Küçük Prenses
Frances Hodgson Burnett
Babasının “küçük hanım”ı, akıllı, uslu, büyüyüp de küçülmüş, ağırbaşlı küçük Sara’nın en çok istediği şey, hemen büyüyüp babasına bakmak, evlerini çekip çevirmekti. Bu yüzden razı oldu gördüğü ilk andan beri hoşlanmadığı Bayan Minchin’in yatılı okulunda okumaya. Hem “mış gibi” yaparsa ne Bayan Minchin ne de onun kendisine benzeyen okulu canını sıkamazdı. Mış gibi yaparsa prensesler gibi yaşardı burada. Bunu yaparken ilk zamanlar pek zorlanmadı; çünkü babası uzakta da olsa onu prensesler gibi yaşatıyor; aksi Bayan Minchin -o da kendisinden pek hoşlanmasa bile- onu el üstünde tutuyor ve günler böyle geçip gidiyordu… Peki ya bir gün her şey tersine dönüp de Sara beş parasız bir hâlde Bayan Minchin’in eline düşerse o zaman ne olacaktı?.. Hayallerinde yaşayan Sara, Prenses Sara, kendisine hiç de böyle davranmayan insanlar arasında yine mış gibi yapabilecek miydi?.. “Dur bakalım!” dedi Bayan Minchin. “Bana bir teşekkür dahi etmeyecek misin?” Sara durakladı, bütün derin, tuhaf düşünceleri göğsünde kabarıp şişti. “Ne için?” diye sordu. “Sana yaptığım iyilik için.” diye cevapladı Bayan Minchin. “Sana yuvamın kapısını açtığım için.” Sara ona doğru iki üç adım attı. Küçük göğsü inip kalkıyordu, bir çocuktan beklenmeyecek kadar haşin bir sesle konuşmaya başladı. “Siz iyi falan değilsiniz.” dedi. “Siz hiç iyi biri değilsiniz ve burası yuva falan değil.”
Frances Hodgson Burnett
Küçük Prenses
1
SARA
Londra sokaklarının yoğun ve ağır bir sarı sis altında olduğu, geceymiş gibi lambalar yakıldığı ve dükkân vitrinlerinin gaz lambalarıyla aydınlatıldığı karanlık bir kış günü, tuhaf görünüşlü küçük bir kız çocuğu, oldukça yavaş giden bir arabada babasıyla birlikte oturuyordu.
Kız iri gözlerindeki garip, ciddi bir ifadeyle pencereden dışarı bakıp, gelip geçen insanları izlerken bacaklarını altına toplamış ve kendisini kollarıyla saran babasına yaslanmıştı.
O kadar küçük bir kızdı ki, yüzünde böyle bir ifadeyi görenler şaşırıp kalırdı. On iki yaşındaki bir çocuk için bile fazlasıyla olgun sayılabilecek bir ifadeydi bu, hâlbuki Sara Crewe yalnızca yedi yaşındaydı. Aslında daima hayal kurup tuhaf şeyler düşünüyordu; yüzündeki ifadenin nedeni buydu. Yetişkinlerin hayatı ve ait oldukları dünya hakkında düşünmediği tek bir an bile yok gibiydi. Uzun, çok uzun yıllar yaşamış, görmüş geçirmiş biri gibi hissediyordu kendisini.
Tam şu anda, babası Yüzbaşı Crewe ile Bombay’dan henüz geldiği seyahati düşünüyordu: Büyük gemiyi, üzerinde sessizce oradan oraya dolaşan Hintli gemicileri, sıcak güvertede oynayan çocukları ve onu konuşturmaya çalışan, söylediği şeylere gülen genç subay eşlerini…
Aslında, Hindistan’ın yakıcı güneşinin altındayken kendisini birden önce okyanusun ortasında, ardından gündüzün gece kadar karanlık olduğu acayip sokaklardan geçen garip bir arabanın içinde buluvermenin ne kadar tuhaf bir şey olduğunu düşünüyordu. Bu, kafasını o kadar karıştırmıştı ki babasına iyice sokuldu.
“Babacığım!” dedi neredeyse fısıltı gibi çıkan kısık, gizemli ses. “Babacığım!”
“Efendim, hayatım?” diye sordu Yüzbaşı Crewe, onu iyice kendine çekip yüzüne bakarak. “Sara neler düşünüyormuş bakalım?”
“Burası o yer mi?” diye fısıldadı Sara, hâlâ ona sımsıkı sarılarak. “O yer mi?”
“Evet, Saracık, burası o yer. Sonunda vardık.”
Sara, yalnızca yedi yaşında olmasına rağmen, babasının bunu söylerken hüzünlendiğini hissetti.
Babasının onu, kendi deyişiyle “o yer”e alıştırmaya başladığı günün üstünden sanki yıllar geçmişti. Annesi o doğarken ölmüştü. Dolayısıyla onu ne tanımış ne de ona özlem duymuştu. Genç, yakışıklı, zengin ve şefkat dolu babası dünyadaki tek yakını gibi görünüyordu. Daima birlikte oyunlar oynuyorlardı ve birbirlerini çok seviyorlardı. Babasının zengin olduğunu biliyordu; kendilerini dinlemediğini düşünen insanlar onun yanında konuşurlarken duymuştu; ayrıca büyüyünce kendisinin de zengin olacağını işitmişti. Zengin olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyordu. Kendisini bildi bileli güzel, müstakil bir evde yaşıyordu ve etrafında onu selamlayan, ona “Bayan Sahip!” diye seslenen, bir dediğini iki etmeyen hizmetkârlar görmeye alışkındı. Oyuncakları, evcil hayvanları ve ona tapan Hintli bir bakıcısı vardı; zengin insanların tüm bunlara sahip olduğunu zamanla öğrenmişti. Zenginlik konusunda tüm bildiği işte bu kadardı.
Kısacık hayatında canını tek bir şey sıkmıştı; o da bir gün “o yer”e götürülecek olmasıydı. Hindistan’ın iklimi çocuklar için hiç uygun değildi, oradan mümkün olduğunca erken uzaklaştırılıyorlar, genellikle de İngiltere’ye okula gönderiliyorlardı. Başka çocukların da böyle gönderildiğine şahit olmuş, anne ve babalarının onlardan gelen mektuplar hakkında konuştuklarını duymuştu. Bir gün kendisinin de oraya gitmek zorunda kalacağını biliyor ve -bazen yapacakları seyahat ve gidecekleri yeni ülke hakkında anlattıkları ilgisini çekse de- babasının kendisi ile kalamayacak olmasını düşünmek keyfini kaçırıyordu.
“O yere benimle gelemez misin babacığım?” diye soruyordu beş yaşındayken. “Sen de okula gelsen olmaz mı? Sana derslerinde yardımcı olurdum.”
“Ama orada çok uzun süre kalmayacaksın ki Saracık.” diye cevaplıyordu babası her seferinde. “Başka bir sürü küçük kızın olduğu güzel bir eve gidecek, onlarla oyunlar oynayacaksın; ben de sana bir dünya kitap göndereceğim ve o kadar hızlı büyüyeceksin ki, yetişkin ve akıllı bir kız olarak babana bakmak için geri döndüğünde sana aradan sanki bir yıl geçmiş gibi gelecek.”
Bunu düşünmek Sara’nın hoşuna gidiyordu. Babası için eve göz kulak olmak, onunla ata binmek, o yemek daveti verdiğinde masanın başında oturmak, onunla konuşmak ve kitaplarını okumak… Dünyada en çok istediği şeyler bunlardı ve bunları elde etmek için İngiltere’deki “o yer”e gitmesi gerekiyorsa bunu yapmaya kararlı olmalıydı. Diğer küçük kızlar umurunda bile değildi; ama bolca kitabı olursa kendini oyalayabilirdi. Kitapları her şeyden daha çok seviyordu ve aslında kendisi de güzel şeyler hakkında hikâyeler uydurup bunları kendi kendine anlatırdı. Bunları bazen babasına da anlatırdı. Anlattıklarını babası da en az kendisi kadar severdi.
“Pekâlâ, babacığım!” dedi yumuşak bir sesle. “Mademki geldik, o hâlde tevekkül edeceğiz.”
Babası onun bu eski tarz ifadesi üzerine bir kahkaha patlattı ve onu öptü. Aslında kendisi tam olarak tevekkül etmiş değildi ama bu duygularını saklaması gerektiğini biliyordu. Türlü gariplikler yapan küçük kızı Sara onun için harika bir can yoldaşıydı; Hindistan’a dönüp evine girdiğinde onu karşılayacak beyaz elbiseli ufaklığı göremeyince kendisini çok yalnız hissedeceğini biliyordu. Araba gidecekleri evin bulunduğu büyük, kasvetli meydanı dönerken bu düşüncelerle onu sımsıkı kucakladı.
Aynı sıradaki diğer evler gibi büyük, kasvetli, kâgir bir yapıydı fakat bunun ön kapısında parlak, pirinç bir tabela vardı. Üzerinde siyah harflerle şu yazılıydı:
BAYAN MINCHIN
ÖZEL KIZ OKULU
“İşte geldik, Sara.” dedi Yüzbaşı Crewe, mümkün olduğunca neşeli bir sesle. Sonra onu arabadan indirdi ve birlikte merdivenleri çıkıp zile bastılar. Sara sonraları, evin de bir şekilde Bayan Minchin’e benzediğini düşünecekti sık sık. Ev saygın ve güzel döşenmişti fakat içindeki her şey çok çirkindi; hep aynı biçimdeki koltukların içinde sert kemikler vardı sanki. Salondaki her şey sert ve cilalıydı; köşedeki saatin üstündeki ayın kırmızı yanaklarında bile sert bir ifade vardı. İçeri alındıkları misafir odasının zemini, kare desenli bir halıyla kaplıydı; sandalyeler köşeliydi; hantal, mermer şömine rafının üstünde hantal, mermer bir saat duruyordu.
Sara sert maun sandalyelerden birine oturup etrafa hızlıca bir göz gezdirdi.
“Burası hiç hoşuma gitmedi babacığım.” dedi. “Ama eminim askerlerin -hatta en cesurlarının bile- savaşa gitmek HOŞLARINA GİTMİYORDUR.”
Yüzbaşı Crewe bir kahkaha patlattı. Genç, neşe dolu bir adamdı ve asla Sara’nın ilginç laflarından sıkılmazdı.
“Ah, Saracık!” dedi. “Yanımda bana böyle ağırbaşlı laflar edecek biri olmayınca ben ne yapacağım? Kimse senin kadar ağırbaşlı değil.”
“Ama neden ağırbaşlı laflar seni böyle güldürüyor ki?” diye sordu Sara.
“Çünkü böyle laflar ederken çok tatlı oluyorsun.” diye cevapladı babası daha da çok gülerek. Sonra birden gülmeyi bırakıp neredeyse gözlerinden yaşlar gelecekmiş gibi bakarak onu kollarının arasına aldı ve yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.
Tam o esnada Bayan Minchin odaya girdi. Aynı evi gibi görünüyor! diye düşündü Sara; uzun boylu, kasvetli, saygın ve çirkin. Kadının iri, soğuk, balık gibi bakan gözleri ve geniş, soğuk, balık gibi bir gülümsemesi vardı. Sara ve Yüzbaşı Crewe’u görünce gülümsemesi kulaklarına kadar yayıldı. Onun okulunu yüzbaşıya tavsiye eden kadından, bu genç asker hakkında birçok güzel şey işitmişti. Her şey bir yana, küçük kızı için yüklü miktarda para harcamaya hazır olan zengin bir baba olduğunu da duymuştu.
“Böylesine güzel ve gelecek vadeden bir çocuğun mesuliyetini yüklenmek büyük bir ayrıcalık Yüzbaşı Crewe.” dedi, Sara’nın elini tutup okşarken. “Leydi Meredith kızınızın sıra dışı zekâsından bahsetmişti. Zeki bir çocuk benimki gibi bir kurum için mükemmel bir hazine.”
Sara, gözlerini Bayan Minchin’in yüzüne sabitleyip sessizce durdu. Aklından her zamanki gibi tuhaf şeyler geçiyordu.
Neden benim güzel bir çocuk olduğumu söyledi? diye düşünüyordu. Hiç güzel değilim ki. Mesela Albay Grange’in küçük kızı Isobel güzel. Gamzeleri, gül gibi pembe yanakları ve altın gibi sarı saçları var. Benimse kısa siyah saçlarım ve yeşil gözlerim; ayrıca sıskayım ve hiç de alımlı değilim. Gördüğüm en çirkin çocuğum. Şimdiden masal anlatmaya başladı.
Fakat Sara çirkin bir çocuk olduğunu düşünürken yanılıyordu. Hiç de grubun en güzel kızı Isobel Grange gibi değildi ama kendine has bir büyüye sahipti. İnce, esnek bir yapısı vardı, yaşına göre oldukça uzundu ve küçük yüzü anlamlı ve çekiciydi. Saçları gür ve simsiyahtı, uçları dalgalıydı; gözleri yeşilimsi griydi, aynen öyleydi; uzun siyah kirpikli, kocaman, harika gözlerdi bunlar; gerçi kendisi pek sevmese de birçok insan gözlerinin rengine bayılıyordu. Yine de çirkin bir kız olduğuna körü körüne inanıyordu ve Bayan Minchin’in iltifatına azıcık bile sevinmemişti.
Bu kadının güzel olduğunu söylesem masal anlatıyor olurum! diye düşündü, ve masal anlattığımı da bilirdim. Bence ben de en az onun kadar çirkinim. Neden böyle bir şey dedi ki şimdi?
Bayan Minchin’i iyice tanıdıktan sonra neden böyle dediğini anladı. Okuluna çocuğunu getiren her anne ve babaya aynı şeyi söylüyordu.
Babası ve Bayan Minchin konuşurlarken Sara babasının yanında durup onları dinledi. Bu okula getirilmesinin sebebi, Leydi Meredith’in iki kızının burada eğitim görmesi ve Yüzbaşı Crewe’un Leydi Meredith’in deneyimlerine sonsuz saygı duymasıydı. Sara burada “özel yatılı öğrenci” olarak okuyacak ve diğer özel yatılı öğrencilerden daha fazla ayrıcalığa sahip bulunacaktı. Kendine ait güzel bir yatak odası ve oturma odası; bir midillisi, faytonu ve onun Hindistan’daki Hintli bakıcısının yerini alacak bir hizmetçisi olacaktı.
“Alacağı eğitimden hiç şüphem yok.” dedi Yüzbaşı Crewe şen kahkahasıyla. Bunu söylerken Sara’nın elini tutup onu okşuyordu. “Asıl sorun onun çok hızlı ve çok fazla öğrenmesini engellemek. O küçük burnu her zaman kitaplara gömülüdür. O kitapları okumaz, Bayan Minchin; sanki küçük bir kız değil de küçük bir kurtmuş gibi bütün kitapları yalayıp yutar. Daima yalayıp yutacak yeni kitaplar peşindedir ve yetişkin kitaplarını okumak ister; büyük, kalın, kocaman kitaplar… Yalnızca İngilizce değil, Fransızca ve Almanca kitaplar… Tarih kitapları, biyografiler, şiirler… Ne ararsanız! Okumaya fazlaca gömülürse onu kitaplarından uzaklaştırın. Patikada midillisine binsin veya dışarı çıkıp yeni bir oyuncak bebek alsın. Daha çok, bebeklerle oynayacak yaşta.”
“Babacığım!” dedi Sara. “İki günde bir gidip yeni bir bebek alırsam hangisine sevgi göstereceğimi şaşırırım. Oyuncak bebekler insanın dostu olmalıdır. Benim dostum Emily olacak.”
Yüzbaşı Crewe ile Bayan Minchin bakıştılar.
“Emily kim?” diye sordu Bayan Minchin.
“Anlatsana Sara.” dedi Yüzbaşı Crewe gülümseyerek.
Sara cevap verirken yeşil-gri gözleri ağırbaşlı ve yumuşaktı.
“Emily henüz sahip olmadığım bir bebek.” dedi. “Onu babam benim için alacak. Beraber gidip onu bulacağız. Emily diyorum ona. Babam yokken bana o arkadaşlık edecek. Bana babamdan bahsedecek.”
Bayan Minchin’in geniş, balık gibi gülümsemesi gurur okşayıcı bir hâle büründü.
“Ne kadar şahsına münhasır bir kız!” dedi. “Ne kadar da sevimli bir şey!”
“Evet.” dedi Yüzbaşı Crewe, Sara’yı kendine iyice çekerek. “O çok sevimli bir şey. Benim için ona çok iyi bakın, Bayan Minchin.”
Sara babası Hindistan’a gitmek için yeniden denize açılana kadar onunla birlikte birkaç gün otelde kaldı. Birlikte dışarı çıkıp büyük mağazaları gezdiler ve bir sürü güzel şey aldılar. Aslında bunlar, Sara’nın ihtiyacından çok daha fazlasıydı; ama Yüzbaşı Crewe tez canlı, saf, genç bir adamdı ve küçük kızının, beğendiği her şeye hemen sahip olmasını istiyordu, böylece yedi yaşındaki bir kıza göre çok büyük bir gardırop dizdiler. Pahalı kürklerle bezenmiş kadife elbiseler; dantelli, nakışlı giysiler; harika yumuşak devekuşu tüyünden şapkalar; kakım kürkünden mantolar ve manşonlar; çeşit çeşit malzemelerden kutularca minik eldivenler, mendiller ve ipek çoraplar aldılar. Tezgâhların arkasındaki kadınlar birbirleriyle kocaman, ciddi bakan gözleri olan bu tuhaf kızın yabancı bir prenses, belki de Hintli bir racanın küçük kızı olduğu hakkında fısıldaştılar.
Sonunda Emily’yi buldular fakat onu bulana kadar onlarca oyuncakçıya girip düzinelerce oyuncak bebeğe baktılar.
“Gerçekten bir oyuncak gibi görünmesini istemiyorum.” dedi Sara. “Onunla konuştuğumda beni DİNLİYORMUŞ gibi görünsün istiyorum. Oyuncak bebeklerdeki sıkıntı, babacığım…” Başını yana çevirdi ve söylediğini canlandırdı. “oyuncak bebeklerdeki sıkıntı DUYMUYORMUŞ gibi görünmeleri.” Böyle konuşarak büyük ve küçük bebeklere, kara gözlü ve mavi gözlü bebeklere, kahverengi lüleli ve altın örgülü bebeklere, elbiseli ve elbisesiz bebeklere baktılar.
“Görüyorsun ya.” dedi Sara elbiseli olmayan bir bebeği incelerken. “Onu bulduğumda üzerinde elbisesi yoksa onu terziye götürüp üstüne bir şeyler diktirebiliriz. Ölçüsü alınırsa elbiseler üstüne daha iyi oturur.”
Birkaç hayal kırıklığından sonra araba onları takip ederken, mağaza vitrinlerine bakarak yürümeye karar verdiler. İçeri dahi girmeden iki üç mağazanın önünden geçip pek de büyük olmayan bir dükkâna yaklaştılar ve Sara birdenbire irkilerek babasının koluna yapıştı.
“Ah, babacığım!” diye haykırdı. “İşte Emily!”
Yüzü al al oldu, yeşil-gri gözlerinde yakından tanıdığı ve sevdiği birini görmüş gibi bir ifade belirdi.
“Bizi gerçekten de oturmuş bekliyor!” dedi. “Hadi yanına gidelim.”
“Olur şey değil!” dedi Yüzbaşı Crewe. “Sanki önce biri bizi onunla tanıştırmalı.”
“Sen beni tanıştırırsın, ben de seni.” dedi Sara. “Ama onu görür görmez tanıdım, belki o da beni tanımıştır.”
Belki de bebek, onu tanıyordu. Sara onu kucağına aldığında gözlerinde kesinlikle zeki bir ifade vardı. Kocaman bir bebekti ama taşınamayacağı kadar da büyük değildi; bukleli, altın-kahverengi saçları pelerin gibi omuzlarından aşağı dökülüyordu ve kirpikleri kalemle çizilmemişti; yumuşak, yoğun ve gerçek kirpikli gözleri, derin, pırıl pırıl ve gri-maviydi.
“Şüphesiz…” dedi Sara onu dizlerinin üstünde tutarken. “Şüphesiz babacığım, bu Emily.”
Böylece Emily’yi satın alıp onu çocuk elbisesi satan bir mağazaya götürerek Sara’nınki kadar büyük bir gardırop dizmek için ölçülerini aldırlar. Onun da dantel, kadife ve muslin elbiseleri, şapkaları ve mantoları, güzel dantelli iç çamaşırları, eldivenleri, mendilleri ve kürkleri oldu.
“İyi bir anneye sahip bir çocukmuş gibi görünmesini istiyorum.” dedi Sara. “Ben onun annesiyim, gerçi aynı zamanda onunla iki iyi arkadaş olacağız.”
Onunla alışveriş yapmak Yüzbaşı Crewe’un son derece hoşuna gitse de yüreğine hüzünlü bir düşünce gelip oturmuştu. Tüm bunlar biricik, küçük, tuhaf yol arkadaşından ayrılacağı anlamına geliyordu.
Gece yarısı yatağından kalkıp Emily’yi kollarının arasına almış uyuyan Sara’ya bakmaya gitti. Siyah saçları yastığa yayılmış, Emily’nin altın-kahverengi saçlarına karışmıştı. İkisinin de üstünde dantel fırfırlı gecelik vardı ve ikisinin de uzun kirpikleri yanaklarına uzanıyordu. Emily gerçek bir çocuğa o kadar benziyordu ki Yüzbaşı Crewe onun orada olmasından memnuniyet duydu. Derin bir nefes aldı ve genç bir erkek gibi bıyıklarını burdu.
“Ah Saracık!” dedi kendi kendine. “Babacığının seni ne kadar özleyeceğini tahmin bile edemezsin.”
Ertesi gün Sara’yı Bayan Minchin’in okuluna bıraktı. Sonraki sabah denize açılması gerekiyordu. Bayan Minchin’e avukatları Bay Barrow ve Bay Skipworth’un kendisinin İngiltere’deki işleriyle ilgileneceğini, talep ettiği her türlü yardımda bulunacaklarını ve Sara’nın harcamaları için gönderdiği faturaları ödeyeceklerini söyledi. Sara’ya haftada iki defa yazacaktı ve onun dilediği her şey yerine getirilecekti.
“O çok hassas bir şeydir ve asla kendisine verilmesi güvenli olmayan şeyleri asla talep etmez.” dedi.
Sonra Sara ile birlikte onun küçük oturma odasına gittiler ve vedalaştılar. Sara, babasının dizlerine oturdu ve mantosunun yakalarını küçük elleriyle tutup gözlerinin içine uzun uzun, dikkatle baktı.
“Yüzümü mü ezberliyorsun Saracık?” diye sordu babası saçlarını okşayarak.
Sara “Hayır.” diye cevapladı. “Seni ezbere biliyorum. Sen kalbimin en derinindesin.” Sonra kollarını birbirlerine doladılar ve hiç ayrılmayacaklarmış gibi birbirlerini öptüler.
Odasının zemininde, elleri çenesinin altında birleştirilmiş bir hâlde oturan Sara, kapının önünden uzaklaşan arabayı köşeyi dönene kadar gözleriyle takip etti. Emily de yanında oturuyor ve o da arabayı izliyordu. Bayan Minchin kıza bakması için kardeşi Bayan Amelia’yı gönderdi fakat o, kapıyı açmadı.
“Kapıyı kilitledim.” dedi içeriden gelen tuhaf, kibar ve ince ses. “İzninizle bir süre yalnız kalmak istiyorum.”
Bayan Amelia şişman ve tıknaz bir kadındı ve ablasından çok çekinirdi. İki kardeşten iyi huylu olanı kendisiydi; fakat asla Bayan Minchin’in sözünden dışarı çıkmazdı. Yeniden aşağı indi, paniğe kapılmış gibiydi.
“Böylesi tuhaf, antika bir kız görmedim ablacığım.” dedi. “Kendini içeri kilitlemiş ve çıtını çıkarmıyor.”
“Bazıları gibi tepinip, bağırıp çağırmasından iyidir.” diye cevapladı Bayan Minchin. “Onun kadar şımartılmış bir çocuğun ortalığı ayağa kaldırmasını beklerdim. İstediği önünde istemediği arkasında imiş.”
“Bavullarını açıp eşyalarını yerleştirdim.” dedi Bayan Amelia. “Hayatımda böyle eşyalar görmedim; samur ve kakım kürklü mantolar, gerçek Valenciennes dantelli iç çamaşırları… Elbiselerinden bazılarını sen de gördün. SENCE nasıllar?”
“Bence alayı rezalet.” diye cevapladı Bayan Minchin sert bir ifadeyle. “Ama öğrencileri pazar günü kiliseye götürdüğümüzde sıranın başında harika görünecek. Kıza prensesler gibi itina gösterilmiş.”
Bu sırada kilitli odada Sara ve Emily yerde oturmuş arabanın kaybolduğu köşeye bakarlarken Yüzbaşı Crewe kendini tutamayıp arkasına dönmüş, ona öpücükler yollayarak el sallıyordu.
2
FRANSIZCA DERSİ
Sara ertesi sabah sınıfa girince herkes ona kocaman açılmış, meraklı gözlerle baktı. On üç yaşında olmasına rağmen kendini yetişkin gibi hisseden Lavinia Herbert’tan, henüz dört yaşında ve okulun en küçüğü olan Lottie Legh’e kadar herkes onun hakkında bir sürü şey duymuştu. Hepsi de Bayan Minchin’in, gözde öğrencisi olarak onunla hava atacağını ve onu okulun itibar kaynağı olarak gördüğünü biliyordu. Birkaçı onun geçen gece gelen Fransız hizmetçisi Mariette’i görmüştü. Lavinia, Sara’nın kapısı aralıkken odasının önünden geçmiş ve Mariette’i mağazanın birinden geç gelen bir paketi açtığına şahit olmuştu.
“İçi fırfırlı jüponlarla doluydu, fırfırlar, fırfırlar…” diye fısıldadı arkadaşı Jessie’ye coğrafya kitabının üstüne eğilerek. “Onları silkelerken gördüm. Bayan Minchin’in, Bayan Amelia’ya kızın kıyafetlerinin bir çocuk için fazla gösterişli olduğundan gülünç durduklarını söylediğini duydum. Annem çocukların sade giyinmeleri gerektiğini söyler. İçinde o jüponlardan biri var. Otururken gördüm.”
“İpekli çorap giymiş!” diye fısıldadı Jessie, o da coğrafya kitabının üstüne eğilerek. “Şu ayakların küçüklüğüne bak! Hiç bu kadar minik ayaklar görmedim.”
“Ah.” diye burnunu çekti Lavinia fesatça. “Ayakkabılarından dolayı öyle görünüyor. Annem hünerli bir ayakkabıcının koca ayakları bile ufak gösterebileceğini söyler. Bence hiç de o kadar güzel bir kız değil. Gözlerinin rengi bir acayip.”
“Alışkın olduğumuz bir güzellikte değil.” dedi Jessie, sınıfta şöyle bir göz gezdirerek. “Fakat kendine tekrar tekrar baktırıyor. Kirpikleri fazla uzun ve gözleri yeşil gibi.”
Sara sessizce sırasında oturuyor, ne yapacağının söylenmesini bekliyordu. Bayan Minchin’in masasının yanına oturtulmuştu. Kendisini izleyen bir dizi gözden hiç de sıkılmışa benzemiyordu. Bu durum ilgisini çektiği için o da kendisini izleyen çocuklara sessizce baktı. Onların neler düşündüğünü, Bayan Minchin’i sevip sevmediklerini, derslerine çalışıp çalışmadıklarını, herhangi birinin kendisininki gibi bir babaya sahip olup olmadığını merak etti. Emily ile o sabah Sara’nın babası hakkında uzun bir konuşma yapmışlardı.
“O şimdi denizde, Emily.” demişti. “İkimiz çok iyi dost olmalı ve birbirimize her şeyimizi anlatmalıyız. Emily, bana bak. Sen gördüğüm en güzel gözlere sahipsin, ama keşke konuşabilseydin.”
Sara hayal gücü kuvvetli, aklından sürekli acayip fikirler geçen bir kızdı; hayallerinden biri Emily’nin canlı olduğu, kendisini gerçekten duyup anladığıydı; hatta bunu düşünüp sanki öyleymiş gibi davranmak bile keyfini yerine getiriyordu. Mariette ona koyu mavi okul önlüğünü giydirip saçlarını koyu mavi kurdeleyle bağladıktan sonra, kendisine ait bir koltukta oturan Emily’nin yanına gidip eline bir kitap verdi.
“Ben aşağıdayken bunu okuyabilirsin.” dedi ve Mariette’in kendisine meraklı gözlerle baktığını görünce yüz ifadesi ciddileşti.
“Bence oyuncak bebekler, bizim bilmemizi istemedikleri şeyleri yapabilirler.” dedi Sara. “Belki de Emily gerçekten okuyabiliyor, konuşabiliyor, yürüyebiliyordur ama bunları odada insanlar yokken yapıyordur. Bu onun sırrı. Anlarsınız ya, eğer insanlar bebeklerin neler yapabildiklerini bilselerdi, onları çalıştırırlardı. Yani, belki de birbirlerine bunu bir sır olarak saklamaya söz vermişlerdir. Odada durursanız, Emily öylece oturup bakacaktır; ama dışarı çıkarsanız okumaya başlar, belki de pencereye gidip dışarıyı seyreder. Sonra birinin geldiğini duyarsa geri koşup koltuğuna atlar ve hep orada oturuyormuş gibi rol yapar.”
“Comme elle est drole!” dedi Mariette kendi kendine ve aşağı inince başhizmetçiye bundan bahsetti. Ama zeki, ufak yüzlü ve terbiyeli bu tuhaf, küçük kızı şimdiden sevmeye başlamıştı. Daha önce bakımını üstelendiği çocuklar onun kadar kibar değildi. Sara usluydu ve son derece tatlı, kibar ve minnettar bir şekilde, “Rica ederim, Mariette.”, “Teşekkür ederim, Mariette.” diyordu. Başhizmetçiye kızın tam bir hanımefendi gibi teşekkür ettiğini anlattı.
“Elle a l’air d’une princesse, cette petite.” dedi Mariette. Küçük hanımefendisinden de kaldığı yerden de çok memnundu.
Sara sınıftaki öğrencilerin bakışları altında sırasında birkaç dakika oturduktan sonra, Bayan Minchin vakur bir edayla masasına vurdu.
“Genç bayanlar!” dedi. “Size yeni arkadaşınızı takdim edeyim.” Küçük kızların hepsi ayağa kalktı, Sara da. “Hepinizin Bayan Crewe ile iyi anlaşacağını umuyorum; buraya uzaklardan, daha doğrusu Hindistan’dan geldi. Dersler biter bitmez kendisiyle tek tek tanışmalısınız.”
Öğrenciler resmî bir şekilde eğilerek Sara’yı selamladılar, Sara da hafifçe reverans yaptı ve yerlerine oturunca yeniden bakışmaya başladılar.
“Sara!” dedi Bayan Minchin sınıf öğretmeni havasıyla. “Yanıma gel.”
Masasından bir kitap almış, yapraklarını çeviriyordu. Sara kibarca yanına gitti.
“Baban senin için Fransız bir hizmetçi tuttuğu için…” diye başladı, “Fransızcaya özen göstermeni istediği sonucuna vardım.”
Sara biraz afalladı.
“Onun tutmasının sebebi…” dedi, “benim… benim onu seveceğimi düşünmesi, Bayan Minchin.”
“Korkarım ki…” dedi Bayan Minchin, hafif ekşi bir gülümsemeyle, “sen çok şımartılmış küçük bir kızsın ve her şeyin sen seviyorsun diye yapıldığını hayal ediyorsun. Bana kalırsa baban Fransızca öğrenmeni istiyor.”
Sara’nın yaşı daha büyük olsaydı veya insanlara kibar davranmak konusunda bu kadar titiz davranmasaydı kendini birkaç kelimeyle ifade edebilirdi. Fakat bu durumda, yüzünün kızarmaya başladığını hissetti. Bayan Minchin sert ve baskıcı bir kadındı, Sara’nın Fransızcadan bihaber olduğundan kesinlikle emindi, bu yüzden aksini iddia etmenin kabalık olacağını hissetmişti. İşin aslı, Sara kendisini bildi bileli Fransızca biliyordu. Bebekliğinden beri babası onunla Fransızca konuşurdu. Annesi Fransız’dı ve Yüzbaşı Crewe onun dilini çok sevdiği için Sara bu dili sürekli duymuş ve Fransızcayı bellemişti.
“Ben… ben hiç Fransızca öğrenmedim, ama… ama…” diye başladı Sara, utana sıkıla kendini ifade etmeye çalışarak.
Bayan Minchin’in keyfini kaçıran en büyük sırlarından biri, kendisinin Fransızca bilmemesiydi ve bu rahatsız edici gerçeği saklamak istiyordu. Bu yüzden, konuyu daha fazla uzatıp kendini yeni gelen küçük öğrencinin masum sorgulamalarına maruz bırakamazdı.
“Bu kadar yeter!” dedi kibar bir sertlikle. “Bugüne kadar öğrenmediysen derhâl başlamalısın. Fransızca öğretmenimiz Mösyö Dufarge birazdan burada olur. O gelene kadar şu kitaba bir göz gezdir.”
Sara’nın yanakları alev alev oldu. Yerine geçip kitabı açtı. Ciddi bir ifadeyle ilk sayfayı inceledi. Gülümsemenin kaba kaçacağını biliyordu ve asla kabalaşmak istemiyordu. Fakat kendisinden “le pere” kelimesinin “baba” ve “la mere” kelimesinin “anne” demek olduğunu öğreten bir kitabı okumasının beklenmesi ona çok tuhaf geldi.
Bayan Minchin ona soran gözlerle baktı.
“Şaşırmış görünüyorsun Sara.” dedi. “Fransızca öğrenme fikrinden hoşlanmamana üzüldüm.”
“Fransızcayı çok severim.” diye cevapladı Sara, durumu yeniden toparlamaya çalışarak. “Fakat…”
“Sana yapılması söylenen şeylerle ilgili konuşurken ‘fakat’ kelimesini kullanamazsın!” dedi Bayan Minchin. “Sen kitabına bakmaya devam et!”
Sara söyleneni yaptı ve gülümsemedi; hatta “le fils” kelimesinin “oğul” ve “le frere” kelimesinin “erkek kardeş” anlamına geldiğini görünce bile gülümsemedi.
“Mösyö Dufarge gelince derdimi anlatabilirim.” diye düşündü.
Kısa bir süre sonra Mösyö Dufarge geldi. Çok hoş, zeki, orta yaşlı bir Fransız’dı; elindeki kelime kitabına odaklanmış gibi görünmeye çalışan Sara’yı görünce kız, ilgisini çekti.
“Bu benim yeni öğrencim mi madam?” dedi Bayan Minchin’e. “Umarım şansım yaver gider.”
“Babası -Yüzbaşı Crewe- Fransızca öğrenmesini çok istiyor. Fakat korkarım ki kızın bu dile karşı çocukça bir ön yargısı var. Öğrenmeye niyeti yok gibi.” dedi Bayan Minchin.
Mösyö Dufarge “Buna çok üzüldüm matmazel.” dedi Sara’ya kibarca. “Belki de birlikte çalışmaya başlayınca sana bunun çok çekici bir dil olduğunu gösterebilirim.”
Küçük Sara ayağa kalktı. Sanki bir yüz karasıymış gibi kendini çok çaresiz hissetmeye başladı. Mösyö Dufarge’ın yüzüne, kocaman yeşil-gri gözleriyle, masumane bir şekilde yalvarırcasına baktı. Onunla konuşur konuşmaz kendisini anlayacağını biliyordu. Durumu tatlı ve akıcı bir Fransızcayla basitçe anlatmaya başladı. Madam kendisini anlamamıştı. Fransızcayı kitaplardan değil, onunla sürekli Fransızca konuşan babasından ve diğer insanlardan öğrenmişti. Bu yüzden Fransızcayı da İngilizce okuyup yazabildiği kadar okuyup yazabiliyordu. Babası Fransızcayı sevdiği için o da seviyordu. O doğduğunda ölen sevgili anneciği Fransız’dı. Mösyönün kendisine öğreteceği her şeyi seve seve öğrenirdi; madama anlatmaya çalıştığı şey, bu kitapta yazan kelimeleri zaten bildiğiydi. Bunu söylerken küçük kelime kitabını kaldırıp gösterdi.
Sara konuşmaya başlayınca Bayan Minchin fena hâlde afalladı ve gözlüklerinin üzerinden, âdeta kızgın bir hâlde, o konuşmasını bitirene kadar, gözlerini ona dikti. Mösyö Dufarge memnuniyetten gülümsemeye başladı. Sara’nın tatlı, çocuk sesiyle kendi dilini bu kadar sade ve etkileyici konuşuyor olması ona kendini -Londra’nın karanlık, sisli günlerinde bazen dünyalar kadar uzakmış gibi gelen-memleketinde gibi hissettirdi. Sara konuşmasını bitirince mösyö sevgi dolu bir bakışla elinden kelime kitabını aldı. Bayan Minchin’e döndü.
“Ah, madam!” dedi. “Ona öğretebileceğim pek bir şey yok. O Fransızcayı ÖĞRENMEMİŞ, o zaten Fransız. Müthiş bir aksanı var.”
“Bana söylemeliydin!” diye çıkıştı Bayan Minchin bozulmuş bir hâlde Sara’ya dönerek.
“Ben… ben…” dedi Sara, “sanırım anlatmaya doğru yerden başlamadım.”
Bayan Minchin onun anlatmaya çalıştığını ve anlatmasına müsaade edilmemesinin onun hatası olmadığını biliyordu. Diğer öğrencilerin onları dinlediklerini, Lavinia ve Jessie’nin Fransızca dil bilgisi kitaplarının arkasından kikirdeştiklerini fark edince küplere bindi.
“Sessizlik, küçük hanımlar!” dedi sertçe, masaya vurarak. “Hemen susun!”
O andan itibaren gözde öğrencisine kin beslemeye başladı.
3
ERMENGARDE
Sara, o ilk sabah, Bayan Minchin’in yanında otururken ve tüm sınıfın kendisini meraklı meraklı izlerken, kendi yaşlarındaki, ona oldukça donuk, açık mavi bir çift gözle bakan küçük bir kızı fark etti. Hiç de akıllı görünmeyen tombul bir çocuktu fakat iyi huylu olduğunu delalet eden hafifçe bükülü dudakları vardı. Lepiska saçları kalın saç örgüsü yapılmış, kurdeleyle bağlanmıştı. Atkuyruğunu boynuna dolamış, kurdelenin ucunu kemiriyor; dirseklerini sıraya dayamış, yeni gelen öğrenciye meraklı gözlerle bakıyordu. Mösyö Dufarge Sara ile konuşmaya başlayınca biraz korkmuş gibi göründü. Sara öne doğru adım atıp ona masum, güzel gözlerle bakarak, hiç duraklamadan Fransızca cevap verince, tombul küçük kız irkilerek sıçramış ve şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilmişti. “La mere” kelimesinin “anne” ve “le pere” kelimesinin “baba” anlamına geldiğini hatırlamak için haftalarca umutsuzlukla ter döktükten sonra, kendi yaşındaki bir çocuğun, bu kelimelere aşina olmakla kalmayıp daha da fazlasını bildiğini ve onları çocuk oyuncağıymış rahatça fiillerle kullanabildiğini görmek onu hayrete düşürmüştü.
Sara’ya o kadar dikkatli bakıyor ve saç örgüsündeki kurdeleyi o kadar hızlı kemiriyordu ki, tam bu sırada son derece aksi olan Bayan Minchin’in dikkatini çekti; kadın birden kızın üstüne atıldı.
“Bayan St. John!” diye bağırdı sertçe. “Bu hâl hareket nedir böyle? Çek dirseklerini! Çıkar ağzından kurdeleyi! Dik otur!”
Bunun üzerine Bayan St. John, tekrar yerinden sıçradı ve Lavinia ile Jessie kıkırdayınca iyice kızardı; o kadar kızardı ki neredeyse zavallı, donuk, çocuksu gözlerinden yaşlar boşalacaktı. Sara bunu görünce onun için çok üzüldü ve onu sevmeye başladı; onunla arkadaş olmak istedi. Biri huzursuz veya mutsuz edildiyse hemen müdahale etmek gibi bir huyu vardı.
“Sara erkek olsa ve birkaç yüzyıl önce yaşasaydı…” derdi babası, “kılıcını kuşanıp ülkeyi bir uçtan diğer uca gezer ve zor durumdaki herkesi koruyup kollardı. Daima sıkıntıda olan insanlara yardım etmek istiyor.”
Bu yüzden tombul ve yavaş olan küçük Bayan St. John’a kanı kaynadı, tüm sabah gözünü ondan alamadı. Derslerin onun için pek kolay olmadığını gözlemledi; yine de onun için gözde öğrenci muamelesi görerek öne çıkarılması tehlikesi bulunmuyordu. Fransızcası içler acısıydı. Telaffuzu Mösyö Dufarge’ı bile ister istemez gülümsetiyordu. Lavinia, Jessie ve Fransızca konusunda daha şanslı kızlar ya gülüşüyorlar ya da ona küçümseyen gözlerle bakıyorlardı. Ama Sara gülmedi. Bayan St. John “le bon pain”e, “lee bong pang” deyince duymazdan gelmeye çalıştı. Sara’nın tatlı, sıcak bir tabiatı vardı; kıkırdaşmaları duyunca ve kızın zavallı, şaşkın ve sıkıntılı suratını görünce çileden çıktı.
“Hiç de komik değil!” dedi dişlerinin arasından, kitabının üzerine eğilip. “Gülecek bir şey yok!”
Dersler bitip öğrenciler gruplaşarak kendi aralarında konuşmaya başlayınca Sara’nın gözleri Bayan St. John’u aradı ve onu acıklı bir hâlde pencere kenarındaki koltukta otururken buldu. Yanına gidip onunla konuştu. Yakınlık kurmak için küçük kızların her zaman birbirlerine söyledikleri şeyleri söyledi; fakat Sara dost canlısıydı ve insanlar bunu her zaman hissederlerdi.
“Senin adın ne?” dedi.
Bayan St. John’un şaşkınlığını açıklamak için yeni öğrencinin ilk başlarda gizemli biri olarak görüldüğünü hatırlamak gerekir; hele bu yeni öğrenci hakkında, bütün bir okul, bir gece önce, heyecandan ve çelişkili hikâyelerden yorgun düşüp uykuya dalana kadar konuşmuşsa… Faytonu, midillisi ve hizmetçisi olan yeni öğrenci ve Hindistan’dan buraya olan seyahati, sıradan değil, üzerinde konuşmaya değer bir şeydi.
“Benim adım Ermengarde St. John.” diye cevapladı kız.
“Benimki Sara Crewe.” dedi Sara. “Adın çok güzelmiş. Masal kitabından çıkmış gibi.”
“Beğendin mi?” dedi Ermengarde heyecanlı bir sesle. “Ben… ben de seninkini beğendim.”
Bayan St. John’un hayatındaki esas dert, zeki bir babaya sahip olmaktı. Bazen bunun korkunç bir felaket olduğunu düşünüyordu. Her şeyi bilen, yedi sekiz dil konuşan, okuduğu binlerce kitabı olan bir babanız varsa en azından sizden ders kitaplarınızın içeriğine aşina olmanızı bekler; tarihteki birkaç olayı hatırlamanızı ve Fransızca okuyup yazabilmenizi beklemesine de şaşmamak gerekir. Ermengarde, Bay St. John’un sabır sınavıydı. Nasıl olur da kendi çocuğu hiçbir işte parlayamayan, apaçık ve şüphe götürmez bir şekilde sönük bir tip olabilirdi, bir türlü anlamıyordu.
“Aman Tanrı’m!” demişti birkaç kez kızına bakarken. “Bazen halası Eliza gibi aptal olduğunu düşünmeden edemiyorum!”
Eliza halası ağır anlayan ve öğrendiği şeyi hemen unutan biriyse Ermengarde onun tıpkısının aynısıydı. Okulun en muazzam kalın kafalısı olduğu inkâr edilemezdi.
“Öğrenmeye ZORLANMALI.” dedi babası Bayan Minchin’e.
“Odama gel de göstereyim.” dedi Sara elini uzatarak.
Koltuktan birlikte atlayıp üst kata çıktılar.
“Sırf sana…” diye fısıldadı Ermengarde, koridorda ilerlerlerken. “Sırf sana ait bir oyun odan olduğu doğru mu?”
“Evet.” diye cevapladı Sara. “Babam Bayan Minchin’den benim için bir oyun odası rica etti çünkü… şey… çünkü ben oyun oynarken hikâyeler uydurup kendi kendime anlatıyorum ve insanların beni duymasını istemiyorum. İnsanların dinlediğini düşününce hiç keyif alamıyorum.”
O arada Sara’nın odasına giden koridora varmışlardı, Ermengarde bir an durdu, şaşkınlıktan nefesi tıkanmıştı.
“Kafandan HİKÂYE mi uyduruyorsun!” dedi nefes nefese. “Hem Fransızca konuşup hem hikâye mi uyduruyorsun? GERÇEKTEN mi?”
Sara ona hayretle baktı.
“Herkes hikâye uydurabilir.” dedi. “Sen hiç denemedin mi?”
Elini, onu uyarırcasına Ermengarde’ın elinin üstüne koydu.
“Kapıya sessizce gidelim.” diye fısıldadı. “Ve sonra kapıyı aniden açayım; belki onu yakalarız.”
Yarım ağızla gülümsüyordu fakat gözlerinde Ermengarde’ı büyüleyen gizemli bir umut ışıltısı vardı, gerçi bunun ne anlama geldiği, kimi “yakalamak” istediği veya onu neden yakalamak istediği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Bu her ne anlama geliyorsa Ermengarde onun çok heyecanlı bir şeyler söylediğinden emindi. Böylece, heyecan doruktayken koridor boyunca onu parmak ucunda takip etti. Kapıya varana kadar çıt çıkarmadılar. Derken Sara aniden kapı kolunu çevirdi ve kapıyı sonuna kadar açtı. Kapının açılışıyla karşılarında tertipli, düzenli, sessiz bir oda, şöminede usul usul yanan ateş ve yanındaki koltukta kitap okuyormuş gibi görünen harika bir oyuncak bebek belirdi.
“Ah, biz onu görene kadar yerine oturmuş!” diye açıkladı Sara. “Hep böyle yapıyorlar zaten. Şimşek gibi hızlılar.”
Ermengarde bir ona, bir bebeğe baktı.
“O yürüyebiliyor mu?” diye sordu, soluk soluğa.
“Evet.” diye cevapladı Sara. “En azından ben öyle olduğuna inanıyorum. En azından yürüyebildiğine İNANIYORMUŞ GİBİ yapıyorum. Böylece bana gerçekmiş gibi geliyor. Sen de ‘mış gibi’ yapıyor musun?”
“Hayır.” dedi Ermengarde. “Asla yapmam. Anlatsana nasıl yapıldığını.”
Ermengarde bu tuhaf, yeni arkadaşından o kadar etkilenmişti ki, Emily yerine Sara’ya bakakaldı; oysa Emily hayatında gördüğü en etkileyici oyuncak bebekti.
“Haydi, oturalım da sana anlatayım.” dedi Sara. “O kadar kolay ki bir başlayınca bırakamıyorsun. Sürekli yapasın geliyor. Çok güzel bir şey. Emily, sen de dinle. Bu Ermengarde St. John, Emily. Ermengarde, bu Emily. Onu kucaklamak ister misin?”
“Ay, kucaklayabilir miyim?” dedi Ermengarde. “Gerçekten kucaklayabilir miyim? Çok güzel bir bebek!” Sara onu Ermengarde’ın kollarının arasına bıraktı.
Bayan St. John sıkıcı, kısa hayatı boyunca, yeni bir öğrenciyle öğle yemeği zilini duyup aşağı inmek zorunda kalana kadar geçen bir saatte böylesine güzel vakit geçireceğini asla hayal dahi edemezdi.
Sara şöminenin önündeki halının üzerine oturup ona garip şeyler anlattı. Şömineye iyice yaklaşmıştı; yeşil gözleri parlıyordu, yanakları al aldı. Ona seyahati ve Hindistan hakkında hikâyeler anlattı; fakat Ermengarde’ı en çok büyüleyen şey, onun yürüyen ve konuşan, odada insanlar yokken istediklerini yapan fakat bu sırlarını saklamak için içeri biri girdiğinde yerlerine “şimşek gibi” geri dönen bebeklerle ilgili fantezisiydi.
“Biz öyle yapamayız.” dedi Sara ciddiyetle. “Bu bir tür sihir.”
Emily’yi arama hikâyelerini anlatırken Ermengarde onun yüzünün birden değiştiğini fark etti. Sanki gözlerinin önünden bir bulut geçti ve gözlerinin ışıltısını gölgeledi. Öyle derin bir nefes aldı ki ağzından garip, hüzünlü bir ses çıktı ve sonra bir şey yapmaya veya YAPMAMAYA yeminliymiş gibi dudaklarını sıkıca kapadı. Ermengarde o diğer kızlar gibi olsaydı birden ağlayıp sızlamaya başlardı diye düşündü. Ama ağlamamıştı.
“Bir… bir yerin mi ağrıyor?” diye sordu Ermengarde.
“Evet.” diye cevapladı Sara, bir anlık sessizlikten sonra. Ardından titrememesi için uğraştığı sesini kısarak ekledi: “Ama acıyan yerim bedenimde değil. Babanı dünyadaki her şeyden çok seviyor musun?”
Ermengarde’ın ağzı açık kaldı. Babasını hiçbir zaman sevmediğini ve onun birlikte on dakika kadar bile yalnız kalmamak için her şeyi yapabileceğini söylemenin seçkin bir okulda okuyan bir çocuğa yakışmayacağını biliyordu. Çok utanmıştı.
“Ben… ben onu pek göremiyorum.” diye kekeledi. “Hep kütüphanesindedir, bir şeyler okuyup durur.”
“Ben babamı dünyanın on katı kadar seviyorum.” dedi Sara. “Canım bu yüzden yanıyor. Uzaklara gitti.”
Başını kızın büktüğü küçük dizlerinin üstüne sessizce koydu ve birkaç dakika kıpırdamadan durdu.
Hıçkıra hıçkıra ağlayacak! diye düşündü Ermengarde endişeyle.
Fakat ağlamadı. Kısa, siyah lüleleri kulaklarının yanına düştü ve sessizce oturmaya devam etti. Sonra başını kaldırmadan konuştu.
“Ona dayanacağıma dair söz verdim.” dedi. “Dayanacağım da. İnsanın dayanması gerekir. Askerler nelere dayanıyor! Babam da asker. Savaş olunca oradan oraya koşmaya, susuzluğa ve belki de derin yaralara dayanmak zorunda. Gıkını bile çıkarmaz.”
Ermengarde ona bakakaldı; ona hayranlık duymaya başladığını hissetti. Harika biriydi ve diğerlerinden çok farklıydı.
O anda, Sara başını kaldırdı ve tuhaf, küçük bir gülümsemeyle siyah lülelerini arkaya attı.
“Böyle anlatmaya devam ettikçe…” dedi, “ve sana ‘mış gibi’ yapmaktan bahsedince daha kolay katlanırım gibi geliyor. İnsan unutmaz ama daha kolay katlanır.”
Ermengarde boğazının düğümlenmesinin ve gözlerinin dolmasının nedenini anlayamadı.
“Lavinia ve Jessie çok yakın arkadaşlar.” dedi boğuk bir sesle. “Keşke biz de iki yakın arkadaş olabilsek. En yakın arkadaşım olur musun? Sen zeki bir kızsın, ben de okuldaki en aptal kızım, ama ben… ben seni çok sevdim!”
“Buna çok sevindim.” dedi Sara. “Sevilmek insanı çok hoşnut ediyor. Evet. Arkadaş olabiliriz. Bak sana ne diyeceğim?” Yüzünde bir ışıltı belirdi. “Sana Fransızca derslerinde yardımcı olabilirim.”
4
LOTTIE
Sara daha farklı bir çocuk olsaydı, Bayan Minchin’in kız okulunda geçireceği sonraki birkaç yıl boyunca sürdürdüğü hayat, onun için hiç de iyi geçmezdi. Kendisine küçük bir kız değil de kurumdaki ayrıcalıklı bir misafirmiş gibi davranılıyordu. Dediğim dedik, inatçı bir çocuk olsaydı bu kadar şımartılıp, pohpohlanma sonucunda katlanılamaz biri olup çıkardı. Tembel bir çocuk olsaydı, hiçbir şey öğrenemezdi. Bayan Minchin ondan içten içe hoşlanmıyordu ancak böylesi imrenilen bir öğrencinin okulu terk etmesine neden olacak bir şey yapmayacak veya söylemeyecek kadar paragöz bir kadındı. Sara babasına rahatsız veya mutsuz olduğunu yazsa Yüzbaşı Crewe’un onu derhâl okuldan alacağını gayet iyi biliyordu. Bayan Minchin’e göre bir çocuk sürekli övülür ve canının çektiğini yapmasına izin verilirse elbette böyle muamele gördüğü yeri sevecektir. Bu nedenle, Sara’nın derslerindeki sürati, terbiyesi, arkadaşlarına karşı cana yakınlığı, içi dolu küçük cüzdanından altı kuruş çıkarıp vererek gösterdiği cömertliği övgü görüyordu; yaptığı en ufak şey bile bir erdemmiş gibi takdir ediliyordu. Eğer iyi bir mizaca ve zehir gibi beyne sahip bir çocuk olmasaydı kendini beğenmiş bir genç kız olup çıkardı. Fakat o zehir gibi beyni ona kendisi ve bulunduğu şartlar hakkında bir sürü makul ve doğru şeyler söylüyordu. Sara da bunları arada bir Ermengarde’a anlatıyordu.
“İnsanların başına tesadüfler gelir.” derdi. “Benim başıma da bir sürü tesadüf geldi. Dersleri ve kitapları sevmem, öğrendiğim şeyleri hatırlamam hep tesadüf. Yakışıklı, iyi kalpli, zeki ve bana istediğim her şeyi verebilen bir babaya sahip olmam da tesadüf. Belki gerçekten iyi huylu biri değilimdir ama istediğin her şey yapılınca ve herkes sana iyi davranınca iyi olmayacaksın da başka ne olacaksın? Bilemiyorum…” Ciddi gözlerle baktı. “iyi bir çocuk muyum yoksa baş belasının teki miyim bilemiyorum. Belki de GUDUBET bir çocuğumdur ve hiç sıkıntı yaşamadığım için bunu kimse bilmiyordur.”
“Lavinia hayatında hiç sıkıntı yaşamamıştır.” dedi Ermengarde duyarsızca. “Ve yeterince gudubet.”
Sara küçük burnunun ucunu dalgın bir şekilde, sanki konuyu düşünür gibi kaşıdı.
“Şey…” dedi sonunda. “Belki… belki de Lavinia BÜYÜDÜĞÜ içindir.” Sara Bayan Amelia’nın, Lavinia’nın çok hızlı büyüdüğünü ve bunun sağlığını ve mizacını etkilediğini düşündüğünü söylediğini duyduğu için bu sonuca varmıştı.
Aslında, Lavinia kinci bir kızdı. Sara’yı müthiş kıskanıyordu. Yeni öğrenci gelene kadar, kendini okulun lideri olarak görüyordu. Diğer öğrenciler onun dediğini yapmadıklarında son derece çekilmez olabildiği için liderlik yapıyordu. Kendisinden küçük çocuklara baskı uyguluyor ve arkadaşı olabilecek büyüklere ise hava atıyordu. Oldukça güzel bir kızdı ve seçkin genç kız okulunda ikili sıralar hâlinde tören alayı düzenlendiğinde en şık o olurdu; ta ki devekuşu tüyleri sarkan kadife mantosu ve samur manşonu ile Sara sahneye çıkana ve Bayan Minchin onu sıranın başına koyana kadar! Başlarda bu yeterince can sıkıcı bir durumdu. Fakat zaman geçtikçe Sara’nın da lider olduğu ortaya çıktı ve bunun huysuzlandığı için değil, asla huysuzlanmadığı için olduğu anlaşıldı.
“Sara Crewe’da bir şey var.” dedi Jessie samimiyetle “en yakın” arkadaşını çileden çıkararak. “Azıcık bile büyüklük taslamıyor, biliyorsun Lavvie, istese gayet yapabilir. Benim o kadar güzel şeyim olsa ve üzerime titrense -birazcık da olsa- havalara girerdim. Aileler geldiğinde Bayan Minchin’in onunla gösteriş yapması çok iğrenç.”
“Sevgili Sara konuk odasına gelip, Bayan Musgrave’e Hindistan’ı anlatsın!” diye taklit etti Lavinia, Bayan Minchin’i abartılı bir şekilde. “Sevgili Sara Leydi Pitkin ile Fransızca konuşsun. Harika bir aksanı var. Fransızcayı okulda öğrenmedi ki. Fransızcayı zeki olduğu için bilmiyor. Kendisi diyor o dili öğrenmediğini. Babasından duya duya kapmış. Babasına gelince; Hindistan’da subay olmanın ahım şahım bir yanı yok.”
“Eh!” dedi Jessie, ağır ağır. “Kaplan öldürmüş. Sara’nın odasında postu olan kaplanı da o öldürmüş. Bu yüzden o posta bayılıyor. Onun üstüne uzanıp başını okşuyor ve sanki bir kediymiş gibi onunla konuşuyor.”
“Saçma sapan şeyler yapıyor!” diye parladı Lavinia. “Annem onun bu numaradan tavırlarını aptalca buluyor. Büyüyünce tuhaf biri olup çıkacağını söylüyor.”
Sara’nın asla “büyüklük” taslamadığı doğruydu. Dost canlısı bir yapısı vardı ve sahip olduğu ayrıcalıkları ve eşyaları cömertçe paylaşırdı. On on iki yaşındaki daha olgun kızlar tarafından küçümsenip dışlanmaya alışık olan küçük kızlar, bu en çok kıskanılan kızın aşağılamasına hiç maruz kalmamışlardı. Sara anaç ruhlu küçük bir kızdı ve biri yere düşüp dizini sıyırsa hemen koşup yardım eder ve sırtını sıvazlar veya onu yatıştırmak için cebinden bir şeker yahut onu oyalayacak bir şeyler çıkarırdı. Onları asla dışlamaz veya yaşlarından ötürü onlara burun kıvırmazdı.
“Dört yaşındaysan dört yaşındasındır.” demişti Sara, Lavinia’ya sert bir şekilde, Lavinia Lottie’yi tokatlayıp ona “velet” deyince. “Ama seneye beş yaşında olacaksın, sonra da altı. Ve…” Kocaman, suçlayıcı gözlerle baktı. “Yirmi yaşına gelmesi için sadece on altı sene var.”
“Harika!” demişti Lavinia. “Ne de güzel hesap yaparmış!” Elbette, on altı ile dördü toplayınca yirmi edeceği inkâr edilemezdi ve yirmi yaş en cesurlarının bile hayal etmeye cesaret edemediği bir yaştı.
Böylece küçük çocuklar Sara’ya hayran oldular. Kendi odasında, bu küçümsenen kızlar için birkaç defa çay partisi verdiği biliniyordu. Hatta birlikte Emily ile oynamışlar ve onun çay takımlarını kullanmışlardı; içine bol şekerli açık çay koydukları mavi çiçekli takımları… Hiçbiri daha önce bu kadar gerçeğine bu kadar benzeyen bir oyuncak çay takımı görmemişti. O akşamdan itibaren Sara tüm ana sınıfı tarafından bir tanrıçaymış, bir kraliçeymiş gibi görülmeye başladı.
Lottie Legh ona o kadar hayrandı ki, Sara anaç bir yapıya sahip olmasaydı Lottie’den bunalabilirdi. Lottie, onunla ne yapacağını bilemeyen oldukça sorumsuz ve genç bir baba tarafından okula gönderilmişti. Annesi genç yaşta vefat etmişti ve ona doğduğu andan itibaren oyuncak bir bebek, şımartılan evcil bir maymun veya süs köpeği gibi davranıldığı için çok zor bir çocuktu. Bir şey istediğinde veya istemediğinde ağlayıp sızlıyor yahut bağırıp çağırıyordu; sahip olmaması gereken şeyleri istediği ve kendisi için iyi olan şeyleri istemediği için cırtlak sesi sürekli binanın bir o yanında bir bu yanında yankılanıyordu.
Annesini kaybeden küçük bir kıza acınması ve onun hoşnut tutulması gerektiğini öğrenmesi, onun gizemli bir şekilde elde ettiği en güçlü silahı olmuştu. Muhtemelen yetişkin birileri annesinin vefatından birkaç gün sonra kendi aralarında konuşurlarken duymuştu bunu. Böylece bu bilgiyi kendi çıkarına kullanmayı alışkanlık hâline getirmişti.
Sara’nın Lottie’nin sorumluluğunu üstüne alması, bir sabah, oturma odasının önünden geçerken Bayan Minchin ve Bayan Amelia’nın susmayı reddeden bir çocuğu susturmaya çalıştıklarını görmesiyle oldu. Öyle bir inatla direniyordu ki Bayan Minchin sesini duyurabilmek için neredeyse -ciddi ve sert bir tavırla- bağırmak zorunda kalmıştı.
“Ne diye ağlıyor ki?” diye bağırdı.
“Ah! Ah! Ah!” dediğini duydu Sara. “Benim a… anne… annem yok!”
“Ah, Lottie!” diye bağırdı Bayan Amelia. “Yeter artık, canım! Ağlama! Lütfen ağlama!”
“Ah! Ah! Ah! Ah! Ah!” diye inledi Lottie şiddetle. “Benim… anne… annem… yok!”
“Tam dayaklık.” dedi Bayan Minchin. “Seni evire çevir dövmek LAZIM, seni gidi yaramaz çocuk seni!”
Lottie eskisinden de yüksek sesle ağladı. Bayan Amelia da ağlamaya başladı. Bayan Minchin’in sesi gök gürültüsü kadar yükseldi, sonra birden sandalyesinden aciz bir öfkeyle fırladı ve konuyu halletmesi için Bayan Amelia’yı yalnız bırakarak odadan bir hışımla dışarı çıktı.
Sara koridorda durmuş, odaya girsem mi girmesem mi diye düşünüyordu çünkü Lottie ile dostça bir ilişki kurmuştu, belki onu susturabilirdi. Bayan Minchin odadan çıkıp onu görünce son derece rahatsız oldu. Dışarından duyulan sesinin pek asil ve hoş olmayacağını fark etti.
“Ah, Sara!” dedi sahte bir gülümsemeyle.
“Burada durmamın sebebi…” diye açıkladı, “onun Lottie olduğunu tahmin etmem ve ben düşündüm ki, belki… belki de onu susturabilirim. Deneyebilir miyim Bayan Minchin?”
“Bunu becerebilirsen bayağı akıllı bir çocuksun demektir.” diye cevapladı Bayan Minchin, ağzını büzerek. Sonra Sara’nın sert tutumundan ürktüğünü görerek tavrını değiştirdi: “Ama sen her konuda akıllısındır.” dedi onaylayıcı bir tavırla. “Eminim onu susturmayı becerebilirsin. Haydi, gir içeri.” Ve oradan uzaklaştı.
Sara odaya girdiğinde Lottie yere yatmış, bağırıp çağırıyor, küçük tombul bacaklarıyla çılgın gibi tekmeler savuruyordu. Bayan Amelia şaşkınlık ve umutsuz bir hâlde, kıpkırmızı bir suratla ve kan ter içinde ona doğru eğilmişti. Lottie kendi çocuk yuvasında ve evinde, tekmeler savurup bağırarak istediği her şeyi daima elde etmeye alışmıştı. Zavallı, tombul Bayan Amelia onu susturmak için bir o yöntemi, bir bu yöntemi deniyordu.
Önce “Zavallıcık!” diyordu. “Annenin olmadığını biliyorum, zavallım…” Sonra da ses tonunu değiştiriyordu. “Eğer sesini kesmezsen Lottie, seni silkelerim. Zavallı küçük melek! Al bakalım! Seni gidi cadaloz, yaramaz, iğrenç çocuk seni, seni pataklayacağım! Yaparım bak!”
Sara sessizce yanlarına yanaştı. Ne yapacağını bilmiyordu fakat bu kadar çaresizlikle ve telaşla birbirinden böylesine farklı şeyler söylememesi gerektiğinin de içten içe farkındaydı.
“Bayan Amelia.” dedi kısık bir sesle. “Bayan Minchin onu susturmayı deneyebileceğimi söyledi. Deneyebilir miyim?”
Bayan Amelia ona doğru dönüp umutsuzca baktı. “Ah, SENCE yapabilir misin?” diye sordu.
“Bilemiyorum.” diye cevapladı Sara, hâlâ fısıldar gibi konuşarak. “Ama deneyeceğim.”
Bayan Amelia derin bir iç çekişle dizlerini yerden kaldırdı ve Lottie’nin tombul küçük bacakları daha da kuvvetli tekmeler savurmaya başladı.
“Siz odadan çıkabilirseniz…” dedi Sara, “ben onunla kalabilirim.”
“Ah, Sara!” diye sızlandı Bayan Amelia. “Hiç böyle beter bir çocuk görmedik. Onu burada tutmaya devam edebileceğimizi sanmıyorum.”
Fakat odadan çıktı ve çıkarken bir bahanesi olduğu için çok rahatlamıştı.
Sara uluyan öfkeli çocuğun başında birkaç dakika bekledi ve tek bir kelime etmeden onu izledi. Sonra yanına oturdu ve bekledi. Lottie’nin öfke çığlıkları dışında, oda oldukça sessizdi. Bağırıp çağırdığında insanların bir karşı çıkıp, bir yalvarıp yakarmasına, bir emirler yağdırıp, bir tatlı dil dökmesine alışkın olan Bayan Legh için bu alışılmışın dışında bir durumdu. Yere yatıp tepinirken ve çığlık atarken yanındaki tek insanın hiç dikkatini çekmiyor olmak onun ilgisini cezbetmişti. Yanındakini görmek için sımsıkı kapadığı gözlerini açtı. Orada duran yalnızca başka bir küçük kızdı. Fakat o Emily ve diğer tüm güzel şeylere sahip olan kızdı. Ona sabit bir şekilde, bir şeyler düşünüyormuş gibi bakıyordu. Ona bakmak için birkaç saniye ara veren Lottie yeniden başlaması gerektiğini düşündü ama sessiz oda ve Sara’nın tuhaf, ilginç suratından dolayı ilk feryadı gönülsüz çıkmıştı.
“Benim… benim… bir… an… anne… annem… yok!” dedi fakat sesi pek güçlü çıkmadı.
Sara ona gözlerini iyice sabitleyerek baktı; ancak bakışlarında onu anladığını gösteren bir ifade vardı.
“Benim de annem yok.” dedi.
Bu, o kadar beklenmedik bir cevaptı ki Lottie afalladı. Bacaklarını aşağı indirip biraz kıpırdandı ve uzanıp Sara’ya baktı. Ağlayan bir çocuğu, sadece yeni bir şey durdurabilir. Ayrıca, Lottie aksi Bayan Minchin’i ve fazla anlayışlı Bayan Amelia’yı sevmemesine rağmen Sara’yı çok az tanısa da seviyordu. Sızlanmayı bırakmak istemiyordu fakat dikkati dağılmıştı, böylece yine kıpırdandı ve biraz daha mızmızlandıktan sonra, “O nerede?” diye sordu.
Sara bir an durdu. Çünkü ona annesinin cennete gittiği söylenmişti. Bu konu hakkında uzun uzun düşünmüştü ve düşünceleri diğer insanlarınkinden oldukça farklıydı.
“Cennete gitti.” dedi. “Ama ben onu göremesem de arada bir beni görmeye geldiğinden eminim. Seninki de geliyordur. Belki şu anda ikisi de bizi görebiliyordur. Belki ikisi birden şu anda odadadır.”
Lottie doğrulup oturdu ve etrafına bakındı. Güzel, küçük, kıvırcık saçlı bir çocuktu ve yuvarlak gözleri ıslak unutmabeni çiçeği rengindeydi. Annesi onu son yarım saat içinde gördüyse onun gibi bir çocuğun meleğe benzemediğini düşünmesi işten bile değildi.
Sara konuşmaya devam etti. Belki bazıları anlattıklarının masal olduğunu düşünebilirdi ancak kendi hayal dünyasına göre son derece gerçek olduğu için Lottie onu ister istemez dinlemeye başladı. Sara ona annesinin kanatları ve tacı olduğu söylemiş ve melek olduğu söylenen güzel beyaz gecelikli kadınların resimlerini göstermişti. Fakat Sara gerçek insanların olduğu güzel bir ülkede geçen gerçek bir hikâye anlatıyor gibiydi.
“Orada tarlalar dolusu çiçek var.” dedi, her zamanki gibi kendini kaybederek ve rüyadaymış gibi konuşarak. “Tarlalar dolusu zambak! Ve üzerinde esen meltemler havaya o zambakların kokusunu yayıyor! Ve herkes o çiçek kokusunu içlerine çekiyor çünkü orada daima meltem esiyor. Zambak tarlalarında küçük çocuklar koşturuyor ve kucak dolusu çiçekler topluyor, gülüşüp küçük çelenkler yapıyor. Yollar pırıl pırıl. İnsanlar ne kadar uzaklara yürüseler de yorulmuyorlar. İstedikleri yere süzülerek gidiyorlar. Tüm şehir inciden ve altından duvarlarla çevrili fakat insanların eğilerek dünyaya bakıp gülümseyebilecekleri ve güzel mesajlar gönderebilecekleri kadar alçaklar.”
Sara nasıl bir hikâye anlatırsa anlatsın Lottie, şüphesiz, ağlamayı kesecek ve büyülenmiş bir şekilde dinleyecekti; ancak bu hikâyenin diğer tüm hikâyelerden daha güzel olduğu yadsınamazdı. Lottie, Sara’ya sokuldu ve sonu ona göre çok çabuk gelen hikâyenin her bir kelimesini kana kana içti. Hikâye bitince o kadar üzüldü ki dudaklarını kaygı verici bir şekilde büzdü.
“Oraya gitmek istiyorum!” diye bağırdı. “Benim bu okulda annem falan yok!”
Sara tehlike sinyalini gördü ve rüyasından çıktı. Kızın tombik elini tuttu ve tatlı tatlı gülümsemeyerek onu kendine doğru çekti.
“Ben senin annen olurum.” dedi. “Benim küçük kızımmışsın rolü yaparız. Emily de kız kardeşin olur.”
Lottie’nin gamzeleri belirmeye başladı.
“Kız kardeşim olur mu?”
“Evet.” diye cevapladı Sara ayağa kalkarak. “Haydi gidip ona da anlatalım. Sonra da senin yüzünü yıkayıp saçlarını tararım.”
Lottie bunu neşeyle kabul etti ve onunla birlikte odadan çıkıp üst kata gitti. Son bir saatki tüm sıkıntının öğle yemeği için yıkanıp saçının taranmasını reddetmesinden ve Bayan Minchin’in müthiş otoritesini kullanması için çağırılmasından kaynaklandığını unutmuş gibiydi.
O andan itibaren Sara onun manevi annesi oldu.
5
BECKY
Elbette Sara’nın sahip olduğu en büyük güç ve ona daha fazla taraftar kazandıran şey, lüks eşyaları ve Lavinia ile diğer bazı kızların en çok kıskandıkları ve en çok imrendikleri “gözde öğrencilik” değil, hikâye anlatması ve gerçek olsun veya olmasın sözünü ettiği her şeyi hikâyeleştirebilmesiydi.
Okulda hikâye anlatan bir arkadaşı olan herkes merak ne demek bilir; o kişinin peşinden nasıl koşulduğunu, masallar anlatması için ona nasıl fısıltıyla yalvarıldığını, hikâyeyi dinleyenlerin arasına dâhil edilip anlatılanları dinleyebilme umuduyla bu ayrıcalıklı grubun etrafında nasıl dolanıldığını bilir. Sara sadece anlattığı hikâyeden değil, onu anlatmaktan da zevk alıyordu. Bir halkanın ortasında oturduğunda veya ayaktayken, harika şeyler anlatmaya koyulunca yeşil gözleri pırıl pırıl ve kocaman, yanakları al al olur ve farkında olmadan -anlattığı şeyin şefkat uyandırıcı veya heyecanlı olması durumuna göre- sesini alçaltır yahut yükseltir, ince bedenini eğer ve sarsar, ellerini heyecanlı bir şekilde oynatırdı. Kendisini dinleyen çocuklara konuştuğunu unutur; hikâyelerini anlattığı periler, krallar, kraliçeler veya güzel leydileri görür ve o anı onlarla yaşardı. Bazen, anlatmayı bitirdiği zaman, heyecandan nefes nefese kalır, elini hızla inip kalkan zayıf, küçük göğsüne bastırır ve kendi kendine gülerdi.
“Anlatırken…” derdi, “uyduruyormuşum gibi gelmiyor. Bana sizden daha gerçek geliyor, sınıftan bile daha gerçek geliyor. Kendimi, sırayla, hikâyedeki tüm o insanlarmışım gibi hissediyorum. Çok tuhaf.”
Bayan Minchin’in okuluna geleli iki yıl olmuştu. Sisli bir kış günü öğleden sonra, en sıcak kadifelerine ve kürklerine sarılmış hâlde, olduğundan da büyük görünerek faytonundan inip kaldırımda ilerlerken meydanın merdivenlerinde duran, kir pas içinde, koca koca açılmış gözlerle kendisini görebilmek için boynunu uzatarak tırabzanların arasından bakan küçük bir kız gördü. Kirli yüzündeki heves ve ürkeklik Sara’nın dikkatini çekti ve herkese olduğu gibi ona bakarken de gülümsedi.
Fakat kirli suratın ve koca koca açılmış gözlerin sahibi belli ki, böyle önemli öğrencilere bakarken yakalanmaması gerektiğini düşündüğü için korkmuştu. O kadar hızla mutfağa fırlayıp gözden kayboldu ki, zavallı, kimsesiz küçük bir kız olmasa Sara dayanamayıp gülecekti. O akşamüstü, Sara sınıfın bir köşesinde, dinleyici grubunun ortasında oturmuş hikâyelerinden birini anlatırken aynı kız utana sıkıla sınıfa girdi. Elinde kendisi kadar ağır kömür kovası vardı; ateşi harlamak, külleri süpürmek için şöminenin önündeki halının üzerine diz çöktü.
Meydandaki tırabzanların arasında olduğundan daha temiz görünüyordu fakat en az o zamanki kadar korkmuş gibiydi. Çocuklara bakmaktan veya onları dinliyormuş gibi görünmekten korktuğu apaçıktı. Rahatsız edici bir ses çıkarmamak için kömür parçalarını parmaklarını ucuyla dikkatle koyuyor ve ocak küreğini yavaşça hareket ettiriyordu. Ancak Sara iki dakika içinde konuşulanların onun ilgisini çektiğini, bir iki kelime yakalama umuduyla işini ağır ağır yaptığını fark etti. Bunun üzerine sesini yükseltip daha anlaşılır bir şekilde konuşmaya başladı.
“Denizkızları berrak yeşil sularda usul usul yüzerlerken peşlerinden derin deniz incilerinden örülmüş balık ağını sürüklüyorlardı.” dedi. “Prenses beyaz kayanın üstüne oturmuş, onları izliyordu.”
Bu, bir deniz prensinin bir prensese âşık olduğu ve onunla birlikte yaşamak için denizler altındaki pırıltılı mağaraya gitmesini anlatan çok güzel bir hikâyeydi.
Şöminenin önündeki küçük temizlikçi ocağı bir kez süpürdükten sonra tekrar süpürdü. İki kez süpürdükten sonra, üçüncü kez süpürmeye başladı ve üçüncü kez süpürürken, hikâye onu o kadar etkiledi ki âdeta büyülendi ve aslında anlatılanları dinlemeye hakkı olmadığını ve o an yaptığı şeyi unutuverdi. Şömine halısının üstüne diz çöküp oturdu ve fırça parmaklarını arasında boş boş sallandı. Hikâyeyi anlatanın sesi onu denizler altındaki yumuşak, açık mavi ışıkla aydınlanan ve zemini saf altından kumlarla kaplı dolambaçlı mağaralara götürdü. Etrafında ilginç deniz çiçekleri ve otları dalgalanıyor, kulağında uzaklardan gelen şarkılar ve müzikler yankılanıyordu.
Çalışmaktan sertleşen ellerinin arasından şömine fırçası düşüverdi ve Lavinia Herbert etrafa bakındı.
“Şu kız bizi dinliyor.” dedi.
Suçlu fırçasını aldı ve ayağa kalktı. Kömür kovasını alıp ürkek bir tavşan gibi hızla odadan çıktı.
Sara sinirlenmişti.
“Dinlediğini zaten biliyordum.” dedi. “Neden dinlemesin ki?”
Lavinia başını zarifçe arkaya attı.
“Eh.” dedi, “Senin annen hizmetçi kızlara hikâyeler anlatmana ne derdi bilmem ama BENİM annem asla böyle bir şey istemezdi.”
“Benim annem!” dedi Sara, tuhaf bir bakışla. “Benimkinin umurunda bile olmazdı. O hikâyelerin herkesin hakkı olduğunu bilir.”
Lavinia acımasızca “Yanılmıyorsam…” dedi, “seninki ölmüştü. Neyi nasıl bilecek?”
“Onun bir şey BİLMEDİĞİNİ mi sanıyorsun?” dedi Sara, sert bir ses tonuyla. Bazen sesi son derece sert olabiliyordu.
“Sara’nın annesi her şeyi bilir.” diye araya girdi Lottie ince sesiyle. “Benim annem de bilir, Bayan Minchin’in okulundaki annem Sara ama diğeri de her şeyi bilir. Orada sokaklar pırıl pırıl, tarlalar dolusu zambak var ve herkes zambak topluyor. Sara beni uykuya yatırırken anlatıyor bunları.”
“Seni aşağılık seni!” dedi Lavinia Sara’ya dönerek. “Cennet hakkında masallar anlatıyorsun demek.”
“İncil’de çok daha görkemli hikâyeler var.” diye cevapladı Sara. “Bak da gör! Benimkilerin masal olduğunu nereden çıkardın? Ama sana diyeyim…” Cennete pek de uygun olmayan bir sinirle söylemişti bunu. “İnsanlara şimdiki gibi davranmaya devam edersen cennetin nasıl bir yer olduğunu öğrenemeyeceksin. Gel benimle, Lottie.” Küçük hizmetçiyi bir daha görmek için odadan çıktı, fakat hole girdiğinde kızdan eser yoktu.
“Şömine ateşini yakan o kız kim?” diye sordu Mariette’e o gece.
Mariette açıklamaya girişti.
Ah, tabii, Matmazel Sara sorabilirdi. Bulaşıkçının yerine alınmış kimsesiz bir kızcağızdı, gerçi bulaşıkçılığın yanında yapmadığı iş yoktu. Çizmeleri ve ızgaraları cilalıyor, kömür sepetlerini bir aşağı bir yukarı çıkarıyor, yerleri paspaslıyor, camları siliyor ve herkesten emir alıyordu. On dört yaşındaydı ama geç geliştiği için on iki yaşında görünüyordu. Aslında, Mariette onun hâline çok üzülüyordu. O kadar çekingendi ki biri onunla konuşmaya kalksa zavallı korkak gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olurdu.
“Adı ne?” diye sordu anlatılanları merakla dinlerken ellerini çenesine dayamış, masada oturan Sara.
Adı Becky idi. Mariette gün boyu beş dakikada bir, alt kattaki herkesin onu, “Becky şunu yap, Becky bunu yap.” diye çağırdığını duyuyordu.
Mariette gittikten sonra Sara bir süre oturup ateşe bakarak Becky’yi düşündü. Başkahramanı bahtsız Becky olan bir hikâye uydurdu. Bugüne kadar yiyecek doğru dürüst bir şey bulamamış gibi görünüyordu. Açlıktan gözlerinin feri kaçmış gibiydi. Onu yeniden görmek istiyordu; fakat birçok kez merdivenlerde bir aşağı bir yukarı bir şeyler taşırken görmesine rağmen, sürekli acelesi varmış ve fark edilmekten korkuyormuş gibi göründüğü için onunla konuşması neredeyse imkânsızdı.
Birkaç hafta sonra, yine sisli bir ikindi vakti, oturma odasına girince son derece içler acısı bir manzarayla karşılaştı. Şöminenin önündeki şahsi ve en sevdiği koltuğunda çalışkan, genç bedeninin dayanıklılığına rağmen yorgun düşen Becky derin bir uykuya dalmıştı. Burnunda ve önlüğünde kömür lekeleri vardı, zavallı küçük başlığı başından kaymıştı ve yanında boş bir kömür kovası duruyordu. Akşam için yatak odalarını düzeltmek üzere gönderilmişti. Bir sürü yatak odası vardı ve tüm gün koşturmuştu. Sara’nın odasını sona saklamıştı. Onunki diğer odalara benzemiyordu, sade ve süssüzdü. Sıradan öğrencilere ihtiyaçları kadarı veriliyordu. Her ne kadar yalnızca hoş, aydınlık bir oda olsa da Sara’nın konforlu oturma odası bulaşıkçı kıza oldukça lüks geliyordu. İçinde resimler ve kitaplar, Hindistan’dan gelen ilginç eşyalar, kanepe ve alçak, yumuşak bir koltuk vardı; Emily bir tanrıça edasıyla kendi koltuğunda oturuyordu ve şöminede daima parlayan bir ateş ve cilalı bir ızgara olurdu. Becky onun odasını öğleden sonraki işlerinin sonuna saklamıştı çünkü burada bulunmak onu dinlendiriyordu. Birkaç dakika yumuşak koltukta oturup etrafına bakınırken demir parmaklıklar arasından gözetlediği, soğuk günlerde güzel şapkalar mantolarla dışarı çıkan ve böylesine muhteşem şeylere sahip olan çocuğun harika talihini düşünüyordu.
Bu öğleden sonra, koltuğa oturunca, kısa ve sızlayan bacaklarına gelen rahatlama duygusu öyle harika ve keyifliydi ki, tüm vücudu gevşedi ve şömine ateşinden gelen sıcaklık ve rahatlık onu bir büyü gibi etkisi altına aldı, korlaşmış kömürlere bakarken kirli yüzünde yorgun bir gülümseme belirdi ve farkında olmadan başı öne düştü, gözleri kapandı, uykuya daldı. Sara odaya girdiğinde on dakikadır içerideydi, fakat Uyuyan Güzel gibi sanki yüzlerce yıldır kestiriyormuşçasına derin uyuyordu. Fakat zavallı Becky hiç de Uyunan Güzel’e benzemiyordu. Çirkin, bodur, bitap düşmüş bir bulaşıkçı gibiydi.
Sara başka bir dünyadan gelmiş bir yaratık kadar farklıydı ondan.
Bu öğleden sonra dans dersindeydi ve her hafta tekrarlansa bile dans hocasının okula her gelişi bir olay oluyordu. Öğrencilere en güzel elbiseleri giydiriliyor ve Sara özellikle iyi dans ettiği için ön sıralarda duruyordu, Mariette’ten onu olabildiğince hafif ve güzel giydirmesi isteniyordu.
Bugün üzerine gül rengi bir elbise giydirilmişti ve siyah lülelerinin üstüne taksın diye Mariette ona gerçek gül goncalarından bir çelenk yapmıştı. Yeni, keyifli bir dans öğrenmişti; odada göz alıcı, gül rengi bir kelebek gibi süzülüyordu; neşeden ve yaptığı hareketlerden yanağına parlak, mutlu bir ışıltı gelmişti.
Odaya o kelebek adımlarıyla girmişti ve orada Becky başlığı bir yana düşmüş vaziyette oturuyordu.
Onu görünce “Ah!” diye haykırdı Sara sessizce. “Zavallı şey!”
En sevdiği koltuğa küçük, kirli bedeniyle oturmasına kızmak aklına bile gelmedi. Doğruyu söylemek gerekirse onu gördüğüne çok sevinmişti. Hikâyesinin bahtsız başkahramanı uyanınca onunla konuşabilirdi. Yanına doğru sessizce yürüdü ve durup onu izledi. Becky hafifçe horluyordu.
“Keşke kendi kendine uyansa.” dedi Sara. “Onu uyandırmak istemiyorum. Fakat Bayan Minchin onun burada uyuyakaldığını öğrenirse küplere biner. Ben yine de birkaç dakika bekleyeyim.”
Masanın kenarına oturdu ve ince, gül rengi bacaklarını sallayıp ne yapması gerektiğini düşündü. Bayan Amelia her an gelebilirdi ve gelirse Becky şüphesiz fırçayı yerdi.
Ama çok yorgun! diye düşündü. Çok yorgun!
O anda bir parça kömür alevi içindeki tereddüdünü sona erdirdi. Alev büyük bir topaktan kopup parmaklıkların önüne düştü. Becky ürperdi ve korkulu bakışlarla gözlerini açtı. Uykuya daldığının farkında değildi. Bir dakikalığına oturmuş, güzel kor ışıltısı üzerine düşmüştü ve işte şimdi kendini, meraklı gözlerle yakınına oturan, gül rengi bir periye benzeyen harika öğrenciye panik içinde bakarken bulmuştu.
Koltuktan fırlayıp başlığını kaptığı gibi başına geçirdi. Sonra başlığın kulağının üstünde hissetti ve onu çılgın gibi düzeltmeye çalıştı. Ah, başını çok büyük belaya sokmuştu! Böylesi genç bir leydinin koltuğunda şuursuzca uyuyakalmıştı! Maaşını bile alamadan kapı dışarı edilecekti.
Hıçkırır gibi bir ses çıkardı.
“Ah, hanımım! Ah, hanımım!” diye kekeledi. “Beni affedin, hanımım! Ah, ne olur affedin, hanımım!”
Sara masadan atladı ve ona yaklaştı.
“Korkmana gerek yok.” dedi, kendisi gibi küçük bir kızla konuşur gibi. “Hiç önemli değil.”
“Kasten yapmadım hanımım.” diye açıklamaya çalıştı Becky. “Ateş sıcaktı ve ben de çok yorgun olunca… Ben… ben densizlik yapmak istemezdim!”
Sara dostça bir kahkaha attı ve elini Becky’nin omzuna koydu.
“Yorulmuştun.” dedi. “İçin geçmiş. Hâlâ uyanabilmiş değilsin.”
Zavallı Becky ona nasıl da bakıyordu! Aslında, hiç kimseden böylesine tatlı ve dostça bir ses duymamıştı. Emir verilmesine, azarlanmaya ve tokatlanmaya alışıktı.
Bu dans eden gül rengi akşamüstünün o görkemi, ona suçluymuş gibi değil de bırakın yorulmayı, uyuyakalmaya bile hakkı varmış gibi bakıyordu! Omzuna dokunan yumuşak ve ince küçük el, hayatındaki en muhteşem şeydi.
“Kız… kızmadınız mı hanımım?” dedi güçlükle. “Müdirelere söylemeyecek misiniz?”
“Hayır!” diye haykırdı Sara. “Tabii ki söylemeyeceğim.”
Kömür lekeli surattaki keder dolu korku onu birden o kadar üzdü ki içi acıdı. Aklına o garip düşüncelerinden biri geldi. Elini Becky’nin yanağına koydu.
“Biz seninle aynıyız, ben de senin gibi küçük bir kızım. Senin ben ve benim sen olmamam tamamen tesadüf!”
Becky kızın laflarından hiçbir şey anlamamıştı. Aklı böylesine muhteşem düşünceleri kavrayamıyordu.
“Tesadüf mü hanımım?” diye kekeledi saygıyla. “Öyle mi?”
“Evet.” diye cevapladı Sara, bir anlığına ona rüyadaymış gibi bakarak. Fakat sonra farklı bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Becky’nin onun ne demek istediğini anlamadığını fark etti.
“İşini bitirdin mi?” diye sordu. “Biraz daha kalabilir misin?”
Becky’nin soluğu kesildi.
“Biraz daha kalmak mı? Ben mi?”
Sara koşup kapıyı açtı ve dışarı bakıp bir ses var mı diye kulak kabarttı.
“Görünürlerde kimse yok.” dedi. “Yatak odaları bittiyse belki burada birazcık daha kalabilirsin. Belki bir dilim kek istersin.”
Sonraki on dakika Becky için akıl alır gibi değildi. Sara bir dolabı açtı ve ona kalın bir dilim kek verdi. Kekin bir çırpıda koca lokmalarla bitirildiğini görmek Sara’yı sevindirmişti. Becky’nin korkuları geçene kadar, Sara onunla konuşup sorular sordu ve güldü. Sonunda Becky ona bir iki soru soracak kadar cesaretini toplayabildi.
“Bu…” diye başladı gül rengi elbiseye hayranlıkla bakarak. Neredeyse fısıldıyordu. “Bu en güzel elbiseniz mi?”
“Bu dans elbiselerimden biri.” diye cevapladı Sara. “Benim hoşuma gidiyor, ya senin?”
Becky hayranlıktan bir an için küçük dilini yuttu sanki. Sonra şaşkın bir sesle, “Bir keresinde bir prenses görmüştüm. Covent Garden’daki kalabalığın dışında sokakta dikiliyor, önemli kişilerin opera binasına girişini izliyordum. Kalabalık birine dikkatle bakıyordu. Birbirlerine, ‘İşte prenses!’ diyorlardı. Yetişkin, genç bir leydiydi fakat pespembe giyinmişti; elbisesi, pelerini, çiçekleri falan… Sizi masanın orada oturmuş görünce hemen aklıma o geldi, hanımım. Aynı ona benziyorsunuz.”
Sara düşünceli düşünceli “Hep prenses olmak istemişimdir.” dedi. “Acaba nasıl bir histir? Sanırım prensesmişim gibi numara yapmaya başlayabilirim.”
Becky ona hayran hayran baktı ve yine dediklerinden tek bir kelime bile anlamadı. Onu bir çeşit hayranlıkla izledi. Sara hemen hayal âleminden çıktı ve ona yeni bir soru sordu.
“Becky.” dedi. “Sen o hikâyeyi dinliyor muydun?”
“Evet hanımım.” diye itiraf etti Becky, yine biraz panik olmuştu. “Hakkım olmadığını biliyorum ama o kadar güzeldi ki ben… ben engel olamadım.”
“Dinlemeni isterim.” dedi Sara. “İnsan hikâye anlatırken onu dinlemek isteyen insanların duymasından başka bir şey istemez. Neden böyle bilmiyorum. Geri kalanını dinlemek ister misin?”
Becky’nin yine nefesi kesildi.
“Ben mi dinleyeceğim?” diye haykırdı. “Öğrenciymişim gibi mi hanımım? Prens ve saçlarında yıldızlarla, gülüşerek yüzen küçük, beyaz deniz bebeklerini mi?”
Sara başıyla onayladı.
“Korkarım, şu anda dinlemeye vaktin yok.” dedi. “Ama odamı düzeltmeye tam olarak kaçta geldiğini söylersen her gün o saatlerde burada olmaya çalışır ve hikâye bitene kadar her gün sana birazını anlatırım. Biraz uzun, güzel bir hikâye ve her seferinde bir şeyler ekliyorum.”
“Öyleyse…” diye nefes aldı Becky samimiyetle, “kömür kovalarının NE KADAR ağır olduğu veya aşçının bana neler yaptığı umrumda bile olmaz. Hikâyeyi düşünürsem hiçbirini kafama takmam.”
“Tabii ki.” dedi Sara. “Sana hikâyenin TAMAMINI anlatacağım.”
Becky aşağı inince kömür sepetinin ağırlığı altında ezilen, yalpalayan o kız değildi artık. Cebinde fazladan bir dilim kek vardı, karnı doymuş ve ısınmıştı; fakat yalnızca kek ve şömine ateşinden değil. Başka bir şey onun doyurup ısıtmıştı ve o başka şey Sara idi.
Becky gidince Sara masanın ucuna en sevdiği yere oturdu. Ayakları bir sandalyenin, dirsekleri dizlerinin üstünde ve çenesi avuçlarının içindeydi.
“Prenses OLSAYDIM, GERÇEK bir prenses…” diye mırıldandı, “halka bağışta bulunurdum. Ama numaracıktan prenses olsam da insanlar için küçük şeyler yapabilirim. Bunun gibi şeyler. Becky, bağışta bulunmuşum gibi sevindi. İnsanlara bağışta bulunuyormuşum gibi davranacağım. Az önce bir bağışta bulundum.”
6
ELMAS MADENLERİ
Bu olayın üstünden çok geçmeden heyecan verici bir şey oldu. Yalnızca Sara değil, tüm okul heyecana kapıldı ve ertesi hafta sırf bu konu konuşuldu. Yüzbaşı Crewe mektuplarının birinde çok ilginç bir hikâye anlatmıştı. Çocukluktan okul arkadaşı beklenmedik bir şekilde onu ziyaret etmek için Hindistan’a gelmişti. Bu arkadaşı, altında mücevherlerin bulunduğu geniş bir arazinin sahibiydi ve elmas madeni işletmekle meşguldü. Her şey beklediği gibi giderse insanın başını döndürecek kadar büyük bir servetin sahibi olabilirdi. Yüzbaşı, okul günlerinden sevdiği bir arkadaşı olduğu için bu projede ona ortaklık teklif ederek devasa serveti paylaşma fırsatı sunmuştu. En azından Sara mektuplardan bunu çıkarmıştı. Başka bir iş olsa -ne kadar büyük çaplı olursa olsun- o ve sınıfın geri kalanını o kadar da etkilemezdi ama “elmas madenleri” kulağa kimsenin kayıtsız kalamayacağı Binbir Gece Masalları gibi geliyordu. Sara onların büyüleyici olduklarını düşünürdü; Ermengarde ve Lottie için yer altının derinliklerindeki tavanı, zemini ve duvarları pırıltılı taşlarla kaplı ve tuhaf, koyu tenli adamların ağır kazmalarla bu taşları çıkardıkları dolambaç gibi geçitlerin resmini çizerdi. Ermengarde bu hikâyeye bayılırdı ve Lottie tekrar anlatması için her akşam yalvarırdı. Lavinia buna iyice köpürüyordu ve Jessie’ye elmas madeni diye bir şeye inanmadığını söylemişti.
“Annemin kırk sterlinlik bir elmas yüzüğü var.” dedi. “Üstelik o kadar da büyük değil. Elmaslarla dolu madenler olsaydı insanlar saçma sapan zengin olurlardı.”
“Belki Sara da saçma sapan zengin olur.” diye kıkırdadı Jessie.
“Onun saçma sapan olması için zengin olmasına gerek yok.” diye burnundan soludu Lavinia.
“Bence ondan nefret ediyorsun.” dedi Jessie.
“Hayır. Hiç de bile.” diye çıkıştı Lavinia. “Ama elmaslarla dolu madenlere de inanmıyorum.”
“Eh, insanların bir yerden elmas çıkarması gerekiyor.” dedi Jessie. “Lavinia.” diyerek tekrar kıkırdadı. “Gertrude’nin söylediklerine ne diyorsun?”
“Bilmiyorum ve bu yine Sara’nın bitmek bilmeyen hikâyelerinden biriyse ilgilenmiyorum da.”
“Aynen öyle. Numaralarından biri, prensesmiş gibi davranmak. Sürekli bu oyunu oynuyor, okulda bile. Güya derslerini daha iyi anlamasını sağlıyormuş. Ermengarde’ın da prenses olmasını istiyor ama o, kendisinin bunun için çok şişman olduğunu söylüyor.”
“O çok şişman.” dedi Lavinia. “Sara da çok zayıf.”
Hâliyle Jessie yine kıkırdadı.
“Bunun neye benzediğinle veya sahip olduklarınla bir alakası olmadığını söylüyor. Ne DÜŞÜNDÜĞÜN ve ne YAPTIĞIN ile ilgiliymiş.”
“Herhâlde dilenci olsaydı da prenses olabileceğini düşünürdü.” dedi Lavinia. “En iyisi bundan sonra ona prenses hazretleri diyelim.”
O günkü dersler bitince sınıftaki şöminenin önünde oturup günün en sevdikleri zamanın tadını çıkarıyorlardı. Bu, Bayan Minchin ve Bayan Amelia’nın kendileri için kutsal olan oturma odasına çekilip birlikte çay içtikleri zamandı. Bu süre zarfında her telden konuşulur, kulaktan kulağa nice sırlar dolaşırdı; özellikle küçük öğrenciler uslu durup ağız dalaşına tutuşmazlarsa ve etrafta gürültü yaparak koşturmazlarsa. Ama itiraf etmek gerekirse çoğu zaman böyle olurdu. Gürültü çıkardıklarında büyük kızlar genelde onları azarlardı. Büyüklerin düzeni sağlamaları bekleniyordu ve bunu beceremezlerse Bayan Minchin veya Bayan Amelia’nın ortaya çıkıp şamataya bir son verme tehlikesi vardı. Tam da Lavinia konuşurken kapı açıldı ve Sara nereye gitse köpek yavrusu gibi peşinden koşturan Lottie ile birlikte içeri girdi.
“Hah, peşine şu korkunç çocuğu da takıp gelmiş!” dedi Lavinia fısıldayarak. “Madem onu bu kadar seviyor, odasında tutsa ya! Beş dakikaya kalmaz kesin ağlamaya başlar.”
Lottie’nin birden sınıfta oynayası gelmişti ve manevi annesine onunla gelmesi için yalvarmıştı. Köşede oyun oynayan küçük öğrencilere katıldı. Sara da pencerenin önündeki koltuğa kıvrılıp bir kitap açtı ve okumaya başladı. Kitap, Fransız Devrimi’ni anlatıyordu. Bastille’deki mahkûmların dehşet verici resimlerine bakarken kaybolup gitti. Adamlar o kadar uzun yıllardır zindanlardaydılar ki kurtarıcıları tarafından salıverildiklerinde uzun ve gri saçları, sakalları birbirine karışmıştı, dışarıda bir dünyanın var olduğunu neredeyse unutmuşlardı, hepsi rüyada gibiydi.
Kafası sınıftan o kadar uzaklara gitmişti ki Lottie’nin birden uluyarak ağlamasıyla kendine gelmesi hiç hoş olmamıştı. Bir kitaba dalmışken aniden rahatsız edilmek kadar onu çileden çıkaran bir şey yoktu. Kitapseverler böyle durumlarda nasıl bir rahatsızlık duyulduğunu çok iyi bilir. İnsan sert tepki gösterip hırçınlaşmamak için kendini zor tutar.
“Biri bana tokat atmış gibi hissediyorum.” diyerek bir sır verdi Sara bir keresinde Ermengarde’a. “Benim de tokat atasım geliyor. Kötü bir söz etmemek için hemen kendime gelmem gerekiyor.”
Kitabını koltuğa bırakıp rahat köşesinden yere atlamadan önce kendine gelmesi gerekiyordu.
Lottie zeminde bir oraya bir buraya kayarak çıkardığı seslerle Lavinia ve Jessie’yi rahatsız ettikten sonra düşüp tombul dizini incitmişti. Dostlarından ve düşmanlarından oluşan ve kimi tatlı dil dökerken kimi azarlayan iki gruba ayrılmış öğrencilerin ortasında çığlık atıp tepiniyordu.
“Kes artık, seni gidi sulu göz! Kes dedim!” diye bağırdı Lavinia.
“Ben sulu göz falan değilim! Değilim işte!” diye sızlandı Lottie. “Sara, Sa-ra!”
“Sesini kesmezse Bayan Minchin duyacak.” diye yakındı Jessie. “Lottie, tatlım. Bak sana bozuk para veririm!”
“Senin paranı falan istemiyorum.” diye içini çekti Lottie ve tombul bacağına bakıp da bir damla kan görünce yine yaygarayı kopardı.
Sara odanın diğer tarafından fırladı ve diz çökerek kollarını Lottie’ye doladı.
“Bak, Lottie.” dedi. “Şimdi, Lottie, sen Sara’ya SÖZ verdin.”
“Bana sulu göz dedi ama.” diye sızlandı Lottie.
Sara onun sırtını sıvazladı; Lottie’nin gayet iyi bildiği kararlı ses tonuyla konuşuyordu.
“Ama ağlarsan öyle olursun Lottie’ciğim. Bana SÖZ verdin.” Lottie söz verdiğini hatırladı ama sesini yükseltmeyi tercih etti.
“Benim annem yok!” dedi. “Benim… annem… falan… yok.”
“Evet, var.” dedi Sara neşeyle. “Unuttun mu? Sara’nın annen olduğunu bilmiyor musun? Sara annen olmasın mı?”
Lottie burnunu çekerek Sara’ya sokulup sarıldı.
“Haydi, birlikte pencerenin önündeki koltukta oturalım.” dedi Sara ve devam etti: “Sana bir hikâye anlatacağım.”
“Gerçekten mi?” diye mırıldandı Lottie. “Elmas madenlerini mi anlatacaksın?”
“Elmas madenleri mi?” dedi Lavinia. “Seni gidi yaramaz, şımarık şey! Bir tane PATLATASIM geliyor!”
Sara hemen ayağa kalktı. Ne de olsa Bastille ile ilgili bir kitaba dalıp gitmişken manevi çocuğu ile ilgilenmesi gerekmişti; derhâl aklını toparlamalıydı. O melek değildi ve Lavinia’ya bayılmıyordu.
“Pekâlâ!” dedi kendini tutarak sinirle. “Benim de SANA bir patlatasım geliyor ama sana tokat atmak istemiyorum! Aslında hem sana patlatabilirim, patlatmalıyım da, hem de patlatmayacağım. Küçük sokak çocukları değiliz sonuçta. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilecek yaştayız.”
Lavinia bu fırsatı kaçırmadı.
“Ah, evet, prenses hazretleri.” dedi. “Sanırım prensesiz. En azından birimiz öyle. Prenses bir öğrencisi olduğuna göre Bayan Minchin’in okulu büyük sükse yapmış olsa gerek.”
Sara ona yaklaştı. Bir tokat atacakmış gibi görünüyordu. Belki de bunu yapacaktı. Bir şeyler yapacakmış gibi numara yapmak onun için yaşam neşesiydi. Sevmediği kızlara “numara”larını asla anlatmazdı. Yeni prenses olma “numarası”nı çok sevmişti ve bu konuda son derece çekingen ve hassastı. Bunun sır kalmasını istemişti ve şimdi Lavinia kalkmış neredeyse tüm okulun önünde bununla alay ediyordu. Yüzüne kan hücum ettiğini ve kulaklarının uğuldadığını hissetti. Kendini tuttu. Bir prenses öfke nöbetlerine kapılmazdı. Eli aşağı indi ve bir süre sessiz kaldı. Konuşmaya başladığında sesi sakin ve kararlıydı; başını kaldırdı ve herkes onu dinlemeye başladı.
“Doğru!” dedi. “Bazen prensesmişim gibi yapıyorum ve prensesmişim gibi yaptıkça bir prenses gibi davranmayı öğreneceğim.”
Lavinia ne diyeceğini bilemedi. Sara ile uğraşırken tatmin edici bir cevap bulmakta çoğu kez zorluk çekiyordu. Bunun sebebi, diğerlerinin rakibine karşı bir şekilde belli belirsiz bir sempati duymalarıydı. Şimdi de kulaklarını dikmiş onu dinliyorlardı. Gerçek şu ki, prensesleri seviyorlardı ve bu prenses hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istedikleri için Sara’ya biraz daha sokulmuşlardı.
Lavinia söyleyecek bir şey bulabildi ama oldukça yavandı.
“Harika!” dedi. “Umarım tahta çıkınca bizi unutmazsın!”
“Unutmam.” dedi Sara, başka bir kelime daha etmeden sessizce durdu ve Lavinia, Jessie’nin koluna girip gidene kadar gözlerini ona dikerek baktı.
Bu olaydan sonra, onu kıskanan kızlar onu küçümsemek istediklerinde ondan “Prenses Sara” diye bahsetmeye; aynı zamanda kendisini seven kızlar da sevgilerini göstermek için ona “Prenses Sara” demeye başladılar. Kimse ona doğrudan “prenses” demiyordu fakat hayranları bu unvanın uyandırdığı etkiye ve ihtişama bayılıyorlardı. Hatta bunu duyan Bayan Minchin, okula kraliyet ailesine ait bir yatılı okul havası kattığı için, ziyarete gelen ebeveynlere birkaç kez bundan bahsetti.
Becky’ye göre prenseslik ona dünyada en çok yakışan şeydi. Arkadaşlıkları o sisli akşamüzeri Sara’nın rahat koltuğunda uykusundan korkuyla uyanması ile başlamış, zamanla ilerlemişti; doğrusu Bayan Minchin ve Bayan Amelia bu konu hakkında pek bir şey bilmiyorlardı. Sara’nın bulaşıkçı kıza “nazik” davrandığını fark ediyorlardı fakat yukarıdaki odaların yıldırım hızıyla toparlanıp sıra Sara’nın yatak odasına gelince ağır kömür kovasının neşe dolu bir şekilde nefes vererek yere bırakıldığından ve gizli saklı geçirilen keyifli dakikalardan haberleri yoktu. Böyle zamanlarda hikâyeler parça parça anlatılıyor, güzel yiyecekler ya hızla yeniyor ya da Becky’nin çatı katındaki yatağına gittiğinde yemesi için cebine tıkıştırılıyordu.
“Ama yerken dikkatli olmalıyım hanımım.” dedi bir keresinde. “Yoksa kırıntı falan kalırsa sıçanlar onları yemeye gelir.”
“Sıçanlar mı!” diye haykırdı Sara dehşetle. “Burada SIÇANLAR mı var?”
“Hem de bir sürü.” diye cevapladı Becky sıradan bir şeyden bahsedercesine. “Çatıda genelde sıçanlar ve fareler var. Ama insan yürürken çıkardıkları tıkırtıya alışıyor. Onlara o kadar alıştım ki yastığımın üstünden geçmedikleri sürece bir sorun yok.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/frensis-eliza-bernett-55941/kucuk-prenses-69428860/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.