Balonla Beş Hafta

Balonla Beş Hafta
Jules Verne
1862 yılının 14 Ocak gününde, Londra’nın Waterloo bölgesinde, 3 numarada bulunan Kraliyet Coğrafya Cemiyetinin toplantısında büyük bir kalabalık vardı. Sir Francis M.... meslektaşlarına sürekli alkışlarla kesilen bir konuşma yapmaktaydı. Hitabet sanatının bu özgün örneği, vatanseverlikle dolup taşan şu cümlelerle son buldu: “İngiltere, her zaman ulusların başında yer almıştır (Okurun da göreceği gibi, uluslar hep birbirlerinin tepesinde ilerler.). Coğrafi keşif arzusundaki kâşiflerinin cesareti sayesinde tabii ki (genel onay belirten sesler)!” Dr. Samuel Ferguson, ki kendisi bu vatanın en aziz evlatlarındandır, köklerine saygısızlık etmeyecektir (Salonun tüm kesimlerinden “Tabii ki hayır!” sesleri yükseldi.). Bu çaba, başarıyla sonuçlanırsa (“Sonuçlanacak!”) dünyanın, Afrika haritası üzerindeki bölük pörçük tüm fikirlerini birleştirip tek kılacak (coşkulu alkışlar) ve eğer başarısız olursa en azından insan dehasının en cüretkâr fikirlerinden biri olarak kayda geçecektir (inanılmaz bir tezahürat)!” Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.

Jules Verne
Balonla Beş Hafta

ÖN SÖZ
Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne kitapları; -Ölümünün üzerinden bir yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen- araba, telefon ve uçak gibi icatlardan bihaber olan okurlara nasıl bir akıcılık sunuyorsa günümüz okurlarına da aynısını sunmaktadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir.
Verne, 1828 yılının 8 Şubatında, Kuzeybatı Fransa’da bulunan Loire Nehri kıyısındaki Nantes şehrinde dünyaya geldi. Babası Pierre, avukattı. Annesi Sophie ise Breton’da yaşayan İskoç kökenli denizci bir aileden gelmekteydi. Nantes, dönemin önemli limanlarındandı ve denizcilik, küçük yaşlardan itibaren genç Verne’in kanına işlemişti. Denize açılmak için yanıp tutuşsa da bu tutkusunu ancak on iki yaşında, Loire Nehri’nin denize döküldüğü yerde bir tekne yolculuğuna çıkarak gerçekleştirebildi. Çocukluğunun en değerli kitabı Johann Wyss’in kaleminden çıkan “İsveçli Robinson Ailesi” idi ve bu kitap, kendisine macera ve yolculuk tutkusunu aşılamanın yanı sıra yazacağı kitaplar için de bir örnek teşkil etti.
Verne 1847 yılında hukuk eğitimi almak için Fransa’ya taşındı; fakat gönlü avukatlıkta değildi ve yirmili yaşlarının başında yine hüsrana uğrayacağı bir meslek olan simsarlığa yöneldi. Tiyatro, tutkusu hâline geldi ve hayal gücü, mahkemelerin ya da piyasaların koyduğu sınırların çok ötesindeydi. Doyumsuz bir okur hâline gelmişti ve hayatının ilerleyen dönemlerinde, gençken İngilizce okuyamadığını belirtmiş olsa da Edgar Allan Poe eserlerini soluksuz okuyarak bu durumun gerçek dışı olduğunu gösterdi.
Verne, kendi yazımını da etkileyen Alexandre Dumas, Victor Hugo ve E. T. A. Hoffman gibi yazarların eserlerini de zevk alarak okudu. Tiyatroda başarılı olabileceği kanısına Hugo’nun etkisi altındayken vardı. Akla gelen ilk eseri, Paris’e vardıktan kısa bir süre sonra Mayıs 1847’de kaleme aldığı “Alexander VI” adlı oyunun bir nüshasıdır. Sahnelenen ilk oyunu ise Alexandre Dumas Pere yönetimindeki Theatre Historique’te 1850 yılının Haziran ayında on iki gece boyunca sahlenen tek perdelik komedi “Les Pailles Rompues”dür. (Kırık Sazlar)Tiyatro için Madame Beck tarafından, oyunun beş yüz kopyalık sınırlı bir basımı yapıldı ve böylece teknik olarak Verne’in ilk kitabı da basılmış oldu.
Verne kariyeri boyunca oyunlar yazmaya devam etti, ayrıca zaman geçtikçe bazı kitapları da tiyatroya uyarlandı. Bunun yanı sıra, bazı operetler için metin yazdı ve bu operetlerden birkaçı vasat sayılabilecek başarılarla sahnelendi fakat aynı zamanda yaratıcılığı da yeni bir yönde gelişmeye başladı. İki kısa hikâyesi, akıl hocalarından birisi ve aynı zamanda “Musee des Famillies” adlı aile dergisinin editörü olan Pitre-Chavier tarafından seçildi. “Les premiers narives de la marine mexicaine” adlı ilk kısa hikâye, 1851 yılı Temmuz sayısında yayımlandı ve onu bir diğer sayıda yayımlanan “Un voyage en ballon” takip etti. İkinci hikâye “Havadaki Dram” olarak yeniden basılmıştır ve birçok açıdan kayda değerdir. Bu sadece Verne’in ilk balon hikâyesi olmakla kalmaz, ayrıca yazarın hikâyeyi bilimsel açıdan inanılır kıldığı ilk hikâyesidir. Öyle ki kitabın editörü, kitabı popüler bilim örneği olarak tanıtmıştır. Ayrıca bu hikâye, Verne’in İngilizce olarak basılmış ilk hikâyesidir. “Sartain’s Union Magazine” adlı dergide Philadelphia’lı yayıncı John Sartain, hikâyenin çevirisini “Balonda Yolculuk” adı altında yayımlamıştır.
Verne “Musee des Famillies” dergisine birkaç hikâye daha satmış olsa da asıl çalışması hâlâ tiyatroya yönelikti.1857’de bir ordu mensubunun kızı olan Honorine de Viane ile evlendi (Honorine, iki kızı olan genç bir duldu). Mutlu bir evlilikti ve kızlarının dışında bir de Michel adında bir oğulları oldu.
1859 yılında İskoçya’da yapılan bir tatil, Verne’e ilk kitabının (Voyage en Angleterre et en Encosse) ilhamını verdi fakat bu kitap Parisli Yayıncı Jules Hetzel tarafından reddedildi ve 1989 yılına kadar Fransa’da basılmadı. Gözü pek Verne yılmadı ve tekrar denedi. Sıra dışı maceraperest ve fotoğrafçı Felix Tournachon (namıdiğer Nadar) ile yapılan arkadaşlık, balon seyahatine olan ilgisini tazeledi ve Verne, Afrika’yı keşfetmek için seyahat etmeye uygun bir balonun nasıl yapılabileceğini araştırmaya başladı. Sonuç, Verne’in Hetzel’e satmayı başardığı “Cing semaines en ballon” (Balonla Beş Hafta) oldu. Kitap Ocak 1863’te büyük bir başarıyla yayımlandı.
Verne’in Hetzel’le ilişkisi ona uğurlu geldi. Hetzel, Mart 1864’te “Magasin d’education et de recreation” adı altında bir gençlik dergisi çıkarmayı planlamaktaydı ve Verne’den her yıl magazinde seri olarak yayımlanacak üç roman yazmasını istedi. Bu durum, hayatlarının sonuna kadar devam edecek bir ortaklık başlattı. Verne’nin yazdığı romanlar bir bütün olarak “Voyages extraordinaires” olarak bilindi ve Leon Benett, Alphonse de Neuville, Jules-Descartes Fe-rat ve özellikle Edouard Riou gibi sanatçılar tarafından resmedildi. Verne’in magazinde yayımlanan ilk eseri “Les Angalis au Pole Nord” (Kuzey Kutbu’ndaki İngilizler) adını taşıyordu. Bir yıl boyunca yayımlandı fakat bitmeden önce Hetzel, Verne’in üçüncü romanının kitap olarak yayımlanması için acele etti. Bu kitap, “Voyage au centre de la tere” (Dünyanın Merkezine Yolculuk, 1864) idi ve Verne’in çok daha yaratıcı olan kitaplarının ilki oldu; çünkü bu hikâyeler, yerküreden çok öteye, tamamıyla kendi hayal gücünün eseri olan hayalî bir dünyaya kadar uzandı.
Verne’in ilk birkaç kitabı Fransa’daki popülerliklerine rağmen İngiltere ve Amerika’da da aynı ilgiyi yakalayamadı çünkü kitapların çevirisi hemen yapılmadı. İlk olarak Şubat 1869’da, “Balonla Beş Hafta” New York’ta, Appleton tarafından İngilizce olarak basıldı ve bu ancak Verne’in beşinci kitabı olan “De la terre a la lune”ün (Dünyadan Aya)başarısından sonra gerçekleşti. Bu eser, 1865’te Fransa’da basıldıktan sonra 1867 yılı boyunca Amerika’da “New York Weekly Magazine” dergisinde yayımlandı. Bu durum Verne’in aynı yıl kardeşi Paul ile beraber New York’a gitmesiyle sonuçlandı. Verne, Amerikan ve İngiliz hayranıydı ve İskoç kökenli olmasıyla da gurur duymaktaydı çünkü Amerikan toplumunu, yeni teknolojileri kucaklamaya ve bilimsel çalışmaları desteklemeye daha yatkın olarak görüyordu, böylelikle Amerikalı ve İngiliz karakterler romanlarında genellikle ana karakterler olmuştur.
“Dünyadan Aya” adlı eseri aya yolculuk için bilimsel bir dayanak kurmaya çalışan ilk romandı. Verne hesaplamaları kendisi yapmamıştı (Günümüzde de yanlış oldukları kanıtlanmaktadır). Bunun yanı sıra daha da hayret verici olan şey ise Verne’in, gözü kara yolcularını, uzaya kocaman bir topla ateşlenen içi boş bir mermi içinde göndermeyi seçmesiydi. Bu yöntemi kullanmanın sonucu olarak Verne, yolcularını aya gönderemedi ve dünyaya da geri dönemediler. Böylece, serinin devamı olan “Autour de la lune” (Ay’ın Çevresinde Seyahat,1869) adlı kitapta maceraperestlerinin ayın etrafında tur atıp dünyaya dönmesini sağladı.
Verne’in bazı kitapları maalesef, hızlı çevirinin ya da genç yetişkinlere uyarlayabilmek için haddini aşan düzenlemelerin kurbanı oldu. 1871 basımı “Dünyanın Merkezine Yolculuk” kitabında olduğu gibi bazı çevirmenler sınırları aşan bir “özgürlük” kullanarak sadece karakterlerin isimlerini değiştirmekle kalmamış metnin büyük bir bölümünü yeniden yazmışlardır. Fakat bu derlemede kullanılan versiyonlar, ilk çevirilerin en iyilerini sonradan düzeltilmiş ve geliştirilmiş hâlleriyle sunmaktadır. Derlemede yer alan “Dünyanın Merkezine Yolculuk” romanını İngilizce’ye orijinal olarak çeviren çevirmen, Verne’in metnine sadık kalmanın yanı sıra Verne’in bazı kasıtsız hatalarını da düzeltmiştir.
Verne’in sonraki iki romanı, “Les Forceurs de blocus” (Ablukadan Zorla Geçiş, 1865) ve “İsveçli Robinson Ailesi”nin tekrar kaleme alındığı “Les Enfants du Capitaine Grant”tır (Kaptan Grant’ın Çocukları, 1865-1867 -“Deniz Kazazedelerini Ararken” olarak da bilinir.). Verne’in daha sonra tartışmalı olarak en iyi eseri kabul edilen kitabı “Vingt mille soue les mers” (Deniz Altında 20.000 Fersah) Mart 1869’dan Haziran 1870’e kadar Fransa’da seri olarak yayımlandı. 1872 yılının yılbaşında ise ilk İngilizce çevirisi kitabın adı da doğru çevrilerek -Denizler Altında 20.000 Fersah (çoğul)– yayımlandı. Bu versiyon, Boston’lı James R. Osgood’un neredeyse birebir çeviri olarak bilinen çevirisinin yeniden yorumlanmış hâliydi ve kitaba en bilinen adı olan “Denizler Altında 20.000 Fersah” adı verildi.
Bu roman Verne’in hem en tanınmış karakterlerinden birisini, Kaptan Nemo’yu hem de en hatırda kalır buluşlarından birini, denizaltı Nautilus’u barındırır. Verne’in çok dramatik olarak ortaya koyduğu şey, denizaltının sahip olduğu tüm potansiyeliydi; hem iyi hem de kötü yönleriyle. Bilimsel bir dehanın suçun fikir babasına dönüşümünü irdeleyen ilk yazardı. Aslında kitabın ilk taslaklarında Verne, Nemo’yu öyle kinci tasvir etmişti ki Hetzel, eğer karakteri biraz daha insancıl hâle getirmezse kitabı yayımlamayı reddedeceğini belirtmişti.
Çok ses getirmeyen birkaç eserden sonra Verne, kati olarak kendisini ünlü bir yazar kılan eserini, “Le Tour du monde en quarter-vingts jours”yu (80 Günde Devr-i Alem) tamamladı. 6 Kasım ve 22 Aralık 1872 tarihleri arasında “Le Temps”da günlük olarak yayımlandı ve öyle çok ilgi gördü ki insanlar, Phileas Fogg’un bahsi nasıl kazanacağını öğrenmek arzusuyla derginin her sayısını alabilmek için kuyruklar oluşturdular. Charles Dickens’ın ilk çalışmalarının seri hâlinde yayımlanmasından bu yana hiçbir romanın yeni bölümü için bu denli yoğun bir talep olmamıştı. Bu eser ile Verne, haklı olarak bir dünya yıldızı oldu.
Bu romanı takiben, Verne’in eski eserlerinin çevirisinde bir patlama oldu ve tüm kitap piyasası bu çevirilerle âdeta istila edildi. Bundan sonra, Verne’in kitaplarının İngilizce versiyonları neredeyse Fransızca versiyonlarıyla aynı zamanda yayımlanmaya başladı. Bir sonraki romanı olan “L’ile Mysterieuse, (Esrarlı Ada); “İsveçli Robinson Ailesi” kitabının bir benzeri ve aynı zamanda “Denizler Altında 20.000 Fersah” kitabının da devamı niteliğinde olsa da 1874 ve 1875 yılları arasında Fransa’da ve ilk olarak tamamlandığı yer olan Amerika’da seri olarak yayımlandı.
Verne seyahat etmeyi çok seviyordu. Birleşik Devletler’den döndükten bir sene sonra, Saint-Michel adlı bir tekne aldı ve İskoç adalarının çevresinde, Norveç’e kadar uzanarak Avrupa’ya yelken açtı. 1871’de babasını kaybetmesine ve dikbaşlı oğluyla artan geçimsizliğine rağmen, 1870’ler muhtemelen en mutlu zamanlarıydı.
İster yaptığı seyahatlerin dikkatini dağıtması ister ilham kıvılcımının solması olarak adlandıralım, “Esrarlı Ada”dan sonra Verne’in yaratıcılığının körelmeye başladığını söylemek adil olur. Sonraları ikiye düşürülse de Hetzel’in her sene üç roman isteğini karşılamaya çabalayarak çok fazla yazmaktaydı. “Fatih Robur” (1886) ve “Karpatlar Şatosu ” nadiren deha kıvılcımları parlatsa da eserleri tekrardan ibaret olmaya başlamıştı.
Verne, diyabet hastalığının etkileri görülmeye başladığından beri, otuz yıldan fazla süreyle evi olan Amiens’da, yetmiş beş yaşında, 24 Mart 1905’te hayata veda etti. Verne, tekrar doğuşunu betimleyen muhteşem bir mezar taşıyla, Amiens’daki Madeleine Mezarlığı’nda yatmakta. Heykel (tescil edilmemiş olsa da) Vers l’immortalite et l’eternelle jeunesse – “Ölümsüzlüğe ve Sonsuz Gençliğe Doğru” olarak adlandırılıyor; tam anlamıyla yerinde bir hürmet…
Verne, ölümünün ardından birçok yayımlanmamış eser bıraktı. Bazıları vasat eserlerdi bazılarıysa oğlu Michel tarafından gözden geçirilmiş (Birkaç eser tamamen yeniden yazılmış.) kopyalardı ki Michel hiçbir suretle yazar olarak değerlendirilemezdi. Son yirmi yıl, Verne’in daha özgün eserlerini bulma çabasıyla, eserlerinin kayda değer bir tekrar değerlendirilmesi sürecine tanık olunmuştur. Böylece onun edebî ve bilimsel zekâsını layıkıyla takdir edebiliriz.
Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.

    MIKE ASHLEY
Mike Ashley bilim kurgu dalında dünya çapında bir bilim adamıdır. Altmışın üzerindeki kitaplarından bazıları şunlardır: Kusursuz bir biyografi olan, “Yıldız Işığı Adam: Algernon Blackwood’un Sıra Dışı Hayatı”; dört ciltlik, “Bilim Kurgu Dergisi’nin Tarihçesi” ve “Gernsback Günleri: 1911-1937 Arasında Modern Bilim Kurgunun Evrimi”. Ayrıca, “Yeni Jules Verne Maceralarının Muazzam Kitabı”nın da aralarında bulunduğu yirmi beşten fazla kurgu antolojisi derlemiştir.

BÖLÜM I
Çok alkışlanan konuşmanın sonu – Dr. Samuel Ferguson’ın sunumu – Excelsior – Doktorun ayrıntılı portresi – Bir kaderci razı geldi – Seyyahlar Kulubünde bir yemek – Olayın üzerine yapılan tebrikler
1862 yılının 14 Ocak gününde, Londra’nın Waterloo bölgesinde, 3 numarada bulunan Kraliyet Coğrafya Cemiyetinin toplantısında büyük bir kalabalık vardı. Sir Francis M.... meslektaşlarına sürekli alkışlarla kesilen bir konuşma yapmaktaydı.
Hitabet sanatının bu özgün örneği, vatanseverlikle dolup taşan şu cümlelerle son buldu:
“İngiltere, her zaman ulusların başında yer almıştır (Okurun da göreceği gibi, uluslar hep birbirlerinin tepesinde ilerler.)!.. Coğrafi keşif arzusundaki kâşiflerinin cesareti sayesinde tabii ki (genel onay belirten sesler) Dr. Samuel Ferguson, ki kendisi bu vatanın en aziz evlatlarındandır, köklerine saygısızlık etmeyecektir.”
Salonun tüm kesimlerinden “Tabii ki hayır!” sesleri yükseldi.
“Bu çaba, başarıyla sonuçlanırsa (‘Sonuçlanacak!’) dünyanın, Afrika haritası üzerindeki bölük pörçük tüm fikirlerini birleştirip bir bütün kılacak (coşkulu alkışlar) ve eğer başarısız olursa en azından insan dehasının en cüretkâr fikirlerinden biri olarak kayda geçecektir (inanılmaz bir tezahürat)!”
“Bravo! Bravo!” diye bağırdı bu etkili sözlerle ateşlenmiş kalabalık.
“Çok yaşa gözü kara Ferguson!” diye ekledi kalabalığın en heyecanlı üyelerinden biri.
Yoğun tezahürat her köşede yankılandı; Ferguson’ın adı dillerdeydi ve adının, İngiliz gırtlaklarından geçerken hiçbir şey kaybetmediğini kolayca varsayabiliriz. Aslına bakarsanız, tüm salon bu isimle çınlıyordu.
Aynı ortamda, büyük çoğunluğu, bu zorlu bilim hizmetinde yaşlanmış ve tükenmiş olan fakat enerjik mizaçları sayesinde yerkürenin her bir çeyreğinden çıkmayı başarmış korkusuz seyyah ve kâşifler de bulunmaktaydı. Her biri farklı seviyelerde de olsa fiziksel ya da psikolojik olarak birçok zorluğa meydan okumuştu. Gemi kazalarından, büyük yangınlardan, Kızılderili savaş baltalarından ve topuzlarından; top ve kazıklardan; hatta Kuzey Denizi adalarındaki yamyamların kursaklarından kurtulmuşlardı. Fakat yine de Kraliyet Coğrafya Cemiyetinde yapılan gelmiş geçmiş en iyi konuşmayı, Sir Francis M....’nin nutkunu dinlerken kalpleri güm güm atmaktaydı.
Fakat İngiltere’de coşku, sadece sözde kalmaz. Kraliyet darphanesinin damgalarından hızlı para basar. Ve Dr. Ferguson’ı cesaretlendirmek için bağışlar yapıldı, bir seferde tam iki bin beş yüz pound’luk para toplandı. Tabii ki hesaplamalar yatırımın önemiyle orantılı olarak yapılmıştı.
Sonra topluluğun bir üyesi, başkana, Dr. Ferguson’ın resmî olarak takdim edilip edilmeyeceğini sordu.
Sir Francis “Doktor dışarıda beklemektedir.” diye cevapladı soruyu.
Kalabalıktan; “İçeri alın, doktoru içeri getirin!” sesleri yükseldi. “Bu denli sıra dışı bir cürete sahip olan kişiyle yüz yüze tanışmak isteriz!”
“Belki de doktorun bu akılalmaz önerisi, sadece bizi hayrete düşürmek için planlanmıştır!” diye gürledi sinirli, yaşlı bir amiral.
“Dr. Ferguson diye birinin var olmadığını mı söylemeye çalışıyorsunuz?” diyen hınzır bir ses duyuldu.
“Neden? Peki o zaman, öyleyse bizim bir tane icat etmemiz gerek!” Bu saygın topluluğun patavatsız bir üyesi dalga geçer gibi yanıtlamıştı soruyu.
“Dr. Ferguson’dan içeri gelmesini rica edin.” Sir Francis M....’nin yanıtı sakindi.
Ve doktor içeri girdi, öylece durdu. Kendisinin gelişini kutlayanların yoğun tezahüratından hiç etkilenmemişe benziyordu.
Kırk yaşlarında, orta boylu ve pek de kuvvetli görünmeyen bir adamdı. Canlı tabiatı, yanaklarının koyu rengiyle ifşa ediliyordu. Çehresi soğuk bir canlılığa sahipti; sıradan özellikler ve büyük bir burun -bir geminin pruvasına benzeyen ve kaderlerinde büyük keşifler yazılı olan erkeklerin yüzlerini tasdikleyen büyük bir burun. Cesur olmaktan çok, kibar ve zeki bakan gözleri, görüntüsüne alışılmadık bir albeni katıyordu. Kolları uzundu ve çok yürüyen bir insanın dayanıklılığını işaret eden ayakları, yere gömülmüş gibiydi.
Vakur bir ağırbaşlılık, doktorun tüm benliğini kuşatmış gibiydi ve hiç kimse onu, kendine gizemli bir hava vermekle suçlayamazdı. Ayrıca, zararsız bir duruşu olduğu söylenebilirdi.
Böylece, içeri girdiği andan beri onu selamlamakta olanların tezahürat sesleri, kendisi sakin bir hareketle sessizlik istediğini gösterene dek devam etti. Onun için hazırlanmış olan koltuğa doğru yürüdü ve kararlı bakışlarla dimdik, bir heykel gibi hareketsiz durarak sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırdı. Ağzından tek bir söz çıktı:
“Excelsior!”[1 - Latince “daha ileriye” (ç.n.)]
Ne Bright ya da Cobden’ın ani hücumları ne de Palmerston’ın, İngiliz kıyılarındaki kayaları zırhla kaplamak için bütçe talebi bu denli heyecan yaratmıştı. Sir Francis M....’nin konuşması tamamen gölgede kalmıştı. Doktor, kendisini ılımlı, haşmetli, kendine yeten bir bütün olarak gösterebilmişti; durumu tanımlayan kelimeyi söylemişti…
“Excelsior!”
Hata bulmakla meşgul gut hastası yaşlı amiral, karşısında durmakta olan bu kişi tarafından bozguna uğratılmıştı ve derhâl Dr. Ferguson’ın konuşmasının “Londra Kraliyet Coğrafya Cemiyeti Bülteni”nde yayımlamasını önerdi.
Peki, o zaman bu adam kimdi ve önerdiği girişim neyin nesiydi?
İngiliz Donanmasında cesur ve nitelikli bir kaptan olan Ferguson’ın babası, çok küçük yaşlarından itibaren, oğlunu kendi işinin macera ve tehlikeleriyle haşır neşir etmişti. Korku nedir bilmeyen bu küçük yoldaş, öncelikle istekli ve çalışan bir kafa ve araştıran bir zekâydı. Ayrıca, bilime hatırı sayılır bir yatkınlık ortaya koyuyordu. Dahası, kendisini zorluklardan kurtarma yolunda sıra dışı bir hüner sergiledi. Çocukların genellikle başarısız olduğu bir durum olan ilk kez çatal kullanmada bile asla çelişkiye düşmedi.
Bu ilgisi çok erken yaşlarda okuduğu denizcilik ve yatırımcılık üzerine olan kitaplarla alevlendi ve 19. yüzyılın ilk bölümünü şekillendiren keşifleri ilgiyle takip etti. Mungo Park, Bruces, Cailliés, teğmenler ve bir yere kadar da katiyen diğerlerinden daha düşük konumda görmediği Selkirk[2 - Alexander Selkirk: Mahsur kaldığı Robinson Crusoe Adası (Bu ismi daha sonra almıştır.)’nda dört yıl boyunca yalnız yaşamış İskoç denizcidir. Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe”da Selkirk’ ün yaşamından esinlendiği iddia edilir.] gibi kâşiflerin zaferleri hakkında kafa yordu. Juan Fernandez Adası’nda kaç saati bu kahramanla dolu dolu geçirmişti! Genellikle, gemisi batmış olan bu denizcinin fikirlerini eleştirirdi. Bazen de planlarını ve projelerini… Şöyle bir durumda çok daha farklı davranırdı ya da en azından aynısını yapmazdı. Tabii tamamen ikna olduysa! Diğer yandan, tek bir şeyden memnundu; tebaası olmayan bir kral gibi mutlu yaşayabileceği bu güzel adayı asla bırakmak zorunda kalmayacaktı. Hayır! Tabii ki karşılığında verilen rüşvet, donanmada amiral rütbesi değilse!
Bu eğilimlerin, yerküreyi köşe bucak gezerek geçirilmiş bir gençlik döneminde şekillendiği varsayılabilir. Bunun yanı sıra tam bir eğitimci olan babası, bu sınırsız zekâyı; su bilimi, fizik, mekanik gibi ciddi çalışmalarla beraber, az miktarda botanik, tıp ve astronomiyle takviye etmek için en küçük bir fırsatı bile kaçırmadı.
Muhterem Kaptan Samuel Ferguson öldüğünde -ki Francis o zaman yirmi iki yaşındaydı- dünyayı dolaşmıştı. Bengalli Mühendisler Taburu’na katılmış ve birkaç hadisede kendisini göstermişti; fakat bu asker hayatı ona uygun değildi; ilgili fakat emir almaya gelemeyen biriydi! Hiçbir zaman emir almaktan hoşlanmazdı. Bu yüzden istifasını verdi ve biraz botanik merakı biraz da avcıyı oynamak adına Hint Yarımadası’nın kuzeyinden yola koyuldu ve Kalküta’dan Surat’a kadar amatör bir yolculuk yaptı.
Surat’tan Avustralya’ya geçti ve 1845’te Yeni Hollanda’nın merkezinde bulunduğu varsayılan Hazar Denizi’ni keşif için gönderilen Kaptan Sturt’un seferine katıldı.
Samuel Ferguson, 1850 yılında İngiltere’ye döndü ve keşif arzusu adlı şeytan tarafından her zamankinden daha çok ele geçirilmiş bir hâlde 1853’e kadar, Kaptan McClure’a, Amerika Kıtası’nı Bering Boğazı’ndan Farewell Burnu’na kadar geçmek için çıkılan seferde eşlik etti.
Tüm zorluklara ve hava koşullarına rağmen Ferguson’ın bünyesi gayet dayanıklı çıktı. Her türlü mahrumiyet durumunda hiç rahatsızlık duymadı. Aslında, midesi isteğe göre genişleyip daralan, bacakları yolculuğun belirleyeceği “yatağa” uygun olarak uzayıp kısalabilen, günün her saatinde uyuyup gecenin her anında uyanabilen Ferguson, denizcilik ve kâşiflik için tam anlamıyla biçilmiş kaftandı.
Tüm bu anlatılanlardan sonra seyyahımızı 1855-1857 yılları arasında Tibet’in batısında kalan bölgeyi Schlagintweit kardeşlerle beraber gezerken ve bu seferden birçok ilginç etnografik gözlemle dönerken görmek hiç de şaşırtıcı olmazdı.
Tüm bu farklı yolculuklarda Ferguson, “Daily Telegraph” adlı 140.000 tirajı olan fakat yine de bir ordu dolusu okuruna güç bela ulaşabilen gazetenin en aktif ve ilgi çekici muhabiri oldu. Böylece doktor, tanınan bir şahsiyet hâline geldi fakat yine de ne Londra, Paris, Berlin, Viyana ya da St. Petersburg’da bulunan Kraliyet Coğrafya Cemiyetlerine katılabildi ne de Seyyahlar Kulübüne ya da istatikçi arkadaşı Cockburn’ün etkin görev aldığı Kraliyet Politeknik Enstitüsüne kabul edildi.
Bir diğer âlim, şu soruyu soracak kadar ileri gitti: Doktorun, yerkürenin çevresini dolaşırken katettiği yol mil olarak hesaplanırken kafa ölçüsü, ayak ölçüsünden kaç mil daha fazla yol yapmış olarak hesaplanmıştı? Çünkü kafasının ve ayaklarının yarı çapları farklı ölçülerde olmalıydı. Ya da sırasıyla doktorun kafası ve ayakları tarafından katedilmiş miller, bu centilmenin gerçek uzunluk ölçüleri istenerek mi hesaplanmıştı?
Bu konuşma aslında doktora iltifat etmek için yapılmıştı fakat doktor kendisini tüm bu âlim zümreden -kendisinin de olduğu gibi kiliseye bağlı fakat kilisenin polemikçisi olmayan zümreden- çok uzakta hissediyordu. Tartışmak yerine araştırarak, vaaz vermek yerine keşfederek zamanın çok daha verimli geçirileceğine inanıyordu.
Gölü gezmek için Cenevre’ye gelen bir İngiliz’in hikâyesi anlatılır. İngiliz, insanların omnibüslerde istiflendiği gibi yanlamasına oturtulduğu garip bir arabaya biner. Neyse; sırtı göle dönük, bir koltuğa oturur. Araba, o bir kez bile arkasına dönüp dışarı bakmayı akıl edemeden turunu bitirir ve o da Cenevre Gölü’nden “büyülenmiş” bir şekilde Londra’ya döner.
Fakat, Dr. Ferguson, kendi seyahatlerinde arkasına dönmeyi akıl etti ve çok iyi bir anlaşma olarak gördüğü iyi bir amaca yüzünü döndü. Bu şekilde davranarak aslında doğası gereği hareket etmiş oldu. Dr. Ferguson bir yere kadar kaderciliği benimsemişti; fakat kendisine ve hatta Tanrı’ya güvenmesini sağlayan, kaderciliğe kısmen bağlı olan Ortodoks bir okuldan gelmeydi. Bu yolculukta iradesinin değil de kaderinin onu yönlendirdiğini söylemişti. Dünyayı kendi kendine değil de üzerinde bulunduğu raylar tarafından yönlendirilen bir lokomotif gibi gezdiğini anlatmıştı.
“Ben yolu takip etmem.” derdi genellikle. “Yol, beni takip eder.”
Artık okur, doktorun, Kraliyet Coğrafya Cemiyetine girdiğinde karşılaştığı büyük tezahürat karşısında bu denli sakin kalmasına şaşmayacaktır. Tüm bu değersiz şeylerin üstündeydi; kibirsiz ve caka satmaya gerek duymayan biri… Sir Francis M....’nin kendisine sunduğu teklife dünyadaki en basit şeymişçesine tepeden baktı ve yarattığı inanılmaz etkiyi neredeyse fark etmedi bile.
Oturum bittiğinde doktor, Pall Mall’daki Seyyahlar Kulübüne götürüldü. Şerefine görkemli bir eğlence hazırlanmıştı. Servis yapılan tabakların boyutları, ağırlanan konuğun önemine göre ayarlanmıştı. Bu inanılmaz yemekte servis edilen mersin balığı da Dr. Ferguson’ın ta kendisinden bir inç[3 - İnç: 2,54 cm uzunluğundaki uzunluk ölçüsü birimidir.] bile kısa değildi.
Afrika’daki keşifleri sebebiyle isimlerini şanlı kılmış bu seçkin misafirler, sınırsız çeşitlilikte ekmek ve şaraba boğuldu. Konuklar, İngilizlerin güzel âdetine göre alfabetik sırayla tüm misafirlerin şerefine kadeh kaldırdı. Hatırlanan ve şerefine kadeh kaldırılanlar: Abbadie, Adams, Adamson, Anderson, Arnaud, Baikie, Baldwin, Barth, Batouda, Beke, Beltram, Du Berba, Bimbachi, Bolognesi, Bolwik, Belzoni, Bonnemain, Brisson, Browne, Bruce, Brun-Roliet-Burchell, Burckhardt, Burton, Caillaud, Caillie, Campbell, Chapman, Clapperton, Clot-Bey, Colomieu, Courval, Cumming, Cuny, Debono, Decken, Denham, Desavachers, Dicksen, Dickson, Dochard, Du Chaillu, Duncan, Durand, Duroule, Duveyrier, D’Escayrac, De Lauture, Erhardt, Ferret, Fresnel, Galinier, Galton, Geoffroy, Golberry, Hahn, Halm, Harnier, Hecquart, Heuglin, Hornemann, Houghton, Imbert, Kauffmann, Knoblecher, Krapf, Kummer, Lafargue, Laing, Lafaille, Lambert, Lamiral, Lampriere, John Lander, Richard Lander, Lefebvre, Lejean, Levaillant, Livingstone, Mac Carthy, Maggiar, Maizan, Malzac, Moffat, Mollien, Monterio, Morrison, Mungo Park, Neimans, Overwey, Panet, Partarrieau, Pascal, Pearse, Peddie, Pe-ney, Petherick, Poncet, Prax, Raffenel, Rabh, Rebmann, Richardson, Riley, Ritchey, Rochet d’Hericourt, Rongawi, Roscher, Ruppel, Saugnier, Speke, Steidner, Thibaud, Thompson, Thornton, Toole, Tousny, Trotter, Tuckey, Trywhitt, Vaudey, Veyssiere, Vincent, Vinco, Vogel, Wahlberg, Warrington, Washington, Werne, Wild ve listenin sonunda fakat önem sıralamasının başlarında yer alan kişi; akılalmaz teşebbüsüyle, Afrika keşif dizisini tamamlayacak ve tüm bu kâşiflerin başarılarını bir bütün kılacak olan Dr. Ferguson…

BÖLÜM II
Daily Telegraph’ta yayımlanan makale – Bilimsel yayınlar arasındaki savaş – Bay Petermann, arkadaşı Dr. Ferguson’a arka çıkıyor – Savant Koner’ın yanıtı – Oynanan bahisler – Doktora gelen türlü türlü teklifler
Ertesi gün, Ocak ayının on beşinde, “Daily Telegraph” şu sözlerle nakışlanmış bir makale yayımladı:
En sonunda Afrika’nın, uçsuz bucaksız ıssızlığının sırrını ifşa etmek üzere; altı yüzyıldır âlimlerin sırrına eremediği bu muammanın anahtarı, modern bir Oedipus tarafından bizlere verilmek üzere. Eskiden, Nil Nehri’nin -fontes Nili quoerere- kaynağını araştırmak; çılgın bir çaba, açığa çıkmaması gereken bir kuruntu olarak değerlendirilirdi.
Dr. Barth, Denham ve Clapperton’ın izini takip ederek Sudan’a gitmeye çabalarken; Dr. Livingstone, Ümit Burnu’ndan Zambezi Havzası’na doğru birçok korkusuz keşifte bulunurken; Kaptan Burton ve Speke, büyük iç gölleri keşfederken; modern uygarlığa ulaşan üç geçit açtılar. Kesişme noktaları ise -ki daha hiç kimse ulaşmayı başaramamıştır- Afrika’nın kalbidir ve tüm çabalar artık bu yöreye yönlendirilmelidir.
Bilimin, bu canını dişine takan öncülerinin emekleri, okurlarımızın da sıklıkla başarılarını takdir edebilme fırsatına sahip olduğu Dr. Samuel Ferguson’ın bu cesur projesiyle birbirine kenetlenmek üzeredir.
Bu cesur kâşif, tüm Afrika’yı doğudan batıya bir balonla geçebileceğini iddia etmektedir. Eğer iyi bilgilendirildiysek, bu hayret verici yolculuğun başlangıç noktası, batı sahil şeridinde yer alan Zanzibar Adası olacaktır. Varış noktası ise sadece Tanrı’nın tayin etmesine kalmıştır.
Bu bilimsel teşebbüs, dün resmî olarak Kraliyet Coğrafya Cemiyetinde sunulmuştur ve bu yatırımın giderlerini karşılamak için 2.500 pound’luk bir meblağ toplanmıştır.
Hiçbir kayıtta eşi benzeri bulunmayan bu girişimin gidişatı hakkında okurlarımızı haberdar kılmaya çalışacağız.
Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi bahsi geçen konu, bilim insanları arasında büyük yankı buldu.
İlk olarak, bir kuşku fırtınası yarattı; Dr. Ferguson, Birleşik Devletler’e gittikten sonra bir de İngiliz Adaları’nı “inşa etmeyi” öneren Barnum soyunun ürettiği bir hayal kahramanı olarak değerlendirildi.
Cenevre’de “Bulletins de la Société Geographique” dergisinin şubat sayısında kinayeli bir cevap yayımlandı ve Londra Krallık Cemiyeti ve harikulade mersin balıklarıyla kibarca dalga geçildi.
Fakat Bay Petermann, Gotha’da basılan Mittheilungen’de, Cenevreli dergiyi derin bir sessizliğe gömdü. Bay Petermann, Dr. Ferguson’ı şahsi olarak tanımaktaydı ve arkadaşının cesaretine kefil olabilirdi.
Böylece tüm kuşkular birdenbire yok oldu: Londra’da yolculuk için hazırlıklar başladı; Lyons’taki fabrikalar balonun gövdesi için yüklü miktarda ipek siparişi aldı ve sonunda İngiliz hükûmeti Kaptan Benett idaresindeki Resolute adlı yük gemisini bu keşif gezisinin hizmetine sundu.
Aniden dünyanın her bir köşesinden tebrik ve cesaret mesajları gelir oldu.
Bu girişimin tüm ayrıntıları Paris Coğrafya Cemiyetinin bültenlerinde yayımlanmaya başladı. “Nouvelles Annales des Voyages, de la Geographie, de l’Histoire, et de l’Archaelogie de M. V. A. Malte-Brun”da (Seyahat, Coğrafya, Tarih ve Arkeoloji Bilimleri Yeni Yıllığı – M. V. A. Brun) kayda değer bir makale yayımlandı. Ayrıca, “Zeitschrift für Allgemeine Erdkunde”de Dr. Savant Koner tarafından bir araştırma yazısı yayımlandı ve bu yazıda, seyahatin yapılabilirliğinden tutun da başarılı olma olasılığına, var olan engellerin doğasından havada hareket kabiliyetinin çok sayıdaki avantajına kadar her şey irdelendi ve hata olarak değerlendirilebilecek tek bir şeye rastlandı. Dr. Koner’a göre, seyahatin başlangıç yeri olarak 1768 yılında Nil Nehri’nin kaynağını bulmak için yola çıkan James Bruce’un yaptığı gibi, Habeşistan’da küçük bir liman olan Massowah seçilmeliydi. Bununla birlikte, su yüzüne çıkan bir hayranlıkla, Dr. Ferguson’ın enerjik karakterinden, böyle bir girişimi düşünüp gerçek kılabilen demir yüreğinden de bahsediliyordu.
“The North American Review”[4 - Amerika’da basılan ilk edebî eleştiri dergisi (ç.n.).] bu denli büyük bir zaferin sadece İngilizlerin tekelinde olmasından duyduğu hoşnutsuzluğu saklayamadı ve böylelikle doktorun rotasıyla alay ederek bari yola çıkmışken seyahatini Amerika’ya kadar uzatmasını her türlü yolu kullanarak zorlamaya çalıştı.
Sözün kısası, yeryüzünde bulunan yayınların hepsini sayamasak bile, “Evanjelik[5 - Evanjelik: İsa’nın ve İncil’in öğretisine uyan (ç.n.).] Misyon Günlükleri”nden tutun da “Revue Algérienne et Coloniale”e, “Annales de la Propagation de la foi”dan “Kilise Misyon Muhabiri”ne kadar her dergi, bu girişimin her bir safhası hakkında söyleyecek bir söz buldu.
Londra ve tüm İngiltere’de genel olarak dört konu üzerinde bahse girildi: İlki; Dr. Ferguson’ın gerçek olup olmadığı, ikincisi; keşif gezisin akıl kârı olup olmadığı, üçüncüsü; girişimin başarılı olup olmayacağı ve son olarak da Dr. Ferguson’ın geri dönüp dönemeyeceği.
Bahis kitapları, Epsom[6 - Epsom Downs: İngiltere At Yarışları (ç.n.).] yarışları söz konusuymuş gibi akılalmaz meblağlarla dolup taştı.
Böylece; inananı inanmayanı, âlimi cahili, tüm zıt kutuplar gözlerini doktora dikti ve doktor, böylesine görkemli bir yelesi olduğunun farkına bile varamadan günün aslanı ilan edildi. Doktorun tarafından bakarsak, gezisi hakkında en güvenilir bilgiyi iletmeye istekliydi. Yeryüzündeki en cana yakın insan olmak doğasında bulunduğu için doktora ulaşmak son derece kolaydı. Birçok gözü kara seyyah, tehlikeyi de zaferi de paylaşmak teklifiyle kapısını çaldı, fakat doktor herhangi bir sebep göstermeksizin her birini reddetti.
Balon düzeneklerine uygun icatları olan birçok mucit, sistemlerini tanıtmayı önerdi fakat hiçbiri kabul edilmeyecekti ve doktora bu amaçla kullanacağı, kendisine ait bir icadı olup olmadığı sorulduğunda bir açıklama yapmayı bile reddetti; sadece gezisinin hazırlıklarıyla her zamankinden daha çok ilgilenmeyi yeğledi.

BÖLÜM III
Doktorun arkadaşı – Arkadaşlıklarının kaynağı – Dick Kennedy Londra’da – Beklenmedik fakat çok da avutucu olamayan bir teklif – Hiçbir şekilde neşe kaynağı olamayan bir atasözü – Afrika şehitleri listesinden birkaç isim – Balonun avantajları – Dr. Ferguson’ın sırrı
Dr. Ferguson’ın bir arkadaşı vardı fakat onu ayrı bir benlik olarak değerlendirmeliyiz, daha çok bir “ikinci ben” denilebilir çünkü birbirinin kopyası iki insan arasında arkadaşlık var olamaz.
Farklı özelliklere, eğilimlere ve karaktere sahip olsalar da Dick Kennedy ve Dr. Ferguson tek bir yürek olmuştu ve bu durum onlara asla sorun çıkarmadı.
Aslında tam tersinin gerçekleştiğini söylemek mümkün.
Dick Kennedy kelimenin tam anlamıyla bir İskoç’tu; açık, yavuz ve dikbaşlı. Edinburgh yakınlarında, Auld Reekie’nin banliyösü olan Leith adlı bir kasabada yaşardı. Bazen balıkçılık yapsa da her daim hazır bir avcıydı ve bu durum, Highlands Dağları’na az da olsa tırmanmış bir Kaledonya evladı için hiç de sıra dışı bir durum sayılmazdı. Tüfekle yaptığı mükemmel atışları dillere destandı çünkü bir bıçak ağzına attığı kurşunu, sadece ikiye bölmekle kalmaz; bu parçaların bir de tartılsalar aralarında fark olmayacak şekilde eşit olduğu görülürdü.
Kennedy’nin vücut yapısı, Sir Walter Scott’un “Manastır” adlı eserinde tasvir edilen Herbert Glendinning’e şaşırtıcı derecede benziyordu. Endamı altı İngiliz ayağından uzundu ve asaletle hareketliliği beraber barındıran bu vücut, aynı zamanda Herkül’ün gücünden de nasibini almıştı. Güneşten kararmış bir yüz, parlak siyah gözler, cesaretin doğal havası… Sonuç olarak tüm varlığında hissedilen sağlam, metin ve güvenilir bir şey, daha ilk görüşte her şeyi anlatıyordu.
Bu arkadaşlık, Hindistan’da, her ikisinin de aynı birliğe bağlı olduğu dönemde şekillendi. Dick fil ve kaplan avlarken Samuel böcek ve bitki araştırıyordu. Her biri kendisini alanında uzman olarak değerlendirirdi. Öyle ki doktor, bulduğu nadir bir bitkinin, zorlu bir avda elde edilen fil dişleriyle aynı değerde olduğunu savunurdu.
Bu iki genç adam, ne birbirlerinin hayatını kurtarmak ne de birbirlerine herhangi bir hizmette bulunmak şansına sahip oldular. Fakat sarsılmaz bir dostlukları vardı. Kader bazen onları ayrı koysa da aralarındaki sıcaklık onları hep yeniden bir araya getirdi.
İngiltere’ye döndüklerinden beri, doktorun seyahatleri sebebiyle sık sık ayrı kaldılar ama doktor her eve dönüşünde, kafadarını ziyaret edip misafirperverlik beklemeden evinde birkaç haftayı beraber geçirmeyi bahşediyordu.
Dick geçmişten bahsederken Samuel geleceğe hazırlanıyordu. Biri geriye öteki ileriye bakıyordu. Böylece huzursuz bir ruh, Ferguson’a yön verirken; kusursuz bir dinginlik, Kennedy’yi şekillendiriyordu -ne çelişki ama!
Tibet’ten döndükten sonra doktor yaklaşık iki yıl farklı bir seyahatten söz etmedi. Arkadaşının seyyahlık içgüdülerinin ve serüven açlığının yatıştığını düşünen Dick, durumdan oldukça memnundu. Bu seyahatlerin elbet bir gün kötü sonuçlanacağı inancındaydı. Bir kişinin insanoğluyla nasıl deneyimleri olursa olsun yamyamlar ve vahşi hayvanlar arasında sonsuza kadar rahatça gezinemezdi. İnsanlığa gönül borcunu fazlasıyla ödemiş ve bilim için de yeteri kadar çalışmış bir insan olarak Samuel, artık bu işlerine bir nokta koymalıydı.
Doktorsa bunlara cevap vermiyordu. Kendisi dışında kimsenin anlamadığı garip görünüşlü makinelerle deneyler yaparak, bir öbek rakamla uğraşarak, geceleri kendini esrarlı hesaplara vererek derin düşüncelere dalıyordu. Hâlihazırda bazı harika fikirlerin oluşmaya başladığı anlaşılabiliyordu.
Ocak ayında arkadaşı Londra’ya döndüğü zaman, Kennedy, Aklından ne geçiyor olabilir? diye düşünmekteydi.
Cevabı, bir gün “Daily Telegraph” gazetesine göz gezdirirken buldu.
“Aman Tanrı’m!” diye bağırdı. “Zırdeli, kaçık! Balonla Afrika’yı geçmek ha? Dönüm noktası bu olsa gerek! Son iki senedir aklını kurcalayan, buymuş demek ki!”
Şimdi, sevgili okur, bütün bu ünlem işaretlerini atıp yerlerine hızlıca masaya vurulan yumruklar koyarsanız, Dick’in konuşurken nasıl bir durumda olduğuna dair bir fikriniz olabilir.
Evinin her işini gören yaşlı Elspeth, her şeyin bir kurmaca olabileceğini söyleyecek oldu ama
“Hiç de değil!” diye gürledi. “Ben malımı bilmez miyim? Tam da onun işi değil mi? Havada seyahat ha? Şimdi de kartalları mı kıskanıyor? Hayır! Seni temin ederim onu durdurmanın bir yolunu bulacağım! O… Onu biraz yalnız bırakırsak, yakında aya gitmeye de kalkar!”
Hemen o akşam, yarı telaşlı yarı bezgin bir hâlde olan Kennedy, trene bindi ve ertesi sabah Londra’ya vardı.
Vardıktan 45 dakika sonra bir araba, onu Dr. Ferguson’ın Soho Meydanı, Greek Caddesi’ndeki küçük evinin kapısında indirdi. Gecikmeden birkaç adımda kapıya ulaştı ve beş kez kuvvetlice kapıya vurarak geldiğini belirtti.
Kapıyı bizzat Ferguson açtı.
“Dick! Sen mi geldin?” dedi fakat çok da şaşırmamıştı.
“Evet ta kendisi!” oldu gelen yanıt.
“Sen, benim canım dostum, av mevsiminin tam ortasında Londra’ya mı geldin?”
“Evet, burdayım işte. Londra’da!”
“Seni buraya ne getirdi bakalım?”
“Akla gelen gelmiş geçmiş en büyük çılgınlığı engellemeye geldim!”
“Çılgınlık mı?” diye sordu doktor.
“Gazetede yazılanlar doğru mu?” diye devam etti Kennedy, bir yandan da elinde bahsi geçen makalenin olduğu gazeteyi sallıyordu.
“Ah, demek bundan bahsediyordun! Bu gazeteler gerçekten çok geveze! Önce bir otur şöyle, sevgili dostum.”
“Hayır, oturmayacağım! Yani şimdi gerçekten bu yolculuğa çıkmayı mı planlıyorsun?”
“Tabii ki! Tüm hazırlıklarım yolunda gidiyor ve ben…”
“Nerede şu eşyaların? Hele bir elime geçirsem! Hepsini öyle bir hâle yola koyarım ki!” Bizim kibar İskoç’umuz benzersiz bir öfke patlaması yaşıyordu.
“Sakinleş, Sevgili Dick!” diye söze girdi doktor. “Öfkeni anlıyorum çünkü seni yeni projemden haberdar etmedim.”
“Yeni projem diyor bir de!”
“Çok meşguldüm.” diye devam etti doktor, sözünün bölünmesine aldırış etmemişti. “O kadar çok şeyle ilgilenmem gerekti ki! Ama sana yazmadan kesinlikle yola koyulmayacaktım.”
“Öyle mi! Gerçekten çok onur duydum!”
“Çünkü niyetim seni de yanımda götürmekti.”
Bu laf üzerine, İskoçyalı öyle bir sıçradı ki bir dağ keçisi bile bu sıçrayışı beğenmezlik edemezdi.
“Oh, yani sen ikimizi de Bedlam’a[7 - Londra’daki akıl hastanesi (ç.n.).] göndertecektin!”
“Sana gözüm kapalı güvenirim ve bilirsin seni diğer insanlardan hep ayrı tutmuşumdur.”
Kennedy’nin şaşkınlıktan dili tutulmuştu.
“Beni on dakika dinlersen…” diye ekledi doktor. “Bana teşekkür edeceksin.”
“Sen gerçekten ciddi misin?”
“Çok ciddiyim.”
“Peki seninle gelmeyi reddedersem?”
“Etmeyeceksin.”
“Edeceğimi varsayarsak?”
“O zaman yalnız giderim.”
“Şöyle oturalım.” diye ekledi Kennedy. “Ve heyecanlanmadan konuşalım. Dalga geçmeyi bıraktığın anda bu konuyu tartışabiliriz.”
“O zaman kahvaltıda tartışalım Sevgili Dick, tabii bir sakıncası yoksa?”
İki arkadaş üzerinde kocaman bir tabak kızarmış ekmek ve büyük bir çaydanlık olan küçük masaya karşılıklı oturdular.
“Sevgili Samuel!” diye söze başladı avcı. “Senin projen bir delilik! Olanaksız! Akıl kârı olan hiçbir şeyle uzaktan yakından alakası yok!”
“Ama denediğimiz zaman işin içyüzünü anlayacağız.”
“Fakat tam olarak nasıl olacağından bile emin olmadığın bu yolculuğa çıkmayı deneyemezsin!”
“Peki neden, söyler misin bana?”
“Şey… Riskler ve zorluklar!”
“Zorluklar…” diye ciddi bir tavırla cevapladı Ferguson. “Üstesinden gelmek için varlar. Risklere ve tehlikelere gelince; onlardan kaçabilmekle kim övünür? Hayatta var olan her şey tehlikelidir; bir kişinin kendi masasında oturması bile tehlikeli olabilir ya da kafana kendi şapkanı takmak… Ayrıca, olacak şeylere zaten olmuş gözüyle bakmalıyız ve gelecekte de şu andan fazlasını görmemeliyiz çünkü gelecek, yaşanan anın biraz ötesinden ibarettir.”
“İşte bu!” diyerek omuz silkti Kennedy. “Dünyaya gelmiş en kaderci insan!”
“Evet ama kelimenin iyi anlamında… O zaman kaderin bizim için neler sakladığını düşünüp canımızı sıkmayalım ve şu eski, güzel İngiliz atasözünü hiç akıldan çıkarmayalım: Asılmak için doğan biri asla boğulmaz!
Verilecek bir cevap yoktu fakat bu durum, Kennedy’nin. şimdi burada saymanın yersiz olacağı birçok savı aklına getirmesine engel olmadı.
“Peki o zaman.” dedi bir saat süren tartışmanın ardından, “Afrika Kıtası’na olan bu yolculuğu yapmaya kesin kararlıysan -bu seni mutlu edecekse- niye bilinen rotayı takip etmek istemiyorsun?”
“Niye?” diye haykırdı doktor. “Bugüne kadar bahsettiğin yolları izlemek hep hüsranla sonuçlandı; Nijerya’da katledilen Mungo Park’tan Wadai ülkesinde kaybolan Vogel’ya; Murmur’da ölen Oudney’den Sakato’da yok olan Clapperton’a ve hunharca katledilen Fransız Maizan’ya, Tuaregler tarafından öldürülen Binbaşı Laing’dan Rocher’ye, 1860’ların başından bu yana katledilmiş birçok kişinin adı yazıldı Afrika şehitleri listesine. Çünkü açlık, susuzluk, ateş gibi birçok unsura ve vahşi yaratıklara, onlardan daha vahşi insanlara karşı ayakta kalmak imkânsız! Çünkü bir iş, bir şekilde yapılamıyorsa başka yollar denenmeli. Sonuç olarak bir şeyin tam ortasından geçemiyorsan diğer tarafı ya da üstünden geçmeyi seçmelisin!”
“Keşke tek sorun üstünden geçmek olsa!” diye başladı Kennedy. “Ama havadan geçmek, doktor, işte mesele bu!”
“Peki o zaman…” dedi doktor. “Korkmam gereken şey ne? Sen de kabul edersin ki balonumun düşmemesi için gereken önlemlerin hepsini aldım. Ama olur da beni hayal kırıklığına uğratırsa ben de diğer kâşiflerin normal konumuna, toprağın üzerine inmiş olacağım. Fakat balonum beni yarı yolda bırakmayacak yani bu tür hesaplamalarla uğraşmak yersiz.”
“Evet ama bu durumları da göz önünde bulundurmalısın.”
“Hayır, Dick, Batı Afrika kıyılarına varana dek balondan ayrılmamak niyetindeyim. Onunla her şey olası, onsuz ise bu çapta bir geziye eşlik edebilecek tüm sıradan tehlikelerle yüz yüze kalacağım. Ama onunla ne sıcak ne seller ne fırtınalar ne sam yeli ne kötü hava ne vahşi hayvanlar ne de vahşi insanlar; hiçbir şey beni korkutamaz! Eğer hava sıcak gelirse yükselirim; eğer üşürsem alçalırım. Bir dağa mı rastladım, üzerinden geçerim, sarp bir kayalık mı gördüm, yanından süzülürüm, bir sele denk gelirsem, üzerinden bir kuş gibi geçerim. Yorgunluk nedir bilmem ve dinlenmeye ihtiyaç duymaksızın mola veririm. Doğmakta olan şehirlerin üzerinden süzülürüm. Bir fırtına hızıma hız katar. Afrika Kıtası, büyük dünya atlasına bakıyormuşum gibi gözlerimin altında kayarken bazen göğün derinliklerinden bazen de topraktan 100 fit havada uçabilirim.”
İnatçı Kennedy bile etkilenmiş görünüyordu. Karşısında resmedilen manzara başını döndürmüştü. Gözlerini hayranlık ve ilgiyle doktora çevirmişti. Daha şimdiden boşlukta sallanıyormuş hissine kapılarak biraz ürpermişti.
Sonunda şöyle dedi: “Peki Samuel, yani şimdi balon kullanmanın inceliklerini bildiğini mi söylüyorsun?”
“Hiç de değil. Bu tam bir ütopya!”
“Peki o zaman gideceğin yer?”
“Tanrı nereyi isterse ama en azından doğudan batıya.”
“Niçin?”
“Çünkü yönü hiç değişmeyen Alize rüzgârlarından faydalanmak niyetindeyim.”
“Ah tabii ki!” diye cevapladı Kennedy. “Alize rüzgârları, evet, gerçekten de yapılabilir; onda bir şey var.”
“Evet onda bir şey var, aslında her şey onda. İngiliz hükûmeti bir vasıta temin etti ve tahminî varış tarihime uygun olarak üç dört gemi de Batı Afrika sahillerinde seyir hâlinde olacak. Biz, en fazla üç ay içerisinde balonumu şişireceğim yer olan Zanzibar’a gidip oradan yola koyulacağız.”
“Biz?” dedi Dick.
“Hâlâ ufacık bir itirazın varsa konuş, dostum Kennedy.”
“Ufacık bir itiraz! Bin tane var kafamda! Ama her şey bir yana, eğer ülkeyi gezmek istiyorsan eğer kafana göre alçalıp yükseleceksen, bunu yakıt kaybetmeden yapamazsın. Bugüne kadar başka bir yöntem geliştirilmediğine göre, havada yapılması planlanan uzun yolculukların karşısındaki başlıca engel budur.”
“Sevgili Dick, kısacık bir cevabım var. Bir tez gaz molekülü bile kaybetmeyeceğim.”
“Ve hâlen istediğin zaman alçalabilecek misin?”
“Ne zaman istersem o zaman.”
“Peki nasıl yapacaksın?”
“İşte benim sırrım da burada gizli dostum Dick. İnançlı ol ve benim inancımı benimse: Excelsior!”
“Excelsior! Öyle olsun bakalım.” diye ekledi tek kelime Latince bilmeyen avcı.
Fakat arkadaşını engellemek için gücünün elverdiği tüm yolları denemeye kararlıydı ve pes etmiş gibi görünerek gözlemlemekle yetindi. Doktora gelince; hazırlıklarına kararlılıkla devam etti.

BÖLÜM IV
Afrika’daki keşifler – Barth, Richardson, Overweg, Werne, Brun-Rollet, Penney, Andrea, Debono, Miani, Guillaume Le-jean, Bruce, Krapf, Rebmann, Maizan, Roscher, Burton ve Speke
Dr. Ferguson’ın izlemeyi şeçtiği hava güzergâhı öylesine seçilmemişti; çıkış noktası ayrıntılı olarak incelenmişti ve Zanzibar Adası’ndan havalanmayı seçmiş olmasının iyi bir sebebi vardı. Afrika’nın doğu sahillerine yakın bir konumda olan bu ada, 6 derece güney enlemi üzerindeydi ki bu da Ekvator’un 430 mil aşağısında yer aldığı anlamına gelir.
Nil Nehri’nin kaynağını bulmak amacıyla yola çıkılan son keşif gezisinin de başlangıç noktası bu adaydı.
Fakat Dr. Ferguson’ın birleştirmeyi düşündüğü keşiflerden bahsetmekte yarar var. Başlıca ikisi; 1849’da gerçekleşen Dr. Barth’ın ve Teğmenler Burton ve Speke’in 1858’deki keşfiydi. Dr. Barth, kendisine ve vatandaşı olan Overweg’e, İngiliz Richardson’ın gezisinde yer bulmayı başarmış bir Hamburgluydu. Richardson’a Sudan’da bir görev verilmişti.
Bu uçsuz bucaksız bölge, 15 ve 10 derece güney enlemleri arasında bulunuyordu ve oraya varmak için Afrika’nın içerisine 1500 mil seyahat etmek gerekiyordu.
O zamana kadar, bir gizemler ülkesi olan bu yer hakkında, 1822 ve 1824 yılları arasında yapılan Denham, Clapperton ve Oudney’nin seyahatleri vasıtasıyla biraz bilgi edinilebilmişti. Richardson, Barth ve Overweg, keşiflerini daha ileri taşımak arzusuyla, Tunus ve Trablus’a vardılar ve Fizan’ın başkenti Murzuk’a ulaştılar.
Tuareglerin yönlendirmesiyle, dikine izledikleri rotalarından vazgeçip Ghat’a; batıya doğru keskin bir dönüş yaptılar. Binlerce yağma, aşağılanma ve silahlı saldırı sahnesinden sonra kafile, Asben’in uçsuz bucaksız vahasına, bir ekim ayında varabildi. Dr. Barth gruptan ayrılarak Agadez kentine bir seyahat yaptıktan sonra 12 Aralıkta tekrar yola koyulan kafileye katıldı. Kafile, üç seyyahın birbirinden ayrıldığı Damergu kasabasına vardı ve Barth, yüklü miktarda haraç ve azmi sayesinde Kano’ya giden yolda ilerlemeyi başardı.
7 Martta, yanında sadece bir tek hizmetkârla, yüksek ateşten muzdarip olmasına rağmen yola çıktı. Bu seyahatin başlıca amacı, hâlen 350 mil uzakta olan Çad Gölü’nü tetkik etmek olduğundan tekrar yola koyulup Afrika Krallığı’nın kalbi olan Bornou’daki Zouricolo kasabasına vardı. Burada, açlık ve yokluk içinde hayatını kaybeden Richardson’ın haberini aldı. Sonunda, üç haftalık bir yolculuğun bitiminde, Trablus’tan ayrılışından on iki ay sonra Nagorno kasabasına ulaşabildi.
Onu, 29 Mart 1851’de, Overweg eşliğinde, gölün güneyindeki Adamaoua Krallığı’na doğru yola koyulurken buluyoruz ve oradan da 9 derece kuzey enleminin biraz aşağısında yer alan Yola’ya kadar uzanıyor. Bu, gözü kara seyyahın ulaşabildiği güneydeki en uzak sınır oluyor.
Ağustos ayında Kouka’ya dönüyor ve buradan da Mandara, Barghimi ve Klanem, son olarak da 17 derece 20 dakika batı boylamındaki Masena’ya geçerek batıdaki sınırını çiziyor.
Son yoldaşı Overweg’in 25 Kasım 1852’de hayatını kaybetmesinin ardından doğuya yöneliyor ve Sokoto’yu ziyaret edip Nijer’i geçiyor ve Timbuktu’ya varıyor. Burada bir şeyhin tüm aşağılamalarına, her türlü kötü davranışa ve sefalete rağmen sekiz ay boyunca konaklamak zorunda kalıyor. Ama bir Hristiyan’ın şehirde konaklamasına daha fazla tahammül edilemiyor ve Fouillane’lar şehri kuşatmakla tehdit ediyor. Böylelikle doktor, 1854 yılının 17 Mart gününde yola koyuluyor ve inanılmaz bir mahrumiyet içinde otuz üç gün geçiriyor. Kasım ayında Kano’ya ulaşabiliyor ve daha sonra da dört aylık bir gecikmeyle Denham’ın rotasına, Kouka’ya varıyor. 1855’in sonlarına doğru Trablus’a geçip 6 Eylülde bu seyahatin tek hayatta kalan üyesi olarak Londra’ya varıyor.
Dr. Barth’ın yolculuğu gerçekten bir cesaret destanıydı.
Dr. Ferguson, onun 4 derece kuzey enlemi ve 17 derece batı boylamında durduğunu dikkatlice not aldı.
Şimdi de Teğmen Burton ve Speke’in Doğu Afrika’da başardıklarına bir göz atalım:
Nil boyunca uzanan keşiflerin hiçbiri bu nehrin gizemli kaynağını bulmayı başaramadı. Alman Doktor Ferdinand Werne’nün anlatımına göre, 1840 yılında Mehmet Ali’nin gözetimi altında yapılan keşif gezisi, 4 ve 5 derece kuzey paralelleri arasında Gondokoro’da duraksamıştır.
1855’te Doğu Sudan’da ölen Vaudey’nin yerine Sardunya konsolosu olarak göreve başlayan Savoy’lu Brun-Rollet, Hartum’dan sakız ve fil dişi tüccarı Yakup adıyla yola koyuluyor ve 4. paralelin ötesinde bulunan Belenia’ya ulaşıp oradan ölümcül bir hastalığa tutularak Hartum’a dönüyor ve hayatını kaybediyor.
Ne ufak buharlı bir gemiyle Gondokoro’nun bir derece ilerisine gidebilen ve Hartum’da zafiyet sonucu hayata gözlerini yuman Mısır Sağlık Hizmetleri Başkanı Dr. Penney ne Gondokoro’nun aşağısındaki çağlayanlara ve ikinci paralele ulaşan Venedikli Miani ne de Nil’in daha da yukarılarına kadar seyahat eden Maltalı Tüccar Andrea Debono açıkça geçilmez olan sınırın ötesine geçebildi.
1859’da Fransız hukûmetince görevlendirilen M. G. Lejean, Kızıl Deniz üzerinden Hartum’a vardı ve yirmi kişilik mürettebat ve yirmi kişilik askerle Nil üzerinde yola koyuldu; fakat başkaldırmış zenci kabileler hayati risk oluşturmaktaydı; böylece Gondokoro’dan daha öteye geçemedi. M. d’Escayrac de Lauture tarafından başlatılan seyahat de aynı şekilde hüsranla sonuçlandı.
Bu ölümcül sınır, yola çıkan her kâşifi bir yerde tökezletiyordu. Eskiden Neron’un elçileri 9. enleme ulaşmışlardı yani on sekiz yüzyıl boyunca katedilen mesafe 5-6 dereceden; 300-360 milden daha fazla değildi.
Birçok seyyah ise Afrika’nın doğusundan yola koyularak Nil’in kaynağına ulaşmayı denedi.
1768-1772 yılları arasında, İskoç Bruce, Habeşistan’da bir liman olan Massava’dan yola koyulup Tigre boyunca seyahat etti, Aksum yıkıntılarını gezdi, “olmayan” Nil kaynaklarını gördü ve anlamlı bir sonuç elde edemeden geri döndü.
1844’te, Anglikan bir misyoner olan Dr. Krapf, Zanzibar kıyısındaki Monbaz’da bir müessese kurdu ve Dr. Rebmann’la birlikte kıyıdan üç yüz mil içeride iki sıradağ keşfetti. Bu dağlar, de Heuglin ve Thorton tarafından bir kısmına daha yeni tırmanılan Klimanjearo ve Kenya Dağları’dır.
1845’te Fransız kâşif Maizan, tek başına Bagamayo’dan yola çıktı ve Zanzibar’ın tam aksi yönünde Deje-la-Mhora’ya kadar ulaştı; fakat burada kabile lideri tarafından akla gelecek en kötü işkencelere maruz kaldı ve hayatını kaybetti.
1859 Ağustosunda, Hamburglu genç gezgin Roscher, bir Arap kervanıyla yola koyulup Malavi Gölü’ne ulaştı; fakat uykusunda öldürüldü.
Son olarak, 1857 yılında Bengal Ordusunda görevli teğmenler Burton ve Speke, Londra Coğrafya Cemiyeti tarafından, büyük Afrika göllerini incelemek için görevlendirildiler ve 17 Haziran günü Zanzibar’dan ayrılıp doğruca batıya yöneldiler.
Dört ay boyunca süregelen tarifsiz sıkıntılardan sonra eşyaları yağmalanmış ve hamalları dövülmüş ya da katledilmiş bir şekilde, tüccarlar ve kafilelerin bir nevi buluşma noktası olan Kazeh’e vardılar. Ay’ın ülkesinin tam ortasındaydılar ve burada âdetler, yönetim, din ve o topraklara özgü bitki ve hayvan çeşitleri hakkında çok değerli bilgiler elde ettiler. Ardından, 3. ve 8. derece güney enlemleri arasında yer alan ve inceleyecekleri ilk büyük göl olan Tanganika’ya doğru yola çıktılar. 1858 yılının 14 Şubat günü oraya vardılar ve çoğunluğu yamyam olan, göl kenarında yaşayan kabileleri ziyaret ettiler.
26 Mayısta tekrar yola koyuldular ve 20 Haziran günü Kazeh’e tekrar giriş yaptılar. Tamamıyla bitkin düşmüş olan Burton, burada birkaç ay hasta yattı ve bu süre zarfında Speke, 300 milden fazla kuzeye, 3 Ağustosa kadar ulaşamadığı Ukéréoué Gölü’ne kadar uzanan bir keşfe çıktı; fakat 2 derece 30 dakika enleminden sadece gölün ağzını görebildi.
25 Ağustosta Kazeh’e döndü ve bir sonraki sene Mart ayında ulaşabilecekleri Zanzibar’a doğru, Burton’la beraber yola koyuldular. Bu iki gözü pek kâşif, daha sonra İngiltere’ye döndü ve Paris Coğrafya Cemiyeti tarafından yılın ödülüne layık görüldüler.
Doktor Ferguson, bu iki kâşifin ne 2 derece güney enleminden ne de 29. doğu boylamından ileri gitmediklerine dikkat etti.
Böylece sorun, Burton ve Speke’in keşiflerinin Dr. Barth’ınkiyle nasıl birleştirileceğinden ibaret olmuştu; çünkü böyle bir girişim, bölgenin 12 dereceden daha fazla mesafelik bir kısmını aşmak anlamına geliyordu.

BÖLÜM V
Kennedy’nin Rüyası – Çoğul konuşmalar ve zamirler – Dick’in imaları – Afrika haritasında bir gezinti – Pusulanın iki kutbu arasında ne vardır? – Keşifler artık yürüyerek yapılıyor – Speke ve Grant – Krapf, de Decken ve de Heuglin
Dr. Ferguson, hazırlıklarını büyük bir istekle hızlandırdı. Balonun yapımıyla bizzat kendisi ilgileniyordu ve kimsenin ses çıkartmadığı bazı değişikler yapıyordu. Uzun bir zamandır Arapça öğrenmeye ve Mandingo kabilesinin deyimlerini anlamaya çalışıyordu ve çok dil bilmesi sayesinde, gayet hızlı ilerleme gösteriyordu.
Aynı zamanda, avcı arkadaşı, şüphesiz ki doktorun kimselere tek kelime bile etmeden yola koyulması ihtimalinden ürkerek, kendisini gözünün önünden ayırmıyordu. Bu konuda, en ikna edici tartışmalarla doktoru oyalamaya çalışsa da başarılı olmak şöyle dursun Ferguson’ın azıcık etkilenmiş gibi bile durmadığı içler acısı yalvarmalarla nefesini tüketiyordu.
Zavallı İskoç, gerçekten acınası bir hâldeydi. Artık gök kubbeye, kapkara korkular olmaksızın bakamıyordu. Uyurken başını döndüren sallantılar hissediyor ve her gece, tarifsiz yüksekliklerden aşağı düştüğü kâbuslarla uğraşıyordu.
Şunu da eklemek gerekir ki bu korkunç kâbuslarla uğraşırken bir ya da iki kez yataktan düşmüştü. İlk yaptığı iş, başındaki kocaman şişliği Ferguson’a göstermek oldu. “Üstelik…” dedi. saf saf. “Bu daha sadece 3 fitlik yükseklikten düşünce olan bir şiş, bir inç bile fazlası değil! Gerisini sen düşün!”
“Düşmeyeceğiz.” Cevap hep aynıydı.
“Fakat yine de düşmekte olduğumuzu farz edersek?”
“Düşmeyeceğiz!”
Bu son noktaydı ve Kennedy’nin söylecek sözü kalmıyordu. Onu asıl delirtense doktorun gözünde kendi kişiliğinden bir şeyler kaybediyormuş gibi hissetmesiydi. Doktor onu “çantada keklik” uçuş arkadaşı olarak görüyor ve ufacık bir şüphe bile duymuyordu. Üstelik Samuel, birinci çoğul şahıs zamirini sinir bozucu bir sıklıkla kullanıyordu.
“Biz ilerliyoruz.”, “Biz şu gün hazır olmalıyız.”, “Biz şu gün yola çıkmalıyız.” vesaire vesaire…
Bir de aitlik sıfatları vardı ki:
“bizim” balonumuz, “bizim” vagonumuz, “bizim” keşfimiz…
Ve devamı:
“bizim” hazırlıklarımız, “bizim” bulduklarımız, “bizim” yükselişimiz…
Dick’in tüyleri diken diken oluyordu; her ne kadar gitmemekte kararlıysa da arkadaşının canını sıkmak istemiyordu. Yine de belirtelim; kendisinin de bilmediği bir sebeple Edinburgh’a gidip birçok kalın giysi ve en sevdiği av takımıyla silahları almıştı.
Bir gün, artık durumu kabullendikten sonra inanılmaz bir şans eseri -binde bir başarı şansı olsa da- doktorun tüm isteklerine boyun eğmiş gibi davrandı. Fakat yolculuğu geciktirmek için her türlü bahaneye başvurdu. Yolculuğun yararları ve fırsatlarını sorgulayarak söze girdi. Nil Nehri’nin kaynağına ulaşmak ne işe yarardı? Gerçekten insanlığın yararına mıydı? Afrikalı kabileler eninde sonunda uygarlaştırıldıklarında yine de mutlu olacaklar mıydı? Uygarlığın Avrupa’dan ziyade orada olmadığından emin miydik? Belki! Ve bir süre daha beklenemez miydi? Afrika bir gün boydan boya geçilecekti; fakat daha az tehlikeli bir yöntemle. Bir ay içinde ya da altı ay sonra yıl sona ermeden bir kâşif bunu başaracaktı kuşkusuz.
Tüm bu cümleler, planlananın ya da arzulananın tam aksi bir etki yapmıştı ve doktor sabırsızlıkla kıvranmaya başlamıştı. “Ne yapmak niyetindesin zavallı Dick? Ya da bir şey yapmaya niyetin var mı sahte dostum? Bu zafer başkalarının mı olmalı? Kendi geçmişime mi karşı çıkmalıyım; ciddi olmayan engellere boyun mu eğmeliyim? İngiliz hükûmeti ve Londra Coğrafya Cemiyetinin bana yaptıklarına korkakça bir tereddütle mi karşılık vermeliyim?”
“Fakat…” diye söze girdi Kennedy; çok sık kullandığı bu bağlaçla.
“Fakat…” diye karşılık verdi doktor. “Benim keşif gezimin şu anda yürütülmekte olanlarla rekabet edebilecek durumda olduğunun farkında değil misin? Şu anda yeni gezginlerin Afrika’nın kalbine doğru yol almakta olduğunu bilmiyor musun?”
“Hâlâ…”
“Beni dinle Dick ve gözlerini şu haritadan ayırma.”
Dick boyun eğdi ve gözlerini haritaya çevirdi.
“Şimdi, Nil boyunca yukarı çık.”
“Evet çıktım.” diye uysal bir şekilde cevapladı İskoçyalı.
“Gondokoro’da dur.”
“Tamam, oradayım.”
Ve Kennedy kendi kendine böyle bir seyahatin ne kadar da kolay olduğunu düşündü -tabii ki harita üzerinde!
“Şimdi de şu pergelin uçlarından birini al ve en gözü kara kâşiflerin bile yeni yeni geçebildikleri şu yerin ilerisine bastır.”
“Tamam, yaptım.”
“Şimdi kıyıda 6 derece güney enlemi boyunca Zanzibar Adası’nı bulmaya çalış.”
“Buldum.”
“Şimdi de aynı paraleli takip ederek Kazeh’e ulaş.”
“Evet, vardım.”
“Ukéréoué Gölü’nün ağzına doğru 33. derece boylamında devam et, işte burası Teğmen Speke’in durmak zorunda kaldığı yer.”
“Tam oradayım. Biraz daha çıkarsam göle düşerim!”
“Çok güzel! Şimdi kıyıda yaşayan kabilelerden aldığımız bilgilere dayanarak neyi farz edebiliriz anladın mı?”
“En ufak bir fikrim bile yok!”
“Niçin? Alt sınırı 2 derece 30 dakika sınırında bulunan bu göl, aynı şekilde Ekvator üzerinde yine 2 derece 30 dakika boyunca uzanıyor olmalı.”
“Gerçekten mi!”
“Şey, kuzey sınırından Nil Nehri’ne karıştığını varsaydığım bir akarsu geçmekte; tabii bu Nil Nehri’nin ta kendisi değilse!”
“Bu, aslında, merak uyandırıyor…”
“Artık, pergelin diğer ucunu, Ukéréoué Gölü’nün üzerine yerleştirebilirsin.”
“Hemen yapıyorum, dostum Ferguson.”
“Şimdi bu iki nokta arasında kaç derece sayabiliyorsun?”
“İki derece kadar.”
“Ve bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?”
“Kesinlikle hayır.”
“Neredeyse 120 mil yapar ki bu da bir hiç demek.”
“Neredeyse bir hiç, Samuel.”
“Peki, şu anda ne olmakta bilyor musun?”
“Yemin ederim ki bilmiyorum.”
“İyi o zaman, ben sana söyleyeyim. Coğrafya Cemiyeti, Speke’in çok uzaktan görebildiği bu gölün keşfine büyük önem veriyor. Derneğin desteğiyle birlikte, Teğmen (artık Kaptan) Speke, Hindistan’daki orduda görevli Kaptan Grant’le anlaştı ve çok donanımlı bir keşif gezisinin başına geçtiler. Görevleri, göl boyunca ilerleyip Gondokoro’ya geri dönmek. Kendilerine beş bin sterlinden fazla bir bütçe verildi ve Ümit Burnu valisi, emirlerine Hottento’lu askerleri atadı. 1860’ın Ekim ayı sonunda Zanzibar’dan yola çıktılar, bu zaman zarfında Hartum Konsolosu John Petherick, İngiltere Dışişleri Bakanlığından yaklaşık yedi yüz sterlin aldı; Hartum’da bir buharlı gemi edinip onu her türlü gereçle donatmak ve Gondokoro’ya gitmekle görevlendirildi. Orada, Kaptan Speke’in kafilesini bekleyecek ve belirli bir ölçüdeki ihtiyaçlarını karşılayacak.”
“İyi planlanmış.” dedi Kennedy.
“Senin de açıkça görebileceğin gibi, eğer bu keşif işlerinde yer almak istiyorsak, zamanımız azalmakta. Sadece bununla kalsa iyi. Bazıları Nil’in kaynağına doğru emin adımlarla ilerlerken diğerleri de Afrika’nın kalbinin derinliklerine inmekte.”
“Yürüyerek mi?” diye sordu Kennedy.
“Evet, elbette!” diye karşılık verdi doktor sorudaki kinayeyi göz ardı ederek.
“Doktor Krapf, batıda, Ekvator’un hemen altındaki Djob Irmağı boyunca ilerlemeyi planlamakta. Baron de Decken çoktan Monbaz’dan yola koyuldu bile, Kenya ve Klimanjaro Dağları’nı tetkik etti. Şimdi de içerilere, merkeze doğru ilerlemekte.”
“Hep yaya olarak mı?”
“Yaya olarak ya da katırlarla.”
“Bana sorarsan her ikisi de aynı şey.” diye ekledi Kennedy.
“Son olarak…” diye söze girdi doktor. “Hartum’un Avusturya Konsolos Yardımcısı M. de Heuglin, yeni bir keşif gezisini henüz ayarladı. Amaçları, öncelikle Dr. Barth’ın çalışmalarına katılmak amacıyla 1853 yılında Sudan’a gönderilen Seyyah Vogel’nun akıbetini araştırmak. 1856 yılında, Bornou’dan ayrılıp Çad Gölü ve Darfur arasındaki gizemli ülkeyi araştırmak için yola çıkmıştı. O zamandan beri kendisinden haber alınamadı. 1860’ta İskenderiye’ye gelen mektuplar, kendisinin Wadai kralının emriyle öldürüldüğünü bildirmekteydi. Diğer yandan, Dr. Hartmann tarafından Vogel’nun babasına yazılan mektuplara göre Vogel, Bornou’lu bir fellahın anlattıklarına bakılırsa Wara’da tutsak edilmişti. Böylece bir umut ışığı doğmuş oldu. Krallık Naibi Saxe-Cobourg-Gotha başkanlığında bir komite kuruldu; arkadaşım Petermann sekreterliğini yürütmekteydi ve birçok âlimin gönüllü katılımıyla etkinliği artan bu keşif gezisinin masraflarını karşılamak için yurt çapında bir bağış kampanyası düzenlendi. Sonuç olarak M. De Heuglin, haziran ayında Massowah’dan yola koyuldu. Bir yandan Vogel için aramalar sürdürülürken diğer taraftan da Nil ve Çad Gölü arasında kalan tüm topraklar keşfedilecekti ki bu Kaptan Speke ve Dr. Barth’ın tüm çalışmalarının bir araya getirilmesi anlamına gelmekte. Böylece Afrika, doğudan batıya katedilmiş olacak.”[8 - Dr. Ferguson’ın yola koyulmasının ardından bazı anlaşmazlıklar sonucunda, M. de Heuglin’in tayin edilmiş keşif rotasının değiştirildiği ve idarenin, Bay Muntzinger’ya geçtiği ortaya çıkmıştır.]
“Peki…” diye söze başladı açıkgöz İskoçyalı. “Her şey bu kadar yolunda gidiyorsa bizim oraya gitmemize ne gerek var?”
Dr. Ferguson bu soruyu yanıtsız bıraktı; sadece omuz silkmekle yetindi.

BÖLÜM VI
Bir uşak – Eşleştir! – Jüpiter’in uydularını görebiliyor – Dick ve Joe arı gibi çalışıyor – Şüphe ve inanç – Tartılma seremonisi – Joe ve Wellington – İngiliz parası alıyor
Dr. Ferguson’ın kendisine Joe diye seslenildiğinde anında yanıt veren bir uşağı vardı. Mükemmel bir yoldaştı ve -her zaman zekice karşılık verdiği istek ve ihtiyaçlar her ne kadar hoşuna gitmese de-efendisine sınırsız bir bağlılık içindeydi. Yani, hiç homurdanmayan bir Kaleb,[9 - Hz. Musa, Harun ve Joshua’nın yanında yer almış önemli bir Hristiyan (ç.n.).] ve daimî bir güler yüzlülük timsaliydi.
Sırf bu amaçla birini yaratmak isteseniz, ondan daha iyisini yaratamazdınız. Ferguson kendisini tamamıyla onun ellerine teslim etmişti. Var olmanın getirdiği sıradan işler söz konusu olduğunda her işi layıkıyla yapmaktaydı. Kıyas kabul etmez, namuslu Joe! Sizin yerinize yemeğinizi sipariş veren; sizin hoşlandıklarınızdan hoşlanan; valizinizi bir tek çorap ya da çamaşırı unutmaksızın toplayan; anahtarlarınızı ve sırlarınızı teslim edebileceğiniz ve bundan kesinlikle faydalanmaya çalışmayan bir hizmetkâr!
Ve bu değerli Joe’nun gözünde doktor öyle yükseklerdeydi ki! Onun kararlarına saygı ve güvenle boyun eğerdi! Ferguson konuşurken onun cümlelerini sorgulamak tam bir ahmaklık olurdu. Her düşüncesi katiyen doğruydu; söylediği her söz birer bilgelik abidesiydi yapılmasını buyurduğu her iş, kolayca yapılabilir nitelikteydi; ve her başarısı hayranlık vericiydi. Joe’yu normal bir tıbbi operasyonun çok dışında kalacak bir şekilde küçük parçalara ayırsanız, emin olun efendisi hakkındaki düşünceleri değişmeyecektir.
Böylece doktorun kafasında Afrika’yı balonla geçme fikri canlanmaya başladığında Joe için iş çoktan tamamlanmıştı; ortada hiçbir engel kalmamıştı. Doktorun yola koyulmayı aklına koyduğu andan itibaren, söylenmesine bile gerek olmadan keşif grubunda yer alacağını adı gibi bilen sadık Hizmetkâr Joe için yolculuk başarıyla bitirilmişti bile.
Öte yandan Joe, zekâsı ve çevikliğiyle bu yolculukta hizmet etmek için biçilmiş kaftandı. Eğer hayvanat bahçesi maymunlarını (Laf aramızda yeterince zekiler!) eğitmek için bir jimnastik profesörü işe alınacak olsa Joe kesinlikle işi alırdı. Sıçramak, tırmanmak, neredeyse uçmak, bunların hepsi Joe için çocuk oyuncağıydı.
Eğer Ferguson baş, Kennedy kollarsa Joe da bu keşif gezisinde sağ kol olacaktı. Zaten birkaç gezide efendisine eşlik etmişti ve kendine göre biraz bilimden anlıyordu fakat özellikle hafif felsefi bir yaklaşım ve etkileyici bir iyimserlikle kendisini belli ediyordu. Ona kalırsa her şey kolay, mantıklı, doğaldı ve sonuç olarak homurdanmak ya da şikâyet etmek için bir neden göremiyordu.
Diğer yetilerinin arasında, şaşırtıcı bir görme gücü vardı. Daha çok Kepler’in profesörü olan Moestlin ile çıplak gözle Jüpiter’in uydularını gözlemleme ve Ülker grubunda yer alan yıldızları sayabilme gibi ender bir yeteneği paylaşıyordu. Bu durumun onun için pek de önemi yoktu, sizi gördüğünde saygıyla uzaktan selamlardı ve yeri geldiğinde bu yetkin gözleri cesurca kullanmasını da bilirdi.
Joe’nun doktora duyduğu böylesi bir bağlılıktan ötürü saygıda kusur etmemesiyle beraber, Kennedy ile arasında çıkan tartışmalara şaşmamak gerekir.
Biri şüpheci, öbürü inançlı olan bu ikiliden biri temkinli bir ileri görüşlülük, ötekisi ise körlemesine bir güven taşımaktaydı. Öte yandan, doktor, güven ve şüphe arasında gidip gelmekteydi. Başka bir deyişle, kafasını ne birine ne de ötekine takıyordu.
“Evet, Bay Kennedy…” dedi Joe.
“Evet, çocuğum?”
“Vakti gelmekte. Yakında Ay’a gitmek için yola koyulacağız.”
“Çok uzak olmayan Ay Dağları’nı kastediyorsun herhâlde. Ama meraklanma, bu yolculuk da en az diğeri kadar tehlikeli.”
“Tehlike mi? Hem de Dr. Ferguson gibi birinin yanındayken?”
“Hayallerini yıkmak istemezdim sevgili Joe fakat bu çabası bir deli saçmasından ibaret; ki zaten gitmeyecek.”
“Gitmeyecek öyle mi? Borough’daki Michell fabrikasında duran balonu görmediniz herhâlde.”
“Bilakis, ondan uzak durmak için özel çaba harcamaktayım.”
“Çok güzel bir manzarayı kaçırıyorsunuz efendim. Ne kadar etkileyici bir şey o öyle! O ne güzel bir biçim! Sepeti ise ne hoş! İçinde nasıl da rahat edeceğiz!”
“Yani sen şimdi ciddi ciddi efendinle beraber gitmeyi mi düşünüyorsun?”
“Ben mi?” diye sordu Joe, sesinden duyduğu güven anlaşılmaktaydı. “Efendim nereye isterse oraya giderim. Daha neler! Tüm dünyayı beraber gezdikten sonra şimdi tek gitmesine razı mı olacağım? Yorgun olduğunda kim yardımına koşacak? Kayaları tırmanırken kim el uzatacak? Hastalandığında kim ilgilenecek? Yok, Bay Kennedy. Joe her zaman doktorun yanı başında olacak!”
“Sen iyi bir hizmetkârsın Joe.”
“Fakat siz de bizimle geliyorsunuz değil mi?”
“Ah tabii ki!” diye cevapladı Kennedy. “Yani son ana kadar sizin yanınızdayım. Samuel’ın böylesine saçma bir hareketin sorumlusu olmasını engellemeye çalışacağım. Eğer mümkünse onu durdurabilmek için Zanzibar’a kadar yanında olacağım.”
“Saygısızlık etmek istemem fakat hiçbir şeyi durduramayacaksınız efendim. Benim efendim öyle boş kafalı değildir, bir işe kalkışmadan en ince ayrıntısına kadar düşünür ve kararını verdi mi onu şeytanın kendisi bile caydıramaz.”
“Göreceğiz bakalım.”
“Kendinizi kandırmayın efendim. Ayrıca önemli olan sizin de bizimle beraber gelmeniz. Sizin gibi iyi bir avcı için Afrika bulunmaz bir ülke. Yani her durumda bu geziye geldiğiniz için pişman olmayacaksınız.”
“Pişman olmayacağım bir şey varsa o da bu deli adamı yolundan caydırabilmek.”
“Bu arada, bugün tartılma günü.” deyiverdi Joe.
“Tartılma mı? Ne tartılması?”
“Efendim, siz ve tabii ki ben, bugün tartılacağız.”
“Ne? Jokeyler gibi mi?”
“Evet, jokeyler gibi. Ama rahat olun, eğer gereğinden fazla şişmansanız sizi zayıflatmayacağız, olduğunuz gibi kabul edileceksiniz.”
“Kesinlikle tartılmayacağım!” dedi kararlılıkla Kennedy.
“Fakat efendim doktorun makinesi için gerekliymiş bu.”
“O zaman makinesi bu olmadan yapmak zorunda.”
“Üff, sanırım artık göğe yükselemeyecek!”
“Keşke! Benim de tek arzum bu zaten!”
“Lütfen, lütfen Bay Kennedy, efendim birazdan bizi almaya gelecek.”
“Ben gitmiyorum!”
“Oh, doktorun canını böyle bir sebeple sıkmak istemezsiniz.”
”Sıkarım.”
“Peki öyleyse.” diye yanıtladı Joe gülerek. “Burada olmadığı için böyle konuşuyorsunuz, eğer burada olup yüzünüze, ‘Dick!’ Tüm saygımla söylüyorum efendim. ‘Dick, kaç kilo olduğunu bilmek istiyorum. ’ dese sizi temin ederim gidersiniz.”
“Hayır, gitmem!”
Aynı anda, doktor, bu tartışmanın devam etmekte olduğı çalışma odasına girdi ve Kennedy’ye göz ucuyla bir baktı. Kennedy pek de rahat değildi.
“Dick!” diye söze girdi. “Sen de Joe ile gel, kaç kilo olduğunu bilmem gerek.” dedi.
“Ama…”
“Şapkan kalabilir. Gel!” Ve Kennedy gitti.
Beraberce Bay Mitchell’ın atölyesine gittiler, burada Roma terazisi olarak bilinen bir terazi hazır bekletilmekteydi. Bu arada, doktorun yol arkadaşlarının kilosunu bilmesi, balonun dengesini ayarlayabilmesi için gerekliydi. Böylelikle Dick’i tartıya çıkarttı. Kennedy, hiç karşı çıkmadan usulca ekledi:
“Bu, beni hiçbir şekilde bağlamaz!”
“153 pound.” dedi doktor defterine not alırken.
“Çok mu ağırım?”
“Hayır, Bay Kennedy.” diye söze girdi Joe. “Hem biliyorsunuz, ben durumu kurtaracak kadar hafifim.”
Joe büyük bir istekle tartıya çıktı ve acelesiyle neredeyse tartıyı deviriyordu. Hyde Park’ın girişindeki Wellington’un Aşil heykeline öykünerek poz aldı fakat elinde kalkan olmadan da gayet iyi görünüyordu.
“120 pound.” diye yazdı doktor.
“Aha!” diyerek gülümsedi Joe hoşnutlukla. Ama niye gülüyordu? Bunu kendisine hiçbir zaman söyleyemeyecekti.
“Şimdi sıra bende.” Ve doktor kendi hanesine 135 pound diye not aldı.
“Üçümüz birden 400 pound’tan fazla gelmiyoruz.” dedi.
“Fakat efendim…” diye söze girdi Joe. “Eğer sizin geziniz için gerekliyse ben bir şey yemeden 20 pound verebilirim.”
“Gerek yok oğlum.” diye cevapladı doktor. “İstediğin kadar ye, işte sana karnını tıka basa doyurman için yarım kron.”

BÖLÜM VII
Geometrik ayrıntılar – Balonun kapasitesinin hesaplanması – Çift depo – Kılıf – Sepet – Esrarlı aletler – Erzak ve depolar – Son hesaplamalar
Dr. Ferguson uzun zamandır keşif gezisinin ayrıntılarıyla haşır neşirdi. Kendisini havada taşıyacak bu olağanüstü aracın, yani balonun, doktorun değişmez ilgi odağı olduğunu anlamak pek de zor değildi.
İlk olarak, balonun çok büyük boyutlarda olmaması için onu havadan on dört buçuk kat daha hafif olan hidrojen gazıyla şişirmeye karar verdi. Bu gazı elde etmek kolaydı ve uçuş deneylerinde çok iyi sonuçlar vermişti.
Çok yerinde yapılmış hesaplamalara göre doktor, yolculuk için elzem olan tüm gerekli malzeme ve aygıtların 4.000 pound’dan[10 - 1 pound = 0.45359 kg (ç.n.)] fazla geldiğini belirlemişti; böylelikle bu denli bir yükü taşıyabilecek bir balonun sahip olması gereken gücü ve sonuç olarak da balonun kapasitesini bulması gerekmişti.
4.000 pound, yaklaşık 44.847 fit küp[11 - 1 fit küp = 0.02832 metreküp (ç.n.)] havaya karşılık gelmekteydi, yani 44.847 fit küp hava, yaklaşık 4.000 pound ağırlığındaydı.
Balonu böyle kübik bir formla şekillendirerek ve sıradan hava yerine hidrojen gazıyla doldurarak -ki hidrojen gazı on dört buçuk kat daha hafiftir ve yalnızca 276 pound çeker- denge ayarlanmasında 3.724 pound’luk bir fark yaratılmış olur. İşte, balonun içindeki hidrojen gazı ve onu çevreleyen atmosfer arasındaki bu fark, ilkinin kaldırma kuvvetini açıklamaktadır.
Lakin bahsettiğimiz bu 44.847 fit küp gazı tümüyle balona doldurduğumuz zaman, balon tam olarak şişer. Ama istenilen, bu değildir çünkü balon, atmosferin yoğunluğun daha az olduğu katmanlarına doğru yükseldikçe içindeki gaz genleşir ve böyle bir durumda balonun patlaması işten bile değildir. Dolayısıyla balonların genellikle üçte ikisi doldurulur.
Diğer yandan sadece kendisinin anladığı bir proje yönetmekte olan doktor, balonun sadece yarısını doldurmaya karar vermişti; çünkü 44.847 fit küp gazla, tercih ettiği oval şekilli balonun yük kapasitesini ikiye katlamış oluyordu. Balon yatay olarak yaklaşık 50 fit, dikey olarak da yaklaşık 75 fit idi. Böylece yuvarlak bir hesapla 90.000 fit küp kapasiteli küremsi bir balon elde etti.
Eğer Dr. Ferguson, iki balon kullanabilseydi, şansı daha çok artacaktı çünkü balonlardan birisi patlarsa diğerini kullanarak havada kalabilirdi. Fakat her ikisini de aynı yükselme gücünde tutabilmek zor olduğundan iki balonu idare edebilmek güç olacaktı.
Ferguson, enine boyuna düşündükten sonra olumsuz yönleri saf dışı etmeyi başararak, iki balonun sadece olumlu yanlarını bir araya getirmeyi başardı. Farklı boyutlarda iki balon yaptırdı ve birini, diğerinin içine yerleştirdi. Biraz önce bahsettiğimiz boyutlardaki balon, içerisinde yatay olarak yaklaşık 45 fit, dikey olarak da yaklaşık 60 fit olan bir başka balon barındırmaktaydı. İçteki balonun kapasitesi sadece 77.000 fit küp idi ve etrafında var olan gazın içerisinde süzülecekti. İki balon arasındaki vana, gaz alışverişine ve dolayısıyla her ikisini birden kontrol etmeye olanak sağlıyordu.
Bu durum şu avantajı ortaya koymuştu; eğer alçalmak için gaz bırakmak gerekirse öncelikle dışta bulunan balondan bırakılacaktı ve tamamen boşaltılması gerekse bile içteki balon hâlâ şiş durumda olacaktı, böylelikle dıştaki balondan gereksiz bir fazlalık gibi kurtulmuş olacak, ikinci balon ise yarı şiş bir balonun rüzgâra karşı yaşayacağı olumsuzluklar olmaksızın yoluna devam edebilecekti. Üstelik, herhangi bir kaza durumunda, mesela dış balon yırtılırsa diğeri hâlâ iş görür konumda olacaktı.
Balonlar dayanıklı fakat hafif gütaperka ile sıvanmış Lyons ipeğinden yapılmıştı. Bu yapışkan reçinemsi madde, hiç su geçirmezdi, ayrıca gaz ve asit gibi maddelere karşı dayanıklıydı. Balonun dış etkilere en açık olan kısmına, yani üst tarafına iki kat ipek konuldu.
Böyle bir muhafaza, sınırsız bir süre boyunca içerisinde bu akışkan maddeyi barındırabilirdi. 9 fit karesi yarım pound gelmekteydi. Dış balonun yüzeyi 11.600 fit kare[12 - 1 fit kare = 0.0929 (ç.n.)] olduğuna göre, 650 pound ağırlığında olmalıydı. İkinci balon ise 9.200 fit kare idi ve yaklaşık 510 pound ağırlığındaydı ve toplam olarak 1.160 pound gelmekteydi.
Sepeti saran halatlar çok sağlam bir tür kenevirden yapılmıştı ve iki valf ise bir gemi dümeninin olması gerektiği gibi büyük bir itina gösterilerek ve zaman harcanarak inşa edilmişti.
15 fit çapındaki yuvarlak sepet, çok dayanıklı sorgun ağacından imal edildi, hafif demir bir iskeletle güçlendirilip alt kısmına çarpma etkisini azaltacak esnek bağlar yerleştirildi. Halat ağıyla beraber tüm ağırlığı 250 pound kadardı.
Yukarıda saydıklarımıza ek olarak doktor, iki adet sacdan dört adet kasa yaptırmıştı. Kasalar, üzerlerinde musluklar bulunan borularla birbirine bağlıydı. Onlara da iki parmak çapında, farklı uzunlukta (uzun olan yaklaşık 25 fit, kısa olan ise sadece 15 fit) iki düz kolla biten bir spiral boru eklenmişti.
Bu sac kasalar en az yeri kaplayacak şekilde yerleştirilmişlerdi. Daha ileriki bir zamanda takılacak olan sarmal boru, çok güçlü bir buntzen batarya ile beraber bir köşede paketlenmişti. Bu aygıt öylesine akıllıca paketlenmişti ki başka bir haznede 25 galonluk su olduğu hâlde bile 700 pound’dan fazla çekmiyordu.
Yolculuk için gerekli olan malzemeler; iki termometre, iki barometre, iki pusula, bir sekstant, iki kronometre, bir yapay ufuk aleti ve altazimut denen uzak ve ulaşılamaz nesnelerin yüksekliğini ölçmeye yarayan bir alet idi.
Greenwich Gözlem Evi, doktorun hizmetindeydi fakat kendisi deneyler yapmaktan yana değildi; onun için önemli olan, hangi yönde gittiğini ve başlıca nehir, dağ ve köylerin yerlerini biliyor olmaktı.
Kendisine sağlamlığı iyice denenmiş üç çıpa ve 50 fit uzunluğunda ipekten yapılma dayanıklı bir merdiven de almıştı.
Ayrıca kahve, çay, peksimet, salamura et ve hacimce çok küçük bir ortamda birçok besleyici maddeyi bir araya getiren bir karışım olan “pemmican”dan oluşan tüm erzak özenle tartıldı. İlaveten, hatırı sayılır miktarda saf brendi, her biri 22 galonluk su ihtiva eden iki su tankı da erzaklar arasındaydı.
Bu erzakın tüketimi, balonun kaldırması gereken yükü azar azar azaltacaktı; ki atmosferde seyir hâlinde olan bir balonun dengesinin sağlanması oldukça hassas bir konuydu. Çok ufak miktarda bir erzak azalması bile çok önemli bir yer değişikliğine sebep olabilirdi.
Doktor tabii ki yolculuk boyunca sepeti örtecek olan tenteyi, her türlü yatak işlevini görecek olan battaniyeleri, av tüfeklerini, barut ve mermileri de unutmadı.



Balonlarda bulunan pilotların, yükselmek veya inişi yavaşlatmak istediklerinde attıkları ağırlık.

Bunlar Dr. Ferguson’ın kendisiyle beraber götüreceği eşyalardı. Sadece “tahmin edilemeyen acil durumlar” için 200 pound safra götürmekteydi; fakat aygıtı sayesinde bunu kullanmasının gerekli olmayacağı inancındaydı.

BÖLÜM VIII
Joe’nun önemi – “Resolute” gemisinin kaptanı – Kennedy’nin mühimmat deposu – Karşılıklı görgü kuralları – Veda yemeği – 21 Şubatta yola çıkış – Doktorun bilimsel dersleri – Duveyrier – Livingstone – Hava seyahatinin detayları – Kennedy sustu
10 Şubat gibi neredeyse tüm hazırlıklar bitmişti ve balonlar birbirinin içine girmiş vaziyette muhafaza edilmekteydi. Çeperlerine uygulanan güçlü hava basıncı karşısında gösterdikleri üstün direnç, yapımlarına harcanan titiz emeğin ve sağlamlıklarının bir kanıtıydı.
Joe mutluydu fakat neye yelken açacağının pek de farkında değildi. Greek Caddesi’ndeki evle Michell atölyesi arasında -hep bir işle görevlendirilmişti fakat inanılmaz bir canlılığa sahipti- mekik dokuyordu. Tek bir soru bile yöneltmemiş insanlara olayla ilgili bilgi aktarıyordu. Fakat en önemlisi, efendisiyle beraber yola çıkmasına izin verildiği için çok gururluydu. Hatta bu akıllı velvelecinin, balonu seyrettirerek, doktorun fikir ve planlarından bahsederek, onu aralı bir pencereden ya da sokakta yürürken göstererek birkaç yarım kron kazandığından şüpheliyim fakat bunun için onu suçlamamak gerek. Çağdaşlarının hayranlık ve merakı üzerinden bir şeyler elde etmek en çok onun hakkıydı sanırım.
16 Şubatta Resolute gemisi Greenwich yakınlarında demir attı. 800 ton ağırlığında, iyi yol yapan, pervaneli bir gemiydi ve Sir James Ross’un kutup seferinde ikmal yapmakla görevli olan geminin ta kendisiydi. Uzun süredir doktorun hayranlarından ve takipçilerinden olan ve iyi huyluluğuyla tanınan geminin kaptanı Bennet, doktorun seferine özel bir ilgi duymaktaydı. Bennet, bir savaşçıdan ziyade bir bilim adamıydı. Fakat bu durum gemisinde dört tane top taşımasına engel değildi. Bu toplar, emin olabilirsiniz ki bugüne kadar kimseye zarar vermemiş hatta dünyanın en barışçıl görevlerini yerine getirmiştir.
Geminin ambarı, balonların muhafazasına uygun olarak düzenlenmişti. Balon 18 Şubat günü herhangi bir kazaya mahal vermeyecek şekilde geminin ambarına yerleştirildi. Sepet ve gereçleri, çıpalar, halatlar, yiyecekler, varınca doldurulacak olan su tankları, her şey Ferguson’ın denetimi altında yüklendi. Onar ton sülfürik asit ve hurda demir, daha sonra hidrojen elde etmek için gemiye yüklendi. Miktar gerekenden fazlaydı fakat herhangi bir kazaya karşı özellikle fazladan yükleme yapılmıştı. Gaz üretiminde kullanılacak olan otuzdan fazla varil ve ekipman da ambarda istiflendi.
Tüm bu hazırlık, 18 Şubat akşamı son buldu. Dr. Ferguson ve arkadaşı Kennedy’nin rahat olması göz önünde tutularak iki kamara hazırlanmıştı. Gitmeyeceğine dair yeminler eden Kennedy, bir sürü av gereciyle çıktı güverteye; çok güzel sürgülü iki çifte, Edinburgh’daki Purdey, Moore ve Dickson’da yapılmış ve her testten başarıyla çıkmış bir tüfek. Böyle bir silahla bir avcı, iki bin adım ötedeki bir dağ keçisini gözünden vurmakta hiç zorlanmazdı. Bunların yanı sıra, acil durumlar için altı mermili iki Kolt tabanca da vardı. Barutluğu, fişek çantası, saçma ve mermiler, doktorun hesaplarını çok da aşan bir ağırlıkta değildi.
Bu üç seyyah, 19 Şubat gününün çalışma saatleri içinde gemiye bindiler. Kaptan ve mürettebat tarafından mesafeli bir duruşla karşılandılar. Doktor her zamankinden de mesafeliydi, sadece kendi seferiyle ilgiliydi. Dick açık etmek istemese de heyacanlıydı, Joe ise komik laflar edip neredeyse zil takıp oynayacaktı. Böylelikle kısa sürede kendisine ayrılan hamağın çevresindekiler için bir tür soytarı oldu.
Ayın yirmisinde, Dr. Ferguson ve Kennedy adına Kraliyet Coğrafya Cemiyeti tarafından bir veda yemeği verildi. Kumandan Bennet ve subayları da yemekteydi ki bu durum sayısız kadeh kaldırmayla vurgulandı. Her davetlinin yüzyıllarca yaşamasını garanti edecek kadar çok sağlığa kadeh kaldırıldı. Sir Francis M…. kontrol altında tuttuğu bir heyecanla yemeğe başkanlık etmekteydi.
Dick Kennedy, büyük bir şaşkınlıkla, yapılan kutlamalardan payını aldı. “Gözü kara Ferguson’a, İngiltere’nin zaferine!” içildikten sonra mutlaka “Onun kadar cesur yoldaşı Kennedy’ye!” de kadeh kaldırılıyordu.
Dick’in yüzü kızarmaktaydı. Bunu alçak gönüllüğüne yordular. Alkışlar daha da kuvvetlendi ve Dick daha da kızardı.
Tatlılar yenirken kraliçenin mesajı ulaştı. Majesteleri, iki yolcuyu övüyor, güvenli ve başarılı bir keşif gezisi dileklerini iletiyordu. Bu durum, tabii ki “Saygıdeğer Majesterine!” kadeh kaldırılmasıyla sonuçlandı.
Gece yarısı, dokunaklı vedalar ve sıcak el sıkışmalar sonrasında teker teker ayrıldılar.
Resolute filikaları, Westminster Köprüsü’nün merdivenlerinde beklemekteydi. Kaptan, subay ve yolcuları eşliğinde filikalara bindi, Thames Nehri’nin akıntısının da yardımıyla kürekçilerin güçlü kolları sayesinde Greenwich’e doğru süzüldüler. Bir saat içinde gemideki herkes uykuya dalmıştı bile.
Bir sonraki sabah, ayın 21’inde, sabah saat üçte, geminin ocakları çoktan harlanmıştı, saat beşte demir alındı ve gemi, Thames’in ağzına doğru süzülmeye başladı.
Bahsetmeye bile gerek yok, tabii ki gemideki herkesin tek konuştuğu konu Dr. Ferguson’ın girişimiydi. Doktoru görüp dinlemek, kısa sürede gemideki herkese bir güven aşıladı ve bu gezinin başarısıyla yapılabilirliği konusunda en şüpheci kişi olan İskoçyalı dışında tüm mürettebat, tam bir güven içindeydi.
Yolculuğun yapılacak bir iş olamayan uzun saatlerinde, doktor, subayların odasında coğrafya dersleri vererek vakit geçiriyordu. Genç adamlar, son kırk yıl içerisinde Afrika’da yapılan keşiflere büyük ilgi duymaktaydı. Doktor; Barth, Burton, Speke ve Grant’in keşiflerine atıfta bulunarak artık bilimin araştırmalarına kapılarını ardına kadar açmış olan bu uçsuz bucaksız ve gizemli ülkenin mucizelerinden bahsediyordu. Kuzeyde genç Duveyrier, Sahra Çölü’nü araştırıyor ve Tuareglerin kabile şeflerini Paris’e getiriyordu. Fransız hükûmetinin teşvikiyle, iki ayrı keşif gezisi planlanmaktaydı. İlki kuzeyden aşağı inecek, diğeri ise batıdan gelerek Timbuktu’da kesişeceklerdi. Güneyde ise durmak bilmez Livingstone, Ekvator’a doğru yolculuğuna devam etmekteydi ve 1862 yılının Mart ayından beri, Mackenzie ile birlikte Rovoonia Nehri’nin çıkış noktasına doğru ilerlemektedeydi. Doktora bakılırsa 19. yüzyıl, Afrika’nın altı yüzyıldır bağrında sakladığı sırlar açığa çıkarılmadan bitmeyecekti.
Dr. Ferguson’ın dinleyicilerinin alakası, gezisinin en ince ayrıntılarını açıklamasıyla doruk noktasına ulaştı. Dinleyiciler hesaplarının doğruluğunu kanıtlamasından hoşnutluk duydular, kendi aralarında tartıştılar ve doktor da bu tartışmalara samimiyetle katıldı.
Genel olarak, yanında sınırlı miktarda erzak götürmesi konusunu merak ediyorlardı ve bir gün genç bir subay bu konuda kendisine bir soru yöneltti.
“Bu garip durum sizi şaşırtıyor demek ki.” diye söze başladı doktor.
“Aslına bakarsanız evet.”
“Sizce benim seferim ne kadar sürede tamamlanacak? Aylarca mı sürecek? Eğer böyle düşünüyorsanız çok yanılırsınız. Uzun bir sefer olursa kaybolmuşuz demektir ve belki de asla geri dönemeyebiliriz. Fakat bilmelisiniz ki Zanzibar’la Senegal kıyıları arasındaki mesafe sadece 3.500 bilemediniz 4.000 mildir. Peki, her on iki saatte 240 millik bir hızla gittiğimizi düşünürsek -ki bu bizim trenlerimizin hızının yanından bile geçemez- gece gündüz durmaksızın yapılan bir yolculukla Afrika’yı boydan boya geçmek sadece yedi gün sürer!”
“Ama bu şekilde hiçbir şey göremezsiniz, herhangi bir coğrafi gözlem yapamazsınız ya da ülkenin çehresini tanıyamazsınız.”
“Ah!” diye cevapladı doktor. “Eğer balonumun efendisiysem; gönlüme göre yükselip alçalabilirsem; özellikle beni yolumdan alıkoyacak rüzgârlar karşısında canım isteyince durabilirsem neden olmasın?”
“Ve bunlarla yüz yüze kalacaksınız.” diye söze karıştı Kaptan Bennet. “Saatte 240 milden daha hızlı esen fırtınalarla karşılacaksınız.”
“Görüyorsunuz, böyle bir hızla Afrika’yı baştan başa on iki saatte geçebilirsiniz. Sabah Zanzibar’da gözünüzü açar, akşam St. Louis’de uykuya dalarsınız!”
“Fakat…” diye söze karıştı subay. “Peki, böyle bir hıza herhangi bir balon dayanabildi mi?”
“Evet, daha önce oldu.” diye cevapladı doktor.
“Ve balon buna dayanabildi mi?”
“Pek tabii! Bu olay, 1804 yılında Napolyon’un taç giyme töreninde gerçekleşti. Havacı Garnerin, akşam on bir sularında bir balon havalandırdı. Üzerinde altın harflerle Paris, 25 Frimaire; yıl XIII, Papa Pius VII tarafından İmparator Napolyon’un Taç Giyme Töreni yazılıydı. Ertesi sabah, Roma halkı, Vatikan üzerinde süzülen aynı balonu fark etti ve Bracciano Gölü’ne düştüğünü gördü. Yani sizin de anlayacağınız üzere, bir balon böyle bir hızı kaldırabilir.”
“Bir balon belki ama ya bir insan?” diye söz aldı Kennedy.
“Evet, aynı zamanda bir insan da! Bir balon onu çevreleyen havaya karşı hareketsizdir; hareket eden balonun kendisi değil çevresindeki havadır. Mesela, bir balonun sepetinde bir mum yakın, alevinin titreşmediğini görürsünüz. Garnerin’nın balonunda olan bir kişi, hızdan azıcık da olsa etkilenmeyecekti. Fakat benim zaten böyle bir hıza çıkmak gibi bir niyetim yok ve eğer bir ağaca ya da bir yükseltiye demirlemeyi başarırsam bu söylediğimden geri kalmayacağım. Ayrıca, yanımızda iki aylık erzak götürüyoruz ve ihtiyaç anında yetenekli avcımızın bize çeşitli av etleri sunmaması için de herhangi bir sebep yok.”
“Ah, Bay Kennedy!” dedi imrenen gözlerle bakan bir gemici. “Ne eşsiz vuruşlar yapacaksınız!”
“Hem de sayısız!” diye atıldı bir başkası. “Hem spor yapıp hem de zafer kazanacaksınız!”
“Beyler…” diye söz aldı kafası biraz karışmış olan avcı. “Ben .… iltifatlarınıza .... teşekkür ederim .... ama .... bana ait değiller!”
“Siz!” diye bağırdılar. “Siz de gitmiyor musunuz?”
“Ben gitmiyorum!”
“Dr. Ferguson’a eşlik etmeyecek misiniz?”
“Eşlik etmek bir yana, son ana kadar onu vazgeçirmeye çalışacağım!”
Artık tüm gözler doktora dikilmişti.
“Siz ona aldırmayın.” dedi sakince. “Bu, onunla tartışmayacağımız bir mesele. Aslında kendisi de geleceğini çok iyi biliyor.”
“Aziz Andrew üzerine!” diye bağırdı Kennedy. “Yemin ederim ki!..”
“Hiçbir şey için yemin etme dostum Dick; ölçüldün, biçildin; sen ve senin barutun, silahların, mermilerin; yani bize daha fazlasını söyletme!”
O günden sonra Zanzibar’a varılana dek Dick ağzını hiç açmadı. Ne bu konu ne de başka bir şey için. Tam bir sessizliğe büründü.

BÖLÜM IX
Burnu geçiyorlar – Tahmin – Profesör Joe’dan kozmografi dersleri – Balonları idare etme yöntemleri – Hava akımlarını bulma yolları – Eureka
Resolute gemisi denizin sertliğine karşın yumuşak bir havada, Ümit Burnu’na doğru hızla yol almaktaydı.
30 Mart günü, Londra’dan ayrılmalarının üzerinden yirmi sekiz gün geçmişken Masa Dağı ufukta belirdi. Tepelerdeki bir amfiteatrın eteklerinde uzanmakta olan Cape şehri, geminin dürbünlerinden seçilmeye başladı ve kısa süre içinde Resolute, limana demirledi. Fakat kaptan sadece kömür depolarını doldurmak için karaya ayak bastı ve bu da sadece bir günlük işti. Ertesi gün gemi, Afrika’nın güney ucunu geçip Mozambik Kanalı’na giriş yapmak için güneye yelken açtı.
Bu seyahat, Joe’nun ilk gemi yolculuğu değildi, böylelikle kısa sürede kendisini evinde gibi hissetmeye başladı ve içten, iyi huylu hâliyle herkesin sevgisini kazandı. Efendisinin ününden o da payını alıyordu. Bir bilgin gibi dinleniyordu ve bu işi iyi beceriyordu.
Böylece doktor, subayların kamarasında coğrafya dersleri verirken o da üst güvertede kendi hükümranlığını sürdürüyordu. Kendine has garip yöntemleriyle ilerliyor ve tarihi kendisine uyduruyordu; ki bu yöntem aslında tüm çağ ve medeniyetlere ait en bilinen tarihçiler tarafından uygulanan bir yöntemdir.
Konu hâliyle hava yolculuğuydu. Bazı asi ruhları inandırmakta problem yaşamış olsa da bir kez kabul gördükten sonra Joe’nun anlattıklarıyla hayal güçleri beslenen tayfalar için artık hiçbir şey imkânsız değildi.
Parlak konuşmacımız, dinleyenlerini, bu seferden sonra daha da mükemmel keşiflerin yapılacağı konusunda cesaretlendiriyordu. Aslında bu sefer, insanüstü bir dizi seferin ilki sayılırdı.
“Gördüğünüz gibi dostlarım, insan böylesi bir yolculuğun tadına vardı mı artık hiçbir şey onu durduramaz. Yani bir sonraki seferimizde, diğer yöne gitmek yerine yukarı, daha da yukarı gideceğiz!”
“Hah! Yani Ay’a mı gideceğiz?” diye hayretle sordu bir gemici.
“Ay’a mı?” diye atıldı Joe. “Hah! Ay’a gitmek çok sıradan olur! Bir şekilde herkes Ay’a gidebilir. Hem Ay’da su olmadığından tüm o yol boyunca suyunuzu yanınızda götürmeniz gerek, ayrıca hava da olmadığından şişelere hava doldurup yanınıza almanız gerek. Eğer nefes almak istiyorsanız…”
“Peki peki tamam da yanımızda bir damlacık olsun cin götüremez miyiz?” diye sordu içkici bir tayfa.
“Tek bir damla bile olmaz!” diye cevapladı Joe. “Ay’a giderken olmaz yaşlı dostum; fakat şu tepenizdeki yıldızların arasında süzüleceğiz -yıldızlar- ve tabii ki efendimin hep bahsettiği gezegenler. Mesela Satürn’e gideceğiz.”
“Hani şu halkalı olan mı?” diye sordu bir tayfa.
“Evet şu evlilik yüzüğü takmış olan! Tabii neyle evlendiğini Tanrı bilir!”
“Ne? O kadar yükseğe mi çıkacaksınız?” diye atıldı bir miço. “O zaman senin efendin Yaşlı Nick’in ta kendisi olmalı.”
“Hayır, o, bunun için çok iyi.”
“Peki Satürn’den sonra ne var?” diye sabırsızlandı kalabalık.
“Satürn’den sonra mı? Hımm… Jüpiter’i ziyaret edeceğiz -günlerin sadece 9,5 saat olduğu eğlenceli bir yer. Tembeller için iyi tabii! Ve yıllar! İnanır mısınız bizim tam on iki yılımıza eş değer! Tabii bu da sadece altı aylık ömrü kalanlara iyi haber! Biraz daha zaman kazanmış olacaklar.”
“On iki yıl!” diye hayretle homurdandı miço.
“Evet ufaklık, yani o ülkede sen hâlâ annenin eteğinde emekleyen bir bebek, şuradaki ellilik ihtiyar da daha dört buçuk yaşında bir çocuk olurdu.”
Tüm üst güverte bir ağızdan, “Amanın! Bu çok eğlenceli bir şey!” diye bağırdı.
“Hem de dibine kadar doğru!” diye ekledi Joe güvenle. Sonra devam etti:
“Peki ne beklersiniz ki? Bu dünyada insanlar, hiçbir şey öğrenmeden bir ayı kadar bihaber kalacaklar. Ama Jüpiter’e gelin ve görün. Orada kılığınıza dikkat etmek gerek çünkü girmesi hiç de kolay olmayan bir sürü uydusu var.”
Tüm adamlar güldü fakat yarıdan fazlası bu söylenenlere inanmıştı bile. Sonra gemicilerin nazikçe ağırlandığı Neptün’den ve askerlerin kaldırımların en güzel yerini işgal ettiği, ahalinin de buna zor dayandığı Mars’tan bahsetti. Son olarak, Venüs’ün cennet gibi güzelliklerinin bir resmini çizdi.
“Ve bu seferden dönünce…” diye devam etti büyük anlatıcı. “Yukarıda, Tanrı’nın yakasında parlayan Güney Haçı, bizim yakamızı süsleyecek.”
“Evet, tam anlamıyla hak etmiş olacaksın.” dedi gemiciler.
Böylece uzun geceler, üst güvertede neşeli sohbetlerle geçerken aynı zamanda doktor da açıklayıcı konuşmalarına devam etmekteydi.
Bir gün sohbet, balonun idaresine geldi ve doktora bu konudaki fikri soruldu.
“Balonların idaresi hakkında geçerli bir sistem bulabileceğimizi düşünmüyorum.” diye söze başladı doktor. “Günümüze kadar yapılan tüm deneme ve planlardan haberdarım ki hiçbiri başarılı olamadı ve hiçbiri de uygulanabilir değildi. Doğal olarak aklımın çok ilgi duyduğum bu konuyla meşgul olduğunu anlayabilirsiniz. Fakat şu ana kadar günümüz mekanik biliminin bize sunduğu olanaklarla bir çözüm bulamadım. Sıra dışı bir kuvvete sahip bir itici güç ve neredeyse imkânsız derecede hafif makineler icat etmeliyiz. Bunu başarsak bile, çeşitli kuvvetlerdeki hava akımlarına karşı koyamayız. Günümüze kadar yapılan şey, balonun kendisine değil sepete yön vermeye çalışmaktı ki bu büyük bir hatadır.”
“Yine de ihtiyaca göre yön verilen bir gemi ve balon arasında birçok benzerlik bulunmakta.”
“Hiç de değil!” diye karşılık verdi doktor. “Her iki durum arasında neredeyse hiç benzerlik yok. Hava kesinlikle sudan daha seyrek ki geminin sadece yarısı suyun altında bulunurken balon tamamen havayla çevrilidir ve kendisini çevreleyen bu element karşısında tamamen hareketsizdir.”
“Sizce, aerostatik bilimi son sözünü söyledi mi yani?”
“Tabii ki hayır fakat biz farklı bir bakış açısı geliştirmeliyiz. Eğer balonumuzu yönetmeyi başaramıyorsak en azından onu belirli bir hava akımında tutmaya çalışmalıyız. Balon yükseldikçe hava akımları tekdüze olmaya başlıyor ve genellikle tek yönde hareket ediyor. Yerkürenin yüzeyini değiştiren dağ ya da vadi gibi elementler tarafından artık etkilenmiyor. Siz de iyi bilirsiniz ki rüzgâr değişikliğinin ve rüzgâr gücü dengesizliklerinin başlıca sebebi budur. Böylelikle rüzgâr bölgeleri bir hesaplandı mı geriye balonu varış noktasına en uygun akımların olduğu bölgeye yerleştirmek kalıyor.”
“Fakat…” diye söze girdi Kaptan Bennet. “Onlara ulaşabilmek için sürekli olarak alçalmak ya da yükselmek durumundasınız. İşte gerçek zorluk bu doktor.”
“Peki neden sevgili kaptan?”
“Öncelikle birbirimizi anlayalım. Bu durum sadece uzun yolculuklar için bir zorluk ve engel teşkil eder, kısa hava yoculukları için değil.”
“Peki neden öyle, rica etsem anlatır mısınız?”
“Çünkü sadece safra atarak yükselebilir ve ancak gaz harcayarak alçalabilirsiniz. Bu işlemler sonucu, hem safra hem de gaz kaybınız çok olur.”
“Evet sevgili bayım, tüm sorun da bu zaten. Problem balonu nasıl yönlendireceğimiz değil, tabiri caizse balonun gücü, kanı, canı olan gazı harcamadan nasıl alçalıp yükseleceğimiz.”
“Haklısınız, sevgili doktor ve bu soru daha cevaplanamadı ya da cevabı henüz keşfedilemedi.”
“Kusura bakmayın ama keşfedildi.”
“Kim keşfetti?”
“Ben.”
“Siz mi?”
“Emin olabilirsiniz, aksi bir durum geçerli olsaydı balonla Afrika’yı boydan boya geçmek gibi bir risk almazdım. 24 saat geçmeden gazım bitmiş olurdu.”
“Fakat İngiltere’de bundan hiç bahsetmediniz!”
“Hayır, toplum tarafından didik didik edilip irdelenmek istemedim. Bana göre çok gereksiz olurdu. Hazırlık deneylerimi sessizce yaptım ve tatmin edici sonuçlar elde ettim. Yani artık onlardan herhangi bir şey öğrenmeme gerek yok.”
“Peki doktor, sırrınızın ne olduğunu sorsam kabalık etmiş olur muyum?”
“İşte sırrım bu beyler: Dünyadaki en basit şey!”
Doktor sırrının kapılarını aralarken dinleyicilerinin hepsi kulak kesilmişti.

BÖLÜM X
Daha önce yapılan deneyler – Doktorun beş haznesi – Gaz silindiri – Kalorifer – Manevra sistemi – Kesin başarı
“Birçok kez denendi beyler.” dedi doktor. “Balondan safra ya da gaz kaybı olmadan isteğe göre alçalıp yükselmek. Bir Fransız havacı olan M. Meunier, bunu, bir iç haznede hava depolayarak başarmaya çalıştı. Dr. Van Hecke adında bir Belçikalı, kanat ve pedal yardımıyla dikey bir kuvvet elde etti fakat bu çalışmanın sonucunda uygulanabilir bir sonuç elde edilemedi.”
“Ben durumu daha açık bir şekilde ele almak istedim ve başlangıç olarak aletlerimin bozulması ya da tahmin edilemez engellerden kurtulmak için ani yükselme ihtiyacı gibi acil durumlar dışında, safra kullanımını kaldırdım. Benim yükselme ya da alçalma metodum basitçe, balonun içindeki gazın belli sıcaklıklarla genleşip sıkışmasına dayalı. İşte bu, sonuca ulaşmamı sağlayan şey.”
“Siz, beni sepetle beraber bazı hazneler getirirken gördünüz. Beş taneydi.
İlki yaklaşık 25 galon su içermekte ki onun içine de birkaç damla sülfürik asit damlatarak iletkenliğini arttırıyorum. Sonra güçlü bir buntzen bataryasıyla suyu ayrıştırıyorum. Sizin de bildiğiniz gibi su, iki hacim hidrojen ve bir hacim oksijenden oluşur.”
“Oksijen, batarya vasıtasıyla artı kutuptan ikinci hazneye ulaşıyor ve ikincinin üzerinde yer alan iki katı büyüklüğündeki üçüncü hazneye de eksi kutuptan geçen hidrojen ulaşıyor. Birinin ağzı diğerinin iki katı genişliğindeki iki musluk aracılığıyla karışım haznesi olan dördüncü hazneye ulaşılıyor. İki gaz burada tekrar kaynaşıyor. Bu son haznenin kapasitesi ise 41 fit küptür. Bu tankın üst tarafında ise musluklu bir platin boru vardır.”
“Bu anlattıklarımdan çıkarabileceğiniz gibi bahsettiğim aparat, bir gaz silindiri, bir oksijen ve hidrojen gazı pompasıdır ve bir demirci ocağının sıcaklığına ulaşabilir.”
“Bu kısım anlaşıldıysa aygıtın ikinci kısmına geçeyim. Balonumun sımsıkı kapatılmış olan en alt kısmından, birbirinden çok az mesafede iki boru geçmekte. Birisi hidrojen gazının en üst katmanlarının ortasından başlarken diğeri alt katmanları ortalıyor. Bu iki boru, balonun hareketlerine fit uydurabilmeleri için belirli aralıklarla kauçuktan yapılmış güçlü eklemlerle desteklendi. Her ikisi de sepete kadar inebiliyor ve silindir yapıda bir demir haznenin içine giriyor ki bu hazneye ‘ısı tankı’ diyorum. Bu tank, her iki ucunda bulunan aynı metalden yapılma kapaklarla kapatılıyor. Balonun alt kısmından gelen boru, alt kapaktan bu silindir biçimli hazneye giriyor, içeride ilerledikten sonra üst üste gelen halkalarla haznenin neredeyse tamamını kaplayan sarmal bir boruya dönüşüyor. Sarmal boru dışarı çıkmadan önce, içbükey tabanlı, aşağıya bakan bir koninin içerisine giriyor. İkinci boru ise bu koninin üst kısmından çıkıyor ve söylediğim gibi balonun üst kısmına doğru çıkıyor. Küçük koninin dış kabı silindirin ve üflecin hareketiyle erimemesi için platinden yapılmadır çünkü hava pompası demir haznenin dibine, sarmal borunun ortasına yerleştirilmiştir ki bu bölgede alevler, kubbeyi yalayıp geçmektedir.”
“Hepiniz beyler, apartmanları ısıtmaya yarayan kaloriferin ne olduğunu bilmektesiniz. Nasıl çalıştığını bilirsiniz. Dairelerin havası kaloriferin borularından geçer ve ısısı yükseltilmiş olarak tekrar geri pompalanır. Evet, size anlattıklarım bir kaloriferin çalışmasından ibaret.”
“Aslında olan şey nedir? Silindir yakıldığında spiral borudaki ve konideki hidrojen ısınıyor ve balonun üst tarafına giden borunun içinde yükselmeye başlıyor. Aşağıda bir çekim gücü meydana geliyor ve alt katmandaki gazı çekiyor ve bu sefer bu gaz ısınıyor; böylece bir devinim oluşuyor ve borularda oldukça hızlı bir gaz akışı sağlanmış oluyor, balondan salınıp tekrar balonun içine çekilen gaz tekrar tekrar ısıtılıyor.”
“Gazlar uygulanan her birim sıcaklık karşısında 1/480 oranında genleşir. Eğer 18 derecelik bir ısı uygularsam balonun hidrojeni 18/480 oranında ya da 1614 fit küp genleşecektir böylece 1614 fit küplük bir hava değişimi olacaktır ki bu da balonun yükselme gücünü 160 pound arttıracaktır. Bu da aynı miktarda bir safranın atılmasına eş değerdir. Eğer 180 derecelik ısı uygularsam bu oran 180/480 olur ki bu da bize 16.740 fit küp bir genleşme sağlayacak ve kaldırma gücü 1.600 pound artacak.”
“Görüyorsunuz beyler, dengede kolayca çok büyük değişiklikler yaratabiliyorum. Balonun hacmi öyle bir şekilde hesaplandı ki sadece yarısı şişirilmiş olsa bile taşıdığı hava oranı, hidrojen gazını barındıran kılıfın, sepetin, yolcuların ve tüm malzemenin ağırlığına eşittir. Bu derecede şişirildiğinde çevresindeki havayla mükemmel bir denge sağlanır, balon ne yükselir ne de alçalır. Yükselmek için silindir aracılığıyla, hidrojen gazını, çevreleyen havanın ısısından daha yüksek bir ısıya çıkarıyorum. Böyle bir ısıyla genleşiyor ve balonu daha da şişiriyor. Böylece balon, benim gazı ısıttığım oranda yükseliyor.”
“Alçalmak için tabii ki tam tersi geçerli, silindirin sıcaklığını azaltıp gazın ısısını düşürürüm. Alçalmak genellikle yükselmekten daha uzun sürer ki bu benim için iyi bir durum çünkü hızlıca alçalmanın benim için bir anlamı yok, diğer yandan herhangi bir engelden kaçabilmek için hızlıca yükselmek çok daha büyük önem taşır. Gerçek tehlike yukarılarda değil aşağıda ortaya çıkar.”
“Ayrıca, gerekli bir durumda çok daha hızlı yükselmemi sağlayacak miktarda safram bulunmakta. Balonun tepesinde bulunan vana, sadece bir güvenlik vanasından ibaret. Balon hep aynı oranda hidrojen gazı taşımakta, bahsi geçen tüm bu alçalma ve yükselmeler, benim bu kapalı gaz sisteminde yaptığım ısı değişiklikleriyle sağlanmakta.”
“Ve beyler, işe yarar bir bilgi daha: Silindirde hidrojen ve havanın yanması su buharı oluşumuna sebep olmakta. Demir silindir haznenin altına, iki atmosfer basıncına uygun olarak çalışan bir vanası olan tahliye borusu ekledim. Böylece bu denli bir basınç oluşur oluşmaz buhar bu borudan tahliye ediliyor.”
“Şimdi tam rakamları vereceğim: Yapı taşlarına ayrıştırılan 25 galon sudan, 200 pound oksijen ve 25 pound hidrojen elde edilir. Bu ise atmosfer basıncında, 1.890 fit küp oksijen ve 3.780 fit küp hidrojen olarak toplam 5.670 fit küplük bir karışıma eş değerdir. Böylece silindirin musluğu sonuna kadar açık olduğunda yolları aydınlatmak için kullanılan büyük lambaların alevinden en az altı kat daha kuvvetli bir alevle saatte 27 fit küp gaz harcamaktadır. Kendimi belirli irtifada tutabilmem için ortalama olarak saatte 9 fit küpten daha fazla yakmamam gerek ki 25 galonluk suyum 636 saat ya da 26 günden biraz daha uzun bir süre beni havada tutabilsin.”
“Yine de istediğim vakit alçalıp su depomu doldurabileceğim için yolculuğum büyük ihtimalle daha uzayacak.”
“İşte beyler, benim sırrım bu! Basit ve birçok basit şey gibi başarısız olması imkânsız. Balonun gazının genleşmesi ve sıkışması; benim hareket sırrım bu. Ne hantal kanatlara ne de mekanik bir motora ihtiyacım var. Isı değişimini sağlamak için bir kalorifer, sıcaklığı ayarlamak için bir silindir. Her ikisi de ne kullanışsız ne de çok ağır. Sözün kısası, başarı için gerekli her şeyi bir araya getirdiğimi düşünüyorum.”
Dr. Ferguson, konuşmasını noktaladı ve canıgönülden alkışlandı. Herhangi bir itiraz yoktu, her şey öngörülmüş ve hesaplanmıştı.
“Fakat…” diye söz aldı kaptan. “Tehlikeli olabilir.”
“Eğer uygulanabiliyorsa…” diye cevapladı doktor. “Ne önemi var bunun?”

BÖLÜM XI
Zanzibar’a varış – İngiliz konsolosu – Yerlilerin hoşnutsuzluğu – Koumbeni Adası – Yağmur yağdıranlar – Balonun şişirilmesi – 18 Nisanda yola çıkış – Veda – Balonun adı “Viktorya”
Tekdüze bir kuvvette esen rüzgâr, Resolute gemisinin varış noktasına ulaşmasını hızlandırmıştı. Mozambik Kanalı’ndan geçmek ise olabildiğince sakin ve rahat olmuştu. Deniz yolculuğunun sakinliği, havadaki yolculuğun da nasıl geçeceğine dair güzel bir işaretti. Herkes varış saatini iple çekmekte ve doktorun son hazırlıklarına katkıda bulunmak için heyecanla beklemekteydi.
15 Nisan günü sabah 11 sularında, aynı adlı adanın üzerindeki Zanzibar şehri yakınlarında gemi göründü ve limana demirledi.
Zanzibar Adası, İngiliz ve Fransız müttefiki olan Muskat imamına aitti ve muhtemelen en güzel sömürgeydi. Ada limanı, komşu ülke gemilerinin uğrak yeri olmuştu.
Ada, Afrika kıyılarından genişiliği en çok 30 mil olan bir kanal yoluyla ayrılmıştı.
Zamk, fil dişi ve özellikle de abanoz ticareti yapılmaktaydı çünkü Zanzibar büyük bir köle ticareti merkeziydi. İç bölgelerdeki kabile şeflerinin bitmek bilmez savaşlarından elde edilen ganimetler burada toplanmaktaydı. Bu ticaret, Nil sınırlarına kadar tüm doğu yakasında devam etmekteydi. Hatta Bay G. Lejean, ticaretin Fransız bayrağı altında açık açık devam etmekte olduğunu belirtmişti.
Resolute gemisinin varışının üzerine, İngiltere Zanzibar konsolosu, yaklaşık bir aydır gazeteler aracılığıyla çalışmalarından haberdar olduğu doktora hizmetlerini sunmaya geldi. Fakat o ana dek ona inanmayan pek çok kişiden biriydi.
“Kuşku duyuyordum.” dedi Ferguson’a elini uzatarak. “Ama artık kuşkum yok.”
Doktora, Kennedy’ye ve tabii ki sadık Hizmetkâr Joe’ya evinin kapılarını açtı. Kibarlığından, Kaptan Speke’in gönderdiği çeşitli mektuplardan doktoru haberdar etti. Kaptan ve eşliğindekiler, Ugogo ülkesine varmadan büyük bir açlık ve kötü hava şartlarından muzdarip olmuştu. Çok büyük güçlükle ilerliyor ve uzunca bir süre iletişime geçebileceklerini düşünmüyorlardı.
“Bu tehlike ve yokluklardan uzak durabileceğimiz kanaatindeyim.” dedi doktor.
Üç yolcunun eşyaları konsolosun evine taşındı. Balonu Zanzibar sahiline çıkarmak için ayarlamalar yapıldı. Balonu doğu rüzgârlarından koruyacak büyük bir yapıya yakın, işaret ışıklarının hemen yanında uygun bir yer bulundu. Bu kocaman kule, Heidelberg fıçılarının yanında sıradan bir varil gibi durmaktaydı ve bir kale görevi görüyordu. Sahanlığındaysa mızraklı Beluciler nöbet tutuyordu. Beluciler, yaygaracı ve işe yaramaz insanlardı. Fakat balonu indirmek üzerlerken, konsolos, ada halkının buna güç kullanarak karşı çıkacağını öğrendi. Hiçbir şey, fanatik tutku kadar kör edici olamaz. Gökyüzüne yükselecek bir Hristiyan’ın geldiği haberi öfkeyle karşılandı.
Araplardan daha heyecanlı olan zenciler, bu projeyi kendi dinlerine karşı bir tehlike olarak değerlendirdi. Kendi kafalarında, Güneş’e ve Ay’a bir kötülük yapılacağını düşünmekteydiler.
Bu iki gök cismi, Afrika kabilelerince kutsal sayılmaktaydı ve böylesine bir günaha karşı çıkmaya karar verdiler.
Durumdan haberdar olan konsolos, doktora ve Kaptan Bennet’a bilgi verdi. Kaptan bu tehditlere boyun eğmeye hiç gönüllü olmasa da dostu onu şiddet içeren bir eylemden uzak tutmayı başardı.
“Eninde sonunda biz kazanırız.” dedi doktor. “Gerekirse imamın askerleri de bize yardım ederler. Fakat ufacık bir kaza, inanılmaz bir hızla, ufacık bir üflemeyle gelir ve balonun telafi edilemez bir yara almasına yol açar ki bu da tüm seferin son bulmasına sebep olur. Bu yüzden azami ölçüde dikkatli davranmalıyız.”
“Peki ne yapmalı? Eğer Afrika kıyılarına inersek aynı tehlikelerle karşılaşmak işten bile değil. O zaman ne yapmalıyız?”
“Daha kolay bir yolu yok. Limandan yakındaki küçük adaları görebilirsiniz. Balonunuzu oraya indirin ve adayı silahlı tayfalarla çevirin, hiçbir tehlikeyle karşılaşmazsınız.”
“Tam istediğim şey!” dedi doktor. “Hem böylelikle hazırlıklarımızı da daha kolayca tamamlarız.”
Kaptan bu önerilere katılınca Resolute, Koumbeni Adası’na doğru demir aldı. 16 Nisan günü sabah saatlerinde balon, çevresi dikenli ağaçlarla kaplı bir düzlükte koruma altına alındı. 80 fit yüksekliğinde iki direk, eşit uzaklıkta dikildi, uçlarına yerleştirilen bloklar ve halatlar yardımıyla balonun yukarı kaldırılması sağlandı. Balon tamamen sönüktü ve içteki balon, dıştaki balona aynı anda kaldırılabilecek şekilde bağlanmıştı. İki balonun alt kısımlarına hidrojen gazı üretiminde kullanılan borular yerleştirilmişti.
Ayın 17’sinde bütün gün, gaz üretiminde kullanılacak aygıtın ayarlanmasına harcandı. Bu aygıt, suyun içerisinde demir parçaları ve sülfürik asidin birleştirilmesiyle suyun ayrıştırılmasının tetikleneceği otuz fıçıdan oluşmaktaydı. Düzenek boyunca ayrıştırılan hidrojen, kocaman bir fıçıya ve ardından borularla balonlara doluyordu. Bu işlem esnasında her iki balon da tam olarak hesaplanmış miktarda hidrojenle dolu oluyordu.
Bu işlem için 1.866 pound sülfürik asit, 16.050 pound demir ve 9.166 galon su kullanmak gerekti. Bu işlem, bir sonraki gece saat üç civarında başladı ve yaklaşık sekiz saat sürdü. Ertesi gün, balon toprakla dolu bir sürü çuvalla ağırlaştırılmış sepetinin üzerinde salınmaktaydı. Genleşme aygıtı özenle yerleştirildi ve balondan gelen borular silindir hazneye geçirildi. Çıpalar, aletler, halatlar, muşambalar, tente, erzak ve silahlar sepetteki önceden belirlenmiş yerlerine yerleştirildi. Su takviyesi Zanzibar’dan yapıldı. 200 pound safra elli çuvala eşit olarak konuldu ve kolayca ulaşılabilecek şekilde sepetin dibine yerleştirildi.
Bu hazırlıklar, saat beş sularında nöbetçiler etrafta kuş uçurtmazken ve Resolute filikaları kanalda devriye gezerken son buldu.
Zenciler, bağırtı ve yüz ekşitmelerle hoşnutsuzluklarını belirtmekteydi. Obi-man[13 - Obi: Zenci büyüsü (ç.n.)] ya da büyücüleri, fanatizm alevine körükle giderek kızgın kalabalıkların arasında dolaşıyordu. Diğerlerinden daha öfkeli ve cüretkâr olan bazı fanatikler, yüzerek adaya ulaşmayı denese de kolayca püskürtüldüler.
Ardından büyüler ve okuyup üflemeler başladı; bulutların efendisi gibi davranan yağmur yağdırıcılar, fırtınaları ve doluyu -zencilerin deyimiyle “taş yağmurları”nı- yardıma çağırdı. Bunun olması için bir yandan ülkenin her yerinde yetişen ağaçların yaprakları kör bir ateşte kaynatılırken diğer yandan bir koyun, kalbine bir şiş saplanarak kurban ediliyordu.
Bunların ardından zenciler, kendilerini Hindistan cevizinden yapılan “tembo” adındaki bir içkiye ve “togwa” diye anılan hayli sarhoş edici bir tür biraya verdiler. Melodiden yoksun fakat hep bir ağızdan söylenen ilahileri gecenin geç saatlerine kadar devam etti.
Akşam saat altıda kaptan, kamarasında, yolculara ve subaylara bir veda yemeği verdi. Artık kimsenin soru sormadığı Kennedy, gözlerini doktordan ayırmadan anlaşılmaz sözler mırıldanıyordu. Aslında bu akşam yemeği biraz iç karartıcıydı. Son anın yaklaşmakta olması herkesi hüzünlendiriyordu. Kader bu cesur maceraperestler için neler hazırlamaktaydı? Bir daha arkadaşlarının arasında, tanıdık bildik bir ortamda olabilecekler miydi? Eğer araçlarına bir şey olursa bu sınırsız çöllerin ortasında, daha önce ayak basılmamış yerlerde, acımasız vahşi kabilelerin arasında onlardan geriye ne kalırdı?
O ana kadar pek gün yüzüne çıkmayan bu ve benzeri birçok düşünce, bu ayrılış anında hiç olmadığı kadar kuvvetlice ortaya çıkmıştı. Hâlâ sakin olan Dr. Ferguson, havadan sudan konuşuyordu fakat salgın hastalık gibi yayılan bu karamsarlığı dağıtmaya gücü yetmedi.
Doktor ve arkadaşlarına karşı gösteri yapılmasından korkulduğu için o gece üçü de Resolute’ta yattılar. Sabah saat altıda, kamaralarından ayrılıp Koumbeni Adası’na çıktılar.
Balon sabah esintisinde hafifçe sallanıyordu. Onu yerde tutan kum torbalarının yerini güçlü kolları olan yirmi denizci almıştı ve Kaptan Bennet ile subayları, arkadaşlarının bu törensel ayrılışına tanıklık etmek için hazır bulunmaktaydı.
Tam bu anda Kennedy doktorun kolunu tutup şöyle dedi:
“Samuel, gerçekten gitmeye kararlı mısın?”
“Kesinlikle kararlıyım, sevgili Dick.”
“Seni caydırmak için elimden geleni yaptım değil mi?”
“Hem de her şeyi!”
“Öyleyse vicdanım rahat, ben de seninle geliyorum.”
“Geleceğinden emindim!” diye ekledi doktor, suratında belli belirsiz bir duygu ifadesiyle.
Sonunda kati ayrılış vakti gelip çatmıştı. Kaptan ve subayları bu cesur dostlarını coşkulu bir sevinçle kucaklıyor ve bir prens kadar mutlu ve gururlu olan sadık Joe’yu bile es geçmiyorlardı. Herkes son kez doktorun elini sıkabilmek için çabalıyordu.
Saat dokuzda, bu üç gezgin, sepette yerlerini aldılar. Doktor silindiri ateşledi ve hızlıca ısı üretecek şekilde ateşi harladı. Toprakta tam bir denge içinde durmakta olan balon, birkaç dakika içinde yükselmeye başladı ve tayfalar ipleri bırakmak zorunda kaldılar. Sepet tayfaların başları üzerinde 20 fit kadar havalandı.
İki arkadaşının arasında duran doktor şapkasını sallayarak aşağıdakilere seslendi: “Dostlarım, hava gemimize ona şans getirecek bir isim verelim. Adı Viktorya olsun!”
Bu konuşma, “Yaşasın Kraliçe Viktorya! Yaşasın İngiltere!” çığlıklarıyla karşılandı.
Tam bu anda balonun yükselme gücü büyük bir hızla arttı ve Ferguson, Kennedy ve Joe son kez el salladılar.
“Hepsini bırakın!” diye bağırdı doktor.
Ve Victorya, Resolute’un dört topu, onuruna top atarken havada yükseldi.

BÖLÜM XII
Boğazı geçiş – Mrima – Dick’in fikri ve Joe’nun teklifi – Kahve tarifi – Uzaramo – Talihsiz Maizan – Duthumi Dağı – Doktorun kartları – Bir kaynanadili altında geçen gece

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/zhul-vern/balonla-bes-hafta-69428869/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Latince “daha ileriye” (ç.n.)

2
Alexander Selkirk: Mahsur kaldığı Robinson Crusoe Adası (Bu ismi daha sonra almıştır.)’nda dört yıl boyunca yalnız yaşamış İskoç denizcidir. Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe”da Selkirk’ ün yaşamından esinlendiği iddia edilir.

3
İnç: 2,54 cm uzunluğundaki uzunluk ölçüsü birimidir.

4
Amerika’da basılan ilk edebî eleştiri dergisi (ç.n.).

5
Evanjelik: İsa’nın ve İncil’in öğretisine uyan (ç.n.).

6
Epsom Downs: İngiltere At Yarışları (ç.n.).

7
Londra’daki akıl hastanesi (ç.n.).

8
Dr. Ferguson’ın yola koyulmasının ardından bazı anlaşmazlıklar sonucunda, M. de Heuglin’in tayin edilmiş keşif rotasının değiştirildiği ve idarenin, Bay Muntzinger’ya geçtiği ortaya çıkmıştır.

9
Hz. Musa, Harun ve Joshua’nın yanında yer almış önemli bir Hristiyan (ç.n.).

10
1 pound = 0.45359 kg (ç.n.)

11
1 fit küp = 0.02832 metreküp (ç.n.)

12
1 fit kare = 0.0929 (ç.n.)

13
Obi: Zenci büyüsü (ç.n.)
Balonla Beş Hafta Жюль Верн
Balonla Beş Hafta

Жюль Верн

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 1862 yılının 14 Ocak gününde, Londra’nın Waterloo bölgesinde, 3 numarada bulunan Kraliyet Coğrafya Cemiyetinin toplantısında büyük bir kalabalık vardı. Sir Francis M.... meslektaşlarına sürekli alkışlarla kesilen bir konuşma yapmaktaydı. Hitabet sanatının bu özgün örneği, vatanseverlikle dolup taşan şu cümlelerle son buldu: “İngiltere, her zaman ulusların başında yer almıştır (Okurun da göreceği gibi, uluslar hep birbirlerinin tepesinde ilerler.). Coğrafi keşif arzusundaki kâşiflerinin cesareti sayesinde tabii ki (genel onay belirten sesler)!” Dr. Samuel Ferguson, ki kendisi bu vatanın en aziz evlatlarındandır, köklerine saygısızlık etmeyecektir (Salonun tüm kesimlerinden “Tabii ki hayır!” sesleri yükseldi.). Bu çaba, başarıyla sonuçlanırsa (“Sonuçlanacak!”) dünyanın, Afrika haritası üzerindeki bölük pörçük tüm fikirlerini birleştirip tek kılacak (coşkulu alkışlar) ve eğer başarısız olursa en azından insan dehasının en cüretkâr fikirlerinden biri olarak kayda geçecektir (inanılmaz bir tezahürat)!” Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.

  • Добавить отзыв