Demir Yolu Çocukları
Edith Nesbit
Roberta, Peter ve Phyllis çok mutlu üç çocuktu. Anneleri dünyanın en iyi annesi, babaları yüzünü hiç asmayan anlayışlı bir babaydı. Bir gün iki adam geldi ve babalarını götürdü. Artık anneleriyle bir başlarına kalmışlardı. Londra’da da kalamadılar bu olaydan sonra. Bir köye taşındılar. Köyde yaşamak zordu ama bir o kadar da şaşırtıcı şeylerle doluydu. Arkadaşları trenler oldu burada. Onlarla bazı maceralar yaşadılar hatta. Belki paraları yoktu ama kalpleri sıcacıktı, sevgi doluydular ve hayata umutla bakıyorlardı… Çocuklar, sırf yoksul insanlar için çok güzel bir kitap yazmasından ötürü tutuklanan ve Sibirya’ya gönderilen bu adama duydukları yakınlığı göstermeyi çok istiyorlardı. Ona gülümseyebilirlerdi elbette, gülümsüyorlardı da ama insan boyuna gülümserse bu gülümseme bir sırtlan sırıtışı gibi yapışırdı yüze ve artık dostça bir gülümseme olmaktan çıkar, budalaca bir hâl alırdı. O bakımdan, çocuklar başka çarelere başvurdular. Yabancı konuğun koltuğu, yonca, gül ve hasekiküpeleriyle çevreleninceye kadar ona çiçek taşıdılar.
Edith Nesbit
Demir Yolu Çocukları
1. BÖLÜM
OLAYLARIN BAŞLANGICI
Önce şunu belirteyim ki onlar demir yolu çocukları değildi. Maskelyne, Cook’s, Pantomim, Hayvanat Bahçeleri ve Bayan Tussaud’nun Mumyalar Müzesi gibi yerlere giderken binmeleri dışında, demir yolu konusunu akıllarının ucundan bile geçirmiş olduklarını sanmam. Kentin banliyösünde oturan kendi hâlinde çocuklardı. Ön kapısı renkli camlarla bezenmiş, adına hol denen çini döşeli bir geçidi, sıcak ve soğuk sulu bir banyosu, elektrik zilleri, kapı gibi açılan uzun pencereleri, ev komisyoncularının dedikleri biçimde “her çeşit modern konforu olan,” kırmızı tuğladan cepheli bir villada anne ve babalarıyla yaşıyorlardı.
Üç kardeştiler. Roberta en büyükleriydi. Analar, çocuklarından hiçbirini diğerine üstün tutmazlar elbet ama eğer anneleri içlerinden birini diğerine üstün tutsaydı, bu pekâlâ Roberta olabilirdi. Ortanca kardeş, büyüdüğü zaman mühendis olmak isteyen Peter; en küçükleri de küçüklüğünün tadını tam çıkaran Phyllis’ti[1 - (okunuşu: Fillis.)]
Anne, bütün vaktini birtakım duygusuz kadınlara sıkıcı ev gezmelerine giden ve bu kadınların kendisine gelmeleri için evde bekleyen kadınlardan değildi. Çocuklarının oyunlarına katılmak, onlara kitap okumak, okul ödevlerine yardımcı olmak için her zaman hazırdı. Bunların dışında, çocukları okuldayken öyküler yazar, çaydan sonra bunları yüksek sesle kendilerine okurdu. Çocukların doğum yıl dönümleri, yavru kedilere ad koyma, bebek evinin yeniden döşenmesi ya da kabakulaktan iyileşmeleri gibi büyük olaylar için eğlenceli şiirler yazardı.
Bu üç mutlu çocuk, hiçbir şeyden yoksun değildi: Güzel elbiseleri, sıcacık bir evleri, oyuncak dolu bir oyun odaları ve üstünde Ana Kaz’ın resmi bulunan duvar kâğıtları, bunlardan başka, sevecen ve neşeli bir dadıları, James adında bir köpekleri de vardı. Bir de babaları vardı ki babaların en iyisiydi -hiç kızmaz, hiçbir yanlış tutumda bulunmaz, her oyuna seve seve katılır- katılmak istemediği zamanlar da hiç olmazsa çok inandırıcı bir katılamama nedeni olur ve bunu çocuklara öylesine ilgi çekici ve keyifli bir biçimde anlatırdı ki çocuklar babalarının oyuna katılamayacak kadar önemli bir işi olduğuna yürekten inanırlardı.
Onların çok mutlu olmaları gerektiğini düşünüyorsunuz elbette. Gerçekten de öyleydiler ama Edgecombe Villası’ndaki bu çok güzel yaşantı sona erip de çok başka şartlar altında yaşamak zorunda kalıncaya kadar bu mutluluğun büyüklüğünü anlayamadılar.
Yaşamlarındaki korkunç değişiklik birdenbire oldu.
Peter’in doğum günüydü. On yaşına girmişti. Getirilen armağanlar arasında bir de oyuncak lokomotif vardı ki daha iyisi olamazdı. Öbür armağanlar da çok güzeldi ama bu lokomotif hepsinden daha güzeldi.
Lokomotif bu güzel durumunu ancak üç gün koruyabildi. Sonra, ya Peter’in yeteneksizliğinden ve oldukça önemli bir biçimde etkisini gösteren Phyilis’in iyi niyetinden ya da başka nedenlerden, lokomotif bir patlamayla darmadağın oldu. Hele köpek James öylesine korktu ki kendini sokağa zor attı ve bütün gün eve girmedi. Lokomotifin arkasındaki boşluğa Nuh’un Gemisi gibi doluşmuş olan oyuncak insanlar parçalandı ama en çok zarar gören zavallı küçük lokomotif ve Peter’in duygularıydı. Ev halkı Peter’in ağladığını söyledi ama mutluluklarını bozan felaketler ne kadar müthiş olursa olsun, on yaşındaki çocuklar elbette ağlamaz. Peter, üşüttüğü için gözlerinin kırmızı kırmızı olduğunu söyledi. Böyle derken, bilmeden doğru da söylemiş oldu çünkü ertesi gün soğuk algınlığından yatmak zorunda kaldı. Anne, onun kızamığa tutulmuş olacağından korkmaya başlamıştı ki Peter birden dikilip yatakta oturdu ve, “Nefret ediyorum lapadan!” dedi. “Çorbadan da nefret ediyorum. Ekmek ve sütten de nefret ediyorum. Kalkacağım ben. Yiyecek iyi bir şey verin bana.” Anne sordu, “Ne istersin?”
Peter iştahlı iştahlı, “Pasta istiyorum… Kocaman bir pasta. En büyüğü.” dedi.
Anne, büyük bir pasta yapmasını aşçıya söyledi. Pasta hamuru hazırlandı. Hamur hazırlanınca pişirildi. Pişirilince de Peter yedi. Soğuk algınlığı biraz geçer gibi oldu. Pasta yapılırken anne de Peter’i keyiflendirmek için bir şiir yazdı. Şiir Peter’in ne kadar talihsiz ancak ne kadar da değerli bir çocuk olduğunu anlatmakla başlıyor ve şöyle sürüyordu:
Peter lokomotifi
Her şeyden çok severdi.
Başka şey neyse ama
O sağlam kalsın derdi.
Fakat bir gün dostlarım
Felaket geldi çattı.
Bir vida su koyverdi
Kazanın beyni attı.
Kıpkırmızı gözlerle
Peter lokomotifi
Getirdi annesine
Sanki yaparmış gibi
Trende ölen varmış,
Aldırır mı hiç Peter…
Lokomotiften başka
Ne gam tanır ne keder.
Anladınız mı şimdi
Hastalık nedenini?
Öç alarak kemirdi
Pastanın bedenini.
Barınıp yorganına
Yattı akşamlara dek.
O kötü talihine
Böylece attı kötek.
Gözleri kızarmışsa
“Nezle oldum, ondan?” der.
Hele bir pasta, verin,
Nefes bile almaz, yer.
Baba, üç dört günden beri köydeydi. Hasta lokomotifin bakımı konusunda Peter’in bütün umudu babasındaydı çünkü bu gibi işlerde baba çok becerikliydi. Onaramadığı şey yoktu, salıncaklı tahta atın veteriner operatörlüğünü her zaman o yapmış; bir gün, bütün umutların yitirildiği, marangozun bile yapacak bir şey olmadığını söylediği bir sırada, tahta atın hayatını o kurtarmıştı. Hiç kimse bir şey yapamazken bebeğin beşiğini baba onarmış; iğnelerle tutturulmuş Nuh’un Gemisi hayvanlarını bir parça tutkal, tahta kırıkları ve bir çakıyla eskisinden daha sağlam değilse bile eski durumuna getiren baba olmuştu.
Peter kahramanca bir sabır göstererek, babası yemeğini yiyip yemek sonunda yaprak sigarasını içinceye kadar lokomotifin sözünü etmedi. Ondan sabretmesini isteyen anne olmuştu ama bu sabrı gösteren de Peter’di. Hem de nasıl bir sabır.
Sonunda anne, babaya şöyle dedi, “Eğer dinlendin ve kendini rahat hissediyorsan sana büyük demir yolu kazasından söz etmek ve öğütlerini öğrenmek istiyoruz!”
Baba, “Peki.” dedi. “Çıkarın baklayı ağzınızdan.”
Bunun üzerine Peter üzücü öyküyü anlattı ve lokomotifin parçalarını babaya getirdi.
Baba bu parçaları büyük bir dikkatle inceledikten sonra, “Hımmmm…” dedi.
Çocuklar soluklarını tuttular, Peter kısık, titrek bir sesle, “Bir umut yok mu baba?” diye sordu.
Babanın sesi keyifliydi, “Umut mu?” dedi. “Olmaz mı? Bir yığın… Ama umuttan başka şeyler de gerekli. Söz gelişi biraz lehim ya da başka bir yapıştırıcı, yeni bir supap. En iyisi biz bu onarım işini yağmurlu bir güne bırakalım. Daha doğrusu, cumartesi öğle sonunu bu işe ayırırım, siz de hepiniz bana yardım edersiniz.”
Peter kuşkuyla sordu, “Kızlar makine onarımı yapabilirler mi?”
“Elbette yaparlar. Kızlar da erkek çocuklar kadar zekidir, unutma bunu. Lokomotif makinisti olmak ister misin Phil?”
Phyllis coşkusuz bir sesle, “Yüzüm hep kir içinde olacak, değil mi?” dedi. “Hem ben bir şeyleri de kırarım.”
Roberta, “Ben çok isterim.” dedi, “Büyüyünce olabilir miyim baba? Ateşçiliğe bile razıyım.”
Baba, lokomotifi elinde evirip çevirerek karşılık verdi:
“Yani, kazana kömür atacaksın. Hele bir büyü bakalım da yine istersen, seni ateşçi-kız yapmanın çarelerini ararız. Ben küçükken…”
Tam bu sırada ön kapı vuruldu. Baba, “Allah Allah!” dedi. “Kim böyle çat kapı gelen? Bir İngiliz’in evi her önüne gelenin kapıyı çalabileceği bir yer değildir. Bu villaları hendeklerle çevirip, iner kalkar köprüler yapmamış olmaları ne kötü.”
Kızıl saçlı sofra hizmetçisi Ruth içeri girdi ve iki adamın, ev sahibini görmek istediklerini söyledi, “Kendilerini kitaplık odasına aldım efendim.” dedi.
Anne, babaya baktı, “Ya bir şey sormaya ya da bir hayır derneğinden yardım istemeye gelmişlerdir. Bu saatte de gelinir mi? Neredeyse çocukların yatma vakti. Çabucak sav şunları canım.”
Fakat baba, değil çabuk, uzun sürede bile savamadı bu iki adamı. Roberta, “Keşke bizim de hendeğimiz ve iner-kalkar köprümüz olsaydı.” dedi. “Kimsenin gelmesini istemediğimiz zamanlar kaldırıverirdik köprüyü. Gelemezlerdi. Eğer daha çok kalırlarsa babam, ‘Ben küçükken…” diye başladığı cümlenin ne olduğunu unutacak.”
Anne, vaktin geçmesi için onlara yeşil gözlü bir prensesle ilgili masal anlatmaya çalıştı. Fakat, kitaplık odasındaki baba ile adamların sesleri kendilerine kadar geldiği için masal anlatmak güç oluyor, babanın sesi de bir şey sormaya ve yardım istemeye gelenlere karşı genellikle kullandığından daha yüksek ve değişik tonda çıkıyordu”
Derken kitaplık odasında, hizmetçiyi çağıran zil çalınca herkes derin bir soluk aldı. Phyills, “Gidiyorlar!” dedi. “Onları geçirmesi için babam hizmetçiyi çağırdı.”
Fakat hizmetçi, gelenlere kapıyı göstereceğine kendisi kapıda göründü, Ruth’un durumu, çocuklara biraz garip görünmüştü. “Lütfen Bayan…” dedi. “Eşiniz, sizin kitaplığa kadar gelmenizi istedi. Ölü gibiydi. Sesi zor çıkıyordu. Kötü haberler aldı sanırım. Siz de kötü bir şeyler duymaya hazır olun hanımefendi. Belki bir yakınınız öldü, belki banka iflas etti, belki de…”
Anne yumuşak bir sesle, “Yeter Ruth!” dedi. “Gidebilirsin.”
Anne, kitaplık odasına gitti. Konuşmalar devam etti. Zil yeniden çaldı. Ruth, bir araba alıp geldi. Çocuklar odadan çıkan ve merdivenden inen ayak seslerini duydular. Araba uzaklaştı, ön kapı kapandı. Anne odaya geldi. Yüzü dantel yakası kadar beyazdı. Gözleri büyümüş ve parlıyor gibiydi. Dudakları incelmiş ve her zamanki biçimini yitirmiş olduğu için ağzı soluk kırmızı renkte bir çizgi gibi görünüyordu, “Yatma vakti geldi.” dedi. “Ruth sizi yatıracak.”
Phyllis sızlandı, “Ama babam geldiği için bu gece geç yatacağımızı söylemiştin!”
“Babanı çağırdılar, işe gitti. Haydi yavrularım, çıkın hemen.”
Çocuklar anneyi öpüp gittiler. Roberta, anneye bir daha sarılmak ve kulağına bir şeyler fısıldamak için oyalandı, “Kötü bir şey yok, değil mi anne? Kimse ölmedi ya?”
“Kimse ölmedi, hayır.” Roberta’yı kendinden uzaklaştırmak istercesine ekledi, “Bu gece hiçbir şey söyleyemem yavrum. Haydi git canım, git şimdi.”
Roberta da gitti.
Ruth, kızların saçlarını fırçaladı ve soyunmalarına yardım etti. (Oysa bunları genellikle anne yapardı.) Ruth gazı da kısıp odadan çıktığı zaman Peter’i hâlâ giyinik olarak basamaklarda kendisini bekler buldu, “Ne oluyor, Ruth? Söylesene bana.”
Kızıl saçlı Ruth, “Ne sen bana soru sor ne de ben sana yalan söyleyeyim. Yakında her şeyi öğrenirsin.” diye karşılık verdi.
Anne o gece geç vakit yukarı çıkıp uyuyan çocukların üçünü de öptü. Bu öpücüklerden tek uyanan Roberta oldu fakat ne kımıldadı, ne de bir şey söyledi. Karanlıkta annesinin kesik kesik soluduğunu duyunca da kendi kendine “Eğer annem ağladığını bilmemizi istemiyorsa biz de bilmeyiz, olur biter.” dedi.
Ertesi sabah kahvaltı için aşağı indikleri zaman anne gitmişti bile. Ruth, “Londra’ya gitti.” diyerek onları yalnız bıraktı.
Peter yumurtasını kırarken, “Çok kötü bir şey var ortada.” dedi. “Ruth dün gece yakında her şeyi öğreneceğimizi söyledi.”
Roberta hor görürcesine sordu, “Ona sen mi sordun?”
Peter öfkeyle konuştu, “Evet ben sordum. Sen annemin üzgün olup olmadığına aldırmadan yatabilirsin ama ben yatamam! Var mı bir diyeceğin?”
“Annemin bize söylemediği şeyleri hizmetçilere sormak güzel değil.”
“Bak hele büyükanneye. Daha daha?”
Phyllis, “Ben büyükanne değilim ama Roberta haklı bu kez.” dedi.
“Elbette! Ona göre her zaman kendisi haklı.”
Roberta, yumurta kaşığını bırakırken bağırdı, “Susun! Birbirimizle kötü olmayalım. Çok iyi biliyorum ki başımızın üstünde müthiş bir felaket dolaşıyor! Daha da artırmayalım bunu.”
Peter, “Kim başladı, söyler misin bana?” diye sordu.
Roberta kendini zorlayarak konuştu, “Ben başladım sanırım, ama…”
Peter, bir zafer kazanmışçasına, “Gördün mü?” dedi.
Ama, okula gitmeden önce kız kardeşini omuzlarından tutarak artık yüzünü asmamasını söyledi.
Çocuklar öğle yemeği için eve geldikleri zaman, anne hâlâ dönmemişti, çay vakti de görünmedi. Geldiği zaman saat akşamın yedisini geçmişti. Öylesine yorgun, öylesine hasta gibiydi ki çocuklar ona bir şey soramayacaklarını fark ettiler. Yığılır gibi bir koltuğa çöktü, Phyllis onun şapkasındaki uzun iğneleri çıkarırken Roberta eldivenlerini çekti, Peter de sokak ayakkabılarının bağlarını çözüp kadife gibi yumuşak terliklerini getirdi.
Bir bardak çay içip, Roberta’ya ağrıyan başına kolonya sürdürdükten sonra anne konuştu, “Size bir şey söylemek istiyorum, yavrularım. Dün gece gelen o adamlar çok kötü haberler getirdiler. Babanız bir süre için bizden uzak kalacak. Çok üzülüyorum ve hepinizin bana yardımcı olmanızı, bugünlerin zorluğunu daha da artırmamanızı istiyorum.”
Roberta, annenin elini yüzüne tutarken, “İyimser ve mutlu olmakla ve ben yokken kavga etmemekle bana çok yardımcı olursunuz. (Roberta ve Peter suçlu suçlu bakıştılar.) Çünkü sık sık sizi yalnız bırakacağım.”
Çocuklar hep bir ağızdan, “Kavga etmeyeceğiz.” dediler. “Gerçekten kavga etmeyeceğiz.”
Etmemekte de kararlıydılar. Anne şöyle ekledi, “Sonra, bu üzücü olay üzerine ne bana ne de bir başkasına hiçbir şey sormamanızı istiyorum.”
Peter, korkusundan, yaltaklanırcasına ayakkabılarını halıya sürttü.
Anne, “Bunun için de söz veriyorsunuz bana, değil mi?” diye sordu.
Peter birdenbire, “Ben Ruth’a sormuştum.” dedi. “Çok pişmanım ama oldu bir kez!”
“Ruth ne dedi sana?”
“Yakında her şeyi öğreneceğimizi söyledi.”
“Bu konu üzerine herhangi bir şey öğrenmenizin gereği yok. Bir iş sorunu bu. Siz işten anlamazsınız, değil mi?”
Roberta, “Hayır.” dedi. “Hükûmetle ilgili bir şey mi bu?” Baba devlet memuruydu çünkü.
Anne, “Evet.” dedi. “Artık yatma vakti geldi yavrularım. Sakın üzülmeyin. Sonunda her şey düzelecek.”
Phyllis, “Öyleyse sen de üzülme anne.” dedi. “Sen de üzülmezsen hepimiz çok iyi oluruz.”
Anne içini çekti ve onları öptü.
Üst kata çıkarlarken Peter, “Yarın sabah ilk işimiz, iyi olmak.” dedi
Roberta, “Neden şimdiden olmuyoruz?”
“Şimdiden iyi olacak ne var, aptal?” Phyllis söze karıştı, “İyi olmaya alıştırırız kendimizi hiç olmazsa. Küfretmeyiz.”
“Kim küfrediyor? Ha Roberta demişim ha aptal demişim aynı kapıya çıkar, değil mi Roberta?”
Roberta sordu, “Yani?”
“Düşündüğün gibi değil Roberta. Yani… Dur bakayım, babam ne der buna? İltifat ettim, iltifat… İyi geceler!”
Kızlar, iyi olmak için düşünebildikleri tek yol olarak bunu gördüklerinden elbiselerini her zamankinden daha dikkatli katladılar. Phyllis önlüğünü eliyle düzeltirken, “Bak…” dedi. “Yaşantımızın pek sıkıcı olduğunu söyler dururdun; hiçbir şey kitaplardaki gibi olmuyor derdin. Artık böyle bir şey oldu.”
“Ben annemi mutsuz edecek bir şey olsun istemedim ki hiç. Çok kötü oldu bu, çok!..”
Birkaç hafta boyunca her şey çok kötü gitti.
Anne, hemen hemen hep sokaktaydı. Yemekler sıkıcı, kaplar kirliydi. Mutfak işlerine bakan hizmetçiye yol verilmiş ve Emma Teyze konuk gelmişti. Emma Teyze, anneden çok yaşlıydı. Dadılık yapmak üzere yabancı bir ülkeye gidiyordu. Harıl harıl elbiselerini hazırlamaktaydı. Bu biçimsiz, bu renkleri solmuş elbiseleri ortaya döküp saçıyor, dikiş makinesi bütün gün ve gece geç vakte kadar vızıldayıp duruyordu. Emma Teyze çocukların sere serpe ortalıkta dolaşmamaları gerektiği kanısındaydı.” Çocuklar ise pek öyle düşünmüyorlardı. Onlar, kendileri sere serpe dolaşırken Emma Teyze’nin ortalıkta görünmemesi gerektiği kanısındaydılar. Bu bakımdan birbirlerini pek az görüyorlardı. Çocuklar, Emma Teyze’yle birlikte olmaktansa çok daha eğlenceli buldukları hizmetçilerin arkadaşlığını tercih etmekteydiler. Aşçı, keyfi yerinde olduğu zamanlar komik şarkılar söylüyor; orta hizmetçisi, eğer kimseyi darıltmamışsa yumurtlamış bir tavuğu ya da bir şampanya şişesinin açılışını taklit ediyor, kavga eden kediler gibi miyavlayabiliyordu. Hizmetçiler, iki adamın babaya getirdikleri kötü haberin ne olduğunu hiçbir zaman çocuklara söylemediler ama isterlerse bu konuda çok şey söyleyebileceklerini belirttiler ki çok tedirginlik verici bir şeydi bu.
Bir gün Peter, banyo kapısının üstüne bir oyuncak bomba yerleştirmişti. Ruth, kapıdan geçerken bombanın patlaması üzerine, -bu kızıl saçlı sofra hizmetçisi- onu yakaladı. Kulaklarını çekerken öfkeyle, “Senin de sonun kötü olacak!” diye bağırdı. “Seni gidi pis bacaksız seni! Eğer aklını başına almazsan, sen de sevgili babanın gittiği yere gidersin. Unutma!” dedi.
Roberta, hizmetçinin dediklerini annesine söyledi. Ertesi gün Ruth’a da yol verildi.
Sonra öyle bir gün geldi ki eve dönen anne hemen yattı, iki gün kalkamadı. Doktor çağrıldı, çocuklar perişan bir durumda evin içinde dolaşırken dünyanın sonunun gelip gelmediğini düşündüler. Anne bir sabah, soluk yüzünde ilk defa beliren çizgilerle kahvaltıya indi. Elinden geldiği kadar gülümsemeye çalışarak, “Her şey yoluna girdi yavrularım.” dedi. “Bu evden ayrılıp köyde yaşamaya gideceğiz. Öyle sevimli, küçük, beyaz bir ev ki… Kesinlikle çok seveceksiniz.”
Bu sözleri, bir hafta süren telaşlı bir toplanma işlemi izledi. Bu, yazlığa giderken olduğu gibi yalnızca elbiselerin derlenip toplanması değildi. Sandalye ve masaların toplanması, bunların üstlerinin çuvallık bezlerle örtülmesi bacaklarının samanla sarılması gibi bir toplanmaydı.
Yazlığa giderken toplanması gerekli olmayan her şey toplandı. Tabaklar, yatak örtüleri, şamdanlar, halılar, karyolalar, tencereler, maşa ve kürekler bile…
Ev, bir eşya deposuna dönmüştü. Çocuklar bundan pek hoşlandılar sanırım. Annenin çok işi vardı ama çocuklarla konuşmak, onlara kitap okumak, hatta Phyllis elinde tornavidayla koşarken düşüp eline batması üzerine onu keyiflendirmek için birkaç satır şiir yazacak kadar bile vakit buluyordu.
Roberta, kırmızı, kaplumbağa kabuğundan yapılmış ve pirinç kakma olan güzel bir dolabı göstererek, “Bunu sarmıyor musunuz anne?” diye sordu.
Anne, “Her şeyi götüremeyiz.” dedi,
“Hep kaba saba şeyleri götürmüyor muyuz ama?”
“Bize gerekli olanları yanımıza alıyoruz. Bir süre için yoksulmuşuz gibi davranmamız gerekiyor yavrum.”
Bütün kaba saba ve yararlı şeyler toplanıp, yünlü yeşil kumaştan önlükler takmış adamlarca yük arabasına taşındıktan sonra iki kızla anne ve Emma Teyze, eşyalarının hepsi de güzel olan iki ayrı odada yattılar. Yatakların hepsi gitmişti. Oturma odasının kanepesi üzerine Peter için bir yatak hazırlandı.
Anne üstünü örtüp yanlarını sıkıştırırken Peter keyifle kıvıl kıvıl ederek, “Amma da keyif!” dedi. “Taşınmayı çok sevdim. Her ay taşınsak ne iyi olur.”
Anne güldü, “Hiç de iyi olacağını sanmam. İyi geceler Peter.”
Geri döndüğünde Roberta onun yüzünü gördü ve bir daha da unutamadı.” Yatağına girerken, “Oh anneciğim! diye kendi kendine fısıldadı. “Ne kadar cesursun. Ne kadar seviyorum seni. Yüzün böyle acı doluyken nasıl da gülebiliyorsun?”
Ertesi gün yığın yığın sandıklar dolduruldu. Akşama doğru da kapalı bir araba sandıkları alıp istasyona götürmek için geldi.
Onları Emma Teyze uğurladı. Kendileri de Emma Teyze’yi uğurladıklarını fark ettiler ve bundan hiç de üzüntü duymadılar. Phyllis, “Emma Teyze’nin dadılık yapacağı o zavallı, küçük yabancı çocukları düşünüyorum da…” dedi. “Bana dünyayı verseler onlarla birlikte olmak istemezdim.”
Önceleri pencereden dışarısını seyretmekle oyalandılar. Fakat karanlık arttıkça uyku bastırdı. Anne onları yavaş yavaş sarsarak, “Uyanın yavrularım, geldik.” sözleriyle uyandırdığı zaman hiçbiri ne zamandan beri trende olduklarını hatırlayamadı.
Üşümüş ve karamsar bir durumda uyandılar. Bagajları trenden indirilirken titreyerek rüzgârlı peronda bekleştiler. Lokomotif, soluyup puflayarak yeniden yola düştü ve vagonları peşinden sürükledi. Çocuklar, nöbetçi vagonundaki arka lambaların karanlıkta kayboluşunu seyrettiler.
Bu tren, çocukların o demir yolunda gördükleri ve giderek çok sevecekleri ilk trendi. Demir yolunu zamanla ne kadar seveceklerini, bunun nasıl yeni yaşantılarının bel kemiği olacağını ve kendilerine ne şaşırtıcı yenilikler getireceğini akıllarının ucundan bile geçirmediler. Yalnızca titrediler, aksırdılar ve yeni evlerine ulaşmak için çok yol yürümek zorunda kalmamalarını dilediler. Peter’in burnu, o güne kadar hiç başına gelmedik bir biçimde üşümüştü. Roberta’nın şapkası buruşmuş, şapka lastiği sertleşmişti, Phyllis’in ayakkabı bağları çözülmüştü.
Anne, “Haydi çocuklar!” dedi. “Yürüyeceğiz. Burada araba yok.”
Karanlık ve çamur içinde bir yürüyüştü bu. Çocuklar pürüzlü yolda birkaç kez sendelediler. Phyllis bir seferinde boş bulunan bir çamur gölcüğüne düştü ve iyice ıslanmış olarak, mutsuz bir durumda çıkarıldı. Yol yokuş ve karanlıktı. Bagajların yüklenmiş olduğu iki tekerlekli yük arabası çok ağır yol alıyor, onlar da arabanın çamurlu tekerlek yollarını izliyorlardı. Gözleri karanlığa alışınca önlerinde bulanık bir gölge gibi iki yana sallanan sandık yığınını gördüler.
Yük arabasının geçmesi için uzunca bir çit kapısının açılması gerekti. Yol şimdi tarlalardan geçer gibiydi ve yokuş aşağı iniyordu. Derken sağ yanlarında büyük, siyah bir yumru göründü. Anne, “İşte ev!” dedi, “Panjurları neden kapattı acaba?”
Roberta, “Kim?” diye sordu.
“Evi temizlemesi, eşyaları bir düzene sokması ve akşam yemeğini hazırlaması için tuttuğum kadın.”
Alçak bir duvar, duvarın ardında da ağaçlar vardı. Anne, “Bu da evin bahçesi.” dedi.
Peter, “Bahçeden çok, kara lahana dolu eski bir küfeyi andırıyor.” diye karşılık verdi.
Yük arabası bahçe duvarı boyunca yol aldı, sonra evin arkasına döndü. Buradan gürültüyle büyük çakıl taşı döşeli bir avluya girdi ve evin arka kapısı önünde durdu.
Pencerelerin hiçbirinde ışık yoktu.
Herkes bir kere kapıya vurdu fakat gelen olmadı.
Yük arabasını süren adam, Bayan Viney’nin eve gitmiş olabileceğini söyledi, “Treniniz çok geç geldi.” diye de ekledi.
Anne, “Fakat evin anahtarı kendisinde!” diye karşılık verdi. “Ne yapacağız biz şimdi?”
“Anahtarı eşiğin altına bırakmıştır. Burada âdet öyledir.” Arabanın fenerini alarak eğildi, “Hah, burada işte! Dediğim gibi.”
Kapıyı açarak içeri girdi ve feneri masanın üstüne bıraktı, “Mumunuz var mı?”
Anne keyifsiz bir sesle konuştu, “Ne nerde, bilmiyorum ki!”
Arabacı bir kibrit çaktı. Masanın üstünde bir mum vardı, yaktı. Mumun ince hafif ışığında çocuklar taş döşeli, büyük, boş bir mutfak gördüler. Ne pencerelerde perde, ne de yerde bir kilim vardı. Evlerinden getirilmiş olan mutfak masası orta yerde duruyordu. Sandalyeler bir köşeye, kap kacak başka bir köşeye yığılmıştı. Ocak yakılmamıştı bile. Kara ocak ızgarasının üstünde soğuk, ölü küller duruyordu.
Arabacı sandıkları içeri taşıdıktan sonra, gitmek üzere mutfak kapısına yöneldiğinde, evin duvarları içinden geliyormuş duygusunu veren koşuşma gibi gürültüler oldu. Kızlar, “Bu ne?” diye bağırdılar.
Arabacı, “Sıçanlar!” dedi. “Bir şey değil.” Dışarı çıkıp kapıyı kapattı… Bu arada da oluşan esinti mumu söndürdü. Phyllis, “Ah!” dedi. “Neden geldik buraya?” Bir sandalyeye çarpıp devirdi. Peter karanlıkta, “Sıçanlar!” dedi, “Bir şey değil.”
2. BÖLÜM
PETER’İN KÖMÜR MADENİ
Karanlıkta masanın üstündeki kibrit kutusunu arayan anne, “Bakın hele!” dedi. “Kim bilir ne korkmuştur zavallı farecikler. Onların sıçan olduklarını hiç sanmam.”
Kibrit kutusunu buldu. Mumu yaktı. Titreşen ışıkta herkes birbirine baktı. “Evet…” diye devam etti. “Bir şeyler olmasını hep isterdiniz. Oldu işte. Bu da bir serüven, değil mi? Bayan Viney’e ekmek, tereyağı, et ve daha başka şeyler almasını, akşam yemeğini hazırlamasını söylemiştim. Herhâlde yemek odasındadır aldıkları. Gidip bakalım.”
Yemek odasına mutfaktan geçiliyordu. Ellerindeki tek mumla yemek odası mutfaktan daha karanlık göründü çünkü mutfağın duvarları beyaz badanalıydı. Yemek odasının duvarları ise döşemeden tavana kadar koyu renk tahta ile kaplanmıştı. Tavanda da boydan boya ağır, siyah kirişler uzanıyordu. Odayı karışık, bir yığın tozlu eşya doldurmuştu. Bunlar kendilerini bildiklerinden beri yaşadıkları eski evlerinden getirilmiş olan kahvaltı odasının eşyalarıydı. O günler sanki çok gerilerde ve çok uzaklarda kalmış gibiydi.
Odada bir masa ve sandalyeler vardı ama akşam yemeği diye bir şey bulamadılar. Anne, “Öbür odalara bakalım.” dedi. Baktılar. Her odada aynı şaşırtıcı eşya yığını, ocak demirleri ve çanak çömlek, yerlerde bir yığın öteberi gördüler; ağza atılacak hiçbir şey yoktu.” Kilerde bile tek buldukları, paslanmış bir kurabiye tenekesiyle içinde alçı karıştırılmış kırık bir tabaktı. Anne, “Ne kötü bir yaşlı kadın bu!” dedi. “Parayı cebine atıp gitti ve bize yiyecek almadı.”
“Yemek yiyemeyecek miyiz öyleyse?” diye sorarak sıkıntıyla bir iki adım geri atan Phyllis bir sabun tabağına basarak kırdı.
Anne, “Yiyemeyecek olur muyuz?” dedi, “Yalnız, bodruma koyduğumuz büyük sandıklardan birini açmamız gerekecek. Bastığın yere lütfen dikkat et, olur mu Phil? Peter, ışık tut bana.”
Bodruma mutfaktan iniliyordu. Beş tane tahta basamak vardı… Çocuklar burasının hiç de iyi bir bodrum olmadığını düşündüler çünkü tavanı, mutfağınki kadar yüksekti. Tavana bir domuz gerdanı ve bel kemiği asılmıştı. İçeride odun, kömür ve büyük sandıklar vardı.
Anne büyük bir sandığı açmaya çalışırken Peter de mum tuttu. Sandık çok sağlam çivilenmişti. Peter, “Çekiç nerede?” diye sordu.
Anne, “Bana da o gerekli.” dedi. “Sanırım, çekiç de bu sandığın içinde. Şurada kömür küreğiyle ateş karıştırma demiri var.” Bunlarla sandığı açmaya uğraştı. Peter bu işi kendisinin daha iyi yapabileceğini düşünerek, “Ben bir deneyeyim.” dedi.
İnsan birisini ateş karıştırırken, kutu açarken ya da bir sicimdeki düğümü çözmeye çalışırken görünce hep böyle düşünür. Roberta da, “Ellerini acıtacaksın anne…” dedi. “Bırak ben yapayım.”
Phyllis, “Babam burada olsaydı, çoktan açmıştı sandığı.” diye söylendi. “Neden tekmeliyorsun beni Roberta?”
“Ben tekmelemedim.”
Bu sırada sandıktaki büyük çivilerden ilki gıcırtıyla çıkmaya başladı. Derken bir çıta kalktı. Onu, mum ışığında demir dişler gibi ışıldayan uzun çiviler uçlarında olduğu hâlde öbür çıtalar izledi. Anne, “Yaşasın!” dedi. “Mumlar var burada. Önce onları ele alalım. Kızlar, siz mumları yakın. Tabak gibi bir şeyler bulun. Biraz mum yağı damlatın. Mumları da dikine gelecek şekilde bu yağların üstüne yerleştirin.”
“Kaç tane yakalım?”
Anne keyifle, “Kaç tane isterseniz.” dedi, “Yeter ki neşeli olalım. Baykuşlarla farelerden başka kimse karanlıkta neşeli olamaz.”
Kızlar mumları yaktı. Phyllis’in çaktığı ilk kibritin başı fırladı ve eline yapıştı. Fakat Roberta’nın dediği gibi bu yalnızca küçük bir yanıktı. Bereket versin, böyle işkencelerin moda olduğu Eski Roma zamanında değillerdi, Phyllis’in bütünüyle yanması gerekirdi o zaman.
Yemek odası on dört mumun ışıltısıyla pırıl pırıl olunca Roberta kömür ve odun getirerek ocağı yaktı. Sonra büyüklüğe özenen bir ifadeyle: “Mayıs ayı için hava çok soğuk.” dedi.
Ocağın ve mumların aydınlığı, yemek odasının havasını çok değiştirmiş, duvarları kaplayan tahtalardaki süs oymalarını ortaya çıkarmıştı.
Kızlar çabuk çabuk odayı bir düzene soktular. Sandalyeleri duvar boyunca sıraladılar, öteberiyi bir köşeye yığıp görünmesin diye de önüne, babanın yemekten sonra oturmayı alışkanlık hâline getirdiği deri kaplı büyük koltuğu çektiler.
İçinde yiyecek dolu bir tepsiyle içeri giren anne, “Aferin çocuklar!” dedi. “Oda bir şeye benzedi. Ben bir masa örtüsü bulayım da…”
Masa örtüsü, doğru dürüst kilidi olan bir sandıktaydı. Sandık, kürekle değil, anahtarla açıldı. Masanın üstüne örtü yayıldı, ziyafet sofrası hazırlandı.
Herkes çok yorgundu fakat akşam yemeğinin değişik ve şirin görüntüsü onları keyiflendirmişti. Neler yoktu ki bu sofrada: çeşitli bisküviler, kutu sardalyaları, zencefil reçeli, kuru üzüm, şekerleme ve marmelat. Anne, “Emma Teyze’nin bunları sandığa koyması ne iyi oldu.” dedi. “Phil marmelat kaşığını sardalyaların içine koyma!” Phyllis, “Peki anne.” diyerek kaşığı bisküvilerin arasına koydu.
Roberta birdenbire, “Bardaklarımızı Emma Teyze’nin onuruna kaldıralım!” dedi. “Emma Teyze bunları paketlememiş olsaydı ne yapardık? Emma Teyze’ye…”
Bardaklar olmadığı için suları koydukları çay fincanlarını kaldırdılar.
Emma Teyze’ye karşı pek iyi davranmamış olduklarını hatırladılar. Emma Teyze, anne gibi insanın boynuna sarılma isteği duyacağı bir kimse değildi ama pekâlâ onları aç bırakmamayı becermişti.
Emma Teyze yatak örtülerini de hazırlamış, eşyaları taşıyan adamlar da karyolaları bir arada denk yapmışlardı. O bakımdan yataklar çabuk hazırlandı. Anne, “İyi geceler yavrularım.” dedi. “Evde hiç sıçan olmadığına güvenim var ama kapımı açık bırakacağım. Eğer bir fare gelecek olursa yalnızca bağırın yeter. Ben ona yapacağımı bilirim!”
Anne böyle dedikten sonra kendi yatacağı odaya doğru gitti.
Roberta, yolculuk esnasında kullandığı çalar saatinin sesiyle uyandı. Çok uzaklarda bir kilise çanının sesi gibi geldi ona. Bu arada hâlâ odasında dolaşmakta olan annenin ayak seslerini de duydu.
Roberta ertesi sabah hafifçe fakat amacına ulaşacak bir biçimde saçlarını çekerek Phyllis’i uyandırdı. Hâlâ uykudan ayılamamış olan Phyllis, “Ne… Ne var?” diye mırıldandı. “Haydi uyan artık, uyan! Yeni evdeyiz, unuttun mu? Ne hizmetçi var, ne bir şey. Kalkıp iş yapalım. Hiç gürültü etmeden kalkalım ve annem uyanmadan her şeyi hazırlayalım. Peter’i uyandırdım; biz giyinene kadar o da kalkmış olacak.”
Gürültü etmeden hızlıca giyindiler. Odalarında su yoktu elbette. Onun için aşağı indikleri zaman, avludaki tulumbadan fışkıran suyla yeterince yıkandılar. Biri tulumbayı çekiyor, öteki yıkanıyordu. Su üstlerine de sıçrıyordu ama ilginç bir yıkanma biçimiydi bu.
Roberta, “Leğende yıkanmaktan çok daha eğlenceli.” dedi. “Taşların aralarındaki otlara ve çatıdaki yosunlara bakın, nasıl da ışıldıyorlar… Hele çiçekler…”
Mutfağın arka yanına düşen tavan eğim yapıyor ve saçak çok aşağılara iniyordu. Tavan sazdan yapılmıştı; üstünde yosunlar, saksıgüzelleri, dam koruğu, bahçe şebboyları, saçağın uzakça bir yerinde de bir tutam mor bayrakçiçeği vardı. Phyllis, “Burası Edgecombe Villası’ndan çok, hem de çok daha güzel.” dedi. “Acaba bahçe nasıl?”
Roberta büyük bir içtenlikle, “Şimdi bahçeyi düşünmenin sırası değil. Eve girip işe başlamamız gerekiyor.” karşılığını verdi.
Ocağı yakıp üstüne çaydanlığı oturttular. Kahvaltı için kap kacağı hazırladılar. Aradıkları her şeyi bulamadılar ama söz gelişi, cam bir kül tablası mükemmel bir tuzluk oldu. Şöyle yenice bir fırın tepsileri olsaydı, ona da ekmek koyarlardı.
Yapabilecekleri daha başka bir şey kalmadığını görünce yeniden taze, parlak sabah aydınlığına çıktılar. Peter, “Şimdi bahçeye gideceğiz.” dedi.
Ama nedense bahçeyi bulamadılar. Evin çevresini dolanıp durdular. Arka yanı avlu kaplıyor, avlu boyunca ahırlar ve dış yapılar uzanıyordu. Evin öteki üç yanı da tarlalarla çevriliydi. Evi bu tarlalardan ayıran hiçbir şey yoktu. Bir akşam önce eve geldikleri zaman bahçe duvarını görmüşlerdi oysa.
Tepeleri bol olan bir topraktı burası. Aşağılarda demir yolu ve bir tünelin nar gibi açılmış ağzı görünüyordu. İstasyon görünürlerde yoktu. Ayak kemerleri vadinin bir ucunda uzanan büyük bir köprü vardı. Peter, “Bahçeyi boş verin!” dedi. “Aşağı inip demir yolu kıyısında bekleyelim. Geçen trenleri görürüz.”
Roberta alçak sesle, “Trenleri buradan da görürüz.” dedi, “Oturalım biraz.”
Otların arasından fırlamış büyükçe, yatık, boz renkli bir tasın üstüne oturdular. Tepenin yamacı boyunca bu taşlardan çok vardı. Kendilerini arayan anne, saat sekizde yanlarına geldiği zaman, onları, güneşin sıcaklığı altında, mutlu bir biçimde derin bir uykuda buldu.
Çocuklar ocakta güzel bir ateş yakmışlar, çaydanlığı da ateşin üstüne saat beş buçuk dolaylarında oturtmuşlardı. Saat sekiz olduğu zaman ise ocaktaki ateş sönmüş, çaydanlıktaki su kaynayıp kaynayıp tükenmiş, çaydanlığın dibi tutmuştu. Çocuklar kahvaltı sofrasını hazırlarken kap kacağı yıkamayı da akıl edememişlerdi. Anne, “Ama zararı yok.” dedi. “Yani, kap kacağın… Çünkü bir oda daha keşfettim… Unutmuştum ben böyle bir oda daha olduğunu. Nefis bir oda. Çay suyunu da tencerede kaynattım.”
Unutulan odaya mutfaktan geçiliyordu. Bir gece önceki telaş ve yarı karanlıktan oda kapısını dolap sanmışlardı. Dört köşe, küçük bir odaydı bu. Masasının üstüne de derli toplu bir biçimde söğüş et, ekmek, tereyağı, peynir ve bir pasta konmuştu. Peter, “Kahvaltı için pasta!” diye bağırdı. “İnanılır şey değil!”
Anne, “Ama bu senin sevdiğinden değil.” dedi. “Elma pastası. Biliyor musunuz, bütün bunlar dün gece hazırlanmış. Bayan Viney giderken bir de not bırakmış. Damadı kolunu kırdığı için eve erken gitmek zorunda kalmış. Bu sabah saat onda gelecekmiş.”
Kahvaltı nefisti. Kahvaltıya soğuk elma pastasıyla başlamak pek alıştıkları bir şey değildi ama pastayı söğüşe üstün tuttular. Peter biraz daha pasta istemek için tabağını uzatırken:
“Bu, kahvaltıdan çok öğle yemeği oldu.” dedi. “O kadar erken kalktık ki…”
Gün, sandık ve denkleri açmak, öteberiyi yerleştirmek için anneye yardımla geçti. Giyim eşyalarını, çanak çömleği ve daha bir yığın öteberiyi yerlerine taşırken altı küçük ayak da sağa sola koşmaktan bitkin düştü. Öğleden az sonra anne, “Evet.” dedi. “Bugünlük bu kadar yeter. Ben bir saat kadar uzanacağım ki yemek vakti bir tarla kuşu kadar neşeli olabileyim.”
Çocuklar bakıştılar. Üçünün de yüzleri aynı düşünceyi yansıtıyordu. Bu düşünce iki yönlüydü ve bir soru ile onun karşılığını kapsıyordu, “Nereye gidelim?”
“Demir yoluna.”
Böylece karar verilmiş oldu. Demir yoluna giderken de saklanmış olduğu yerde bahçeyi gördüler. Bahçe tam ahırların arkasındaydı. Dört bir yanı da yüksek duvarlarla çevrilmişti. Peter, “Boş verin şimdi bahçeyi!” diye bağırdı. “Annem bu sabah onun yerini söyledi bana. Yarma kadar bahçe bir yanda dursun. Biz demir yoluna gidelim şimdi.”
Demir yoluna giden yol bir inişteydi. Kısa çayırların örttüğü bu inişin orasından burasından da bir kurabiyenin tepesindeki şekerli meyve kabukları gibi katır tırnakları, boz ve sarı kayalar çıkmıştı.
Bu iniş sonunda dikleşiyor ve tahta bir çitle bitiyordu. Çitin ötesinde telgraf direkleri ve telleri, işaretler, pırıl pırıl parlayan çeliğiyle demir yolu uzanıyordu.
Çocuklar tahta çitin üstüne çıkmışlardı ki kendilerini demir yolu boyunca sağa, dik bir kayanın yüzünde açılan tünelin karanlık ağzına bakmaya iten gümbürtülü bir ses duydular. Az sonra tünelden acı acı bağırıp hırıldayarak bir tren çıktı. Gürültüyle yanlarından kayıp geçti. Çocuklar bu geçişin sarsıntısını bedenlerinde duydular. Tren geçerken demir yolundaki çakıllar da vagonların altında, yerlerinden oynayıp sesler çıkardı. Derin bir soluk alan Roberta, “Ohhh!” dedi. “Sanki koca bir canavar havayı yarıp geçiyor sandım. Alev saçan kanatlarıyla bizi yelpazelediğini fark ettiniz mi?”
Phyllis de, “Bir canavar ini de dışarıdan tıpkı bu tünele benzer, değil mi?” diye sordu.
Peter, “Yol alan bir trene böylesine yaklaşabileceğimizi hiç düşünmemiştim.” dedi. “Çok güzel bir sey bu.”
Roberta, “Oyuncak lokomotiflerden çok daha iyi, değil mi?”
“Bilmem ki… Onun da keyfi başka ama… Bütün bir tren amma da acayip ha! Ne de yüksek, değil mi?”
Phyllis, “Biz hep istasyonlardaki peronların ikiye böldüğü trenler gördük.”
Roberta, “Acaba bu tren Londra’ya mı gidiyordu?” diye söylendi. “Babamız Londra’da.”
Peter akıl verdi, “İstasyona gidip öğrenelim.”
Ve istasyona yöneldiler…
Demir yolu boyunca yürüyorlar; başlarının üstünde, telgraf tellerinin vızıltısını duyuyorlardı. İnsan trendeyken telgraf direkleri arasındaki açıklık öyle az görünür ve siz daha sayamadan direkler öylesine bir hızla birbiri ardına tellere asılır ki! Oysa yürürken telgraf direkleri hem daha azmış gibi gelir insana, hem de araları çok uzun sürer.
Ama, eninde sonunda çocuklar istasyona ulaştılar.
Daha önce içlerinden hiçbiri trene yetişmek, tren beklemek ve her seferinde bir an önce oradan uzaklaşmaktan başka istasyonlara karşı ilgi duymayan büyüklerin eşliğinde olmak dışında, böyle keyiflerince bir istasyonda bulunmamışlardı.
Daha önce hiçbiri, telleri görebilecek, makinenin sert, güçlü tıkırtılarından sonraki gizlemli “ping ping” sesini duyabilecek kadar bir işaret kulübesinin yakınından geçmemişti.
Keyifli bir gezi yolu olan rayların serildiği demir yolu traversleri, Roberta tarafından çabucak, köpürerek akan sel sularında atlama taşı görevi yapan bir oyun haline getirilmişti.
Sonra, istasyona bilet alınan yönden değil de korsanlar gibi peronun eğik yanından girmek… Bu da başlı başına bir keyifti.
Lambaların durduğu, duvarında Demir Yolu Takvimi olan ve bir gazetenin ardında yarı uyur yarı uyanık bir hamalın bulunduğu hamallar odasına şöyle bir göz atmak da keyifti.
İstasyonda birbirini kesen birçok hat vardı. Bu hatlardan bazıları sanki işten yorulmuş da artık emekliye ayrılmak istermişçesine alıştırma yerine uzanıyor ve orada kesiliyordu. Buradaki rayların üstünde yük vagonları duruyordu. Bir yanda da koca bir yığın kömür vardı. Ev kömürlüklerindeki gibi ulu orta bir yığın değildi bu. Yığın, kömürden bir yapı gibi yükseliyor, çevresini, tarihteki eski şehir resimlerini andırır biçimde, tuğlaya benzeyen iri iri kömür blokları tutuyordu. Bu kömürden duvarın tepesine yakın yerde de kireçle çizilmiş bir çizgi vardı.
İstasyon kapısının üstündeki gongun iki kez arka arkaya çınlayarak yankılanması üzerine hamal tembel tembel dışarı çıkınca Peter en terbiyeli haliyle ona “Nasılsınız?” dedi ve acele acele kömürün üstündeki beyaz işaretin ne anlama geldiğini sordu. Hamal, “Eğer biri kömür çalmaya kalkmışsa farkına varalım diye.” karşılığını verdi. “Anladın ya, sakın kömür aşırmaya kalkma küçük bey.”
Bu söz o zamanlar Peter’e pek şakacı geldi ve hamalın içten bir kimse olduğu kanısına vardı ama daha sonra bu sözler Peter’e başka anlamda yeniden söylendi.
Fırın yandığı gün bir çiftlik evi mutfağına hiç girdiniz ve büyük hamur çömleğinin, kabarması için ateşe konduğunu gördünüz mü? Eğer gördünüzse ve o zamanlar her gördüğünüzle ilgilenecek kadar küçük idiyseniz, parmağınızı, dev bir mantar gibi çömlekte kıvrılmış yatan yumuşacık, yuvarlak hamurun içine sokmaktan kendinizi alamamışsınızdır. Hatırlayacağınız gibi parmağınız hamurda bir çukur açmış, sonra yavaş yavaş bu çukur kaybolmuş ve hamur, parmağınızı sokmadan önceki görünümünü almıştır. Ama eliniz kirliyse elbette hamurda küçük, siyah bir iz de kalmıştır.
İşte babanın gidişi ve annenin mutsuzluğu karşısında çocukların duyguları da böyle olmuştu. Önceleri bu durum onları çok etkilemişse de bu etki uzun süreli olmamıştı.
Hiç unutmamakla birlikte, babanın yanlarında olmayışına, okula gitmeme ve anneyi pek az görmeye alışmışlardı. Anne, şimdi üst kattaki odasında durmadan yazı yazıyordu. Çay saatlerinde alt kata iniyor ve yazdığı öyküleri yüksek sesle çocuklara okuyordu. Çok tatlı öykülerdi bunlar. o kayalar, tepeler, vadiler, ağaçlar, kanal ve hepsinin üstünde demir yolu onlar için öylesine yeni ve öylesine sevindiriciydi ki… Villada eski yaşantıları uzak bir düş gibi kalmıştı.
Anne onlara birkaç defa, artık yoksul olduklarını söylemişti ama bu da onları, iş olsun diye söylenmiş bir sözden öte etkilememişti. Büyükler, anneler bile sık sık, sırf bir şey söylemiş olmak için böyle pek bir anlamı olmayan sözler söylerlerdi. Pekâlâ yeteri kadar yiyecekleri vardı. Eskiden olduğu gibi güzel elbiseler giyiyorlardı.
Fakat haziranda üç gün arka arkaya bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı ve hava da çok, pek çok soğudu. Kimse dışarı çıkamıyor, tir tir titriyordu. Çocuklar üst kata çıkıp annenin oda kapısını vurdular. Anne içeriden, “Evet, ne var?” diye seslendi.
Roberta, “Ocağı yakayım mı anne?” dedi. “Yakmasını öğrendim artık.”
Annenin karşılığı şöyle oldu, “Hayır yavrum. Haziranda ocak yakmamalıyız. Kömür öyle pahalı ki… Üşüyorsanız, tavan arasına çıkın, koşup oynayın. Isınırsınız.”
“Ama, anne, ocağı yakmak için ne kadarcık kömür gerekir ki?”
“O kadarcığı bile gözden çıkaramayız yavrum… Haydi gidin, oynayın. Çok işim var.”
Phyllis fısıltıyla Peter’e, “Annemin de hep işi var şimdi.” dedi. Peter karşılık vermedi. Omuzlarını silkti. Düşünüyordu.
Haydut mağarası yapılmaya çok uygun olan tavan arasında insanı başka bir düşüncenin uzun süre etkilemesine imkân yoktu. Haydut elbette Peter’di. Roberta da yardımcısı, çok güvendiği çetesi, aynı zamanda da hiç duraksamadan karşılığında büyük bir kurtarma parası -bakla- ödenecek olan kaçırılmış kız Phyllis’in ailesiydi.
Sahici dağ haydutları gibi heyecan ve neşe içinde çay için aşağı indiler.
Ama, Phyllis, tereyağı sürülmüş ekmeğine reçel de koymak isteyince anne, “Ya reçel ya da tereyağı yavrum.” dedi. “Hem reçel, hem de tereyağı değil. Şu sırada her türlü lüksten kaçınmak zorundayız.”
Phyllis sessizce tereyağlı ekmeğini bitirdi. Sonra reçelli ekmek yedi. Peter, açık çayını düşünceli düşünceli içti.
Çaydan sonra yeniden tavan arasına çıktıkları zaman Peter, kız kardeşlerine, “Ben bir şey düşündüm.” dedi.
Kızlar kibar kibar sordular, “Ne düşündün?”
Peter beklenmedik bir karşılık verdi, “Size söylemeyeceğim.”
Roberta, “Sen bilirsin.” dedi.
Phyllis de, “Söyleme!” diye atıldı.
“Bu kızlar da ne sabırsız şeyler oluyor.”
Roberta hor görürcesine konuştu, “Ya oğlanlar?.. Budalaca düşüncelerini sen kendine sakla.”
Peter, bir mucize gösterircesine, kızmayarak, “Bir gün öğrenirsiniz.” dedi. “Böyle kavga eder gibi konuşmasaydınız, sırf mertliğimden ötürü bir açıklama yapmak istemediğimi size söyleyebilirdim ama artık hiçbir şey öğrenemezsiniz benden, tamam mı?”
Peter’in bu konuda bir açıklama yapmaya kandırılması biraz zaman aldı. Yine de pek bir şey söylemiş olmadı, “Yapmayı düşündüğüm şeyi size söylemeyişimin tek nedeni, bunun belki de doğru bir şey olmaması. Böyle doğru olmayan bir şeye sizi de sürüklemek istemiyorum.”
Roberta, “Eğer yapacağın doğru değilse sen de yapma Peter.” dedi. “Bırak ben yapayım.”
Phyllis de, “Doğru olmasa bile sen yaptıktan sonra ben de yaparım Peter.” dedi.
Bu bağlılıktan oldukça etkilenen Peter şöyle konuştu, “Hayır, olmaz. Umutsuz bir iş bu. Benim tek başıma yapmam gerekir. Sizden tek istediğim, annem eğer benim nerede olduğumu sorarsa boşboğazlık etmemeniz.”
Roberta öfkeyle karşılık verdi, “Bir şey bilmiyoruz ki ne boşboğazlık edelim!”
Peter, elindeki baklaları parmaklarının arasından yere bırakırken, “Ne de olsa biraz biliyor sayılırsınız.” dedi. “Ama, ben size çok güvenirim. Yalnız başıma bir serüvene atılacağımı biliyorsunuz. Bazıları bunun doğru olmadığını düşünebilir. Ben öyle düşünmüyorum. Annem nerede olduğumu sorarsa madende oynadığımı söyleyin.”
“Ne madeni bu?”
“Siz yalnızca maden deyin, yeter.”
“Bize söylemen gerekir ama Peter.”
“Peki, söyleyeyim, kömür madeni. Sizi öldürseler de söylemeyeceksiniz.”
Roberta, “Kendini tehlikeye atman doğru değil Peter.” dedi. “Bizim de sana yardım etmemiz iyi olur.”
Peter alçak gönüllülük gösterdi, “Eğer bir kömür madeni bulursam, siz de kömürü arabayla taşırsınız.” Phyllis, “İstersen sırrını sakla yine.” dedi.
Roberta da ekledi, “Eğer saklayabilirsen.”
“Ben saklayacağım.”
Düzene çok düşkün ailelerde bile akşam çayıyla akşam yemeği arasında bir zaman vardır. Bu süre içinde anne genellikle yazı yazar, Bayan Viney de evine gitmiş olur.
Kafasına o fikrin doğuşundan iki gece sonra, akşamın alaca karanlığında Peter gizemli bir biçimde kızları işaretle yanına çağırdı, “Gelin benimle. Romalı Arabası’nı da getirin.”
Romalı Arabası, arabalığın üstündeki çatı arasında, uzun emeklilik yılları geçirmiş çok eski bir çocuk arabasıydı. Çocuklar bunu hava lastikli bir bisiklet gibi hiç gürültü etmeyecek durumda yağlamışlardı. Araba, yeni olduğu zamanlardaki gibi her buyruğa boyun eğer hale gelmişti. Peter kızlara, “Korkusuz önderinizi izleyin!” diyerek istasyona doğru inmeye başladı.
Üç kayanın ortasındaki küçük bir çukurun üstü, dikenli çalılar ve fundalarla örtülmüştü.
Peter durdu. Çukurun üstündeki çalı çırpıyı ayağıyla yana ittikten sonra, “İşte Aziz Peter Madeni’nin ilk kömürü.” dedi. “Bu kömürü arabayla eve götüreceğiz. Servisimiz kusursuzdur. Bütün istekler dikkatle karşılanır. Parçalar müşterinin isteğine göre hazırlanmıştır.”
Araba tıka basa kömürle dolduruldu fakat Peter kendisini at gibi arabaya koştuğu, kızlar arkadan ittiği, o da bir eliyle sıkı sıkıya kemerini tutup çektiği hâlde, arabayı yokuş yukarı çıkaramadıkları için yükü boşaltmaları gerekti.
Peter’in madenindeki kömürü annenin bodrumdaki kömürüne eklemek için üç sefer yaptılar.
Sonra Peter yalnız başına gitti, simsiyah ve esrarlı bir hava içinde döndü, “Kömür madenime gittim.” dedi. “Kara elmasları yarın akşam arabayla eve getiririz.”
Bir hafta sonra Bayan Viney, anneye son kömürlerin çok iyi yandığını söylüyordu.
Çocuklar basamaklarda bu sözleri dinlerlerken gülmemek için kendilerini ve birbirlerini zor tuttular. Kömür madenciliğinin iyi bir şey olmadığına dair vaktiyle Peter’in bir kuşku duyup duymadığını unutmuşlardı bile.
Fakat istasyon müdürünün, ayaklarına yaz tatilinde deniz kıyısında giydiği bir çift eski kum ayakkabılarını geçirip çevresinde kireçten çizgisiyle kömür yığınının durduğu avluya sessizce girmesi üzerine korkunç bir gece başlamış oldu. İstasyon müdürü kömür yığınına yaklaştı ve bir fare deliğinin başında bekleyen kedi gibi beklemeye başladı. Yığının tepesinde küçük ve siyah bir şey, gürültü etmemeye çalışarak bir şeyler yapıyordu,
İstasyon müdürü, üstünde:
“G. N. and S. R,
34576
Hemen White Heather Yan Hatlarına Dön!”
yazılı bir yaftası olan küçük, teneke bacalı bir fren vagonunun gölgesine gizlendi ve yığının üstündeki küçük şey, gürültüyü kesip yığının kıyısına gelerek dikkatle kendini aşağıya bırakıncaya ve sırtında bir yükle doğruluncaya kadar gizlendiği yerde, pusuda bekledi. Sonra kolu kalktı. Eli bir yakaya indi ve sırtında kömür dolu bir marangoz çuvalı olduğu halde tir tir titreyen Peter’i yakaladı, “Sonunda elime geçtin ha, küçük hırsız?!”
Peter elinden geldiği kadar sesinin titremesini önlemeye çalışarak karşılık verdi, “Ben hırsız değilim, madenciyim.”
“Bunu külahıma anlat sen benim!”
“Kime anlatırsam anlatayım, doğru söylüyorum.”
“Çeneni tut da yürü merkeze benimle bacaksız!”
Peter, hiç de kendisininkini andırmayan üzüntülü bir sesle karanlıkta, “Hayır hayır!” diye bağırdı. “Karakola götürmeyin beni.”
İstasyon müdürü, “Karakola değil.” dedi. “Önce bizim merkeze gideceğiz. Bir çete işi bu. Kim var senden başka?”
Üstündeki yaftada, “Stavely Colilery”, beyaz tebeşirle de “No:1 Yola İsteniyor” yazılı başka bir vagonun gölgesinden çıkan Roberta ile Phyllis, “Yalnız biz…” dediler.
Peter öfkeyle onlara bağırdı, “Beni mi gözetliyordunuz siz!”
İstasyon müdürü, “Seni gözetlemenin sırası gelmişti.” dedi. “Haydi, yürü merkeze.”
Roberta, “Hayır, hayır.” dedi. “Bizi nasıl cezalandıracağınıza burada karar verin. Peter kadar biz de suçluyuz. Kömürün taşınmasına biz yardım ettik. Nereden aldığını da biliyorduk kömürü.”
Peter, “Hayır, bilmiyordunuz.” dedi.
Roberta diretti, “Biliyorduk. Hep bilmiştik aslında. Seninle eğlenmek için bilmiyor görünüyorduk.”
Bu söz Peter için bardağı taşıran son damla oldu. Kömür aramış, bulmuş, yakalanmış bunlar yetmiyormuş gibi şimdi de kız kardeşlerinin kendisiyle eğlendiklerini öğrenmişti, istasyon müdürüne, “Bırakın yakamı.” dedi, “Kaçacak değilim.”
İstasyon müdürü, Peter’in yakasını tutan elini gevşetti, bir kibrit çaktı, titreyen ışıkta çocukların yüzlerine baktı, “Bak hele!” dedi. “Siz tepedeki Üç Bacalar’da oturan çocuklar değil misiniz? Üstünüz başınız da iyi. Söyleyin bana, kim sizi bu yola iteledi? Siz hiç kiliseye gitmediniz mi? Kimse size ahlak kurallarını öğretmedi mi? Hırsızlığın ne kötü şey olduğunu söylemedi mi?” Şimdi sesi daha yumuşak çıkıyordu. Peter, “Ben bunun hırsızlık olduğunu düşünmedim.” dedi. “Emindim hırsızlık olmadığına eğer yığının dışından alırsam, belki hırsızlık olur diye düşündüm ama ortasından almak, madencilikti. Sizin bütün bu kömürü yakıp ortalara gelmeniz binlerce yıl ister.”
“Pek o kadar değil ya!.. Yani, eğlence olsun diye mi yaptın sen bu işi?”
Peter kızgınlıkla “Bunca ağır şeyi ta tepeye taşımak eğlence olsun diye yapılır mı?” dedi.
“Neden yaptın peki?” İstasyon müdürünün sesi şimdi öylesine sevecendi ki. Peter karşılık verdi, “O yağmurlu günü hatırlıyor musunuz?.. işte o gün annem, bizim ocak yakamayacak kadar yoksul olduğumuzu söyledi. Eski evimizdeyken soğuk havalarda hep yanardı ocak. Sonra…”
Roberta fısıltıyla onun sözünü kesti, “Yeter…”
İstasyon müdürü düşünceli düşünceli çenesini ovalayarak, “Bu seferlik sizi bağışlayacağım.” dedi. “Ama unutma delikanlı, demek ki bu maden senin değil, ister yaptığın şeye madencilik deyin ister başka bir şey; bu hırsızlıktır hırsızlık! Haydi, doğru eve şimdi.”
Peter heyecanla, “Sahi bize bir şey yapmayacak mısınız?” dedi. “Siz çok mert bir insansınız.”
Roberta da, “Siz çok iyisiniz.” dedi.
Phyllis de ekledi, “Çok tatlısınız.”
İstasyon müdürü uzatmadı, “Pekâlâ pekâlâ…”
Bunun üzerine birbirlerinden ayrıldılar.
Yokuş yukarı çıkarlarken Peter, “Benimle konuşmayın.” dedi. “Siz casus ve hainsiniz. Evet, casus ve hain.”
Kızlar, Peter’in sözlerine kızmayacak kadar onun özgür ve güven içinde kendileriyle birlikte olmasının ve polis merkezine değil de Üç Bacalarla gitmelerinin mutluluğu içindeydiler. Roberta tatlı bir sesle, “Biz bir şey demedik ki…” dedi, “Senin kadar bizim de suçlu olduğumuzu söyledik.”
“Öyle değildi ki ama…”
Phyllis, “Mahkemeye, yargıcın karşısına çıkarılsaydık, öyle olacaktı.” dedi, “Aksilik etmesene Peter! Senin sırlarını öğrenmek bu kadar kolaysa suç bizim mi?” Peter’in kolunu tuttu. O da ses çıkarmadı. “Bir dolu kömür var daha bodrumda.” dedi.
Roberta, “Söyleme böyle. Hiç de sevinilecek bir şey değil bu.”
Peter cesaretini toplamıştı, “Neden?” dedi. “Madenciliğin suç olduğuna yine de inanmıyorum ben.”
Ama, kızlar belli etmemekle birlikte, bunun suç olduğuna Peter’in de inandığını biliyorlardı.
3. BÖLÜM
YAŞLI, KİBAR ADAM
Peter’in kömür madeni serüveninden sonra çocukların istasyondan uzak durmaları gerekirdi ama böyle yapmadılar, yapamadılar, demir yoluna olan ilgilerini kesemediler. Bütün ömürlerince at arabalarının, otobüslerin günün her saatinde gürültüyle geçtikleri, hemen hemen her zaman kasap, ekmekçi ve şamdancı arabalarının boy gösterdikleri bir sokakta oturmuşlardı ama burada, uyuyan bir bölgenin derin sessizliği içinde tek hareket eden trenlerdi. Çocukları, bir zamanlar kendilerinin olan eski yaşantılarına bağlayan tek bağ bu trenlerdi. Üç Bacalar’dan aşağı doğru inen üç çift ayağın günlük yolculukları, dalgalı, kısa çayırlar üstünde yaya yolu açmaya başlamıştı. Bazı trenlerin geçiş saatlerini bellemeye ve onlara ad vermeye koyulmuşlardı. Yukarı doğru geçen 9.15 treninin adı Yeşil Canavar’dı. Aşağı geçen 10.07 treninin de Wantley Solucanı. Acı acı bağırarak hızla geçişiyle onları düşlerinden uyandıran gece yarısı ekspresine Gece Uçan Korkunç adını takmışlardı. Asıl adı takan da yıldızların ışıldadığı soğuk bir gece yatağından kalkarak perdenin arasından trenin geçişini seyreden Peter olmuştu.
Yaşlı, kibar adam, Yeşil Canavar’da yolculuk ediyordu. Çok iyi görünüşlü, yaşlı ve kibar bir adamdı bu. Tertemiz, tıraşlı pembe bir yüzü ve beyaz saçları vardı. Oldukça eski moda yakalıklar takıyor, başkalarının giydiklerine benzemeyen silindir biçimli bir şapka giyiyordu. Çocuklar bütün bunları bir seferde görmediler elbette. Yaşlı, kibar adam konusunda ilk dikkatlerini çeken onun eli oldu.
Bir sabah çitin üstüne oturmuşlar, Peter’in Waterbury saatine göre üç dakika kırk beş saniye geç kalmış olan Yeşil Canavar’ı bekliyorlardı.
Phyllis, “Yeşil Canavar, babamızın olduğu yere gidiyor.” dedi. “Eğer sahici bir canavar olsaydı, onu durdurur, sevgilerimizi babamıza ulaştırmasını söylerdik.”
Peter, “Canavar insanların sevgilerini birbirlerine ulaştırmaz.” dedi.
“Ulaştırır ama önce evcilleştirmek gerekir. İspanyol türü köpekcikler gibi her şeyi getirip götürürler. Yiyeceklerini sahiplerinin elinden yerler. Babamız neden hiç yazmıyor bize?”
Roberta, “Annem onun çok işi olduğunu söylüyor ama yakında yazacakmış!”
Phyllis, “Yeşil Canavar geçerken hepimiz mendil sallayalım, olur mu?” dedi. “Eğer büyülü bir canavarsa neden mendil salladığımızı anlar ve sevgilerimizi babamıza iletir. Büyülü değilse ne yapalım, mendil sallamaktan ellerimiz aşınmaz ya…”
Yeşil Canavar kıyametler kopararak karanlık ininden, yani tünelden fırladığı zaman, üçü birden parmaklığın üstünde ayağa kalkarak kirli olup olmadıklarına aldırış etmeden mendillerini salladılar. Bir de kirliydi ki mendiller…
Birinci mevkide bir vagonun penceresinden bir el, kendilerine karşılık verdi. Tertemiz bir eldi. Bir gazeteyi tutuyordu. Yaşlı, kibar adamın eliydi bu.
Bundan sonra çocuklarda 09.15 trenindekilere karşılıklı el ve mendil sallamak bir alışkanlık hâline geldi.”
Ve çocuklar, özellikle kızlar, yaşlı, kibar adamın babalarını tanıdığını; onu “iş”te ya da olduğu yer neresiyse orada göreceğini; çocuklarının çok uzaktaki, yeşil bir kasabada çitin üstüne çıkarak, hava nasıl olursa olsun, her sabah ona sevgilerini gönderdiklerini söyleyeceğini düşünmekten çok hoşlanır oldular.
Çünkü şimdi çocuklar, villada oldukları zamanlar kesin olarak dışarı bırakılmadıkları her türlü havada dışarı çıkabiliyorlardı. Bunu da Emma Teyze sağlamıştı. Çocuklar, Emma Teyze’nin kendileri için satın aldığı zaman güldükleri uzun tozluklar ve su geçirmez ceketlerin ne kadar işe yaradığını görünce ona karşı hiç de iyi davranmamış olduklarını şimdi daha da çok anlıyorlardı.
Anne, bu arada yazılarıyla çok meşguldü. İçlerinde öyküler olan bir yığın uzun, mavi zarflar gönderiyor, bunlara karşılık da kendisine çeşitli boy ve renkte büyük zarflar geliyordu. Anne bunları açtıkça bazen içini çekiyor ve şöyle diyordu, “Tüneğinde beklemek üzere yine bir öykü geri gönderildi aman ya Rabbi, aman ya Rabbi!”
Çocuklar da çok üzülüyorlardı.
Anne, bazen de zarfı havada sallıyor ve şöyle diyordu, “Yaşasın yaşasın! İşte aklı başında bir yayımcı. Öykümü satın aldı. Bu zarf onun ispatı.”
Çocuklar ilk ağızda ‘ispat’ın, aklı başında yayımcının yazdığı mektup olduğunu sandılar fakat çok geçmeden bunun, öykünün basılmış olduğu uzun kâğıt parçaları olduğunu öğrendiler.
Yayımcı aklı başında bir kimse çıktığı zamanlar, çayın yanında çörek de oluyordu.
Peter bir gün “Çocuk Dünyası” yayımcısının aklı başında bir kimse olmasını kutlamak üzere kasabaya çörek almaya gidiyordu ki İstasyon müdürüne rastladı.
Geçen süre içinde kömür madeni konusunu düşünmeye vakit bulduğu için Peter bu karşılaşmadan çok tedirgin oldu. Boş bir yolda karşılaşanlar, birbirlerini tanımasalar bile genellikle selamlaşırlar fakat istasyon müdürünün kömür çalmış bir kimseye selam vermekten kaçınabileceğini düşünerek kulaklarına kadar kızaran Peter, yaşlı adama, “Günaydın!” demekten çekindi. “Çalmak” çok kötü bir kelimeydi. Ne kadar kötü olursa olsun, Peter kömür madeni konusunda bu kelimenin yerinde kullanıldığını hissediyordu. Başını önüne eğerek bir şey söylemedi.
Yan yana geçerlerken “Günaydın.” diyen istasyon müdürü oldu. Peter de, “Günaydın.” diye karşılık verdi. Sonra şöyle düşündü: “Belki gündüz benim kim olduğumu çıkaramadı. Yoksa selam vermezdi.”
Kim olduğu bilinmeden selamlaşmaktan hoşlanmadı. Ne yapacağına kesin bir karar vermeden, istasyon müdürünün ardından koştu. İstasyon Müdürü telaşlı ayak seslerini duyunca durmuştu. Geri döndüğü zaman, şimdi kulaklarının rengi morumsu bir kırmızılık almış olan Peter’le karşılaştı. Çocuk soluk soluğa, “Benim kim olduğumu bilmeden bana karşı böyle iyi davranmanızı istemiyorum.” dedi.
İstasyon Müdürü, “Ha?” dedi.
Peter şöyle ekledi, “Bana selam verdiğiniz zaman belki benim kömürleri alan çocuk olduğumu bilmediğinizi düşündüm. Ben o çocuğum işte ve çok üzgünüm. Tamam mı?”
İstasyon müdürü, “Bak hele!” dedi. “Ben unutmuştum bile o konuyu. Geçmişi unutalım. Peki, sen böyle telaşlı telaşlı nereye gidiyordun?”
“Çay için çörek alacağım.”
“Hani çok yoksuldunuz siz?..”
Peter, söylediklerine inanmış bir tavırla karşılık verdi, “Yoksuluz elbette ama annem bir öyküsünü, bir şiirini ya da başka bir yazısını sattığı zaman elimize geçen parayla çörek alabiliyoruz.”
“Yaaa, demek annen öyküler yazıyor ha?”
“Hem de en güzellerini.”
“Böyle akıllı bir annen olduğu için kim bilir ne kadar övünüyorsundur…”
“Elbette ama böyle akıllı olmak zorunda kalmadan önce bizimle daha çok oynardı.”
“Pekâlâ delikanlı. Ben artık gideyim. İstasyona geldiğin zamanlar, canın isterse bana da bir uğrayıver. Kömür konusuna gelince… Hayır hayır… Bu konuyu bir daha hiç açmayalım, ha?”
“Teşekkür ederim. Aramızdaki bu sorunun çözülmesine çok sevindim.”
Böyle dedikten sonra, istasyon müdürünün o gece kömürler arasında kendisini yakaladığından beri içinde ilk kez bir rahatlama duyarak çörek almak üzere köprüyü geçip kasabaya yöneldi.
Ertesi gün Yeşil Canavar’la üçlü selamı babaya gönderip; yaşlı, kibar adamın her zamanki gibi karşılığını aldıktan sonra, Peter istasyona gitmek üzere gururla kızların önüne geçti.
Roberta, “İstasyona gitmemiz şart mı?” diye sordu.
Phyllis bu sorudaki anlamı deşti, “Kömürlerden sonra demek istiyor.”
Peter önem vermiyormuş ve Phyllis’in dediklerini duymamış gibi davranarak, “Dün istasyon müdürüyle karşılaştım.” dedi. “Aklımıza estiği zaman gitmek üzere bizi istasyona buyur etti.”
Phyllis, “Kömürlerden sonra da mı?” diye diretti, “Durun bir dakika… Ayakkabımın bağı çözüldü.”
“Ne zaman bağlı ki senin ayakkabı bağların. Hem, biliyor musun, istasyon müdürü senden çok daha kibar Phyllis, ikide bir insanın başına kakmıyor kömürü.”
Phyllis ayakkabısının bağını bağladı ve sesini çıkarmadan yürümeye başladı fakat omuzları sarsılıyordu. Çok geçmeden de kocaman bir damla yaş burnunun ucundan düşüp demir yolu rayları üzerinde yayıldı. Roberta bunu gördü. Hemen durarak bir kolu ile sarsılan omuzları sardı, “Neyin var canım, ne oldu sana?”
Phyllis hıçkırdı, “Ben… Ben hiç kibar değilmişim, baksana. Ben böyle bir şey söyledim mi ona hiç? Bebeğimi ocak odununa bağlayıp ateşte yakarak kurban ettiği zaman bile bir şey demedim.”
Peter, gerçekten bir iki yıl önce böyle bir zulüm işlemişti. Roberta taraf tutmadan konuştu, “Ama, sen başladın önce.” dedi. “Kömür filan sözleri ettin. İkiniz de söylediklerinizi geri alsanız ve bu konu kapansa nasıl olur?”
Phyllis burnunu çekerek, “Peter geri alırsa ben de alırım.” dedi.
Peter, “Peki.” dedi. “Ben geri alıyorum. Al benim mendilimi kullan Phil… Yine yitirmişsindir seninkini. Ne yapıyorsun bu mendilleri bilmem ki…”
Phyllis hırçınlıkla karşılık verdi, “Sen almadın mı son mendilimi? Tavşan kafesinin kapısını bağlamak için kullanmadın mı? Teşekkür bile etmedin.” Peter sabırsızlıkla:
“Peki, peki.” dedi, “Bağışla. Al mendilimi. Tamam mı artık?”
İstasyona gidip hamal ile keyifli iki saat geçirdiler. Çok değerli bir adamdı hamal. Aydın kişilerin çoğu zaman bıkkınlık gösterdikleri “Neden…” ile başlayan sorulara karşılık vermekten usanmıyordu.
Çocuklara, daha önce bilmedikleri pek çok şey öğretti. Söz gelişi, vagonları birbirine bağlayan şeylere “bağlama” deniyor; iri yılanlar gibi bağlamaların üstünden sarkan borular da treni durdurmak için kullanılıyordu. Hamal, “Eğer tren giderken bunlardan birini tutup ötekilerden ayırırsanız, tren zınk diye durur.” dedi. “Hani vagonlarda, üstünde; ‘Yerinde kullanılmazsa beş İngiliz lirası ceza ödenir.’ yazılı şey var ya, onu yerinde kullanmazsanız tren durur.”
Roberta sordu, “Yerinde kullanılırsa ne olur?”
“Tren yine durur ama insan, öldürülmek gibi bir durumla karşılaşmazsa yerinde kullanmamış olur. Yaşlı bir bayan varmış; birisi alay olsun diye, bunun yemekli vagon zili olduğunu söylemiş kadına. Kadın da hayatı için hiçbir tehlike yokken yerinde kullanmamış bunu ama karnı açmış. Tren durup da son dakikalarını yaşayan birisiyle karşılaşacağını uman muhafız içeri girince kadın: ‘Bana bir bardak siyah bira ile çörek getirin lütfen’. demiş. Tren de bu yüzden yedi dakika gecikmiş.”
“Peki muhafız ne demiş kadına?”
Hamal, “Bilmem ki?” dedi. “Ama ne demiş olursa olsun, kadın söyleneni kesinlikle hiç unutmamıştır.”
Böyle tatlı tatlı konuşurlarken vakit de çabucak geçip gitti.
İstasyon müdürü de bilet satılan o delikli yerin arkasındaki kutsal, içerlek tapınağıdan bir iki kez çıkarak bu tatlı konuşmaya katıldı.
Phyllis, ablasının kulağına, “Sanki kömür olayı hiç olmamış gibi.” diye fısıldadı.
İstasyon müdürü çocuklara birer portakal verdi ve çok işi olmadığı bir gün onları işaret kulübesine çıkaracağını söyledi.
İstasyondan birçok tren geçti. Peter ilk kez olmak üzere, lokomotiflerin üzerinde arabalar gibi numaralar olduğuna dikkat etti. Hamal, “Evet!” dedi. “Bir delikanlı vardı ki gördüğü her lokomotifin numarasını, hâli vakti yerinde bir toptan kırtasiyeci olan babasından sağladığı gümüş köşeli yeşil bir not defterine yazardı.”
Peter, bir toptan kırtasiyecisinin oğlu olmamakla birlikte, kendisi de böyle bir not defteri tutmak istedi. Hamalın yeşil deri kaplı ve gümüş köşeli not defteri olmadığı için Peter’e sarı bir zarf verdi. Peter zarfın üstüne şu numaraları yazdı:
379
663
Çok ilginç bir koleksiyon olacağını umuyordu bunun.
O akşam çayda annesine yeşil deri kaplı ve gümüş köşeli bir not defteri olup olmadığını sordu. Yoktu fakat anne bunu Peter’in ne amaçla istediğini öğrenince ona siyah kaplı küçük bir not defteri verdi.
“Birkaç sayfası yırtılmıştır.” dedi. “Ama birçok numara yazabilirsin. Dolunca sana başka bir defter veririm. Demir yolunu sevmeniz bana kıvanç veriyor. Yalnız, lütfen hat üstünde yürümeyin.”
Peter, kardeşleriyle umutsuzca bakışıp bir süre can sıkıntısıyla sustuktan sonra, “Tren öbür yoldan gelirken de mi?” diye sordu.
Anne, “Hiçbir zaman.” dedi. “Hiçbir zaman.”
Phyllis, “Sen küçükken hiç demir yolu üzerinde yürümedin mi anne?” diye sordu.
Anne, yalan söylemeyen, sözüne güvenilir bir insandı. O bakımdan, “Yürüdüm.” demek zorunda kaldı.
Phyllis üsteledi, “Öyleyse?”
“Fakat yavrularım, benim sizleri ne kadar sevdiğimi bilmezsiniz ki. Canınız acırsa ne yaparım ben?”
“Sen küçükken anneannemin seni sevdiğinden daha çok mu seviyorsun bizi?”
Roberta ona susması için işaretler yapıyordu. Fakat Phyllis, kendisine yapılan işaretler ne kadar belirgin olursa olsun hiç görmezdi.
Anne bu soruya bir süre karşılık vermedi. Kalkıp çaydanlığa biraz daha su koydu. Sonra, “Annemin beni sevdiği kadar kimse kimseyi sevmemiştir.” dedi.
Yeniden sustu. Roberta, annesini böylesine sessizleştiren düşünceleri, küçücük bir kızken annesi için ne anlam taşıdığı düşüncelerini biraz anladığı için Phyllis’e masanın altından kuvvetli bir tekme salladı. İnsanın başı dertteyken annesine koşması ne kadar doğal ve kolaydı. Roberta, insanların kocaman oldukları zaman bile başları derde girince annelerine koşmaktan vazgeçemediklerini biraz anlıyor ve insanın böyle üzüntülü olmasının anlamını, artık koşacak bir annesi bulunmaması olduğunu biraz olsun bildiğini sanıyordu. O bakımdan, “Beni neden tekmeliyorsun?” diye soran Phyllis’i yeniden tekmeledi.
Bunun üzerine anne biraz güldü, içini çekti ve, “Peki öyleyse.” dedi. “Yalnız trenlerin hangi yoldan geldiğini bildiğinizden ve tünelle dönemeçlerin yakınında bulunan rayların üstünden yürümeyeceğinizden emin olmam gerekiyor.”
Peter, “Trenler de arabalar gibi soldaki yoldan gelir.” dedi. “Onun için biz aşağıdaki yoldan yürürsek, onları gelirken görürüz.”
Anne, “Pekâlâ.” dedi. Dedi ama sizin de aklınızdan geçtiği gibi hiç de isteyerek söylemedi bunu. Kendi küçüklüğünü hatırladığı için böyle söyledi. Ne kendi çocukları; ne siz, ne de dünyadaki başka çocuklar, onun böyle söylerken ne çektiğini tam anlamıyla anlayamaz. Roberta gibi belki içinizden birkaçı birazcık anlayabilir bunu.
Başı öylesine ağrıyordu ki, anne ertesi gün yataktan çıkmadı. Elleri ateş gibi yanıyor, canı bir şey yemek istemiyor, boğazı da çok ağrıyordu.
Bayan Viney, “Ben sizin yerinizde olsam, doktor çağırırdım bayan.” dedi. Şu sıralar herkes hastalıktan sızlanıp duruyor. En büyük ablam iki yıl önce bir üşütmüştü, içine işledi bu soğuk. O zamandan beri de bir türlü toparlanamadı.”
Anne, doktor çağırılmasına önce razı olmadı fakat akşama doğru daha da kötüleşince Peter kasabaya, kapısının yanında üç tane sarısalkım ağacı, kapının üstündeki pirinç levhada da Doktor W. W. Forrest yazılı eve gönderildi.
Doktor W. W. Forrest hemen geldi. Yol boyunca Peter’le ahbaplık ettiler. Doktor, demir yoluyla, tavşanlarla ve daha böyle çok önemli konularla ilgili oldukça cana yakın, duygulu bir adamdı.
Anneyi görünce hastalığının grip olduğunu söyledi. Hole çıktıkları zaman Roberta’ya, “Öyle sanıyorum ki sen başhemşire olmak isteyeceksin.” dedi.
Roberta doğruladı, “Elbette.”
“Pekâlâ… Sana bazı ilaçlar göndereceğim. Ocağı sürekli yanar hâlde tut. Ateş düşer düşmez vermek üzere kuvvetli bir et suyu hazırla. Bu arada üzüm, sığır söğüşü yiyebilir; maden suyu sodası, süt içebilir. Bir şişe de konyak bulundur ama en iyisinden. Ucuz konyak zehirden de beterdir.”
Roberta, doktordan bütün bunları yazmasını istedi. Doktor da yazdı.
Doktorun yazdığı listeyi annesine gösterdiği zaman anne güldü. Bu aslında bir kahkahaydı ama Roberta’ya pek soğuk ve eğreti geldi.
Boncuk gibi ışıltılı gözlerle yatan anne, “Saçma!” dedi. “Yapamam bu saçma şeyleri. Bayan Viney’ye söyle de yarın yemeniz için iki kilo gerdan kaynatsın. Ben de biraz suyundan içerim. Şimdi bana biraz daha su ver yavrum. Bir de tas getirip süngerle ellerimi yıkar mısın?
Roberta istenilenleri ve annesini daha rahat ettirmek için ne mümkünse hepsini yaptıktan sonra aşağıya, ötekilerin yanına indi. Yanakları kırmızı kırmızı, dudakları sımsıkı kapalıydı. Gözleri de annesininkiler gibi parlıyordu.
Kardeşlerine doktorun söylediklerini ve annesinin sözlerini anlattı. Sonra, “Her şeyi bizim yapmamız gerekiyor.” dedi. “Başka kimsenin değil. Yapmalıyız da. Bende, ev için alacağımız koyun etinin parası var.”
Peter, “Yerin dibine batsın koyun eti.” diye karşılık verdi. “Tereyağıyla ekmek yeter bize. İnsanlar bunu bile bulamadan yaşamışlar bomboş adalarda.”
Roberta, “Elbette.” dedi.
Bayan Viney, koyun etinin parasıyla alabildiği kadar konyak, maden suyu sodası ve et suyu almaya gönderildi. Phyllis, “Yiyecek için hiç para bırakmasak bile geri kalanları yemek paramızla karşılayamayız.” dedi.
Roberta kaşlarını çattı, “Alamayız. Başka bir çare bulmamız gerek. Düşünelim hepimiz. Elimizden geldiği kadar düşünelim.”
Düşündüler. Konuştular. Belki anne bir şey ister diye Roberta onun yanında oturmaya gittiği zaman; geri kalan ikisi makaslar, beyaz bir çarşaf, bir boya fırçası ve Bayan Viney’nin kafesler için kullandığı siyah boya tasıyla harıl harıl bir şeyler yapmaya koyuldular, istediklerini birinci çarşaf ile pek yapamadılar. Bunun üzerine çamaşır dolabından başka bir çarşaf daha aldılar. Pahalı olan bu iyi çarşafları harap ettikleri hiç akıllarına gelmedi. Yanızca iyi bir şey yaptıklarını biliyorlardı. Nasıl yaptıkları ise arkadan geliyordu.
Roberta’nın yatağı annenin odasına götürülmüştü. Roberta gece birçok defalar kalkarak ateşi canlandırdı, annesine süt ve maden suyu sodası verdi. Anne epey sayıkladı fakat söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Bir defasında birdenbire uyanarak: “Anne anne!” diye seslendi. Roberta onun anneanneyi çağırdığını fakat bu çağırışın boşuna olduğunu onun, anneannenin öldüğünü unuttuğunu biliyordu.
Roberta sabah erkenden adının çağırıldığını duydu ve yataktan fırlayarak annesinin yanına koştu. Anne, “Ah evet, uykumda seslenmiş olacağım.” dedi, “Benim zavallı küçük yavrum, kim bilir ne kadar yorgunsundur. Sizi böyle sıkıntıya sokmaktan nefret ediyorum.”
“Ağlama benim tatlım. Bir iki güne kadar hiçbir şeyim kalmaz!”
Roberta, “Evet.” diyerek gülümsemeye çalıştı.
İnsan on saat taş gibi uyumaya alışır, ondan sonra da uyku vaktinde üç dört defa kalkarsa bütün gece sanki hiç uyumamış gibi olur. Roberta da bu yüzden şaşkın gibiydi, gözleri yanıyordu fakat odayı temizledi ve doktor gelmeden her şeyi düzene soktu.
Ayaklarının ucuna basarak içeri girdi
Bu işler saat sekiz buçukta olmuştu. Doktor sokak kapısında, “İşler yolunda mı küçük hemşire?” diye sordu. “Konyağı aldın mı?”
Roberta, “Aldım.” dedi. “Küçük, yassı şişede.”
“Üzümleri ya da et suyunu göremiyorum ama…”
“Yarın göreceksiniz ama suyunu alabilmek için et kaynatıyoruz.”
“Kim söyledi sana böyle yapmanı?”
“Phyllis kabakulak olduğu zaman annem böyle yapmıştı da…”
“Doğru. Şimdi o yaşlı kadına söyle annenin yanında otursun. Sen de çok çok kahvaltı edip hemen yat ve öğle yemeğine kadar da uyu. Başhemşirenin hasta olmasını istemeyiz.”
Gerçekten çok iyi bir hekimdi bu.
09.15 treni o sabah tünelden çıktıktan sonra birinci mevki vagondaki yaşlı, kibar adam gazetesini dizlerine indirdi ve çitin üstündeki üç çocuğa elini sallamaya hazırlandı fakat bu sabah üç çocuk yoktu. Yalnızca bir çocuk vardı. O da Peter’di.
Üstelik Peter her zamanki gibi çitin üstünde de değildi. Bir hayvanat bahçesindeki hayvanları seyircilere gösteren ya da elindeki değnekle haritada bir yeri işaret eden bir kimse gibi çitin önünde duruyordu.
Peter bir şeyi de gösteriyordu. Gösterdiği şey ise çite çivilenmiş, büyük, beyaz bir çarşaftı. Üstünde iri iri siyah harfler vardı. Phyllis boyayı fazlaca sürdüğü için harflerin bazıları yayılmıştı ama kelimeler yine de kolaylıkla okunuyordu.
Trendeki yaşlı, kibar adamla daha birçokları, beyaz çarşaf üzerine iri iri harflerle yazılmış şu kelimeleri okudular:
İSTASYONA DİKKAT EDİN
Yoldaki bu yazıyı görmüş olanlar istasyona dikkat ettiler ama olağanüstü hiçbir şey göremediler. Yaşlı, kibar adam da istasyona dikkat etti. O da ilk ağızda çakıl döşeli peron, gün ışığı ve istasyonun yakınındaki bahçe şebboylarıyla unutmabeni çiçeklerinden başka bir şey göremedi.
Ancak tren puf puf edip yeniden yola çıkmak üzere kendine çekidüzen vermeye başladığı sırada Phyllis’i fark etti. Kızcağız, koşmaktan soluk soluğa kalmıştı.
“Oh!” dedi. “Sizi göremeyeceğimi sandım.” Boyuna ayakkabılarımın bağları çözüldü. İki defa basıp düştüm. Alın bunu.”
Tam tren yola koyulmuştu ki yaşlı, kibar adamın eline terden hafifçe nemlenmiş, sıcacık bir mektup tutuşturdu. Yaşlı, kibar adam oturduğu sıraya yaslanıp mektubu açtı. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
Adını bilmediğimiz Sayın Bay
Annemiz hasta. Doktor kendisine, mektubun sonunda yazdığımız şeylerin verilmesini istiyor. Fakat annemiz bunları alamayacağını, bize koyun eti almamız gerektiğini söylüyor. O da suyunu içecek. Burada sizden başka kimseyi tanımıyoruz çünkü babamız uzakta.Adresinidebilmiyoruz.Babamızsizebunlarınparasını veriramabütünparasınıyitirdiyseyadabaşkabirşeyolduysa büyüdüğüzamanPeterverir.Sizesözveriyoruz.Annemizegereken bu şeyler için size şimdiden çok teşekkür ederiz.
İmza
Peter
Paketi istasyon müdürüne verin lütfen çünkü sizin hangi trenle döndüğünüzübilmiyoruz.Paketin kömürolayınaçoküzülenPeter için olduğunu söyleyin, hemen anlar.
ROBERTA
PHYLLIS
PETER
Bunlardan sonra da doktorun, alınmasını söylediği şeylerin listesi geliyordu.
Mektubu okuduktan sonra yaşlı, kibar adamın kaşları kalktı. İkinci kez okuyunca biraz gülümsedi. Mektubu cebine koydu ve TheTimes gazetesini okumaya daldı.
O akşam saat altı sularında evin arka kapısı vuruldu. Çocuklar açmak için koşunca demiryolları konusunda kendilerine bir yığın ilginç şeyler anlatmış olan dostları hamal ile karşılaştılar. Hamal, mutfağın yassı döşeme taşları üstüne büyük bir paket bıraktı. “Yaşlı, kibar adam, hemen sizi bulup bunu vermemi söyledi.” dedi.
Peter, “Çok teşekkür ederiz.” diye karşılık verdi. Hamal hemen gitmeyince de ekledi: “İsterdim ki babam gibi size para vereyim; ne yazık ki hiç param yok fakat…”
Hamal kızdı, “Bırakın bu sözleri şimdi.” dedi. “Ben başka şey düşünüyordum. Annenizin hasta olmasına üzüldüğümü söyleyecektim. Sağlığını soracaktım. Kendisine yaban gülü getirmiştim. Çok güzel kokar… Paranız yok haaa?..” Hamal, şapkasının içinden, daha sonra Phyllis’in “Tıpkı bir hokkabaz gibi.” dediği biçimde bir tutam yabangülü çıkararak Peter’e verdi. Peter, “Çok teşekkür ederim.” dedi. “Para sözü ettiğim için de beni bağışlayın.”
Hamal içtenlikle değil ama terbiyeli bir biçimde, “Zararı yok.” dedi ve gitti.
Bunun üzerine çocuklar paketi açtılar. En üstte saman, onun altında biraz talaş, daha altta da hem pek çok olarak, istedikleri şeylerle birlikte istememiş oldukları bir yığın şey daha vardı: Şeftaliler, Portekiz şarabı, iki tane piliç, karton bir kutu içinde uzun saplı, büyük, kırmızı güller; ince uzun, yeşil bir şişe içinde lavanta suyu; daha küçük boyda şişkin üç şişe kolonya… Bir de mektup vardı.
Mektupta şunlar yazılıydı:
“Sevgili Roberta, Phyllis ve Peter,
İstemişolduğunuzşeylerigönderiyorum,Annenizbunlarıkimingönderdiğinibilmekisteyecektir.Hastalığınıduyanbirdostungönderdiğinisöylersiniz.İyileşincedeherşeyianlatırsınız elbette.Eğersize,bunlarıistemenizindoğrubirşeyolmadığını söylerse benim, sizin bu tutumunuzu doğru bulduğumu ve isteklerinizi büyük bir kıvançla yerine getirdiğim için beni bağışlayacağını umduğumu kendisine söyleyin.”
Mektup G.P. harfleri ve okuyamadıkları bir adla imzalanmıştı.
Phyllis, “Biz yanlış bir şey yapmadık.” diye atıldı.
Roberta, “Yanlış mı? Elbette yanlış değil.” dedi.
Elleri ceplerinde olan Peter de, “Önemi yok.” dedi. “Aslında her şeyi anlatmaya niyetli değilim.”
Roberta, “İyileşinceye kadar bir şey söylemeyiz ama iyileşince öyle mutlu olacağız ki annem bize kızsa da zararı yok. Şu güllerin güzelliğine bakın. Onları hemen anneme götürmem gerekiyor.”
Phyllis gürültüyle koklayarak, “Yaban güllerini de.” dedi. “Yaban güllerini unutma.”
“Unutur muyum hiç! Daha geçen gün annem, küçükken annesinin evinde yaban gülleriyle dolu kocaman bir çalılık olduğunu söylemişti.”
4. BÖLÜM
LOKOMOTİF HIRSIZI
İkinci çarşafın üzerine de siyah boyadan artanıyla şu yazıyı yazdılar:
ANNEMİZ DAHA İYİ
TEŞEKKÜR EDERİZ
Çarşafı, o olağanüstü paketin gelişinden on beş gün sonra Yeşil Canavar dikkatine sundular. Yaşlı, kibar adam bunu gördü ve trenden keyifle karşılık verdi. Bu iş de bittikten sonra çocuklar, hastayken neler yaptıklarını anneye anlatma vaktinin geldiğini düşünmeye başlamışlardı. Bu, hiç de umdukları gibi kolay görünmedi onlara ama yapılması da gerekliydi. Yapıldı da. Anne, çok kızdı. Pek seyrek kızardı. Onu hiç böyle kızgın görmemişlerdi. Korkunç bir şeydi bu. Birden ağlamaya başlayınca çok daha kötü oldu. Ağlamak, kızamık ve boğmaca öksürüğü gibi bulaşıcıdır. Çocuklar da bu ağlama partisine katıldılar.
Ağlamayı ilk kesen anne oldu. Gözlerini kuruladıktan sonra, “Bu kadar kızdığım için çok üzgünüm yavrularım.” dedi. “Çünkü biliyorum ki bunun nedenini anlamadınız.”
Roberta hıçkırarak, “Seni üzmek istemezdik anne.” dedi. Peter ve Phyllis burunlarını çektiler.
Anne, “Beni dinleyin.” dedi. “Bizim yoksul olduğumuz doğru fakat kimseye avuç açmadan yaşayabiliriz. Kendi meselelerimizi başkalarına söylememelisiniz. Doğru değil bu. Ve hiçbir zaman yabancılardan yardım istememelisiniz. Hiçbir zaman! Dediklerimi hiç unutmayın, olur mu?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edit-nesbit/demir-yolu-cocuklari-69428863/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
(okunuşu: Fillis.)