koşullar izledi. Çokluğun liderleri, çoğunlukla servetlerini boşa harcayan ya da hiç sahip olmayan mülk sınıflarına mensup erkekler, önce toprağın, sonra taşınır servetin özel mülkiyetinin kaldırılmasını talep ettiler; bu kesinlikle ikisine de sahip olmayanların tutkularını şiddetle heyecanlandıran ve acı çekenlerin öfkesini ve şiddetini acımasızca kışkırtan bir talep oldu. Mücadele kuşaklar boyu sürdü ve kılıçların indirilmesiyle sona erdi; devletin gücü kanunen çoğunluğun elinde olduğundan, zeki, tutumlu, dikkatli mülk sahipleri taraftarlarıyla önemli ölçüde yenildi. Evrensel komünizm, 3412’de kuruldu, hiç kimse gezegenin yüzeyinin herhangi bir bölümünün veya kendisine tahsis edilen yiyecek ve giysilerin payı dışında herhangi bir mülkün münhasır kullanımına izin veremez ve hatta hak dahi talep edemezdi. Geçmişin alışkanlıklarına, aile yaşamının sürekliliğine ve mahremiyetine hâlâ bağlı olan bazı sınıflara tek bir ayrıcalık tanındı. Kendilerine ev ya da ev bölümleri almalarına ve her hane halkının birkaç üyesine ayrılan kamu ürünlerinin payı üzerinde yaşamalarına izin verildi. Tabii ki çoğunluk tarafından her biri çalışmaya zorlandığında herkes için bunun fazlasıyla yeterli olacağı varsayılmıştı; kamu ruhu ve gerekirse zorlama, özel mülkiyet sistemi altında ilgi ve gereklilik gibi çaba ve endüstri için etkili bir uyarıcı olarak kanıtlanacaktı.
Bu teorinin çürütülmesine güvenenler, geleceğe bakmayan ve hiçbir yasayı kabul etmeyen fakir ve acı çeken erkeklerle, kendi kaprisli iradesi ve zevkiyle yaratıldığı gibi kıskançlığın hırstan daha güçlü bir tutku olduğunu unutanlardı. Birçoğu, zenginliğin ve lüksün, azınlığın münhasır mülkiyeti olması yerine imha edilmesini tercih etti. Komünizmin ilk ve en görünür etkisi, tüm bozulabilir lükslerin, tüm yiyeceklerin, giysilerin, mobilyaların, en fakirlerin zevkinden daha iyi yok olabiliyor olmasıydı. Her birine kayda değer bir pay vermek için yeterli miktarlarda üretilemeyen hiçbir şey üretilmedi. Daha sonra emeğin paylaştırılmasından kaynaklanan kavgalar acı dolu, sürekli ve şiddetli oldu. Onları sadece öğütücü bir despotizm durdurabilirdi ve böylesi bir despotluğu kısa bir süre boyunca yöneten, şiddetli ve evrensel nefret döneminde heyecanlı olanlar, çok kısa yasal görev süreleri kapanmadan önce her zaman ya görüşlerini değiştirmek zorunda kalmışlar ya da neredeyse değişmez bir şekilde öldürülmüşlerdi. Sadece aynı türden emekle uğraşanların her birine verilen görev üzerinde değildi tartışmaları, aynı zamanda gücü veya emeğinin zorluğu ile orantılı olarak veya herkes için eşit olarak ayrılmış olanı da tartıştılar. Daha az kabul edilebilir işlere atananlar ya isyan etmiş ya da şikâyet etmiş ve sonunda, iş bölümü için yer değiştirmenin devreye alınmasına gerek duyulmuştu çünkü hiç kimse onun daha düşük ya da daha az kabul edilebilir olana en iyi şekilde takıldığını kabul etmeyecekti. Tabii ki demir işini yaparken gümüş araçları boşa harcadık ve genel servet üretimini büyük ölçüde azalttık. Daha sonra, bir erkeğin endüstrisi veya tembelliğinin genel servet üzerinde kayda değer bir etki üretemeyeceği ve bununla birlikte erkeklerin kesinlikle komşularına gıpta etme ve kıskanma konusunda da beceriksiz olduğu ortaya çıktı. Son olarak, ürün her yıl azaldıkça ve beslenecek ağız sayısı ciddi bir öneme sahip olduğundan, birçok çocuğun ebeveynleri halk düşmanı olarak kabul edildi. Eşit vatandaşlar olarak, bireysel erkeklerle tanınmış bir ilişkisi olmayan kadınların bütün bağımsızlığı, komünist ilkenin mantıksal ve pratik olarak kaçınılmaz sonucu olmuştu; ama bu sadece işleri daha da kötüleştirdi. Elbette çoğalmayı kanunla kısıtlamak için girişimlerde bulunuldu, ancak bu, insan doğasının kendilerine karşı ayaklanacağı kadar sorgulanamaz hâle geldi. Bahsettiğim dinî gruplar -ilkelerini benimsemeden ve hatta anlamadan, toplumun daha iyi unsurlarını, öldürülmemiş olan tüm akıl ve ruh adamlarını kademeli olarak daha büyük oranda kadınlarla toplayanlar- ayrı ayrı veya bir kerede önemli sayıda sekteye uğratılmış; kendilerini gezegenin daha az verimli toprakları veya daha az güler yüzlü iklimi terk etmelerine neden olan yerlerine yerleştirilmişler ve özel mülkiyetin eski ilkeleri ve hane bağlarının kalıcılığı konusunda toplumlar örgütlenmişti. Görünür bir şekilde geliştikçe, komünistlerin kıskançlık ve açgözlülüklerinin çekimine kapıldılar. İklim ve toprak tarafından yaratılabilecek her türlü dezavantaj altında çalıştılar, fakat karşılıklı bağlanmada dengeleyici kazanımdan çok daha fazlasına sahiptiler, Komünistik sistemden ayrılamayacak şekilde kıskançlık ve sürekli karşılıklı müdahale ile mutlaka heyecanlanan acı tutkulardan ve popüler hükûmetin kaprisinden ve istikrarsızlığından özgürce kaçarken, bu toplumlar, ister bilgelik ister salt tepki olsun, her topluluğun doğal liderleri tarafından seçilen bir veya birkaç baş sulh yargısının hükümlerine boyun eğdiler. Dahası, sadece daha yetenekli, hırslı ve entelektüel olanlar, ne yetenek ne de endüstrinin rahatlık ya da avantaj sağlayamadığı bir cumhuriyetten ayrılmayan, aynı zamanda yaratıcı dehadan tam olarak yararlanan bireyler, komünizmin alışkanlıkları ne olursa olsun, kamu ruhuna ek olarak, zenginlik umuduyla canlandırıldılar. Komünistlerin, toplumun genelinden dolayı enerjiden emeğin geri çekilmesi olarak çok erken bıraktıkları bilimin geliştirilmesini sistematik olarak teşvik ettiler. Hem tarımda, hem imalatta hem de kendini savunmada buluşlarını iyileştirdikleri makineler konusunda tekel durumundaydılar. Eski rejimin sahip olduğu silahlardan çok daha yıkıcı silahlar geliştirdiler ve yüzyıllar süren anarşi ve gerilemeden sonra komünistler satın alabildiklerinin çok daha üzerinde çıktılar. Son olarak, ikincisi tarafından saldırıya uğradığında, sayıların büyük üstünlüğü, silahlarda ve disiplinde ölçülemez üstünlükle ortadan kaldırıldı. Ayrılıkçılar da genel yıkımın ve çok bireysel acıların yazarları olarak saldırganlarına karşı sert bir kızgınlıkla anıldı ve zafer kazanıldığında, saldırılara nadiren katılan herkesin tamamen yok edilmesine yol açmadılar. Kan davasında en çok hangi taraf suçlanacaksa bu konuda kimseye müsamaha göstermediler. Bu tam anlamıyla bilime ve düzene karşı açılan cehalet ve anarşi savaşıydı.
Her iki tarafta da tek başına hayatın cesaretten daha az değerli olduğu ve daha genç yaştaki kişiler açısından ölümün bir yok oluş olmadığı inancının hâkim olduğu bir ruh hâli hâlâ varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Aynı zamanda her iki taraf için de amaçları doğrultusunda zafer kazanmak ve düşmanlarına karşı bu amaç doğrultusunda kendi hayatlarını feda etmek, cesaretlerini yükseltmek için yeterliydi. Fakat birkaç ezici yenilgiden sonra komünistler barış için dava açmaya ve en zengin bölgelerinin büyük bir bölümünü terk etmeye mecbur bırakıldılar. Komşularının egemenliklerini daha fazla istila etmelerinden dolayı acımasızca cezalandırılmalarının ardından, kendi kaotik sefaletlerine geri döndüler, böylece sefil durumlarını restore edilmiş özel mülkiyet, aile çıkarları, güçlü, düzenli, kalıcı hükûmet, maddi ve entelektüel medeniyet sistemi altında başarılı olanlarla karşılaştırmak için boş zamanları oldu. Makinelerin, ikincil toplumların kendini savunmak amacıyla birleştirdiği yeni devletler, komünizmin ona savaş ilan etmesinden çok daha fazlasını yaptı. Şayet savaş daha uzun süre devam edecek olsaydı, komünistleri tekrar tekrar kendi artan yoksulluklarıyla zıt olanı yağmalamaya teşvik edecekti, şimdi ise yapabildikleri sadece üretilmiş olan araçlara hayranlık duymak ve onları elde etmek için haklarına göz dikmekten daha ileriye gidemiyordu. Sonunda, içsel olarak yaşanan acı dolu mücadelelerin ardından, gönüllü olarak rakiplerinin kurallarına boyun eğmek zorunda kaldılar ve onların amaçlarını öğrenmek için çıraklıklarını yapmayı kabul ettiler. Böylece 39. yüzyılda, gezegen boyunca düzen ve mülkiyet bir kez daha yeniden inşa edildi.
“Ama dediğim gibi din dediğin şey tamamen ortadan kalkmıştı, en azından kabul edilmiş bir ilke olarak toplumun veya bireylerin fikirlerini ve davranışlarını etkilemeyi bırakmıştı. Barış ve düzenin yeniden kurulması, eril gücü maddi zenginlik üretimi ve fiziksel rahatlık ve kolaylığın sağlanması üzerinde yoğunlaştırmıştı. Ölümden sonra hiçbir beklentileri olmadan, sadece kendilerine izin verilen kısa yaşamları boyunca en iyisini yapmak için çalışabilirler ve yaşamlarını mümkün olduğunca uzatmak için ellerinden geleni yapabilirlerdi. Hızlı ayrılma güvencesinde, sevgi mutluluktan çok daha fazla endişe ve üzüntü kaynağı oldu. Bütün bağlar güvencesiz ve dayanıklılıkları kısaydı, güçleri gittikçe azalıyordu; kendisi için mümkün olan en uzun yaşamdan en üst düzeyde zevk alınana kadar, her bireyin tek başına canlandırıcı güdüsü tek bir ilgi alanı hâline gelmişti. Cinsiyetler arasında mantığın yarattığı eşitlik aile bağlarını koparmıştı. Hukukun iki özgür ve eşit bireyin birlikte yaşaması gereken koşulları dikte etmesi imkânsızdı çünkü sadece cinsiyetleri farklıydı. Bütün devletler çocuklar için bir hüküm üzerinde ısrarcı davranabilirlerdi. Ancak ebeveyn sevgisi söndürüldüğünde, bu tür bir hüküm ancak bebeği ve ona ait yaşamı devletin vesayetine teslim ederek sağlanabilirdi. Çocuklar zahmetli ve gürültülü olduklarından, en katı bilimsel ilkelere göre düzenlenmiş geniş bakım evlerinde yetiştirilmek üzere onları kamu görevlilerine bırakma uygulaması genel kural hâline geldi ve kısa sürede bir görev olarak kabul edildi; bu durum ilk başta neredeyse açık bir şekilde bencillikten vazgeçilmesine ve kısa bir süre sonra, çocuklara katıksız ilgilerini vererek, onların bakımı altında daha iyi oldukları gerekçesiyle kendilerini haklı çıkarmalarına ve yüceltmelerine neden oldu ve her şeyin kendi refahlarıyla ilgili olarak iş yerlerinde, evde olabileceğinden çok daha iyi düzenlendiğine inanıldı. Hiçbir yasa bizi çocuklarımızı bu iş yerlerine göndermeye zorlayamazdı. Nadir durumlarda gözdelerden biri, oğlunun bakımını evde sağlama ve onu mirasçısı yapması konusunda efendisini ikna edebiliyordu, ancak hem mahkemeler hem de kamuoyu bu uygulamayı mümkün olduğunca azaltmaktaydı. Benim gibi bazı aileler çocuklarını sistematik olarak korumayı başarmış ve evde eğitim vermişti; ancak genellikle bunu yaparken onlara karşı yanlış yaptığımızı düşünüyorlar ve komşularımız bunu kontrolleri altında tutmak istediklerinden, geleneklerden saptığımıza işaret ediyorlar; belki de daha çok, görüşümüzün davranışımızı doğrudan veya bu kadar açık bir şekilde etkilemediği ve bu nedenle üzerinde özgür seçimden bu kadar kolay hüküm giymediğimiz diğer konular hakkındaki görüşlerimizden dolayı da muhtemelen muhalif olduğumuzdan şüpheleniyorlar.” (sapkınlık)
Bu noktada ona, kamu kurumlarına gönderilen çocukların doğum ve ebeveynliklerinin geri kazanılmasına veya mülklerini miras almalarına izin verecek şekilde kaydedilip kaydedilmediğini sordum.
“Hayır.” diye yanıtladı. “Sadece asil bir aileden geldiği için miras hakkı sahibi olmak artık tercih edilmeyen bir kavram. Genç annelerin bazen çocuklarıyla ayrılmadan önce onları ileride tanıyabilmek için bazı silinmez işaretlerle etiketlediklerine inanıyorum; ancak bu tür tanımalar da nadiren gerçekleşir. Anne sevgisi tamamen hayvani bir içgüdüdür, daha düşük bir organizasyondan sağ kalım olarak yeniden değerlendirilir ve duyulan özlem genellikle on yıllık bir ayrılıktan daha uzun sürmez; babalık sevgisi tamamen yüksek hayvanların bile tabi olmadığı bir saçmalık olarak nitelendirilmiştir. Erkekler on iki yaşına kadar kamu kurumlarında tutulur, on ila on iki çocuk daha küçük olanlardan ayrılır ve eğitim seviyelerine göre yüksekokul ya da kolejlere gönderilirler. Kızlar onuncu yıllarını tamamlayana kadar ayrı eğitim görürler ve on birinci yaşlarına girdiklerimde neredeyse her zaman evlendirilirler. İlk başta, cinsel eşitlik teorisinin etkisi altında, ikisi de aynı sınıfta entelektüel eğitimlerini almış ve aynı sınavlardan geçmiştir. Kısa süre içerisinde onların ayrılmaları gerektiği ortaya çıkmıştır; ama yine de kızlar kardeşleriyle aynı entelektüel eğitimden geçmiştir. Yine de deneyimler bunun doğru bir cevap vermeyeceğini göstermiştir. Gerekli incelemeler sonrasında, bu grupların içinden ayrılan kızlar, eş olarak çirkin ve anne olmaya uygun olmadıklarından dolayı bu ayrımı yaşamışlardır. Çok daha büyük bir sayı, her nesilde artan bir sayı, maruz kaldıkları zihinsel disiplinin şiddetinden açıkça etkilenmiştir. Kadın eşitliğinin savunucuları, eşit kültür için çok zor bir mücadele vermiştir; ancak fiziksel sonuçlar mükemmel bir şekilde net ve dayanılmaz olmuştur. Her neslin kızlarının yarısının yaşam için geçersiz kılındığı bir noktaya ulaşmasından ve diğer yarısının sadece hiçbir okul cezasının üstesinden gelemeyeceği yoğun bir aptallık veya uçucu tembellikle saf dışı bırakılması gerektiğine karar verildiğinde, eşitliği savunanlar, bir savunmasız noktadan diğerine sürülmüş ve nihayet eril eğitim standardının kadınsı kapasite seviyesine indirilmesini talep etmeye mecbur kalmışlardır. Bu zeminde son duruşlarını sergilemişler ve umutsuzca işkenceye maruz kalmışlardır. Tepki o kadar eksiksiz olmuştur ki son iki yüz kırk kuşak boyunca, kadın eğitim standardı, genel itirafla, normal kadın beyinlerinin fiziğe zarar vermeden dayanabileceği seviyeye düşürülmüştür. Cinsel eşitliğin pratik sonuçları, kadın yaşamının ilk amacının evlilik ve analık olduğu ilkesi her zamankinden daha kesin bir biçimde yeniden tesis edilmişti ve birbirini takip eden her kuşağın uğruna, kadınlar eşleri için çekici ve sağlıklı çocukların anneleri olacak şekilde eğitilmeli, diğer tüm düşünceler bunlara tabi tutulmalıydı. Az sayıda bayan, hâlâ zevk aldıkları yasal eşitlikten faydalanmakta ve dünyada erkekler kadar özgür yaşamaktaydı. Ancak biz onları ne iç etek giymiş üçüncü sınıf erkekler ne de kadın olarak nitelendirebiliyoruz. Bunlardan biriyle evlilik, kendi yaşamını kazanmak için çok atıl veya çok aptal bir insanın alabileceği kötü bir karar olarak görülmektedir. Eğitimleri her ne olursa olsun, diğer cinsiyetin hayat arkadaşı, oyuncağı veya kölesi olarak zevk aldıkları güvence ve rahatlık ile birleştirdiklerinde; kadınlarımız her zaman sıkı çalışma ile kazanabilecekleri bağımsızlığın bağımlılıktan daha az tatmin edici olduğunu fark etmişlerdir ve yasal eşitliklerini koruma, tembellik ve kalıcı destek kesinliği için takas etmekten çok memnun kaldıkları hakları onlara sunmuştur.”
“O zaman evlilikleriniz…” dedim. “Kalıcı mı?”
“Yasalarla değil.” diye yanıtladı. “Uzak atalarımızın evlilik dediği şey hiçbir şekilde tanınmıyor. Her yıl yaşlanan bakireler kendilerini bir tür açık artırma ile satarlar, genç kızlarla birlikte onları satın alan kişiler, ikincisinin ailelerine gireceği şartları belirler. Gelenekler, her kızın beklediği ve sadece en az çekici olanın vazgeçmeye zorlandığı genel koşulları düzeltmiştir. Onlara efendilerinin mülkünden kalıcı olarak faydalanabilecekleri ve kalıcı bir evlilik dönemi karşılığında bunlardan faydalanabileceğine dair söz verilir. İki veya üç yıl sonra sözleşmeyi feshetmekte serbesttirler; on veya on ikiden sonra kocalarını şart koşulan emekli aylığı ile terk edebilirler. Kişisel cazibe merkezleri veya taliplerinin fantezileriyle orantılı olarak kıyafetleri için ödenek alırlar ve elbette en zengin insanlar en iyi şartları sunabilir ve genellikle en uygun eşleri, kendi tercihlerine göre istedikleri sayıda, rahatsızlık duymadan bakımlarını sağlayacak şekilde güvenceleri altına alabilirler.”
“O zaman…” dedim. “Kadınlar istedikleri zaman boşanabilirler, ancak erkekler onları reddedemezler! Bu aslında hiç de eşitlik kavramıyla örtüşmüyor.”
“Pratik sonuç.” diye yanıtladı. “Erkeklerin kendilerini şikâyetçi kölelerden ayıracak bir serbest bırakmayı umursamaması ve kadınların onları sadece daha kötü şartlarda başka bir efendiye teslim edebilecekleri bir boşanma davası açmaya cesaret edememeleri olacaktır. Uzun süreli birliktelik sona erdiğinde, ikincisi neredeyse her zaman bağımsız bir yalnızlık ve dostluk yaşamına alışkın oldukları köleliği tercih edecektir.”
“Peki, hayatlarına mülksüz, ebeveynleri veya koruyucuları olmadan başlamak zorunda kalan genç erkekler ne elde edebiliyorlar?” diye sordum.
“Biz aslında, gençlik dönemini çok aptalca geçiren bir ırkız. Kural olarak, tarlalarımızı yetiştirmeye veya fabrikalarımızı yönlendirmeye pek önem vermiyoruz; ama hayatımızın en azından yarısını, fantezimizi ele geçiren o bilim bölümünün biraz kolay işlenmesine ayırmayı tercih ediyoruz. Bu konuda sizinle paylaşacaklarımı tamamen saçma sapan olarak değerlendireceğinizi düşünüyorum. Tek bir böcek sınıfı, tek bir bitki ailesi, bir balık ırkı alışkanlıkları, yarı ömür boyunca özel bir çalışma için yeterlidir. Daha aktif veya daha pratik zihinlerin çalışmaları, kendisinden önce gelenlerden daha otomatik bir şekilde zaman harcamasını sağlayacaktır. Gençlere mümkün olduğunca fiziksel emek yüklenmektedir ve şimdi makinelere ve eğitimli hayvanlara bile yardım ediyorlar, günlerinin emeğini oluşturan sekiz saatlik çalışma kaslarını fazlasıyla zorluyor. Zevklerimiz, elde ettiğimiz mülkün korunması ve geliştirilmesi için mümkün olan en kısa sürede başkalarını geliştirmek açısından yeterli imkânlarımızın olmaması bizi çok endişelendiriyor. Akıllı bir adam, otuz yaşına gelmeden çok önce genel anlamda kendine bir yardımcı bulur; daha büyük serveti olanlar bu sayıyı iki, beş ya da ona çıkarabilir. Bunlar, kural olarak, en sıkı ve başarılı yüksekokul sınavını geçenler arasından tercih edilir. Temel anlamda ebeveynleri üretken değildir ve kamu alanındaki ölüm oranlarımız çok yüksektir. Ölümlerin başlıca nedenlerinin, düşük canlılık, belirgin sinirsel depresyonlar ve hayvani içgüdüler gibi kişisel hassasiyet ve sempatiden yoksun çocukların ahlaki etkilere maruz kalmalarından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Popüler olarak, ırkların aşırı yetiştirilmesine atfedilebilir, çünkü bitkiler ve hayvanları medenileştirmek -bu, büyük ölçüde değiştirildi ve insan bileşeni tarafından yapay bir mükemmellik için yetiştirilmiştir- kesinlikle hassas, üretken olmayan ve özellikle zor elde edilen bir meziyettir. Fidanlıklarda çok az hastalık var, ancak sağlık ve sinir enerjisi eksikliği çok az. Bununla birlikte, bir gerçek önemlidir, ancak yorumlanması gerekir ve doğrudan son sorunuza dayanır. Çok eşliliğin genişlemesinden bu yana, kadın doğumları erkek cinsinin doğumuna göre altıda birdir; ancak ilk ve onuncu yıl arasındaki kreşlerde ölümler, daha güçlü cinsiyette on iki düzine kabulde yirmi dokuzdur, zayıf olanlar ise sadece on kişiyle sınırlı kalmaktadır. Bu gerçekleri tıpkı bizim gibi okumaya çalışmalısınız, eğitimleri tamamlandığında genç erkeklere istihdam sağlıyorlar ancak son iki yıldır süren şiddetli çalışmalar, aralarındaki ölüm oranlarına bir miktar daha katkıda bulunmaktadır.” diyerek, konuşmasına şöyle devam etti: “Çok sayıda kişi, başkalarının mülkünün yönetiminde iş buluyor. Onları koruma ve iyileştirme konusunda pratik bir ilgi göstermek için genellikle daha kısa veya daha uzun bir deneme süresinden sonra işverenleri tarafından mülklerine mirasçı olarak kabul ediliyorlar; komünizm deneyimlerimiz bize acil ve açık kişisel çıkarların insan eylemini kesinlikle ve ciddi bir şekilde etkileyen tek neden olduğunu öğretti. Tutuldukları mesafe ve aile hayatımızın mutlak inzivaya çekilmesi, miraslarını tahmin etmek için kendimizi herhangi bir aşırı kaygıya karşı kolayca güvence altına almamızı sağladı. Böylece toplumda düzenli bir yer bulamayan azınlık, fabrikalarda zanaatkâr olarak veya devlete ait topraklarda istihdam edildi. Onların gayretini teşvik etmek için, son üründen sabit bir oran almaları veya sabit oranlarda arazi kiralamalarına izin verilmesi ve on yıl sonunda mülkün bir kısmını almalarına olanak tanınmıştır. Bu yollarla, komünist felaketten önceki toplum devletinin tüm tehlikelerinden ve zorluklarından kurtulabildik zaten. Fakir adamlarımız ve sadece günlük emekle yaşayabilen adamlarımız var; ancak bunlar servetlerini dağıttılar ya da yeterli bir yetkinlik için çok uzak bir zamanı beklemediler. Gezegenimizin tüm nüfusu iki yüz milyonu geçmez ve nesilden nesle çok fazla artmaz. Ekilebilir arazi alanımız yaklaşık on milyon mil karedir ve bu ekvatoral kıtalarda sadece genel olarak yerleşik olan yarım mil kareye tekabül eder, iyi ekilir ve bakılırsa en büyük hane halkının tüm lüksünü karşılayabilecek kadar kazanç elde edilebilir. On yıllık yaşam için günde sekiz saatlik emek, en az şanslı olanı bile makul bir yetkinliğe getirmeye yeterli olacaktır ve çabuk istihbarat ve makul endüstriye sahip hırslı bir adam, icadın emeğine ya da son derece zahmetli işlere değeceğini düşünürse her zaman zengin olmayı umabilir.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/percy-greg/zodyak-karsisinda-69428878/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Apergy: Percy Greg tarafından ilk kez 1880 kılıcı ve Zodiac’ın karşısındaki gezegen romanında tanımlanan yer, çekimsel enerjinin hayali bir şeklidir.

2
Verniye: Doğrusal ve dairesel boyutların ölçülmesinde, ölçme duyarlılığını artırani çok küçük boyutların ölçülebilmesini sağlayan düzen. (e.n.)
Zodyak Karşısında Percy Greg
Zodyak Karşısında

Percy Greg

Тип: электронная книга

Жанр: Научная фантастика

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Percy Greg’in tek bilim kurgu eseri olan Zodyak Karşısında, bir Dünyalı ile bir Marslının imkânsız aşkını anlatıyor. Bu aşk ile birlikte yazar, iki uygarlık arasındaki siyasi ve sosyal farklara, Tanrı sevgisinin faziletlerine, sosyalizmin zararlarına ve kadın erkek eşitliği üzerine de görüş bildiriyor. Tüm bunların yanı sıra eserde, bilinen ilk uzaylı dilinin gramer detaylarını da ortaya koyuyor ve Apergy adını verdiği bir karşı kütle çekim enerjisiyle yer çekimini yenebilen uzay gemileri tasarlıyor. "Karanlığın saçma derinlikleri, uzayın yalnızlıkları… Garip! Hissettirmeden koluna sokulan kılıca rağmen alaycı gülümseme yüzünde. Sinsice uzaktan içine bakan ölüm, cinayet halkasıyla çevrilmiş. Garip! Küf kokmuş vicdanın elinde kızıl leke yok! Ancak ölüm, ölüm dağıtanı rahatsız eder; kan kanın ömrünü kısaltır!"

  • Добавить отзыв